Epizot Fanzin - 5.Sayı

Page 1

5.SAYI

2₺

Bütünün tamamı parçadır.

KAFAMIZA GÖRE

EDEBİYAT | KÜLTÜR | SANAT


Editörler Özkan Öztürk Oğuzhan Turan Redaksiyon Yasemin Üşümüş Kapak Çizimleri Rümeysa Sürücüoğlu Vinyet Çizimleri Rümeysa Sürücüoğlu Grafik Tasarım Özkan Öztürk

İçindekiler Zeynep Çalıcı - An Gelir, Attilâ İlhan Ölür 3 Uğur Ergün - Başarısız Bir Yazarın Öyküsü 8 Elvan Sunar - Orhan Pamuk’la Anlaşmak 10 Mete Karagöl - Kimsenin Göremediğini Gören Yazar: Yaşar Kemal 12 Özkan Öztürk - ÇÖP: Bir Popüler Dergicilik Eleştirisi 16 Gamze Kısa - Barış Eren’in Çevirisi ve Rejisiyle ”Oğul” 18 Muhammed Atakur - Var Olmayan Kurtuluş 20 Varol Mengüverdi - Barakada Geçen Günler 22

İnternet Sitesi www.epizotportal.com Twitter @epizotportal Instagram @epizotportal Gmail epizotportal@gmail.com


An Gelir, Attilâ İlhan Ölür Zeynep Çalıcı

1925 Haziran’ında Anadolu topraklarında filizlenen bir umut tohumu… Şiiri hayat mücadelesinin tacı olarak gören, gayesi her daim insanların mutluluğu olan, inandığını ve bildiğini her koşulda söyleyen bir düşünce insanı. Yazar, şâir, gazeteci, senarist, eleştirmen ve daha fazlası: Attilâ İlhan. Aşkı, hayatı, sosyal ve siyasi birçok konuyu harmanlayarak bize sunduğu eserleriyle beynimizde, tarihimizde, edebiyatımızda önemli bir yer tutan aydınımızın lakabı Kaptan’dır. En az kendisi kadar yetenekli olan bir kardeşi vardır İlhan’ın: Türk tiyatrosunun ve Türk sinemasının usta oyuncularından olan Çolpan İlhan. Eğitimli bir anneye ve halkın sevgisini kazanmış, başarılı ve mesleği savcı olan bir babaya sahip olan Kaptan, ölümünden önce verdiği bir röportajında, babası ile sanat anlayışlarının pek benzemediğini ifade etmiş; babasının aruz ölçüsü ile şiir yazdığını ve Nedim’i bolca okuduğunu söylemiştir. Ardından eklemiştir: ‘‘İlk şiirimi ilkokul üçte yazdım: İlkbahar, çiçekler, kelebekler kafiyesini hatırlıyorum sa-

dece. Babama gösterdim. Böyle şiir olmaz, dedi. Beğenmezdi benim şiirlerimi. Sadece divan sesini kullandığım şiirlerimi okurdu. O da gizli gizli. O bana ben ona karışmazdık.’‘ Gençlik yılları sallantılı geçen Attilâ İlhan, yalnızlığı seven, hayallerde yaşayan ve hep daha fazla öğrenme isteğiyle yanıp tutuşan bir gençti. Ortaöğretim yılları, o dönemde ülkede yapılan baskı altında geçti. Hatta bazı baskılara boyun eğmemesi onun genç yaşta (16) hapse girmesine neden oldu. O dönemlerde Nazım Hikmet hapisteydi ama eserleri onu sevenler tarafından gizlice okunuyordu. Gizlice okunan bu eserlerin birkaç tanesi İlhan’ın eline geçince, Nazım’ın düşüncelerini okuyup bu düşüncelerden etkilendi. Lisede hoşlandığı kız olan Vecide’ye yazdığı bir mektupta Nazım’ın dizelerini kullanınca hapis serüveni İlhan için başlamış oldu. Disiplin ile başlayan bu serüven 1941 yılında mahkemenin kararıyla son buldu: Attila İlhan komünizm propagandası yapmak suçuyla iki ay tutuklandı. Ayrıca hiçbir okulda okuyamama

3


cezası da verildi. Bu dönemde en büyük desteği babasından gören İlhan, bunu şöyle ifade ediyor: ‘‘Hapse girdim, mektepten kovuldum. Bana ‘Üzülme geçer.’ diye telgraf çekti. Çok az baba yapar bunu, o yüzden çok severim.’‘ Yıl 1944 olduğunda babasının uğraşları sonucu Danıştay kararı ile okul yasağı kalktı ve Attilâ İlhan İstanbul Işık Lisesi’ni bu sayede bitirmiş oldu. Attilâ İlhan lise yıllarının başında Atatürk’ü pek bilmediğini ve Fransız bir arkadaşı ile bir sohbetinden sonra utanıp Atatürk’ü öğrenmeye başlamaya karar verdiğini şöyle anlatıyor: ‘‘Ben, lise öğrenciliğim sırasında, Mustafa Kemal’i (Atatürk) önemsemezdim pek! Beni bu işe sardıran, bilir misiniz ki, FKP üyesi bir Fransız arkadaşımdır. Sizin diyor, devrimci bir lideriniz olacak, adı neydi onun, Mustafa Kemal mi, nedir tutumu, Sunyatsen’e göre nereye koyabilirsin, sağa mı sola mı, ana ilkeleri nelerdir? vs. Donakaldığımı hatırlıyorum. Söyleyebileceğim son derece genel, handiyse anlamsız şeyler: 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak bastı, memleketi düşmanlardan kurtardı falan filan. Bir anda, ülkem, ülkemin devrimci lideri konusunda sorduklarını cevaplamakta

4

aciz ve çaresiz kaldığımı görüp utanıyorum.‘‘ Bu olayı ‘‘beni en çok etkiyen olay’‘ diyerek anlatan İlhan, daha sonra hayatını Atatürk’ün başlattığı aydınlanma ilkesinin yolunda yürüyerek geçiren bir aydın olmuştur. Nazım Hikmet’i sevdiğini her fırsatta dile getirmiş, ondan etkilendiği hiçbir koşulda inkâr etmemiştir Attilâ İlhan. Şiire başlarken yazdığı birçok şeyi Nazım’a benzetmeye çalışmış ve bunu şu şekilde ifade etmiştir: ‘‘Bir ara Nazım’ı taklit ettim. Ne kadar benzetirsem o kadar iyi olur sanıyordum. Böyle de yüz elli şiir yazdım. Sonra kendi sesimi buldum.’‘ Nazım’a olan hayranlığı yetişkinliğinde de peşini bırakmamıştır edebiyatımızın değerli Kaptan’ının. Lise yıllarını bitirip İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandıktan sonra şiir yazmaya başlayan İlhan, bir gün Varlık Dergisi’ne gitmiştir. Onu karşılayan Yaşar Nâbi Bey, İlhan’ın şiirlerine bakıp şiirlerinin Nazım’ı andırdığını söylemiştir. Attilâ İlhan’ın verdiği cevap ise şu olmuştur: ‘‘Nazım’ın hem şiirlerimde hem de hayatımda etkisi büyüktür!‘’ Bu sohbetten sonra Varlık Dergisi ile ilişkisi başlamıştır. 1946 yılında CHP şiir yarışmasına başvuran İlhan, bu yarışmada


