Epizot Fanzin - 3.Sayı

Page 1

EDEBİYAT | KÜLTÜR | SANAT

Çizer: Mehmet Mergen

MEVSİMLİK FANZİN

2018 / YAZ 3₺ “Bütünün tamamı parçadır.”

3.SAYI


İçindekiler

Elvan Sunar - İstanbul Benliğim 3 Mert Erez - Ardından İki El Silah Sesi Duyuldu 4 Alican Şahin - birbirimiz üzerine yaklaşık 150 yıllık kalkınma 8 Miray Özden Kıran - Leyla’ya 9 Merve Tavuskarlı - Saklasaydım 10 Özkan Öztürk - An 13 Uğur Can Dural - Çimenler Yasak 18 Rümeysa Sürücüoğlu - Sınırlı Özgürlük 19 İzzet Fırat Orfa - Bovary’nin Postu-1 21 Resul Kırmızıdemir - Beni Ancak Bu Mavilik Boğabilir 24 Oğuzhan Turan - Beni İzlemek 26

/epizotfanzin

2

@epizotfanzin @epizotfanzin

epizotfanzin@ gmail.com

/epizotfanzin

/epizotfanzin


İSTANBUL BENLİĞİM İstanbul’a yabancılaşıyorum. Her sabah sadece günümü geçirmek için uyanıyorum. Bir dilim ekmek, bir bardak sallama çay ve biraz peynir. Sofrayı topla ve evi havalandır. İşte zaman geçir, öğle yemeğini ye ve biraz daha zaman geçirip akşam yemeği için saatini kolla. Hayata ama en çok da kendime yabancılaştığım, hiçbir şey hissedemediğim bir dönemdeyim. Adı depresyon, anksiyete, mutsuzluk, kaçırdığın büyük indirim, her ne ise. Aradığım cevaplara ulaşacakken sorduğum sorulardan uzaklaşıyorum. Ruhumdaki çürümüşlük kokusu İstanbul’un arka sokaklarına karışıyor. Zihnimi delip geçen endişeler, gelecek kaygıları omuzlarıma dökülüyor. Saçlarımı her toplayışımda elimle itiyorum bir iki tanesini. Yere düşmelerini izleyecekken keyifle tırmanıyorlar yine omuzlarıma. Gece yatağıma girerken onları komodine bırakıp öyle uyuyorum. Kitaplarıma yabancılaşıyorum. Kelimeler çağırmıyor artık beni. Sevgiler, aşklar bir anlam ifade etmiyor. Ufak heyecanlar yaşıyorum ama kum taneleri gibi ellerimden kayıp gidiyor. Göğsümde biriktirdiklerimi Boğaz’ın serin sularına fırlatıp ata-

mıyorum. Bir sigara yakmalıyım diyorum. Sabahın ilk ışıklarında Kız Kulesi’ne eşlik etmeliyim. Karaköy’de bir iki sokak kedisine selam vermeli, küskün duran kaktüsüme dikenlerinin onun suçu olmadığını söylemeliyim. Temizlemeye üşendiğim sehpaların tozlarında kaybolmalıyım. Artık hüznün uykusundan uyanmalıyım. Yapamıyorum. Yapmak istiyorum ama yapamıyorum. Zavallı bir insan olduğumun bilincinde her gün Şişli’nin yokuşlarına tırmanıyorum. Aynalarda incelediğim yüzümü gülen bir palyaçoya çeviriyorum. Palyaçolar korkunç, palyaçolar üzgün. Dünyada kendini tanıyamayan bir palyaçodan acı ne olabilir ki? “İstanbul’a yabancılaşıyorum. En çok insanlığa. Bir buçuk yaşında babasının tecavüzüne uğrayan oğlan çocuğuna Kocasından dayak yiyip elinden tutulmayan kadına Savaşlara, sahte barışlara Bu zavallı İstanbul’a yabancılaşıyorum.”

Elvan Sunar

3


ARDINDAN İKİ EL SİLAH SESİ DUYULDU Eğer kafanıza dayanmış bir silah varsa söylediğiniz bir yalanı bir daha tekrar etme şansınız yoktur. Bu cümle, yıllar önce kafasına bir silah dayandığında babamın ağzından dökülmüştü. Şimdiyse silah benim kafamdaydı. Sanırım bu, babadan oğula kalabilecek en kötü mirastı. “Karımla neden yattın!” Eğer kafanıza dayanmış bir silah varsa görüş açınız daralır. Ondan başka hiçbir şey göremezsiniz.

Adam karısının bir orospu olduğunu düşünüyordu. Haklı da sayılırdı. Beni öldürdükten sonra muhtemelen onu da öldürecekti.

İşte oğluma miras bırakabileceğim bir söz!

“Seni öldürdükten sonra o orospuyu da öldüreceğim.”

“Karımla neden yattın?”

Ölmemi çok istiyordu. Bunu zaten kafama dayadığı silahtan anlamıştım. Soracak bir sorusu kalmamıştı. Bunu da başka bir soru sormamasından anlamıştım.

Bir nedeni yoktu. Karısıyla yatmıştım. Çünkü kadın düşkünüydüm. Önüme bir kadınla yatma fırsatı çıkarsa bunu değerlendirirdim. Yalan söylemeyecektim. Hatta bugüne kadar söylediğim bütün yalanları bir silahla temize çekmeyi planlıyordum. “Çok sarhoştum. Evli olduğunu bilmiyordum. Öğrendiğimde de iş işten geçmişti. Geçen ay

4

patronumu dolandırıp şirket hesabından 2.000 dolar çalan da bendim. Suçu o salak Basri’nin üzerine yıkan da benim. Hatta bir kere onun karısıyla da birlikte olmuştum. Ama suçu onun üzerine yıkmamın bununla hiçbir alakası yok. Ayrıca lisedeyken sıra altından kızların bacaklarına bakardım. Ben kötü bir adamım. Ama lütfen beni öldürme. Lütfen!”

“Son duanı et!” Hiç dua bilmiyordum. Gözlerimi kapamakla yetindim. Son duamı edemeden bir el silah sesi duyuldu.


Vurulan ben değildim. Bunu hala yaşıyor olmamdan anlamıştım. Gözlerimi açtım ve az önce açtığım gözlerim adamın yere serilmiş cesedini, bir görgü tanığı olmanın ağırlıyla teşhis etti. Vurulmuş olmasına rağmen yüzünde hala bana olan nefretini görebiliyordum. Beni vurmayı çok istediğini ikimiz de biliyorduk. Fakat birini öldürecekseniz silahınızı çenenizden fazla çalıştırmalısınız. Az önceki korkak halimle şimdiki ukala tavrım arasındaki farkın sebebi hala yaşıyor olmamdı. Ancak bir an evvel bu şokun etkisinden kurtulup beni kimin kurtardığını anlamalıydım. Gözlerimi bir açıp bir kapıyordum. Pek de keskin olmayan kulaklarım bana doğru gelen ve gittikçe yükselen bir çift ayak sesini işitiyordu. Tak... Tak... Tak... Tak... 4 saniye sonra simsiyah kıyafetini, yine diğer tüm renklerin varlığını reddederek siyah deri

eldivenleriyle tamamlamış geniş omuzlu bir adam, bir eliyle sımsıkı kavradığı tabancasını sallayarak cesede ulaştı. Serinkanlı duruşuna yakışmayan bir iticilikle adamı ayaklarıyla iterek yokladı. Onu öldürmesi yeterince kaba değilmiş gibi ölümünü bu şekilde teyit etmesi çok daha kaba bir davranıştı. Fakat yaşadığım şokun etkisiyle hayatımı kurtaran adam hakkında böyle düşünüyor olmam zincirleme kabalık tamlamasının son halkasıydı.

dü.

