Mahal Edebiyat ve Sanat - A2

Page 1

1


Nasıl başlasak geri dönmemek için? Kaan İnce

şiir: miray çora, meral sena kara, oğuzhan yalçınkaya, hale alkay, ferdi örnek, mehmet mahirgil, onur çalhan, yiğit kerim arslan ve kaya çanca, özge dirik öykü: mete karagöl, muhammed atakur, abdulkadir güneş, yılmaz can morgül, varol mengüverdi, utku sızgın eleştiri: selim aslan (don kişot kitap incelemesi) çizim: zehra bal (ön kapak), nurdan uykal (değirmen), hazal avcı (arka kapak) editör: fatma zehra göçmen

mahaledebiyat.com mahaledebiyatsanat@gmail.com instagram.com/mahaldergi twitter.com/mahaldergi

2


selim aslan don kişot kitap incelemesi Alonso'yu (yani Don Kişot'u) TRT'nin ucuz çizgi filmlerindeki ahmak tiplemeyle, şaklabanlıklarıyla ve çıkardığı anlamsız seslerle, ipe sapa gelmeyen beceriksiz tasvirlerle tanımak zorunda kalmak bizim nesle karşı işlenen en büyük edebiyat günahlarından biridir sanırım. Tam dört asır önce yazılan bu hikâyenin başkahramanı Alonso oldukça hayalperest ve saf bir ihtiyardır. Pek dışarı çıkmadığı köyünde gündüz toprağında çalışıp akşamları kitap okumaktadır. Eski zamanlara olan hasretini ve merakını okuduğu şövalye hikâyeleriyle beslemekte, uzun saatler boyunca bu hikâyelerin içerisinde hülyalara dalmaktadır. Kendini gerçek bir şövalye sanmasına kadar varacak bu naifliği etrafınca bilinmekte, tanıdıkları Alonso'nun bu kusurunu çıkarları için kullanmaktadır. Nihayetinde, Alonso’nun aklı günün birinde iyiden iyiye uçar. Kendini dünya üzerindeki son seyyar şövalye sanmaya başlar ve evdeki tencereleri, kazmaları zırh, silah zannedip kuşanır. Zayıflıktan ölmek üzere olan uyuz beygirini soylu bir kısrak gibi görür, Don Kişot olur ve yolculuğuna başlar... Bahsettiğim çizgi filmlerin de etkisiyle, çocuk aklıyla okunduğunda, olmaz maceralara çıkmış yaşlı bir delinin absürt yolculuğunu anlatan basit bir hikâye sanılır bu eser. Bir entelektüel ise şöyle diyecektir: “Don Kişot yıllanan kültürdür, Sanço Panza ise çağdaştır, medeniyettir. Don Kişot, çöken bir devri kılıcı ile yaşatabileceğine inanır... Siz yine de Don Kişot olun. Tek hürmet ettiğim adamdır. Çoktan kaybedilmiş bir davanın ancak bu kadar fedakâr bir kahramanı olabilirdi. Oysa dünya Sanço Panzalar ile doludur." (Cemil Meriç) Okunması gerektiği şekliyle ‘Don Kihote’ tüm zamanların en çok basılan, en çok bilinen, en çok dile çevrilen ve bilumum en ile başlayan tüm istatistiklerinde (en çok okunan değil) ilk beşte olmasından mütevellit popüler kültürde sıklıkla yer alan ve küçük yaşlarda, bir şekilde, hikâyesi yalan yanlış öğrenildikten sonra bir daha ilgi duyulmayan, bu sebeple çağdaşlarımız arasında derinlemesine inceleyenine pek rastlayamayacağımız bir başyapıt. Bu öyle bir başyapıt ki; eğer Kafka ölümünden sonra eserlerinin gördüğü ilgiye şahit olsaydı, kendi kısa yaşamı için üzüldüğünün beş katı kadar Cervantes için üzülürdü. Zira bence modern ve post modern romanların arasında en değerlilerden biridir Don Kihote. 3


Okurken anlayacaksınız ki Don Kihote -o maskenin altındaki gerçek insan Alonso- asıl savaşını yel değirmenlerine karşı değil, zamanın değirmenlerine ve çağdaşlarının gerçeklik algısına karşı açmıştır. Her mücadelesinde aşkına, Dulcinesine haykırır; ona kavuşmak, ona daha güzel bir dünya vermek için savaşır. O değirmenler öğütür Alonso’yu. Kendi gerçekliğini yaratan ve sistemin, çağın, zamanın değirmenlerinin karşısında kendi dünyasında ve kendi arzularıyla duran Alonso bu yüzden her dönemeçte bir tekme yiyecektir. En nihayetinde yenik, bitik ve umutsuz bir halde aklı başına gelmiş olan Alonso tek başına evine döner. Tüm derdi yol boyunca rastlayabileceğini düşündüğü çil çil altınlar olan yaveri Sanço’ya, amacı hiçbir zaman bu

4


olmadığı için, bir daha inanmayacak, tüm mal varlığını yoksullara bağışladıktan sonra bu dünyadan sessizce göçecektir. Don Kişot, anlamak isteyene çok şey anlatan, bulmak isteyene derin bir maden veren bir eser. Öyle çok mecaz, öyle çok gizli anlam, öyle çok alt metin var ki okurken yazarın çok zeki olduğunu düşünmemek imkânsız. Basit bir olayı -mesela Don Kihote'nin yol üzerindeki bir hana girişi, hanı şato, hancıyı ise lort sanması- bile işlerken okuyucuya öyle şeyler söylüyor ki satır aralarında siz bu halisünatif adamın gördüklerinin ve yaşadıklarının basit bir güldürünün sığ parçaları olmadığını, o hancının ilerleyen zamanın lorltarı olduğunu anlayıveriyorsunuz. Derebeyleri zamanında, bir şahıs istediği kadar zengin olsun; tacirler de dâhil olmak üzere hiç kimsenin lort ve benzeri unvanlara sahip olamadığını, bunun sadece soy ile kazanılabileceğini biliyoruz. Cervantes bir hancıyı neden lort sanmaktadır? Bu sorunun cevabı coğrafi keşifleri izleyen zamanda; yani yaklaşık olarak 15. yüzyıl ve sonrasında tacirlerin özellikle köle ticaretiyle kazandığı muazzam servet sayesinde derebeylerinin en ufak bir hizmetine dahi muhtaç olmayacak pozisyona gelmeleri, ilerleyen zamanda toprak sahibi olmaları ve Cervantes'in öngörüsü ile hanların şatolara, hancıların lortlara dönüşmesidir. Şarap şişelerindeki içkiyi kan gibi görmesi ve her birini parçalamaya çalışması dini referanslarla ve göndermelerle doludur. Bir nevi Dante’nin İlahi Komedyası gibi, satır aralarında, alt metinde bulabileceğiniz fazlasıyla cevher içerir ve bu eserin edebi değerini belirleyen asıl unsurdur. Cevher ne yolculuğun başı, ne de sonundadır; yolculuğun kendisidir.

