AYLIK KÜLTÜR, SANAT VE EDEBİYAT E-DERGİSİ | HAZİRAN 2019 - 2.SAYI
İçindekiler
“Her şey çok güzel olacak!” Elif Şeyda Doğan Koku ................................................................................................................... 3 Özge Baş Zamanın Kısa Tarihi .......................................................................................... 6 Gamze Kısa Sevmek ............................................................................................................ 8 Hale Alkay Mut ve Umut ..................................................................................................... 9 Özkan Öztürk Takvim Yaprağında Kalan ............................................................................ 10 Zeynep Çalıcı Mavi Gözlü Dev ve İki Büyük Hayranı .......................................................... 14 Muhammed Atakur Ayrı Dünyaların İnsanları ............................................................................... 22 Varol Mengüverdi Yanılgı .............................................................................................................. 24
Yayın Kurulu Editörler: Özkan Öztürk - Mete Karagöl Redaksiyon: Muhammed Atakur Grafik Tasarım: Özkan Öztürk www.epizotportal.com
2
“Al şu mumu yak, korkuyorum.” Terli evlerden yükselen ekşi kokular gece boyu sokağın midesini kaldırdı. Öğürmeler arasında akşamdan kalma kül, alkol ve sessizlik kokuları gün ışıklarıyla karşılaşıyor. Gözlerini aralayan kimsenin güne başlayası yok. Evler soğuk birer duş almak istiyor. Lambalar sönüyor. Camlar aralanıyor. Kokuların tamamı sokağa emanet ediliyor. Bir sonraki akşam için eve tekrar davet edilen sessizlik, kendine yakışan sükûnet ile kapıyı çekip çıkıyor.
dip bu güçsüzlükle rencide olmayı kendinize yediremediğiniz zaman saçlarınıza uzanan elin asıl içinizi okşadığını hissettiğiniz an. Hakkında konuştuğum kadın ne istemişse ve neye çaba harcamamışsa onu elde edecek şansa sahip. Dünya onu hiç muhtaç bırakmamış. Kendisine bile. Şarkıda sürekli devam eden bir piyano sesi var. Onu bazen uyumsuz, bazen gereksiz buluyor. Kimi zamansa sadece onu dinliyor. Zihninde çırpınan sahnelerde payetli elbiseler, fırfırlı etekler, gece ve yağmur var. Birbirine uyumlu, zarafetle hareket eden ayaklar, siyah beyaz sokakta süzülüyor. Bu sırada kapı çalıyor. Zihninde değil, evde. Kız kardeşi geliyor. Eve attığı ilk heyecanlı adımda görünmez bir duvara çarpıp duruyor. Koku. Bu dansta hüzünlü bir şey var, diye düşünüyor. Sokak göğüsleri birbirine yapışık çiftlerde dolu ama kimse mutlu değil.
Memelerindeki ağrı yüzünden yüzüstü yatamayan kadın bütün gece kâbus gördü. Sırtüstü yatınca kötü rüya görüleceği öğrenilen çaresizlikler arasında başı çeker kimileri için. Bu –kimileri, rahatsız edici ihtimallere açık karamsarlıkta zihinleriyle başka bir yol aramazlar zaten. Sokaktaki ekşi kokunun kayda değer kısmının kaynaklandığı evi, rüyalarından sızan tüm hisleri köşelerine sindirmişti. Burnunu parmaklarıyla kapatarak İki yıl önce bir bebeği vardı. Elpencereye ulaştı. Kolu çevirdi. Nefes. leri arasında titreyen serçe kadar İçeridekinden farklı değil. Ama yeni. vücudu, sürekli hırçın bir martının çığlıkları arasında kalmış gibi çırTeybe yaklaşarak günü asıl baş- pınıyordu. Hatalı çocukların af dilatan hareketi yapıyor. Tuş. Rad- leyen bakışlarıyla bakıyordu. Mayo. Müzik. Fransızca. Danser Enco- sum. Cılız. Hayata cahil. Yine de re çalıyor. Dudakları, onların bile korkutan bir şeylere sahipti. Dişleri. fark etmeyeceği ölçüde seğiriyor. Gözleri. Tırnakları. Bir gün kadının Memnun olmuş olmalı. Onun dışın- göğsünü usulca uzattığı bebeği, da gelişen şeyler onu mutlu ediyor. gelişim evresine aksi sivrilikte dişleÇaba harcamadan elde ettiği her ri arasında sıkıştı. Bebek, annesinin şey, bunu kabul etmese de, kalbi- memesinin ucunu sıktıkça sıkıyordu. ni okşuyor. Şefkate muhtaç hisse- Süt yerine birkaç damla kan geldi-
Öykü * Elif Şeyda Doğan
Koku
3
ğinde kadın çığlıklar içinde kollarını gevşetti. Soğuk beton. Bebek. Kanayan meme ucu. Ağlayan bebek.
4
masın diye kalçasının ucuyla oturdu.
Omzuna takılı, beline dek inen ince askılı küçük bir çantası sarkıyor. Koyu Bebek bir yıl sonra kolay açıkla- yeşil kısa çorapları, uzun siyah eteğinamayacak rahatsızlıklardan birine nin altında zor seçiliyor. Dizleri sallayakalanıp öldü. Kadın bir daha me- nıyor. Huzursuzca. Ceketinin kollarının mesinin üstüne yatamamak, sonsu- terden kollarına yapıştığı belli. Elleriyle za kadar kâbus görme ihtimaliyle kucağında bir poşet saklıyor. Eczane uyumakla lanetlendi. Kız kardeşi evin poşetleri kadar küçük. Beyaz, hışırtılı. kokusunu bununla bağdaştırmaktan Yerde bir şey arar gibi gözlerini gezdihiç vazgeçmedi. Nihayet burnunu riyor evde. Burnunda nefes aldığına alıştırıp yavaş adımlarla evin için- dair bir hareket yok ama ağzı aralık. de dolaşmaya başladığında en son “Annem öldü.” ne zaman birlikte duvarlar arasında nefes aldıklarını düşündü. Yolda karDizleri durdu. Gözleri sabitlendi. şılaştıklarında, ortak tanıdıkların soh- Poşetten ses yok. Sokak evin kobetlerinde ya da yılda bir iki defa kusunu emerek bitirdi. Burnundan korkarak çalan telefonların ucunda ciğerlerine derin bir soluk süzülebirbirlerinden haber alıyorlardı. En rek girdi. Kadın elleriyle göğüslerison bebek öldüğünde görüşmüş- nin ucunu yokladı. Bir sızı ya da bir lerdi. Ne demeye onun hakkında damla kan aradı. Geçen gün kesibebek diye konuştuğu konusunda len parmağının yarasına baktı. Sonbir tartışma başlatan kız kardeşini ra tüm parmaklarına. Bir yeri çok cenazeden kovmuştu. Şimdi ne ol- acıyordu. Sabahın bu vaktinde. Bir muştu da böyle çat kapı gelmişti? şey, kanırtarak yerinden kopuyordu. , Ellerini cebinden ayırmadan dans Karanlık çöktüğünde açık penceeden sırılsıklam insanlar arasında yü- reden eve sızan soğuk, yeşil çoraplı rüyen takım elbiseli adamın dudak- ayakları harekete geçirdi. Poşetten larından süzülen, anlamını bilmediği sesler yükselmeye başladı. Saatlerdir yabancı dildeki kelimelerin içindeki kıpırtısız kalan sandalyenin üzerindehüzünleri yakalayıp yutuyordu. Ah- ki hareketlilik onu da yerinden etti. şabı sıçratan ayaklar. Bir evin zemi- Teypten aynı ses yükseliyordu. Birbini, tanımadığı ya da uzun zamandır rinden ayrılan ellerin bir daha kavuşgörmediği ayakları taşıdığı zaman mayacağını anlatmaya çalışan tontitrer. Üstelik ahşapsa, bir de eskiy- daki şarkı. Kapı usulca çekildiğinde, se, inlemelerle rahatsızlığını bildirir. söylenmeyenler ile düşünülenler araÖyle uzun süre gıcırdadı ki, kız kar- sındaki savaş başladı. Boynuna sarılsa deşi parmakları ucunda yükselerek ağlar mıydı, diye düşünmekten kenen yakınındaki sandalyeyi çekti. San- dini alamadı. Örtülen kapıya doğru dalye de yabancılayıp mızmızlan- atılan adımlar. Karanlık ilerlemekten
ve durmaktan korkutuyor. Karanlık nefesten ve nefessizlikten korkutuyor. Karanlık kalabalıkken ayrı, yalnızken ayrı korkutuyor. Mum da yok. Yakacak biri de yok. Birkaç ahşap yakınması. Ev, yine. Ama anne ölünce hiçbir kokunun önemi kalmıyor.
