Epizot e-Dergi | 3.Sayı

Page 1


“En güzel günlerimiz: henüz yaşamadıklarımız.” Zeynep Çalıcı Öteki ....................................................................................................... 3 Oğuzhan Turan Bekler mi Beni? ..................................................................................... 5 Muhammed Atakur Memuz Zaim’in Ayakkabıları ................................................................ 6 Burak Acar Bir Gün Bu Akan Sele Dur Diyeceğim .................................................. 8 Hale Alkay Hokkabaz ............................................................................................... 9 Varol Mengüverdi Öğretmenler Odası ............................................................................... 10 Müge Koçak Güvenç Rüzgar Dedi Ki Güzel Şeyler Biter ..................................................... 14 Mete Karagöl Hatırladım Seni .................................................................................... 18 Mert Can Canbaz Bir Günahkarın Mektubu ..................................................................... 22 Ayhan Arslan Savaş Matinesi ..................................................................................... 25 Türk Halkı İhtarname ............................................................................................. 26 Editör & Grafik Tasarım: Özkan Öztürk - Mete Karagöl www.epizotportal.com


Öteki

Zeynep Çalıcı hastalığa sahip olan bir insanı bu kadar kusursuz anlatması onun mükemmel gözlem gücü ve yazma yeteneği ile ilişkilendirilebilir. Kitabın konusuna gelelim o halde. Kitabın baş kahramanı olan Bay Yekov Petroviç Golyadkin, dokuzuncu dereceden bir devlet memurudur. Sakin bir hayata sahiptir. Düşünceleri genelde kendi içinde çelişir: örneğin insanların mevkilerinden ötürü diğer insanlara kibirli davranmasından nefret eder fakat kendisi kendinden daha alt mevkide bulunan insanlarla konuşmak dahi istemez. Bunun en güzel örneği, evinde ona yardım eden Petruşka’ya bile her seferinde bağırıp kızmasıdır. Golyadkin, bir gün her zamanki gibi sabah kalkar, hazırlanır ve işe gider. Tam bu noktada gördüğü şeyler rutin olmaktan çıkar çünkü işe yeni biri girmiştir. Asıl önemli olan işe giren kişinin Golyadkin ile aynı olmasıdır: İsmi, yüzü ve birçok şeyi. Fakat bunu Golyadkin’den başka kimse tuhaf karşılamaz. 1. Golyadkin zaman geçtikçe 2. Golyadkin’in akıllı ve zeki olduğunu gözlemler. Hatta yöneticilerin 2. Golyadkin’e hayran davranması çoğu zaman 1. Golyadkin’i şaşırtır. Bu durum onu içten içe sinir etse

Karakter tahlilleri üzerinde oldukça başarılı olan ve bunu her eserinde ortaya çıkaran Dostoyevski bu sefer de 1846 yılında yayımlanan Öteki (Öteki Ben) romanı ile bu özelliğini okuyucu gözünde pekiştirmiştir. Güçlü ve etkileyici anlatımını da unutmamak gerekir tabii. Bu arada günümüz edebiyatında bu eser ‘novella (kısa roman)’ olarak kabul edilse de Dostoyevski bu kitabından ‘roman’ olarak bahsetmiştir. Dolayısı ile ben de roman diyeceğim. Rus Edebiyatı’nın o zamanki özgün realist tavrı ve gizemli dünyası Dostoyevski’yi oldukça etkilemiştir ve ortaya şizofren bir memurun davranışlarını konu alan Öteki (Öteki Ben) romanı çıkmıştır. Üstelik o dönemde şizofren hastalığının tam bir tanımı yoktur. Böyle bir dönemde Dostoyevski’nin bu

3


de başta 2. Golyadkin ile arkadaş olmak ister. Bu isteğinin gerçekleştiğini sanmıştır fakat 2. Golyadkin hiç de öyle davranmıyordur ve 1. Golyadkin 2. Golyadkin’den nefret etmeye başlar. Artık onu düşman bellemiştir. 1. Golyadkin 2. Golyadkin’in onun yerine geçtiğini düşünmeye başlar ve işler burada tamamen karışacaktır. Zamanla kendisini 2. Golyadkin’in kopyası gibi hissedecek ve delirmeye başlayacaktır ve geriye şu cümleler kalacaktır: ‘’Bana bak namussuz herif! Nedir bana yaptıkların? Mahvettin beni, bıçaksız öldürdün, hain!’’

la konuşmaya çalıştım ama nasıl kendim olurum bilmiyorum. Sanki sürekli kendim değilmişim gibi. Elini bana uzatsan ulaşabilecekmişsin gibi. Şu anda olduğum kişinin aksine, olmak istediğim kişiyi göremiyorum. Bunun için uğraşıyorum ama ne yapılması gerekiyorsa yetersizim, olmuyor. Pinokyo gibiyim. Tahtadanım ben, gerçek bir insan değilim.” (The Double, 2013) Hem kitabı okuyan hem de filmi izleyen biri olarak kitabın kesinlikle okunması gerektiğini düşünüyorum. Film 1 saat 38 dakika sürüyor. Dolayısı ile kitaptaki önemli ayrıntılara pek yer verilmemiş sadece olaya odaklanılmış. Oysa ki kitapta baş kahramanın kişilik analizini yapabileceğimiz birçok ayrıntıdan bahsediliyor ve bunlar kitabın verdiği mesajı anlayabilmemiz için çok değerli. Çünkü Dostoyevski bu kitapta sadece kişilik bölünmesini ya da bir memurun şizofren davranışlarını incelememiştir. O dönemdeki sosyal hayat hakkında da birçok bilgi vermiştir aslında okurlarına. Filmde sadece Simon’ın yani Golyadkin’in şizofren yaşamına değinildiğinden ilk önce kitabın okunmasını daha sonra istenildiği takdirde filmin izlenmesini öneriyorum.