5


miray çora yirmi üç yılın hiçliği Ne gökyüzüler giydirdim Ne terbiler çizdim Ne çamlar ektim Ne çiçekler serdim Nisanlarda soldum Mayıslarda açtım İlk nefesimde aldım Son nefesini Dağlarda bayırlarda aradım Uçsuz bucaksız fikirlerini Yeğledim delirmeyi Görebilmek için yok beyazı Yanan cesetler aydınlatır bu zulmeti Bilmeyenlere anlattım Bizim hiçliğimiz yanık düş kokar Anlamadılar Rastlarım kör kuşlara Debelenir toprakta ihtirasla Uçmayı unutan ölülere inat Sevdayı haykırırım son bir solukla Bürokratların buyruklarıyla sağır Halkına inat Yazın mevkilerinize Bu sene de yirmi üçten nefret ettim

6


muhammed atakur namuslu hırsız Namus belasına kardaş verdiğimiz can bizim Cem Karaca Polis sirenleriyle dağılmıştı meraklı kalabalık. Mahallenin girişindeki çöp konteynırına üşüşen sinekler gibi üşüşmüşlerdi; bağımsızlık isteğiyle birbirinden ayrılan ve tek başlarına bir halt beceremeyeceklerini anlayan kemiklerin doldurduğu cesedin başına. Şafağın sökmesine epey bir vakit vardı henüz. Karanlığın hükümranlığındaydı dünyanın bulunduğumuz yanı. Sokağı uyku mahmurluğuyla doldurmuştu insan kalabalığı. Elbette merak duygusuydu gecenin bir yarısı insanların gecelikleriyle sokağa dökülmesine sebep olan. Ve tabii ki acil yardım çalışanları ile polis memurları da oradaydı. Gecenin kör bir vakti aynı sokakta toplanmışlardı; uyuması gerekenler ile görev beklerken uykuya direnenler. Ölümün geri kalanlar üzerindeki tek etkisi: Hangi tabakadan olduğuna bakmaksızın bütün insanlığı bir araya getirmekti. ‘OLAY YERİ GİRİLMEZ’ yazılı sarı şeridin dışında kalmıştı meraklı kalabalık. Ve sarı şeridin içinde kalmıştı tamamlanmamış hayalleri olan ceset ile birbirinden farklı hayaller kurarken aynı göreve çağırılmış olanlar. Cesedin siluetini yere tebeşirle kazıyanlar, cesedin bu dünyada alabileceği son hali teknolojik aletlere kaydedenler, taş sokağı yavaş yavaş boyayan kan ve bu kanın cesedin neresinden boşandığını tespit etmeye çalışanlar, mahalleye hafiften yayılmaya başlayan ölümün kesif kokusu ve bir de vazifesi sadece orada durup ayakta dikilmek olan vasıfsız polis memurları. Hepsi sarı şeridin içerisinde cesetle baş başaydılar. Nöbet gecelerinde doğru düzgün çalışmayan elektrikli sobayla güç bela ısıttıkları odalarını bırakıp olay yerine gitmek zorunda kalan Salim Komiser ile Muzaffer Komiser de oradaydı. Ayakta dikilmiş öylece bakıyorlardı yerde yatan cesede; biri bıkkınlık öteki acıma duygusu ile. Görev arkadaşlarının vazifelerini bir an önce bitirmelerini beklerken Muzaffer Komiser bozmuştu, içinde kaybolmakta oldukları sessizliği: “Ne vardı lan dördüncü kata kadar tırmanacak? Hırsızsın lan sen. Gir işte birinci kata, al alacağını sonra s*ktir git. Değer miydi canına?”

7


Kulaklarında çınlayan sözleri, karanlık gecenin içinde kaybolduktan sonra: “Amma da yüksekmiş ha… Nasıl tırmandı lan bu hergele oraya. Pek de çelimsiz bir şey…” diyerek sessizlikten sıkıldığını iyice beyan etmişti Muzaffer Komiser. “Tırmanamamış zaten Muzaffer abi. Tırmanabilseymiş şu an burda olmazdık.” Olay mahalline geldiklerinden beri sesi çıkmayan Salim Komiser, kendi sesine alışmış olan Muzaffer Komiser ’in ağzı yırtılırcasına esnemesini yarım bırakmıştı. Kendinden başkasının sesine ihtiyacı olan lakin bu sese hemen uyum sağlayamayan Muzaffer Komiser, hemen yanı başında duran Salim Komisere ters ters bakarak: “Yok, bi’ de tırmansaymış. O zaman da ya haneye ya ırza tecavüzden burda olurduk. Geçmişini dürdüğümün namussuzu, her türlü iş açacakmış başımıza.” “Öyle deme be abi. Bak öldü gitti işte. Hem belki gerçekten ihtiyacı vardı diye girmeye çalışıyordu eve. Alacağını alır çıkardı. Kimseye zarar vermezdi. Belki de bu daha ilk denemesiydi. Ne belli… “ Salim Komisere ters ters bakmaya devam eden Muzaffer Komiser: “Namuslu hırsızdı yani.” Duymuş olduğu hoşuna gitmiş gibi sırıttı Salim Komiser. “Aynen abi. Belki namuslu hırsızdı.” Alaycı bir kahkahanın kenarından dönen Muzaffer Komiser, bulunduğu ortamın kahkaha kaldırmaz cinsten olduğunun farkındaydı. Alayını bakışlarına taşıyarak: “Salim, bu dünyada namuslu hırsız diye bir şey yoktur. Namuslu insan diye bir şey de yoktur. Hatta bu dünyada namus diye bir şey de yoktur. Burda ölüler var. Ölülerin arkasını toplayanlar var. Ha bi’ de o ölülerin dedikodularını yapanlar var. Ölüye bile saygı duyulmayan bir yerde namustan bahsedilemez. Namussuz bir dünya oğlum burası. Ve biz bu dünyanın en namussuz zamanlarına denk gelmiş, ondan bile namussuz insanlarız. Namus buralardan göç edeli çok oldu. O devir çoktan kapandı.” “Ama abi…” diyerek sözüne devam edecekti ki Muzaffer Komiser ‘in sabrının taştığını beyan bakışlarıyla birlikte sözünü yüklemsiz bıraktı Salim Komiser. “Hadi Salim hadi, git çalıştır arabayı. Klimayı da yak, araba ısınsın. Onlar işlerini bitirene kadar biraz ısınırız. Sonra gelir toparlarız buraları. Hem biraz daha üşürsek biz de yerdeki gibi buz keseriz.” 8


Salim Komiser ‘in yırttığı sarı şeridin ne içinde ne de dışında kimse kalmamıştı. Güneş doğmaktaydı şimdi. Şafağın ayazı Salim Komiser ‘in yüzünü yalamaktaydı. Az sonra arabaya binmiş, Ellerini ovuşturmaktaydı Salim Komiser. Arabayı hareket ettirirken: “Abi bi’ mercimek içmeye gidelim mi? Sabah sabah içimiz ısınır. Ha ne dersin?” Gece boyu kendisini sinir eden Salim Komisere siniri geçmiş olan Muzaffer Komiser: “Olur” dedi. “Hadi sür de bi’ mercimek içmeye gidelim.”

