AYLIK KÜLTÜR, SANAT VE EDEBİYAT E-DERGİSİ | MAYIS 2019 - 1.SAYI
İçindekiler
“Her şey çok güzel olacak!” Zeynep Çalıcı Fazla Şiirden Ölen Şair: Edip Cansever .......................................................... 3 Miray Cora Kuğu Fırtınası ..................................................................................................... 6 Hale Alkay Neredesin? ....................................................................................................... 8 Ferdi Örnek Bulut Çıkmazı .................................................................................................... 9 Müge Koçak Yokoluş ............................................................................................................ 10 Vuslat Saçkesen Kayıp Ruhlar Çölü .......................................................................................... 16 Mete Karagöl Yiğit Kerim Arslan ile “Kirpik Bilgisi” ve Sanat Üzerine ................................. 22 Muhammed Atakur Fıstık Ezmeli Dondurma .................................................................................. 26 Varol Mengüverdi Saat Kulesinin Dibindeki Çocuk .................................................................... 28
Yayın Kurulu Editörler: Özkan Öztürk - Mete Karagöl Redaksiyon: Muhammed Atakur Kapak Çizeri: Rümeysa Sürücüoğlu Grafik Tasarım: Özkan Öztürk
2
www.epizotportal.com
İkinci Yeni’ye damga vuran isimlerden biri olan Edip Cansever, edebiyatımızda ismi en az Cemal Süreya, Turgut Uyar ya da Ece Ayhan kadar değerli olan bir şairimizdir. Sadece şair dersek haksızlık etmiş oluruz: Ticaret insanı ve bir düzyazı ustasıdır. Düzyazı ve öykülemede o kadar iyidir ki bu sayede şiirlerinde öykü ve diyaloğu bolca kullanmış, Türk Edebiyatı’nda şiire yeni bir soluk kazandırmıştır. Şiirleriyle çoğu kişinin duygularına, bakış açısına tercüman olan Cansever, İstanbul’un Beyazıt semtinde, tüccar bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Penbe Hanım ile Fazlı Cansever’in üçüncü çocuğudur. Doğuştan ticaret insanı olarak yetiştirilmiştir; Kumkapı Ortaokulu ve İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirip ticaret okuluna başlasa bile bu okulu bitiremeyip direkt ticarete atılmıştır. Maalesef ki dükkanı, çıkan bir yangında yanar. Ticarete devam etmek istediği için kendine bir ortak bulur: Jak Salhoşli. İlerleyen zamanda bu dükkanı devredip babasının Kapalıçarşı’daki dükkanında turistik halı ve kilim satacaktır. Tabii bu sırada sadece ticaretle ilgilenmeyip şiire de vakit ayırarak dergilere gönderir. Hatta ilk şiirleri 1944 yılında İstanbul isimli bir dergide yayımlanır şairimizin (Düşünce). Cansever’in ilk şiirlerinde Garip Akımı etkisi, son şiirlerinde ise İkinci Yeni Şiiri etkisi bolca gözlemlenir. Bu renkli şiirlerinde çevreye, bu çevredeki
insanların düşüncelerine ve davranışlarına bol bol yer verir. Eserlerinde düşünsel bir hava vardır. Her yeni şiirini farklı bir bakış açısıyla, farklı bir solukla yazmıştır. Nesnelere odaklanarak insan tasvir etmiştir, imgeler onun şiirinin direkleridir. Bu yüzden bu çok sesli şiirin mimarı olmuştur. Şiirde anlamı önemsemesi ile Turgut Uyar’a çok benzeyen şair, insanın sadece iç dünyasını değil dış dünyasını da anlatabilmeyi amaçlar. Bu özelliğini Memet Fuat şöyle değerlendirmiştir: “Edip Cansever de Turgut Uyar gibi, çok sesli bir şiirin yaratıcısı oldu. Özgünlüğü kendisinden esinlenenleri damgalayıp ‘taklitçi’ durumuna düşürecek boyutlardaydı. Bu yüzden tek kaldı. İkinci Yeni içindeki yeri, anlama verdiği önemle, Turgut Uyar’a yakındı. Anlatılamayan, anlatılamadan kalan şeyleri bulup çıkarmaya, anlatmaya çabaladı. Orta malı edilmemiş anlamlan sadece insanın iç dünyasında değil, yaşamın çeşitli dış görünümlerinde de yakalamayı başardı. Soluklu uzun şiirlere eğilim duydu. Geleneksel şiirin değişmez kuralı olarak görülen yoğunlaştırmaya, şiiri yakalamak için sözü sıkıştırmaya yakınlık duymadı. Kimi zaman dize yapısına hiç önem vermedi. Gereksiz görülen bir sürü çizgi içinden en güzel deseni çıkanveren bir ressam gibi yöneldi şiirsel güzelliklere.” Bunlarda da tatmin olmayan Cansever, ‘Nokta’ adında bir dergi
Biyografi * Zeynep Çalıcı
Fazla Şiirden Ölen Şair: Edip Cansever
3
çıkarır. Bu dönemlerde bambaşka bir şiir anlayışı benimseyen şairimiz fark edilmeye başlanır. Aslında başlarda da şiirleri çevreden daha farklıdır ancak bu yıllarda yani 1950’lerde fark edilmeye başlanır bu değişik tarz. Şiirinden söz etmişken Edip’in bir özelliğine yer vermek isterim: Ünlü şair şiirlerinde otel kavramını bolca kullandığından ona “Oteller Şairi” denir. Çoğu kişi Edip Cansever’in bu metaforu kullanarak yalnızlığı ve kimsesizliği anlattığını savunur. “Anlamadığım şu Ben neden bir otel kâtibiyim Eskiyim, renksizim, kimsesizim” Bu şiir hakkında birçok inceleme ve yorum vardır fakat genel bir düşünceyi paylaşmak isterim sizlerle: Şair bu şiirde kendini bir otel kâtibi gibi tasvir eder. Hayatına giren, karşılaştığı birçok insan vardır. Hayatına dokunan da vardır, görmezden geldiği de... Ama hepsi gelir gider. O hep oteldedir, olduğu yerde. Kendini o otele ait hissetmez. Şair kendini hayatta da böyle hisseder: Kimsesiz. Otele gelen müşteriler gibi hayatına da giren birçok insan vardır fakat sonuç hep aynıdır: Yalnızlık. “Ölüler dirilirdi. Çıkamazdım ki otelden Ben otelden hiç çıkamazdım ki Her şeyi bilen bir adam gibi gelip geçerdi Kış Ve hayaletler halinde kuş sürüleri”
4
Otel kavramına Salah Birsel’in yorumu ise şöyledir: “Edip’e göre dünya koskoca, uçsuz bucaksız, aynak oynak bir oteldir. İnsanlar da oteldir. Bir otel odasında, odaların soluk alıp verişlerine yüreklerini uydurmuşlardır. Bir uzaklık, yakınlık hesabı içinde bıkmadan, usanmadan ayak değiştirirler. İki kişiyseler karşılıklı oturuyorlardır. Çünkü herkes, herkes gibi karşılıklıdır.” Ayrıca Salah Birsel, Cansever’in ‘Sera Oteli’ adlı şiirine de şu yorumu yapmıştır: “Bu şiir Cansever’in portresidir.” “Silik bir izlenim gibi kalıyordum kendimde Elimle filan bir şeyler yaptığımı görüyordum Seyrek de olsa konuşuyordum, örneğin Eski bir efsaneyi anlatıyordum birilerine Ya da bir yerleri tarif ediyordum yüzümü buruşturarak İçki de içiyordum, hem de sert içkiler içiyordum Bazan bir iki bardak Bazan da sabahtan akşama kadar Durmadan içiyordum Canım elbette, diyordum, nasılsa Otel batacak, otel batacak! En önemlisi de tanıştırılır gibiydim biriyle Hiç kimselerin ilgilenmediği Bazı olayların tarihçisi olarak.” Sakin bir hayata sahip olan Edip Cansever iki çocuğa sahiptir. Bu çocuklar eşi Mehfaret Erk ile yaptığı ev-
lilikten olmuştur. Çok hassas ve duygularıyla yaşayan bir insan olarak bilinir ünlü şair. Ablası Edibe Aykaç, Edip Cansever hakkında şöyle demiştir: “Edip çok hassas bir insandı, ufacık bir sözle kırılırdı. Biz dört kardeşiz. Diğer kardeşlerimiz kız olmasına rağmen, küçükken ben en çok Edip’le anlaşırdım. Bütün oyunlarımızı birlikte oynardık. Unutamadığım bir anısı vardır. İlkokul beşte veya orta birdeydi. Annem Bursa’ya gitmişti. Annemi çok özlemiş, onun için bir şiir yazmış, bana okudu. Bir çocuk dergisine yollamış, orada çıktı. Biz çok sevindik, hopladık, zıpladık filan. Ah kardeşim şair olmuş diye ben ona sarılmıştım. Yıllar sonra gerçekten değerli bir şair olunca, zaman zaman boynuma atardı elini, sen bana böyle söylemiştin abla diye.” Karakteri ve net duruşuyla arkadaşlarının da çok sevdiği Cansever’in hakkında Cemal Süreya şöyle der: “Kimseye kötülük etmedi. En büyük özelliği şudur: Hiç dedikodu yapmazdı. Hiçbir yalan üretmemiştir, kimsenin aleyhine yalan bir şey söylememiştir. Sevmediği adamlarla bir masaya oturmazdı. O kadar net bir tarafı vardı.”
yüzlerce şiir kaldı. İşini gücünü bırakıp sadece şiir yazmak için yaşadı. Şiiri bir uğraş olarak görmedi, onu yaşadı. Öyle ki Cemal Süreya, Cansever’e bir şiirinde yer verip şöyle dedi: “Yeşil ipek gömleğinin yakası Büyük zamana düşer. Her şeyin fazlası zararlıdır ya, Fazla şiirden öldü Edip Cansever.” Saygı
ve
özlemle
anıyorum.
