Mahal Sanat ve Edebiyat - A3

Page 1

1


“Mey ver ki sühân hitâma erdi Sermâye-i gam tamâma erdi” Şeyh Galib

şiir: miray çora, onur çalhan, hale alkay, neval öztürk, habib tuna güdendede, ferdi örnek öykü: mete karagöl, kemal güngör, varol mengüverdi, bilal içyer, abdülkadir güneş, doğancan kanbur eleştiri: muhammed atakur (edebiyatımızın süper kahramanları: dede korkut hikâyeleri), yılmaz can morgül deneme: ali hasan, utku sızgın çizim: damla karahanoğulları (ön kapak), zehra bal (dede korkut), hazal avcı (arka kapak) editör: fatma zehra göçmen

mahaledebiyat.com mahaledebiyatsanat@gmail.com instagram.com/mahaldergi twitter.com/mahaldergi 2


muhammed atakur edebiyatımızın süper kahramanları: dede korkut hikâyeleri “Ezelden yazılmazsa kul başına kaza gelmez; Ecel vade ermeyince kimse ölmez; Ölen adam dirilmez; Çıkan can geri gelmez…”

Destansı hikâyeler, epik şiirler, insanüstü varlıklar, korku bilmez kahramanlar, ailesinin dirliği için çabalayan muhteşem kadınlar, daha bebeklikten kahramanlık için yetiştirilen savaşçı çocuklar, imparatorluğa kadar uzanacak olan bir devletin ilk adımları, Korkut Ata isimli bir ozanın, Oğuzların hikâyelerini derlediği eser: Dede Korkut Hikâyeleri.

3


Dede Korkut Hikâyelerinde, Oğuzların IX. – XI. Yüzyıllar arasında Orta Asya’dan Anadolu’ya doğru yapmış oldukları göçler, Anadolu toprakları üzerinde göçebe hayattan yerleşik hayata geçişleri, göçmüş oldukları topraklarda kendilerini istemeyen düşmanlarına karşı vermiş oldukları mücadeleler ile kendi içlerinde vermiş oldukları mücadeleler ve başlarına gelen daha nice olay toplam 12 hikâyede, nazım ve nesir şeklinde anlatılmaktadır. Bu hikâyeler, Türk insanının yaşayışını, örfünü, âdetini, dilini, töresini yani o dönemlerde Türk hayatının nasıl olduğunu yansıtmakla kalmayıp bugünkü –neredeyse bozulmuş- yaşantımızın da aslında nasıl olması gerektiğini bizlere göstermektedir. Dede Korkut Hikâyeleri, birçok kesimin kafasında “o dönemin dilini anlar mıyım?” endişesi uyandıran ve bu endişe yüzünden uzak durulan bir kitap. Oysa tarihini televizyondan öğrenen bir toplum olarak anlamamız gereken ilk mesele: Tarih, televizyondan öğrenilebilecek kadar basit değildir. Televizyon dizileri bize tarihimizi değil tarihten esinlenilmiş senaryoları izletmektedir ve o dizilere malzeme yapılan tarihimiz, bizlerin onu daha rahat anlayabilmemiz adına anlatılan dönemin diliyle değil de çoğunlukla bugün kullandığımız Türk diliyle yansıtılmaktadır. Yani beş dakikada bir "ZİNHAAAR!" diye bağırmakla ne yazık ki padişah olunamıyor. Ve de hepimizin bildiği üzere bir tarihi, bir eseri yahut bir insanı tam olarak anlayabilmemiz için ona onun kendi diliyle yaklaşmamız gerekir. Tekrar Dede Korkut Hikâyelerine dönecek olursak, dilini anlayamayacağımız için endişelendiğimiz bu hikâyeler aslında bize bizim dilimizin gerçek hüviyetini yansıtmaktadır. Eserde, Anadolu’ya yeni yeni yerleşen Türklerin kullandığı asıl Türkçe ve bugün unutulmaya yüz tutmuş kelimeler kendine yer bulmaktadır. Eseri anlayamayacağımızı düşünmemizin sebebi ise el birliğiyle bozmuş olduğumuz dilimizin asıl halini unutmuş olmamızdan kaynaklanmaktadır. Özellikle her gün bir yeniliğe uyandığımız uzay çağında çoktan bozulmuş olan konuşma dilimizin yazı dilimize de sirayet etmeye başlaması, dibi görünmeyen uçuruma yuvarlanmaya başladığımızın göstergesi niteliğindedir. Dede Korkut Hikâyelerini bizler için yeniden hazırlayan Orhan Şaik Gökyay, bu konu hakkında kitabın önsözünde şunları söylemiştir: “Bir kitabı her eline alan okuyucunun onu bütünüyle anlaması, orada geçen bütün sözcükleri ve kavramları bilmesi beklenemez. Ben bu soydan sözcükleri ve kavramları bugün kullandıklarımızla karşılayacak yerde onları olduğu gibi bırakmayı yeğ gördüm. Çünkü kitabın bir yararı da bize durmadan 4