Deri eldivenli adam, diğer eliyle cesedin ceketinin cebinden adamın kimliğini çıkardı. O artık kimliksiz bir ölüy-

“Aldatılan kızgın koca önce karısının aşığını, daha sonra karısını öldürdü!” diye haber olmasını beklediğim aldatılan kızgın koca, artık gazetelere “Kimliği tespit edilemeyen bir ölü” olarak yazılacaktı. Deri eldivenli adam, cesedin cebinden ölü adamın kimliğini aldıktan sonra cesedi tek hamlede yerinden kaldırıp sırtladı.

5


Az ötede duran Chrysler marka RAM 1500 model pikaba doğru ilerlerken sanki ölü bir adam değil de bir tüyü taşıyormuşçasına rahattı. Şu anda yaptığı işi daha önce de defalarca yaptığına emin olabileceğim bir soğukkanlılıkta, bir eliyle omzundaki cesedi sabit tutarken diğer eliyle pikabın arkasından bir ceset torbası çıkardı. Bense hala olduğum yerden bir santim bile kıpırdayamadan olan biteni anlamaya çalışıyordum. Deri eldivenli adamı bir cinayet filmi seyreder gibi seyrediyordum. İşte ne olduysa tam da o anda oldu. Üstelik hayatımın kurtarıldığını zannettiğim anın üzerinden sadece 4 dakika 47 saniye geçmişti. Kurtuluşumun bu kadar kısa süreceğini tahmin edememiştim. Ama işte bu kadar kısa sürmüştü. Ateşli silahların çalışma mekaniğinde mermi ateşlenene dek 3 aşamadan geçilir. İlk aşama beslemedir. Bunu Chrysler RAM 1500’ün ön kapısı açıldığı anda öğrendim. Besleme kısaca; şarjördeki fişe-

6

ği, fişek yatağına sürmeye hazır bir hale getirmek için şarjör yuvasına veya mekanizma yatağına yerleştirmektir. İnce ve yerden 5 santim yükseklikte bir çift topuklu ayakkabı yere değdiği an, tabanca da ilk aşama olan beslenmeden geçiyordu. Topuklu ayakkabıların üzerinde yükselen, saten siyah çoraplarla saklanmaya çalışılsa da güzelliğini bulunduğum ve bulunmadığım her yerden görebileceğim uzun bacaklar, pikaptan inen ve bana doğru yönelmeye devam eden tabancanın ateşleme mekanizmasının hızını artırmaya devam ediyordu. Chrysler Ram 1500’ün kapısı kapanırken gönlümün kapıları açılıyordu. Doldurma, silahın ateşlenmeden iki aşama öncesidir. Fişeğin ileriye doğru hareket etmesiyle başlar. Henüz adını bilmediğim katilim bana doğru hareket ediyor. Şimdilik failim meçhul. Fişek çekirdeğinin ucu, namlunun gerisindeki fişek yatağı


rampası ile temas eder. Bu sayede fişeği fişek yatağına doğru yöneltir. Onu henüz hiçbir yatağa doğru yöneltemiyorum. Mekanizma fişeği kilitler ve tırnak kovanın altındaki çıkartma girdisine kilitlenir. Kilitlenmiş bir şekilde onu seyrediyorum. Başlangıçta aramızda bulunan 17 metre mesafe onun attığı her adımla azalıyor. Aramızdaki şimdiki tahmini mesafe 10 metre.

Aramızdaki tahmini mesafe 3 metre. Topuklu ayakkabılarının ahengi bir kulağımdan giriyor ötekisinden Esin Engin şarkıları olarak çıkıyordu. “Bana kollarını uzatsan biraz, sana kul olurum. Seven ne yapmaz?” Ellerini bana uzattı. “Ellerini bana uzatıp artık yerden kalkmak istemez misin?”

Mert Erez

Kilitleme, ateşlemeden önceki son aşamadır. Aramızdaki mesafe tahmini 7 metre. Kilitleme, mermi çekirdeği namlu ağzını terk etmeden önce gaz basıncını önlemesi için gereklidir. Aramızdaki mesafe tahmini 5 metre. Tabancalarda namlunun üst tarafında iki kilitleme dişi bulunur. Bazı otomatik silahlarda kilitleme dişleri görevini makaralar halleder.

7


birbirimiz üzerine yaklaşık 150 yıllık kalkınma sana hiç kullanılmamış ideolojik kaygılar getireceğim ben kapıların kapanıp açılmasıyla uğraşırken ihtimal olarak ayrı ayrı yerlerde bulunduğumuz bu dünyada sen karşılığı olmayan davalarla uğraşacaksın ben henüz genç bir kelime kaçakçısı olarak bulup buluştururken bize uygun tümceleri sen sana henüz yeni hediye ettiğim yeni doğmuş bir kediye isim arayacaksın ben fotoğraflardaki gibi bakmayan tüm gözleri oyarken sen bir çift bakış biçeceksin papatya çaylarına artçı bir sarsıntı yaşarken yeni aldığımız gecekonduda sarılacağız birbirimize, adını konuşmadığımız kedimize ve henüz tamamen kaynamamış çay keyfimize ben coğrafyamıza özgü birçok tanım ararken ansiklopedilerden sen ince kapaklı şiir kitaplarında eskimiş tüm dizelerin çizeceksin altını ve bir trajedi halinde büyüyüp kendi içinde sallanıp duran türümüz bizim kendimize aradığımız pek illegal sonları yaşayıp geçip gidecek bir tatminkar duyguyla biz dünya tarafından hırpalanmış rüzgar gülleriyiz sevgilim yetmez mi bu kadar savrulduğumuz?

Alican Şahin

8


LEYLA’YA * Uzaklardayım şimdi Denize ve özgürlüğe Bir çınar ağacı altında Yaprakları koruyucum olmuş yenilgime Ruhum değil bedenim firari Suçlar örtbas edildi İsmim kayıtlarda zahiri Yaşım belki altı belki yediydi Dünya bir koca vilayet; Ben bir bulut arkasındaydım Saklandım, sakladılar yaşadıklarımı Dirimi ölümü belki hayallerimi. Çocuk şenliklerinde yoktum Koşarken bir yaylada yoktum Satırlardan taşmadı el yazım Tüten bir baca çizemedim. Parmak uçlarımda kazıdığım acılarım Yüzümde tel örgü izleri Korku dolu bakışlarım İçime yağan ıslık çığlıklarım vardı Yaşım belki acizdi Bedenimi Bir kuyu dibinde Bir dağ arkasında buldular. Ağlama anne ağlama baba Ben bir vahşinin elinde Bedenime veda ettim Ruhum hep başucunuzda kaldı.