onur çalhan gölge manzaralı pencereden İçimde sakladığım o küçük kıvılcımları, Boğazının düğümüne ektiğim çiçek tohumları, İntihara bağımlı apartman boşlukları, Beynini zorlayan renkli ömür yolları, Siyah boyalı pencerelerde yeşillik manzaraları, Hapsedildi sana gelen tüm yolların kaldırımları. Kendi ismine bir şehri nasıl sığdırıyorsun? Anlamıyorum. Saçların bahar getiriyor sokağıma, Çocukça ama boyamak istiyorum güneşi yeşile, gökyüzünü sarıya. Gökten dört şiir düştü Havva anaya, Biri Nazıma, biri Süreya'ya, biri de sana, İnsanlık bile ayrılmışken ayrı ayrı kıtaya, İnanamıyordu kimse ceviz dolu saraya. Kapat gözlerini şimdi varlık ve yokluk arasında bir yerdeyiz, Ya hayırdayız-ya şerdeyiz, Toparlayabilsem toparlarım şu sefil halimi, Uyandım, nerdeyiz? Ya cennet, ya cehennemdeyiz. | 8 Mart 2018, Pencere Kenarı. 9


meral sena kara adsız

Erik çiçeklerinden Itri bir mağlubiyet yaşıyorum Korkuyorum, uyanmaktan Bir şeyler tekliyor Hançer kemiğimin altından O zaman bir yaşamak düşünemiyorum Bu muhlal bir pranga Kıldan ince bir giyotin ardında Kan sızıyor dudaklarımdan Boğuluyorum Metalik bir tat bırakıyorum kendime Bunu kendim yapıyorum Beklemekten meşrulaşmış bir zamanda "Beklemek" diyorum Bu ihtilal ne kadar sürecek ki Yaşayabilmekten düşene kadar Daha ne kadar tüketeceğim kendimi... Hayır! Bunu kendim yapıyorum Geçiyor... Bu meyletme hevesim Kan daha kırmızı dünden, bugünden yarından Her şey geçiyor ve birden Kayıyor yer Düşmek istemiyorum bu şekilde Böyle bitmek istemiyorum Ama bunu bir kendim yapıyorum...

10


abdulkadir güneş kimse-s-siz

Sonbaharın güneşin yüzünü hapsettiği günde bulutlar gökyüzünü sarmıştı. Ellerim paçası yamalı pantolonumun cebinde, alabildiğince yürüyordum. Kaldırımlar sükûnet içinde adımlarımı dinliyor, soluk alışverişimi değiştiren yokuşlar ayak ritimlerimi izliyordu. Yaşadığım her günde, hep aynı sorular kafamı kurcalıyordu. Hayattaki amacım, neden burada olduğum, kim olduğuma dair ne bir iz ne de bir kanıt vardı. Şuracıkta ölsem muhakkak kimsesizler mezarlığında yerim hazırdı. Kuşlar su içsin diye bardaklı oyuk, beyaz mermerlerle çevrili başucumda bir iki söz ya da şiir mezarımda, yok yok kendini bilmeyen adamın mezarı o kadar lüks olmazdı. Beton taşlarla örülü mezar, o bile olmaz topraktan ufak bir yükselti başucuna tahta çakılmış, siyah kalemle yazılmış zar zor okunmayan adım ve ruhuna Fatiha. İnanın bu kadardı. Öldükten sonra imam bile başımda durmaz en kısa sureleri okuyup gider, belki arkamdan sala bile okunmazdı. Sahi ben kimim, adım ne? Belki de kimliğimi bulmaya çıkmışımdır dışarı ya da her insan gibi bir parça kimsesizimdir. Yapraklar diyorum, sapsarı vücutları ne güzel düşüyor kahverengi yumuşak toprağın üstüne, yaz da ne kadar erken gitti, ısıtan yanını soğuklara bıraktı. Gece ayaz olmuş muhakkak, yoksa bu denli soğuk olmaz buralar. “Evi olmayanın yıldızları bol olurmuş.” derdi annem, doğru söylermiş. Köşede bir kahve var; çay içiyim de buzlarım çözülsün, parmak uçlarım ısınsın yoksa soğuktan öleceğim şuracıkta, arkamdan ağlayanım olmayacak, soğuktan da insan ölür mü be nasıl olur diye seyredecekler oturdukları sıcacık evlerde, vah vah bile çıkmayacak ağızlarından, bir sonraki kanaldaki eğlence programına kaptıracaklar kendini sonra da uyuyacaklar en güzel nevresim takımlı polarlı yataklarında. Beni duymayacaklar, görmeyecekler, yaşadığımı bile bilmeyecekler, belki haber bile olmayacağım. Kahvenin kapısı içeriden buğulanmış, damla damla izler var camın üzerinde, odunsu yerlerinde ıslaklık soğukluk var, içerideki sobanın dumanı tütüyor bacadan, içini ısıtıyor şu duman bile, bir masadan boşu alıp doluları getiren kahveci… Oyun uğruna verebilecekleri üç beş kuruşu olanlar gözüme takılıyor. Yavaşça asılıyorum kapının koluna, kapıyı açmamla yüzüme gelen sıcak hava dalgasının, mimiklerimi kullanabilmemin sevincinin tarifi yok. Gülüyorum,

11


belki de ilk defa yaşıyorum bu duyguyu ya da gülümsemeyi hatırlıyorum. Sobanın yanına bir sandalye çekiyorum, ”Açık bir çay!” diye sesleniyorum kahveciye. Kahveci dik dik bakıyor yüzüme. Üstüme başıma bakan kahvedekiler de, çay buldu da açığını istiyor, diyor kim bilir içinden. Kızıyorum kahveciye, ben de dik dik bakmak istiyorum. Rahmetli dedemin sözü çalınıyor kulağıma, “Bizim bu oğlan bir araba sopa yese bir kamyon yok mu diye sorar.“ vazgeçiyorum kızgınlığımdan. Çayı getiriyor pos bıyıklı, saçları yer yer dökülmüş kahveci. Yüzünde hiç dünya belirtisi yok, hani şu ölüp de dirilenler, -zombiler- ona benziyor. Koyuyor önüme demli çayı, ses çıkaramıyorum. Bir yudum alıyorum zehir gibi, vücudum ekşiyor oracıkta. İçimden kahveciye saydırıyorum. Yine göz göze geliyoruz; ne kadar merhametli adam, beni kahveden kovmadı diye düşünüyorum. Kahveci düşünce okuyabilir gayet, ne de olsa günde kaç kişiyle uğraşıyor, temkinli davranıyorum. Kötü sözleri duysa beni oracıkta öldürür. Sanki herkes bana bakıyor, üstümün paspallığına, yırtık çarıklarıma, yamalı pantolonuma bakıyorlar ya da beni tanıyorlar kesin şu halime acıyorlar diyorum içimden. Ben de kendimi bilsem diyorum, beni dışlamasanız inanın sizler gibiyim, iki ayağım iki kolum iki gözüm var. Biliyorum tertemiz elbiselerim, cebimde dün yerde bulduğum bir lira hariç param, evim de yok ama gökyüzümüz aynı, ağaçlarımız toprağımız aynı, beni de tanıyın. Dudak kıpırdamaları gittikçe artıyor, benliğimi sarsan sesler kaplıyor kulaklarımı: -Boş gezenin boş kalfası, babası bunu bıraktı gitti. -Annesi de ölmüş zavallının meczup, boş boş geziyor -Bunun cebinde parası da yoktur boş adam bu ne gezer bu kahvede? -Kimi kimsesi de yok sokaklarda, yatar kalkar çöplerden nemalanır. -Kahveyi kirletiyor, soğuktan donsa da kurtulsak. Duyuyorum, hepsini duyuyorum diye haykırmak istiyorum, sesim çıkmıyor anlatamıyorum. Oysa biz aynıyız. Neyse, çayın parasını bırakıp kaçıyorum insanlıktan, nefes nefese koşuyorum sokaklarda, doğruca yanına gidiyorum mezarcının: -Yaz başucuma siyah güzel bir kalemle Ben Boş Adam. Hepimiz aynıyız.