ikinci olmuştur. Buradan kazandığı ödülün bir kısmı ile daktilo alıp bir kısmı ile de kitap bastırmıştır. Bu sıralarda Nazım hapse düşmüştür ve onu kurtarmaya çalışan bir grup insan Nazım için uğraşır. Bu grup içinde Attilâ İlhan da vardır ve Nazım’ı kurtarmak için bir kamuoyu oluşturmayı kafasına koymuş ve bu amaç uğruna zaman zaman parasız, kaçak, mutsuz yaşamayı bile göze almıştır. Nazım ile görüşmek için halka haber salmış, Kemal Tahir’i arayıp bulmuş ve hatta Nazım ile buluşmak için Paris’e bile gitmiştir. Attilâ İlhan Nazım için Paris’e gitmiştir ama Nazım bir türlü gelmemiştir. Onu beklediği bir sırada bir kadınla karşılaşır. Bu kadın öyle bir kadındır ki Attilâ İlhan’a adını hayatı boyu unutturmaz, Attilâ İlhan’da unutmaya niyetli değildir tabii: Maria Missakian. Nazım sayesinde bir şey daha öğrenir: âşık olmayı. Favori mekanları Depart Kahvesi olan bu çift birbirine sular seller gibi âşık olmuştur. Her şey güzel gidiyorken İlhan, Nazım ile buluşamamanın vermiş olduğu rahatsızlıkla döner İstanbul’a, gözü arkada. Aslında Maria’yı da götürmek ister fakat bir kucak dolusu engel çıkar önlerine.

Tek dönmek zorunda kalır. Maria hep aklındadır İlhan’ın. Bu çekik gözlü, bembeyaz tenli güzel kadın da Attilâ İlhan’ı özlüyor, onsuz yapamadığını derinden hissediyordur. İlhan Maria’ya gidemez, Maria da İlhan’a. Günler, aylar, yıllar derken Paris’ten kötü bir haber gelir Hilmi aracılığı ile şâire: “Maria’nın selamı var. Hayırsız bir müzisyenle evli, iki de çocuğu olmuş. Biraz fazlaca içiyor. Seni konuşurken gizlice ağladı.” Bu mutsuz sonlu aşktan geriye şu dizeler kalır: yine akşam oldu attilâ ilhan üstelik yalnızsın sonbaharın yabancısı belki paris’te maria missakian avuçlarında bir çarmıh acısı gizlice bir sefalet gecesi çocuğunu boğarmış gibi boğup paris’i sana kaçmayı tasarlar her akşam Attilâ İlhan’ın hayatında başka kadınlar da olmuştur. Şiirlerinde bahsettiği birçok kadın imge olarak kullanılsa da birkaçının gerçek olduğunu yaşadığı dönemde vurgulamıştır. Örneğin Zehra. “Hayatımda rastladığım en doğru kızlardan biriydi; ne yazık ki o günlerde ben yanlış bir yerdeydim.” der Zehra için

5


Kaptan. İlk çıkardığı kitabı da dahil olmak üzere birçok eserinde Zehra’ya yer vermiştir. İlişkileri bitse de daha sonrasında arkadaş olarak kalmışlardır. İşte Zehra’ya yazdığı bir şiir: sen bensin ben senim kalbimde senin kalbin kalbinde benim kalbim ben yanardağ sen ateş sen dünya ben güneş ömrün ömrüme girmiş yazan alnıma yazmış nur yüzüne yüzün şarkılara dönsün kalbim bir yol sana gitmiş zehra kardelin Bu kadınların arasında bir de Suna vardır. Suna Su kardeşi Çolpan’ın sınıf arkadaşıdır. Görür görmez etkilenmiştir İlhan. Bir ilişkileri olur fakat Suna’nın babası bu ilişkiyi öğrenip olaya el atınca ilişki biter. İlhan en sonunda Suna’ya ‘‘Rujunu al da gel.’‘ yazılı bir mektup gönderir. Mektuba cevap gelmez. Çünkü mektubu ailesi okumuştur ve Suna’nın kaçacağından korkup onu abisinin yanına göndermişlerdir. Suna’dan geriye sadece İlhan’ın o anlamlı şiirleri kalmıştır: ellerini saçlarıma dolaştırma parmakların dudaklarıma değ-

6

mesin bu ağaçlar böyle yeşil giyiyorlar bu yıldızlar gözlerine doğuyorlar ellerini saçlarıma dolaştırma nefesin avuçlarıma esmesin yoksa yine yolcuyum suna su bu yağmurlar böyle yorgun yağıyorlar bu rüzgârlar kapımızı dövüyorlar bu ışıklar böyle birden sönüyorlar gözlerini karanlığa alıştırma aydınlığı seviyorum suna su İlhan yazıyordu, sevenleri okuyordu. O hep kendini yazıyordu, sevenleri hep kendini okuyordu. Öyle bizden biriydi ki her cümlesinde kendimizdeki ortak şeyleri buluyorduk, hâlâ buluyoruz, hâlâ okuyoruz Attila İlhan’ı. Kuşkusuz bir gemiyse edebiyat, İlhan onun en donanımlı kaptanıydı! Saygıdeğer Kaptan, 2005 yılında takvimler 11 Ekim’i gösterirken aramızdan ayrıldı. Fakat bize çok değerli şeyler bıraktı: eserlerini. Onları okuyarak, anlayarak öğreniyoruz Attila İlhan’ı. İsmini hafızamızda unutulmayacaklar arasına ekliyoruz. Zamanın hiç silinmeyen bir bölgesinde sonsuza kadar ismi yaldızlı harflerle yazılmış bir insan olarak kalacak! Saygı ve özlemle anıyorum…


görünmez bir mezarlıktır zaman şairler dolaşır saf saf tenhalarında şiir söyleyerek kim duysa / korkudan ölür tahrip gücü yüksek saatli bir bombadır patlar an gelir attilâ ilhan ölür

7


Başarısız Bir Yazarın Öyküsü Uğur Ergün

Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur, kimi müdürlüğüne, kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, “Veli Ağa’nın öküzleri gibi öküz, yoktur.” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın! Yusuf Atılgan’ın 1959 senesinde yayımlanan ‘’Aylak Adam’’ adlı kitabı edebiyata yeni bir soluk getirmiştir. İşte üstte okuduğunuz kitabın içindeki etkileyici kısa metin, sadece etkileyici olmakla kalmayıp genç bir yazara da büyük bir ilham kaynağı