Miray Özden Kıran

* “Çocukluğu elinden alınan Leyla’nın, Eylül’ün ve nicelerinin kaleminden.”

9


SAKLASAYDIM Bugün, benden ayrılışının 204. günü ve bilmem kaç akrep yelkovan kovalamacası. Bugün, senden ayrı içtiğim ve sayamadığım birçok sigaradan birinin günü. Bugün ayrılık kelimesini yaşattığımız sıradan günlerden biri ve bugün de aklımdasın. Ben bugünlerden nefret ediyorum. Geçen gün -o gün de sen yoktun, ne şaşırtıcı değil mi?kardeşimin kızı Leyla’yı bıraktılar bana. Sen çok severdin onu. Epey büyüdü, görseydin daha çok severdin. Oyun hamuruyla ev yaptı kendine, çiçek yaptı, anne, çocuk yaptı. Mutlu aile tablosu… Onu izlemek, sakin bir denizi izlemekle eşdeğerdi benim için. Derken dalgalandı onun da aklı ve kirpiklerini bana çevirip sordu: “Bu ev neden hiç soğan kokmuyor teyze?” “Bizim ev hep soğan kokuyor çünkü hep yemek pişiyor ve ben mutlu oluyorum, babam mutlu oluyor, bu ev hiç soğan kokmuyor diye mi sen hep mutsuzsun?” Çocuk aklına sığınmak istedim o an onun. Yemek pişen evlerin sıcaklığına sığınmak istedim. Yalnızlığımı küçük bir çocuğun yüreğinde bile hissettirmiştim ya, ah olsundu bana. En çok da sana, ah olsun! Cevap verebildin mi diye sorarsan ki sor-

10

mazsın biliyorum, veremedim. “Durul.” dedim Leyla içimden, “Durul!” O, oyun hamuruyla mutlu bir mahalle kurarken ben pencereden sarkıtıp kendimi, sadece sigara içtim ve eskiden limonlu kek kokan evimi düşündüm. Leyla ile geçirdiğim günden sonra yemek yapmaya karar verdim. Sensiz mutfağa girdiğim 206. gün. Elim hep senin en sevdiğin yemeklere gidiyor. Bana seni unutturmayan çivili anılardan o kadar çok bıraktın ki. Mesela şu eski çiçekli kahve fincanı, ne çok seviyorum bunu, sen kenarını kırdığından beri daha çok. Hani o kırdığın gün çok üzülmüştün ben de üzülme diye o kırık tarafından, dudaklarımı acıta acıta kahve içmiştim ya… Hala acıta acıta içiyorum değişmedim. Değişmek zor şey; ben eski kalmayı seviyorum, bilirsin. Biraz patates doğradım. Biraz havuç, biraz patlıcan karıştırdım, kafamın karışıklığına ortak ettim sebzeleri. Onlar pişerken senin sevdiğin balkona çıktım çıplak ayak. Fesleğenle göz göze geldim. “Fesleğen olsa olsa kıvırcık kabarık saçlı haşarı bir oğlan çocuğudur.” derdin hep. Onu deyişinde içinde sakladığın,


dişlerinin arasından sızan küçük oğlanı zapt edemeyişini görürdüm. Gülümsedim, ne zamandır yaklaşmadığım fesleğenin başını okşadım. Senin hayaline daldığım için yemeği yaktım biraz. Yanmış yemeklerin bir kavganın veya güzel bir dalgınlığın küçük sürprizleri olduğunu söylerdin. Sen benim güzel dalgınlığım mısın, yoksa en büyük kavgam mı? Yemekten biraz atıştırıp dışarı çıktım. Çıkarken en sevdiğin kitabı da aldım yanıma. Attığım her adımda neden beni terk ettiğini düşünmek ve ahbap olduğun esnaf amcalara selam vermek arasında gidip geldim. Birini geride bırakınca nasıl hisseder insan? Geride kalmak, bir trenin arkasından yere düşen mendil gibi mesela. Gitmek nasıl bir şey? Özgürlük mü? Hafiflik mi? Hiçbir zaman cevabını veremeyeceğin sorular soruyorum sana. Adımlarıma bakarak bu düşüncelere dalmıştım ki birkaç selam aldım. Birkaç nasılsın, ilgileniyormuş belki biraz acıyormuş ya da en doğrusu asla yerimde olmak istemiyormuş bakışlarıyla birkaç anlamlı(!) söz. İnsanların kendilerini onaylatmak için konuş-

malarından oldun olası nefret ederdin. Beni bu konuşmaların ortasında bıraktın. Aldırmadım; yüzümde sahte bir gülüş yürüdüm, geçtim yollardan. En sevdiğin parktayım şimdi de. Mutlu olduğunu hayal ederek oturuyorum, belki bensiz daha mutlu. İçimdeki bütün cümleler seninle başlıyor biliyorum. Ama bir yokuşun başında, bir yolun sonunda kalmak, öylece kalmak çok zor inan. Sen bana hep inanırsın, korktuğum geceler uydurduğum mutlu sonlu hikâyelere bile inanırdın. Şimdi yanına gelip tek bir soru sorsam: “Neden, sana inanır mıyım?” Bilmiyorum. Ama yanına gelme fikri okşuyor tüm bedenimi. Tehlikeli bir okşayış bu, bir avuç dolusu hap, bir denize bakan köprü ya da bir bıçağın en keskin yeri gibi. Tam bu esnada bulutlar boşalıyor, gökyüzü ağlıyor desem bunu bir işaret olarak görür müsün? Ben görürüm ve ıslanmaktan korkmam. Yağmurun şiddetine göre hızlanıyor koşuşum, yavaşlıyor, duraksıyor, nefes nefese kalıyor. Elimde sönmüş bir tütün, kitap ve yağmur şiddetlenmeden az önce kopardığım bir

11


avuç papatya var. Ayaklarım benden habersiz, içimdeki her yolun sana çıkacağını bilmenin güveniyle hareket ediyorlar. Kafamda binlerce sorunun biri bile yok, yağmurdan mı dersin? Sana varıyorum, su gibiyim yolumu buluyorum. Benden ayrılışının 206. gününde, bu kadar gün akrep yelkovan birbirini kovaladıktan sonra bu vakitte, seni görmek için. Ne hissedeceksin? Koştum, yaklaştıkça daha çok koştum. Vardığımda yıkıldım yanına. Buradayım işte, geldim. Tüm nefretimi, kızgınlığımı geride kalmanın ağırlığını unutup geldim. Sana sesleniyorum. Sana dokunuyorum. Ama sen soğuksun, ıslanmışsın yağmurdan ama çok soğuksun, kabul edebileceğim bir soğukluk değil bu. Yazılı, beyaz mermerler gibi soğuk, toprak gibi içine çekiyorsun. Tüm haykırışlarıma rağmen senden bir tepki alamamanın burukluğu içinde titriyorum. Tırnaklarımın içi kirli, sesim kısık. Mutlu musun? Neden bıraktın beni? Bu sessizlik yakıştı mı sana? Hepsi havada asılı kalan harflerden ibaret, öylece duruyorlar bak. Ben senin soğukluğundan bin kat daha mermer kesilmiş, öyle bakarken sıcak bir el hissettim omuzumda ve bir ses “Yapma böyle abla,