Öteki romanı, ‘The Double’ adıyla filme uyarlanmıştır. Yönetmeni Richard Ayoade olan filmin başrollerini Jesse Eisenberg ve Mia Wasikowska paylaşmıştır. Film 2013 yılında yayınlanmıştır. Film bir trende başlar ve ilk andan itibaren ana karakterin (Simon) sakinliği dikkat çeker. Hoşlandığı kız olan Hannah evinin tam karşısında yaşamaktadır. Hannah onda merak uyandırmaktadır ve Simon odasındaki teleskoptan her akşam onu izler. Hayatı tam da böyle ilerlerken işe yeni giren ve onun tıpatıp aynısı olan James, kahramanın tüm düzenini bozmaya yeter. Başta arkadaş olurlar fakat daha sonra James’in vurdumduymazlığı sebebiyle işler içinden çıkılmaz bir hal alır. ‘Onun-

4


Bekler mi Beni? Bir iki sallanıyorum oturduğum yerde Okyanusta bir gemi limanını ararken Önümüzde yollar var Biraz ittirseler beni Ufuk çizgimden aşağı düşeceğim Düştüğümde gerek yok Beni yeniden sevmene. Ama seversen Bil ki O kardelenler açacak yeniden Sevmediğim kış günlerinde Boyunları yerde değil Gökyüzünde. Gökyüzüne uzanan dallar var Her ağaç farklı bir gökyüzü arar gibi bakıyor Bir şerit geçiyor sınırlarından Sanki cam bir odada kısılmışım gibi Ne sesin bana yetişiyor Ne de camları kıracak gücüm var Üst üste duvarlar koyuyorum Ve hepsini yıkmak bir kalemle zaman alıyor. Şerit, cam ve duvar Artık ne gökyüzümde kuşlar uçar Ne de camlarıma yağmurlar yağar Ve beni beklemediğin o günlerde Bütün kardelenler solar.

5

Oğuzhan Turan


Memur Zaim’in Ayakkabıları Muhammed Atakur

Evin sokağa bakan kapısını sertçe çeken memur Zaim’in yüzünde güller açıyordu. Zaim’in ağzından kulaklarına doğru kavis çizen dudak çizgileri için en okkalı tabir buydu. Zaim bugün memur olarak çıkmadı sokağa. Bugün ağaydı. Bugün paşaydı. Bugün alemleri dize getiren komutanlardan daha geniş omuzluydu. Çünkü bugün Zaim’in ayağındaki ayakkabılar yeni hatta yepyeniydi. Havada uçuşan toz zerrecikleri bile Zaim’in ayakkabısına konmaktan utanıyordu. Zaim attığı her bir adımla ayağının altındaki toprağı dövüyor dünyayı sanki yeniden keşfe gidiyordu. Yeni ayakkabılarıyla attığı her bir adımla sevincine sevinç katan Zaim, az sonra omuzlarında tabut taşıyan bir kalabalığın arasında buldu kendisini. Daha ne olduğunu anlamadan kendi omuzunu tahtadan tabutun altına yerleştirdi. Kalabalıkla birlikte kimsesizler mezarlığının yolunu tutan Zaim, mezarlığın girişinde başına gelecek olanı anlamıştı. Mezarlığa adım atar atmaz kara bulutlar bir araya gelmiş ve yeryüzünü delmeye niyetli bir yağmur başlamıştı. Kimsesiz ölüyü defnetmeye gelen herkes birkaç dakika sonra kendini elinde kürekle çamurlaşmış toprağın içinde bulmuştu. Tabii Zaim de bu kervanın arasındaydı. Toprağın altına envai çeşit böceğin akşam yemeği olarak bırakılan ölünün toprağı yağmur tarafından fazlasıyla sulanmış, ölünün ruhu bilinmeyen diyarlara yol alırken bedeni toprağın altına terk edilmişti. Defin işleminin ardından hızla dağılan kalabalıkla aynı hızda yağmur da dinmişti. Mezarlığın çıkışına kadar ağır aksak yürüyen Zaim’in omuzları çökmüş, evden çıktığı halinden eser kalmamıştı. Çıkış kapısına geldiğinde ne mezarlığa birlikte geldiği kalabalığı ne de yağmuru görebiliyordu. Çıkışa kadar yürürken bakmaktan korktuğu ayakkabılarındaydı gözü şimdi. Memur Zaim’in yaşamındaki en kıymetli mutluluklarından biri kimsesiz bir adam defnedilirken yağan yağmurla son bulmuştu. Ölüm yaşama acımasız bir şekilde dahildi ve Zaim’in ayakkabıları çamur içindeydi.

6


7


Bir Gün Bu Akan Sele Dur Diyeceğim Bir gün bu akan sele dur diyeceğim, Arkamda bırakacağım şehirleri İsyanları Trenler kaldıracağım ölümsüzlüğüne Her vagondan bir şarkı Her insandan bir hayal sökeceğim Yollarına serpeceğim denizler dolusu hayali Sen, rüzgar güllerinin gölgesinde savururken saçlarını Öpüp başıma koyduğum tanrıları sunacağım sana Ey tanrıça, kurtar beni kederlerden Eskimeyen şiirler gibi Yalnızca gel bana Bir gün bu akan sele dur diyeceğim Ellerimi kurtaracağım gecenin esaretinden Dokunacağım saçlarına Dudaklarına Arkamda bırakacağım yalnızlığımı Davacı denizler, okyanuslar Davalıysa, iki aptal aşık Biz yenilmeyi ata sporu sayanlardanız sevgilim Ellerimiz terliyorsa beraberce Varsın kaybedelim Bir gün bu akan sele kapılıp sürükleneceğim Güzün gelişinde yağan yağmurlar gibi Dökeceğim çiçeklerini Şehrin tüm sokaklarını süpüreceğim Ve artık sevmeyeceğim elmaları Anlamıyorsun, Anlamıyorlar seni nasıl sevdiğimi Oysa ben çöllerde dolaşan bir bedeviyim Susuzluğum ise sensin sevgilim. Ve ölümüm sevgilim Susuzluktan değil sensizlikten olacak.