İnsan olarak herkesin takdirini toplayan Cansever, şair kimliği ile de birçok başarıya adını yazdırmıştır. 1957’de yazdığı Yerçekimli Karanfil kitabı ile başlar bu ödül kazanma serüveni; Ben Ruhi Bey Nasılım ve Yeniden eserleri ile devam eder. Şiire aşık olan şairimiz, 1986 yılında beyin kanaması geçirdiği için vefat etti. Geriye usta kaleminin eseri olan
5
Öykü * Miray Cora
Kuğu Fırtınası
6
Kol saatine baktı. 1956.
Saat 14.00, yıl rına koyar, kilitler, anahtarlarını merdiven altlarına atardı.Atı üstünde 2 yıl geçirdi. Pshinavanın müziğine Geç kalmıştı. Kalabalığın arasın- kavuştu. dan hızla geçmesi gerekiyordu. Hızlı adımlarla yürüdü. Kalabalığın tam Saatine baktı. Saat 14.03, yıl ise 1960. ortasında durdu. Adım atamıyordu. Hareket edemiyordu. Ona çarRadyo, memleketinin zaman maparak ve hakaretler ederek geçen kinesi oldu o sabah. Belki de yüz yıl insanların farkına varamıyordu. Far- geçmişe götüren… Evden çıkamakına varabildiği tek şey pshinavanın dı o gün. Tüm günü zaman makiince, küçük ve bembeyaz parmak- nesini dinleyerek geçirdi. Kulağına larının akordeon üzerinde yaptığı uzun zamandır duyduğu o meşhur danstı. Kalbi o parmakların hızıyla nükleer santral reklamı çarptı. Düaynı atıyordu ve farkında olmasa şündü. Belki de milyonlarca insan da hayatının sonuna kadar o güze- kulağı radyoda elleri bağlı bu tür lim parmakların her hareketiyle aynı haberleri dinliyordur. Ya elinden bir anda atacaktı. şey gelmeyeceğini düşünerek bir Zaman bizim için hızlı olsa da kahraman bekliyor ya da önemseonun için yavaş geçmişti. Akordeo- meyecek kadar uyuşturulmuş. nun tuşlarına tırmanarak pshinavanın kalbine yerleşti. Artık geç kaldığı Saatine baktı. Saat 14.04, yıl ise 1974. her yere yetiştiğini düşünüyordu. Kalktı oturduğu yerden. Bazı heSaatinebaktı. Saat 14.01, yıl ise 1958. saplamalar yapması gerekiyordu. Pshinava ve çocuklarıyla ısınmış bir Kaşgarlı Mahmud, “At, Türk’ün ka- evde yaşamak istiyordu. Takvime nadıdır der.” Orta Asya döneminde baktı. Kuğu fırtınası yaklaşıyordu. kanatlı at öyküleri olduğunu biliyo- Koparttı saman rengi takvim yapruz. Bu öykülerde atlar, ölen sahibi- rağını. Çizdi ve hesaplamalar yapni ahirete götürüyor ya da oradan tığı defterine sakladı. Daha sonra yeryüzüne getiriyordu. pshinavayı ve çocuklarını da saklaBembeyaz bir at sürüyordu genç dı defterinin sağlam bir sayfasına. adam. Zamanın varlığı ile savaşıyordu. Kazanan hep kendi oluyordu. Saatine baktı. Saat 14.06, yıl ise 1980. Pshinavanın resmini ise kendisinin yaptığı tahta kutuda saklıyordu. SeUyandığında yine birileri zaman verdi kutular yapmayı, boyamayı. makinesiyle oynamış, 1960 ve belDeğer verdiği tüm eşyalarını kutula- ki daha eski yıllara geri dönmüştü
memleketi. Yine evinden çıkamamış, bütün gün evin içinde bulduğu adalet, merhamet, özgürlük ne varsa yakmış veya saklamıştı. Bu arada nükleer santral tamamlanmak üzereydi. Adam, sakin hayatına devam etmeye çalışıyor. Pshinavayı ve üç çocuğunu asla ihmal etmiyordu. Saatine baktı. Saat 14.07, yıl ise 1986.
murlar iliklerindeki kanı usul usul alıyordu ondan. Fırtınalardan kaçmış, yağmurlara tutulmuştu. Yanı başında pshinava ona sesleniyordu. Tırmandı akordeona ve son kez dokundu pshinavanın kalbine. Atladı ayak ucunda duran atına. Göğü giydi üstüne. Kol saatine baktı. Geç kalmıştı.
Bahar sabahı defterini açtı. Saman sarısı sayfalarda kaybolurken meşhur nükleer santralde milyonların hayatını değiştirecek bir patlama olduğunu öğrendi haberlerden. Saatine baktı. Saat 14.08, yıl ise 1993. O gün yeni bir tahta kutu yaptı kendine. Masmavi boyadığı kutunun içine gökyüzüler sığdırdı. Özlemle baktı içindekilere. Anahtarsız kilitledi kutuyu. Kutuyu merdiven altına, anahtarını ayın yarımına gizledi. Pshinava ve çocuklarını o kutudan çok uzaklara götürdü. Mutlu fotoğraflar çekindi. Memleketinin takvimi ve insanları eski de olsa toprağı, denizi tazeydi. Henüz bozulmamıştı. Fotoğraflar eskimeden rengi soldu adamın. O yıllarda çok ıslanmıştı yağan yağmurlarda. Saatine baktı. Saat 14.09, yıl ise 1994. Rengi solmaya devam etti. Sanki sonbaharda çamsız bir orman gibiydi. Saatine baktı. Saat 14.10, yıl ise 1995. Yıllar önce tutulduğu zehirli yağ-
7
Şiir * Hale Alkay
Neredesin?
8
Gerçek değildi Biliyorum Ama rüya gibi de değil Hayatımda sanki bir saniye görmüş gibiyim; Seni Sokakta yürürken veya tramvayla giderken Laleli sokaklarında Ya da eskici dükkanında Bunlar da ihtimaller arasında Ben, ben bulamadım seni Neredesin? Saniyeler kıymetli ömürde Yaşım daha 21 Daha çok yaşarsın dediler Bir saniyenin hayatımdan kaç seneyi aldığını bilmeyenler Olmayanı merak etmek Neyin nesi böyle? İnsan olan unuturmuş Öyle ise neyim ben? İhtimaller ihtimaller… Mesela radyodaki o güzel ses senin mi? Sen, sen güzel olan her şey! Yoksa unuturdum o şarkıyı, o enfes tınıyı Artık aklıma girdi sesin, nefesin… Radyo sussa ne fayda Bir saniye bir ömür olmuş Ömrün bundan haberi yok Bir yol tutturmuş; içinde 21 yaş yok Bir saniye yok, binler çok Bilmiyorum Gerçek olmayacak kadar güzel Aklımdan çıkmayacak kadar imkânsız Ama sen Bir saniyeye sığmayacak kadar İhtimalimsin.
bulut çıkmazına döndüm -kasımın on dördüüç kuşkonmaz büyümüş sokağımda camlarını açtığın müstakil evler ve parmaklıklar kedilere yol gösterir cebimde bilyeler, dalında ıslık kavakların sendeledi ördüğün duvar ayaklarından eksilmiş şu kelebekler astım adımlarımı solgun merdivenlere göz göz odaları tanıdım sıyrılınmış varoş saraylardan aynada bir gözüm beni öldürecek nasıl geliyor bu kan gövdemden niçin asık suratlı bu paslı makaslar?
Şiir * Ferdi Örnek
Bulut Çıkmazı
çatı katı saklar keşkeleri bahçemizde hanımeli görmeyeli yirmidokuz ay üç ölüm çekmecemde yadigar saat kırık camlar, ayak kesikleri yelkovan yüz çevirmiş perdelerden her kapıda kaldırım taşı -yolu bilinir sızınıntozlu kitaplar devrildi gün batarken boynundaki kolyeyi fotoğrafıyla topladım yerden cebimde bilyeler, kolyen, fotoğrafın...