12

ölenle ölünmez sana bir taksi çağırayım evine git.” Beni kaldıran bu ses oldu. Gözlerim ancak o zaman gördü sanki. Bembeyaz mermerlerle dolu bir bahçedeydim ve ağaçlar, daha önce hiç duymadığım bir ezgide sallanıyordu. Bir iki dakika geçti, kolumu tutan ses beni çekiştiriyordu ki geç gelen sesime kelimelerim yetişti. “Burası mezarlık.” Kafamı çevirip yığılır gibi baktım sana, düşer gibi yuvarlanır gibi baktım. Tırnaklarımın içindeki topraktan fazlası değildin. Ölümle terk etmiştin beni. Kafamdan sadece bir an geçti, kısacık bir an koca bir rüyadan uyandığımın işareti. Bilmeden seninle geçirdiğim o son gün. Dudaklarının kıpırtısı, birkaç dize “Ben ne zaman öleceğim tanrım/ sabah olunca mı/keşke birkaç dakikayı ipek mendillere sarıp saklasaydım…”

Merve Tavuskarlı


AN Gökyüzü simsiyah bulutlarla kaplıydı, birazdan gök yarılacak yağmur damlaları yeryüzüne inecekti. Umut, gök gürültüsüne uyandı. Koltuğun üzerine basıp perdeyi araladı. Dışarıya baktığında çoktan kaldırımlar açık gri rengini terk etmişti. “Acaba yine evi su basar mı?” diye geçirdi aklından. Her yağmur sonrası evinin sular altında kalmasından sıkılmıştı. Elinden gelen bir şey yoktu. Üniversiteyi birkaç ay önce bitirmiş ve henüz bir iş bulamamıştı. Ailesinden gelen parayla İstanbul gibi bir şehirde yaşamını sürdürmeye çalışıyordu. Her gün bir işe başvuruyordu ama sonuç hep aynıydı: “Biz sizi ararız.” Dışarıya baktıktan sonra perdeyi kapattı. Ayaküstü bir şeyler atıştırıp iş görüşmesi için çağırıldı şirkete gitmek için hazırlandı. Takım elbisesini giydi, saçını taradı, parfümünü sıktı, telefonuna kulaklığını taktı, şemsiyesini aldı. Merdivenlerde ev sahibiyle karşılaşmamak için hızlıca apartmandan çıktı. Otobüs durağına yürümeye koyuldu. “Bu işe alınsam da şu evden kurtul-

sam belki gitmek istediğim ve bir türlü gidemediğim tiyatro oyunlarına da giderim, belki hep almak istediğim ve bir türlü alamadığım o fotoğraf makinesini de alırım.” dedi kendi kendine. Düşüncelerinin içinde kaybolduğu anda otobüs durağa yaklaştı. Şemsiyesini kapattı, otobüse bindi. Otobüs içinde ilerleyip arkadaki boş koltuklardan birine oturdu. Başını cama yasladı ve her gün yaptığı gibi yolcuları inceledi. İnsanlar hakkında tahminler yürütmeye başladı: “Şu kadının adı Eda, yok yok Ece. Bir plaza çalışanı, duruşundan belli. Saatlerce masa başında çalışmaktan kamburlaşmaya başlamış. Yorgun görünüyor, gözlerinin etrafı morarmış. Büyük ihtimalle, patronu tarafından baskıya uğruyor ve çoğu zaman mesaiye kalıyordu. İşsiz kalmamak için sesini çıkaramıyordu. Günün birinde bir kâğıt, üzerindeki baskıdan nasıl kurtaracağını öğretecek ona.” Umut, ineceği durağa yaklaştığını görünce düşüncelerini bir kenara bırakıp kapıya doğru yöneldi. Otobüsten iner inmez şemsiyesini açtı. Koşar adım iş

13


görüşmesine gideceği şirkete yürüdü. Kısa bir süre sonra şirkete ulaştı ve güvenlikten geçerek görüşmenin yapılacağı kata çıktı. Kattaki sekretere iş görüşmesi için geldiğini söyledi. Bir süre bekledikten sonra “Güvenç Özlü - İnsan Kaynakları Müdürü” yazan kapıdan içeri girdi. Umut, görüşme için hazırladığı özgeçmişi takdim ettikten sonra masanın karşısına konumlandırılmış olan koltuğa oturdu. Güvenç Bey sorularını yöneltmeye başladı. Umut, bu duruma alışkın olduğu için sorulan her soruya hızlıca cevap veriyordu. Her iş görüşmesinde sorulan saçma soruları bile oldukça iyi bir şekilde yanıtlıyordu. Umut’un aklı ara sıra evine kadar gidip geliyordu, “Ya evi su basmışsa.” Güvenç Bey’in yönelttiği sorularla bu düşünceyi terk ediyordu. Soruyu cevapladıktan sonra ise farklı bir düşünceyi dalıyor ve karşısında oturan kişi hakkında fikirler üretiyordu: “Güvenç Özlü, 35-40 yaşlarında. Giyimine göre maaşı oldukça iyi. Sanırım Egeli, evet evet kesinkes Egeliydi. Uzun süredir İstanbul’da yaşamasına rağmen bazı kelimeleri hala bölgenin söyleyiş tarzında telaffuz ediyordu. Parmağında yüzük olduğuna göre ya nişanlı ya da evli ama yaşını göz

14

önünde bulunduracak olursak evli olma ihtimali daha yüksek.” Güvenç Bey, birkaç soru daha sorduktan sonra görüşmenin bittiğini söyledi. Görüşmenin sonucunun olumlu olması durumunda “Biz sizi ararız.” dedi. “Biz sizi ararız.” cümlesini duyar duymaz Umut kendini odanın dışına attı. Hızlıca şirketten çıktı. Kulaklığını taktı, yağmur hala yağmaya devam ediyordu. Bu sefer şemsiyesini açmadı, ellerini cebine soktu ve yürümeye başladı. Kendini yağmur damlalarına teslim etti, yağmur damlalarının sıkıntılarından kurtarabileceğine inanmak istedi. Dinlediği şarkıyı mırıldandı. Yanından geçen insanların onun hakkında ne düşündüğü anlamaya çalıştı. Kısa bir süre sonra bundan vazgeçti ve şarkıyı mırıldanmayı devam etti. Otobüs durağına gelinceye kadar sırılsıklam olmuştu, otobüse bindi. Sabahki kadar şanslı değildi, bütün yol boyunca ayakta yolculuk edecekti. Sıcaklık farkından dolayı otobüsün camında oluşmuş olan buğuyu eliyle sildi. Trafikten istifade ederek dışarıdan geçen insanlara yöneltti bakışlarını. Bazıları onun gibi hayattan bezmiş gibiydi, bazıları ise onun tam tersine hayatta sımsıkı sarılmış gibiydi. Umut bir yandan ev sahibine görünme-