8

olmuştur. Bu pasajdan fazlasıyla etkilenen bu genç yazar, heyecanla daktilosunun başına oturup yazmaya koyulur. Bu metinden aldığı o yüksek ilhamla, gecesini gündüzüne katarak yazar. Genç yazarın başlangıçta kaleme aldığı kısa metin sonrasında küçük bir öykü olur ve dallanıp budaklanıp uzun bir öykü derken aşama aşama ilerler ve en nihayetinde yedi yüz sayfalık dev bir roman hüviyetini alır. Genç yazar, romanına son


noktayı koyduktan sonra hemen bir mektupla birlikte o kısa metinden kurduğu kocaman dünyayı Yusuf Atılgan’a gönderir. Heyecan içinde vereceği yanıtı bekler durur. Yanıt gelmedikçe tanıdıklarından ve postaneden romanın ve mektubun Yusuf Bey’e ulaşıp ulaşmadığını sorar. Sorgular. Ulaştığına emin olur, fakat heyecanla beklediği o yanıtı, kitabı ödül aldıktan ve yayımlanıp büyük başarılar kazandıktan yıllar sonra bile alamaz. Bir dostuna sohbet sırasında bu olayı anlatır ve herhalde Yusuf Bey yazdığım romanı hiç beğenmedi, der üzülerek. Binlerce okura ulaşmak ve pek çoğunun hayatında iz bırakmak elbette büyük başarıdır, ama o büyük yazar Yusuf Atılgan’ın beğenisini kazanmayı hedeflemiş ve kendi ölçütünde başarısız olmuştur. Kendini başarısız addeden veya zanneden bu yazarın ismi bazılarınızın tahmin edebileceği üzere Oğuz Atay’dır ve evet, kitap da devrim niteliğinde eseri olan Tutunamayanlar’dır.

dört sene sonra 1981’de Yusuf Atılgan bir röportaj esnasında bu olaydan haberdar olur ve ardından “Tutunamayanlar’ı çok beğenmiştim ama böyle bir kitabı yazan birinin benim yorumuma ihtiyacı olmadığını düşünmüştüm. Keşke hayatta olsaydı da bunu kendisine söyleyebilseydim.” der. Yusuf Atılgan’ın tavrı doğru mudur? Aksi açıdan bakınca genç bir yazara dönüş yapmak ve onu geliştirmek gibi bir sorumluluğu var mıdır? Aylak Adam’ın tutumunu sergilemesi mi gerekir? Bunlar hiçbirimizin doğru yanıtı veremeyeceği sorular olmakla beraber; Tutunamayanlar romanının yazarının bir tutamak arama noktasında çok önem verdiği bu yanıtı, hayatı boyunca alamayışının ve bu tutamağa da tutunamayışının bir kara mizah olup olmadığını, bu yanıtı aldığı takdirde yazarlığında ve hayatında neler değişeceğini, daha mı iyi yoksa daha mı kötü olacağını siz güzel okurlarımızın takdirine bırakıyorum.

Neden başarısız olduğunu zanneden dediğime gelirsek; Oğuz Atay 1977 senesinde vefat etmiştir. Onun vefatından

9


Orhan Pamuk’la Anlaşmak Elvan Sunar

Geçenlerde internette denk geldiğim ve “Vay be, gerçekten de yalnız değilmişim.” dememe sebep olan bir konuyu ele alıyorum. Aslında durum oldukça trajikomik. Bu zamana kadar arkadaşlarımın tavsiyesi üzerine elime tutuşturulan, hediye olarak verilen veya kendi isteğimle aldığım ama yarıda bıraktığım Orhan Pamuk kitapları oldukça fazla. Bu “vahim” durum hakkında iki çift laf etmem gerektiğine karar verip sarılıyorum beyaz sayfalara. Kitap okumayı gerçekten çok seviyorum. Her türden ve her yazardan eserler okuyup kendimi geliştirmek oldukça keyifli. Anlam veremediğim durum ise Orhan Pamuk kitaplarını bir türlü sonuna kadar okuyamamak. Yıllar evvel Masumiyet Müzesi romanı yaşıtlarımın elinde gezerken bir şans vermek istedim Orhan Pamuk’a. Üstelik Nobel Ödüllü bir yazar olması ve arkadaşlarım tarafından “harika, sürükleyici, akıcı” yorumlarını sık sık duyuyor olmam okuma isteğimi kamçıladı. İlk sayfalarda beni büyülü dünyasına sokuyor gibi olsa da kitabın ortalarında

10

tıkandım. Açıkçası hayatımda ilk defa böyle bir şey yaşamıştım. Sorunun bende olduğunu düşünerek kendimi okumak için zorlasam da bir türlü başaramadım ve kitaplığımın köşesindeki bir rafa kaldırdım. Bu olayın üzerinden birkaç yıl geçtikten sonra yakın bir arkadaşımı “Benim Adım Kırmızı” romanını okurken gördüm ve dayanamayarak ikinci bir şans verdim Orhan Pamuk’a. Sonra ne mi oldu? Zorlanarak okuduğum birkaç sayfa sonunda sıkılarak romanı yarıda bıraktım. Hatta yakın arkadaşıma “Yahu, sen bunu nasıl okuyorsun?” diye sitem ettiğimi hatırlıyorum hâlâ. Asıl olay Orhan Pamuk’un 2016 yılında çıkardığı Kırmızı Saçlı Kadın’da patlak verdi. Uzun süredir Orhan Pamuk’a ait eserler okumadığımı fark ederek aldım son kitabını. Kitabı okumaya başladığım ilk anlarda ne kadar haksız olduğumu düşünüp durdum. Gerçekten zevkle okuyor, kitabın sürükleyici dünyasına kapılıyordum. Çevremdeki insanlara da mutlaka okumaları gerektiğini söylüyordum. Ki-


tabın sonlarına doğru - neden bilmem - önceden de tecrübe ettiğim o sıkıcılık hâli üzerime yapıştı. Kendimi kitabı bitirmek için zorlarken buldum yine. Baktım iş olacak gibi değil, bitiremeden kitaplığımın rafına sıkıştırıverdim. Orhan Pamuk’la bir türlü anlaşamadık ne yazık ki. Beni güldüren olay ise, benim dışındaki birçok insanın aynı durumu yaşıyor olması. Ne kadar komik olsa da başkalarıyla bu konuda ortak bir paydada buluşmak rahatlatıcı bir his. Siz yine de Orhan Pamuk’un herhangi bir kitabını okumadıysanız ona şans verin çünkü çevremde kendisinin üslûbuna ve seçtiği konulara bayılan insanlar da var. Ne olursa olsun kendisiyle uzlaşma çalışmalarına devam edeceğim, yeni çıkan kitaplarını okumaya çalışacağım. Belki bir gün anlaşabiliriz.