5
İnceleme * Özge Baş
Zamanın Kısa Tarihi Sorgulamak biz insanların en sevdiğim vasıflarından biridir. Çünkü bildiğimiz şey hakkında öngörüler oluşturulabilir ve onu yönetebiliriz. Belki de merakımızın yegâne nedenlerinden biri yanıtını aldığımızda duyduğumuz hazdır. Stephen Hawking’de Zamanın Kısa Tarihi kitabında insanlık tarihinin en büyük meraklarını sorgulayıp buna yanıtlar arıyor. KİTABIN İÇERİĞİ VE İNCELEMESİ 1- EVREN BETİMLEMELERİ 2- UZAY VE ZAMAN 3- GENİŞLEYEN EVREN 4- BELİRSİZLİK İLKESİ 5- TEMEL PARÇACIKLAR VE DOĞADAKİ KUVVETLER 6- KARA DELİKLER 7- KARA DELİKLER NE KADAR KARA? 8- EVRENİN KÖKENİ VE KADERİ 9- ZAMAN OKU 10- SOLUCAN DELİKLERİ VE ZAMAN YOLCULUĞU 11- FİZİĞİN BİRLEŞTİRİLMESİ 12- SONUÇ Kitap 234 sayfadan ve 12 ana başlıktan oluşur. Stephen Hawking Aristoteles’ten günümüze kadar insanların evreni anlama çabasını daha çok da filozofların ve bilim adamlarının evreni anlama çabasını ve aynı zamanda bu filozofların ve bilim adamlarının kuramlarına da kitabında yer vermiştir. Evrenin nasıl işlediği, nasıl bir yapıya sahip olduğunu makro âlemde ve mikro âlemde incelemiş ve bu görüşleri bizlerle paylaşmıştır.
6
Konuyu biraz daha açacak olursak: Newton’un kütle çekim kuramından, Heisenberg’in belirsizlik ilkesinden, kuantum fiziğinden, Einstein’ın genel görelilik kuramından, parçacık fiziğinden ve daha birçok konudan bahsetmiştir. Evren hakkında ve evrenin oluşumu hakkında bize çok çarpıcı gelişmeler sunuyor. Geçmişten günümüze evreni anlama ve anlamlandırma çabamızı bize özetliyor. PEKİ, ZAMANIN KISA TARİHİNİ KİMLER OKUMALI? 1- Evrenin nasıl çalıştığını merak edenler 2- Her şeyin başlangıcını merak edenler 3- Zamanın içinde kaybolup gitmek isteyenler 4- Ve kara delikleri anlamak isteyenler “Denklemler benim için çok daha önemlidir, çünkü politika bugün içindir, oysaki bir denklem sonsuzluk içindir.” Kitabın ismi ve içeriği aslında neler anlattığını fısıldıyor gibi. Kısa kısa fakat kesinlikle dolu dolu bölümlerden oluşturmuş ilk eserini. En az lise son sınıf düzeyinde fizik ve kimya biliyor olmanız, hatta ve hatta fizik hakkında birazda araştırma yapmanız gerekiyor kitabı tam anlamıyla anlamak için. Fazla ağır kitap değil, fakat hafif de değil. Bazı paragrafları birkaç defa okuduğum oldu. Bir bilim
kitabından beklenenin üzerinde akıcı ve esprili bir dille yazmış ve asla sıkıcı değil! Hawking’i az çok biliyorsanız kitaba espri katmış olmasına şaşırmazsınız. Okudukça sanki ben soru soruyormuşum, o da cevap veriyormuş gibi hissettim. Onunla sohbet etmek gibiydi. Kitabın anlatım özelliğinden ve anlatımda nasıl bir söylev kullandığından bahsettik. Biraz da kitabın konusunu inceleyelim: Kitap, neyin ne olduğunu anlatarak başlıyor. Örneğin, bir kuramdan bahsedecekse önce kuram hakkında ortaya atılan ilk fikirlerden, sonra onun nasıl geliştirildiğinden, kuramın değindiği noktanın aslında ne olup ne olmadığından, hala geçerliyse neden geçerli, değilse neden değil? Gibi gerçekten hoş bir sadelikte anlatıp açıklayıcı resimlerle desteklemiş. Bu nedenle kafamız pek fazla karışmıyor. Neredeyse her bölümün özellikle üç bilim insanının kuramlarıyla ilgili olduğunu fark edersiniz. Bunlar; Galileo, Newton ve “Genel görelik” kuramının sahibi IQ denince aklımıza gelen yine zamanın en büyük bilim insanlarından olan Einstein! Gerçekten Dünya hakkındaki görüşleri değiştiren bu insanlar, gerçek dünya varlığını devam ettirene kadar anılmaya değer olmalılardır ki olacaklardır! Kitabı genel olarak değerlendirdiğimizde bahsettiği konuları düşündüğümüzde kitap gayet anlaşılır bir kitap. Ama yine de hatırlatmakta fayda var, kitabın sonunda çok güzel bir sözlük var, takıldığınız yerlerde bu sözlükten yardım alarak bu kitabı okursanız kitabın anlaşı-
lırlığı daha da artar sevgili okurlar. Kitabın sonunda Stephen Hawking’in Einstein, Galileo Galilei ve Isaac Newton ile alakalı şahsi görüşlerini belirttiği 2’şer sayfalık 3 tane makale var. Burası da çok önemli, atlamamanızı öneririm. Sabır, sevgili dostlar, sabır... Bizim böyle bir çırpıda okuduğumuz bütün eserler binlerce yılın birikimi, uğraşısı, emeği, sabrı, bambaşka bir alemin dili… Bu yüzden size faydalı olabilecek bir kitabı elinizden bırakmadan önce bir kez daha düşünün derim. Unutmayın ki: “Bu hayatta kolay olan hiçbir şeyin tadı yoktur.” “Önemli olan bedeninizdeki engeller değil, kafanızdaki tembelliklerdir.”
7
Şiir * Gamze Kısa
Sevmek -sevmek üzerine ne varsa yazılmış, yazılmamış, yazılacakmış biraz eksiktir.sevmek öyle bir sevmek ki hiç görmediğin çilli, kırmızı saçlı çocuğu da adını bile duymadığın zehirli bitkiyi de düşmanını da sevmek öyle bir sevmek ki bu bendeki yorucu bir sevmek bütünleyici bir sevmek parçalayıcı bir sev -mek parçalanıp ayrılıp yeniden birleşmek tütün kıran kadınların terli memelerinde ağzı bozuk tamirci çocukların bileklerinde dolunayda bağ arasında kuşluk vakti kasaba meyhanesinde öğlen işçi lokantasında gece yarısı kan kokulu bir mezbahada birleşmek birleşmek ve ayrılmak ve çoğalmak ayrıldığın yerden tane tane, unufak, paramparça bölünüp daha çok olmak sevmek sevmek sevmek öle -yazmak
8
bu sevmek ölmenin/yeniden dirilmenin başka türlüsü
Yaralarımla denizin ortasında duruyorum Dinlenince anladım yorulduğumu Ne bir üşüme Ne de bir korku var içimde Sadece sana doğru yüzmekten Buruşan bir derim var Bırak da olsun o kadar Attığım kulaçlar beni bir yere götürmüyor Üzerimden kaç kuş sürüsü geçti Yanımdan balıklar, deniz anaları, yosunlar… Hiçbiri de demedi senin buralarda ne işin var Halbuki bilseler sana gelmeye çalışıyorum Çok saçma ama gelemiyorum
Şiir * Hale Alkay
Mut ve Umut
Kollarımı kaldıramaz oldum yorgunluktan Hava da bir hayli karardı Ayın ışığı yansımaya başladı üzerime Göremiyorum da artık sana geleceğim suların rengini Tahmin desen hiç beceremedim şu illeti Geri gitmeye kalksam gidemem de Çabuk unuturum bilirsin Kalakaldım Hafiften üşümeye başladım Ve beklenen korku da geldi yanı başıma Artık yüzemem sana gelen sularda Zaten sen de beni almazsın kaldığım yerden Sen sadece gitmeyi bilirsin Bir de kendini sevdirmeyi
9
10
Öykü * Özkan Öztürk
Takvim Yaprağında Kalan Yıl 1980. Aylardan Eylül.