12


oğuzhan yalçınkaya foless se Delikanlım! damarlarımdaki çocuksu kanım -ses etme durana ölüm ensesinde /Can verip alan, Tanrı'ya da merhaba... soludum içten içten yolları seni kazısam yerlere ben bir Gize anıtı... şimdi gördüm bir uçurtmayı göğü geniştir gönlümün yeter ki kırılmasın çıtası Arş'ı, taht gibi bilirdi Foless Se hey ki Arş bende -taht bende görünse Korkulu bir hıçkırıkta boğsa özlem o kaçamak gözlerden bilinse Ölgündü deryalar, sular köpürdü sonra kalın paslı halatlar da çözüldü Kan ki dondurur en azgın suları Foless Se elimi ayağımı közlere buladı...

13


mete karagöl ümitli kütüphanecinin hikâyesi

Eren Cömert, İstanbul Üniversitesi - BBY bölümünden 2014 yılında mezun oldu. Bir sene sonra askere alındı ve askerden sonra hemen KPSS çalışmalarına başladı ve bu çalışmalarının sonucunu olumlu olarak aldı: Konya’nın Halkapınar ilçesine kütüphaneci olarak atandı. Yerel yönetimi yeni sayılabilecek olan Halkapınar’ın büyük bir kütüphanesi yoktu. Daha önceleri Ereğli’ye bağlı bir kasabaydı ve Halkapınar halkı kütüphane ihtiyacını Ereğli İlçe Halk Kütüphanesi’nde gideriyordu. İlçe olduktan sonra bir kütüphane kurulmuştu. Bu kütüphane tek katlı ve altı yüz kitaptan oluşan bir kütüphaneydi. Eren büyük bir heyecanla memleketi Gaziantep’ten aktarmalı olarak Halkapınar’a ulaştı. Önce kaymakamlığa gitti. Sonra görev yeri olan kütüphaneyi buldu. Kütüphanede kendisinin dışında kütüphaneci bulunmamaktaydı ve kütüphane kapalıydı. Kütüphanenin anahtarını nereden bulacağını bilmiyordu. Hatta tahmin bile edemiyordu. Bu sırada ona doğru yaklaşan bir vatandaşın farkına vardı. İlk memuriyetinin olduğu her halinden belli olan Eren, valizini bile bir yere bırakmamış oradan buraya sürüklüyordu. Vatandaş, Eren’in yanına geldi: “Kütüphane kapalı.” “Evet, gördüm. Neden?” “Bayağıdır kapalı bura.” “Bakın! Ben bu kütüphanede çalışmak için görevlendirildim. Kaymakamlığa da gittim. Orada bir bilgi vermediler.”

14


“Valla senden önceki kütüphaneci Ali ağbi, anahtarını bana bırakıp gitti. Bekle, çay ocağında anahtar. Çırakla göndereyim.” “Gitti mi? Nereye?” “Emekli oldu, o. Hatırlamıyom ama altı ay olmuştur.” “E, bu halk ne okuyor, kitap almıyorlar mı?” “…” Kahveci çok geçmeden çırağı ile kütüphanenin anahtarını gönderdi. Kaymakamlıkta kendisine bir şey söylenmediği için fena halde bozulmuştu, Eren. Çiçeği burnunda bir kütüphaneci olarak daha rahat ve daha iyi hizmet verebileceği bir kütüphaneye atanmayı çok isterdi. Kendisinden önceki kütüphaneci -Ali Bey- neden anahtarı kahveye bırakıp gitmişti hem de? Eren, kütüphanenin uzun zamandır açılmayan kapısını açtı. Kapının açılmasıyla içerideki tozlar dışarıya akın etti. Eren valizini bir köşeye bıraktı ve içerideki pencereleri açtı. Dışarıda güneşli bir hava vardı: Güneş ışınlarının aydınlattığı içeride, tozlar havada vals yapıyordu. Akşama kadar kütüphanenin kapısını kapayıp içeriyi temizledi. Saat yedide işlerini bitirdi. Kendisine kalacak bir yer bulması için yeniden kahveciyle konuştu ve kütüphaneye yakın bir mahallede müstakil bir evi kiraladı. Dört odası olan bu ev sobalıydı. Dışarıda bir izbesi ile bahçesinde altı tane ağacı vardı. Her sabah altıda uyanıyor, kahvaltısını ediyor ve kütüphanenin yolunu tutuyordu. Aradan on gün böyle geçti. On gün boyunca tek bir kullanıcı kütüphaneyi ziyaret etmedi. Eren “Niye gelsinler ki, kapat aylarca, sonra kullanıcının gelmesini iste!” diye sitem etse de nafile. Ereğli’den bir kütüphaneci geldi. Kütüphanenin kendi kütüphanelerinden küçük olmasını alaya aldı. Eren her şeye rağmen bu meslektaşına saygılı davrandı. Aradan on gün daha geçti… Değişen tek şey takvim yapraklarının azalmasıydı kütüphanede. Bu on günde kâh kütüphane kapısının önüne sandalye çekip orada kitap okuyor, kâh kitap okumadan sadece oturuyor, kâh kahveci ile anlaşıp birkaç masa koyuyordu. Bunların hiçbiri fayda etmedi.

15


Eren yine sabah altıda uyandı. Kahvaltısını etti ve kütüphanenin yolunu tuttu. Kütüphanenin olduğu sokağa girecekken üç tekerlekli bir motoru gördü. Üzerinde “SATLIK” yazıyordu ve yazının altına da başında sıfır olmadan cep telefonu numarası eklenmişti. Kasası genişti. Kafasında bir hesaplama yaptı. Henüz devletten maaş almamıştı ve cebindeki para ancak kendisini idare edebilirdi. Kahveciden ve kahvedeki bir iki ihtiyardan borç para alarak motoru satın aldı. Kütüphaneden edebiyat, tarih, din ve kişisel gelişim kitaplarından bir liste hazırlayarak kitapları teker teker motorun kasasına yerleştirdi. Kahveci geldi: “Şu yaptığın da ne oluyor Allah aşkına!” “Seyyar kütüphanecilik.” “Nereden esti aklına? Otur kütüphanende al paranı işte. Kendini yormaya değer mi?” “Sen ne diyorsun Ramazan ağbi? Ben kütüphaneciyim. Alacağım paraya kani olup oturamam. Halkın kitap okuması için, daha fazla bilgilenebilmeleri için seçtim bu mesleği. Senin dediğin bana göre bir şey değil. Bir daha işitmeyeyim.” “Tamam, kızma. Nereye gideceksin şimdi?” “Sokakları gezeceğim. Bir sütçü ya da meyveci ya da sebzeci nasıl satıyorsa malını ben de kitaplarımı öyle ödünç vereceğim halka.” “Ödünç vereceksin demek?” “Tabii.” “Peki, sen bilirsin. Şaşılacak şey doğrusu! Senin şu yaptığını kimse yapmaz.” “Yanlışın var Ramazan ağbi. Bindokuzyüzkırklarda Ürgüp’te bir kütüphaneci de benim gibi yapmış.” “O da mı motorla dağıtmış kitaplarını?” “Hayır, o daha ümitliymiş. Kitapları eşekle sergilemiş.” “Eşek mi? Eşek demek? Ha-ha-ha!” “Şimdi bana müsaade.” “…”