9
10
Öykü * Müge Koçak
Yokoluş Saat sabahın dördü. Hala uyumak için yatakta debeleniyordu. Başının ucundaki çekmeceyi tekrar umutsuzca açtı. Ama lanet olası haplardan yoktu işte. Tek bir hap. Onu uykuya gönderecek küçük, minik bir hap. Yorgundu. Bitkindi. Gözleri iki iri alev topu gibi yanıyordu. Kalbi çarpmaya başladı yeniden. “Uyumaya çalışmanın bir anlamı yok!” dedi kendi kendine. Nasıl olsa başaramayacaktı. Kalktı, komidinin üzerinde duran paketteki son sigarayı yaktı. “Harika! Bir bu eksikti. Hiçbir zaman tedbirli olmadın ki. Neden şaşırıyorsun kendine.” Karanlıkta sigara içmeyi oldum olası sevmemişti ve rüzgarlı günlerde. Sevgiliye özlem gibi hasretle içine çektiği ve alacağını aldıktan sonra kalanını yaşama savurduğu dumanı görmeliydi. Gri bir gölge gibi yavaşça süzülerek havaya karışırken, içine yapışan katran, aşklarından geri kalanlar gibiydi. Her biri, uçup gitse de içinde bir parça bırakan ve onu hem yavaştan öldüren hem de yaşama bağlayan aşkları. Sigara içmeyi bırakamıyordu; aşkları, sevişleri terk edemediği gibi. Son nefesini içine çekerken, henüz söndürmemişken, yeni birini özlüyordu. İnsan kılığına bürünmüş aşkları, duman ve küle karışan sigaraları. Başucundaki lambanın düğmesine dokundu. Ortalık aydınlanmadı. Açtı. Kapadı. Tekrar açtı. Karanlık. El yordamıyla kapıya doğru yürüdü. Odanın ışığını açmayı denedi. Karanlık. “Elektrikler de kesik!” Yatağa döndü ve telefona uzandı. “Kimi
arasam?” Merve. Uzun zamandır konuşmamıştı. Biliyordu o da geç yatardı. Büyük bir ihtimalle ayaktadır diye düşündü. Telefonu açtı. Çevir sesini bekledi. Sessizlik. Tekrar denedi. Çıt yok. Faturayı yatırıp yatırmadığını düşündü. Bu kez emindi. Faturayı kesinlikle ödemişti. Elindeki ahizeyi sinirle yere fırlattı. Biten sigarasını yerde söndürdü. Hızını alamadı, başucundaki kitabı hırsla üzerine yapıştırdı. “Sabahı beklemekten başka çare yok!” *** Gün, araba gürültüsünden, korna seslerinden, insan homurtularından arınmış bir sabaha doğar. Kadın, uykusuzluğundan çaldığı yarım saatin son beş dakikası içine bir rüyayla girer. Simsiyah bir kalabalığın ortasında bembeyaz bir boşluktur. Yürüyen, koşan, kahkaha atan, ağlayan insanlar bu boşluktan geçerler. Her geçtiklerinde siyahlıklarından iz bırakırlar, boşlukta bir noktayı doldururlar. Kadın siyahlaşmaya, siyah kalabalığın arasına karışmaya başlar. Boşluk tamamlanmıştır şimdi. Eksik kalan son beyaz parçada karaya bulanmıştır. *** Ne garip bir rüyaydı. Rüyalarım her zaman yaşamımdan daha renkli. Zihnimden irili ufaklı şekiller, çoğu kez yüzlerini tanımadığım kişiler, tuhaf-saçma-tanımlanamaz kurgular, sakin bir rüzgarın aralık pencereden girip perdeye sürtünmesi gibi, öylece sessiz, iz bırakmadan geçip gidiyor. Hatırlamaya çalışıyorum rüyalarımı. Çoğu kez kabusa dönüşen
11
rüyalarımı demeliydim. İnsanın sürekli rüyalarda yaşaması mümkün mü? Kendini evrenin dışına atarak, salt yalnızlığında barındırdığı kocaman bir dünya mümkün mü? Kendi elleriyle şekillendirdiği, ne geçmişin gölgesinde kavrulan ne de geleceğin ağırlığı altında ezilen bir dünya. Mümkün mü? Saat sabahın yedisi. Ancak yarım saat uyuyabilmişim. Bugün yapacak hiçbir işim yok. Duş almak, üstümü giyinmek, dışarı çıkıp bir karton sigara, üç kutu uyku ilacı, birkaç şişe şarap, peynir, çavdar ekmeği almak ve eve dönüp uykuya sarılmak. İşte bugünkü planım. Kahrolası elektrikler halen gelmemiş. Neyse ki ortada baş ağrımı daha da körükleyecek bir gürültü yok. Uzun zamandır hiç bu kadar sessizliğe uyanmamıştım. Uykusuzluğun bu halini seviyorum. Derin bir sarhoşluğun tüm hücrelerimi eline geçirmesi gibi. Biraz daha uykusuz kalırsam düşüncelerimle birlikte bedenimde eriyip gidecek. Doktor bu sorunun devam etmesi halinde beni hastaneye yatırmak zorunda kalacaklarını söylemişti. Onların eline teslim olmaktansa, bilincini yitirmiş olarak ortada ruh gibi dolaşmayı yeğlerim. Ağır bir depresyon geçiriyormuşum. Uykusuzluğum, baş dönmelerim, çarpıntılarım hep bundanmış. Böyle giderse bir sonraki aşama, gerçek dünyadan kopuş ve ardından gelen hayallermiş. Oymuş, buymuş, şuymuş. Mış, miş, muş... Ben iyiyim, bir de şu baş ağrım olmasa. *** Giysi dolabını açtı. Bir süre boş
12
gözlerle kıyafetlerine bakındı. Ne çok kıyafeti vardı. Kırmızı, siyah, mavi, yeşil, uzun, kısa, ince, kalın, çiçekli, çizgili, açık, kapalı, dar, bol, gömlek, etek, pantolon, kazak, her türlü kumaştan, günün modasını yansıtan bir sürü giysi. Hepsi pahalı, hepsi markalı, hepsi birbiriyle yarışan cinsten. Bazıları hiç açılmamış hala paketlerinde duruyordu. Dudaklarından geçen belli belirsiz alaycı bir gülümsemeyi yakalar yakalamaz gözleri öfkeyle parladı. Hırsla, haftalardır üzerinden çıkarmadığı pantolonla bluzu çekti çıkardı ve sertçe kapadı dolap kapaklarını. Giyinirken hınzır bir düşünce geçti beynindeki odacıkların arasından. Dışarı çıkacak, alışverişini yapacak, geri dönüp tüm kıyafetlerini ve üzerlerine sinen tüm anılarını arka bahçede törenle yakacaktı. Keyiflendi. İşte dedi, sıcak bir yaz gününde güneşe sunulacak en değerli hediye: Anılarımın külleri. *** Kadın adını hatırlar. Alev. Çocukluğunun zümrütle bezeli anka kuşunu özler. Pervasızca koştuğu gelincik tarlalarını. Kulağını yıllar öncesinin yanık bir ezgisi öper. Yumuşak, ılıman, titrek, sevecen. Kiraza doymuş dudakları aralanır. Ateşten bir tül sarar ince boynunu. Kızıl saçlarında, ateş böcekleri dans eder. Gül kokulu eller bir kase şarap uzatır, bedeni can dolar. *** Bugün ne günlerden? Neden bu kadar sessiz her yer? Sokakta kimse yok. Tuhaf bir ıssızlık. Pazar olmalı, kimse sabahın köründe yollara dö-
külmediğine göre. Tek bir araba bile geçmiyor her zaman kalabalık olan şu sokaktan. Çok garip. Bu sabah tüm mahalle uyuyor, tüm sokak ve belki de tüm kent. Şehrin üzerine yıllardır sinmiş olan gürültü tabakası bile çoktan göç etmiş gibi; yeni kentler, yeni yurtlar, yok edecek yeni sessizlikler aramak üzere. Nerede herkes? Hayat durdu mu? Dünya dönmekten vaz mı geçti? Yorgun bedeni tükendi mi artık? Kimse yok. Tüm dükkanlar kapalı. 24 saat açık olan köşedeki çorbacı bile. Günün her saati sarhoşlara ev sahipliği yapan şu kaldırım taşı bile öksüz. Anlayamıyorum. Kendi nefesimden başka algıladığım tek bir hayat belirtisi yok. Yine başladım kuruntularıma, paranoyalarıma. Doludizgin düşler arasında koşturup duruyorum. Hiç mi yorulmaz şu dizlerim. Alt tarafı sıradan bir pazar sabahındayım. Sıradan bir güne doğuyor yaşam. Tüm sıradanlığıyla her şey aynı giderken, bugünkü tek fark: “Günün gürültüyle savaşı bugünlük sona ermiş.” Gürültü yenilmeyi bilmiş, kapılar ardına gizlenmiş. Yeniden ortaya çıkıp, huzuru ele geçirmek için sinsice güç toplamakta. Sen de bu kısacık huzurun tadını çıkar. Birazdan insanların arasına karışacaksın nasıl olsa. Yitip gideceksin ve yine kim olduğunu unutacaksın! *** Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Gözleri hareket eden herhangi bir canlı aradı. Hiçbir yaşam izine rastlayamadı. Tüm sokakları, caddeleri gezdi. Tüm evlerin zillerini çaldı. Dükkanların içine baktı. Tanıdıklarını aradı. Tanı-
madıklarını aradı. Sağa sola koştu. Yalpaladı, durdu, tekrar koştu. Kimseleri bulamadı. Saatlerce yürüdü. Haftalarca yürüdü. Aylarca yürüdü. Uzaklara yürüdü. Başka sokaklarda, başka caddelerde, başka kentlerde yaşam aradı. Bulamadı. Çığlık attı, ses telleri acıyana kadar, ağzının kenarları kanayana kadar. Ağladı, çok ağladı. Yolun ortasına yığıldı kaldı. Tek başına, çaresiz, tek başına, umutsuz, içi boş. T e k b i r c a n l ı b u l a m a d ı. Acı oturdu tam yüreğinin üstüne. Kalkmadı. Mevsimler değişti. Dudakları morardı. O soğuktan sandı. Korkudandı. Dudakları kanadı. O çatladı sandı. Isırmıştı. Bilincine vardığında mutlak yalnızlığının, süreç başladı. O başladığının farkına bile varmadı. Yok olmaya başlamıştı. Yavaş yavaş, belki de hızlı. Farkına bile varmadı yavaş mı hızlı mı? Önce ayakları yok oldu. Göremedi ayaklarını, parmaklarını, ayaklarındaki nasırları. Bir süre yerlerde süründü. Dizleri parçalandı. Sonra bacakları yok oldu. Yarımdı artık, yarısı gitmişti. Göremedi gecelere açılan bacak arasını. Eli, yok olan parçalarına dokunmak istedi, boşlukla kucaklaştı. Devam etti yok olmaya: karnı, elleri, kolları, göğüsleri, boynu. İnanmak istemiyordu. Kavrayamıyordu. Sessiz dünyada geriye sadece başı kalmıştı. Yuvarlanmaya başladı; yüzü gözü kan içinde, taşlara çarparak. Bir uçurumun kenarına geldi. Durdu. Aşağıyı görebiliyordu. Sonu olmayan bir cehennem çukuru gibiydi. Atlamak istedi, ama ne elleri ne kolları ne de ona yardım
13
