Tatbikat Hali

Page 1


Bu bir isyan değil, bir anlatıdır.

M. Kağan Will Şahinoğlu tarafından hazırlanmıştır Kural tanımamak kanında vardır. Bir DDA krizidir, Yere Düşen Travma halisünasyonudur.


“Her sanatkâr takdir bekler” diyor Rousseau ve haklı da, “yanındakilerin övmeleri, alabileceği ödüllerin en değerlisidir. Bilginlerin moda olduğu, eğlenceye düşkün gençliğin sıradan zevke hakim olduğu, insanların, hürriyetlerini seks keyfine feda ettiği bir çağda ve memlekette doğmak felaketine uğramışsa, o alkışları elde etmek için ne yapar? Yeteneğini asrının seviyesine indirir ve ölümünden çok sonra hayran olunacak harikalar yerine, sağlığında takdir edilecek birtakım sıradan eserler yaratmayı tercih eder” diye bitiriyor paragrafı.

Bir yazısında “Sen tırışkadan televizyon soytarılıklarını seyredip patlamasıyla sönmesi bir göktaşlarına yıldız muamelesi yaparken... farkında bile değilsin, uzay kadar devasa boşluklar oluşuyor hayatımızda” diyor Yılmaz Özdil, o da haklı.

Peki, burada sanatçı ne yapsın? Suçlu olan sanat mıdır, sanatçı mı, halk mı yoksa? Misal, birisi çıkıp demişti, “Türkiye’de şair gibi yaşayan iki kişi var. Bunların birisi Can Yücel, birisi Nâzım Hikmet. Gerisi, harika şiirler yazsa da şair gibi yaşamamıştır. Yahu, bir ülkenin en önemli şairlerinden birisi postahanede memur olur mu?” Bu da doğru, fakat burası Türkiye. Yani, nefes almak için turistin bile borca girdiği memleket.

Zaten, sanatsever kaç kişi var? Oran hesabıyla yüzde kaç ediyor? Burjuva mı diyorlar? Bakalım. Ali Balkaner, ’98 yılında 105 milyar liraya bir tablo alır. Tablonun adı “Atatürk”, kim çizdi peki? Kenan Evren. Ali bey kime hediye etti? Süleyman Demirel’e. O dönem, Ali bey sağolsun, Kenan Evren yaşayan en pahalı Türk ressam oluverdi. Bu durum hem azınlık için geçerli hem de o para kimin neyine yetsin?

Bir sorum var, tekelleşen sinema sektörü sebebiyle tanıtımı yapılamayan, çoğu şehirde gösterime girmeyi bırak da gösterimde olduğu 1-2 şehirde de zar zor 1-2 seans kapabilen, bırak köşe yazısını youtube’da fragmanı on bin izlenmeyen filmin emekçileri ne yapsın?


Artık o kadar az okuyoruz ki korsan kitapçılar taş yiyor, ayakta kalan yayınevleri ya popülist ya aç. Yayınevi dosyanı kabul etmiyor, etse satılmıyor, satılıyorsa muhtemelen korsanı da vardır ya hayırlısı.

Müziğe girmek istemiyorum, çünkü elle tutulur şekilde albüm, plak, kaset alanları saysak arşivciler, zenginler ve aptallar dışında iki üç kişi kalmıştır, o da belki. Peki, kaç kişi diyor “haftasonu şu konsere gittim, yazın bu festivaldeydim” diye?

Son kararla fotoğrafçılar sanatçı değil işçi statüsünde kabul görecek deseler şaşırmam. Zaten heykeltraşların mermerciliğe girip mutfak tezgahı yapması an meselesidir.

Yani, para kazanmak için çoğunluğa oynayacaksın, sanattan, vizyonundan, inanç ve ilkelerinden vazgeçeceksin. Ya da gerçekten sanat yapacaksın, kendin olup aç kalacaksın.