8

Burak Acar


Hokkabaz Ey adam O güzel sesinin altında gizlenen hokkabaz Yine nerede kırdın yumurtamı İçten kırılsa hayat olurdu Dıştan kırıldı ölüm oldu Kelimeler gibi acıttın yumurtamı Dağıttın *** Her zaman söylemesen de Ne de çok severdim Senin dilinden hayatı duymayı Fakat bizde bir sorun vardı Kırdığın her yumurta içten kırılmıyordu Dışı param parça Biraz da Ak *** Yoruluyorum ve korkuyorum Ya son yumurtam dıştan kırılırsa Ya ömrüm biterse Seni kazanmak güzel Ya kaybetmek *** Yapma yumurtamıza Bana Bize Hoş tut yoksa kırılır En çok ölüm olan yerinden *** Boşver hokkabaz kaybolsun Ölüm olmasın Hayat dolsun Sadece sesin olsun bir de son yumurta Gerisi yalan olsun!

9

Hale Alkay


Öğretmenler Odası Varol Mengüverdi

Öğretmenler odasında tüm öğretmenlerin toplanıp da sohbet etmeye vakit bulması pek görülmüş bir durum değildir. Ya pek boş vakit bulunmaz ya da en azından birkaç öğretmen bu sohbete katılamayacak kadar meşgul olur. Ancak bugün, herkesin biraz çene çalmak için yeterli vakti vardı. Uzun süredir, kadrosuna henüz dahil olduğum bu okulda bir kapalı kutu gibiydim. Hiç değilse meslektaşlarım için. Öğrencilerimin tek görebildiği ise kendilerini sonuna dek anlayabilen, eğlenceli bir öğretmendi. Bunun dışında, bu binaya girmeden evvel üzerimden attığım kimliğim hakkında kimsenin bir fikri olduğu söylenemezdi.

Herkes sahip olduğu şikayetlerden dem vurmaya başlamıştı. Sanki anlaşmışlar gibi, tüm ekip arkadaşlarım hayatlarında en çok rahatsızlık duydukları şeyden söz ediyorlardı. Pek çoğu, bunu bir gösterişe dönüştürme taraftarıydı. Bunların, açık sözlü davrandıklarını söyleyebilmek mümkün değildi. Hiçbiri zaaflarından bahsetmiyordu. Aksine her biri, bahsettikleri şikayetlerinin kendilerini yüceltmesini umuyordu. Tam karşımda oturan Matematikçi, ‘iyi bir insan oluşundan’ yakınıyordu. Bu, yolun yarısında olduğunu fark etmesi gereken yaştaki adam, bunu yaparken elbette ‘iyi’ kelimesini kullanmamaya özen gösteriyordu. “Beni en

10


fazla rahatsız eden şey acı tesadüfler.” Bu bayağı sözün karşısında yüzümü buruşturmama rağmen, bunu fark etmemiş olacak ki sözlerine devam etti. “Bir gün yaşadığım sokakta oturan yaşlı bir kadına yardım etmek istedim. Ona ve çocuğuna biraz erzak alıp, biraz da para bıraktım. Sonra ne olmuş biliyor musunuz? Çocuğu annesinden parayı zorla alıp ortadan kaybolmuş. Hala düşündükçe içim yanar. Nasıl bu kadar düşüncesiz davranabildim? Hem kendime kızıyorum hem de bu acı tesadüflere.” Bu, gerçekten bir sahtekarlık örneğiydi. Bu hikaye, az evvel ortaya çıkmış ya da gerçekten yaşanmış olabilirdi ama benim gözümde sahibini, anlatmakla yalnızca bir aptal gibi gösteren bir hikayeydi.

rebiliyordu. Bu, benim için son derece kıymetliydi.

Edebiyatçının adı Aysun’du. Benden iki yaş büyük, yirmi beş yaşında güzelce bir kadındı. Kara gözleri, kısa ve aynı karalıkta saçları, uzun boyuyla birlikte harika bir görünüm veriyordu kendisine. Az evvelki konuşmasına dek kendisine oldukça saygı duyuyordum. Rus romanlarından kalma, insanları yüce bulmaya dair merakımı dahi canlandırabilmişti. Ancak içinde bulunduğumuz yığına bu kadar çabuk ayak uydurabilmesine bir anlam verememiş ve bir anda sahip olduğum hisleri kaybetmiştim. Sanki inandığım tanrısal bir varlık, tüm kutsallığını bir an içerisinde yitirip gitmişti. Ben, bunları düşünürken, o da bana soru sormaktaydı. İkinci Bu, böylece sürüp gitti. Sevgisiz- tekrarlayışından sonra kendisiyle likten yakınan oldu, saygının kay- ilgilenebilmiştim ancak. bolduğunu söyleyenler çıktı. Hatta “Özgür Bey! Hiç konuşmadınız. yanımdaki edebiyatçı hiç utanmadan, sahip olduğu yücelme arzusu- Merak ediyorum. Sizi en çok rahatna büyük bir şairi alet etti. Ancak sız eden şey nedir?” onu en azından işinde iyi olduğu Başımı öne eğip, ilk kelimesiniçin takdir edebilmiştim. Gösteriş denen iblisin kollarına kendisini den sonra olur olmadık her yerde teslim etmemiş olsaydı, onunla ile- konuşturulmaya çalışılan bir çocuk risi tahmin edilebilecek, düzeyli bir gibi utanarak “İnsanların bu kadar yaşantıya dahi adım atabilirdim. fazla, dünyanın bu kadar kalabalık Fazlasıyla güzeldi ve Zarifoğlu’nu olması.” dedim. İçimde, nedenini biliyor, yazdıklarına bir anlam ve- anlayamadığım bir itiraf etme ar-