11


Kimsenin Göremediğini Gören Yazar: Yaşar Kemal Mete Karagöl

1915 yılıydı… Osmanlı dokuz rılıp İslâhiye’ye yerleştiler. Kısa bir cephede savaşıyordu. zaman sonra da Yarpuz Bucağı’nı geçip bugünkü Karatepe Ruslar, doğudan saldırıyordu. Aslantaş Millî Parkı’nı güneyden Tehlike altında olan şehirlerden dolanıp Kadirli’nin Hemite (Gökbiri de Van’dı. Van’ın Muradi- çedam) Köyü’ne yerleştiler. Bu ye ilçesinde yaşayan Sadık Bey yolculuk esnasında çocukları ve Nigâr Hanım, kapıdaki Rus çok seven Sadık Bey, Yusuf adıntehlikesinin farkındaydılar. Bir da bir çocukla karşılaşır. Karşılaşyandan da şehirde yaşayan bir tıklarında Yusuf yaralıdır. Ve Sagrup Ermeni huzursuzluk yara- dık Bey, yara ile alâkadar olur, tıyor, bölgedeki halkı kışkırtıyor, iyileştirir. en birinde de göçe zorluyordu. Sadık Bey, Muradiye’de çiftçilik Osmanlı’nın hesabı çarşıya yapıyordu. Babayiğit, sağlam uymadı. Savaştan mağlûp ayrıbir adamdı. Keza karısı da aynı, lan Osmanlı, ağır bir ateşkes anthanım hanımcık bir kadındı. laşması imzaladı. Sadık Bey’in Sadık Bey, bir gün telâşla eve yerleştiği Kadirli, Fransa’nın işgal gelip, eşi Nigâr Hanım’ın göz- ettiği topraklar arasında yer alılerinin içine bakıp kararlılıkla ve yordu. İşgalleri kabul etmeyen hiç kekelemeden, biteviye ve Mustafa Kemâl Paşa ve arkadaşKürtçe olarak “Hanım, hazırlan, ları Ankara’da bir meclis açmış, gidiyoruz.” dedi. Nigâr Hanım, batıda Yunan işgalini durduryaklaşan tehlikenin farkında, muştu. Yunan’ın mağlûbiyet algünlerdir kocasına söylemeye masıyla İtalya ve Fransa da yerçekiniyordu. Kocasının sözleri leştikleri bölgelerden çekilmeye ona müthiş bir hediye gibiydi. başladı. Ve 1922’de son düşman postalı da yurdu terk etti. Yanlarına taşıyabilecekleri kadar eşya alıp bir kuşluk vakti Bir çocuk hasreti çeken Sadık baba topraklarını terk etmeye Bey ve Nigâr Hanım, 1923 yılının mecbur kaldılar. Bu göç hare- güzünde Kemâl adını verdikleketi uzun sürecek, yoracaktı. İlk ri bir çocuk dünyaya getirirler. durakları Diyarbakır oldu. Ancak Kemâl doğduğunda Sadık Bey fazla duramadılar, Urfa’ya göç yaşça baya ilerlemişti. Bu yüzettiler. Bir sabah buradan da ay- den de oğluna epey düşkündü.

12


Daha doğmadan sıkıntılarla boğuşan Kemâl, dört yaşındayken bir koyunun kesilmesi esnasında kesen kişinin elinden bıçağın kaymasıyla sağ gözünden oldu. Henüz dört yaşındaydı. Çocukluğun rengârenk dünyasına o, bir noksanla bakıyordu; ama o, noksansız çocukların göremediklerini görecek kadar da yaşamla, ümitle ve haylazlıkla bakıyordu. Birkaç sene sonra Sadık Bey’in yolda yardım ettiği Yusuf, Kemâl’in gözü önünde Sadık Bey’i bıçakladı, öldürdü. Sadık Bey artık ölmüştü. Kemâl küçücük ve o zamanlar babasını yitirmiş pek çok çocuk gibi kimsesizdi. Babasının başında yaktı ilk ağıtını. Lâkin bu ağıttan sonra konuşmada zorluklar yaşamaya başladı ve uzun bir süre kekeme yaşadı. Kekemeliği de ağıtlarla, destanlarla ve edebiyatla yendi. Kemâl artık okuma ve yazma biliyordu. Ama baba Sadık Bey’in ölümünden sonra amcası Tâhir Bey, ağabeyinin katilinin yakalanıp cezasını çekmesi için bütün bir serveti harcamıştı. Bundan dolayı Kemâl eğitimini yarım bıraktı. Ancak, Adana’da yaşayan bir aydın, entelektüel, tahsilli kişi Abidin Dino ile tanıştı. Dino, Kemâl’in okuması ile alâkadar oluyor, ona kitaplar veriyor ve hatta yaptığı resimleri ona gösterip yorum istiyordu.

Ne var ki Kemâl de babası gibi babayiğit ve haksızlıklara gelemeyen bir adam olmuştu. Cezaevine girdi. Çıktı. İstanbul’un yolunu tuttu. Evsiz ve yemeksiz dolaştı bir vakit. Sonra uzaklardan, çok uzaklardan bir el uzandı. O elin sahibi Abidin Dino’ydu. Cumhuriyet gazetesinde işe böyle başladı. Pek çok insan gördü, tanıdı. Ancak gazetenin ideolojisiyle ters düşen zihniyeti sebebiyle işsiz kaldı. Belki de işsiz kalması romancı olmasının önünü açtı. İnce Memed’in birinci cildi gazetede tefrika edilmişti. Ve bunun haricinde de öykü, roman ve ağıt kitabı çıkmıştı. Artık o Sadık Bey’in oğlu Kemâl değildi yalnızca. Türkiye’nin yaşamı, Yaşar Kemal’di de. O, kimsenin göremediğini görüyordu. Kimse görmese de bir haksızlık vardı. İşte İnce Memed 2, 3 ve 4 de bu sebeplerden ötürü geldi. İnce Memed kimdi? Bu halk umudunu yitirmediği sürece bir İnce Memed vardı her zaman. Yaşar Kemal durmadan yazıyordu. Öyle bir şey vardı ki içinde kalıbına sığmıyor, taşıyordu. Romanlar ardı ardına geliyordu. Yazdıklarıyla insanın düştüğü durumu bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor, okura okuduktan sonra “Hadi canım sen de!” dedirtiyordu. Hani köycül,

13


dağcıl ve vahşi romanlarıyla insanı kendi içerisinde dolduruyor, dolduruyor ve yaşam taşırıyordu. Yaşar Kemal’i besleyen Anadolu’ydu da ondan. Aslında insanların kızdıkları yahut kendisini romanın karakterinin yerine koyduğu her şey insanın kendisiydi. İnsan çoğu kez bilmeden okudu. Çoğu kez de utancından bilmezden geldi. Romanları hemen hemen dünyanın bütün dillerinde basıldı. Avrupa’da ve ABD’de klasikler arasında yer aldı. İspanya’dan Türkiye’ye, edebiyat cemiyetlerinden, üniversitelere ve Cumhurbaşkanlığına kadar pek çok yerde konuşma yapıyor, ödül alıyordu. Sadık Bey ve Nigâr Hanım’ın oğlu Kemâl, Türkiye’nin Yaşar Kemal’i, önce Thilda Kemal ile evlendi. Bu evlilik yarım asır sürdü. Thilda Hanım da, kocası gibi sanatla uğraşan biriydi. Edebiyatımıza pek çok çeviri yapmış, Yaşar Kemal romanlarının çevirilerinde de önemli roller üstlenmişti. Ancak Thilda Kemal, yirmi birinci yüzyılın başında Yaşar Kemal’i dünyada bırakıp gitti. Yaşar Kemal, daha sonra Ayşe Semiha Hanım ile evlense de Thilda Hanım’a olan bağlılığı, sadakati ve aşkı devam etti. Vasiyet buyurdu; ölünce, Thil-