16


Bir kitap ödünç verebilme ümidiyle Halkapınar’ın tüm sokaklarını dolaşan Eren ilk gün yine kitap veremedi. Ama umudunu kaybetmedi. Ertesi gün yine dolaştı. Gezerken artık “Kütüphaneeee! Kitapçı geldi! Kütüphane!” diye bağırıyor ve halkın dikkatini çekmeye çalışıyordu. Ertesi gün sokaklarda dolaşırken motorun arkasına mahallenin küçük çocukları da takılmış motorun peşinde koşuşturuyorlardı. Çocukların ilgi göstermesi birçok şeyi değiştirmeye başladı. Eren, merkezi bir yerde motoru stop etti. Çocuklar motorun çevresi doldurdu ve kitaplarla alakadar oldular. Eren onları yine motorun peşine takarak kütüphaneye götürdü. Kütüphanede sınırlı sayıdaki çocuk kitaplarını çocuklara dağıttı. Çocuklar “motorlu kütüphaneci amca”larına söz verdi: Kitaplar okunacaktı. Çocuklardan sonra kütüphaneye mesai saatleri içerisinde birkaç insan daha geldi ve Eren ile şu motor hakkında esprili sohbet ettiler. Onlar kitap almadılar ama Eren artık umutluydu: Kütüphaneyi yeniden kullanıcılara kazandırmıştı. Aradan günler geçti. Eren, motorla sokakları gezmeye devam etti. Bundan sonra her gün -sayısı beşi geçmese de- kütüphaneye kullanıcı geldi. 1943 yılında -henüz Kütüphanecilik bölümü kurulmamışken- Ürgüp’te halk kütüphanesinde memur olan Mustafa Güzelgöz kütüphaneye kimse gelmeyince eşeğiyle gezerek halkın ayağına kitap götürmüştü. Umut, sadece bir kelime ya da yeni doğan bir çocuğa verilen ad değildir. İnsanoğlunun yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olan birçok şeyden biri de umuttur. Umut etmeden yaşayamaz insan, nefes almak hariç.

20.10.2017; İstanbul

17


hale alkay elveda Gökyüzü; Namütenahi bir düş. Beni hayata tutunduran sebep. Hayallerimin feriştahı. Ben; Namütenahi olmayan sana tutuldum. Ama biliyordum. Gökyüzümün efsunkâr olduğunu... Amalarım birikiyordu günler geçtikçe. İçimdeki vaveylalar duyulacak diye, Ödüm kopuyordu. Bırakamıyordum gökyüzünü sevmeyi. Gökyüzü olmazsa ben nasıl doğardım güne? Artık düşlerimin gökyüzüne sirayet ettiğini duydum. Neden duymuyorsun sen de beni? Sen; Bana göre zeyrek bir aşk, Ben sana göre ehvenişer. Ama yok artık ben de! Kaderimde yoksa gökyüzü, Doğmam artık yeni güne! En iyisi mi; Bir kısa elveda, Veda, Ve daha...

18


yılmaz can morgül nocturne Yolun yarısına bile gelmemiştim henüz. Ama ne idüğü belirsiz bir yorgunluk vardı topuklarımda. Suskunlukların kalabalıklarda boğulduğu günlerden birindeydim. Denizin nemini savurduğu bi bankta oturuverdim. Kafamı sağa çevirir oldum bi anlık; gözleri toprak rengi, buğday tenli, düz siyah saçlı ve kilometrelerce öteden bile görebileceğim can sıkıntısını yanına oturtmuş genç bir adam. Aklını kurcalayan, içinde cevaplandıramadığı soruların içine iyice karışan, kendiyle savaşan genç ama bir o kadar yorgun adam... Sanki bir aynaydı bana, kendimi görür gibiydim karşımda. Nefes alışverişleri yavaş ve derindi. Bakmaya devam ediyordum. Acaba neydi onun kafasını denizin dibine gömüp, bulutlarda kaybeden. Âşık mıydı? Belki de... Babası mı öldü? Ya da annesi hasta? Nedir ki acıyı yaşatan hayatta? Acısını paylaşacak birine ihtiyacı var gibiydi. Birazdan kalkıp kendini suya bırakacak gibi dalmış dalgaların gelgitlerine. Soğuğu tenimde iyiden iyiye hissedince irkildim. Bir dalga daha vurdu kayalara, gitmeli miydim artık? Ya da onun yanına oturup neyin var mı demeliydim? Korkuyordum. Bildiklerimin altında ezilir miydim? Soğuktu, çok soğuk. Ardından kalktım, önce sola yöneldim birkaç adım, attım arkamı döndüğümde o gitmişti. O an anladım ki ben kendi pişmanlıklarım ve keşkelerimin altında ezilmişim. Yürüdüğüm yolların, bastığım her kaldırım taşının altını arayasım vardı. O gitmişti. Hâlbuki soracaklarım, söyleyeceklerim, dinleyeceklerim vardı benim. Onun toprak kokulu gözleri denizin dibini boylamıştı hayallerimde. Neden? Benim gözlerimi üzerinde hissetmemiş miydi? Ya da hissettiği için mi gitmişti? Kim bilir ki. Sözler, hayaller ve hatta suskunluklar bile kaybolmuştu. Ben miydim bu yolları arşınlayan, yoksa yollar mıydı üzerimden yağmur misali geçen? Kabullenişlerimin kaçıncısı oldu bu? Sayamadım. Dilimi dişlerimin arasında sıkıştıra sıkıştıra kabullenişlerim. Bacadaki duman kadar isli, kapkara olan yüreğimin küllerini nereye savuracağım ben? Feraha nasıl kavuşurum? Rastlantıların güzellikleri olmalı; onu tekrar aynı bankta görmeliyim. Bu sefer hiç düşünmeden yanına gideceğim, düşündüğüm her şeyi söyleyebilir miyim bilmiyorum ama hiçbir şey yapamasak da sessizliği paylaşırız onunla; o da bir eylem sonuçta. Toprak kokulu gözleri bir kez gözlerime değse çok mu? Aslında o, giderken yalnız değildi. Tüm beklentilerimi alıp

