Mahal Edebiyat ve Sanat - A1

Page 1


İçindekiler: Doruk Ateş ile Ölü Doğanlar ve Polisiye Üzerine / Röportaj / Mete Karagöl Mest / Şiir / Miray Çora Uçurtma Avcısı Kitap İncelemesi / Eleştiri / Anıl Erdoğan İyilerin Hatırına Dönen Dünya / Deneme / Begüm Özkan İzmihlal / Şiir / Gülistan Şenel Aydan / Öykü / Varol Mengüverdi Kuş Ağlaşı / Şiir / Ferdi Örnek Çığlık / Öykü / Emine Acar Son Bir Saat / Öykü / Muhammed Atakur Sanatsal Çav Bella Denemesi / Şiir / Doğancan Kanbur Uyanmak / Şiir / Meral Sana Kara Kedili Müze / Öykü / Mehmet Yılmaz Hiç / Şiir / Uğur Can Dural Figüran / Öykü / Musa Paksoy Posta Ağacı / Öykü / Öznur Kurt

Çizimleriyle: Hazal Avcı (Arka Kapak) Damla Karahanoğulları (Ön Kapak ve Uçurtma Avcısı İncelemesi) Zehra Bal (Uçurtmam tel örgülere takıldı…)


METE KARAGÖL / RÖPORTAJ DORUK ATEŞ İLE ÖLÜ DOĞANLAR VE POLİSİYE ÜZERİNE

DORUK ATEŞ Mabet ve Ölü Doğanlar kitaplarının yazarı. II

I METE KARAGÖL: Ülkemizde her gün herhangi bir saatte dergi veya fanzin kuruluyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? DORUK ATEŞ: Açıkçası ülkemiz edebiyatı açısından faydalı bulmakla beraber kendi alanım olan polisiye dergiler haricinde (basılı 221b var, edergi olarak da Dedektif Dergi) diğer dergi ve fanzinleri takip etmiyorum. Niye diye soracak olursan da, ülkemiz dergilerinde şehir yalnızlıkları, varoş sokaklar, seksenlerde ne güzel çocuklardık biz yazılarından, birbirinin aynı gibi görünen öykülerden, geçmişin iyi kalemlerinin süslediği kapaklarından bıktım usandım. Elbette nitelikli örnekler, amatör de olsa kaliteli fanzinler vardır. Ben takip etmiyorum sadece. METE KARAGÖL: Öğrencilik yıllarında yazmaya başladığınızı okuduğumu anımsıyorum. Sizin de var mıydı dergi ya da fanzin hevesleriniz? DORUK ATEŞ: Elbette, adını hatırlayamadığım kadar az sayıda yayınlanan, Ankara Üniversitesi DTCF okuyan arkadaşların yayınladığı bir fanzinde birkaç kez yazım yayınlanmıştı. Ayrıca bu fanzini satabilmek için Sakarya Caddesi’ndeki kafelerde az dolanmadım. Sanırım edebiyata ilgi duyan her gencin bir dönem böyle sevdaları olmuştur. METE KARAGÖL: Peki polisiyeyi seçmenizde ne etkili oldu? DORUK ATEŞ: Okuduklarım desem yalan söylemiş olmam. Öğrencilik dönemim boyunca daha çok psikoloji ve felsefeye yakınlık duymuş olsam da memur olmamla beraber daha çok roman okumaya başladım. Nedense roman okurluğum zamanla polisiye okurluğuna evrildi. Bir dönem polisiye haricinde bir şey okumadığımdan olacak yazmaya başladığım dönemde de yazdıklarım polisiyeye evrildi. Özellikle polisiye okuru olmadığım gibi özellikle polisiye yazarı da olmadım. Bu tamamen süreçle alakalı sanırım. METE KARAGÖL: Ölü Doğanlar kitabını okuduğumda birçok betimlemeden etkilendiğimi söyleyebilirim. Altını çizdiğim birçok cümle oldu. Ve altını çizdiğim cümleler genelde herkes tarafından bilinen ve günlük hayatta duyduğum cümlelerdi. Sizin cümleleriniz bildiğim için üzerine düşünmediklerimi (Örneğin: “Ölüm, hayatlar arasındaki eşitsizliği bitiriyor”.) yine düşündürdü ve bu çok hoşuma gitti. Polisiyenin edebiyattan apayrı bir kurgu olduğunu söyleyen ve polisiyeye burun kıvıran sözde 'edebiyatçılar'dan çok daha başarılı olduğunuzu söyleyebilirim. İleride alan değiştirebilir misiniz? DORUK ATEŞ: Öncelikle Ölü Doğanlar içeriği bakımından sadece polisiye olarak nitelendiremem. Ölü Doğanlar hem bir semt romanı (Çinçin bağları) hem de bir dönem romanı. Semtin geçirdiği değişimin nedenini polisiye kurgu eşliğinde anlatmaya çalıştığım bir roman. Sözcüklerde o değişimi, o değişimin insanlar üzerindeki etkisini anlatmaya dayalı. Polisiyeyi edebiyattan saymayan zevatın da öncelikle son 15 yıllık süreçte edebiyat dünyasına bir bakmalarını, edebi diye okura sunulan çoğu din tandanslı, boktan aforizmalarla süslü kitaplarla uğraşmalarının daha edebi olacağını söylemek isterim. Soruna gelirsek, alan değiştirecek miyim? Evet, sadece polisiye değil çok daha farklı türlerde metinler üretmek istiyorum. METE KARAGÖL: Şimdi izninizle kitabınız hakkında konuşalım sonra yine genel sorulara geçelim? DORUK ATEŞ: Nasıl istersen…

ÖLÜ DOĞANLAR: Şehrin en gizemli uyuşturucu çetesinin peşinde olan Narkotik Başkomiseri Yakup, mezarlıkta onu neyin beklediğinden habersizdir. Önce çatışma çıkar, vurulur ve geçmişine uzanan kirli şebekenin üzerindeki örtü kalkar. Sonrası çok daha karanlık, çok daha mide bulandırıcıdır. Her ipucu onu Genç Cumhuriyet'in ilk varoşlarına, başkentin suç krallığının içine, insanların hakkında konuşmaya bile çekindiği Çinçin Bağları'na götürür. (Tanıtım bülteninden) METE KARAGÖL: Çinçin’den gelen tepkiler nasıldı? DORUK ATEŞ: (Gülerek) Çok fazla okuyan olmadı gibi Çinçin'den. Genel tepkiler beni niye yazmadın şeklinde. Ayrıca büyüklerimden cinayet yerine çektikleri sıkıntıları, özellikle devrimci mücadeleyi, Çinçin'in kurtarılmış bölge olduğu döneme ait yaşamlarını anlatmamı isteyen mesajlar da aldım. Genç kuşak ise romanı eğlenceli ve ilgi çekici olarak tanımlıyor. Lakaplar konusunda ise oldukça komik. METE KARAGÖL: Anlattığınız olayın bir gerçeklik payı var mı peki, o dönem karanlık şeylerin olduğunu biliyoruz, bence hâlâ da olmakta? DORUK ATEŞ: Romanın en niteliksel özelliği soruşturmayı yürüten polis ve savcılar haricindeki tüm kişilerin gerçek kişiler olması. Gâvur imam babam mesela, Kabre Sığmaz gerçekten eski bir mezar kazıcısı, Cezo dayı ünlü bir hırsız gibi. Mezarlıkta dönen dolaplar, uyuşturucu satışı, gecekonduların toplu konut olması için yıkılması ama hiçbir şeyi değiştirmemesi, gayri meşru olayların tümü de. Ancak tüm kurgunun gerçek olduğunu söylemek gerçeğe karşı terbiyesizlik olur. Çinçin'in gerçeği çok daha farklı bir romanı hak ediyor. O karanlık dönemlerin gölgesinde kaşan şeyleri henüz anlatmadım. Umarım bir gün gerçekten yazabilirim. METE KARAGÖL: Son bölümde katilin kimliğinin açıklandığı an şaşırdım. Gerçekten de kurgusal bir dünyada "her temas iz bırakır" imiş. Gerçekten çok başarılı bir kurgu vardı. İbrahim'in Yakup başkomiserin oğlu olduğunu düşündüm bir an için. Peki, Yakup başkomiser oğlunu bulabilecek mi? DORUK ATEŞ: Devam romanını yazıyorum. Bir iki aya biter diye umut ediyorum. Yakup başkomiser neyi bulacağı hususu ise spoiler olur sanırım. METE KARAGÖL: Kitap kurgusal bir dünyada, ancak diğer kitaplarla iç içe. Kitapta Behzat Ç.'yi de görüyoruz. Behzat Ç.'yi nasıl yorumluyorsunuz? Ve Behzat Ç.'yi kitapta görmemiz olayın Ankara'da olmasından ve Yakup başkomiserin de ailesini kaybetmesinden dolayı bir benzetme eleştirisinin önüne geçilmek istenmesi mi? DORUK ATEŞ: Açıkçası benim için Ankara cinayet büro amiri Behzat Ç.’dir. Ondan başkasını cinayet masası başında görmek istemem, kendim de yazmam. Hem Emrah Serbes'in yazdığı Behzat'ı hem de Erdal Beşikçioğlu'nun oynadığı Behzat'ı çok sevdiğim için kurguda narkotik şube amirinin cinayete bakmasını yazarken Behzat'a selam vermek istedim. Yoksa kurgunun hem romanlarla hem de dizi veya filmlerle alakası yok. Bambaşka olaylar anlatıyoruz. Behzat'ın kızı ile yaşadıkları ayrı Yakup’un oğluyla yaşayamadıkları ayrı olaylar. Benzetilebilir mi? Evet. Her roman kendinden daha önce yazılmış bir romana benzetilebilir, okur daha önce okudukları ile karşılaştırır genelde yeni okumakta olduğu romanı. METE KARAGÖL: Peki Emrah Serbes ile bir görüşmeniz oldu mu?