14

da’nın yanına gömülmek için… Genç cumhuriyetimiz ile yaşıt Yaşar Kemal, yazmayı hiçbir zaman bırakmadı. Ölüm onu yazarken bulmalıydı… 2015 yılının kışında ölümle karşılaştı. Bu sefer tamamdı. Yaşar Kemal, artık anlatacaklarını anlatmış, görevini tamamlamıştı. Huzur içinde gidebilirdi. Annesine, babasına ve Thildası’na; edebiyatçı dostlarına dünyadan selâm ve haber götürüyordu… Ayşe Semiha Hanım, hiç gücenmeden kocasını Thildası’nın yanına defnetti. Ardında pek çok roman bıraktı. Öğütleri ise her insanın kulağında küpe olacak dereceden: Dünyanın bütün kötülüklerine baş kaldır. Bazen senin iyiliğin başkasının kötülüğüne de olabilir. Kendi iyiliğine de baş kaldır. Onun bizden bir tek isteği var: İnsan, evrende gövdesi kadar değil gönlü kadar yer kaplar. Gövdemize değil, yüreğimize bakalım…


15


ÇÖP: Bir Popüler Dergicilik Eleştirisi Özkan Öztürk

Edebiyatı popüler kültürün içine çekerek edebiyatın içini boşaltma hamlelerinin merkezinde yer alan OT, BOK, KAFA, TAVA, BAVUL, ÇUVAL, KAFKAOKUR, YILMAZÖZDİLYAZAR gibi kâğıt atıklarının sıklıkla başvurduğu “aforizma sıçma” alışkanlığının nedenlerini ve sonuçlarını bu yazıda ele alacağız. Öncelikle, bu dergilerin nasıl ortaya çıktığını, asıl amaçlarının ne olduğunu ve nasıl bir satış stratejisi izlediğini sizlere aktarmakla söze başlayacağız. 1980 darbesinden sonra iyice içine kapanan ve verimsizleşen edebiyata yapılan son operasyonun adı da popüler kültür darbesidir. Sözde edebiyat dergilerinin ortaya çıkışı 1996’ya dayanmaktadır. Bu hareketin öncülerinden biri hâlâ -maalesef- yayın hayatına devam eden OT dergisi ekibinin çıkardığı ‘’Öküz’’ isimli dergidir. Bu ekibin çıkardığı ‘’Hayvan’’ isimli dergi, bu geleneğin başka bir önemli üyesidir. 2013’te yayın hayatına başlayan ve yüz binler satan ‘’OT’’ dergisi, bu “sözde edebiyat dergileri”nin parazit gibi çoğalmasına da öncülük

16

etmiştir. Bu dergilerin asıl amaçları arasında edebiyatı düştüğü yerden kaldırmak gibi bir amaç kesinlikle bulunmamaktadır. Aksine, bu dergilerin asıl amacı düşene bir tekme daha atmak ve bu sırada savaş ganimetlerini toplamaktır. Söz konusu dergilerin satış stratejilerini şu şekilde sıralamak mümkündür: -Yakın bir tarihte ölmüş olan bir sanatçıyı kapağa koymak ve altına “afilli bir söz” yazmak. -Dünya üzerindeki bütün renklere dergide yer vermek.


-Tanınmış isimlere içi boş yazılar yazdırmak. -Yazıların bulunduğu sayfaların ortalarına yazıdaki bir cümleyi alıp bir yuvarlağın içine yerleştirmek. -Poster, defter, bardak altlığı gibi ürünler hediye ederek siyasi partilerin seçim sürecindeki oy toplama taktiklerini kullanmak. Bizden bir küçük tavsiye; kahve, çakmak, bez çanta, amblemli şapka gibi promosyon ürünleri ile yenilikçi bir tarz yakalayabilirsiniz. Bu bilgilerin ışığında altı adımda bir “sözde kültür dergisi” oluşturalım: Birinci adım; tek kelimeden oluşan bir isim seçmek; İŞ, AŞ, BAŞ, KAŞ vb. İkinci adım; tanınmış kişilikleri kötü ve içi boş yazılar yazmaya ikna etmek. Çocukluk anıları ve okul anıları bu ara çok sattırıyor. Üçüncü adım; derginin kapağını mezar taşına çevirmek ve altına bir “aforizma sıçmak”. Dördüncü adım; yazıların bulunduğu sayfalarda gökkuşağının bütün renklerini kullanmak. Beşinci adım; yazıların tam ortasına bir yuvarlak -tercihe göre şekil değiştirilebilir- yerleştirip yazıdaki afilli bir cümleyi o yuvarlağın ortasına yerleştirmek. Altıncı adım; derginizin satın alınması için bardak altlığı, poster ve defter gibi ürünler hediye etmek. Beş adımda sözde edebiyat dergimiz hazır! Artık, sizler de evinizde altı adımda yüz binlerce satabilecek bir derginin imtiyaz sahibi olabilirsiniz. ÇÖP: Popüler Kültüre Karşı Mücadele Kılavuzu, birinci yazısında “sözde edebiyat dergileri”nin kapaklarına ve “aforizma sıçma” geleneğine tepki amacıyla oluşturulmuştur. Bu, bir mücadelenin ilk adımıdır. Sizi de bu mücadeleye davet ediyoruz. Gün, kâğıdınızı önünüze, kaleminizi elinize alma gündür. Vakit, safları sıklaştırma vaktidir. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın!

17


Barış Eren’in Çevirisi ve Rejisiyle “Oğul” Gamze Kısa

Gert Hofmann’ın yazdığı, Barış Eren’in çevirip yönettiği “Oğul”un seyircili genel provasını İzmir Devlet Tiyatrosu Konak Sahnesi’nde izleme şansı elde ettim. Çeviren ve yöneten aynı kişi olunca insanın aklına ister istemez şu soru geliyor: Barış Eren’i bu oyunu hem çevirmek hem de yönetmek için bu kadar heyecanlandıran neden ne acaba? Bu soru, çeşitli cevaplarla yanıtına kavuşabilir kuşkusuz. “Metni” bizim izleyicimizle buluşturmak adına önlenemez

18

bir istek duymak, bugünün seyircisinin bulunduğu sosyo-kültürel yapı içinde “bu metnin” anlam bulacağına inanmak, reji adına kafada oluşan önemli uygulamalara “bu metnin” daha fazla olanak sağlayacağını düşünmek bunlardan bazıları olabilir. Yine de sayacağımız bütün sebeplerin metinle ilintili olduğunu atlamamak gerek. Oyunu izledikten sonra Eren’in heyecanını yerinde bulduğumu ve bu heyecanı oyunun pek çok yerinde hissettiğimi söylemeliyim.


Oyun 2. Dünya Savaşı sonrası oğlunu savaşta kaybeden bir annenin hikâyesini ele alıyor. Anne yıllardır gelmeyen oğlunu hâlâ aynı umutla bekleyen, geldiğinde de yaşanan fiziksel veya psikolojik şiddetin ağırlığı ne olursa olsun ona kucak açmaya hazır olan bir figür olarak çizilmiş. Savaş hakkında yazılan, çekilen ve gösterilen pek çok üretimde gördüğümüz klasik, “fedakâr anne” görünümüne oldukça yakın duruyor. Oğlu ile ayrılığına sebep olan, iki tarafta da telafi edilemez derin yaralar açan savaşın nedenlerini sormayı aklına getirmiyor. Ve bu savaşın sonuçlarına katlanmak zorunda olduğunu düşünüyor. Alışkın olduğumuz pek çok anne gibi… Oyunun dramatik özünü oluşturan şey annenin yaşadığı psikolojik değişim. Aldığı duygusal ve ekonomik darbeler, onu bu değişime iten temel etmenler olarak karşımıza çıkıyor. Temsilin başında hükümet görevlilerine oğlum sakat da olsa onu bana verin diyen anne, finalde oğlunu istemeyen bir anneye dönüşüyor. Bu sayede de savaştan beslenenlerin ulvi bir yerde konumlandırdıkları vahşetin etkileri, tüm çıplaklığı ile gözler önüne serilmiş oluyor.