den eve girme hesapları yaparken bir yandan da ne kadar parası kaldığını hesaplıyordu. Bir an içinden “Keşke annemi dinleseydim de başka bir bölüm okusaydım.” diye geçirdi. Okuduğu bölümü tercih ederken annesiyle tartışmış ve zor da olsa bu bölümde okumak istediğine onu da ikna etmişti. Ama sonuç annesinin dediği gibi olmuştu. Otobüs yolculuğu sona erdi, eve doğru yürüdü. Eve girmesine ramak kala yağmur kesildi ve Umut’un aklına yine o düşünce geldi: “Ya evi su bastıysa.” En son üç ay önce yağan yağmurda evi su basmıştı ve evdeki çoğu elektronik eşyayı kullanılmaz hale getirmişti. O gün evde sağlam eşyaların bugün evi su basması durumda kullanılmaz hale gelmesinden korkuyordu. Apartmana girdi ve hızlı adımlarla merdivenlerden inip evine girdi. Korktuğu başına gelmemişti, evi kendisinden daha kuruydu. Hasta olup son parasını da doktora vermemek için ıslak takım elbisesini ve iç çamaşırlarını çıkardı. Aynada kendisine baktı, ıslanmış köpek yavrusuna dönmüştü. Dolaptan aldığı havluyla saçlarını kuru-

tup üzerine bir şeyler giydi. Çay içerek içini ısıtmayı ve içinde buz tutmuş duygularını çözmeye karar verdi. Mutfaktaki piknik tüpünü yakıp çayını koydu. Çayın demlenmesini beklerken annesini arayıp para istemeyi düşündü, hızlıca bu düşünceyi terk etti. Çayı aldı ve televizyonun karşısına oturdu. Haberleri izlemeye karar verdi; “Ankara Polatlı’da kaybolan 8 yaşındaki Eylül Yağlıkara’nın cansız bedeni, köye bir kilometre uzaklıkta yeni dikilmiş elektrik direğinin dibinde gömülü bulundu. Eylül’ün boğularak öldürüldüğü, vücudunda kesici ve delici alet tarafından bırakılan izlere rastlandığı öğrenildi.” Bu haber Umut’u mahvetmişti, aklına kız kardeşi gelmişti. İçinden geçenleri daha fazla muhafaza edemedi ve söylemek istediklerini gözlerinden süzülen yaşlarla ifade etmeye çalıştı. Televizyonu kapattı, yatağına yöneldi. Başını yastığa koydu, hala az önceki haberin etkisindeydi ve uzunca bir süre haberi izlediği anın etkisinde kalacaktı. Başını yastığa koyduktan kısa süre sonra kapının çalınmasıyla uzandığı yatağından irkilerek kalktı. Kapının dürbününden

15


baktığında gördüğü kişi ev sahibiydi. Kapıyı açıp açmamak arasında gelgitler yaşadı, sonunda ses çıkarmadan yatağına dönmeye karar verdi. “Zaten birkaç güne annemin gönderdiği para hesabımı yatmış olur. Ben de hemen kirayı ödeyip bu gözünün feri sönmüş kadına parasını veririm.” diye geçirdi içinden. Bu düşünceyi kabul eder etmez bugün yorgunluğunu atmak için uyamaya karar verdi. Yatağına uzandı, battaniyesini üzerine çekti ve düşler âlemine doğru olan yolculuğuna başladı. “Sabah otobüste gördüğü Ece’yle karşılaştı, ilk önce. Ece’nin sabahki halinden eser kalmamıştı. Gözlerinin etrafındaki morluklar ve kambur duruşu yok olmuştu. Üzerinde koyu yeşil bir elbise vardı. Elbisenin üzerinde de kıpkırmızı bir yelek ve elinde de bir tomar kâğıt… Umut, Ece’yi gördüğü yeri bir yerden çıkaracak gibi oldu. Biraz yürüyünce buranın iş görüşmesi yaptığı şirket olduğunun farkına vardı. Ece’ye doğru yaklaştı ve Ece’nin uzattığı kâğıdı eline aldı. Kâğıdın üzerinde koyu ve büyük puntolarla: “Paranın padişahlığını, karanlığını yobazın ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm!” yazdığını gördü. Umut, Ece’ye adına yakışırcasına gülümse-

16

di. Ece’den aldığı kâğıdı katlayıp ceketinin iç cebine koydu. Umut, şirkete girmek için harekete geçmişti ama aklı Ece’de kalmıştı. Şirketin kapısından içeri girdi, asansöre bindi ve Güvenç Bey’in odasının olduğu katta indi. Kapının üzerine kendi adını görünce afallamıştı. Kapıyı açıp odaya girdi ve odada ne Güvenç Bey ne de Güvenç Özlü yazan kalem seti vardı. Odanın camından dışarıya baktı, gökyüzü bulutlanmıştı. Yağmur yağmak üzeriydi. Gözleriyle Ece’yi aradı ama göremedi. Mutfaktan gelen yanık kokusu Umut’un düş yolculuğunu sonlandırdı. Birkaç saat önce demlediği çayın altını nasıl kapatmayı unuttuğunu sorguladı. O anı hatırladı. Ondan sonra Eylül’ünün gözleri geldi gözlerinin önüne, Eylül’ün gülüşü düştü aklına… Piknik tüpünü kapattı, ülkenin geleceği gibi simsiyah kararan çaydanlığı lavaboya bıraktı. Yere oturup sırtını mutfak tezgâhına dayadı. Gözleri duvardaki sıva çatlağına takıldı, cebinden telefonu çıkarıp saate baktı: “23:15”. O anın etkisini hafifletmek için kardeşinin sesini duymak istedi. Arama tuşuna bastı ve telefonu kulağına götürdü. Telefonu uzun uzun çaldırdı fakat telefonu açan olmadı. Umut’un içindeki sıkıntı


gitgide büyüdü, büyüdü, büyüdü. Umut adeta bu sıkıntı evreninde kayboldu. Gözüne sabaha kadar bir damla uyku girmedi. Gün ışığı uzun yolculuğunun sonunda mutfağın küçük camından içeri girip Umut’un yüzünde küçük bir mola verdi. Gözlerini duvardaki çatlaktan alıp cama çevirdi. Cebinden telefonu çıkardı, saate baktı ve kardeşini tekrar aramaya karar verdi. Telefon bir müddet çaldıktan sonra, uyku mahmuru bir ses “Alo abi?” dedi. Umut, kardeşinin sesini duyar duymaz içinde kaybolduğu sıkıntı evreninden bir an da olsa çıktı. Derin bir nefes aldı, telefonu kapattı. Mutfak tezgâhından destek alarak ayağa kalktı. Kendini uzay boşluğuna atlayan bir astronot edasıyla yatağına bırakıverdi. Artık, yarım kalan düş yolculuğuna devam edebilirdi.