tekrar tekrar okudu: “Beklemek, düşünmek; sevmeden önce de, sevmeVedat eve geldiğinde duvarda meden önce de anlamayı yeğlemek asılı olan saatte baktı. Perşembe gü- için zaman yok şimdi.” nünün işini bitirip mesaisini cumaya devrettiğini gördü. Eli saatin altında Uzandığı yatağından kalktı. Susadıkonumlanmış olan takvime yöneldi ğını hissetti. Salonda bulunan yemek ve 11 Eylül yazan takvim yaprağını masasındaki sürahiden bardağına kopardı. 12 Eylül yazan takvim kağı- suyu koydu. Kanarcasına su içti ama dının üzerindeki yazıları okudu. Gözü susamışlık duygusunun geçmediğini tekrardan saate kaydı, saat ikiye gel- hissetti. Salonda bulunan toprak renmek üzereydi. Odasının kapısını ara- gindeki berjere oturdu. Bu susamışlık ladı, masasının üzerinde duran kita- duygusunun nedenlerini düşündü. bı aldı ve yatağına uzandı. Bu kitabı Buna kesin bir cevap bulamasa da ona birkaç hafta önce göz altına alı- aklına birkaç neden gelmişti. Belnan Kemal vermişti. Sahi, Kemal niçin ki köydeki annesinin dizlerine yatıp göz altına alınmıştı? Birinin canına mı saçlarını okşamasına susamıştı belki kast etmişti, malına mı göz koymuş- de fikirlerini özgürce söyleyebileceği tu? Vedat, Kemal’in neden göz altı- bir ülkeye. Berjerin yanındaki mermer na alındığını biliyordu, elbette ama desenli masanın üzerindeki radyonun göz altına alınma nedeninin bir suç frekans tuşlarıyla oynamaya başladı. olmadığını düşünüyordu. Acaba, Ke- Her zamanki gibi dünyanın çeşitli ülmal şu anda nerededir, diye geçirdi kelerinin radyolarını gezdi elleriyle. Bu aklından. Gözünün pınarında birkaç tur Türkiye frenkansında son buldu. damla yaş düşüverdi kitabın kapa- Sanki olacaklarından haberi varmış ğına. Eliyle sildi ıslanan kapağı. Artık gibi. Aninden cızırtılı ve hastalık bir uyku girmezdi gözüne. En iyisi kaldığı ses yükseldi radyodan: “Ordu yönetiyerden devam etmekti okumaya. Ki- me el koymuştur. İkinci bir emre kadar tabının sayfalarını araladı. Gözleriyle sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir.” okudu kelimeleri. Satır aralarında dü- Vedat, bildiriyi dinledikten sonra berşündü, Kemal’i ve göz altında kaybo- jere mıh gibi çakılıp kaldı. Aklına Kelan arkadaşlarını. Nasıl kaybolabilirdi mal geldi, sonra bu yolda birlikte yügözaltındaki bir insan? Göz altında rüdüğü arkadaşları. olan bir kişi kaybolabiliyorsa bu işlemin adının göz ardı olması gerektiği* * * ni düşündü, Vedat. Kitabı okumaktan vazgeçti ama kitabı bırakamadı elinGüneş ışınları odayı doldurmak den. Belki de Kemal’in bıraktığı son üzereydi. Vedat’ın göz akları güneşin izdi bu kitap. Tekrardan araladı kita kızıllığına teslim olmuştu. Geceyarıbı, Kemal’in altını çizdiği bir cümleyi sından beri toprak rengindeki berjer-
11
de oturmuş, karşı duvardaki takvime bakıyordu. Bu kara günü ölene kadar unutmamak içindi bu çabası. 12 Eylül diyerek kalktı oturduğu berjerden. Saate baktı, 07.00. Perdeyi araladı ve başını dışarıya doğru uzattı. Sokaktaki evlerin bacalarının tütmekte olduğunu gördü. Halbuki hava sıcaktı ve sobalarda yakılanın kömür olmadığı bacalardan çıkan dumanların renginden anlaşılmaktaydı. Asker sokağa gelmeden önce harekete geçmesi gerektiğinin farkına vardı. Odasındaki kitaplarını bir bohçada topladı. Salondaki sobayı yaktı ve kitaplarını bir bir sobanın içine attı. Vedat’ın evinin bacası da diğer evlerin bacası gibi aydınlandı. Bu yakılan kitapların satırları gökyüzünde asalı kaldı. Haykıran puntolarla inledi gökyüzü: “Fikirler yakılarak yok edilemez!” diye.
12
ce de birbirine galip gelemedi. Bir süre sonra istemsiz şekilde gözleri kapandı. Gözlerini açtığında günün yarılandığını gördü. Başını camdan dışarı uzattı. Sokağın yeşil üniformalı insanlarla kaplı olduğunu gördü. Bir askerin ona baktığını sandı ve hızlıca başını içeri soktu. Gözleri kapanmadan önceki düşünceleri geldi aklına ve tekrar düşünmeye başladı. Bu sefer bir karar vermişti. Yandaki metruk evin bahçesine atlayıp hava kararana kadar orada saklanacak sonra da köyüne doğru yola çıkacaktı. Bu düşüncesini uygulamak için evinin dış dünyaya açılan kapısını yavaşça araladı ve evine doğru bakan bir askerin olmadığınından emin oldu. Büyük adımlarla bahçesine doğru yürüdü. Oradan da diğer bahçeye atladı. Gün karanlığa mağlup olup her yerleri siyah kapladığında metruk Vedat, bohçadaki bütün kitapları evin gıcırdayan bahçe kapısını arayaktı. Başka kitap kalıp kalmadığına ladı. Kapı aralığından sokağa baktı. bakmak için odasına gitti. Kütüpha- Devriye gezen askerleri gördü. Askernesinde hiçbir kitap kalmamıştı. Oda- ler sokağın köşesini döner dönmez sından çıkarken masanın üstündeki kapıyı biraz daha araladı ve kapı arkadaşın yadigarı olan kitap gözü- adeta bir muhbir edasıyla gıcırdadı. ne çarptı. Kitabı sobaya atıp yok et- Vedat, buradan dönüşü olmadığını mek istemedi. Kitabı aldı ve bir kuma- düşünerek sokağa çıktı ve koşmaya şa sardı. Hızlı adımlarla evinin küçük başladı. Devriyedeki askerler muhbir bahçesine çıktı. Bahçenin duvarında bahçe kapısının sesini duyarak dönyaslı şekilde duran küreği alıp küçük dükleri köşeden hızlı adımlarla sokabir çukur kazdı ve kitabı oraya göm- ğa girdiler. “Dur, koşma yoksa ateş dü. Küreği de yandaki metruk evin ederiz!” diye bağırdılar. Vedat durbahçesine fırlattı. madı, koştu. Sonra aynı ikazı yeniden tekrarladı asker “Dur, koşma yoksa Eve girdi, su içip yatağına uzandı. ateş ederiz!” Vedat durmadı. Bir acı “Acaba askerler gelmeden kaçma- çığlık yükseldi, Hürriyet isimli sokaklı mıyım, yoksa yatağımda uzanmış ta. Akmaya başladı Vedat’ın hürriyet bir şekilde beni bulmalarını mı bek- düşleriyle dolu başından kan sokağa. lemeliyim” diye düşündü. İki düşün-
* * *
üzerine kötü bir el yazısıyla yazılmış not ilişti gözüne: “Çok kötü bir şey 12 Eylül 1980’nin üstünden otuz sene oldu, Kemal. Çok kötü… Kitaplar yageçmişti. Hürriyet sokağındaki evler, kıldı! Kitapların yakılmak zorunda ka99’ depreminden ağır hasar almış- lındığı bir ülke, nasıl karanlığına sırtını tı. Belediye meclisinin aldığı karar dönebilir, Kemal?” neticesinde Hürriyet sokağı kentsel dönüşüm alanı edildi. Ekipler yıkıma Vedat’ın tek katlı virane evinden başlamaya karar verdi. Vedat’ın evine ve sokağına 1980’den sonraki ilk darbe böylece vurulmuş oldu. Evin yıkıntılarındaki demirleri toplamak için gelen hurdacı genç, molozların arasında yıpranmış kumaşa sarılmış olan bir kitap gördü. Kitabı kumaştan kurtardı. Kitabın kapağını araladığında içine tükenmez kalemle 17 Ağustos 1980 tarihinin yazılmış olduğu gördü. Hurdacı genç yıkıntıların üstüne oturdu ve kitabı incelemeye başladı. Sayfalarını çevirirken hayatın altı çizdiği satırları okudu. Sonraki sayfalara doğru ilerken iki gencin siyah beyaz fotoğrafı çıktı karşısına. Fotoğraf baktı bir süre, arkasını çevirdi ve yazılmış olan notu okudu: “Sevgili kardeşim Vedat, bu fotoğraf yol arkadaşlığımızın tarihe düşülmüş notudur. Unutma, bizler bu memlekete vurulmak istenen prangaları kırıp atmak için yola çıkanlarız! Tarih boyun eğenleri değil, tam bağımsız bir ülke için baş kaldıran bizleri yazacak!” Hurdacı genç bu satırları okurken bulmuş olduğu kitabın sadece satırlardan oluşmadığını fark etti. Kitabın her sayfasında bu memleketin yakın geçmişi vardı. Sayfalar arasındaki yolculuğuna devam etti, hurdacı genç. Durdu sonra. Karşısına bir takvim yaprağı çıktı, 12 Eylül 1980’e ait. Takvim yaprağının
13
Biyografi * Zeynep Çalıcı
Mavi Gözlü Dev ve İki Büyük Hayranı
14 14
1901 yılında, takvimler 20 Kasım’ı gösterirken bir bebek dünyaya geldi. Bu bebeğin annesi Celile Hanım oldukça eğitimli, Fransızca bilen, ressam denebilinecek kadar yetenekli bir kadın; babası ise bir devlet memuruydu. Dedesi şiirler yazan bir adamdı. Bu bebeğin,davası uğruna senelerce hapishanelerde yaşayacağını, ailesinden ve vatanından uzak kalmanın bile onun düşüncelerini belirtmesinde engel olamayacağını, hapishanede olduğunda üç önemli insanın (Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet) bu bebek için üç gün açlık grevine gireceğini kim bilebilirdi? Eminim tahmininiz vardır: Nazım Hikmet’ten bahsediyorum, Nazım Hikmet Ran. Evet evet, bahsettiğim kişi Mavi Gözlü Dev, Romantik Komünist, Orhan Selim, Güzel Yüzlü Şair...