Oyunun özünü annenin bilinçlenme süreci olarak da yaşadığı yıkım olarak da görmek mümkün. Ancak hangi açıdan bakılırsa bakılsın, bu değişimin alışılmadık bir durum olduğu aşikâr. Hülya Savaş’ın ölçülü oyunculuğu sayesinde karakterin dünyasındaki geçişin iyi derecede yansıtıldığını da eklemek gerek. Bir dostum geçenlerde annesi ile ilgili bir anısını anlatırken şöyle demişti: “Annem her yazarın bir penceresi olduğunu ve hayata bu pencerelerden baktıklarını söyler. Bizim için bir yazarı okumak da hayatı onun penceresinden görmeye çalışmak gibi bir şey. Bakılan pencere ne kadar genişse görülen şeyin etkisi de o kadar çok oluyor.” İzlediğim oyun, bana yepyeni bir pencereden bakma şansı verdi. Bizi bu metinle buluşturması ve parlak rejisiyle metnin anlamını güçlendirmesi açısından Barış Eren’e teşekkür etmek gerek.

19


Var Olmayan Kurtuluş Muhammed Atakur

“Hayır, varolduğumdan emin değilim. Ama olacağım, bundan kuşkum yok.”- Albert Camus – Sürgün ve Krallık Devasa bir sinekmişçesine vızıldayan tıraş makinesini alnının orta yerine dayadı ve enseye varıncaya dek makineyi kafasından kaldırmadı. Kafasının ortasında Musa’nın denize açtığı yol gibi bir boşluk açılmıştı. Tıraş makinesinin yerinden ettiği saçlar ağır ağır zemine ulaşırken buğulu aynaya yansıyan görüntüsünden kendisine bakmaktaydı. Bir bütün değildi artık yıllardır kafasını kaplayan saçları. İki ayrı parçaya dönüşmüşlerdi. İki ayrı düzen. İki ayrı yaşam. Aynıydılar aslında ama bir değildiler artık. Birbirlerine karşı olan mecburiyetleri ortadan kalkmıştı. Kişisel bir yaşam hakimdi şimdi iki taraf için de. Ve bu iki tarafı oluşturan her bir saç teli de yıllardır içine düşmek istedikleri bireysel özgürlüğün derdindeydiler şimdi. Madem ezelden beri tek parça halindeki bir bütün ikiye bölünebiliyordu, madem bölünebilmek mümkün şeyler arasında yerini almıştı; o halde her bir saç teli de kendi hayatını yaşamak hususunda özgür olmalıydı. Özgürlüğün sadece dilden dile

20

anlatılan bir halk hikâyesi olmadığını anlamışlardı. Özgürlük vardı. Gerçekti. Kendileri kadar gerçekti. Buğulu camdan yansıyan kafanın ortasında açılmış düz yol kadar gerçekti. Şimdi sırada özgürlüğün bugün anlatılan -di’li geçmiş zamanlı halk hikâyelerinde kaldığını anlamaktaydı. Bir kafa. Kafanın her iki yanını kaplayan iki ayrı saç topluluğu. Ortada hiç bitmeyecekmiş gibi ufukla birleşen bir yol. Tek bir kafanın üzerinde iki ayrı yaşam. Birlik kalkmıştı. İkilik doğmuştu. Ama ikiliğin birlikten pek bir farkı yoktu. Bir aradayken muhteşem, yenilmez, harikulade bir şey olduğunu düşünenler iki ayrı taraftayken de aynılarını düşünüyorlardı. İkiliğin birlikten tek farkı artık kötüleyebilecek bir karşı taraf olmasıydı. Ben çok iyiyim, diğeri berbat. Ben mükemmelim, diğeri boktan. Karşı karşıya olmak bunu gerektirir. Çünkü bir arada dururken dışavurulamayan kötülük karşı karşıya gelindiği anda kendini dışarı salar. Karşıdaki her zaman kötüdür. Karşıdaki her zaman korkaktır. Karşıdaki her zaman haindir. Vurdumduymazdır. Saygısızdır. Vicdansızdır. Karşıdakinin düşünceleri saçmalıktan ibarettir.


Sözcükleri neredeyse kelime israfıdır. Karşıdakinin yaşamı gereksiz bir yaşamdır. Oysa “ben” her zaman muhteşem bir varlıktır. Ben bir varlıktır. Karşıdaki ise ancak bir mahlûktur. Varlık, mahlûktan her zaman üstündür. Hiçbir toplulukta özgürlük yoktur. Hiçbir zaman olmamıştır. Her bir saç teli bunun farkındadır aslında. Tek başlarına hareket edemeyeceklerini bilirler çünkü özgürlük çok güzel olsa da yalnızlık çok daha zordur. Özgürlük daima yalnızlığa gebedir. Hiçbir birey kendi düşüncesini bütün çıplaklığıyla ileri süremez çünkü tek başına kalırsa sesinin yükseklere ulaşamayacağından korkar. İçten içe merak edilen, bilinmeyenin ana yurdu olan karşı tarafa da geçemezler çünkü karşı taraf için söylenenlerin kendileri için söylenmesinden korkarlar ki aslında karşı tarafın da kendileri için aynı şeyleri söylediklerini bilirler.Çünkü kendileri de aslında onlar için karşı taraftır ama yine de kişinin kendisi için söylenen kötü şeyleri duymaması duymasından her zaman daha iyidir. Mesele özgürlüğün var olması değildir. Mesele özgürlük diye anlatılan halk hikâyelerine inanılmasıdır. Anlatılan hikâyeler yaşamın kendisinden daima daha çekicidir. Aldatmak ve aldatılmak... Hiçbir şey bu ikisi kadar güzel değildir.

Artık buğusu dağılmış aynada her iki yanı iki ayrı saç topluluğu, ortası ise uzun bir boşluk lakaplı olan kafa net bir şekilde görülmekteydi. Az sonra tıraş makinesi kafanın her yanında dolaşmaya başladı. Geriye bir tek saç teli kalmayınca kadar gezindi kafanın üzerinde. Bütün saç telleri... İstekler, kibirler, hırslar, doymayan nefisler... Hiçbir şey kalmamıştı. Asırlardır aranan kurtuluş yok olmaktan geçiyordu belki de. Yine de tamamıyla yokolmaktan söz edilemezdi çünkü üzerinde tek bir saç teli bile kalmayan kafanın içerisinde hala doğmayı bekleyen cenin halindeki taptaze saç kökleri bulunmaktaydı.

21


Barakada Geçen Günler Varol Mengüverdi

Bir zaman sonra ise doktor da bu muhabbeti kabullenmiş hatta benimsemiş görünüyordu.