11


zusu uyanmıştı. Belki de masadaki “Yani elinizden gelecek olsa, milhiç kimse dürüst olamadığından, yonlarca insanı katledebileceğinizbu açığı kapatmak istiyordum. den mi söz ediyorsunuz, yanlış mı “Devam edin!” dedi. Bir an için du- anlıyorum?” raksasam da devam edebildim. Bu sorunun ardından masanın “Bu kadar fazla insanın varlı- etrafındakilere bir göz attım. Veğı fazla tehlikeli. Bir defa, kısa bir receğim cevabı bekliyorlardı. Bamola niyetine bile olsa izole olma- zılarının, içlerinden “O kadar da nız imkansızlaşıyor. Sesleri, kapla- değil!” dediklerini ve kendilerini dıkları alan.. Gereğinden fazlayız yanıltmamı umduklarını rahatlıkla ya da dünyaya yanlış yayılmışız. görebiliyordum. Son olarak Aysun Yarın sizi yok etmek için harika bir Hanım’a baktıktan sonra lakayt bir sebep bulabilecek milyonlarca in- gülümseme yerleştirdim suratıma. san… Hiç olmazsa, yüzünü bir şe“Seçici davranacağıma emin olakilde görmeye mecbur kalacağınız yığınla gereksiz beden. Pek çoğu da bilirsiniz.” rahatsızlık verici. “Nasıl yani?” der gibi suratıma “Demek öyle! Peki bunu çözmeyi baktı, sonra da başını eğdi. Ne dedenediniz mi hiç?” mek istediğimi anlamıştı. Sadece bu konu hakkında daha fazla ko“Elimden ne gelebilir ki? Neti- nuşmak istemiyor gibiydi. Felsefeci cede hepsini yok edemem, bir kıs- Tolga Bey araya girdi. mını bile. Makinelerin karşısında kalmış Zyon ahalisinden biri gibi “Ne demek oluyor bu? Bir Tarih hissediyorum.” öğretmeninin, Hitlervari bir fikre Bu göndermeyi yalnızca Ay- sahip olması ne kadar doğru?” sun Hanım anlayabilmiş olacak ki Gözlerinin içine, artık susmasını yalnızca o tebessüm etti. Geriye kalanlar, öylece bakıyorlardı. Pek ister gibi bakınca, daha fazla uzatçoğunun bu düşüncelerden hoşlan- madı. Bu saçmalığa bir son vermek madığına emindim. Aysun Hanım gerekiyordu. Olmadığım biri gibi da aynı şekilde, bu fikirleri onayla- yargılanmak, isteyeceğim en son şeydi. mış değildi.

12


“Sadece dünyada gereksiz ölçüde yer kapladığımızı düşünüyorum. Gereksiz insanları ısrarla yaşatıyoruz. Suçluları, asalakları, bencilleri, kötüleri… Bu yüzden de hemen her gün, yaşama lanet etmekle yetiniyoruz. Bahsettiğiniz türden bir fikre sahip olsaydım gereksiz insanın tanımını başka türlü yapardım. Örneğin, ırkla ya da inançla. Fakat siz, bir Felsefe öğretmeni olarak, Suç ve Ceza’yı okumalı ve Raskolnikov’a, bir tefeci kadını ve -istemediği halde- tefecinin kardeşini öldürtenin ne olduğunu idrak etmelisiniz. Sonya’nın ayaklarına kapanmasına, yolda yürürken tüm dünyadan merhamet dilemesine neden olanın ne olduğunu görmelisiniz. Ancak o zaman fikirlerimin bahsettiğiniz türden olmadığını anlayabilirsiniz. Yaşam, böyle bir şey. Harekete geçseniz de geçmeseniz de er ya da geç kucağınızda mahvolmuş bir ya da birkaç yaşam bulacaksınız.” Meseleyi sonlandırmak niyetindeydim. Bu yüzden hemen yerimden kalktım. Masadaki hiç kimse bir kelime daha konuşmak istemiyor gibiydi. Düşüncelerimi aklayamamıştım ya da sohbetim hoşlarına gitmemişti. “Özür dilerim.” diyerek öğretmenler odasını terk ettim. Henüz vaktim vardı. Dışarı çıkıp bir sigara yaktım. Aysun Hanım, az sonra yanıma geldi. O da bir sigara yaktı. “Sizi çok iyi anlıyorum.” dedi. Yazık ki ben kendisini hiç anlayamamıştım!

13


Rüzgar Dedi Ki Güzel Şeyler Biter... * Müge Koçak Güvenç

Gözlerimizden karamsar bulutlar geçerken hangi kitabın hangi sayfasında sıkışıp kaldığımızı unuttuk. İnanmayı denemiştik oysaki, açık denizlerde pervasızca dolaşan bir peri kızının varlığından bahsettiklerinde bile... Bugün tam bir hafta olmuştu. Önümüzde dev bir yılan gibi duran otoyolun karşı yakasına duraksamadan geçtik. Hafif meyilli toprak yoldan yürümeye başladığımızda, günlerdir uykularımızı kaçıran düşünceden kaçamayacağımızı biliyorduk. Bunu hissediyordum, ama konuşamazdık. - Yoruldum. - Tamam, dinlenelim biraz. - Uyusak... - Peki... Uykuyla uyanıklık arasında gözümün önünde tekrar o sahne belirdi: “Anlatsana” demişti. “Ne anlatayım?”