şiirler yazdı. Heybeliada Bahriye Mektebi’ni kazandı. Buradan sonra güverte subayı olarak görev yapan Nazım’ın Yahya Kemal’e olan hayranlığından bahsetmezsem haksızlık etmiş olacağım. Yahya Kemal Nazım’ın Bahriye’den öğretmeniydi ve Nazım bu sayede şiirler yazıp Yahya Kemal’e göstererek öğretmeninin görüşlerini alma fırsatı buldu. Şiirlerinin gelişiminde Yahya Kemal’in büyük etkisi oldu. Güler Yüzlü Şair bu dönemde gençler arasında şiirleri sayesinde popüler olmuştur. İlk başta hece ölçüsünü kullansa da yazdığı şiirler hiç de diğer hece ölçüsüyle şiir yazan şairlere benzemiyordu. Hece ölçüsünü kendine göre bulmayan Nazım şiire yeni bir soluk getirdi. Üstelik o zamanlar İstanbul’da işgal altındaydı. Sade bir dille kendini halka kolayca anlatabileceğini düşünüyordu. 1920 yılında ‘Bir Dakika’ şiiriyle birincilik kazandı ve böylece daha çok tanınmaya başladı. Buradan sonra Ankara’ya giderek gençleri milli mücadeleye davet eden bir şiir yazdı. Şiir herkes tarafından çok beğenildi ve bunun sonucunda Bolu’ya öğretmen olarak atandı. Bolu’da tepkilerle karşılaşınca Moskova’ya gitmeye karar verdi.
Moskova, Nazım için çok önemli İlkokuldan sonra hazırlık sınıfına bir yer oldu. Belki de hayatının döyazıldı. Ailesi maddi sıkıntıya düşün- nüm noktası olmuştu. Burada iktice Galatasaray Sultanisi’ne devam sat eğitimi aldı. Ama asıl önemlisi, etti. Bu dönemde dedesinin şiirle- büyük aşkı Piraye ile burda tanıştı. rini okuyup etkilendi ve bu tarzda Piraye onun ilham perisi, en büyük
destekçişi oldu. Evlenme kararı alsalar da tutuklanma sebebiyle bir süre beklemek zorunda kaldılar. Tabii Nazım daha önce de iki evlilik yapmıştı. Hayatından birçok kadın geçse de Piraye’ye olan aşkı hala ‘Vay be!’ dedirten aşklardan olmuştur. Nazım bir şiirinde Piraye’ye şöyle seslenmiştir: “… Kızım, annem, karım, kardeşim sen Başında güneşler esen Altın gözlü çocuk, Altın gözlü çocuğum benim; deli çığlıklar atıp avaz avaz burnumun dibinden gelip geçti de yaz, ben, bir demet mor menekşe olsun getiremedim sana! Ne haltedek, dostların karnı açtı kıydık menekşe parasına! “ Hapishanedeyken ise bir mektubunda Nazım, aşkını şöyle dile getiriyor: Bir tanem! Son mektubunda: ‘Başım sızlıyor yüreğim sersem! ‘ diyorsun. ‘Seni asarlarsa seni kaybedersem; diyorsun; ‘yaşayamam! ‘ Yaşarsın karıcığım, kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda; yaşarsın kalbimin kızıl saçlı bacısı .... Karım benim! İyi yürekli altın renkli,
gözleri baldan tatlı arım benim: ne diye yazdım sana istendiğini idamımın, daha dava ilk adımında ve bir şalgam gibi koparmıyorlar kellesini adamın. .... Ve unutma ki daima iyi şeyler düşünmeli bir mahpusun karısı. Hapishaneden çıktıktan sonra her şey düzelecek sanmışlardı. Her şey güzel gidiyordu gitmesine 17 Ocak gecesi gelene kadar. O gece Nazım komünizm propagandası yapmak suçuyla polisler tarafından götürüldü. Tekrar hapishaneye girdi. Piraye ile mektuplaşmaları devam ediyordu ve karısı ona her şekilde destek oluyordu. Nazım şiirler yazıp Piraye’ye gönderip yorum yapmasını istiyordu. Zaman böyle akarken bir süre sonra Nazım ve Nazım’ın ‘Kızıl Saçlı Kadın’ı arasında mektuplaşmalar azaldı. Bu sırada Nazım’ı ziyarete gelen bir kadın vardı: dayısının kızı Münevver. Bu ilgi Nazım’ın hoşuna gidiyordu. Münevver’le mutlu olan Nazım bir mektupla Piraye’den ayrılmaya karar verdi. ‘’Aramızdaki münasebetlerden birisi olan fakat zaten bilfiil çoktandır mevcut bulunmayan ve daha senelerce de mevcut olamayacağı anlaşılan karı kocalık münasebetimizi, kadın erkek münasebetimizi tasviye etmemiz, kesmemiz gerekiyor. Bunun icap ettiğini uzun muhakemelerden nefsimle yaptığım işkenceli müsahabelerden sonra anladım. Ve sana bir gün bile fazla yalan söylememek için bu münasebetin artık kesilmesi gerek-
15 15
tiğini işte hemen yazıyorum. Sen yine benim en yakın insanımsın. En yakın dostum ve arkadaşımsın. Çocukların çocuklarımdır. Bu tarafımızda hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanıyorum. Fakat artık karı kocalığımız devam edemez. Bu bağımızı bağlarımızdan ancak bir tanesi olan bu münasebetimizi kesmemiz lazım geliyor. Sana yolladığım bu mektupla beraber ben karı koca münasebetimizin kesilmesi için gereken yerlere müracaatımı da yapmış bulunacağım. ‘’ Nazım Hikmet Ran Piraye bu mektubu okur okumaz Nazım’ın hayatında bir kadın olduğunu anladı ve onunla tek celsede boşanmayı kafasına koydu. Bir yandan da o kadının kim olduğunu merak ediyordu. Ne olursa olsun öğrenemedi. Bu sırada Nazım ile Münevver ayrılma kararı aldı. Çünkü Nazım’ın beklediği af çıkmadı. Ayrılmak isteyen kişi Münevver oldu. Hayal kırıklığı yaşayan Nazım Piraye’nin değerini anladı ve ona pişmanlık içeren mektuplar, şiirler yazdı. Kendisini ziyarete gelenlere ‘Piraye gelmezse kendimi öldürürüm.’ diyordu. Piraye bu mektuplara ve davetlere cevap vermedi.
16
bir kutuda sakladı kimseye göstermeden, birdaha hiç evlenmedi. Geriye şu sözler kaldı: ‘Piraye öldü aşkından, yine de dönmedi Nazım’a.’ Nazım’ın aşkları saymakla bitmez tabii. Ama en önemlisi kuşkusuz Piraye’dir. Geri kalanlar ise hep bir heves, hep bir yanılgı. Vera’yı duymuşsunuzdur. Vera’da bu yanılgılara dahil. Nazım’ın asıl aşkı Piraye’dir. Nazım Piraye’de yaşadığı heyecanı başka birinde bulmaya çalışmıştır, ama bulmuş mudur? Hayır. Geriye şu dizeler kalır bu büyük aşktan: ‘Piraye, Gel sana muhtacım.’