edecek bacakları vardı. Sıra yüzüne gelmişti. Kulakları yok oldu; işitmeye aç kulakları. Çenesi yok oldu; ortasında küçük bir çukur gizli çenesi. Ağzı yok oldu; binlerce kelime yuttuğu, on binlercesini kustuğu ağzı. En sona gözleri kaldı. Eğer biri olsaydı, yuvalarından fırlamak üzere olan gözlerindeki dehşeti okurdu. Ama yoktu, kimse yoktu. “O” da olmayacaktı. Kurumaya yüz tutmuş nehirden hüzün dolu, suskunluk dolu, yorgun iki damla düştü yere. İki göz son kez baktı canı gitmiş dünyaya, tek başlarına, bedenden ayrı gezindiler havada. Kaçmak istediler. Kaçmaya çalıştılar. Olmadı. Y o k o l d u l a r. Y o k o l d u. A r t ı kyoktu. Ondan geriye küçük bir artık bile kalmadı. Yaşam sessizliğine geri döndü. *** Aptalca, hepsi anlamsız. Varlığın ve yapılanların derin anlamsızlığı. Derin sözcüğü de anlamsız. Sözcükler arasında boğuluyorum! Nefes alıp almadığımı bile bilmiyorum. Yaşayıp yaşamadığımı da. Neden! Belki de hiç! Son nokta bu mu? Vaz mı geçsem? Vazgeçtim! Geçmedim! Boşlukta bir ben mi varım? Koca dünya! Neden? “Her şey”. Anlamsız. Her şey üstüme geliyor. Hayır, üstüme gelmiyor. Gördüm, görüyorum! Hiçliğin tam ortasındayım. Etrafımdaki boşluğun tam ortasında. Boşluk karanlık. Hiçbir şey yok. Ayakta duruyorum. Evet görüyorum. Saydam bir balon mu bu? Bilmem, balon değil. Ne bu lanet olası! Yu-
14
varlak bir şey ama balon değil. Açık mavi, hatta beyaza yakın bir kütle, yuvarlak bir kütle. Evet, kütlenin içindeyim. Hava var mı? Bilmem. Nefes alıyor muyum? Bilmem. Belki de nefes almam gereksiz. Sadece duruyorum. Ellerim iki yanda. Kütlenin dışı mavi bir çizgi ile çizilmiş gibi. İçinde beyaz bir yoğunluk var. Tam beyaz değil ama. Yumuşak yoğun bir şey dolu. Nedir ne bileyim! Var mı bu kütlelerden başka? Ben tek miyim? Kim koydu beni buraya? İşte yanımda. Ama yok, yanımda gibi dursa da uzakta çok uzakta -nerden bileyim yakın mı uzak mı olduğunu, burada böyle bir kavram var mı? Görebildiğimi söyleyebiliyorum ancak-bir kütle. Evet evet, bu kütle kırmızı. Dibimde değil, ne kadar uzakta bilmiyorum. Belki uzakta da değil. Kırmızı kütle. Tam kırmızı değil. Çevresi kırmızı bir çizgiyle çizilmiş. İçi açık renkten gidiyor kırmızıya. Beyazdan mı başlıyor? Tam beyaz da değil. Kırmızıya çalan bir beyaz. Benim kütlemle aynı gibi. Rengi değişik sadece. Biri duruyor içinde. Benim gibi elleri yanda. Algım alıştıkça görebiliyorum. Ne büyük bir bilinmezlik. Kim koydu bizi buraya? İşte bir tane daha. Ama biraz önce yoktu. Vardı da ben mi görmedim? Ama nasıl olur? Kırmızının yanında. Belki de yanında değil. Uzağında. Ne yakın, ne uzak bilmi-
yorum ki! Sadece boşlukta bir kütle seçebildiğim. Koyu yeşil. Hayır yeşil. Kütlenin çevresi yeşil bir çizgiyle çizilmiş gibi. İçi beyazdan yeşile doğru gidiyor. Yeşil kütlenin içinde biri var. Elleri yanda duruyor. Hiç hareket etmiyor, hiç hareket etmiyorlar. Bizi kim koydu buraya? Havadayız, ama asılı değiliz bir yere. Boşlukta var olan kütleleriz. Birini gördükçe, hiç görmediğim bir diğerini görmeye açılıyor algılarım. Neden hepsi farklı renk? Hiç aynı renk yok. Ne kadar sonsuz olabilir ki? Gittikçe görüyorum, gördükçe fazlalaşıyorlar. Ama sanki hepsi uzak. Ya da yakın mı? Kim bizi buraya koydu?
mi duymuyorum yoksa açamıyor muyum? Çabam yok! Şimdi her yer bu yuvarlak kütlelerden dolu. Nasıl bir bilinmezlik bu! Bizi buraya birisi koymuş olmalı. Acaba onlar beni görüyor mu? Hiç olmazsa birisiyle iletişim kurabilsem. Neden buradayız? Ben nasıl geldim buraya? Hiçbir şey hatırlamıyorum. Nasıl geldiğimi soruyorsam, bir yerden gelmiş olmalıyım, o zaman bunun bir öncesi olmalı. Hatırlamıyorum. Buradan önce başka bir yerdeydim, evet bu kesin. Ama nerede? Burada bir anda var olmadığıma eminim. Yoksa hep burada mıydım? Kavramlar var: uzak- yakın, renkli-renksiz. Tüm bunları biliyorum. Bildiğime göre, bunları öğrendiğim, gördüğüm bir yer olmalı. Bunları bildiğim yerde, bu kavramları bilen başka birileriyle birlikte olmuş olmalıyım. Ama o yer burası değil. Burayı ilk defa görüyorum. Daha önce görseydim hatırlardım. Hatırlar mıydım? *** Yaşam, zamandan arınmış bir evrene doğdu. Kadın, varolma isteğiyle yok olan bedenini yeni bir bilinmezliğin ortasında buldu. Bembeyaz bir boşluğun ortasında masmavi bir kütle. Ne kahkahalar, ne ağlayanlar, ne koşuşanlar geçebildi bu kütleden. Kadın unutmaya, unuttukça anlamaya başladı. Artık sadece o vardı ve her şey onda tamdı.
Kütleler arasında hiçbir bağ yok. Hepsi birbirinden bağımsız. Farkındalar mı benim? Kimse yakınlaşmıyor. Kimse uzaklaşmıyor. Birbirinden uzak ya da birbirine yakın duran (algılayamıyorum ki) renkli yoğun kütleler havada duruyor, ama asılı değiller bir yerlere. Şimdi gözlerim iyice açıldı, her yer onlarla dolu. Hepsi aynı boyutta, sadece renkleri farklı. Hepsinin içinde biri var; birbirlerine benziyorlar, ama hepsi farklı, ben de onlara benziyor muyum? Yüzlerini seçemiyorum. Kimse konuşmuyor. Ben de konuşmuyorum. Nasıl iletişim kurulacak? Konuşmayı niye denemiyorum? Çabam yok ki! Düşündükçe konuşuyor gibiyim. Konuş*** malarım düşüncelerim mi? Ağzımı oynatsam. Dudaklarımı açma isteği Bizi birisi buraya koymuş olmalı...
15
Öykü * Vuslat Saçkesen
Kayıp Ruhlar Çölü
16
Gökyüzünün, morun tonlarından oluşan bir renk paleti halini aldığı o sessiz gecede ilk kez öptüm onu. Hava oldukça serindi, teninden yükselen sıcaklık dalgasıyla sarmalanmıştım. Öpüşüm bir veda manası ihtiva ediyordu ama ikimiz de henüz bunun farkında değildik. Önümüzde uzanan uçsuz bucaksız, taşlı ve çorak arazi cüzzamlı birinin suratını andırıyordu. Gündüz vakti güneşin kavurduğu bu topraklarda bir güzellik kırıntısı bulmak için çok çabalıyordu insan. Oysa gecenin efsunu çökünce bir kez, tüm çirkinlikler gizleniyor ve gökyüzünün uçsuz bucaksızlığına hayran olmamak imkansızlaşıyordu. Bense o gece siyaha çalan gözlerinin büyüsüne tutulmuştum. Gökyüzünü süsleyen
milyarlarca pırlanta tanesi sığmıştı sanki bu bir çift göz yuvarlağına. Gece ananın dokunduğu her şey morumsu bir parlaklıktaydı. Kirpileşmiş saçları, sert yüz hatlarıyla düşler lordunu anımsatmıştı bana, adam. Hakikaten de bir düş dünyasıydı bu, anın rahminde bir sonsuzluk yanılsamasına kapılmıştık. Veda vakti geldiğinde ruhlarımızın yeni doğmuş bebekler gibi çığlık atması bundandı. Zaman, önünde yırtıldığında o güzel gözlerini son kez görmüştüm. Yarıktan fırlayan renkler girdabının içine girip kaybolmuştu. İkimizde toyduk. Hayatın birbiri içine geçmiş ilahi fay hatlarından oluştuğunu henüz bilmiyorduk. Renkli düşlerden uyanıp yeni bir
hayata başlama zamanı gelmişti. Amanar hayatımdan çıkalı çok oluyordu. Zaman çizgimde bir kum tanesi kadar iz bırakmış ve rüzgara karışmıştı. Kabilemden ayrılma vakti geldiğinde henüz on yedi yaşına basmıştım. O günden bugüne zamanda ve mekanda pek çok sıçrayış yaptım. Yolun öğütlediği şekilde yaşayıp gidiyordum. Arayışım sürmekteydi. Nitekim pek çok evrende pek çok insanla tanıştım. Peki ya ruhumun kayıp parçası neredeydi? Bir kuş kadar özgür, bir ağaç kadar engindim. Kimseye ihtiyacım yoktu ve o büyülü gecenin esrarı çoktan çıkmıştı aklımdan. Ruhumun eksik olduğunu düşünmeyi bırakmıştım. Kabileme dönüp bir aile kurmayı ise düşünmüyordum artık. Önümde uzanan sonu olmayan evrenler vardı. Çöl rüzgarlarına kapılıp giden ruh parçalarıysa bir masaldan ibaretti. Bir başınalık kabile kadınlarının anlattığı kadar korkunç değilmiş meğerse. Her sabah gün doğarken uyanıp zaman yarığından farklı dünyalara geçiyor farklı hayatlara bürünüyordum. Hayatın bir oyundan farkı yoktu. Her gece Kayıpruhlarçölü’ndeki çadırıma dönüp gecenin büyüsüne kapılıyor ve uykuda unutuyordum Amanar’ın toza bulanmış dudaklarını. Döngü sürüp gidiyordu ve ben bariz olanın farkına bir türlü varamıyordum.
oluyorsa biriyle buluşmak istediğimizde aynı zamanda ve aynı yerde olabiliyoruz. Bu da biz Turenklerin süper gücü sanırım. Yolumun Amanar ile kesişmesi yine böyle bir süper gücün eseri. İkimiz de aynı anda aynı yoğun arzuyla buluşmayı istemiş olmalıyız. Onu Rüzgarlı Tepe’de karşıladım. Geçen yıllar onu biraz daha esmerleştirmişti ve gittikçe çalılaşan saçları sakallarına karışmıştı. Renklerden bir cümbüş koparan yeleği üstündeydi. Sürekli dalga geçtiğim silindir şeklindeki hasır şapkasının çiçekli işlemeleri eskimeye yüz tutmuştu. Yüzünün sert ve soğuk hatlarının giyimiyle oluşturduğu tezat komikti. Bense her zamanki mavi çarşaflarımdan birine dolanmıştım. Başıma doladığım kırmızı tülbentten saçlarım fırlayıp rüzgara karışıyordu. Bana sarılması için kollarımı açıp öylece bekledim. O ise asık suratıyla karşımda dikildi. Kendimi plastik bir mankene sarılıyormuş gibi hissettim. “Otursana.”