Oldukça soğuk ve karlı bir kış gecesinde, yazar Veli Gülbahar, tüccar Hayri Sevim ve doktor Yasemin Kartal, köye uzak, terk edilmiş bir barakada yollar kapalı olduğu için mahsur kalmış durumdaydılar. Birlikte yola çıkmış değillerdi. Buraya ilk giren yazardı. Ardından bu köhne yapıya tüccar sığınmıştı. Son olarak ise Veli’yi rahatlatan bir gelişme olmuş ve tüccarın boşboğazlığını sinesine çekebilecek bir başka kişi, doktor, gelmişti. Bu gece barakadaki ikinci geceleriydi. Üçü de açtı. Susadıkları zaman ise dışarı çıkıp yerden kar topluyorlardı. Yasemin ile Hayri ahbaplığı epey ilerlettiler. Yasemin’in bıkkınlık ifade eden suratı bir işe yaramıyor, bu ahbaplık giderek güçleniyordu.

22

-Babam okutmadı beni. “Başımıza Deli Cemal mi kesilecen?” derdi. Cemal deli değildi de işte, öyle söylerler. Bir iş tutmadı hiç. “İşe yaramazın teki!” derdi babam. Allah affetsin, öyleydi de. Bir şeyler yazıp dururdu. “İstanbul’dan haber gelsin, bastırıcam kitabı” derdi. Annesi babası öldü bunun. Onlar öldükten sonra köylü, “Çocuğa yardım edelim.” dedi. “İstanbul’dan haber geldi.” demiş gidenlere. “Para kazanıyorum artık. Hiçbir şeye ihtiyacım yok, teşekkür ederim.” Aynen böyle söylemiş Doktor Hanım. Biz sevindik tabii. Ne diyeceğimizi bilemedik. “Cemal bir baltaya sap oldu.” dedik sonunda. Sonra ne oldu, biliyor musunuz Doktor Hanım? Bir hafta sonra evinde ölüsünü bulmuşlar. “İntihar.” dediler. -Yazık! Çok yazık! Yardımı reddetmiş. Çalışmayı da. Kendisini o yola adamış. Bunu hangimiz kolay kolay yapabiliriz? -Hiçbirimiz yapamayız ama buna gerek var mı hiç? Koca ev yok oldu şimdi. Yardımı reddetmesine bir şey diyemem. Gururlu çocuktu zaten. Ama babam


doğru derdi. Cemal işe yaramazlığından düştü bu batağa. Sustu. Yapmacık bir iç çekişten sonra sözü yeniden kendine getirdi: -Dediğim gibi Doktor Hanım; okumadım. Rahmetlinin işleri bana kaldı hep. O zamandan beri işleri büyüttük şükür! Gerçi biz de kendimizi bir halt sanıyoruz. Siz daha büyük iş yapıyorsunuz. Öyle ya, tabiplik kolay iş mi? -Değil tabii! Şimdi kim bilir kimler hastalanmıştır köyde? Orada olmam gerekirdi bu saate kadar. Bir de açlıktan öleceğim artık. -Ben de Doktor Hanım, ben de. Midem sırtıma yapıştı. Şu yollar bir açılsaydı, ah! Buralarda da yiyecek bir şey bulunmaz ki! Veli, bu konuşmalar sürerken, barakanın ötekilere uzak bir köşesinde yavaş yavaş dolanıyor, muhtemel ki bir şeyler düşünüyordu. Bir çıkar yol düşünmekten epey uzak görünüyordu. Oyalanmak için düşünür gibi bir hâli vardı. Geldiklerinden beri barakadakilerle tek kelime dahi konuşmamıştı. Hayri bunun henüz farkına varmış gibi söz açtı: -Doktor Hanım! Bu adamı da gözüm hiç tutmadı. (Sesini alçalmıştı.) Nedir, ne yapar, belli değil. İki gündür açız, bir kelime

bile etmedi. Sonra arkasına yaslandı ve yazara doğru dönerek, bu defa yüksek sesle, onunla konuşmaya çabaladı: -Hey, sen! Çok mu sabırlısın yoksa daha önce çok mu aç kaldın? -İkincisi. Onun ağzından bir söz işitmek, diğerlerini epey şaşırttı. Düzgün, ne çok kalın ne çok ince, oldukça hoş bir sesi vardı. -Bizimle konuşmak mı istemiyorsun yoksa doğru dürüst konuşmayı beceremez misin? Bu sorular Veli’yi sinirlendirmiyordu. Bundan farklı olarak, yalnızca ses duyduğu için rahatsızdı. Buna da uzun süredir maruz kaldığı için artık alışmıştı. -Birincisi. Veli bu cevabı verdiği sırada hafif yamalı paltosuna iyice sarınarak dışarı çıkmıştı. Soğuktu ancak bu konuşmanın daha fazla uzamaması için bunu yapması gerekiyordu. Hayri ise rahatsız edici (Öyle ki, yeni ahbabı bile önce irkilmiş, sonra ise bu sesin kesilmesini beklemişti.) bir kahkayla birlikte doktora döndü. Bu kahkaha uzun süre kesilmedi. Konuşmuş ve birkaç cümle etmiş olmasına karşın ısrarla de-

23


vam ediyordu. -Görüyor musunuz? Kesin bu da o işe yaramaz tahsillilerden biridir! Hahaha! Ne kadar da düzgün konuşuyordu. Üstelik bizim yüzümüze bile bakmıyor. Ama bakın kıyafetlerine! Hahaha! Kim bilir ne iş yapar? Dilencilik mi? Siz ne dersiniz, Doktor Hanım? Doktor, istemediği türden bir alayın icracılarından biri olacağının farkındaydı ancak yine de bir cevap vermek zorunda olduğunu hissetti. -Bilmem! Garip biri. Epey yoksul görünüyor. Siz de tanımadığınıza göre buranın yabancısı olacak. -Öyle. Buralı olsa, bilirdim. Bir süre sustuktan sonra yarıda kalan alayını sürdürdü. -Dilencileri bilmezsiniz, Doktor Hanım. Gündüz ayağının dibinde yatan adam, akşam önünden caka satarak geçer. Gülmeyin! Gerçekten öyle. Ama bu adam kesin iş üzerindeyken tıkılmıştır buraya. Hahaha! Son cümlesini, engellemeye çalışır göründüğü bir gülümseme ile söylemiş ve yine korkunç bir kahkaha ile bitirmişti. Bu, ötekilerden de rahatsız ediciydi. Fakat bu defa kahkaha yarı yerinde bölündü. Veli yeniden

24

barakaya girmişti. Paltosunu biraz olsun gevşetti. Barakada ısınmak imkanı yoktu. Üşüyordu. Palto ise pek işe yarar değildi. Buraya sığınmadan önce çantasında hâlâ sigara bulunduğunu hatırladı. Beş adet sigara kalmıştı. Çıkardı ve birini yaktı. Gözleri zemine daldı. İçine girdiği hülyadan, girer girmez, irkilerek çıkmak zorunda kaldı. Hayri yerinden fırlamış ve onun yanına kadar gelmişti. - Bir cıgara da ben alabilir miyim? Veli, gözleri hâlâ aynı yerde fakat bir şekilde uyanmış, başını hafifçe sallayarak onay verdi. Yerinden kımıldamadı. Hayri pakete elini uzatmıştı. -Siz de ister misiniz doktor hanım? Baş üstüne! Bir tane de doktor hanıma alıyorum. Başını çevirip Veli’ye baktı ancak hareketsiz bir vücut görünce bunu olumlu bir cevap olarak kabul etti. İki sigara aldı ve eski yerine döndü. Çok geçmeden, yanan üç adet sigaranın da etkisiyle dumana boğulmuş barakada, doktor ve tüccar, Veli’yi konuşturmaya ant içmiş gibi sorular sormaya başladılar. Bunda da maharetli idiler. Beklenenin aksine, Yasemin başladı, Hayri ortak oldu bu çabaya: -İsminiz nedir?