Ben Bir Ceviz Ağacıyım Gülhane Parkı’nda Şiirinin anısı: Nazım sevgilisi ile Gülhane Parkı’nda buluşmak üzere sözleşir. Gidip bir bankın önünde beklemeye başlar. Bir yandan da korkuyordur. Çünkü polisler onu arıyordur. Korktuğu başına gelir ve birkaç polisi çevrede görür. Korkup bankın yanında bulunan ceviz ağacına çıkar. Sevgilisi gelir fakat Nazım’ı göremez. Nazım da polislerin duymasından korkutuğu için ses çıkaramaz. Kağıdını ve kalemini çıkarır Bir gün Nazım açlık grevi yaparken başlar yazmaya; fenalaştı ve hastaneye kaldırıldı. Pira- “Ben bir ceviz ağacıyım ye’ye haberi gelmişti. O sırada çocuk- Gülhane parkında. larının babasına kıyamayıp ziyarete Ne sen bunun farkındasın, gitmeye karar verdi. Ziyarete gittiğin- ne de polis farkında…” de Münevveri ve Nazım’ın kız kardeşinin yanyana gördü. Her şeyi anlaHayatı boyunca yazdı; eseleri yayan Piraye apar topar odadan çıktı. saklansa bile yazdı, para kazanamaBu da Nazım’ı son görüşü olmuştu. sa bile yazdı. İnandığı, bildiği şeyler Kimseye Nazım hakkında tek kelime vardı, bunun uğruna yazdı. Tepkiyle etmedi, Nazım’ın yazdığı mektupları karşılandı, hapishaneye atıldı, küfür-
ler edildi belki de, yazdı. Çünkü gerçek sanatçı böyle olmalıydı. “Tüm yaşamım boyunca şiir yazarım, ve kimi kez hiç de fena değildir yazdıklarım, ama hiçbir zaman ‘Ben şairim’ diye tanıtmam kendimi… Bizde, Doğu’da, şairim demek, övünmekle, kendinin iyi insan olduğunu söylemekle aynı şeydir…” Nazım Hikmet Ran
bu sayede çok başarılı bir yazar oldu. Dostlukları yıllarca sürdü. Peki Orhan Kemal kimdir? Hiç merak etmeyin size Orhan Kemal’i de anlatacağım. Fakat bundan önce Nazım Hikmet’in son yıllarından bahsedeceğim.
Mapushane yıllarında çok yakın bir dostu vardı Nazım’ın: Orhan Kemal. Nasıl tanıştıklarını anlatmak isterim sizlere.
Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü, ölürsem kurtuluştan önce yani, alıp götürün Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.
İkisi de Bursa Cezaevinde kalıyorlardı. Bir gün Orhan Kemal ve arkadaşları Nazım’ı yemeğe davet ettiler. Yemekte sucuklu yumurta vardı. Yemek yedikten sonra Nazım onlara sucuğu ve yumurtayı nereden aldıklarını sordu ve onlara katılmak istediğini, masrafa ortak olmak istediğini belirtti. Orhan Kemal ve arkadaşları memnun oldular ve odalarını da paylaştılar. İleride dostluğa dönecek olan arkadaşlıkları böyle başlamış oldu. Orhan Kemal o yıllarda şiirler yazıyor ve iyi bir şair olduğunu düşünüyordu. Bir gün Nazım, Orhan’ın şiirlerini dinlemek istedi. Orhan başladı şiirlerini okumaya fakat bitiremedi. Nazım susturmuştu Orhan’ı. ‘Çok kötü, berbat.’ dedi. Bunun üzerine Orhan Kemal’e eğitim vermeyi kafasına koyan Nazım, Fransızca öğretti, felsefe anlattı arkadaşına. Bu eğitimler sonrası Orhan Kemal’e düz yazıyla ilgilenmesini, hikaye yazmasını söyledi. Bu önerilere dikkate alan Orhan Kemal
Nazım Hikmet ölürken Türkiye vatandaşı değildi. Uzun süre yurtdışından dönmemesi bu duruma sebep olmuştu. Bir vasiyeti vardı hala gerçekleştiremediğimiz:
Mezarı şuanda Moskova’da bulunmakta. Böyle değerli bir insanın küçücük bir vasiyetini dahi gerçekleştirememek alnımızda kara bir leke olarak duruyor. Romantik Komünist’i saygı ve özlemle anıyorum. Gelelim ‘Orhan Kemal kimdir?’ sorusuna. Anlatmaktan onur duyarım. Asıl ismi Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal 1914 Eylül’ünde Adana’nın Ceyhan ilçesinde dünyaya gelmiştir. İlk Büyük Millet Meclisi’nde mebus olan ve daha sonra tüm mahkemelerde yargılanan Abdülkadir Kemali Bey, Orhan’ın babasıdır. Tahmin edersiniz ki babası nedeniyle Orhan Kemal’in hayatı zorlu yollardan geçmiştir. Üzülerek söylüyorum ki Orhan Kemal okulu isteği üzerine bırakmıştır. Beyrut’da bulaşık ve matbaa işinde çalışmıştır. Babası gibi siyasetle uğraşmamıştır. Buradan sonra tekrar
17
Türkiye’ye dönerek iş aramıştır. Fabrikada çalışmaya başlayan Orhan, burada tanıştığı Nuriye ile evlendi. Zorlu yıllar onları bekliyordu. Onlar da bu yıllardan habersiz geçinip gidiyorlardı. Vatani görev kapıyı çalmıştı artık, Niğde’ye gitmek zorundaydı. Tam o yıllarda Nazım Hikmet’in ve Maksim Gorki’nin kitaplarını okumak yasaktı. Orhan Kemal bu yüzden hapishaneye atıldı. Aslında bu kötü bir şey gibi gözükse de cezaevi ona çok büyük bir şey katacaktı: Nazım Hikmet! Nazım Hikmet’le burada nasıl tanıştığını anlatmıştım. Onun sayesinde düzyazıya yönelen Orhan Kemal daha sonra bu yeteneğini geliştirip günümüze kadar gelen eşsiz eserler yazmıştır. Nazım’a olan sevgisi günden güne artmış, doğan çocuğuna Nazım adını koymuştur. İlk öykülerini Bacaksız Orhan adıyla yayımlamıştır(Balık). Daha sonra Yürüyüş’de, İkdam’da ve Yurt ve Dünya’da yayımlanan eserleri ile ünlenmiştir.
18 18
senli yaşlarına geldiğinde sormuştum “Anne, babamız parasız pulsuzdu. Düşüncelerini kağıda aktardığı için hapislere girip çıkmıştı. Babamla evlenmeden önce varsıl insanlar, sana evlilik teklifinde bulunmuşlar. Neden gittin babamı seçtin?” dedim. Annem şöyle bir durdu. Duygu dolu gözlerle bana baktı ve “Ben babanı çok sevdim” dedi. Annem, bence bu ailenin kahramanıydı. Annemin adı Nuriye. Babam Cemile adlı romanı annemden esinlenerek yazmış. Annem, babamız hapise girdiğinde bizim umutlarımızı kırmamış, “Okulunuzu okuyup bir yerlere geleceksiniz. Gerekirse emeğimle çalışır, sizi kimselere muhtaç etmeden okuturum” demişti.” Orhan Kemal hiçbir iş yapmayıp sadece makale, öykü yazmaya karar verir. Bu öyküleriyle ‘Sait Faik Onur Ödülü, Türk Dil Kurumu Ödülü’ gibi ödüller kazanmıştır.