DORUK ATEŞ: Emrah ile 2010 yılında bir merhabalaşmamız var, kendisi DTCF’den abimin de arkadaşı. Ama Ölü Doğanlar ile alakalı bir görüşmem falan olmadı. Gerek de yok zaten.

MİRAY ÇORA / ŞİİR MEST

III METE KARAGÖL: Peki, polisiye bir romanın veya öykünün illa cinayeti mi konu alması gerekiyor? DORUK ATEŞ: Polisiye roman veya öykü illa cinayeti konu alacak diye bir mecburiyet yok. Ancak hem okurun hem de yazarların aklındaki polisiye olgusu nedense cinayete çıkıyor. Oysa bir hırsızlığı, kayıp bir çocuğu, tecavüzü ve benzeri onlarca suçu konu edilebilir. Sanırım biraz kolaya kaçıyoruz. METE KARAGÖL: beğendiğiniz var mı?

Çağdaşınız

yabancı

veya

yerli

yazarlardan

DORUK ATEŞ: Hem yerli hem yabancı yazarları takip ediyorum. Ancak ülkemizde çok iyi polisiye yazan ve hak ettiği değeri göremeyen dostlarım varken yabancı yazar ismi vermek pek istemiyorum izninle. Yerli yazarlara gelince Türkiye Polisiye Yazarları Birliği üyesi olan tüm polisiye yazarlarını beğeniyor ve ilgiyle takip ediyorum. METE KARAGÖL: Sizden okunması gereken on kitap listesi istesek? DORUK ATEŞ: Ben liste olayına karşıyım nedense. Ama şöyle desem okumaktan büyük bir keyif duyduğum romanları kısaca sıralasam olur mu? METE KARAGÖL: Siz nasıl isterseniz? DORUK ATEŞ: Dava ve Dönüşüm (Franz Kafka), Çavdar Tarlasında Çocuklar (J. D. Salinger), Karamazov Kardeşler (Dostoyevski), Kurt Kanunu (Kemal Tahir), Yaban (Yakup Kadri Karaosmanoğlu), Körleşme (Elas Canetti), Uğultulu Tepeler (Emily Bronte), Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Marquez), Başkaldıran İnsanlar (Albert Camus). Şair deyince de aklıma Nâzım gelir. METE KARAGÖL: Hocam çok teşekkür ederim sorularıma içtenlikle cevap verdiğiniz için. Son olarak genç yazarlara neler önerirsiniz? DORUK ATEŞ: Hiçbir şey, henüz gençlere bir şeyler önerecek yeterlilikte görmüyorum kendimi. Ancak herkese şunu öneriyorum, okusunlar. Daha çok okumak daha güzel bir dünyaya bizi götürecektir. Hem beyne de faydalı ceviz gibi.

21 Şubat 2018 tarihinde konuşulmuştur. Doruk ATEŞ: Instagram ve Twitter’da @dorukates Mete KARAGÖL: Instagram ve Twitter’da @mtkaragol

Ortadoğu’dan, Avrupa’dan Yoksuldan, burjuvadan Kim varsa dünden bize kalan Ahenkle sıyrılır varlığından Sen, Godiva’nın kör olan halkı Kurşun askerin yanmayan kalbi Şu kaosun sessizliğinde Bir kitabın sergüzeştisin Otuz yedide aydınlanan gökyüzü Doksan beşte kararan terbisin Bedenini giymiş bir çiçek Toprağına karışmış bihabersin Yıldızları da bölseler ikiye Çürüsek de gül bahçelerinde Hürriyet yeşermedikçe kanımızda Çalılıklar biter aramızda Oysaki sen, dikenli teller içinde Yaşatılan düşüncesin Ölülerin hükmünde Farklılığın bir olan matemisin Belki de terk etmeli şu düzeni Üzmeli çam altında yatan çınarı İşitmeden tokluğun aç nefesini Belki de kaybolmalı ruhunda ilanihaye Umutlar ekmeli yaftalara Sudan kayıklar yapmalı Kül olmadan zorbalığın ateşinde İhtirasla tutunmalı ruhuna ilanihaye Bilirim ki harcıâlem ulaşamaz dağlarına Hudutsuz parıldar güneşin Yine de kör etmez gözünü atıfetin Nisan dahi işlemez canına Şiir hadsizliktir nabzının yanında Edebiyata olan sevgimiz sana binaen Namütenahi dikilmeli ağaçlar Her nefesine ithafen Sen, ütopyalara demirlemiş sunturlu bir rüya Gökyüzünün duyulmamış sesi Bir çocuğun merhameti Bir gardiyanın güneşli günlere umudusun Galata’nın Damalis’e özlemi Ümitvâr mektupları Bir ceviz ağacından haykıran Şairin yedi tepeye söylevisin Tozlanmış daktilomun insafında Parıldar harflerin Sen benim haykırdığım sesim İnandığım özgürlüğümsün


ANIL ERDOĞAN / ELEŞTİRİ UÇURTMA AVCISI KİTAP İNCELEMESİ Hiçbir kitabı okuduktan sonra böylesine kötü hissettiğimi, ağlamaklı olduğumu, sinirlendiğimi, tepkisiz kaldığımı, birine sarılma ihtiyacı duyduğumu, sessiz kalabildiğimi ve aynı zamanda öylece boşluğa bağırma hissine kapıldığımı hatırlamıyorum. Bir arkadaşlık bu kadar samimi, sıcak ve masum olabilir mi? Evet yazarımız bize bu bahsini ettiğimiz arkadaşlığı mümkün kılıyor. Öyle ki, ilerleyen olay örgüsünde keşke bu hissi vermeseydi bile diyorsunuz. Khaled Hosseini bana göre kitabın kendi türünde bir başyapıt ortaya çıkarmış. Khaled, kitabın daha ilk sayfasından son sayfasına dek olayları ve kişileri öylesine güzel ilişkilendirmiş ki, bazen burnuma sayfalardan kağıt kokusu yerine zeka kokusu geldiği oluyordu. Kitabın dili gayet yalın ve anlaşılır, bu anlamda kitabı okuyacak olan arkadaşlar edebi bir beklenti içerisine girmemelidir. Tüm bunların yanında yazar, kullandığı sade dili ile çok belirgin bir atmosfer oluşturmuş. Kimi zaman bir tankın içerisinde nefes alamadığınızı, kimi zaman da çocuklarının karnını doyurabilmek için tek bacağı olmayan bir Afgan’ın diğer bacağı için sizinle pazarlık ettiği yanılgısına düşebiliyorsunuz. Uçurtma Avcısı, biri efendi diğeri hizmetkar olan iki arkadaşın hikayesini anlatmaktadır. Kitabın başlarında efendi olan Emir’den nefret edebilirsiniz ve masum, yetenekli, cesaretli, aynı zamanda efendisine sadık olan Hasan’a da üzülebilirsiniz. Sonrasında ne hissedeceğinize isterseniz siz okuduktan sonra karar verin. Aslına bakarsanız bu kitap genel anlamda sessizliği ifade ediyor. Emir’in Hasan’a yapılanlar karşısındaki sessizliği, Hasan’ın kendisine yapılanlar karşısındaki sessizliği, Afganistan’dan Amerika’ya kaçan arabanın içerisindekilerin Rus askerlere karşı sessizliği, yetimhanede çocuklara yapılanlar karşısında müdürün sessizliği, stadyumda kadına yapılanları izleyen seyircilerin sessizliği ve biz… kitabı okurken ki sessizliğimiz. Emir ve Hasan arasındaki diyaloglar, arkadaşlığa ve dostluğa yeni bir bakış açısı getirmektedir. Hayatım boyunca unutamayacağım o diyalog, Emir: “Benim için gerçekten yerdeki pisliği bile yer misin?” diye soruyor ve “Tabii ki yerim Emir Ağa ama asıl sen benden böyle bir şey yapmamı ister misin?” cevabını alıyor. Ve bunun gibi onlarca diyalog. Herkesin hayatında pişmanlıkları vardır. Bazılarımızın pişmanlıklarının, kitapta olduğu gibi geri dönüşü yoktur. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza kitabında işlediği pişmanlık, Tolstoy’un Diriliş kitabında işlediği pişmanlık benim için çok değerlidir ve yerleri ayrıdır. İnanın burada işlenen pişmanlık başka. Burada yüreğinize dokunan hatta acıtan bir şeyler var, ve bir yazar Dostoyevski’yle karşılaştırılıyorsa tüm samimiyetimle yazıyorum, o yazar mutlaka okunmalıdır! Acaba, yeniden iyi biri olmak mümkün mü?