19


gitti, bakışlarımı da, ellerimi de, hatta adım attığım şu yolları bile çekti ayaklarımın altından! Ondan nefret ediyordum, bana neden bunu yaptı? Nasıl hissedemedi varlığımı. Aslında ben hep ordaydım, yalnızca bir bakışını bekledim. Bana izin vermesini, ona doğru adım atmam için bana bir sebep doğurmasını bekledim. Ama hayır, o gitmişti. Ondan nefret ediyordum; çünkü kalbimi ayaklarının altına çivileyip gitmişti. Evet, ben onu kaybetmiştim. Ben ki bir nefreti bile elimde tutamayacak kadar aptal ve pişmandım. Bir ben düşünün ki ona bir adım kadar yakınken sırtımı dönecek kadar düşüncesiz ve ona bakın ki durumumdan yararlanıp kalbimi kapıp kaçmıştı. Benden yararlanmıştı, bunu hak etmemiştim. Aynı anda o kadar çok şey düşünüp, bir yandan da adım atmak çok güçtü artık. Bir yığın yaprağın üzerine çökmüşüm, tek hatırladığım insanların üzerime basarak geçişiydi. Bense tepkisizce izliyordum, acı yoktu hissetmiyordum bile ve o üzerime basarken gözleri gözlerime takıldı. "Sen de mi?" dercesine baktım. Bileğinden kavrayamadım; o da bastı üzerime. Nefesim kesildi, yutkunamadım... Ölüyordum. Kimsenin umurunda olmadan, o üzerime bastığı için ölüyordum! Ellerim artık bana ait değildi, ayaklarım, gözlerim, dudaklarım. Onlar artık benim değildi, onlar artık benim istediğim hiçbir işlevi görmüyordu; onlar artık beynime, düşüncelerime başkaldırmış ve kalbime isyan ediyorlardı. Kalkmak istesem de olmuyor, konuşmaya çalışsam da duyulmuyordu. Gerçekten ölüyor muydum? Bir anda zifiri karanlığa gömüldü sessizlikler. Çığlıklarımın bile duyulamayacağı kadar sağır bir gece oldu. Evet, gözlerim açık, hiç kapanmadılar ki. Ama karanlık, çok soğuk ve çok karanlık. Geceyi delen bi ses geldi, biraz uzak ama beklemediğim bir ses. Beni korkutan ama bir yandan da mutlu eden bir ses. Belki de ışığım, sesim, aynam geldi. Bekledim... Bir el bekledim, bana uzanacak tanıdık bir nefes. Onu bekledim, üzerime basıp geçtiği halde onu istedim. Gelmeyeceğini bile bile yoluk yoluk olmuş nefesimle onun derin nefesini bekledim. Sabaha ulaşamayacak o gecede bekledim... O beni çoktan unutmuş olsa da bekledim, peki o ne yaptı? Kendini affettirmek için bile gelmedi. Neden? Farkımda bile değildi ki. Ben unutulmuş; bir karanlığa gömülmüş, ölürken onun sesine muhtaçtım. Ondan nefret ediyordum; bunu hak etmemiştim... Ağlayamıyordum, ağlayamamak ne acıymış onu anlıyordum. Ben yalnızlıklar imparatorluğunun zirvesinden kendimi aşağıya bilmem kaçıncı kez bırakırken, parmaklarımda onun parmaklarının sıcaklığını, kalbimin direğini sızlatan derin nefesinin sesini hissettim.. O gelmişti. Yoksa çırpınışlarımı mı hissetmişti? Ya da uzaktan izleyip bana acımış mıydı? Ne önemi var! O gelmişti, imkânsızlıklarıyla, hatalarıyla, suskunluklarıyla ama en önemlisi sıcak 20


ve derin nefesiyle bana gelmişti. Onu çoktan affetmiştim, gitmemesi için her şeyi yapacaktım. O benimdi, benden gidemezdi; biliyordum. Sonuna kadar yanımda olacaktı derken gözlerim açıldı, artık karanlık yoktu. Kafamı sağa çevirir oldum bi anlık; gözleri toprak rengi, buğday tenli, düz siyah saçlı ve kilometrelerce öteden bile görebileceğim can sıkıntısını yanına oturtmuş genç bir adam...

ferdi örnek iz bildirgesi ____'__ Senin yüzün, beş yaşında bir çocuk yapar beni -babasıyla uçurtma uçuranSesin, ihtilâli durdurur; yalınayak.

Gece saat üç.

21


mehmet mahirgil ikindi sıkıntısı Hey Mavi kamyonlar Art arda sıralanmış nereye gidiyorsunuz? Sırtınızdaki çadır kamburunuz mu Yoksa bizden bir şey mi saklıyorsunuz? Eskiden bu dağın etrafından dolanıyordunuz Dağı deldiler Adına tünel dediler Af edersiniz ama Dağın deliğine girip çıkmaya utanmıyor musunuz? Ha bir de Siz dağın içindeyken Elmanın içindeki kurdu andırıyorsunuz. Mavi kamyonlar Nereye gidiyorsunuz? Madem taşınacak bir şeyler var Buradan uzaklara Hala yerinde duruyor Ev kızlarının ikindi sıkıntısı Neden yanınıza almıyorsunuz?

22


varol mengüverdi o Eve girdiğim andan itibaren, zavallı görünüyor olmam karşımdakileri ağlatmıştı. Mutlu değildim ancak yine de bir kaç günden beri gülümsüyor, konuşuyor ve kendimi en aptal insanlara dahi sunuyordum. Bunu hak etmediklerini düşünüyordum ancak kimin, neyi hak ettiği artık umurumda değildi. Odama tıkılıp kalmaktan sıkılmıştım yalnızca. Bir gün inançlı bir insan olursam eğer, zannederim ki kısa bir süre içerisinde Tanrı'nın istediği gibi bir insana da dönüşürüm. Çünkü sonsuza kadar cehennemde kalma fikri bana azap verici değil, sıkıcı geliyor. Sürekli olarak aynı yerde ve aynı durumda bulunmaktan sıkılan bir yapım olmasaydı eğer, duruşumdan asla taviz vermezdim. Sırt çevirdiğim kalabalığa zaman zaman dalmamın sebebi, aydınlık ve parıltılı hayatlarının ilgi çekici olması değil bilakis, odamın hep aynı tondaki karanlığının sıkıcı olmasıdır. Asla net bir duruş sergileyemem. Yalnız kalırım, dalarım aralarına. Sıkılır, geri dönerim. Açlıktan ölüp dururum. Ölmekten sıkılırım, borç isterim. Yalnızca sıkıntıdan. Fakat onlar, bunların farkında değillerdi. Farklı yöne sürüklediğim ve rotayı tekrar geriye, insanlığa doğru çevirdiğim evrim sürecimin bu aşamasını, nihai bir aşama zannediyorlardı. O odaya ya da loş ışıklı o karayoluna yeniden dönmeyeceğime dair verdiğim sözlere bir hayli inanmışlardı. Bu yüzden, annemin ölüm haberinden bihaber olmam onları sarsmıştı. Onlara göre, henüz toparlanabilmiş, ancak bu haberle tekrar eski günlerine dönecek olan bir zavallıydım. Gerçek bu değildi. Her halükarda geri dönecektim odama. Yeniden sayacaktım karayolunun yürüdüğüm kısmının kaç adım ettiğini. Sonucu yine unutacaktım ve yine sayacaktım bir başka gün. Bu haber, yalnızca geri dönüş tarihini biraz daha erkene çekmişti. Biraz param vardı. Kalanını da karşımdaki ağlaklardan aldım ve derhal yola çıktım. Ağlakların duygularını sömürecek ve başımı omuzlarına alışlarını zevkle karşılayacak kadar vaktim yoktu. Bir bilet aldım ve sonrasında İstanbul'a doğru, 12 saatlik bir düşünce seansını başlattım. Otobüsten inip, vapurla Marmara'ya dalana dek, çok bir şey düşünmedim. Geçip gittiğim berbat şehirleri, muavinin önümdeki gerizekâlıya nasıl tahammül ettiğini ve bir de düşünmemeyi düşündüm. Vapurda, denizin ortasında,