Özkan Öztürk

17


ÇİMENLER YASAK Gözlerimden dedim, beni öpmüş olan bu eller mi? Eski bir giysi mi yoksa kirişte, kulağa leke mi? Böylece dedim Böylece balımızı taşıyamayan kovan Balon sevmeyen bir çocuk gibi Aynı betondan yapılmış kadar yabancı kalsın şehre Gözlerimden dedim, açmamış dahi olsam öpmüş olan bu eller Kalabalık sürgülenmiş bir karaya Gevşek bırakılmış bir hüznü boğmak için Temiz bir kalp sunabilir mi? Gözlerimden dedim, az hüzünlü kusarak ayak seslerine Özel adlar gibi Unutulunca birbirine yaslanan iki ölü ağaç gibi Rüyada görülen bir dünya Uyanıkken duyulan endişe Ve gözlerimden öpen bu ellerdi değil mi? Gökyüzü düşerse Gözlerimden demem artık Düşmemiş ama Düşerse tüm kuşları nereye gömeriz Gökyüzü gömülmez çünkü Çünkü kuşlar gözlerimden dedim Öterek doğan günü okşayan ellerindi bildim Bu eller nasıl öpebilir dedim Sen nasıl düşmemiş bir yağmura gökkuşağı biçebilirsin Kırılan her şeyin keskin olacağı yalan Kaçtır sonunu bildiği filme uyanıyor insan Kaçtır filmde uyuyor Hem biliyor musun? Çimenler sadece okuma bilenlere yasak.

Uğur Can Dural

18


SINIRLI ÖZGÜRLÜK Kim olduğunu ve ne için yaşadığını çok çabuk unutabiliyor insanoğlu. Anlık heveslere kapılıyor, gittiği yoldan kolayca sapabiliyor. Bu durum çağımızın cazibeli, gereksiz ayrıntılarla dolmuş olmasındandır ve bana göre bunların başında aslında ayrıntı denemeyecek kadar kapsamlı olan sosyal medya vardır. Hayatımızı yönlendiren, değiştiren, ültimatomlarla dolu bir oluşumdur sosyal medya. Ne giyeceğimizi, nereye gideceğimizi, ne yiyeceğimizi sosyal medyaya bakarak karar laştı r ıyor uz. Bu durumda sorgulamamız gerekiyor; aldığımız kararların hepsi bize mi ait? Neyle meşgul olursak olalım zihnimiz ve elimiz telefonla meşgul; kitabı okumuyor, fotoğrafını çekiyoruz, spor yapmıyor sadece aynalara poz veriyoruz. Gündemi takip ediyor gibi gözükmek adına, en ufak bir bilgimiz olmasa da konulara dair fikir beyanlarında bulunuyor, cümlelerini beğenmediğimiz insanlarla klavye savaşları yapıyoruz. Gündemi takip etmeyi çok yanlış anlamışız sanırım. Cinayet

haberleri, kayıp ilanları, hayvana işkence görüntüleri; bunların hepsi insanların vicdanlarındaki etki geçip unutulana kadar gündem konusu olabiliyor ve biz yine klavye başında oturmaktan başka hiçbir şey yapmıyoruz. Örneğin bir barınağa gidip faydamız dokunuyor mu hayvanlara, sokakta yaralı bir kedi gördüğümüzde gerekenin yapılması için çabalıyor muyuz? Bilinçli birer insan olmalıyız, aksi takdirde hayatımızda gurur duyduğumuz, ruhumuzu tatmin eden pek az olay olacaktır. Gösterişi de seviyoruz hem de fazlasıyla. Parmağımızdaki yüzüğü, yeni arabamızı, yediğimiz yemekleri anında binlerce kişiyle paylaşıyor; bak ben ne aldım, bak bende ne var şımarıklığı içine giriyoruz. “Diğerlerin de olmaması umurumda değil, bende var ya!” diyebiliyoruz. Bu noktada bana ne demek bizi zamanla bencilliğe sürükleyecektir. Bana göre bana ne diyebileceğimiz en uygun konu el âlem ne der olmalıdır; ancak sosyal medya tamamen el âlem ne der odaklı bir mec-

19


radır. Kim ne demiş? Bu neye kızmış? Bu fotoğrafı atarsam ne yorum alırım? Bunları kendimize kriter olarak kabul ettiğimizde fikir özgürlüğünü savunmamızın çok da bir anlamı kalmıyor. Çünkü her düşüncemiz bir yönlendirmeye, akıma, engele takılarak ortaya çıkıyor ve sanırım özgürlük bu değil. Özgürlüğün tanımı kendi davranışlarını kontrol edebilme yeteneğidir. Felsefe de ise özgürlük üç başlık altında anlamlandırılır: 1. Bağlı olmama 2.Her türlü dış etkiden bağımsız olarak karar verebilme 3. İnsanın davranışı kendi istemesi. Bu başlıklar bize gösteriyor ki etki altında, düşünülmeden ve aslında bizim istemediğimiz kararlar alabiliyoruz ve bu kararların özgürlükle alakası olmuyor. Filozof David Hume’ a göre özgürlük; özgürlükten yalnızca istemenin belirlemelerine göre eylemde bulunma ya da bulunmama gücünü anlarsak özgürlüktür. Fakat özgürlükten, isteme belirlenmeden eylemde bulunmayı yani nedensiz eylemde bulunmayı ya da bir şey istemeden gelişigüzel eylemde bulunmayı anlarsak o zaman özgürlük yoktur. Yani biz de kendi özgürlüğümüzü kendimiz tanımlamalıyız. Huzurlu, tatmin ol-

20

muş, prangasız, cesur bir hayat istiyorsak bu tanımı kendimize bir an önce belirlemeliyiz. Ayrıntılarda boğulmamalı, her dakika fırsatları değerlendirmeliyiz. Sosyal medyanın modern köleleri olmak yerine iyi ya da kötü, doğru veya yanlış kendi hür kararlarımızı aldığımız yaşantımıza adım atmalıyız.