Renkli hasırlarımızın üstünde bağdaş kurduk. O gelmeden çok önce bu anın beklentisiyle buraya gelip yerleşmiştim. Gözlerimiz tepenin eteklerinde uzanan kristal lagünün maviliğinde bir süre oyalandı. Benden çekiniyor gibiydi. Ne kadar zaman geçmişti acaba kişisel zaman çizelgesinde, şu anda kaç yaşındaydı? Zamanın sertleştirdiği yüzü Zaman burada farklı akar herkes yılların su gibi akıp geçtiğini gösiçin. İnsandan insana saat dilimi ve terse de buna inanmak istemedim. takvimler değişir. Ama yine de nasıl Sessizlik uzuyordu ama konuşmaya
17
onun başlaması için bekledim.
“Yaşayan ölülerin düzleminde bir kadın tarafından ısırıldım.”
“Yolumun sonuna geldim. Yokluğundan bu yana doksan sekiz yıl Sustum. Kara gözlerinde parıldayan milyonlarca pırlantadan eser kalgeçti.” mamıştı. Bir ahtapotun gözleri kadar Közlerin üzerinde ağır ağır kayna- kin dolu ve aynı zamanda boş bakımakta olan demliğe uzanan elim yordu gözleri. Kader onu yıpratmıştı. titredi. Benim için beş yıl geçmişti. Bir kum saatinin durmaksızın akan “Ne için geldin?” kumları kadar hızlı yaşadığını biliyordum lakin bunca yıl boyunca kader Gözlerine baktım ve anladım. Ağçizgimizin hiç buluşmamış olması zını açmasına gerek kalmamıştı. O beni şaşırtmıştı. Sesimi çıkarmadım. yolunun sonuna gelmiş bir adamdı. O isterse konuşurdu, benimse söyleDemlikte kaynayan suya gitti elim. yecek bir şeyim yoktu. Kuşağımda taşıdığım çay poşetlerini “Yerçekimsiz uzayın kalbine gittim. çıkartıp içine döktüm. Birkaç parça Uzundu yol. Bir kadın yarattım kendi- da nane ekledim içine. Çay demleme ve ona ruh üfledim. Böylece ev- nirken önümdeki kumları düzelttim, renin tenha bir köşesinde, yaşamın birkaç taş parçasını uzağa attım. yeni tomurcuklandığı bir gezegenin Hareketlerim yavaş ve sistematikti. Adem ve Havva’sı olacaktık. Yanıl- Amanar bilinçli olmaktan uzak bamışım. Çamurdan yarattığım kadın kışlarını ellerime kilitlemiş bakıyordu. atmosfere girer girmez terk etti beni. Ara sıra rüzgarın etkisiyle alevlenen Bir yılan fısıldamış kulağına, yasak közlerin çıkardığı çıtırtılar eşliğinde inciri vadetmiş. Mecburen yoluma iki cam bardak çıkardım. Başka bir demlikteki kaynar suyla bardaklageri döndüm.” rın içini ve dışını yıkadım. Suyun ka“Yoldan sapmak her zaman mut- tılaştırdığı kumun üzerine koydum bardaklarımı. Demlenen çayı alıp suzluk getirir.” içine şeker döktüm. Beyaz taneler “Öyleyse ben sapkınların en bed- akarken göz göze geldik onunla. Ruhsuz yüzü alaycı bir tebessümle bahtı olmalıyım.” bükülmüştü. Belli ki kabilenin geleYüzünü inceledim iyice. Avurtları neklerini yabancılıyordu artık. Demçökmüştü. Sakallarının örtmeye ça- liği turuncu kıvılcımlar saçan dalların üstüne geri koydum. Tekrar sıcak lıştığı yara izi gözüme çarptı. suyla yıkadım bardakları. İçlerine bir parmak su doldurdum ve ıslak kum“Yüzüne ne oldu?” ların üstüne koydum. Demliği ateşin
18
üstünden alıp oldukça yukarıdan bardakların içine döktüm. Sonra bardağın içindekileri tekrar demliğe boşalttım. Bu hareketi dört beş kez tekrarladım. Bardakların üstü köpüklenmişti. Nihayet şekerin iyice karıştığına kanaat getirince demliği közlerin üstüne bıraktım.
de yüzyılları taşıyordu. “Bunca yıl sonra neden geldin?”
Kelimelerim bunlardı ama arkalarında ciltler dolusu daha sitem vardı. Ne yazık ki artık anlamı kalmamıştı sitem etmemin. Bana bakan ruhsuz gözlerinde yokluğuna sebep olabi“Dünyanın en lezzetli çayı için sade- lecek bir şeyler aradım. Ama bulutlu ce birkaç ot, dedim gülümseyerek. bir gökyüzü gibiydi ifadesi, sakladıkBiliyordum gülerken gözlerimin içi larını göremiyordum. de bana eşlik ediyordu.” “Ay Tanrıçasını gördüm rüyamda, bana senin adını fısıldadı.” “Sanki başka çay içmişsin gibi!” Gülümsedim ve elimle çayı içmesi “Ancak o zaman mı hatırlayabildin ismimi, o zamana kadar bir olvidoiçin teşvik ettim onu. nun koynunda mı saklanıyordun.” “Yolun dışında her şey tatsızdır biliSustu. Bu pek çok şeyi açıklıyordu. yorsun.” “Söylenecek pek çok şeyi ben doksan sekiz yılda tükettim Tenere. Yaşlı bir adamım artık. Denizler ötesine göçmeme az kaldı. Buradayım çünkü boşa harcadığım ömrümü Ne kadar huzursuz bir ruh! Bir za- seni görmeden sonlandırmak istemanlar sonsuzluğa sığmayan Ama- medim. Ay Tanrıçası girdi diyorum nar şimdi bir damlanın içinde boğu- rüyama ve kulağıma ismini fısıldadı. luyor gibiydi. Perişan hali rikkatime Bir ayinden bahsetti, dolunayın mihdokunmuştu. Uzaklara kristal la- rabında gerçekleşen. Bize verilecek günün maviliğine kayan gözlerim ikinci bir şans. Seni bırakıp gitmemi orada umutsuzların kulaç attığını telafi edecek bir şans belki de. Ne gördü. Çoktan unutmuştum oysa dersin?” Amanar’ın kalbime dokunduğu zamanları ve şimdi sanki yeniden bir Onu susturmamdan korkar gibi soşeyler filizleniyordu orada. Kalbimi luksuz kalana kadar konuştu, konuşyokladım; ayrık otuydu filizlenen, tu. Bana o ayinden bahsetti. Desöküp atmam gerekiyordu. Aslında liliğin şarabını nasıl içeceğimizi ve birkaç saniyeye sığan kederim tinin- deliliğin tohumlarından nasıl yeni“Öğüt vermeyi bırak Tenere. Bu çorak toprakların tekdüzeliği senin hoşuna gidiyor belki fakat ben senden çok yaşadım unutma.”
19
20
den doğacağımızı. Tüm detaylarıyla ne yapmamız gerektiğini anlattı. Hem iğrenmiş hem de umutlanmıştım. Amanar’la bir şans daha... Biliyordum ki ölmekte olan bir adamın boğulmadan önce umuda son tutunuşuydu bu. Yine de umutlanmaktan alıkoyamamıştım kendimi ve ah nasıl acıyordum ona. Merhametim kibrimden geliyordu, kibrim ise beni yönetendi. Bir zamanlar yine bu kibirle ona tutulmuştum âşık olduğumu sanarak. Şimdi yine o kibir beni ele geçirmişti. Bana ihtiyacı olan bir adamın tutunduğu yılan olacaktım. Ne tuhaf ki bunu kendim bile bilmiyordum. Başıma gelen şeyi ilahi bir aşk zannediyordum. Karşımda duran varlık ise kurbaniyetin vücut bulmuş hali; bir ilah. İlahım karşıma çıkmadan önce özgürlük üstüne ettiğim o beylik laflar çoktan aklımdan çıkmıştı. Suyun durağanlığında yıkanan özgür ruh gitmişti. Bir bütün olmak istiyordum şimdi, ne zamandan beri eksik olduğumu hayretle hatırlayarak. Elbette ancak o zaman özgürleşebilirdim, yani bir bütün olarak. İşte o anda anladım ki sonunun ne getirdiğinin bir önemi yoktu, istediğini yapacaktım. Çoktan sönmüş olan közlerin üstündeki kararmış çaydanlığa uzandım, bir bardak çaya ihtiyacım vardı.
yordu. Morun tonlarıyla renklenen gecede dolunayın kıpkırmızı parlaklığına bulanmıştık. İlk âşık olduğum adamın kollarında çırılçıplaktım. Oysa gece örtüyordu üstümüzü. Geceydi bizi renklere bulayan. Bütün bu hengamenin ortasında bu esmer adama yeniden âşık olmuştum. Aşk böyle bir şeydi işte. Birbirini tamamlayan ardışık duygular silsilesi. Kaderin gümüş ipliği bizi yeniden birbirimize bağlamıştı. Ayin, kırmızının tutsağı olan ay tepeye ulaştığında başlayacaktı. Ay tanrıçası Amanar’a böyle demişti.