BEGÜM ÖZKAN / DENEME

GÜLİSTAN ŞENEL / ŞİİR

İYİLERİN HATRINA DÖNEN DÜNYA

İZMİHLAL

Dünyaya gelmekle başlasam, ölüm var. Gülümsemekle başlasam, peki bu ağlayanlar neden? Aşk desem, sevgi desem ayrılanlara yazık. Nikahta ‘’evet’’ çığlıklarını duyar gibiyim desem, mahkemede bekleyenler ne bekliyor? Yağmur desem çamur var, kar desem soğuk. İnsanlar bir tutam güneşe hasret. Umut desem; belki de biz farkında olmadan bizi kıran en hakiki gerçek... Biri garibanın karnını doyuruyor, derdine ortak oluyor, yüzünü güldürüyor desem; birisi hor görüyor bir de üstüne saatlerce çalıştırıp işçiyi sömürüyor, yardım eli uzatmıyor. Sadaka niyetine bile gülümsemiyor, selam vermekten, almaktan yoksun. Verilen bir tas suyla sadakati gösteriyorsa kapıdaki canlı insana; korkan, tereddütle kaçan bir diğer canlının nedeni sorulmalı insana. Bir şeylerden yana şikayet ediyoruz durmadan. Dem vuruyoruz her sohbet arasında umutsuzluktan, yalnızlıktan, hayasızlıktan, nankörlükten, vefasızlıktan. Ve daha ne varsa hayatta kötü diye nitelendirebileceğimiz... İyiyi de kötüyü de yaratan bizleriz aslında bu toplumda, iyiye de kötüye de sebebiyet veren, mimarları bizleriz toplumdaki bu ikilemli, karmaşık, dayanıksız yapının. İyi insanların hatırına dönüyor bu dünya. Ve yine iyi insanların hatırına yıkılmaya yüz tutmuşken, ayakta kalma mücadelesi vermekte toplum yapısı. Bir kesim var ki haksızlıklar karşısında susan, peygamberimizin deyimiyle dilsiz şeytan olan... Bana dokunmayan yılan bin yaşasın. misali kendilerine kötülüğü dokunmayan kişilere ilişmek istemeyen kesim, iki arada bir derede kalan kesim, gri tonlarında. Gidecek yerin belli değilse şayet elbette şaşar yolu insanın. İyinin ya da kötünün yolundan gitmek vicdan meselesi, şahsi meselesi insanın. Yine de tercihini yapmalı insan hangi renkten yana olduğunun. Siyah mı yoksa beyaz mı? Yine de iyilerin hatırına, Mavi Gözlü Dev’in dizelerindeki gibi; Yürümek iyiye, haklıya, doğruya Dövüşmek yolunda iyinin, haklının, doğrunun Zaptetmek iyiyi, haklıyı, doğruyu. Beyaz yollarda birlikte yürümek, dövüşmek, zaptetmek dileğiyle; iyi için, haklı için, doğru için. Ve dönsün diye dünya... Ama nasıl olsa dönüyor yine iyilerin hatırına... Ve kulaklarımda aniden yankılanan, biri fısıldıyormuşçasına bir cümle; ‘’Dünya, hassas kalpler için bir cehennemdir.‘’ Kelimeler boğazıma dizilip, susuyorum öylece. Belki de, diyorum anlarlar çaresizliğimi gözlerimden, belki okurlar.

Kapanda çırpınan bir ruh Önüne duvarlar dikilmiş, Üzerine teller çekilmiş. Sessizce iniyorum maveradan On sekiz bin âlemin On dokuzuncu katından. Ay ışığını alıyorum, cebimde saklıyorum. Tenha sokak aralarında kaybolan benliğimi arıyorum. Kehanete teslim olmuş bilinçaltları Yarı yolda infilak olmuş aminlerim ile Dünya rahmine tutunmaya çalışıyorum. İçimde bir anne oturmuş feryat ediyor Hüsrana gebe gecelerden Sarhoş yangınlar doğuruyorum. Zümrüt-ü Anka beliriyor karşımda Kanatlarından tutup Arş’a yükseliyorum. Tüm kainatın yükünü omuzlarımda taşırken, Seni yüreğimde saklıyorum.


VAROL MENGÜVERDİ / ÖYKÜ

FERDİ ÖRNEK / ŞİİR

AYDAN

KUŞ AĞLAŞI

Üzerime düşen bu değildi. Yalnızca seyirci kalmak istemiyordum yaşama. Dışarı çıkmayı ve doğaya karışmayı düşlüyordum. Odama tıkılıp kalmıştım ve yaşama tanıklık edebilmek adına iki seçeneğim bulunuyordu. İlki, kendi içimde bir eğlence bulmaktı ki bu mümkün değildi. Oyuncaklarımdan haz etmiyordum ve odamda, bir başıma, kendimi eğlendirebilecek güce de sahip değildim. İkinci ve son seçenek; pencereye çıkmak ve neredeyse her gününü iki bina arasındaki ortak avluda bir başına oturarak geçiren, kır saçlı ve kır sakallı adamı seyretmekti. Bunu yapıyordum. Zaman zaman tuhaf hareketler yapıyor ve sebebini anlamadığım bu hareketlerle, beni bir şekilde güldürmeyi başarıyordu. Bazı zamanlar okuduğu ya da okur göründüğü bir çocuk kitabı vardı ve her zamanki gibi arada bir ona göz atıyordu. Kaşları dahi beyazlamış bir insanın elinde bunu görmek pek acayipti. Kendisine gülüyordum ancak, bunun yanında beni ciddi bir merakla kuşatmayı da başarmıştı. Bu kadar uzun süre, bir koltukta sıkılmadan oturmak bana pek imkansız görünüyordu ki zaten bu duruma da bu yüzden şahitlik ediyordum. Bakışlarını olabildiğince zeminde tutuyor, ve adeta kimseye kendisi hakkında tek bir kelime etmemekte diretirmişcesine, kendini bu vaziyette tutarak; sancılarını, sıkıntılarını yaşıyor görünüyordu. Bir aralık başını kaldırdı ve bana doğru baktı. Uzun yıllar sonra öğrendiğime göre, sürekli zemine bakmış olsa da beni fark etmiş olması normaldi çünkü insan zihni, çevreyi bir şekilde sezebiliyordu. Yaşlı adam, yaşam fonksiyonlarını kaybetmiş gibi görünse de, hala genç bir bünyenin dikkatine sahipti. Bana bakmış olduğu sırada, gözlerinin bir an için gri rengine büründüğüne eminim. Belki de odaya kapatılmama sebep olan sanrılarımdan biriydi bu. –O vakitler, yaşadığım ve şahit olduğum onca şey arasında, neyin gerçek neyin sanrı olduğunu hala ayırt edemiyorum.- Gözleri bir an içerisinde yeniden renk değiştirdi ve birdenbire karşımda neşeli bir insan peydah oluverdi. Sürekli olarak izlediğim ve kendisi hakkında tespitler yapmaya çalıştığım adam bu değildi ve tespitlerimin tümü, bunu anladığımda çöp yığınına dönüşmüştü. Rüzgarın komutası altındaki dağınık saçları, gülümsediği andan itibaren, dudaksız bir tebessüm sergilemeye başlamışlardı. İçini saran sıkıntı her neyse, benim de onun tesiri altına girmemi istemiyor diye geçirdim içimden. Yine de bu suratındaki ani değişiklik, hiç de yapay durmuyordu. Anlamaya çalışıyordum. Ona, saatlerce zemine baktıran şey neydi? Üstelik bunu yaparken, dizlerini sürekli olarak oynatıyordu. Belki de başını aşağı eğdiğinde suratındaki o belirli belirsiz görebildiğim ifade, üzüntü ve sıkıntı dolu bir ifade değil, dizlerindeki ile aynı ifadeydi; sabırsızlık. Düşünmeyi kesip, gülümsemesine aynı şekilde karşılık verdim. Dayanamadım ve orada boş boş oturmakla ne yaptığını sordum. O an, olup biteni anlamamı sağlayan bir cevap verdi. Olup biteni anlayabilmem, hakkındaki detayları öğrenmemle ve verdiği cevabı kavrayabilecek kadar büyümemle mümkün olabildi ancak: - Aydan’ı tanıyon mu sen kızım? Hani benim ufak torun, senin kadar daha. O gelcek, onu bekliyorum. Sonradan öğrendim. Aydan diye biri sahiden vardı. Benimle aynı yıl doğmuştu. O günse, dünyada öyle biri yoktu.

balat’ın sokaklarını görüyorum düşümde ruhum varoşların pazarında tutsak git diyorum aynalara ardını okşamadan harabenin ıslığı annem renkleri öğretti, önce siyah varmadan evvel göğe; gülü kokladım, gül-düm unuttum ölümü biraz biraz pencere çiçeği, cami avlusu sokak aralarında top oynayan çocukların bazıları benim gibi yetim biraz iklim elbiseler değiştirir, yekim ezelden çandıran kuyuları benzer ulu tepelere bazen incitmeden söğüdün yaprağını adını düğümledim ilmek ve kargı acizleştim yaşlandıkça sancıyan kemiklerim zindandır uçmak; konacak dalın olmayınca şavkı düşünce günün, cevizin dallarına elbet bilinir, suyun sırrı neyin gövdesindedir.