Senaryolar yazdı, hikayeler yazdı, romanlar yazdı. Hep yazdı, hiç vazCezası bittikten sonra Adana’ya geçmedi. Hamallık da yaptı bulaşıkdönen Orhan Kemal gündelik işlerde cılık da. Kimse onu davasından vazhamal olarak çalışmıştır. İleride İstan- geçiremedi. Edebiyata olan aşkıyla bul’a gidip adını Türk edebiyatına al- birçok sanatçıya örnek oldu. tın harflerde yazacaktır. İşte o an gelir ve ailesiyle İstanbul’a taşınır. Ünlü yazar 1970 yılında hayata gözlerini yumdu. Geriye ondan kalan O zamanları oğlu şöyle anlatıyor: binlerce eser, onu seven binlerce “Annemiz Nuriye Hanım oldukça okuyucu ve Orhan Kemal’i öğretmeemektar şefkat dolu bir insandı. Fa- ye, anlatmaya çalışan binlerce yatih’te küçücük bir evde otururduk. Bir zar... açılır kapanır masamız, duvarda eski Saygı ve özlemle anıyorum. bir radyomuz vardı. Tek eğlencemiz oydu. Oturacak küçük bir oda ve Orhan Kemal Müzesi: çok küçük bir mutfak. Anneme, sek- Müzede Orhan Kemal’in eserleri-
ne, fotoğraflarına ve eşyalarına yer verilmiş, kullandığı gözlükten daktiloya kadar her şey titizlikle sergilenmiştir. Kitapların neredeyse hepsi ilk baskıdır. Bu müzede ayrıca Mustafa Kemal’in ıslak imzasını görebilirsiniz. Oğlu Işık öncülüğünde açılan bir müzedir ve Orhan Kemal’İn anısını yaşatmak için açılmıştır. İlgisi olan her insanın kesinlikle gezmesi gereken bir müze olduğunu düşünüyorum. Pazar günleri hariç her gün açık olan müzenin giriş ücreti oldukça uygun. Öğrenci 5 TL, yetişkin ise 10 TL karşılığında bu müzeye giriş yapabilmekte. Nazım Hikmet ve Orhan Kemal’den bahsetmişken Ahmed Arif’i de anlatmak istedim sizlere, izninizle. Ahmed Arif dedim ama asıl adı Ahmet Hamdi Önal. Asıl annesi Sare. Fakat Ahmed daha bebekken Sare Hanım öldüğü için, Ahmed babasının diğer eşlerini anne olarak tanımıştır. Babası memurdur ve farklı yerlerde görev yaptığından Ahmed’in çocukluğu da farklı farklı yerlerde geçmiştir. Diyarbakır, Siverek, İstanbul, Ankara... Çocukluğundan beri içinde hep bir adalet duygusu vardı, haksızlığa tahammülü yoktu. Birçok yerde yaşadığından birsürü dil biliyordu: Arapça, Kürtçe, Zazaca... Ahmed Arif bir anısını şöyle anlatıyor: “Çok iyi hatırlıyorum. Biz oyun oynuyoruz, üç tane adam bahse girmişler. Üç adam ama, biri Arap, biri Kürt, biri de Zaza… Biri diyor ki beni göstererek “Bu çocuk Arap…” Öteki diyor ki: “Yok yahu, bu çocuk Kürt…” Üçüncüsü “Bu, ne Arap, ne de Kürt... Bu çocuk Zaza” diyor. Biz oynuyoruz, onlar konuşma-
larımızı dinliyorlar herhalde… Aralarında anlaşamayınca bir esnafa soruyorlar, “Bu çocuk nedir?” diye… Beş lirasına bahse girmişler. O zaman büyük para tabii. Esnaf “Üçünüz de yanıldınız” diyor. “Bu çocuk Türk…” Farklı yerlerde yaşaması ona başka bir yetenek kattı: at binmek. Bu yeteneği hakkında şöyle demiştir: “Çünkü ben, şahlanmayan ata binmezdim. Kısrak ise, şahlanmaz” Lise yıllarında şiir yazmaya başladı. İlk şiiri Seçme Şiirler Demeti Dergisi’nde yayımlandı. O zamanın parasıyla 10 TL telif ücreti kazanmıştı. Daha önemli bir ayrıntı vardı: Şiiri Neyzen Teyfik ile birlikte yayımlanmıştı. Üniversite eğitimi için Ankara’ya gitti. Felsefe bölümü öğrencisiydi fakat tam da bu yıllarda tutuklandı. Bir sene sonra Merkez Bankası’nda çalışmaya başlayan Arif, bu sefer de Palmiro isimli şiiri yüzünden tutuklandı. Daha sonra, yazmış olduğu Otuz Üç Kurşun adlı şiiri üzerine saatlerce dövüldü, işkence edildi. İşkence sesinden delirmek üzere olan Arif, bileklerini keserek intihar etmeye çalıştı. Ölmesine izin verilmedi ve hastanede kurtarıldı. Daha sonra ise tekrar dayak... Canını o kadar yakmak istediler ki bir keresinde üvey annesi adıyla bir mektup hazırladılar. Mektuba da babasının öldüğünü yazdılar. Tek istekleri Arif’in acı çekmesiydi. Ama ne babası ölmüştü ne de annesi ona mektup yazmıştı.Aylar sonra babasının ölüm haberini gerçekten aldı. Annesi ile olan ilişikisine değinmek
19 19
istiyorum burda. Annesi üvey olsa da ona gerçek bir anne şefkati ile yaklaşmıştır, onu hep desteklemiştir ve yanında olmuştur. Hatta bir gün komşular sohbet ederken kadınlar oğulları ile övünmeye başlamış. Biri oğlunun doktor olduğunu, diğeri oğlunun mühendis olduğunu söylüyorlarmış. Sıra Arife Hanıma gelmiş. O da ‘Benim oğlum da Ankara’ya gitti, komünist oldu.’ demiştir. Memleketiyle onur duyardı. Ailesiyle gurur duyardı.Halk sevgisinden, aşkından başka hiçbir aşkı övgüye layık görmezdi. Bir anısını şöyle anlatıyor Arif:
20
“Aklıma gelmişken burada Afyon Lisesi’nde başımdan geçen bir olayı anlatayım. Lisede bir oğlan var. Bulgar göçmeni… Bizim sınıfın en yaşlısı taş çatlasa 20 yaşındadır; bu 30 yaşında… Bir gün sınıfın kapısındayız. Ya yatakhaneye gideceğiz, ya yemekhaneye ineceğiz. Kitaplarımızı, çantalarımızı topluyoruz. Dönüp de bana “Eşek Kürt” demez mi? Ben sobanın yanındayım. Sobanın pik kapağını kaptığım gibi suratına indirdim. Alnının ortasından, göz kapağından yanağına kadar indi kapak. Satır gibi… Ve oğlan düştü oraya. Hemen hastaneye götürdüler. Adı da Bulgar Hasan… Başmuavin Cemal Hoca, Cemal Tunaç beni çağırdı. “Nedi oğlum?” diye sordu. Dedim “ Bunun ne hakkı var bana hakaret olsun diye böyle şeyler söylüyor.” “Ben,” dedim, “ailemle, memleketimle onur duyarım.” Cemal Süreya’yı çok severdi. Süreya için ‘Ama sen ki benim yarı par-
çamsın, suyun ötesindeki parçamsın.’ demiştir. Hapishanedeyken Cemal Süreya para gönderip borcunu ödemeye yardımcı olmuştur. Tam bir Nazım hayranıydı. Onun yolundan yürüdü. Hatta ‘Tam bir Nazım sarhoşuyum, ezbere canımı veririm.’ demiştir. Nazım’la ilgili bir anısını şöyle anlatıyor: “1950 öncesi yılları… Abidin (Dino) Abilerdeyiz… Bir gün evde yine şiir konuşuyoruz. İçiliyor. Bir tartışma başladı. “Türk şiirinde devrimi biz yaptık,” dediler, “Nazım değil. Bir çağ varsa onu biz başlattık.” Şimdi hangimiz konuşacağız, bilmiyorum. Yalnız ben düşünüyorum. Nazım bunların akrabası, bunları yüceltmiş, tercümelerine yardımcı olmuş, yani aralarında bir hukukları var. Biz, dışarıdan halk çocuklarıyız. Nazım’la tanışmıyoruz, ne ben, ne Yaşar Kemal… Dedim ki: “Güzin Hoca Hanım’dan özür dilerim, benim hocamdır, ama bu, bir terbiyesizliktir. Kendinizi Nazım’dan daha büyük bir şair, çok daha önemli, edebiyatta çığır açmış, devrim yapmış adamlar olarak görmeniz soytarıca bir harekettir. Burada benim ağabeylerimsiniz ama, beni mecbur ettiniz.” “İkincisi,” diye devam ettim: “Diyelim ki ileri bir toplumdayız, her bakımdan, ekonomik bakımdan, politik bakımdan çok ileri bir topluma ulaştık. Ve o zaman konuşuyoruz. Şimdi değil, o zaman birileri çıkıp Türk şiirini yargılayacaksa ve siz de bu laflarınızla ortaya çıkarsanız, yani Yahya Kemal’e bir
şey demezler, ama size hain derler. Ayıptır, hem Nazım’ı tanıyorsunuz, hem arkasından böyle konuşuyorsunuz.” Oktay Rifat, “Nazım’dan başka şiir bilmez misin sen?” dedi. Ben sesimi çıkarmadım artık. Ama Güzin Hanım işaret ediyor “Oku” diye… Ben de “Hani Kurşun Sıksan Geçmez Gecen”i okudum. “Bu kimin?” dedi Oktay Rifat. “Bir arkadaşın,” dedim. Fakat Oktay Rifat çarpıldı. “Korkunç, korkunç güzel bir şiir,” diye söyleniyor. “Ben bu şiirle elli tane şiir yazarım,” diye sürdürdü konuşmasını, “Malzemeyi nasıl böyle hoyratça harcıyor bu yahu…” O zaman şu karşılığı verdim: “Sen elli tane yazarsın, sulandırırsın konuyu, şiiri, mısraı… Bu boya ile elli resmi boyarım diyorsun. O zaman bu şiir olmaz. Yani senin yaptığını sanma ki biz bilmiyoruz. Sen Prevert’ten yürütüyorsun, Charles Nodier’den yürütüyorsun, sonra da bir yenlikmiş gibi sunuyorsun bunları…”
Üşüyorum, kapama gözlerini... Serbest bırakıldıktan sonra gazetelerde çalışan Arif, Aynur Hanım ile evlenmiştir. Bu evlilikten Filinta adında bir çocuğu olur. Çocuğunu kendine bir güç olarak görür. Baba olunca dünyanın en mutlu insanı olmuştur.