Gece çöktüğünde bedenlerimiz iyice sokulmuştu birbirine, tıpkı beni bırakıp gittiği o büyülü gece gibi. Esmer tenini okşuyordum durmadan. Tarifi imkansız bir coşkunun tesirindeydim. Kalbim boğazımda atı-
Esmer ve cılız bedeniyle dairenin ortasında buluştum. Bedeniyle bedenim temas ettiğinde çevremizde ılık bir rüzgar esmeye başladı. Dudakları dudaklarımla buluştu. Dünya yokuş aşağı giden bir eğlence treni-
Çölün serin gecesinde üşüyen bedenlerimiz iyiden iyiye birbirine sokulmuştu. Huzursuz bir bekleyiş içerisindeydik. Nihayet ay tepeye ulaştığında Amanar çevik bir şekilde ayağa fırladı. “Zaman geldi Tenere.” Zaman gelmişti. Yerden aldığı uzunca sopayla etrafımıza büyükçe bir daire çizdi. Daha sonra dairenin dört köşesine dört farklı sembol: Birbirine bakan ters üçgenler ve diğer iki köşede çöreklenmiş yılanı sembolize eden bir şekil. “Bana gel Tenere.”
ne dönüşmüştü aniden. İç organlarım düşme hissiyle irkiliyor ve kendini frenlemeye çalışan bedenim kasılıp duruyordu. Amanar ile senkronize bir şekilde hareket ediyordum. Tanrıçayı onurlandırmak için kokulu bir yağ sürdükten sonra dans etmeye başlamıştık. Kendimi iplerinden oynatılan bir kukla gibi hissediyordum. Kendime yabancılaşmış, kabuğuma çekilmiştim. Bir kelebeğin kanat çırpışı kadar narince dans ediyordu bedenler. Uzaktan seyredenler bu eşsiz zarafet gösterisi karşısında gözyaşlarını tutamazdı. Elindeki kadehi bana uzattı. Ne olduğunu sormadım bile, çoktan biliyordum; deliliğin şarabı. İkimiz de şaraptan bir yudum aldık. Deliliğin mantık dışı düzleminde dans etmeye devam etti bedenlerimiz. Etrafımızda bir renk cümbüşü akmaya başladı. Ters akan bir nehirde yıkandık ve yeniden doğduk. O anda kömür karası gözlerine bakıp zamanın geldiğini anladım. Çünkü yıldızları gördüm orada.
Şehvetin ateşiyle yoğrulan bedenlerimiz tükenmeye yüz tutmuştu. Durmamız gerektiğini biliyordum. Gün yaklaşıyordu. Aydınlığın ilk dakikaları felaketi de getirecekti. Her nasılsa bunu hissedip paniğe kapılmaya başlamıştım. Amanar’ı durdurmaya çalıştım. Çırpındım, tırnakladım, ittim onu. Bir kaya kadar sertti, yerinden oynamıyordu. O zaman anladım ki delilik damarlarında gezmeye başlamıştı. Kendini fazlaca şehvete kaptırmış, şehvetin tutsağı olmuştu. Çaresizce güneşin doğmasını bekledim kollarında. Yapacak hiçbir şey kalmamıştı. Nitekim güneş ufukta kendini göstermeye başladığında aniden her şey durdu. Ortasında durduğumuz renk ve rüzgar anaforu parçalandı. Amanar’ın yüzü şaşkınlıkla çarpılırken bedeni giderek soluyordu. Kalbim inanılmaz bir hızla çarpıyordu. Kaçınılmaz sonun idrakiyle iki büklüm oldu bedenim. Amanar denizlerin ötesine olan yolculuğuna, kaçınılmaz sonuna yakalanmıştı ve elimden hiçbir şey gelmezdi. Ayin başarısız olmuştu. Lanetlenmiştik.
-Gece ana izin ver bir olalım, birlikte kutsal rahminden doğalım. Yardım Güneş ve ay aynı anda gökyüzünde hermafrodit bir yaratığa dönüşet bize, bir damla kan karşılığında. tüler kısa bir an için. Her gün tekSözler döküldü dudaklarından ve rarlanan bir döngü. Bu hermafrodit kaderimiz mühürlendi. Vücutlarımız yaratık her gün aynı vakit doğuyor birbirine kenetlendi. Kana bulanan ve can veriyordu. gecede bir damla kan aktı bacaklarıma. Çığlığım dudaklarımdan Bir yapbozun parçalarının yerine dudaklarına aktı. Gecenin geri ka- oturması gibi aniden her şey berraklaştı. lanı şehvetli çığlıklardan ibaretti.
21
Röportaj * Mete Karagöl
Yiğit Kerim Arslan ile “Kirpik Bilgisi” ve Sanat Üzerine
Öncelikle tüm okurlarımıza hoş geldiniz diyorum ve hiç lâfı uzatmadan içerikten bahsetmek istiyorum; sevgili Yiğit Kerim Arslan ile iki bölümlü bir röportaj gerçekleştireceğiz, birinci bölümde geçtiğimiz ay yayımlanan ikinci kitabı Kirpik Bilgisi, ikinci bölümde ise sanat üzerine kısa bir konuşma olacak. Yiğit Kerim Arslan’ı kısaca sizlere tanıtalım; 2003 yılında doğan şairimiz, 2017 yılında ilk kitabı Yeni Moskova’nın yayımlanması mutluluğuna erişti. Şiirleri pek çok ulusal ve bölgesel dergilerde yayımlandı, örneğin Şiiri Özlüyorum, Yeni e ve Bireylikler gibi. Bu yılın Mart ayında ise ikinci kitabı Kirpik Bilgisi yayımlandı. Sayın Arslan, lise öğrencisi ve hâlâ doğduğu şehir olan Zonguldak’ta yaşıyor.
Merhabalar. Teşekkür ederim. Kirpik Bilgisi, ince ve güç bir çalışmayla ortaya çıktı. Üç sene gibi bir zamanda. İlk kitaptan çok farklı olduğunu düşünüyorum. İlk kitap Yeni Moskova zaten benim için, bir şeyler denemek istediğim bir dosyaydı. Çok soran oluyor, söylemek isterim; kitabın ismi divan şiirindeki “kirpik” mazmunundan geliyor. Bu isimde karar kılmamın başka anlamları da var tabii. Kitapta pek çok derdimi anlattım… ve her şeyin dışında kalmayı. Kitap iki bölümden oluşuyor: Kirpik bilgisi ve Masal ağrısı. Kitabın genelinde de Kelimelik, Sönüm, Nil Ezgisi, “The Willow Tree” (…) gibi ilk okunduğunda beğeni kazanan pek çok şiir var. Kitap dosyasını oluştururken şiirleri neye göre belirliyorsun?
Öncelikle, kitap dosyası hazırlamak pek zahmetli bir iştir, onu belirtmeliyim. Hem şairin hazırladığı dosya, hem de mizanpajdan gelen dosya. Bununla doğru orantılı bir önemi de var tabii. Yani içerikle de teknikle de ilgili bir iş bu. Kitapla aynı adı taşıyan “Kirpik bilgisi” bölümü anlamca daha kapalı şiirlerden, “Masal ağrısı” ise daha lirik Sevgili Yiğit, kitabından ötürü tebrik -diyebileceğim- şiirlerden oluşuyor. ederim, bol okuru olmasını dilerim. Böyle olsun diye yazmadım ama Bu senin ikinci kitabın, ne söylemek buna göre ayırdım dosyayı oluştuistersin? rurken.
22
Seni yakından takip eden biri olduğum için, senin hakkında “Şu yaşına rağmen iki kitabı var”, “Helâl olsun, çok hisli biri” diyenlerin -var- olduğunu tahmin ediyorum. O yüzden bu klişeyi soruyorum: Bu yaşında bu kadar değerli hislere sahip olmanda etkili olan şey nedir? Kitapta da geçen “arayış”, “sorgu” -felsefe… Çok küçük yaşlardan beri ilgi duyduğum kitaplar. Ülkemizin şu anki -daha doğrusu bir süredir- durumu. Nasıl Sartre gibi yazarlar İkinci Dünya Savaşından etkilenmişse, dünyadaki çoğu yazar ülkelerinin ve dünyanın durumundan etkilenmişse; aynen öyle. İnsanlar çekti birbirlerine kılıçlarını, açlık-yoksulluk, ölümler, yitik duygular ve ben de düşündüm bunların içindeyken. Okuldaki Edebiyat öğretmenlerimin, şiire ilgisi olan öğretmenlerimin de büyük etkisi oldu. Her zaman söylerim, okulun etkisi yadsınamaz. Çünkü Matematik derslerinde -sekiz saat- uyumaya çalışırken düşündüm çoğu şey üzerine. Ya da Gizdüşüm’le birleştim.
ların içine girdim. Dergileri daha sıkı takip ettim, iletişim kurdum. Dosya 2018’in sonlarına doğru bitti, dedim. Bitti, her şey orada başladı aslında. Tekrar tekrar düzenlemeler yaptım şiirlerde. Sonra Kaos Çocuk Parkı’na gönderdim dosyamı. KÇP zaten bildiğim, takip ettiğim bir yayınevi – kolektifti. Ücretsiz kitap basmak gibi herkesin yanaşamayacağı bir işi yapıyorlar. Sonra dosya kabul edildi. Kitabın editörü Lokman Kurucu ağabey de düzenlemeler yaptı. Mart ayında yayımlandı. Kitapta emeği olan birçok insan var. Mizanpaj, kapak tasarımı, editörlük ve KÇP’den kitap alarak destek olan herkes. Peki, kitap hakkında söylemek istediğin başka bir şey yoksa ikinci bölüme geçelim. Kitaba olan ilgin için tekrar teşekkür ederim.