EMİNE ACAR / ÖYKÜ ÇIĞLIK -İlaçlarını düzenli kullanıyor musun? - …. Görüşmeyeli kendini nasıl hissediyorsun? -… -Tablo ilgini mi çekti? Bu tablonun adı ‘’Çığlık’’ ve Norveçli ressam… - Biliyorum. -Pekala tablo hakkında ya da resim yapmak hakkında konuşmaya ne dersin? -….. - Tabloda ilgini çeken nedir? -Tabloda ilgimi çeken hiçbir şey yok! Ben resimden anlamam. Kapı aralayıcı soruların yönünü tabloya çevirmek istediğim için tabloya baktım, hepsi bu. -Kapı aralayıcı konuşmalar seni ürkütüyor olmalı. -Ürkütmüyor, canımı sıkıyor. - Ne hakkında konuşmak istersin? -…….. Kapıyı çarpıp psikoloğun odasından öfkeyle çıktı. Kendini kimseye anlatmak istemiyordu. ‘’Çığlıkmış, içimdeki çığlıklardan kulaklarım sağır olmuşken…’’ diye düşündü. Kliniğin kapısından geniş avluya çıktı. Beresini taktı, eldivenlerini giydi, cüzdanından öğrenci kimlik kartını ve bozuk paraları çıkartıp paltosunun cebine koydu. Aceleci adımlarla dolmuş durağına geldi. Durakta kendisinden başka iki kişi daha dolmuş bekliyordu: yaşlı bir adam ve ergen bir oğlan. Yaşlı adam sigara içiyor ve durmadan öksürüyordu. Dumandan rahatsız oldu ve iki adım öteye gitti. İlk dolmuş çok doluydu, ikinciyi beklemeye karar verdi. İçinden havanın soğukluğuna ve otobüslere küfretti. Yurda geldiğine hava kararmıştı. Yemeğini yedi ve dizüstü bilgisayarından film izlemeye başladı. Yurdun interneti çok yavaş olduğu için film sık sık donuyordu. Adam çocuğa tokat atmak için elini kaldırmıştı ki filmi durdurdu. Kendine bir bardak poşet çay hazırladı. Çayını içerken masadaki dergilere göz attı. Canı hiçbir şey yapmak istemedi. Masanın üstündeki poşete uzanıp ‘’Akşam alınacak’’ yazan ilaç kutusundan hapları çıkardı, çayla yuttu. Yatağına girdi, psikoloğun odasını ve çığlık tablosunu düşünerek uykuya daldı. Rüyasında tablodaki ağız boşluğunda bir topak kan vardı. O da işaret parmağı ile kan pıhtısını deşiyordu. Pıhtının yapışkanlığı ona adet tortularını hatırlattı, kandan ve adet pıhtılarından iğrenerek güne uyandı. *

*

*

“İnsan vücudunda dört ana sıvı vardır: kan, balgam, sevda(kara safra), safra. Evrende bulunan ateş, su, hava, toprak bu dört ana sıvıya karşılık gelir.’’ Kitabın bu kısmını da okudu ve kitabı kapattı. Kitabın söylediklerinden hareketle vücudunu bir bütün olarak algılamaya çalıştı. Bir türlü başaramadı. Bir ara kulaklarına odaklanmayı denedi odaklanamadı. Sonra burnunu düşündü. Burnunun üstündeki beni ve burnun içindeki kılları aklına getirdi. Burun tek başına tıpkı cinsel organ kadar çirkindi. Elindeki kitabı masaya bıraktı. Masa kalabalıktı. İçilmemiş bir bardak soğuk çay, düzensiz alınmış notlarla dolu kağıtlar, kağıtların yanına rastgele konmuş kalemler, masanın altında ağzına kadar dolmuş bir çöp sepeti… Yurt odasının daracık penceresinden sokağa baktı. Sokaktan geçen insanların acelesi var gibiydi. Bir adam yere tükürdü. Bir kadın telefonun ekranı baktı, gülümsedi ve telefonu kulağına götürdü; bir kadın yanında yürüyen çocuğu tartakladı. Masasına geri döndü. Masasındaki saat 10’a geliyordu. Dersi akşam altıdaydı. ’’Çok var.’’ diye düşündü ve televizyonu açtı. Bir doktor

kısırlığın bitkisel tedavisi üzerine konuşuyordu. Kafasından keşke annem de kısır olsaydı diye geçirdi. Kısırlık ve doğurganlık bir kadın olarak onu ne kadar ilgilendiriyordu? Kendini ne kısır ne de doğurgan biri olarak hayal edemedi. Kendini bir kadın olarak da hayal edemedi. Bazen tahta gibi göğüslerine aynadan bakar, tanrı beni erkek yaratacaktı da son anda karar mı değiştirdi acaba, derdi. Kararsız tanrı olmazdı herhalde. Kararsız tanrı olmazdı ama acımasız tanrı olabilirdi. Camı açtı, soğuk hava içeri doldu. Kahvaltısını etmişti. Telefonun alarmı ilaç saatini hatırlatmak için çaldı. Masanın üzerindeki poşetten çıkardığı ilaçların kutusunu, dünyanın en ilginç şeylerini incelermiş gibi inceledi. Sonra torbaya geri koydu. İlaçların ruh sağlığına iyi geleceğine inanmıyordu. Tedaviler gülünç ve anlamsızdı. Böyle bulmasına karşın kendini klinikten kurtaramamıştı. İlaçları bırakırsa yine oraya dönebilirdi. Gözüne bir an klinik, odasındaki yalnızlığından daha iyi göründü. Torbadan birinci kutuyu aldı. Hapları yuvalarından çıkardı, kapsülleri masaya sıra sıra koymaya başladı. Bu kutuda otuz kapsül vardı. Otuz kapsülü muazzam bir şekilde masaya dizdi. Aralarında eşit boşluk kalmasını önemsiyordu, çünkü o anda önemseyebileceği tek şey buydu. İkinci hap kutusuna geçti. Bu kutudaki kapsüller yuvarlak değil oval şekildeydi. Açık mavi rengindeki kapsüllerin ortasında bir derin çizgi vardı. Bu kapsül kırılıp yutulabiliyordu demek ki. Haplardan birini eline aldı, ortadan kırdı. Eşit bir kırılma olmadı. Mavi hapları da beyazların iki parmak altına dizmeye başladı. Bunları dizerken gözünün önüne ayak parmaklarını emmeye çalışan bir erkek bebek geldi. Poşetten son kutuyu da çıkardı. Bunları da masaya dizecekti vazgeçti. Mavi haplardan bir tanesini ağzına attı. Yutması gerekiyordu yutmadı. Acı ve kekre bir tat ağzına yayıldı. Hapı çiğneyince ağzı kolonya içmiş gibi oldu. Tüküresi geldi. Tükürmedi. Bir yudum su içti. Canı sıkıldı. Dün akşam izlediği filme geri döndü. Filmdeki adam, dün akşam atamadığı tokadı çocuğa bu sabah attı. Aynı anda koridorda korkunç bir çığlık yankılandı. Kapının önüne çıktığında odaları temizleyen kat temizlikçisini elinde faraşla yan odanın kapısında donmuş bir heykel gibi dikilirken buldu. Diğer odalardan kızlar da kapıya birikmeye başlamışlardı. Kızların omuzlarının üstünden, yan odadaki arkadaşının, odasında kanlar içinde yüzükoyun yattığını gördü. Yerde pıhtılaşan kan kızın kesik bileklerinden değil de ağzından çıkmış ve bir gölcük oluşturmuş gibiydi. İçi bulandı; psikoloğun odası, çığlık tablosundaki bir topak pıhtı, adet tortusu, beyaz klinik duvarları, duvarlardaki pastoral resimler gözlerinin önünden geçerken… Koridorun pis fayanslarına yığıldı kaldı…


MUHAMMED ATAKUR / ÖYKÜ SON BİR SAAT SON BİR SAAT Ve artık son bir saatin içindeyiz. Büyük sonsuzluğun içinde salınan o b*ktan dünyanın son bir saati. Ve bir kaosun tam da ortasındayız şimdi. Büyük bir koşuşturma hakim sokaklarda. Ömrü boyunca geç kaldığı yere varmaya çalışıyor herkes. Oysa birileri koşar adım yeni bir dünya rekoru kırsa bile asla ulaşamayacak; olmak istediği yere. Geç kalınmışlığın pişmanlığı dolduruyor sokakları. Ölümü sürekli arka planda tutan, lakin arzularının peşinden koşmayı da daima erteleyenlere yapılabilecek en büyük kötülük: Dünyanın son bir saatinin kaldığını söylemektir. Başlangıç çizgisi bitiş çizgisine dönüşüyor şimdi. Daha başlamadan sona eriyor yarış. Süratle koşacaklar, hafif tempoda yürüyecekler, tavşanlar ve kaplumbağalar. Hep beraber bitiş çizgisindeyiz şimdi. Tam da dünyanın sonundayız şimdi. . . . Nereye bastığına, kime çarptığına bakmadan koşuşturuyordu insanlar. Kaos, gerçek hüviyetine kavuşuyor; kimse gözünün önünü görmüyor; kimse kendinden başkasını görmeye tenezzül etmiyordu. Kaos gibi âmâlık da gerçek hüviyetine kavuşmuştu. Hiç kimse duvarları çatlamış gri renkli apartmanın dördüncü katındaki yaşlı kadını görmüyordu. Aşağıda yaşanan kaosa, insanların koşuşturmalarına, hatta hayatının son bir saati kalmasına bile aldırmayan kadın, henüz açmamış çiçeklerinin toprağını suluyor; yüzünden düşmeyen tebessümü ile cenin halindeki yavrularına sesleniyordu: “ Hadi benim güzellerim. Hadi canlarım, hadi çıkın artık o karanlık toprağın içinden. Çıkın da şahit olun bu uçsuz bucaksız güzelliklere.”