Emekli olduktan sonra evine çekildi. Yalnız olmak hoşuna gidiyordu. Artık vakit gelmişti. 2 Haziran 1991 tarihinde kalp krizi geçirdi. Onca şey yaşadı düşünceleri uğruna, dövüldü, öldü sanılıp çöp kovasının kenarına bırakıldı, köpekler onu yiyecek mi diye korkarak yaşadı o çöp kovasının kenarında. Kim caydırabildi? Gerçek sanatçıyı ne caydırabilirdi ki? Bu dünyadan bir gerçek sanatçı daha gitmişti ve biz bir gerçek sanatçının daha değerini bilememiştik. Söyleyinsenize, sanat yoksa ne var, sanatçı yoksa ne var? Peki ya neden bu engel, bu uğraş? Öyle ya da böyle Ahmed Arif de gitti, o da adını zamanın Yazdığı şiirler başına ne işler açtıysa hiç silinmeyen bir bölgesine yazdırdı da o asla yazmaktan vazgeçmedi. Nazımlar, Orhanlar, İlhanlar, SüreyaDüşüncelerini aktarmaktan vazgeç- lar gibi. İyi ki de yazdırdı. Hala okuyomedi. Hasretinden Prangalar Çürüt- ruz, okuyacağız. Okuyalım diye yaztüm(Eskittim) adlı o ünlü şiir kitabını dılar, vazgeçmediler. Okumuyorsak, hepimiz görmüşüzdür. Ahmed Arif’in öğrenmiyorsak bu uğraşın nedenini şiirlerinin toplandığı eşsiz, Ahmed bize yazıklar olsun. Arif’i öğrenmek isteyen bir insanın okuması şart olan bir eser. Kullandı- Saygı ve özlemle anıyorum. ğı imgeler okudukça okutan cinsten. Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin, Yitirmiş öpücükleri, Payı yok, apansız inen akşamlardan, Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene, Seni anlatabilsem seni... Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
21
Öykü * Muhammed Atakur
Ayrı Dünyaların İnsanları
22
“Bizden
olmazdı
zaten…”
Ayrılığa bulunmuş en klişe kılıfı zorla kabullenme evresindeydi. Klozete oturmuş ihtiyaç giderirken yapıyordu bunu. Canı sıkılmasın diye her zaman klozetin çevresinde barındırdığı bulmacaların çoğunda boş kare kalmamış hatta “sağ üst köşedeki sanatçı kimdir?” sorularının muhatabı olan sanatçıların mürekkepten sakal bıyıkları bile çıkmıştı. Ağzında duran sigaranın tüten dumanı helâyı aydınlatan lambanın altında, mavi fayansların fonunda efsunlu bir şekilde süzülüyordu. Sigara dumanının efsunlu turuna direkt bakmıyordu da aynaya yansıyan görüntüsüyle yetiniyordu. Evrende gerçekleşen her olaya bir camın ardından bakmak en iyisiydi. Birinci dereceden tanık olmak yerine dışarıdan bakan ilgisiz bir seyirci olmak. Bu fikrin hayatımızdaki en ideal vücudu ise televizyonlarımızdı. Tüplü, plazma, LCD… Her türlü borç batağına girip en yüksek piksellisinden aldığımız canım televizyonlarımız. Evrendeki her türün bir camın arkasına toplandığı tek yer orasıdır. Babasını kesenler, küçük çocuklara sulananlar iğrenç mahluklar, milleti uyutanlar, milleti uyandırmaya çalışanlar, milleti uyandırıyor gibi yapanlar, ulusa seslenenler, ulusu sömürenler, hak yiyenler, et yiyenler, insan yiyenler, gelinler, kaynanalar, evde kalanlar, dünyayı gezenler, karta çıkanlar ve kart çıkaranlar, artistler, demokrat-
lar, haklı hırsızlar ve haksız hırsızlar, açlar toklar, onlar, şunlar, bunlar, daima mış gibi yapanlar -ki en çok da onlar-, padişahlar ve nihayet soytarılar… Hepsi var televizyonda. Yeter ki şu sihirli kırmızı düğmeye bas ve bırak konuşanların sesleri evin içinde yankılansın. Oturma takımımızı salonun başköşesine koyduğumuz televizyonlarımıza göre konumlandırdığımızda satışa çıkarmıştık zaten beynimizi. Televizyonda konuşulanların pek bir önemi yok. Zaten a kanalının söylediği b kanalının az farklı bir versiyonu. Şimdi biraz daha aç sesi. Aç aç…
kadar uzadığını ezber etmiş olsam da, eğitim hayatım boyunca her okul çıkışında onunla evine kadar yürüyeceğim diye kendi evimden yedi sokak uzaklaşmış olsam da, her pazar kahvaltısına belki onu görürüm umuduyla kendi bakkalımdan değil de onun sokağındaki bakkaldan ekmek almaya gitsem de, sırf gönlünü kazanabilmek için yaz tatilinin her gecesinde cami hocasının ödev olarak verdiği sureler yerine kafiyeli şiirler ezberlemeye çalışsam da olmadı. Aynı dünyaların insanları olamadık. Bazı kalpler vardır içine girmesi imkansız olan. Kaf Dağı’ndan Anka’nın Ne diyorduk… Bizden olmazdı za- tüyünü getirsen de faydasız. İşte buten. Ayrı dünyaların insanlarıymışız. rada başlıyor gerçek dünya. MasalYani bunları ben değil benden ay- ların herhangi bir kıymeti olmadığı rılmak isteyen sevgilim söyledi. Yani dünya. Tam da burada kabullenieski sevgilim. Tabii bana benden yorsun ayrı bir dünyadan olduğunu. ayrılmasından çok televizyondan duyduğu bahanelerle ayrılması koyBacakları uyuşmaya başladığında muştu. Birazcık daha yaratıcı ayrılma klozetten kalkmıştı. Biten sigaranın tübahanesi bekler her terk edilen çün- ten son dumanı lambanın etrafında kü benim mars’ta yaşayan ama hiç döne döne yok olmuştu. İzmariti de göremediğim bir halam yok. Eğer klozetin içine attı ve sifona basarak onun farklı gezegende yaşayan ak- klozetin içerisinde küçük çaptaki seli rabaları varsa orasını bilemem. Ama gerçekleştirdi. Helâyı terk edince evin bildiğim kadarıyla dünya aynı dün- içinde yankılanan televizyonun sesi ya. Maksimum 60-70 yıllık ömür ni- duvarlara çarpa çarpa kulaklarına hayete erdikten sonra göz çukurları- erişti. Yüzünü hiç görmediği bir aktris, nı kurtçukların doldurmadığı tek bir yüzünü hiç görmediği bir aktöre yine insan evladı yaşamadı yeryüzünde aynı ses tonuyla yılların yalanını tekki eski sevgilimin göz çukurlarını dol- rarlıyordu: “Bizden olmazdı zaten. Biz duracak kurtçuklar yeryüzündeki en ayrı dünyaların insanıyız.” şanslı kurtçuklar olacak elbette. Evet, mide bulandırıcı da olsa romantizm romantizm’dir. Yine de ayrı dünyaların insanlarıymışız. İlkokul, ortaokul ve lisede hemen onun ardındaki sırada oturup saçlarının hangi aralıklarla ne
23 23
Öykü * Varol Mengüverdi
Yanılgı
“Sen evlendin, bilirsin bu duyguyu... Bizim gibi yaşlıların, aşklarının değil de günahlarının geçmişiyle... Ansızın tertemiz, masum bir yaratığa yaklaşmamızdır korkunç olan. İğrenç bir şey bu. İnsanın bu yüzden kendini ona lâyık görmesi olası değildir.” -Anna Karenina, Lev Nikolayeviç Tolstoy.
vada, başını çevirerek geldiği yöne baktı. Suna’yı, tahmin ettiği gibi, bir polis memuruyla yan yana gördü. Bu öfkeye bir anlam veremiyordu. Bir rüyada gibiydi ancak rüyalarda dahi önceden bilinen, hâkim olunan kurgular mevcuttu. Bu tamamen gerçek olan düş ise insanı deliliğe susatan bir bilinmezlik hâkimdi.