14


“Aşk hayatını.” Onu ilk defa, akşamüstleri bir kadeh şarap için uğradığım tahta masalı kahvenin önünden geçerken görmüştüm. İçeriyi kaplayan sandal ağacının kokusu genzimi yakmış, loş ve dumanlı hava başımı döndürmüştü. Sarhoşluğumu onaylayan ağır bir müzik yükseliyordu radyodan. Bir süre, ürkek ve şaşkın adımlarını izledim pencereden. “Kim bu?” dedim, “Öğreniriz”, “Merhaba”, “Merhaba”... Sonra eve dönüş yolunda gördüm onu, sisli bir yaz günüydü, tuttum elinden götürdüm büyük parka, itiraz etmedi. “Sevgilim var” dedi, “Benim de” dedim, dizlerine yattım yeşil ve ıslak çimenlerde, “çimlere basmayın” yazısından özgür kılınmış çimenlerde, anlattı, anlattım... Sonra kül rengi bir bahar gününde beni bileğimden yakaladı, “Çabuk koş” dedi, “Nereye” dedim, “Sorma.” Koştuk beraber yirmili yaşlardaki bir güzelliğin ardınca, çok güldüm, çok güldü. Sonra ay parlaklığında bir gecede gördüm onu, “Nereye”, “Eve”, “Neden”, “İşte”. Sonra banka oturduk, salamlı sandviç benimdi, kaşarlısı onun, sabaha kadar konuştu, sabaha kadar konuştum, “Gidelim” dedi. “Olur” dedim. “anlatsana” demişti. “ne anlatayım?” “aşk hayatını.” Yattığım yerden gözlerim kapalı, cılız bir sesle sordum: - Saçlarımı okşar mısın, uyuyamıyorum. - Peki... (Dünya bir süre dönmeyi bıraktı.) Tanrı şarkılarını başkaları için yazmıştı hep. Bizim için beyaz bir kağı-

15


da nokta koymak zahmetine bile katlanmadığını anlamam uzun sürmedi aslında, sadece kabullenemeyişti yaşadığımız. İşte yine oluyor, rüyalara uyanıyorum; pelerinli biri yaklaştı yanıma, elindeki renkli bilyelerle dolu çanağı uzattı, seç dedi, göğe bakıyordu, uzanıp alacakken ayağım bataklığa saplandı, hemen çektim kurtuldum, dedim birisi bana yalan söylüyor ama kim… Kara bir trenin boş vagonları arasında geziniyordum. Çığlıklar birbirine karıştı, ama seslerin sahiplerine ulaşamadım. Hiçbir durak bu kadar uzun gelmedi bana, hiçbir kabus bu kadar gerçek. Tünele girdik mi hiç, ya da hiç çıktık mı tünelden? Bana verilen rollerden hiçbirini üstlenemeyecek kadar yorgun olduğum zamanlarda, yattığım yerden – ki vücudumu kıpırdatamazdım- pencere önündeki o kızı düşünürdüm, dalgalı havalarda sığınılacak en güvenilir limanın kendisi olduğunu bilen kızı. Seviyordum onu. Yaşadığını duyumsatan tek şeyin, kemiklerindeki sızlamalar olduğunu anlatırdı bana. Geceleri gizli gizli onu dövdüklerinden şüphelenirdi. Gülerdim ama yüzüne söylemezdim. Bazen ter boşanırdı, alnından şakaklarına doğru süzülür, sanki kilometrelerce güneşin altında koşmuş da nefes nefese kalmış gibi kalbi atardı. Herkes olabilirdi ve hiç kimse ve her yerdeydi ve aslında hiçbir yerde. Hikayesini biliyordum, ama o bildiğimi bilmiyordu. Gözleri uzaklara dalardı, aslında onun için “uzaklar” diye bir yer yoktu. Belki de daldığı boşlukları ve kayıp anlarını “uzaklar” diye nitelerdi kim bilir. Küçük bir nokta olmanın keyfine vardığı anlardı bunlar. Seviyordum onu. - Uyudun mu? - Hayır. - Gözlerim ne renk? - Yarın sabah… - Şimdi söyleme, duymak istemiyorum, gözlerim ne renk? - Gece. - Ya saçlarım? - Bahar. - İstemiyorum…

16


- Ben de… Bugün tam bir hafta olmuştu ve yarın sabah, her şeyi geride bırakmış olacaktık. Geri dönecektik. Susuz yaşamlarımıza. Gözlerimiz eskisinden daha sönük, elimizde yitirdiklerimizin kuru avuntusu, anılar… Bir süre sonra, sadece kısa bir süre sonra, uzaklarda çalan bir müzik sızlatacaktı içimizi. Ama biz nedenini hiç bilemeyecektik… bir odamız vardı bizim denizi kucaklayan sarı sarı lambaları bir küçük penceresi seyre dalardık sarhoş gemileri göz yaşlarımın kırık hikayesi göz yaşlarımız kurumadan bitti bir balkonumuz vardı bizim,geceyi karşılayan sahilde gitar sesleri,ay ışığında yaz gecesi şaraptan mı neden ağlatırdı bizi rüzgar dedi ki güzel şeyler biter kalbim dedi ki unutmasın yeter… (*) Nazan Öncel-Gül Pansiyon

17


Hatırladım Seni Mete Karagöl

Sabah olmak üzereydi. İş çıkışı arkadaşlarının ısrarları sonucu Taksim’de bir bara gitmişler, bir saat öncesine kadar içmişlerdi. Kafasını sabit tutamıyordu. Kendi kendine gülüyordu. Şimdi bir taksinin içinde evine gidiyordu. Taksiye Karaköy’de binmişti. Evinin sadece Ayazağa’da olduğunu biliyordu. Tam olarak neredeydi? Hangi sokaktaydı? Bilmiyordu.