23


Yalova'nın okulu bırakmayı düşündüren manzarasına nazır, bir sigara yakmışken, annem geldi aklıma. Ağlayamıyor ve hiçbir şey hissedemiyordum. Kafam ciddi halde karışıktı. Bu, hep böyleydi aslında. İnsanın duygularını yönlendirebiliyor olması bir noktadan sonra rahatsız edici bir hal alıyor. Duygularım, el değmeden, modern ve son teknoloji ürünü bir makineyle üretiliyor gibiydi ve o makine de bendim. Ezbere tepkiler veren, yüklenen komutlarla sınırlı bir makineden farksızdım. Rahatsız edici hale gelmesi ise son derece kolaydı. Ne zaman, ne yapacakları belli olmayan insanlar, bir makineyi rahatlıkla, güncellenmeye muhtaç hale getirebiliyorlardı. Bense ezberimi yıllar önce yapmış, son bir hafta haricinde hayatın içerisine dalmamıştım ve kusursuz işleyen bir duygu dünyası benim için imkânsıza yakındı. Son bir hafta içerisinde gösterdiğim insan ilişkileri konusundaki çabalarım, duygu dünyama henüz sirayet etmemişti. Annem de beklenmedik bir anda, beklenmedik bir şey yapmış ve ölmüştü. Ölümlere verilecek tepkiler üzerine bir ezberim veya bir planım yoktu. Bu yüzden, ne yapacağımı bilemiyor ve içten bir üzüntü duyabilmek adına çaba sarf ediyordum. Belki şoktaydım. Belki hala duygulanabilen, basit bir gerizekalıydım. Belki de insanlıktan farklı bir âlemde yaşamıyordum ve bütün bunlar bir sanrıydı. Birkaç saat sonra katılacağım cenaze merasimi, bir şanstı belki de. Ağlamaya çalışırsam ağlayabilirim ancak bu, bana zarar verir. Daha da çok içine çekilirim sahtelik denen bataklığın. Annemin, tüm bataklığı mideme doldurmama yetecek kadar hatırı vardı bende. İçimde olup bitenleri bu denli uzaktan seyretmemin suçlusu o değildi. Dolayısıyla, duygusuzum diye cenazenin ortasında donuk bir suratla beklememin hiçbir anlamı yoktu. Görmeliydi, yüzünü ilk kez gördüğüm bütün akrabalarım, onun için ne kadar gözyaşı dökebileceğimi. Hayatın bir oyun olup olamayacağı sorusunu henüz tam anlamıyla cevaplayamamış olsam da, bu en olmadık vaziyette dahi insanlarla oyun oynamaya devam ediyordum. "Madem uzlaşamıyoruz." diyordum, "O halde oyun oynayacağız." Sonunda kazanırsam da kaybedersem de hayatıma son vereceğim bir oyun. Son hamlemi yapmadan kıymayacağım canıma. Yaşamaya devam edeceğim, kuralları olmayan bir oyunu kazanmak için. Her şey mubah bu oyunda. Yok olup gitmeden, en azından bir kaçını yok etmek de, birinci dereceden yakın olarak bulunduğum bir cenaze merasiminde hiçbir duygusal dayanağı olmayan gözyaşları dökmek de. Uysal bir hayvan gibi görünüyordum fakat henüz kimse dişlerimi görmemişti ve çene kaslarımın ne kadar kuvvetli olduğu bilinmiyordu. Durum, her geçen gün daha da kötüye gidiyordu. Yalnız bırakıldıkça dişlerim keskinleşiyor, çene

24


kaslarım güçleniyordu. Bir çeşit kanserdim ve teşhis edilmedikçe ileri evrelere ulaşıyordum. Büyüyordum ve kimsenin bundan haberi yoktu. Her şey bittiğinde ve evime döndüğümde kimseyi göremedim. Muğla'nın gürültüsüyle arama kapalı bir pencere çektim. Kanepenin en sağına oturdum. O sesi duymuştum çünkü. Tam karşımda, vücut bulamamış olması daha da çıldırtıyordu beni. Hayal gücümü kullandım ve onu, daha iyi duyabilmek adına sol tarafıma oturttum. Ne olacağını sordum. Yaşayacağımı söyledi. Sonra, bir gün gebereceğimi. Bir sigara yaktım ve kısa bir sessizlikten sonra, titrek bir sesle sordum: -Peki... Ne zaman siktir olup gideceksin? -Geberdiğin gün, dedi ve konu kapandı.

yiğit kerim arslan yeni moskova şiir düşülke yayınları kitapyurdu, d&r, idefix vb. yerlerden edinebilirsiniz.

25


utku sızgın claude Claude o sabah hiç bilmediği, güzelliğiyle nam salmış şehre yalnız, sevdiklerini bırakmış, kimisiyle de darılmış biçimde gelmişti. Bu şehirde yapacak çok şeyi vardı, umutları; hayatını düzeltme planları, belki de şimdiye kadarki tüm üzüntülerini unutturacak biriyle karşılaşma ihtimalinin heyecanı... ülkenin bi ucunda bulunan ve oğlu gittikten sonra tek başına yaşamak zorunda kalan annesi Katheryn'in kıt kanaat bütçesiyle ayarlayabildiği küçük bir pansiyona yerleşen ve karamsarlığıyla beraber umutlarını da zirveye yükselten Claude okuluna başlamaya hazırdı. Geçen bir haftalık süreçte kendini teskin edebilecek seviyede bir olgunluğa erişmiş, fakat sonrasında yaşayacakları karşısında bunun bile yetersiz olacağının farkında değildi. Okulun ilk zamanları yalnızlığının ve her şeyi, herkesi karşısına almışlığın vermiş olduğu gelecek kaygısı ona derin hisler yüklüyordu. Bunlar; hem hüzün hem de tek başına başarıya ulaşma ihtimalinin, utkunun verdiği gururdu. Bu utkuyu daha önce tatmıştı ve yeniden başarabilirdi. Okulda tanıştığı, iletişim kurabildiği bir avuç arkadaşı onun kolay kolay bi kızı etkileyemeyeceğini söylüyorlardı. O ise bunun kendisi için çok basit olduğu düşüncesindeydi. Hatta onlardan sınıfın en güzelinin kim olduğunu belirtmelerini istedi. Onu bu konuda küçük gören insanların işaret ettiği kişi Delphine'nin, bir erkek arkadaşı vardı. Fakat o kararlıydı; bir gün Claude her okul çıkışında olduğu gibi yine arkadaşlarıyla bilardo oynuyordu ve aralarından hiç haz etmediği fakat Delphine'nin yakın arkadaşı olan çocuğa bir telefon geldi ve sevgilisinden ayrıldığını gördü herkes. Bunun Claude sayesinde mi yoksa bir tesadüften ibaret mi olduğunu kimse bilemeyecekti. Çünkü Claude hep gizemli ve mistik davranıyor, konuşuyordu. Tıpkı bu zamana kadar o kıza, Delphine'e karşı olduğu gibi. Bu sıralarda Claude'un hiç alışamadığı şehirde sıkıntılı günleri geçmeye devam ediyor, hem maddi kaygı çekiyor hem de uzak kaldığı annesi Katheryn'le araları her görüşmesinde açılıyordu. Ancak iyi şeyler olmuyor da değildi. Mesela, internet üzerinden tanıştığı biriyle hiç beklemediği bir şekilde yakınlaştı ve birbirlerine adeta birer kardeş gibi bağlanıp arkadaş oldular. Bu da Claude'un hayatında kimselerin bilemeyeceği güzel anılar yaratacak, hatta güzel insanlarla bağ kurmasını sağlayacaktı.