Yani, sanatçı gibi yaşamak zor, sanatçı olmaktan daha zor. Ferhan Şensoy’un Küba mevzusunu bilirsiniz, hani şu meşhur mektuplar. Castro, “Şans Kapıyı Kırınca” çekimlerinde ekibe mektuplar gönderiyor, içlerinde para ve not. Diyor ki “bu ülkede hiçbir emekçinin emeği karşılıksız bırakılmaz.” Peki bizde? Yahu, geçenlerde Vedat Türkali öldü hâlen yaşadığını bile öğrenmemiş insanlar var. Bizde sanatçı gibi yaşamak yok işte abi.

Halk, sanırım düşünsel olarak uzun yıllardır bir çıkmazda. Yoksa o meşhur laf edilir miydi hiç, “Çocuklarınızın mutlu olmadığını, yazar olmak istemelerinden anlayabilirsiniz.” denir miydi?


Yine Yılmaz Özdil anekdotu: Nejat Uygur’un bir oyununa gidiyor çocukken, hediye biletlerle. Peki, oyunun bileğinde ne yazıyor? AVANTAFORLAR İÇİNDİR. Şöyle anlatıyor devamını, “büyük usta yapmıştı yapacağını... Çalışmanın-didinmenin, emeğin bedava olmadığını anlatan o tokat gibi kelimeleri koymuştu bilete... Hafızama mıh gibi çakıldı, en büyük puntolarla... Meslek hayatımı şekillendiren manşetlerden oldu... Basın kartım olmasına rağmen her yere kendi cebimdeki parayla gittim.”

Nigel Warburton, filozofun değer verdiği bilgelik türünün argümana, akıl yürütmeye ve sorular sormaya dayandığını belirtir, önemli biri bir şeye doğru dedi diye ona inanmanın gerçek bilgelik olmadığını savunur. E peki, sanatçı dediğimiz varlıklar, bir eser ortaya koyar iken akıl yürütüp özgün eserler ortaya koymaz mı? Yani, sanat, bir tür bilgelik sayılmaz mı?

Peki, nedir sanat, sanatkâr niye takdir bekler?

-duygularımızı incitebilecek olan tiksindirici manzaraları başka başka isimler altında boş yere tekrarlamak yükü diyen var, -delilik diyen de oldu,

-ibadet diyenler,

-insan ruhunun olmazsa olmazı, gıdası dediler,

-potansiyel yarar diyorlar,

-şeytan işi de demişlerdi.


Bütün bu yorumlara inat takdir ve saygı bekler her sanatçı.

Ataol Behramoğlu ise şunu diyor, “...edebiyatımızın geçmişteki değerlerine kapalıyız genellikle, ya da peşinen sağcılara bırakmışız onları.” bunu dediğinde takvim ağustos 1975’i belirtiyor.

Rousseau ne demiş peki? “Hükümet ve kanunlar, toplu bir halde yaşayan insanların sıhhat ve emniyetini sağlarlar. Onlar kadar baskıcı olmamakla birlikte – belki daha kuvvetli olan edebiyat, sanat ve ilim, insanları kuşatan zincirleri çiçeklerle süsler; hür yaşamak için doğmuş görünen insanlardaki o doğal hissi boğar, esirliklerini sevdirir ve onları medeni milletler kılığına sokar.”

Gerçekten de bilim, sanat ve edebiyat bu mudur?

Dövülüyor, sövülüyor, kovuluyor, vatandaşlıktan çıkarılıyo ve bazılar ülke dışında ölebiliyor. Memlekete kavuşana dönek orada kalana kaçak deniliyor. Orada kanak burada gurbetçi oluyorsun. Sanatçının beklediği takdir bu mu?

Kadın haklarını savununca nonoş, bayram için marş yazınca hain oluyorsun. Savunduğun insan sırtını dönünce dımdızlak kalıyorsun. Peki sanatkâr bunu mu hak ediyor?


“Bir bulutla kış olmaz, bir çiçekle yaz gelmez.” -Aristoteles



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.