Kafasını sabit tutamıyordu. Hayatında hiç bu kadar içmemişti. İlk olmuştu bu yani. Daha önce bir iki bira içerdi. Gençliğinde de bir otuz beşlikten üç kadeh içmişti. Hepsi bu. Ama şimdi ilk kez bu kadar içiyordu. Sanayide kaportacıydı. İşleri iyi gitmiş, dükkânı satın almıştı. Kira vermiyordu. Kazancı kendisine kalıyordu. Tanrı her zaman yanındaydı ki, işleri iyiydi. Yoksa bugün bu kadar içemezdi.

Taksici orta yaşlarda kafasının Üç dükkân solundaki motorarkası kavanoz gibi açılmış bir adamdı. Saçları beyazdı. Orta yaş- cu Hamdi ve alt sokaktaki boyacı larda olduğunu kendisi söylemişti. Ali’nin tekliflerini reddedememiş

18


ve iş çıkışında Taksim’de bir bara oturmuşlardı. Önce bir büyük gelmişti masaya. O bitince bir de otuz beşlik gelmişti. Üçü de yıkılmamıştı. Bir otuz beşlik daha aldılar. Sonra kalktılar. Ali’nin evi Esenler’deydi. Bir taksi çevirdi gitti. Hamdi’nin evi Esenyurt’taydı. Ancak ikisi de Ali kadar şanslı değillerdi. Karaköy’e kadar indiler. İki tane taksinin beklediğini gördüler. Sarıldılar, birbirlerine “Dur lan kusacaksın şimdi, sarhoş herif!” diye takıldılar. Öndekine Hamdi, arkadakine de Cemal bindi.

dışarı çıkarttı. Taksici tiksintiyle baktı. Sağa çekti. Cemal içindekileri iyice boşalttıktan sonra kafasını yasladı. Derin derin nefes aldı. Buz gibi havayı içine çekti. Biraz kendine gelir gibi oldu. Taksici hâlâ tiksintiyle bakıyordu. Çünkü kusarken içeriyi biraz batırmıştı Cemal. “Niye durduk?” “Niye mi durduk? Arabayı mahvettin.” “Parası neyse veririz. Hadi devam et.” “Kardeşim senin evin neresinde Ayazağa’nın?” “Şey… Bir okul var köşesinde. Cemal’in bindiği aracın şoförü: Orada duruyorsun sağa dönüyorsun…” “Nereye usta?” “Ee…” “Ayazağa’ya.” “Bilmiyorum işte sür oraya.” “Allah mı gönderdi seni bana “Kardeşim bir sokak adı falan usta?” yok mu?” “Yok. Otuz sekiz yıldır burada“Şey… Hatırlamıyorum.” yım. Sen kaç yıldır buradasın?” “İn kardeşim arabadan. İn…” “Eh, yirmi sene oldu herhalde.” “Parası neyse veririz dedik ya “Yirmi yaşında mısın?” lan. Sür işte.” “Hayır be usta. Kırk altı yaşım“Lanlı lunlu konuşup asabımı dayım.” bozma. İn kardeşim arabamdan in.” “Eyvallah.” Cemal indi arabadan. TaksiLevent tarafından gidiyorlardı. metre kırk bir lira yazmıştı. Elli Kolordu otobüs durağını geçtik- lira verdi. Taksici paranın üstülerinde Cemal’in içinde bir hare- nü verme zahmetine katlanmadı. ketlenme oldu: Kusacaktı. Karşı Bastı gitti. Cemal şimdi zar zor koyuyordu kendisine. Ama uzun duruyordu ayakta. Giden taksisürmedi. Hızla pencereyi açtı ve nin ardından bir küfür savurdu.

19


Hangi yöne gidecekti şimdi?

geldi, yine küfür etti taksiciye.

Soluna baktı, yokuş çıkacaktı. Sevindi, çöp kamyonunu gördü. Gözü yemedi. Sağına baktı, yokuş Rica etse götürürler miydi evine aşağı… Sağdan gitmeye karar ver- kadar? Hem yol üzeriyse neden oldi. Evet, keyfine göre karar verdi. masın? İnsanlık öldü mü yahu? Sağa gitmesi gerektiğinden değil. Yaklaştı kamyona. İki kişi konYolda başka zaman aklına gel- teynırı boşaltıyordu. Adamlara meyecek şeyleri düşünmeye yaklaştı iyice. Sonra sarhoş olbaşladı. Bunlar incir çekirde- duğunu gizleyen bir ses tonuyla ğini doldurmayacak şeylerdi. ve kelimelerin üzerine basarak: Maslak Kültür Merkezi’ni geride bıraktı. Yol ikiye ayrılıyordu. Sağ taraf mezarlıktı. Korkardı mezarlıktan. Sarhoşluk bile mezarlık korkusunu yenemedi. Soldan gitmeye karar verdi. Şimdi evin yolunu hatırlıyordu: Sağdan giderse biraz daha kısa sürerdi. Ama o yine de korkusuna mağlup oldu. Soldan devam etti.

“İyi geceler arkadaşlar. Yeşiltepe’den geçer mi yolunuz?” “Merhaba hemşerim. Yeşiltepe’den geçeceğiz. Vesait bulamadıysan şoföre söyle bırakalım seni.” “Allah razı olsun kardeşim. Bir tane taksiye bindim, kültür merkezinin az üstünde bıraktı beni. Yolu bilmiyormuş.” “Ne diye yapıyormuş ya bu işi?” “Sorma. Ben şoförün yanına bir Sabah ayazıyla açılmıştı bi- gideyim. Sağ olun tekrar.” raz. Hâlâ yokuş aşağı gidiyordu. Beş metre daha gitti, yine Şoför de izin verdi. Şoförün yanıyol ayrımı. Sağdan gitmesi ge- na geçti. Her konteynırda duruyorrekiyordu bu sefer. Öyle yaptı. du kamyon. Biraz sonra hava aydınlanacaktı. İşe gitmemeye karar verdi. İleride yine yol ayrımı olacak ve sağa dönecekti. Sonrası yokuş… Bu yokuştan nefret ediyordu. En dayanaklısını bile nefes nefese bırakırdı. Aklına