-Veli. -Ne iş yaparsın sen? -Yazarım. Hayri, doktora dönerek: -Demedim mi doktor hanım, “Bu da onlardandır.” diye? Yasemin bunu pek umursamadan Veli’ye döndü: - Tanıştığımıza memnun oldum. Benim adım da Yasemin. Burada ne işiniz var peki? Yani buralara gelmek zorunda olmayan pek gelmez de, o yüzden soruyorum. -Burada öğretmenlik yapacağım. Hayri birdenbire coştu. Şaşkınlığının etkisiyle heyecanına engel olamıyordu: -Ha, şöyle söylesene! Yazar, mazar! Ne işi olur yazar adamın bizim köyde? Kusura bakma hoca, senli benli konuşuyorum ama… Hoş geldiniz köyümüze! Küçük yerdir ama görün bakın, insanı ne sıcaktır! Yasemin ise, tahsili olan iki insanın böylesi bir ortamda bir ışık kaynağı gibi parlaması ve bir şekilde bir farklılık yaratması gerektiğini düşünüyor olacak ki sözü başka yerden devam ettirdi. Dengini bulduğu bir ortamda, kendini ona ispatlamak için can atan bir insan edasıyla kesti

tüccarın sözünü. Oysa yanılıyordu. Bu tıpkı şuna benziyordu: Bir deli söz konusu olduğunda, hemen hemen herkes, bu deliyle kardeşçe bir bağ kurabilecek tek kişinin kendisi olduğunu düşünür. Yasemin de buna benzer bir düşüncedeydi. Yalnız deli değil; biçare düşmüş bir insan, anlaşılamamış bir düşünür, yazar olduğuna tüm kalbiyle inanan bir öğretmen söz konusu olduğunda da aynı durum ortaya çıkmaktadır. - Ne üzerine yazıyorsunuz? Vereceği bir cevap vardı. Vermedi. Sorulan sorudaki iştahın cevap alındığı sırada kaybolacağını düşünüyor olmalıydı. Hayri tarafından rahatsız edilmeden önceki hâline geri döndü. Kadın da sorusuna bir yanıt alamamaktan muzdarip, geriye yaslandı ve derin düşüncelere dalar gibi, zemini uzun uzadıya seyretmekte ona iştirak etti. Uzun bir süre bu hâlde kaldılar. Bir aralık, Veli, bir sigara daha yaktı. Kadın, artık bir yanıt almaktan ümidini kesmişti. Yazar, kalan tek sigarayı gösteriyor ve ona sesleniyordu: -Bir sigara daha istermisiniz, doktor? -Olur. Veli, doktorun dudakları arasına sıkıştırdığı sigarayı yaktı.

25


Hayri, uykuya dalmıştı. Ölmüş bile olabilirdi. Kadın, bu vasıta ile sorusunu yeniden sorma hakkı kazandığını düşündü ve sorusunu yineledi: -Ne üzerine yazdığınızı hâlâ söylemediniz. Veli, gözlerinin içine dikkatle baktı. Kısa zaman içinde bu bakış, dehşet içinde kalmış bir insanın bakışına dönüştü. -“Hiçbir şeye ihtiyacım yok.” Yasemin, bir an için ne söylendiğini anlayamadı. Kısa süren bir şaşkınlıktan sonra, Veli’nin ne söylemek istediğini anlamaya başladı. Yine de söylenenleri bütünüyle kavrayabilmesi, yazarın sözlerine devam etmesiyle mümkün olabildi. -Bu ne demek oluyor sizce? “Hiçbir şeye ihtiyacım yok.” Bu, sizce de ölmek üzere olan bir insanın son sözlerine benzemiyor mu? Hatta burada daha fazlası var. Bu, bir yardım çığlığına benziyor. “Benim artık hiçbir şeye ihtiyacım yok.” Şunu söylemek istiyor: “Yaşamak için gereksinim duyulan her türden şey, artık beni alakadar etmeyen, lüzumsuz bir artık yığınından ibaret. Çünkü artık yaşamam mümkün değil.” Sizce de böyle bir insan, yüce bir insan değil midir? Yoksa gülünüp geçilecek, işe yaramadığı, hatta deli olduğu söy-

26

lenecek türden biri midir? Hayır. Bana göre bu böyle değil. Ama siz bunu anlayamazsınız. Esasında, benim anlayabilmiş olmam da bir işe yaramıyor. Yaşamak için birinin veya birilerinin emri altında olmayı kabul etmiş bulundum. Çalışmaya direnmek; yaratmayı, her ne pahasına olursa olsun yalnızca yaratmayı istemek. Bunu, bence en fazla kavramış insan, o. Cemal! Bunun bedelini de ödedi. İki gündür bu barakadayız. İşte! Onun için yaşam buydu. Doktor, büyük bir hayretle, karşısında heyecan içinde konuşmuş ve yine aynı heyecanla bu konuşmayı bitirmiş olan adamın suratına baktı. Birbirine oldukça fazla benzeyen iki insanı, aynı anda, bütünüyle anladığını hissedebiliyordu. Yine de bunun için çok geç kaldığını; bunun, aslında hiçbir işe yaramayacağını da çok iyi biliyordu. -Keşke tüm yaşadıklarınız bir rüya olsaydı.* Bir süre, sessizce oturdular. Yasemin uyudu. Veli ise sabaha kadar düşünmeye devam etti. Bu defa, düşünmeyi istediği bir şeyi düşünen bir insan hâli vardı üzerinde. *”Rüyaydı bunlar Vanya!”, Ezilenler, Dostoyevski.


Yayıncılık serüvenimize Epizot Fanzin ile başlamıştık. Sonrasında internet sitemizi kurduk ve yayın hayatımıza başladık. Edebi türlerdeki eserlere ve güncel kültür sanat haberlerini www.epizotportal.com’dan erişebilirsiniz.

izi

em sit z. k ra ini ta ilirs u k eb u o ed d t Ko are R y i Q z

QR Kod Nasıl Okutulur ? -Telefonunuzdan kamera(ios) veya QR Kod uygulamasını açın. -Telefon kamerasını QR kodun üzerine getirin. QR kod uygulamanın gösterdiği köşelerin içine geldiği anda kod otomatik olarak okunacak ve sizi ilgili bağlantıya yönlendirecektir.

27


#PopülerKültüreBoyunEğme


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.