26


Claude'a hayallerinin gerçekleşmesini sağlayacak okulunda başarısız olmaya devam ettiği dönemde, hiç beklenmeyen bir şekilde sınıfın en güzel kızıyla yakınlaşmıştı. Her gün herkesten gizli bir şekilde okuldan önce buluşup birbirlerine özel hediyeler verip, okuldan sonra birtakım aktivitelerde bulunuyorlardı. Bu yakınlaşmanın verdiği cesaretle Claude yanında oturup kendisiyle beraber deniz manzarasını izleyen Delphine'nin elini tutmaya kalkıştı. Fakat Delphine kendisini tanımadığını ve beraber olamayacaklarını söyledi. Bu sözleri söyletense yine Delphine'i etkileyen o gizemli çocuktu. Delphine için hem ilgi çekiyor hem de korku veriyordu bu durum. Delphine bu kararsızlığının neticesini, sonradan bu ihtimali kaçırma pişmanlığını yaşamama düşüncesiyle ertesi gün Claude'a sarılarak göstermişti. Herkesten gizli bir ilişki yaşayan bu ikilinin kafasında neden gizli yaşıyoruz sorusu, ve kendilerine göre cevapları vardı. Delphine hiç beklenmeyen biri tarafından sınıfının en güzeli sıfatıyla anılmasının güzel olmayacağını, Claude ise şu ana kadarki çoğu ilişkisinde olduğu gibi yaşamayı tercih etmişti. Öyle ki; bu şehirde bile ilk aşk yaşantısı bu değildi. Sadece bunu kimselere belli etmiyordu, hayatının kalanında yaşadığı güzellikleri de saklamıştı. Çünkü ona göre hayatındaki güzellikleri, azameti anlatmak yerine yaşamak daha değerli bir histi. Claude ve Delphine için her yeni gün umut oluyor; güneşin batışında el ele tutuşuyor, birbirlerine yeni fikirler, hisler kazandırıyor, yeni mekânlar keşfediyor, birbirlerine karşı istek uyandıracak şeyler yapıyorlardı. Fakat bunları yaşarken bile Claude bu hoş hislerin tadını çıkarmak yerine, gelecek kaygısı, annesi Katheryn'le olan bağını ve daha nice kafa karıştırıcı şeyleri düşünüyordu. Şehvetle geçirdikleri 3 ayın sonunda Delphine artık uzaklaşmak istemişti. Bu 3 aya acısıyla, tatlısıyla geçti denilemezdi. Çünkü acı hiçbir şey olmadı aralarında, en ufak bir tartışma bile. Belki de bu ayrılıklarındaki fırtınanın sessizliğiydi. Aralarındaki yaşanmışlık farkı Delphine'nin ayrılık isteklerinden biriydi aynı zamanda. Zira Delphine hayatı boyunca hiçbir konuda zorluk, üzüntü görmemişti. Claude içinse durum tam tersiydi; normal bir insan için sevinç zamanı olan anlarda bile onun hevesini kursağında bırakacak şeyler yaşamıştı. Claude bu ayrılığı istemedi. Bunun sebebi Delphine'i sevmesi, yaşanmışlıkları bırakmama isteği filan değildi. Sadece hak etmediği biçimde terk edilmek istemiyordu ve bunun için çaba gösteriyordu. Bu ise Delphine tarafından peşinden koşulma olarak algılanıyor ve egosuna ego katıyordu. İşte bu kadar güzel şeyler yaşanan birliktelik bir anda kötü bir savaşa dönüşmüştü. Birbirlerine karşı çok büyük oyunlar oynayıp, büyük kavgalar ettiler. Ancak Claude kendisinin yüzünü bile görmek istemeyen 27


Delphine'e öyle bi psikolojik oyun yapmıştı ki; Delphine, Claude'un son bir kez sarılma isteğini kabul etti. Claude için bu son sarılmadaki amaç; her ne olursa olsun Delphine'e her şartta istediğini yaptırabileceğini kanıtlama, hüzünlü tarafı ise; sonu kötü de olsa karmaşık hayatını hoşlaştıran şeylere veda etmenin hüznü idi. Claude baharın güzelliğiyle övünülen bu şehirde uyandığı baharın ilk sabahında, teyzesinin ölüm haberini alarak tam bir kabus yaşıyordu. Delphine'den ayrılışından içinde kalan ukde, sevdiklerinin uzaklarda olması, maddiyatta çektiği sıkıntı, çok sevdiği annesiyle arasındaki bağ, yakınının ölümü ve aklındaki sorular onu mahvetmişti. Büyük umutlarla geldiği bu şehir ona cehennemi yaşatmıştı. Titanik batıyor, o ise keman çalıyordu. İçinden çıkamadığı sorunlar arasında babası da vardı. Claude babasını 9 yaşından beri görememiş ve nerede, ne durumda olduğu hakkında bilgisi yoktu. Bu konuyla ilgili bir gelişme oldu ve Claude'da pansiyonda beraber kaldığı arkadaşının vesilesiyle tanıştığı kişiye karşı garip bir his oluştu. Bu his boşa değildi; bir kafede beraber vakit geçirdikleri sırada Claude babasının fotoğrafını yeni tanıştığı insanın telefonunda görmüştü. Fakat heyecana kapılıp acele hareket etmedi. Zira Claude sanıldığının aksine çok zeki biriydi. Sükûnetle bu kişiyi araştırdı ve vardığı sonuç korkutucuydu; bu kişi bizzat Delphine'nin akrabasıydı. Hayatının her döneminde yaptıklarıyla konuşulmayı başarmış Claude'un bu konuda kafasında tasarladığı plan da merak konusu olmuştu. Hem babasına ulaşabilecek, bir yandan da Delphine'den içini ferahlatacak intikamını alabilecek miydi? Claude bir çok amaç ve telaşenin sebepleri varken her şeyi bırakıp, kaybetmenin tadını çıkarıyordu. Çünkü biliyordu ki; bugünleri ilerde gülümseyerek hatırlayacak kararlılığa sahipti.

28


özge dirik* içimdeki müzik Bam telimde parmak izin duruyor Yeni boyanmış bir aşka oturduk Kalkarsak üzerimizde kalacak izi Korsan limanlarda bekliyoruz birbirimizi Omzumuzda mırıldanan güvercinler dahil Aldatıyor bu kahperengi hayat bizi Sarhoş olup zehirliyoruz sırlarını Bu aşkı herkese susmak Şarapsız çalmam kadar ayıp kapını İçimdeki müziğin susması Altındaki tabureyi tekmeleyip kemancının Çalması gibi son notalarını… *14 Ekim 1978’de doğdu, ODTÜ İktisat Fakültesi'nden mezun oldu (2000) Bir süre Pamukbank’ta çalıştıktan sonra Akbank’a geçti ve kredi kartları bölümünde çalıştı. Geçirdiği bunalım sonucu 26 yaşında, yaşadığı binanın 10. katından atlayarak yaşamına son verdi.

29


yiğit kerim arslan derinliğin deneyimi garipliği seziliyor söyleminin, ağrımda bir bulut hafifliği varken. damar keskindir oysa, pas ağırdır tini kapanıyor tamamen, beliriyor uzaklaştığı. görünüp kayboluyor buhar. bundandır o mavi hiç yıkanmamıştır, öte diyarlarda, bozgunun olmadığı bir kent rüzgârında* isteğin çevrimlediği sokakların yalnızlığında bulunur gündüz. düz yollardan, aşkın arazilerden artandı… sardığı bir şey yoktu ki bütün dönüşlerinin saklanılmazdı. şimdi benim gövdemdir bulantında çırpınan, gözlerimin yanmasını önemsemem, bilmem ırmağındaki baharını. karmaşık hissimle geçerim hepsine rağmen. bu tenha, boğucu yollardan. ela, burçakların kasvetinde kırıldı öğlen. *esinti, serinlik -bu bize göre-

30


kaya çanca* kan südüm kanıma karıştı kimbilir nerelerden getirdim anne südündü kanıma ellerimi büyütecektim ellerimi kırdılar kanlarını güneşte kuruttum kokuyordu kanları

yıldıza yakınlığım size yakınlığım var herkese uzağım siz de şimdi uzağımdasınız gökte bir sürü yıldız bütün yıldızlara uzağım uzak bir yıldıza yakınlığım var

*1973’te intihar eden Kıbrıslı şair.

31


32


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.