. . . “Bilmem ne yaparım böyle dünyayı” diye bağırıyor, duvarları çatlamış apartmanın terasına çıkmış olan adam. Dünyanın içindeki kaostan sıyrılıp kendi kaosunda yok olmaya teşne. Zaten yok olmak üzere olan dünyaya kazık atma derdinde. Dünya onu yok etmeden o kendini yok etme çabasında. Oysa sonu kendiliğinden gelmeden hiçbir şeyin sonunu getirmemek gerekir ki dünyanın sonu izlenmesi gerekenler listesinde ilk beşin içindedir. Hele ki size bedavadan bilet kesilmişse... Bıraktı adam kendini aşağıya. Dünya onu yok etmeden o kendini yok etti. Ezilmiş beyin suyu ile koyu kırmızı kan asfaltı boyadı. Peki kim farkına vardı? Hiç kimse... Kaosun içinde kaybolmuş, kendi kurtuluşu için çabalayan insanlar ve hatta dünya bile farkına varmamıştı bu basit intiharın. Bu koskaca dünya bile kendi kurtuluşunu arıyordu. Yaşayan her canlı bir dakika daha fazla yaşayabilmenin imkansız formülünün peşindeydi. Canına kıyan adam hariç.

. . . Asfaltı boyayan; ezilmiş beyin suyu ile koyu kırmızı kan, kırmızı renkli bir bavulun tekerleğini de aynı renge boyamıştı. Bir kadın peşinde sürüklediği kırmızı bavuluyla birlikte koşar adım geçiyordu sokaktan. Gerçekleşmekte olan en büyük kaosun tam merkezinde; kendini o kaostan soyutlamış bir şekilde. Bir bisiklet, bir araba, bir vapur yahut bir uçak... Onu başka diyarlara götürebilecek herhangi bir vasıta arıyordu besbelli. Varamayacağını bildiği lakin uğrunda can verebilecek kadar arzuladığı dünya seyahatine çıkıyordu. Ömrü boyunca hayalini kurup hiçbir zaman gerçekleştiremediği seyahatine çıkıyordu. Koşar adım hayallerine gidiyordu. Koşar adım sonsuzluğa gidiyordu. Koşar adım ölüme gidiyordu. Gideceği yere varabilmek için son bir saatin içindeydi artık. Lakin sonsuzluk seyahatine neden kırmızı bir bavulla gidiyordu?

. . . Geçip gitti öylece, sonsuzluk seyahatine kırmızı bir bavulla çıkan kadın; sokağın ortasında öylece durmuş başka bir kadına çarparak. Ne çarpan ne de çarpılan farkına vardı bu çarpışmanın. Kopacak

olan kıyamet ise çünkü, küçük çarpışmaların bir önemi kalmıyordu. Sokağın ortasında durmuş öylece gökyüzüne bakıyordu kadın. Sonsuz maviliğe bakıyordu. Orada bir şey arıyor gibiydi. Kelimeler dökülüyordu iki dudağının arasından. İnandığı tanrısına onu kurtarması için dua ediyordu ya da ona sitem ediyordu; kendisini kıyamet gününe kadar yaşattığı için. Belki de dünya dışı varlıkların kendisini kurtarmaları için onları ikna etmeye çalışıyordu. Neyi amaçladığı hakkında kesin bir fikrim olmamasına rağmen bir amacı olduğundan adım gibi emindim. Çünkü bir insan kıyamet kopacağı esnada hâlâ gökyüzüne bakıyorsa eğer, hâlâ gökyüzünden medet umuyorsa eğer; kesinlikle bir amacı, bir umudu var demektir. Evrende daima umudu temsil eden elbette gökyüzüdür. Kıyamet anında bile...

. . . Köşe başını bağırarak dönen ve elindeki içki şişesini yere fırlatan adam dikkatimi çekti bir anda. Yere fırlattığı kırık içki şişesine baktı bir süre. Önce acır gibi oldu şişeye. Sonra onu alaya aldı ve gülmeye başladı. Gülerken göz pınarları boşalmaya başlamıştı. Aslında gözyaşlarını tebessümüyle örtmeye çalışıyordu. Çünkü kendini görmüştü içki şişesinde. Bir saat sonra tıpkı o içki şişesi gibi yok olacağını görmüştü. Kendi acziyetini görmüştü. Sonra da ne yaparsa yapsın bu olayı tersine çeviremeyeceğini anladı ve yüzünü kırık içki şişesinden çevirdi. Montunun cebinden henüz açılmamış bir içki şişesi çıkardı. Şişeyi dünya'ya doğru kaldırıp: "Olmayan şerefine!" dedi. İçkisinden bir yudum aldı ve geldiği köşe başından gerisin geri dönerek umarsız bir şekilde kayboldu. Tüm ömrü alaya alınarak geçmiş insanlar bir yerden sonra hayatı alaya almaya başlıyordu. Hayatı alaya alan insanların ise İsrafil'in göreve başlayacak olması bile umurlarında olmuyordu.

. . . Geldiği gibi gitmişti. Kaybolmuştu kaosun ortasında sarhoş adam. Geldiği gibi geçip gitmişti. Lakin biri vardı geçip gitmeyen. Biri vardı orada, hâlâ gülümseyen. Küçük bir kız çocuğu vardı. Bir kolu ötekinden kısa olan salıncakta salınan. Bir saat sonra yok olacak dünya'ya bakıp gülümsüyordu. Elinden kurtularak gökyüzüne doğru süzülmekte olan eflatun rengi balonuna bakıp gülümsüyordu. Her şeye ve herkese inat gülümsüyordu. Bir ileri, bir geri ve daimi bir gülümseme. Bir ileri, bir geri ve daimi bir gülümseme. Kıyametin tam ortasında, eğer ki küçük bir kız çocuğu gülümseyebiliyorsa ve gökyüzünde eflatun bir balon süzülebiliyorsa hâlâ bir yerlerde umut saklı demekti.

. . . Nereye bastığına, kime çarptığına bakmadan koşuşturuyordu insanlar. Kıyamet bu olsa gerekti. Varamayacağını bile bile bir yerlere yetişmeye çalışmak insanlığın kıyameti olsa gerekti. Şimdi sıra bendeydi. Varamayacağımı bile bile koşmam gerekiyordu. Nefesim yahut vaktim tükenene kadar koşmam gerekiyordu. Ömrüm boyunca gerçekleştirmeye çalıştığım, ömrüm boyunca gerçekleştiremediğim, ömrüm boyunca yarım kalan hayallerim için bir defa daha koşmam gerekiyordu. Güneş hâlâ sarıyken, gökyüzü hâlâ maviyken, hâlâ nefes alabiliyorken yeniden denemeliydim. Çünkü umut vardı. Hâlâ umut vardı. Derhal oturduğum banktan kalktım. Tam kaosun içine karışacaktım ki telaşlı bir adam çıktı karşıma ve durdurdu beni. Adım adım kıyamete varmakta olan zamanın içinde, insanlığın en çok merak edeceği soruyu savurdu yüzüme: " Ne kadar... Ne kadar vaktimiz kaldı ? " Koluma baktım. Saatim yoktu ki zaten vakti belli kıyamette yapılacak en saçma şey: Saate bakarak vakit kaybetmektir. Yüzü büyük bir soru işaretine dönüşmüş telaşlı adama baktım ve tebessüm ederek cevap verdim: " Son bir saat."


DURANCAN KANBUR / ŞİİR SANATSAL ÇAV BELLA DENEMESİ darmadağın başlanılan masalların hakşinas davranması bir daire'ye dairdir tek tek bana gündüzleri dönme diyen parmaklarının hakikati şimdi cami avlusunda güleç hüzünlere iki başı mağrur olmuş güvercin çığlıklarına karışıyor, hz.insan olmayı öğrenemedik çaresizlikten dermansız kaldığımızda yaptığımız şekilde bağırıyorum! ''ad astra per aspera'' kaçamak bir bülbülün çığlıklarını hapsetmiş Batı kuyunun sol başında yatmakta olan Yusuf'a sorun en iyi o bilecektir, bezm-i elest'ten beri kulaklarda çınlayanı unutma! çamurdan kalkanın ben, kürek kemiğime özenenin sen olduğunu! ve şimdi vaktidir, dudağından sızan ayrılıklar yağmur damlasına özenmis parmak ucu sığıntısı derviş kaçışlarıma bakmanin. susamıyorum! ''dert çok hem-dert yok, düşmen kavi, tali zebun'' şimdi Allah'ın adıyla bir Ali arıyoruz seninle üstelik şarkıların beş mevsim olduğu bi yerde içli bir 'mahabbet' eyleyeyen terkedişlerinun hakikat peçesinin arkasına saklandığı, bu gökkuşağı nereden çıktı silik bir ayin sırasında uyuyakalan aziz kuşların suladığı birkaç küçük kelime var dilimde: yürüyoruz! duramıyorum! ''Yakub-ı zar olmuşam/Yusuf-u Kenan geldi.'' şimdi dizleri titreyen bir rüyaya dönüşüyorsun, züleyha'yı bi düşle çevriliyor devran bir ayağım kapıya dönük gün doğması, eşiğe eğdiğim başın ardı karanlik adabıyla ayrılık gerek türküleri çığırıyorum, yol uzun, yürümeye bir Musa gerekli, biliyorum! ''senden ayrılalı birkaç il tüketti benliğimi.''