Kamyonun sağ aynasından çöpçüleri takip ediyordu. Yaptıkları işe değil de insanlıklarına saygı duymuştu. İki kişiydiler: Biri bıyıklı diğeri bıyıksız. Bıyıklı olanını birine benzetiyordu. Adı

20


Selami. İlkokulda aynı sınıftay- siciye tarif ettiği yol ayrımına geldılar. Çalışkan bir çocuktu. Ve mişlerdi şimdi. Şoföre “Eyvallah,” varlıklı bir ailenin çocuğuydu. diyerek indi arabadan. Konteynırları kamyona götüren adamlara Öğretmenin verdiği ödevi eksik- tekrar baktı. Evet, bu oydu: Selami! siz yapardı. Kendisi çalışkan sayıl“Kardeşim baksana bir.” mazdı Cemal’in. Derslerini zar zor “Bana mı dedin hemşerim?” Bıgeçerdi. Bir gün teneffüste Selami yıklı olandı bu. ile okulun parkında oynayan ço“Evet, sana dedim. Senin adın cuklara bakıyorlardı: Selami mi?” Durdu biraz, Cemal’i süzdü. Kim “Lan Selami,” dedi, ilkokulda bi- olduğunu çıkaramadı: “Evet, adım raz da kiloluydu Cemal. Selami. Tanışıyor muyuz hemşe“Hea?” rim?” “Bu kadar çalışkan olup ne ya“Evet. Cemal ben, ilkokuldan.” pacaksın sanki? Babanın mağazası “Heaaa! Hatırladım seni. Cemal. yok mu?” Vay Cemal’im, ne yapıyorsun?” “Çalışmayıp ne yapacağım? Çöp“…” çü mü olayım?” “Muhabbeti bırakın da işimize “Çöpçü ne alaka be oğlum? Be- dönelim.” Şofördü bu. nim amcam da çöpçü. Kötü insan “Hadi kardaşım, Allah’a emanet.” mı?” Selami tutundu kamyona. Git“Hayır, dersine çalışmayanlar; tiler. tembeller, çöpçü olurmuş.” “Kim dedi bunu?” Cemal apartmanın kapısını açtı, “Annem dedi.” asansöre bindi. Dördüncü kattaki “Baban da mı çalışkanmış?” dairesinin kapısını açıp hiç soyun“Bilmem. Ne alaka?” madan yatağa bıraktı kendisini. “Babanın durumu iyi oğlum, Karısı uyandı. Selami’nin ilkokulda demek ki senin peder de inekmiş öptüğü kızdı karısı. Şimdi ona bu senin gibi ha?” Gülerdi, Selami de durumu anlatsa, Selami’yi hatırlabozulmazdı bu duruma. maz, bu saate kadar dışarıda gezdiŞimdi aynadan gördüğü bu bı- ğine kızardı. Bu konuyu hiç açmayıklı adam o muydu? maya karar verdi. Kamyon inleyerek çıkıyordu yokuşu. Bir de öyle dar ki yol! Tak15.06.2017, İstanbul

21


Bir Günahkarın Mektubu Mert Can Canbaz

Yüce dostum New Orleans’tan selamlar, Burada daha iyiyim. Bana birkaç turuncu paçavra verdiler ancak giymeyi reddedince biraz dövdüler. Olsun yine de iyiyim. Bu satırları yazarken bir yandan şiş gözlerime dokunuyorum. Yine de düşünüyorum seni. Yani düşünebiliyorum en azından. Sen neler yapıyorsun? Bu zorbayı soracak olursan mutsuz ama keyfi yerinde merak etme. Burada güneş her sabah tam tepeye varmadan önce bir kez bana selam veriyor. Ben de ona karşılık şile bezinden yastığımı pencereye tutuyorum. Bazen parmaklıkların arasından uçup gidecek gibi oluyor ama tutuyorum onu. Tıpkı kafamın içini kemirip duran düşüncelerimi tuttuğum gibi. Eski dostum, New York maceralarımızı hatıra getirmeye çalışıyorum sık sık. Ancak kafamın içine yine inatçı bir boğa gibi oturup gitmeyen o düşünceler yerleşiyor. Nasıl yaptım ben bunu? Sana, bana, bize, insanlığa nasıl yaptım bunu? Yakında beni eyalet mahkemesine çıkaracaklarmış. Genç ve güzel bir

22


avukatım var ancak benden nefret ediyor. Devlet dedikleri, hayatımda bir kez olsun yararına nail olamadığım kurum ayarlamış bu avukatı. Canavarları bile savunuyorlarmış artık. 19. yüzyıl adaletine güvenmemek için bir neden daha işte. Penceremin tam karşısında yükselen büyük ve kalın duvarların biraz daha yukarısına bakma gayretinde bulunduğum zamanlar devasa bir dağ görüyorum. Canımı acıtıyor özgürlüğü. Ancak o da o kadar mutlu değil. Bundan eminim. Burada birkaç canavar yani arkadaş edinmek için çabalamak istedim. Bilirsin bu konuda epey zorlanırım. Hatta hatırlar mısın bilmem bir keresinde bir kız beni “Fareler ve İnsanlar” romanındaki o iri yarı adama benzetmişti. Neden öyle dediğini hiçbir zaman o kitabı okumayacağım için bilemeyeceğim sanırım. Sen okuyup bana mektuplarında anlatır mısın? Yok hayır, sanırım sen de okumazsın. Gözlerin, ben senin yanından yani o hafif yükselti oluşturmuş toprak parçasından ayrıldığımdan bu yana iyi görmüyordur sanırım. Olsun yine de o benzetmeyi tahmin etmeye çalışacak olursam; yol, yine benim iflah olmaz bir canavar olduğum sonucuna çıkarıyor beni. Arkadaşlardan bahsediyorduk değil mi? Sen de hatırlamazsın ki şimdi. Hafızan artık eskisi gibi değildir sanırım. Kafanın üzerinde gezinen haşere ordusu bile yardımcı olamaz sanırım. Ben hatırladım ama. Arkadaşlar diyordum. Edinemediğim arkadaşlar. Burada sağdan sola ve yukarıdan aşağıya toplam on iki adım tutan küçük bir odadayım. Beni burada tutuyorlar. Çoğu zaman yan koğuştan sesler ve hoş bir sıcaklık duyuyorum. Onlara sesleniyorum ama asla cevap alamıyorum. Kolektif bir birliktelik içerisindeler. Her sabah bir çalar saat ile uyanıp aralarından bir kişi daha eksilmeden önce birkaç mum yakıp ısınmaya çalışıyorlar. İnanır mısın burası New York yollarında üzerinde uyukladığım şilteden daha çok