Hiçbir şey zamana direnemiyor, dersem sanırım basit bir lâf etmiş olurum. Lâkin gerçekten de öyle, pek çok şey her geçen gün değeKitaba dönersek, kitabın Kaos Ço- rini yitiriyor. Bunlardan bir tanesi de cuk Parkı’ndan yayımlandı. Bize şiir. Gerçekleri konuşmak gerekirkitabı matbaaya götüren süreçten se, en az elli yıl öncesine gidersek, bahseder misin? şiirlerinle beraber seni memleketin bilindik bir şairi olarak hayal ediyoKirpik Bilgisi uzun bir sürede yazıl- rum. Meselâ aynı şeyi öykü için de dı. Yeni Moskova yayımlanmadan söyleyebilirim, o da değerini kayönce temeli atılan şiirler var. Bu sü- bediyor. Bir şair olarak, günümüzrede liseye geçtim. Aşık oldum. Ül- de, şiirin insanlar için ne ifade ettikede içimizi yakan katliamlar oldu. ğini söyleyebilir misin? İyi niyetlerimizi bir bir yargılayıp astık bazı zamanlar. Şiir konusunda dü- Biz her şeyin viran olduğu çağa, şüncelerim sürekli değişti. Tartışma- hatta onun da son demlerine gel-
23
dik diye düşünüyorum. Her şey tükeniyor. Kola şişeleri büyüyor ve biz de içiyoruz büyük bir keyifle! İnsan kendini ve ânını tükettikçe, şiir de öykü de tükeniyor. Tabii insanlığın suçu bu. Samimiyet kalmadı. Şiirin en önemli unsurlarından biri de samimiyettir -bence. Samimiyetin olmadığı yerde şiir neden okunsun? Okunsa bile sığ bir okuma olur bu. Günümüz okurları -çoğunluğu- gibi. Şiirde isyan bayrağını çekersin; güzel şiir, derler. İsyan ettiğin şeylere devam eder herkes, o güzel şiir! diyenler. Elbette çok iyi şairler var. Şairlerin sıkı şairler olduğunu, iyi şiirler yazdığını düşünüyorum şu dönemde. Ama kendimiz yazıp kendimiz okuyoruz hep -aramızda. Çoğunluğun ilgisi sığ şiirlerde. Şiir denemez hatta. İnsanların tüketmesi ve düşünmemesi, sormaması için ortaya konulmuş suç aletleri bunlar. Elli kelimeyle beş yüz sayfalık kitap yazmak suçtur. Kısaca, şiir şimdilerde -bir azınlık hariç- kimseye bir şey ifade etmiyor. Belki bomboş bir tatmin ve itiraz için… aşka, yaşama. Oysa bizim bunlara itirazımız çok farklı. Aşkla da, yaşamla da, sistemle de hâkiki dertlerimiz ve çığlıklarımız var.
roluşçuluk vebasına düşmemek zor. Varoluşçu’yum diyemem tamamen. Oradan kazandıklarım, sorduklarım var. Ama başka şeyler de var işin içinde.
Varoluşçu musun?
Peki, teşekkür ederim. Tekrarlıyorum; umarım, okuru bol olur.
Varoluşçuluğun şiir, öykü ve romandaki (yâni edebiyattaki) önemi ile beyaz perdedeki (yâni sinemadaki) önemi aynı mıdır? Bu zor bir soru. Yanıtlayacak kadar birikimim yok diye düşünüyorum. Yine de birkaç şey söyleyebilirim. Uyarlama eserler -Türkiye için: Yazgı, Yeraltı- sinema ve edebiyat ilgisi üzerine çok şey söyleyebilir size. Onun dışında Tarkovski filmleri… Pek çok sanat filmi, festival filmi diye adlandırdığımız pek çok filmde görebiliriz Varoluşçuluk etkisini. Dertler aynı. İkisi de açık açık anlatmıyor -söylemiyor-, gösteriyor, diyebilirim. Çünkü Sartre, Camus, Dostoyevski romanlarında bir sıkıntıyı, bunalımı göstererek yapıyor. Her şeyi apaçık söyleyerek değil. Sinemada zaten öyle. Ulus Baker’in Dostoyevski ve Tarkovski adlı bir makalesi vardır. Bunun, bu soruya cevap arayanlar için tatmin edici olacağını düşünüyorum. [http://www.korotonomedya.net/ kor/index.php?id=21,215,0,0,1,0]
İki kitabımda da en çok izi sürülebilecek şeylerden biri de Varoluşçuluk Ben teşekkür ederim, bu güzel söytabii -ve Absürdizm. Varoluşçuluk’un leşi için; değerli ağabeyim Mete Katemel soruları benim hep aklımday- ragöl ve epizotportal’a. Şiirle. dı. Birinci bölümde de bahsettiğim gibi yaşadığımız şu koşullarda, Va-
24
Öykü * Muhammed Atakur
Fıstık Ezmeli Dondurma
26
Fıstık ezmesinden yapılmış dondurma, üzerine tutturulduğu külahı ile birlikte elimden kurtulup sıcaktan eriyecek duruma gelen asfalt yola düşmüştü. Az sonra vücuduma ensemden giriş yapan kurşunun bünyemde yaratmış olduğu beklenmedik etkiyle birlikte ben de düşen dondurmanın yanında yerimi almıştım. Dört yaşındaki oğlum, elimi çoktan bırakmış; asfalta baş üstü düşüp erimekte olan dünyasını yani dondurmasını nasıl kurtarabileceğini düşünmekteydi. Dondurma, onun için dünyayı temsil ediyordu. Aslında böyle düşünmesinin sebebi aramızda geçen bir konuşmadan ibaretti. Bir gün bana “Dünya neye benziyor?” diye sormuş, ben de ona “Kocaman bir dondurmaya benziyor” demiştim. Göz bebekleri bir anda büyümüş ve “Ne yani dünyayı bir dondurma gibi yiyebilir miyim?” diye yeni bir soru yöneltmişti hemen. Çocuklar böyledir. Soru işaretlerine soru işaretleri eklerler. Kafasındaki sonu gelmeyen soru işaretlerinden birini giderebilmek için: “Evet sen de her insan gibi dünyayı yiyerek bitirebilirsin” demiştim. Zaten bütün insanlığın yaptığı da bu değil miydi? İnsanlık hep birlikte dünyayı yiyip bitirmeye çalışmıyorlar mıydı? Neyse ki konumunuz bu kadar evrensel değildi -şimdilik-.
Dört yaşındaki çocuğun pulsuz zarfın içinde evrene gönderdiğim sosyal mesajı da anlamasını beklemiyordum. Hem zaten şu an bitmekte olan insanlığın dünyası değildi. Şu an bitmekte olan benim dünyamdı. Her gün olduğu gibi bugün de işten çıktıktan sonra oğlumu kreşten almış ve evimin yolunu tutmuştum ki oğlumun ısrarlarına dayanamayarak yönümü fıstık ezmesini dondurma ile harikulade şekilde bir araya getiren dondurmacıya çevirmiştim çünkü bu dünyada istekleri geri çevrilmemesi gereken yegâne canlılar çocuklardı. Oysa bu istek hayatımın sonunu getirecek olan istekti. Oğluma o çok sevdiği fıstık ezmeli dünyasından aldıktan sonra bir yerlere oturana kadar bir elimle oğlumun küçücük elinden tutmuş diğeriyle ise külaha doğru hafiften erimeye başlayan fıstık ezmeli dondurmayı tutmuştum. İşte tam da o esnada vücuduma saplandı; bir futbol takımı taraftarının, abartılı sevinci sırasında havaya sıktığı kurşun. Havaya sıkılan kurşunun yer çekimine yenik düşüşü vücudumda son bulmuştu. Ensemden vücuduma giriş yapan kurşun önce omuriliğimi parçalamış daha sonra da sağ böbreğime saplanmıştı. Belki de sol böbreğimdi. Hangisi olduğunun bir önemi yoktu. Ölüm, gereksiz ayrıntıları hükümsüz kılıyordu.
Renkler bir anda kararmaya başlamıştı. Göğün mavisi, güneşin sarısı, evlerin, arabaların, insanların siluetleri… Sanki her şey tek renge bürünmekteydi. Tüm renkler bir anda siyahın hükmüne girmişti. İlginç olan sadece renklerin değil seslerinde gittikçe uzaklaşıyor olmasıydı. Ölüm böyle bir şeydi demek ki, sahip olunan ve daha önce kıymeti bilinmeyenler bir anda kıymetli oluveriyor ve o anda yok oluveriyordu. Geç kalınmışlığın çaresizliğinin ilk demleri yaşanıyordu. Ensemden akmakta olan koyu kırmızı sıvı, asfaltta erimekte olan dondurmaya karışınca fark etmişti beni; dünyası dondurmadan ibaret olabilecek kadar masum oğlum. Uzaklardan, çok uzaklardan bana sesleniyordu: “Babaa! Baba hadi kalk yenisini alalım. Hadi babaa! Hadi lütfen... Babaa!” Oğlumun gittikçe uzaklaşan sesi, düşüp erimekte olan dünyasının derdindeydi. Dünyamın yok olmaya başladığının farkında bile değildi. Ya Dünya hızlı bir şekilde yok oluyordu ya da ben. Hem Dünya hızlı bir şekilde yok oluyordu hem de ben. Yok olan benim dünyamdı. Etrafıma toplanan kalabalığın içinden çağırılan ambulansın sirenleri daha önce gelmiş polis sirenlerinin sesine karışmıştı. Dünyası dondurmadan ibaret olan küçük oğlum, bir polis memurunun onu benim kanlı bedenimden uzaklaştırmak amacıyla yapmış olduğu yeni dondurma teklifini geri çevirmemişti. Az sonra kaldırımın bir köşesine oturmuş; yere düşüp eriyen dondurmasının kanımla kaynaştığı noktaya
bakıyordu. Hem yerden kalkmamı bekliyor hem de polis memurunun ona almış olduğu fıstık ezmeli dondurmasını iştahla yalıyordu. Dünyası dondurmadan ibaret olan oğlumun geri kalan ömründe ölümü fıstık ezmesi tadında anımsayacağından ve elindeki dondurmanın ömründe yediği son dondurma olduğundan haberi yoktu. Gözlerim kararmadan son gördüğüm: şehrin simgesi haline gelen saat kulesiydi. Altıyı çeyrek geçiyordu. Ardından her yer karanlığa teslim oldu. Zaman benim için o an durdu. Altıyı çeyrek geçe bitti her şey. Sonrasının bir önemi kalmamıştı. Akreple yelkovanın amansız kovalamacaları benim için bir şey ifade etmiyordu artık. Bütün yaşam fonksiyonlarım devre dışıydı. Hayat beni diskalifiye ederek oyuna kaldığı yerden devam ediyordu. Akreple yelkovan birbirini kovalıyor, arabalar geçip gidiyor, kuşlar uçmaya devam ediyordu. Hayattayken kendini dünyanın merkezi zanneden insan öldükten sonra merkeze teğet bile geçemediğini fark ediyordu. Dönmeye devam eden o çok ciddiye aldığımız dünyanın ölümümüzden haberi bile olmuyordu. Öylece geçip gitmiştim dünyadan. İz bırakabildiğim tek yer: Dört yaşındaki oğlumun damağıydı. Bir acı yer edinmiştim oğlumun damağında. Fıstık ezmesinden yapılmış dondurmanın acısı.