MERAL SENA KARA / ŞİİR UYANMAK Uyanmak Düşsel dünyalarımdan Somut hezeyanlara Günaydınlara Ve aymayan sabahlara Beklemek gibi ölmek vaktini Ararken uyuyacak saatimi Yelkovanım denk düştü sana Akrebim zerk ederken zehrini Gördüğüm tüm rüyalara Uyandım Uyanmak Uykuya yapılan kalleşçe katliam Yakıp kül etmek düşleri Anlamsız kaygıları sürerlemek Ve bir boş kuyudan görememek dibi Uyanmak Eski anlamını kazanırken yine Geç kalışlarıma senaryo Dramatik bu münzevi tiyatro Müphemvari bir sızı karnımda Alarm sesi kulaklarımda Ve uyandım Sabahın beş buçuğu akşamın sekizi Nasıl karanlıksa ortalık Göz gözü görmezken Görebiliyorsam seni Sesim çıkmaz Gözlerimi görsen Çarmıha gerilen ruhum Asumansı bir edayla çekilirken Ruh ruhu duymaz (ruh ruha zahmederken) Yine de sesim çıkmaz (yine de sesim çıkmaz) Sen duy beni (yakıyorsa bu viran-ı dili) (sen iyileştir beni) Ve uyandım Farazi bir can alıcılıkta raksetmişken Ve sayıklatmışken seni Sabahları sana kör olmaksa çarem Bir kelimelik nefesim varsa lakin Beni uyandır buradan Çekip al beni Bilirsin uykumu bölsen kızmayacak kadar Öskedim seni…*

diliyorum. ''uzunca bak, çocukluğu kurumuş hatrıma.'' dilim varmıyor, hasretleniyorum.

*"çok öskedim seni. öskedim, bizim doğu diyalektinde özledim demektir. neyini, nereni, hangi halini desem ki? sesini öskedim örneğin. yüzünü, şeytan çocuk gülüşünü, öfkeni, yeryüzünü ve kaskatı canımı ısıtan varlığını. şükür varsın. oturup “nasılsın” diye açabilir insan. sevinebilir, övünebilir, ağlayabilir insan. ne tuzsuz şeydi şu dünya be. geldin, buldun, şenlendirdin, insan ettin beni. yemeyipiçmeyip, yatmayıp-uyumayıp, seni anlatmalı bu yürek." Ahmed Arif


MEHMET YILMAZ / ÖYKÜ

UĞUR CAN DURAL / ŞİİR

KEDİLİ MÜZE

HİÇ

Bir insan tüm hayatını bir şeylerin ya da bir yerin içine sığdırabilir mi bilmiyorum ama bunu deneyen birini tanıyorum. Aralarında bulunduğu birkaç binaya tanıdık, ama şehrine yabancılaşmış bir konakta tanıştım onunla. Ne zaman yakınlarında işim olsa ne yapar ne eder konağın bulunduğu bu dar sokaktan geçerdim. Bu sokağı defalarca yürümeme rağmen avluyu saran yüksek duvarlarından dolayı içerisini hiç görememiştim. Dışarıdan görebildiğim tek şey ikinci kattaki sonradan odayla birleştirilmiş balkonun penceresinde asılı duran ‘ud’tu. Konağı ve içinde yaşayanları merak etmeme yetecek bir sebepti bu. Konağın uzun ama dar, iki yana açılan tahta kapısını tıklatma cesaretini bulsam içerdekilerden konağın tüm hikayesini dinlesem diye de ümitlenirdim. Oldu sonunda. Kapıyı tıklatacak cesareti gösteremedim ama bugün kapı aralandı bana. Aralıktan baktığımda görünen kimse yoktu. Demek ki kilit vurulmayan kapıyı bana rüzgar aralamıştı. Avluyu tanımaya çalışan gözlerime kapının eşiğindeki kedi takıldı. Doğru ya, bu havada ne rüzgarı? Anlaşılan beni davet eden bu beyaz ve kirli kediydi. Bu davet reddedilecek türden değildi. Avluya bir adım atıp bekledim. İki oturaklı salıncak, her oturakta bir kedi, içinde plastik balıkların yüzdüğü akvaryum, akvaryumun üzerinde gezinen bir kedi, yağ tenekelerine ekilmiş çiçekler, teneke aralarında gezinen kediler, duvarlara asılı kırık udlar, yerlerde ud parçaları ve yemlenen kediler... Konağın kedilere terk edildiğini düşündüm önce. Sonradankiler olduğunu öğrendiğim yerden çıktığında konağın ve tüm bu kedilerin efendisinin o olduğunu anladım; Aykut Aytekin. Altmış yaşını geçmişti. Bu yaşına rağmen sadece önleri seyrelmiş saçları arkaya taranmıştı. Kedilerine saygısından olmalı, gri ceketinin düğmeleri ilikliydi. Beni gördüğünde şaşırmadı. Tek kelimelik selamlaşmanın ardından konağı tanıtmaya başladı. Kapıyı açık gördüğünde merakına yenik düşüp avluya adım atan misafirlere hep böyle mi davranırdı bilmiyorum. Yine de bana hiç soru sormaması, ben sormadan da sorularımı cevaplaması hoşuma gitmişti. Konak kendisini evlatlık edinen pekmezci çiftten kalmış. İlk sahiplerini tanımıyormuş. Konağı depo ve atölye olarak kullanıyormuş. Burada yaşamıyormuş. Anne ve babasının hikayeleri konak kadar ihtişamlı değil. Annesi hamileyken karnındaki bebek ölmüş. Ölü bebeği dört gün sancılarla taşıyan kadıncağız da karnındaki sudan zehirlenip ölmüş. Annesini bu sancılarına rağmen bir doktora götürmeyip ölüme terk eden babasını da dayısı öldürmüş. Annesini, babasını ve daha doğmamış kardeşini kaybettiğinde beş yaşındaymış. Sonra yetimhane, sonra evlatlık olarak Aytekin ailesi… Konağın üç katı, dokuz odası var. Bir odasında fotoğraflarını biriktirmiş. Duvara asılı çerçevelerin ve masaya serili albümlerin içini iki annesi, iki babası, karısı, iki kızı, cemiyetten arkadaşları ve kendi gençliği doldurmuş. Bir odaya kitaplarını toplamış. Raflarda boşluklar olmasına rağmen kitapların büyük bölümünü yerlerde üst üste dizmiş. Ağzı bağlı içi kitap dolu üç çuvalı da duvara yaslamış. Bazı odalar sadece kedilere aitmiş. Mamalar, su ve süt kapları, minderler... Yirmiden fazla kedisinin rahatı için her gününün önemli bir vaktini bu odalarda geçirirmiş. Bir odayı apartman dairesine sığmayan eski eşyalarına ayırmış –Artık evleri çok küçük yapıyorlarmış-. Bir odasında anne ve babalarından kalan birkaç kıyafeti, çocuklarını ve karısını hatırlatan özel eşyaları ve bugüne dek aldığı tüm hediyeleri saklamış. En çok da ud atölyesi olarak kullandığı odada zaman geçiriyormuş. Bu odada kırık ve çatlak udları tamir eder, zımpara çeker, vernikler, çalıp da sesini beğenirse kurs isteyen öğrencilere hediye etmek üzere arada uğradığı cemiyete bırakırmış. Kedileri sevmesinin bir sebebi vardı elbet ama sormadım. Zaten ben hiçbir şey sormadım, o anlattı. Konağı kendi hayatının müzesi o da müzesinin memuru olmuştu. Hayatının ne kadarı konağının dışında kalmıştı sormadım. Zaten ben hiç bir şey sormadım, o anlattı. Ben avluya indiğimde o kırık udlarıyla bir arada kaldı. Ben avludan çıkarken kediler yerinden hiç kımıldamadı.

hiç! güzel bir film daha sebepsiz yere güzel -hayır bunu sen tavsiye etmiştin.yansımam değil yansırım. buradan bakanlar denize gökyüzü diyor. kuş uçuyor herkes bundan bahsediyor kuş ölüyor, kimse yerden kaldırmıyor sanıyor musun ki ah eden bir balık gölgende hiç boğulmuyor? bir yerlerde çarpıyor evet kalp ağır ağır çarpıyor evet sana ve hiçbir şey olmuyor. bana ağır gelen seni deryadil kılıyor ve içimde çarpışan adını verdiğim tek gezegen ellerin kalkıp başkasına eriyor. çok güçlü olmalısın kendini göğe bırakan tüm merdivenleri sen taşıdın içine attığın zamansız bir mevsim var üstelik herkes gerçek sevgiyi arıyor ve bu bir sır yabancı intiharları kimse sevmiyor Istırap dolu bir karamsarlık bu öyle ki numarası büyümüş bir gözlük bile seni göstermiyor. hiç! karanlık bir salon daha sebepsiz yere karanlık -Hayır sen hiç gelmemiştin.ne zaman sevdiğin bir film girse en kıdemli perde olarak izlerim salondaki sensizliği işittiğim acıklı bir merhametin yaz mevsimi yakıyor. şimdi içime attığım ne varsa; gepetto yürekten bir pinokyo oyuyor madem yağmur yağmıyor bu çaya şiiri kim yazıyor sana olan sevgim pinokyonun burnu ve sayende artık hep doğruyu söylüyor.



ÖZNUR KURT / ÖYKÜ POSTA AĞACI

Genç bir öğretmen olarak daha öğrenecek ve öğretecek çok şeyi vardı. Annesine evlat kokusu sunan ceylan desenli duvar halısına asılı ceketini alıp okula doğru yol aldı.