23


rahatsızlık veriyor bana. Gözyaşlarıma hakim olamayarak bu satırları bitirmek istiyorum artık. Yeterince gevezelik ettim. Bilirsin sadece ucuz viskiye düştüğümüzde çenem açılır ve ruhumun derinliklerinde gündüz vakti saklayıp bastırdığım neler varsa dökerim. Bu yüzden bir kez beraber viskiye düştüğümüz insanlar bir daha hiçbir zaman aynı gözle bakamaz bana. Azap verici bir yargılama ve beni ben yapan şeyleri yani benliğimi değiştirme süreci başlatırlar. Lafı yine çok uzattım. Bu mektubu şimdi bitireceğim. Çünkü yan koğuşta kimse kalmadı artık biliyor musun? Dün sabah çalar saat çalmadı. Hiç mum yakılmadı. Gardiyan yan koğuşu temizleyip yerine dönerken bana öyle bir bakış attı ki anladım artık. Bu mektubu bitiriyorum ve yırtıyorum dostum. Çünkü ölüler okuma yazma yetilerini kaybederler demişti bana o fareler ve insanlar okuyan kız. Sen o hafif yükselti olan toprak parçasının içinde yüreğinde kendimi de senin ardından vuramadığım silahın kurşunuyla yatarken ben nasıl da sana mektup yazarım ki? Yazsam sana nasıl ulaşır? Ulaşsa sen nasıl okursun? Ama inanıyorum canavarlar için ayrılmış bir bekleme salonunda tekrar kavuşacağız. Şimdi gardiyan geldi. Mahkeme düşmüş. Söylediklerini dinledim ben de biraz sonra bir tabureden düşecekmişim Ancak ayaklarım yere değmeyecekmiş. Görüşmek üzere.

24


Savaş Matinesi Gel vatandaş gel, gel En kanlı vahşet senaryoları burada. Ölüm emri var. Kadına, yaşlıya, çocuğa Vur emri var. Tüm masum olana. Var oğlu var. Güpegündüz, ayan beyan Dünya öylece seyretsin diye Ne ararsan var bu matinede. Bir acımak yok burada. Bir de gülen çocuk gözleri.

25

Ayhan Arslan


Çeken: Türk halkı

İhtarname

Çekilen: Siz

“Cennet Vatan” olarak adlandırılan Türkiye’nin cennet olmasını sağlayan dereler HES’lere; ormanlar köprülere, bağlantı yollarına, otoyollara, AVM’lere, altın arama faaliyetlerine kurban ediliyor. Rant uğruna ülkemizin doğal güzellikleri bir bir yok edilirken gelecek kuşaklara taş yığınları ve doğaya karşı işlenen ihanetler miras bırakılıyor. Ülkemizin en önemli oksijen kaynaklarından biri olan Kaz Dağları kısa bir süre önce “altın aramak” için Kanadalı bir şirket tarafından talan edilmeye başlandı. Bu süreç boyunca gerek aydınlardan gerekse TBMM’deki muhalefet partilerinden tepkiler yükselmeye başladı. Olay sosyal medyada büyük bir yankı uyandırdı. Binlerce kişi doğa katliamını protesto etmek hatta engel olmak için Kaz Dağları’na gitti. Kaz Dağları’ndaki doğa katliamı durdurulmazsa sadece ağaçlar katledilmeyecek. Altın arama faaliyetlerinde kullanılan siyanür doğayı tahrip edip Kanadalı şirketinin yöneticilerinin servetine servet katacak. Türkiye’nin doğal güzelliklerinden biri olan Kaz Dağları’nın temiz havasını, ağaçlarla kaplı yüzünü yok edecek. Yakın geçmişte birçok doğa katliamına tanık olan ülkemiz, Kaz Dağları’nda yaşanan katliama tepki göstermelidir. Bir insanı öldüren kişi yıllarca ceza evine yatarken ormanları katledenler özgürce ülkemizin sokaklarında ellerini kollarını sağlayarak yürüyebilmektedir. Ülkemizin doğal güzelliklerinin değeri bir insanın canından daha mı değersizdir? Onlarca ağacı katletmenin, doğayı talan etmenin bir cezası olmaması normal bir durum mudur? Bu soruları iyice düşünüp taşınmalıyız. Bir sonuca vardığımızda da hemen bugünü hem de yarını korumak için harekete geçmemiz gerekmektedir. Kaz Dağları’ndaki doğa katliamı ne ilktir ne de son olacaktır. O yüzden harekete geçmenin tam zamanıdır. Haydi Kaz Dağları için mücadeleye etmeye! Mücadele sadece oraya gidip protesto etmek değildir, sosyal medya aracılığıyla kamuoyu oluşturmak da bir mücadele şekildir ve etkili bir yoldur. Sosyal medya aracılığıyla oluşan kamuoyunun etkisini unuttuysanız, Mayıs 2013’ü hatırlamaya çalışın!

26


27


28


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.