27
Öykü * Varol Mengüverdi
Saat Kulesinin Dibindeki Çocuk
28
Bu şehirde canım nasıl sıkılır, bir bilseniz! Burada bir işim, ayrılamayacağım bir işim olmasa, bir saniye dahi durmam Karabük’te. İstanbul, burnumda tüter. Yine de bu şehrin çocuklarını, kendi çocuklarım sayar, onlar sayesinde katlanırım bu yaşama. Öğretmenlik böyle bir iştir. Onları yakalarından tutmuş kötü talihleri de olmasa, neyle kavgaya tutuşur, ne için kalırdım buralarda? Velhasıl, bu hislerim yüzünden, bu küçük şehrin sokaklarında sigaramı tüttürüp gezmeyi adet edindim epeydir. Bu gezintiler, pek önemli neticeler doğurmaz. Yalnız, özlemimi hakkı ile yaşamama fırsat verir. Bu da az bir şey değil elbette. Pek önemli neticeler doğurmaz dedik ama önümüze bir iki hikaye de koymaz demedik. Ne ilginç insanları vardır buranın! Şu az evvel, Saat Kulesi’nin dibinde sigarasını içerken, sayıklayan çocuk gibi. Çocuk dediysek, vardı bir yirmi-yirmi beş yaşlarında. Oturdum yanına. “Hayrola! Derdin ne?” diye sordum. Hiç de çenesi düşük çocuğa benzemiyordu ama anlatmaya nasıl mecbur kaldıysa, dökülüverdi: “Dertten çok ne var ağabey? Bende dert biter mi hiç?”
anlatırdı.
Birinin yanına yanaşıp, bu soruyu sormasını bekliyor olacaktı. Şaşırmıştım ama “Madem anlatmak istiyor, anlatsın.” dedim içimden. Dinlemekten de kulaklarımız aşınmaz ya! Evvela ismini sormak istedim. Derdi çoktu ne olsa! Birini unutsa, ötekini
Sustu. Konuşmak konusunda tereddüt içindeydi. Gözlerimi gözlerine dikince cesaretlendi ama sözünü yine böldü. Bu defa duraklaması fazla sürmedi.
“İsmin ne senin?” “Sait, ağabey!” Kendini o denli biçare düşmüş hissediyordu ki, ismimi sormaya lüzum dahi duymadı. Belki de çekindi. Sorguda olduğunu hissediyor olacaktı. Böyle harap düşmüş bir kimseyseniz; içiniz, anlam veremediğiniz bir biçimde, sorguya çekilmek arzusuyla dolar. Hatta bu sorgunun sonunda başınız okşanır da, kendinizi kıymetli hissedersiniz diye, öyle boş hayaller kurarsınız ki! Niyetim sorgu yapmak değildi tabi. Sadece meraklanmıştım. “Anlat hele! Okuyor musun, çalışıyor musun?” “Benim okulla bir işim kalmadı ağabey! Çalışıyorum burada. Madende işte! Öyle üç-beş, ne kazanırsam aileme yolluyorum.” “Onlar neredeler?” “Ankara’da. Şey… Ağabey!”
“Çalışmak
falan
koymaz
bana
ama… Şey…”
kesikti demiştim. O kadar sene belli etmedi zilli! Bir gün iş çıkışı, hani bu “Sorun ne o vakit?” çalışmaya başladığımızın ikinci senesi, elimden tuttu. Tek söz etme“Ağabey, ben darlanıyorum bura- den yürüdük öylece. Başka semtlarda. Mahpusta gibiyim şerefsizim!” teydik tabi, o yüzden rahatız. Abileri duysalar, ebemizi bellerler! Kusura “Ankara’da çalışsana!” dedim. bakma ağabey! Ağzımızı bozduk. “Hem orada rahat iş bulursun.” Bunu Neyse! Nerede kalmıştım?” dememle birlikte yüzü düştü çocukcağızın. Nereden bileyim, münase- Bu anda sözünü bölüp, bir sigara tubetsiz bir laf ettiğimi. Aslında, sordu- tuşturdum ağzına. Yaktım. Bir tane ğum tüm sorular münasebetsizmiş de kendime. “Devam et.” dedim. ya! Sonra anladım. Epey meraklanmıştım. “Olmaz ağabey! Ankara olmaz. Şey… Anlatayım mı sana? Aramızda kalacak ama! Gerçi kalmasa ne olur? Anlatayım ben.” “Doğru.” dedim. “Kalmasa ne olur?” Başladı anlatmaya: “Ankara’dayken bir kıza yanıktım. İsmi Turna. Aynı mahallede otururduk. Sabahları mahalleden uzaklaştık mı, okula kadar beraber yürürdük. Okuldan da beraber dönerdik. Ben ilk başta anlamadım. O da kesikmiş bana. (Gülüyordu.) Okul bitti. Üniversite imtihanları vardı. Ne bizim durumlar müsaitti ağabey, ne de onların. “Birkaç sene burada durur, çalışırım.” dedim. Sonra belki, para çıkarsa, doğru üniversiteye! O da aynı vaziyetteydi. Uzatmayayım! Öyle bir iki sene geçti aradan. Bizim evlerde vaziyet hala aynı. Çalıştığımız borca gidiyor. Yemeye, içmeye, faturaya… Durumlar aynı dedim ya! Her şey de aynı değildi. O da bana
“Sonra konuştuk. Gülüştük. Öpüştük bile! Bundan sonra ağabey, kaçak göçek yaşadık epey vakit. Öyle de güzeldi ki namussuzun kızı! Hele böyle kapkara gözleri vardı. Ne güzeldi, bir görsen! Gezdik, dolaştık. Bizim mahalleden Tayfun vardı. “Boş ev bul.” dedim bana. Buldu. Turna’yla geçtik eve. Öyle işte! Anladın. (Yüzünde utangaç bir gülümseme belirdi.) Hastaydım ben ağabey, bu kıza. Vallahi hastaydım. Bakma, boş ev falan! Evlenecektim ben bununla. Aileden maileden geçmiştim yani! Karşı çıkan olsa, vallahi çiğnerdim. Sonra ağabey, biz böyle gezip dolaştıkça neden bilmem, öyle pek sıkı gizlenmemeye başladık. Bizim evin oraya yirmi dakika uzakta bir meydan vardır. Yanında da bir park. Dedik “Kim gelip, bizi burada görecek?” Aldım bunu parka. Öpüştük, koklaştık… Sonra şey, söylemesi ayıp, ben kucağıma aldım bunu. Zilli de öyle hevesle oturdu ki! Sen yabancı sayılmazsın ağabey! Ne var ne yok, anlatacağım sana. Neyse! Oturdu
29
demiştim. Başını göğsüme yaslıyor. Ben onu alnından öpüyorum, sonra yüzünden, sonra dudağından.. Zilli de boynuma dalıyor arada. Hafifçe kalkıp yeniden oturuyor. İşte tam o vakit, hani kalkıp oturduğu an, ortanca ağabeyi bizi görmez mi? Hayatım kaydı ağabey! Bakma, böyle anlattım ama ben bu kızla evlenirdim ağabey! O ortanca namussuz bizi görmeyeydi, gider isterdim zilliyi. Gördü işte! Dalaştık herifle. Aslında önce ses etmemiştim de zavallı kıza “Ulan orospu!” deyip, bir de tokat atınca nevrim döndü. Bir iki tokat da bana atmıştı ama dedim ya, kıza ayıp etti. Giriştim buna. Olay büyüdü sonra. Ben kaçtım. Yaşlı insanlardır diye anneme, babama bir şey demezler ama her yerde beni arar dururlar. Bulsalar, öldürecekler. Belki aramayı bırakmışlardır. Ama arasalar da bulamazlar burada beni. O yüzden gidemiyorum ya memlekete, ağabey! O yüzden darlanıyorum.” İlginç bir hikayesi vardı. Birer sigara daha yaktık. Daha ne ben konuştum, ne de o! Yalnız, kalkmaya yakın, “Şimdi sevgilin var mı?” diye sordum. “Olmaz olur mu ağabey!” dedi. “Üniversiteden. Görsen! Bir içim su! Turna’ya bin basar. Kaç sefer kucağıma oturdu, başıma bir iş falan açılmadı. Daha ne isterim?”
30
#HerŞeyÇokGüzelOlacak
”Sakın güler yüzünüzü kaybetmeyin. Sakın yüreğinizdeki umudunuzu kaybetmeyin. Benimle beraber olun. Ve hep beraber göreceksiniz, her şey çok güzel olacak.” -İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu Pablo Neruda’nın da dediği gibi; “Bütün çiçekleri koparabilirsiniz; ama baharın gelişini engelleyemezsiniz.” Halk iradesine yapılan bu saldırıyı kınıyoruz!
www.epizotportal.com