Duydun mu? Fokurdayan demlik, tavşan kanı rengi sıcacık bir bardak

***

çayı haber veriyordu. Bakla sofa bu evde, fiziki olarak küçük fakat

-Çabuk yıka! Bulaşık yıkamak bu kadar uzun sürer mi hiç?

büyük hayallere açılan penceresinin önünde, yeni aldığı kitabın

Mücahit, kahvesinden bir yudum alıp yüzünü ekşitti.

sayfalarına göz gezdiriyordu. Başını kaldırdığı anda gökyüzüne

-Kız, bulaşık suyunu fincana doldurup da mı verdin? Bu nasıl kahve?

ulaşmaya çalışan

Beceriksizliğin böylesi!

yeşil ağaç dalları arasından güneş, onu

selamlıyordu. Şarkta güneşin doğuşu bile bir başkaydı ki tayinini

Mutfak tezgahının önünde bir sehpanın üstüne çıkmış usul usul

istemeden önce kızıllıktan gün almış böylesi güzel manzarayı

tabakları

görseydi belki de gelişinin tek sebebi bu olurdu. Yollara düşmesi,

düşüncelere dalmıştı. Mustafa ile birlikte Deniz öğretmene mavi

İstanbul'dan Anadolu'ya gelişi bir kaçış değildi elbette. Ömrünün genç

menekşeler hediye ettikleri gün geldi aklına. Böyle iyi dostlara sahip

sıfatlı devresinde denizden ilk defa bu kadar uzakta, arayış içindeydi.

olduğu için şükrederken amcasının tabağındaki artıkları eliyle çöpe

İdealist kelimesi ruhuna işlenmişti bir kere. Öğretmen olmak arı gibi

atıyordu.

çalışkan, diyar diyar dolaşıp her çiçekten bal almak misali her

Mücahit, eşi Nefise'ye mutfak kapısını kapamasını söyleyip divana

öğrencinin hikayesine ortak olmak demekti.

iyice yerleşti.

İnce belli çay bardağından bir yudum alırken Guguk kuşunun

yıkayan

Gamze,

amcasının

bağırışlarından

uzakta

-Ağam, kıza çok yüklendin şu sıra. Bu da babası gibi kaçar gider

sesiyle irkildi. Damların üzerinden süzülen kuş ona Mustafa'yı

maazallah, sonra uğraşırsın benden söylemesi.

hatırlattı.

-Sen karışma da içeri git!

''-Öğretmenim Guguk kuşu öttü, su için.

Mücahit, beti benzi atan yüzünü Nefise'den gizlemek istercesine

-Neden Mustafa?

pencereden gökyüzüne bakmaya koyuldu. Hatıraları gözünün

-Guguk kuşu öttüğünde aç iken su içilmezse hastalık getirir. Dedem

önünden film şeridi gibi aktıkça sararıyordu.

öyle demişti.''

''-Ağabey, ben yapmadım!

Deniz öğretmen, Mustafa'yı dağ keçisine benzetirdi. Zeki olduğu gibi

-Yetti artık yalanların! Oğlumu sen öldürdün.

bir o kadar hareketli, bilgiyi sarp kayalıklarda bile olsa bulabilen,

-Tarlada çalışıyordum bir de baktım dereye girmiş. Koşup çıkardım

doğunun kalbinde yetişmiş nadir öğrencilerdendi. Dedesiyle kafa

ama çok geçti. Sonradan gelen ırgatlardan başka şahidim yok diye

kafaya vermiş, daha bu yaşta zorluklara göğüs geren bir çocuktu; ki

beni böyle suçlama.

geçen ay dedesinin ölümüyle hayat ona olgunluğun yanında yalnızlığı

-Ailenin varisi olur diye korktun değil mi? Karın bir kız çocuk verip

da hediye etmişti. Mustafa, her şeye rağmen zaman kumlarından

öldüğünde söyledik bir kez daha evlen, bir oğlun olur diye. Ama

kendi kalesini inşa etmiş, Deniz öğretmen ile arkadaş olup edindiği

yok! Tutturdun Gamze'ye üvey anne getirmem de evlenmem. Benim

bilgilerle kalesini dalga dalga güçlendiriyordu. Türkçe öğretmeni

oğlumu kıskandın, öldürdün!

olarak Deniz, çocukların öykü kitaplarına zaafı olduğunu fark edince

-Ağabey, mal ve erkek çocuk hırsın gözünü kör etmiş. Herkese

aklındaki soru işareti çengeline bir fikir takıldı. Köyün çocuklarının

benim kaçıp gideceğimi söyleyip duruyormuşsun. Cay artık beni

sürekli oynadıkları dalları kurumuş bir ağaç altı vardı. Deniz, Mustafa

suçlamaktan.

aracılığıyla o ağaca birkaç kitap ve ''Kitapları bitirene çikolata!'' vs.

-Şuna bak hele! Tabii suçlusun, yakalanmamak için kaçarsın da

notların bulunduğu postalar yolluyor, Mustafa da bu postaları ağacın

sen şimdi. Ahaliyi uyarmak lazım.

dallarına asıyordu. Gün geçtikçe kurumuş ağaç dalları kitaplarla,

-Ağabey, insan yeğenini öldürüp nasıl kaçabilir? Ben bir şey

ağacın altı ise çocukların uçsuz bucaksız hayalleriyle yeşerdi.

yapmadım!''

Deniz; küçük penceresinin nazar boncuğu, mavi menekşeleri

Boncuk boncuk terlerini silen Mücahit, yeğenine yaptığı ölümden

sularken bir hatıra demetinden diğerine geçti. Bir başka öğrencisi

beter işkencelere yenisini eklemek için posta ağacına ısrarla bakıp

Gamze geldi aklına, Doğu'nun Pollyanna’sı... Deniz, isminin

düşünüyordu. Mücahit, gece misali karanlık ve gizemli yönlere

kıyısında barındırdığı hırçın dalgalar gibiydi fakat Gamze'yi

sahipti. Belki de girdap gibi gerçekleri içine yutan...

tanıdıktan sonra huzur veren yanını keşfetti. Ne annesi ne de babası olan Gamze, tek akrabası olan Mücahit amcasında kalıyordu. Deniz,

*** Kırmızısı alacalı elbisenin yanında yeni bir ayakkabı da gören

küçükken bir trafik kazasında annesini, babasını ve Gamze'ye her

Gamze'nin sevinçten içi içine sığmıyordu.

haliyle benzeyen kız kardeşini kaybetmişti fakat öğrencilerini, küçük

-Güya amcanı sevmezsin. Bak sana gıcır gıcır ayakkabı, entari aldı.

dostu Mustafa'yı ve en önemlisi aile özlemini bir nebze olsun

Hadi giyin de bize bir kahve yapıver. Köpüğü elbisenin fırfırları gibi

dindirdiği Gamze'yi bularak arayışına son vermişti. Puntolarından

bol olsun.

hüzün damlayan şiir gibi hayatına umut dolu bir mısra ekleyebilmişti.

Gamze, saçındaki örgüyü çözerken amcasının geldiğini fark edip sofanın kapısını araladığında amcası ile yengesinin fısıldayarak konuştuklarını gördü.


-Anlamaz o, sen fincanları fazla fazla koy. Bakarsın yetmez rezil

pencere önündeki sedire oturtup pansuman yaparken yanaklarındaki

olmayalım.

gamzeleri dolduran gözyaşlarına şahit oluyordu.

-Kızı istemek için lafa girdiklerinde Gamze itiraz ederse ne yaparız?

-İsmin buradan geliyor olmalı.

-Hele bir kahveleri getirsin mutfağa döndüğü gibi arkasından kapıyı

Kafasını dağıtmak istemişti fakat sessizliğin daha etkili olacağını fark

kilitleriz.

edip onu yalnız bıraktı. İlerleyen saatler içinde elinde iki bardak çayla

Duydukları karşısında şok olan Gamze kapıyı yavaşça kapayıp bir

gelen Deniz öğretmen, Gamze'yi duvardaki dünya haritasını

köşeye sindi. Bir şey yapmalı, çare bulmalıydı. En iyisi bir an önce bu

incelerken gördü.

evden uzaklaşıp bir yere sığınmalıydı. Zemin kattaki oda

-Dünya'yı keşfe çıktığına göre bana neler olduğunu anlatabilirsin.

penceresinden atladığı gibi mahalle sokaklarında çılgınlar gibi

-Amcamın gözaltına alındığı haberini yengem duyunca hırsını benden

koşmaya başladı. Köyde korkup da onu amcasına teslim etmeyecek

çıkardı.

birine, Deniz öğretmene doğru koştukça koşuyordu. Etekleri

Çayından bir yudum alıp konuşmasına devam etti:

bacaklarına dolanıyor, nefesi yettiğince bağırıp öğretmeninden

-Alıştım artık. Haritayı görünce hatırladım da benim hayalim belki

yardım diliyordu. Evi dört döndüğü, kapıya ısrarla vurduğu halde

babamı bulurum umuduyla dünyayı dolaşmak; fakat gelin görün ki

içeride hiçbir kıpırtı yoktu. Korktuğu soru geldi aklına: ya evde

öğretmenim, kader beni ısrarla posta ağacının etrafında dolaştırıyor.

yoksa? Zayıf bedeni daha fazla dayanamayınca kapının önüne

Yüzündeki yaraların verdiği acı ve bitmek bilmeyen umuduyla sadece

yığılıverdi.

gülümsedi.

-Öğretmenim kapıyı açın. Kör kuyularda ipsiz bırakmayın beni. Ne

***

olur yalnız koymayın.