Rümeysa Sürücüoğlu


BOVARY’NİN POSTU – 1 Bugün bininci günümüz. Hayat doluyum. Dolu bardak pek mana ifade etmez. Salt doluluğu bir vasıf değildir. İçinde bulunacağı bir sonraki eylem, hâlihazırdaki dolmuşluğundan daha mühimdir. Ağzına kadar dolmuş bir bardağın ise içinde bulunabileceği yegâne eylem; taşmak, bir şekilde boşalmaktır. Dokuz yüz gündür, her geçen gün artan bir şekilde hayat doluyorum. Doluyorum. Ben sayıyorum. Onun, yani Nihal’in ise farkında olduğunu sanmıyorum. Bir farkında olmayış bir diğerini doğuruyor. Zamanında bir üniversite arkadaşıma ait olan evin terasındayız. Geçen hafta yaptığım teslimat esnasında, penceresindeki kiralık yazısını görünce anladım arkadaşımın evi terk ettiğini. Tabii ki ben tutmadım. Yalnızca apartmana gizlice girdim ve terasa açılan kapının kilidinin halen bozuk olup olmadığını kontrol ettim. Değildi. Bozdum. Beş yıl önce, çok sarhoş olduğumuz bir gece ilgili kilidi bozan da yine bendim ve şimdi buradayız. Nihal’in sağ bileği sargılı,

canı acımadan henüz hareket ettiremiyor. Bu yüzden çorbasını sol eliyle kaşıklıyor. Kopardığı tek bambuyla suşi yemeye çalışan bir pandaya benziyor, içimden gülüyorum. Bense, sağ gözümün yokluğunda, kafamı hafif sağa çevirerek oturuyorum onun karşısında. Yoksa Nihal’i izlemeye çalışırken burnum rahatsız edici derecede belirgin bir siluet halini alıyor. *** Sevil benimle beraber olmak istemediğini söylediğinde Gezi Parkı son halk tanesi tarafından da terk edilmişti. Ben ilk terk edenlerdendim. Onu gerçekten seviyordum ve onun manalı manasız korkuları bende katlanarak zuhur ediyordu. Parkta kalmaya başlayışımın dördüncü gecesinde tanışmıştık. Kedisinin iki gündür evde yalnız olduğundan, yeterli yiyeceği ve suyu olmasına rağmen, kendisini görmezse yemeği yemeyeceğinden endişe ediyordu. Evine gittik. Yemişti. -Kediler böyledir, eğer ortada bir yiyecek varsa yerler. Yememeleri gerekiyorsa dahi yerler. Hatta ortada bir yiyecek yoksa

21


da bir şekilde, bir şey yerler.Parka dönmek için sabah olmasını beklemeye karar verdik. Daha beşinci gecede, yüz yıllık hasretle yatağın kıvrımlarına uyum sağladı omurgalarımız. Birbirimize uyum sağladıktan sonra tabi. Tanışmamızın üstünden henüz elli dokuz dakika geçmişken sevişmemiz sonlanmıştı bile. Belki de o pozisyonda uyuyakalmamak için erken sonlandırmıştı. Bilmiyorum. Sevil bir dakika sonra uykuya dalmıştı, bense ona âşık olmuştum. Sabah parka dönerken içimde bir huzursuzluk vardı. Gözünü kaybedenler olmuştu. Edindiğimiz bir baret yoldan dönmemi engellemişti. Gece olduğunda, saat 23:59’da baretten kurtulmuştum. İlişkimizin onuncu gününe tekabül eden akşam parkı boşaltmışlardı. Aradaki günler ise Sevil’in ufak tefek korku krizleri ile uğraşmakla geçmişti. Omurgalarımız yeni şekillere bürünmese de, eskilerini yâd etmişti birkaç kere. O gün ise tam gününü bulmuşlardı müdahale için. Ertesi gün olsa en önde çarpışabilirdim. Ama işte onuncu günümüzde parkı en önde terk edenlerden olmuştum. İster istemez kitlenin büyük bir kısmını yönlendiren de bendim. Nişantaşı’na, Sevil’in evine

22

kadar otomatik koşar adımlarla arkamdaki kitleyle gelmiştim. Sevil yol boyu “Kör olacağım, kör olacağım!” diye tekrarladığımı duymuş. Eve girdikten sonra ben gibi bir ruh hastasıyla olmak istemediğini söyleyip beni az önce kaçtığımın ortasına sepetlemesi yalnızca on dakika sürmüştü. Belki karaktersiz dese daha yerinde olurdu. Bir de buna kendi korkularının sebep olduğunu bilse… Sokak gaz altındaydı. Yarım saat önce gözümü kaybetmekten korkarken Sevil beni sepetledikten sonra plastik mermi yememe rağmen sokağı ağır ağır yürümüştüm. Çünkü onu görmüştüm. Gazların arasında dizlerinin üstüne çökmüş, cenin pozisyonuna ramak uzaklıktaydı. Sis yüzünden yanaşamayan bir gemi gibiydi. Bense limanın ta kendisiydim o anda. Her nasıl olduysa –bir yıldırım düşmüş olsa gerek- tüm adası yanmış bir liman. Yanaşacak gemi midir var oluş amacı bir limanın, yoksa adası mı? Bunu o anda düşünmeden kısa mesafeyi, yarım saat öncesi düşünülünce şaşılacak bir rahatlıkla kat etmiştim. Sonradan anlayacaktım ki yer değiştiren; gözümü kaybetme korkusu ile kafamı kaybetme arzusuymuş. Yanına yaklaşıp omzuna elimi koyduğumda, avuç-


larının kan içinde olduğunu görmüştüm. Bir gaz fişeği omzumun enseme kıvrıldığı noktaya isabet ettiğinde ise, bayılmadan hemen evvel; “O da vurulmuş.” diye geçirmiştim içimden. ***** -Henüz kendilerine gelmediler. Yan odadakilerin işlemlerini yapın önce. “ Hangi hastaneye ait olduğunu anlayamadığım bir acil serviste gözlerimi açtığımda ilk duyduğum bu iki cümle olmuştu. Bir polis memuru gösteriler sırasında yaralananlar hakkında işlem başlatmak için müşahede odaları başında nöbetteydi. Boynumdan başıma doğru, daha önceki hiçbir ağrıyı çağrıştırmayan, şiddetli bir ağrı yayılıyordu -ki türlüsünü çekmişimdir baş ağrılarının.- O yanımdaki yatakta yatıyordu. Sağ bileği neredeyse dirseğine kadar, gazlı bezden bir atel şeklinde sargılıydı. Polis musallat olmadan hastaneyi terk etme isteğiyle onu kendine getirmeye çalıştığımda, söylenerek uyanmıştı. -İçim geçmiş. Tamam ya!” Gece yarısı çişe kalkmış gibi, hiçbir yadırgaması olmaksızın doğrulmuş yatağında ve serum iğnelerini kolundan çıkarmıştı. Ben onu şaşkın izlerken ayakkabılarını giymiş, ardından da

kendisini yönlendirmeme hazır olduğunu belli eder bir ifade ile “Haydi!” demişti. Aradan bir yarım saat geçtikten sonra, mercimek çorbamızı içiyorduk. Bayıldığım noktaya en yakın hastanedeymişiz. Gaz fişeklerinin sesinin duyulduğu ancak bulutunun ulaşmadığı noktada açık bir çorbacı bulmuştuk. Normalde kapalı olması gereken saatte, bedava çorba dağıtıyordu. ***** Bu geceyi bir atlatabilsek… En az yirmi dört yıl boyunca, onun sevgi dolu kollarında geçireceğim günlerimi biliyorum. Korkuları alan, zaten korkulardan arınmış olarak kendimi bıraktığım sarılışlar olacak. Hayatımın üç olmaya yaklaşan şu son yıllarından biliyorum bunu. Onlar benim teminatımdır. Ancak, dediğim gibi önce atlatılması gereken bir gece var. Zaten bu yüzden burada, bu terastayız. Çünkü burada daha önce atlattık. Ahmaklığın en büyük kanıtının aynı şeyi yapıp farklı sonuçlar beklemek olduğunu söylememiş miydi Einstein? Farklı sonuç istemiyorsan aynı şeyi yap olarak anlayasım var bu lafı. Yine de; farklı bir ben, farklı bir derede yüzmeye çalışacak bu gece.