Hemen yanında, şeffaf camın ardında durmuş, içeriye bakmakta olan Taylan, hiçbir tepki vermiyordu. Hayretle, camın ardındaki odada telaş içinde koşturan insanları seyrediyordu. Suna’nın sesi; uyuyan bir insanın çevresinde yükselen ve ancak rüyasına girebilen bir sesten farksızdı onun için. Başını, iki eliyle tutarak ve zihnini açmak ister gibi okşayarak, arkasına döndü ve koridorda, ağır ağır yürümeye başladı. Bu sırada, Suna’nın sesini yeniden duydu. Rüyaya girmekten çok, insanı sıçrayarak uyandıracak türden sözler ediyordu:
Gözaltında geçen günlerin sonuncusunda, bu defa, günlerdir seyrettiği duvarda bir görüntü belirdi. Bir kaza meydanı. Bahar’ın arabasında, şoför koltuğundaydı. Biraz sonra, otomobilden çıkıp yan kapıya doğru koştuğunu gördü. Araya bir karartı girdi. Duvar, bir perde görevi görse de ara ara dikkatini dağıtıyordu. Çok geçmeden, seyir yeniden başladı. Ablası sedye ile taşınıyor olan Suna, kendisine, gereksizliğinin artık yalnızca zarara dönüştüğünü anlatan, çaresiz bir gözle bakıyordu. Bir şekilde yok olması için yalvarır gibiydi. Duvarda beliren son görüntüyse; tutuklulara ait, ayakkabı bağcıklarının dahi alıkonmasının, ne denli akıllıca bir iş olduğunun kanıtıydı. Bu, bir içki masasıydı.
Polis memuru tarafından kelepçeI lendiği sırada şunu gördü: Suna ile birlikte, sedyeyle ilerleyen doktorları - Senin yüzünden! ve hemşireleri takip ediyorlardı. Bu takip bittiğinde ve baş başa kaldıkSuna, ağlıyor ve titreyen sesiyle larında, kadın, yüzünü görmemek aynı cümleyi tekrarlıyordu. adına mermer zemini seyrederek yanından geçip, bir köşeye geçmiş- Senin yüzünden! Senin yüzünden! ti.
- Onun suçu. O yaptı. Bakın, kaçmaya çalışıyor. Yakalayın onu, lütfen! Yavaş yavaş indirdiği elleri hala ha-
24
II
mecbur bırakıldığı bir oyunun içinde gibiydi. Kendisine yönelik telkinleri Kanepeye oturmuş, kitap okumak- ve direktifleri sonuçsuz kalıyor, bütün ta olan Bahar, mutfaktan gelen sesle bunlar, yaşamın içerisinde, henüz ilk irkildi. Bir şey kırılmış olacaktı. andan zihnini terk ediyorlardı. Kitabı artık bir köşeye bırakmıştı. Düşünmek- Ne oldu? le ve biraz sonra soracağı soruyla ilgileniyordu. Kan tadından bıkmış olan - Bardağı düşürdüm. Taylan, yeni bir sigara yaktığında, o da sorusunu sordu. Bir süre de kendi kendine söylenen Taylan, yerdeki cam parçalarını top- - Yarın geleceksin değil mi? Sulamaya başladı. Sol elinin işaret par- na’nın doğum günü, biliyorsun. mağına, ufak bir cam parçası battı. Hafifçe kan akıyordu. Rahat edebil- - Hayır. Gelmeyeceğim. Daha önce mek adına yapması gerekeni yaptı. de söylemiştim bunu. Gizlediğim bir Nihayet meyve suyunu bardağa dol- şey değil. Arkadaşlarınızdan nefret durabildikten sonra içeriye geçti. Ba- ediyorum. har’ın hemen sol tarafında bulunan, sırtı pencereye verilmiş kanepeye - Bunu zaten biliyorum. Peki ya Suna? oturdu. Bir sigara yaktı. Çok geçmeden kanın tadını duydu. Okumaya - Onunla ayrıca konuşur, hediyesini ara vermiş olan Bahar, şaşkınlık ve öf- de veririm. Beni anlar. keyle ileriye atılıp, ellerini avuçladı. İki işaret parmağı da hafifçe kanıyordu. Bahar, öfkelendi ve bir sigara da o yaktı ancak yine de sükûnetle konuş- Yine mi? mayı başarabildi. - Kan durmamış. - Onu boşver! Böyle bir durumda da mı aynı şey? - Evet. Öteki türlü, diğer yanım boşlukta kalıyor gibi hissediyorum. İkisi de sustu. Bahar, geri çekildi. Az evvelki manzaraya hayret etmesine anlam veremiyordu. Oysa çoktandır bütün bunlara alışmış olduğunu hissediyordu. Ancak ezberledikçe, ters köşeye yatırıldığı ve doğaçlamaya
- Neden bana böyle işkence ediyorsun? Ailen dahi bıraktı seni ya da sen onları, her neyse! Neden insanlara acı çektiriyorsun? Bundan zevk mi alıyorsun? - Belki de evet. Bunu söylerken hafifçe gülümsedi. Bu, kadını daha da çok sinirlendirdi ve artık içinde, sıcaklık halinde saklı olan öfkesini, yüzeye, başta yüzü olmak üzere tüm vücuduna dağıttı. Öfkeyle bağıracak oldu ki, bu sırada
25 25
Suna, içeriye girdi. Kısa süren bir sessizliğin ardından, konuşmaya ve gülüşmeye başladılar. Gizli bir sözleşme yapmış gibiydiler. III Hasta bakıcının çekiştirmesiyle ancak yürüyebiliyordu. Öne eğmiş olduğu başı, zavallılığını temsil eden bir bayrak gibi hafifçe sallanıyordu. Pek görünmeyen suratında ise ancak bir çocuğun yüzünde görüldüğünde alaya alınmayacak türden bir donukluk hali, açıkçası bir aptallık ifadesi vardı. Fakat aptallık, beynin, işlevlerini en düşük seviyede tutması demektir. Bu beyine ise ciddi bir hastalık hâkimdi ve işlevlerini yitirmemiş, daha fenası birbirleriyle dövüşmekte olan taraflara pay etmişti. İşte bu donukluk; mücadeleden, daha büyük bir zarar gördüğünü hissedecek noktaya gelişinin göstergesiydi.
26 26
tında. - Çok içmiştik. Evet, suçluyum ama o kadar da değil. Öyle değil mi? Çıkınca buradan, rahatça yaşayabilirim. Öyle değil mi? Doktor, mırıldanırcasına küfür etti. Oldukça sakin bir girişti bu: - Orospu çocuğu! - Ne? Hiddetle yerinden kalktı. Bu defa bağırdı. Kendini kaybetmişti. Öfkesini gizleyemiyordu artık. Oysa bunun için yanlış tarafta bulunuyordu: - Orospu çocuğu! Yetti artık! Kaza maza yok! Anlamıyor musun? Kes ağlamayı! Yaptığının bir hata olduğunu fark eder etmez, odayı terk etti. Hastayı bekletmenin, onu azarlamaktan daha iyi olacağını düşünüyordu. Uzun, sarı saçlarını, omuzlarına vura vura hastanenin bahçesine çıktı.
Odaya getirilmiş, doktorla baş başa bırakılmıştı. Yere bakıyor ve bir şey keşfetmek istercesine düşünüyordu. Eliyle doktora yaptığı ‘dur’ işareti ile biraz vakit kazandı. Kadın da sabırla Odaya dönmek üzereyken, koridorbeklemeye başladı. Yalnız, Taylan’ın da bir diğer doktor ile karşılaştı. gözlerinde birikmiş olan ve dökülmemekte ısrar eden yaşlar, tedirgin - Hayırdır hocam? Niye bu kadar siediyordu onu. Hasta, nihayet keşfini nirlisiniz? tamamladı. - Yine aynı meseleleri kurmuş ka- İyileştim. Gerçekten. Her şeyi hatırlı- fasında. Yine! Bu defa da bir kazayorum. Benim yüzümden öldü değil dan söz ediyor. İçkiliymiş! O sebep mi? olmuş! O kadar da suçlu değilmiş! Bir türlü kabul edemiyor; kadını, Ağlamaya başladı. Sorduğu soruy- ayan beyan, vahşice öldürdüğünü. la birlikte, bir kanal açabilmişti sura-
Kadın, kimden bahsettiğini belirtmeyi unutacak kadar öfkeliydi ancak kimden bahsettiği de gayet açıktı öteki doktor için. - Benim anlamadığım; neden, ölüm olmayacak şekilde değiştirmiyor gerçeği? - Bilemiyorum. Belki, vicdanını o denli rahatlatamayacağını bildiği içindir. Belki de o kadar uzun bir ömür sığdırabileceği bir hayal kurmaya vakit bulamıyordur. Biliyor musun? Doktorum, bunu söylemem doğru olmayabilir ancak; onu iyileştirmek içimden gelmiyor. Acımıyorum bile ona.”
27
www.epizotportal.com