Hüsran kapıda Deniz, ola ki sakın açma! Elindeki poşete birkaç

Karanlığın içinden bir el, Gamze'nin ağzını kapayıp kendine doğru

ilaç, rapor ve hüsranın yanında muhtarla karşılaşmanın verdiği

çekti. Çırpınan bedeninde fal taşı kadar açılan gözleri çaresizce Deniz

şanssızlığı da koyuverdi.

öğretmenin evine bakıyordu ki evden uzaklaştıkça son umudundan da

-Öğretmen, Mücahit'in çıkması ile senin de sonun yakındır. Kimsenin

uzaklaşıyor, çığlığı düğüm olup boğazında kalıyordu. Babasından

sataşmaya bile cesaret edemediği adamın evine jandarma getir,

hatıra küpelerle süslenmiş kulakları tanıdık bir ses duyar gibi oldu:

yetmedi yeğenini sahiplen. Bunu yanına bırakmakla kalmaz linç ettirir

- Demek öğretmene kaçarsın ha? Bilmez misin bu amcan seni iğne

seni bilesin.

deliğinde bile bulur!

Olmamalı, Gamze'yi Mücahit'in eline bırakmamalı, bu defa devran

Acı bir türküydü hayatı; ezgisi doğunun uğultusundan, anlamı ise

hayatın vurduğu okkalı sille üzerine dönecek ve 'iyi' olan kazanacaktı.

masumiyet manifestosu olan... Son umudunu yitirdiğinden mi, can

Kararlı bakışları ile verdikleri onca emeğin boşa çıkmayacağını ima

korkusundan mı bilinmez kahve tepsisini taşırken titriyordu. Önceden

eder gibi bir tavırla yoluna koyuldu.

yakılmış kınalı elleri belki kara duvağının habercisi belki de oyuncak bebeğinin

saçına

bağladığı

kırmızı

kurdelenin

artık

***

beline

Bahar kokulu çiçeklerin arasından hızlı adımlarla eve varıp

bağlanacağının işaretiydi. Çalınan kapıyı açtığında ne yapacağını

bağırmaya, kapıyı kırarcasına çalmaya başlayan Mücahit, öç almak

bilemedi. Jandarma ile birlikte Deniz öğretmen kapıda beliriverdi.

için sabırsızlanıyordu.

-Sürpriz Gamzecim!

-Aç kapıyı öğretmen!

Mücahit, Deniz öğretmene sımsıkı sarılmış Gamze'yi çekiştirirken

Tuhaf gülümsemesiyle kapıda beliren Mustafa, bu seslenişe cevap

jandarma komutanını fark edince ifrit olan yüzünü değiştirdi.

verdi.

-Kız isteme töreniniz hayırlı olsun Mücahit Bey.

-Buyur amca.

-Ayıp ettin yeğenim hiç olur mu öyle şey? Şeyi istemeye geldiler.

-Çekil çocuk!

-Kimi?

-Evde yok onlar.

Deniz öğretmen, Gamze'yi arkasına saklayarak güldü:

-Neredeyseniz çıkın ortaya!

-Yoksa Nefise Hanımı mı isteyecekler?

-Bulamazsın, boş yere arama.

-Ben senin gibi öğretmeni var ya...

-İğne deliği bile benim. Saklanmayı bırakın!

Komutan araya girdi:

-Gittiler.

-Hey ne oluyor?

Bir kelime bir insanı bu kadar kızdırabilir miydi? Mustafa'yı

-Yok toprağım, senin gibi şakacı öğretmeni baç tacı etmek gerek

yakasından tutup havaya kaldıran Mücahit, burnundan soluyordu.

diyecektim.

-Ne dedin?!

-Her neyse Mücahit Bey, misafirler ve Deniz öğretmen ile birlikte

-Gittiler dedim. Hem de senin yapabileceklerinden çok uzağa.

ifade vermek üzere benimle geleceksiniz. Buyurun gidelim.

Mücahit, çaresizliğe düşmüş bir halde muhtarın evine doğru koşarken Deniz ile Gamze bir balonun gökyüzüne hasret kalması misali içi içine

*** Alacakaranlık

hükmederken

gökyüzüne

bahçeden

iniltiler

yükseliyordu. Yarı uykulu halde kapıya yönelen Deniz öğretmen, yüzü kanlar içinde olan Gamze'yi karşısında buldu. Telaşla Gamze'yi

sığmayan bir heyecan ile havalanacakları uçağa doğru adım adım ilerliyorlardı. ***


Bir masumiyet miktarınca yol aldıkları dünya gezisi

adapte olmaya çalışan Gamze mektuptaki satırları hatırladıkça bir tür

dönüşünde yine baba toprağındaydı. Küçük bavulunu boşaltırken

krizin içine girip çıkıyordu.

baba hasretini de döktü öğretmenine, belki bir ağabey belki bir baba

''...Merhametimin

hissi duymak umuduyla. Amcası ise iftiralarıyla coşup kabaran

alevlendiren, kardeşim...

derede, öfkesinde boğularak ölmüş; uğruna savaştığı topraklar bu defa

Kalbimin ağrısı şiddetlenince doktora gitmeye karar verdim. Onca

onu girdap gibi yutuvermişti. Deniz Öğretmen'in izni bitince soluğu

sıkıntının arasında kalbimin delik olduğu haberi seni daha da

köyde alan Gamze, Hint kumaşından dikilmiş elbisesini özenle

üzecekti. Söyleyemezdim...

yerleştirirken Mustafa'nın sesini işitti.

Evet, bir gün öleceğim ve ölümüm, hayatımdaki bitmek bilmeyen

-Olay var!

arayışa çat kapı girip son veren sen gibi gelecek.

-Ne oldu?

Gülüşlerimin eşsiz menekşesi Gamzem; ben, kalbimdeki boşluğu

-Posta Ağacı'nın altında bizim çocuklar çukur kazıp oyun

seninle doldurdum...''

kuracaklardı. Sırık Niyazi neye rastladı inanamazsınız?

elçisi,

umudumu

küllerinden

yeniden

Hayallerine susadığı, oyunlar oynadığı o Posta Ağacı'nın

-Sakin ol da anlat neymiş?

gölgesinde sevdiği iki insan aynı toprağı paylaşıyordu. Hatırlamak acı

-Çukurun içinde ilk başta odunlar sıkıştı filan sandık, sonra Niyazi

veriyordu.

daha da derine inince bir cesedin eli olduğunu anladık.

''Daktilo konuştu, puntolarım çiçek açtı. Noktalar, virgüller

-Bu nasıl olur?

kozadan kurtuluşa erip özgürlük desenli kelebekler oluverdi.

-Muhtar gelip jandarma çağırdı. Koşun hadi. Neyin nesiymiş bakalım.

Aşılmaz dağları değil fikirleri, tabuları aşıp göğe kavuşun

Mustafa kapıdan yıldırım gibi çıkarken Gamze de peşinden gidecekti

öğrencilerim! Kitaplar daima yeşil çatınız olsun...''

ki Deniz Öğretmeni masaya dayanmış durumda gördü. -Öğretmenim siz gelmiyor musunuz? -Siz gidin, küçük bir işi halledip ben de geleceğim. Merakına yenik düşen Gamze'nin evden çıkışı ile Deniz Öğretmen ilaçlarını içmediğini hatırladı ki kalbinin sızlaması bu yüzdendi. Bavulunun gizli bölmesine sakladığı ilaçlarını paniğe kapılmadan bir an önce içmesi gerekiyordu. Dayandığı masadan doğrulup baston görevi gören duvarlara tutunarak ilerliyor, olumsuz bir düşünceye kapılmamak için kendini zorluyordu. Titreyen elleriyle hapları eline boşaltırken nefesi kesilir gibi oldu. Kalbi tekledi. Sırtını duvara yaslayıp destek alıyor, terleyen avucunun içinde hızla eriyen hapları içmeye çalışırken gittikçe gömüldüğü karanlıktan kurtulmak için çırpınıyordu. Nefesi yetmeyince umutla bakan gözleriyle hayat arasına bir perde iniverdi. Kulisinde mücadelenin olduğu iyi, kötü ve öğretmen oyunu son buldu. Bir öğretmenin güven veren dokunuşuyla çığır açmış milyonlarca çocuğun alkışı yankılandı sessizce. Bir iki saat geçmemişti ki Mustafa bir kavuşma haberi ile gelmiş ve ne yazık ki ayrılık haberine kendi gözleriyle şahit olmuştu. Posta Ağacı'nın altında boğazında ip dolanmış bir vaziyette gömülü olan kişi, kayıp diye bilinen Gamze'nin babası çıktığında yaşadığı şok artık yerini büyük bir acıya bırakmıştı. *** Yakarışlara hüküm sürüp şafağa boyun eğen geceden geriye kalan, elinde sedef katmanlı kutuyla küçük bir kız ve arayışı sonunda hüzne tökezlenmiş yüreği. Ölüm sözcüğü gergef

gibi gergin,

bembeyaz, tertemiz hayatına ince ince işlenmişti. Üzüntüden başka ne mi var? Devir daim gibiydi mutluluk, bir kere kaçtı mı elbet geri gelecekti. Bunca olayı yaşamasının sebebi belki de sevdiklerini kaybetmekten korkmasıydı. Kim bilir? Mısır'dan minyatür bir lahit, Rusya'dan kırmızı bir matruşka, Hindistan'dan Ganj Nehri'nden birkaç damla içeren cam şişe, Çin'den kitap arasında kurutulmuş ender bir çiçek ve üzerinde ''Gamze'ye'' yazılı bir mektup bulunan kutuyu incelerken ortaya çıkan gerçeklere



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.