İzzet Fırat Orfa

23


BENİ ANCAK BU MAVİLİK BOĞABİLİR Bu mavilikti beni doğuran Mesela İlk merhabamın rengi maviydi Görmüştüm insanların yüzünde aksini Elvedalarım da elbet bu renkte olacaktı Belki biraz koyu Ama hep mavi Ve elbet batışım da doğduğum yerde olacak Bu mavilikte Belki biraz daha koyu Ne benden habersiz uçup giden yıllar Bana gölge olur Ne de kazanmadan kaybettiğim bir hayat Ayağıma dolanan bir fatura Olsa olsa mavi bir hesap çıkar benim karşıma Mavi bir hesap Mavi bir bedel Azrail’le yapacağım teslimat burada olmalı İçi boş olan ruhumun ağzını kapatıp Dolu görünsün diye maviye boyamalıyım onu Çünkü bilirim Hasat toplamaya çıkmış olan biri Göğün rengini görmezden gelemez Yaşanmamış aşklarım burada toplanmalı Tatmadığım ne varsa burada Benim olmayan her şeyim burada olmalı Ki ben Maviliğe karıştığım vakit uzak düşmüş olmayayım Benim olmayan her şeye

24


Ve benden bir parça olana En aciz tarafımı bilen bu renktir benim Karanlığa batmadan yerin dibine girişimi gördü Ve boynumun eğilmesi zor omurlardan yapıldığını da Bu renk gösterdi hayata Bu mavilik benim en yüce sırdaşımdır Başımın dikliği göğe bakışımdandır İşte göründüğünden daha derin Daha güçlü ve daha güzel kıldım onu Artık Bu mavilik ancak beni boğabilir

Resul Kırmızıdemir

25


BENİ İZLEMEK Kimsesizliğin son perdesini oynuyorum bu gece Son defa içime çekişim yalnızlığımı Keşkelerim geçiyor aklımdan birer birer Ve tüm keşkelerin pişmanlığında savruluyorum. Açılıyor perde, alkış yok. Beni benden başkasının izlemeye gelmediğini hatırlıyorum Ön sırada geçmişimi gördüğüm anda. Ve küllenmiş aşklarım el sallıyor, Sensizliğimin sol çaprazında. İlk defa kendime bu kadar kalabalık geliyorum, Çekiyorum yalnızlığımı, geçiyor sonra. Kendimi kendime anlatmaya çalışıyorum Arka sıradaki çocukluğumun ağlayışlarıyla. Dayanamıyorum, ben de ağlamaya başlıyorum Bütün benler susuyor Yine, kimsesiz kalıyorum. İçimdeki yangın daha da büyüyor Ve ben yavaş yavaş ölüyorum. Ben ağlarken susuyorlar Ben ölürken yaşıyorlar Ve ben giderken kalacaklar. Son çare geleceğimi arıyorum kendimde, Bulamıyorum. Az sonra öleceğim aklıma geliyor Ve ağlamaya devam ediyorum. Artık bitsin istiyorum bu oyun Perde kapansın, beni bana bırakıyım. Kapanıyor üstüme bütün benler Nefes alamıyorum. Oyun bitti, ölense kimsesizliğimdi. Artık yalnız değilim O halde ben kimim?

Oğuzhan Turan

26


Çizer: Arzu Cirit


*Bu sayının geliri hayvan barınağına bağışlanacaktır.

#HAYVANAŞİDDETEHAYIR AYDIN’ın Kuşadası ilçesine bağlı Yavansu Mahallesi’nde B.Ç., pompalı tüfekle kovaladığı köpeğe ateş etti. Bu anlar, mahalle sakini tarafından cep telefonu kamerasıyla kaydedilirken, sosyal medyadan paylaşıldı. Tepkilere neden olan görüntü üzerine açıklama yapan Hayvan Hakları Federasyonu (HAYTAP) Basın Sözcüsü Şule Baylan, “Federasyon olarak verdiğimiz yasa taslağı, mutlaka hayata geçmeli ve hayvana şiddet suç kapsamına alınmalı” dedi. Olay, dün, Yavansu Mahallesi’nde meydana geldi. Yanında 2 kişiyle mahalledeki apartmanın önüne gelen O.Ç., sokak köpeklerinden rahatsız olduğunu söyleyip, köpeklerden birinin karısına saldırdığını öne sürdü. O.Ç., apartman sakinleriyle tartışırken, yanındakilerden oğlu olduğu belirtilen B.Ç., araçtan pompalı tüfek aldı. Yanından geçen köpeği pompalı tüfekle kovalayan B.Ç., hayvana 1 el ateş etti. Bu anlar, bir mahalle sakini tarafından cep telefonu kamerasıyla kaydedilip, sosyal medyadan paylaşıldı. Mahalleli, apartmanın önüne gelip tartışma çıkaran ve köpeğe tüfekle ateş eden kişilerden hayvanlara zarar vermeyip, belediyeye haber vermesini istedi. Elinde tüfek olan B.Ç. ise buna aldırmayıp, köpeğe doğru bir kez daha ateş etti.

Yaz ayları gelip havalar ısınınca İstanbullular soluğu yine Adalar’da almaya başladı. Tarihi, doğası ve sessizliğiyle İstanbul’un incisi konumunda olan Adalar denince akla ilk olarak faytonlar geliyor. Motorlu taşıt trafiğinin olmadığı Adalar’da vatandaşlar ulaşım ya da gezinti için faytonları kullanıyor. Ancak Adalar’da her yıl onlarca at, fayton kazaları, bakımsızlık, kötü muamele, uygunsuz yaşam koşulları, sakatlanmalar ve mezbahaya gönderilmeleri sonucunda acı çekerek yaşamını yitiriyor. Bazıları fayton kazalarında ölürken, bir kısmı da bakımı külfet geldiğinden kışın ormana terk edilerek bakımsızlıktan can veriyor. Bizim de defalarca sayfalarımıza taşıdığımız fayton haberlerine bir yenisi daha eklendi. 23 Nisan tatilini fırsat bilen İstanbullular Büyükada’ya akın etti. Hal böyle olunca faytonlar da fazla mesai yapmak zorunda kaldı. Hava sıcaklığı da öğle saatlerinde 26 derecenin üstüne çıkınca olanlar oldu. Malul Gazi Caddesi’nde sıcağa ve çektiği yükün yorgunluğuna dayanamayan bir at aniden yere yığıldı. Çaresiz ata ilk müdahaleyi çevredeki vatandaşlar yaptı. Çaresiz ata ilk müdahaleyi çevredeki vatandaşlar yaptı.

Çizer: Rümeysa Sürücüoğlu


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.