yeni sözcükler ve kavramlar kazandırması, bu yoldan dilimizi zenginleştirmesi değil midir? Hele kazanacaklarımız kendi öz kaynağımızdan akıp geliyorsa…” Peki, ne oldu da bozuldu bizim dilimiz? Ne yaptık yahut yapmadık da bozduk Türk insanının yaşantısını? Nerede hataya düştük ki kaybettik özümüzü? On küsur asır yetti mi kendi benliğimizi kaybetmeye? Evet, yetti. Çünkü okumadık. Çünkü dinlemedik. Çünkü hep kendi bildiğimizin doğru olduğunu düşünüp durduk. Oysa insanoğlunun ezelden beri yaptığı en büyük yanlış: Sadece kendi doğrusunun hakikat olduğunu düşünüp durmasıdır. Şuan üzerinde yaşadığımız topraklara ilk defa uğradıkları vakit başlarına gelen olayları kendilerinde sonra gelecek soylarının ders alması amacıyla hem sözlü hem yazılı ortamda yaymaya çalışan, yani bir şekilde bize ders vermek için çabalayan atalarımızı birazcık dinlemiş olsaydık: Dede Korkut Hikâyeleri’nin başkahramanlarından olan Salur Kazan’ın düşmanları tarafından evinin yağmalanıp, ailesinin esir düştüğü zaman diğer tüm Oğuz beylerinin bir araya gelerek Salur Kazan’a yardıma yetiştiğini bilir ve en ufak bir tartışmayı onlarca insanın öldüğü bir katliama dönüştürmek yerine insan olabilmenin kıymetini, birlik olabilmenin ne kadar değerli olduğunu öğrenmiş olurduk. Yahut Salur Kazan’ın oğlu Uruz tutsak düştüğünde oğlunu kurtarmak için kılıç kuşanan anne Burla Hatun’u okumuş olsaydık, kadının toplumdaki değerini bilmiş olur ve belki de geçen her saniyede daha da artan kadın cinayetlerinin önünü bir nebze de olsa kesebilmiş olurduk. Eğer kendimize sırt çevirmemiş olsaydık bu kadar çamura batmamış olurduk. Şimdi söyleyin o zaman, neyi eksikti Boğaç Han’ın, Salur Kazan’ın, Deli Dumrul’un ve daha nice Oğuz beyinin… Edebiyatımızın yegâne süper kahramanlarının neyi eksikti de tayt üstüne don giymiş süper kahramanlar el üstünde tutulurken bizim süper kahramanlarımız tozlu kütüphane raflarında kaldı. Bu milletten süper kahraman çıkmıyor, demek yerine dönüp kendi özümüze bakmalıyız. Belki o zaman yitirdiğimiz dili, kaybettiğimiz özü ve aradığımız süper kahramanları bulmuş oluruz. Mademki Dede Korkut’un soylaması ile başladık yine onun soylaması ile bitirelim:

5


“Hani dediğim bey erenler? Dünyayı benim deyenler? Ecel aldı, yer gizledi, Fani dünya kime kaldı? Gelimli, gidimli dünya, Sonucu ölümlü dünya! Bu kara yer bizi de yiyecektir, En nihayet uzun yaşın ucu ölüm, Sonu ayrılık!” *Bu yazının yazımında Orhan Şaik Gökyay’ın hazırlamış olduğu Dede Korkut Hikâyeleri isimli kitaptan yararlanılmıştır.

yiğit kerim arslan yeni moskova şiir düşülke yayınları kitapyurdu, d&r, idefix vb. yerlerden edinebilirsiniz.

6


alıntı: nâzım hikmet işsizin yirmi dört saati1 işsizin yirmi dört saati birbirinden bıçakla ayrılmış üç ayrı dünyadır. sabah: evden çıkarken, hava yağmurlu, kapalı, karlı da olsa işsiz için aydınlık bir dünya vardır... akşam: evin kapısından girerken dışarda güneş, renkler, ışıklar, şarkılar içinde rahat ve bahtiyar batsa da, işsizin bu ikinci dünyası karanlıktır, rüzgârlıdır, yağmurludur. ve gece: işsizin bu üçüncü dünyası, içinde tek söz konuşulmayan bir dilsizler mektebidir.

1

Kan Konuşmaz, Sayfa 170, YKY

7


neval öztürk salıncak Daha yükseğe babacığım Göklerde uçmak istiyorum Kuşların şarkısını söyle bana Çünkü ben bugün kuş olacağım Tatlı meltem Yüzüme doğru es ne olur Kırıklarımı topla Ve sen baba Beni salladıkça salıncakta Bütün acılarımı unutayım Kollarımı açtım Acılarımı yüklenmeye hazırım Çünkü babacığım Sen öğrettin bana Biliyorum düşsem de Kalkacağım

8


habib tuna güdendede karşılaşma Bir şair: Gençliğinde şişman, Öyle çok fazla kadın geçmedi Hayatından. Bir adam: Emekliliğine az kalmış, -BelliEllerini sırtında nasıl buluşturduğundan Belli. Bir kitap: Romantizm akımından etkilenmiş, Bir çırpıda bitiyor, Üstelik, Bitiyor.. Bir çocuk: Sobalı ilkokul çocuğu, B şubesi nedir bilmez. Ve nihayet, Bir kadın: Herkes çirkin der, Tiyatrodan yeni çıktık beraber…

9


mete karagöl üç yıldızlı gelecek Dairedeki işlerimi bitirip masama çekidüzen verdikten sonra sandalyemden kalktım. Benim kalktığımı gören diğer memurlar da toplanmaya başladılar. Ben ağır hareketlerle pencereden dışarının hava durumuna bakarken onlar paltolarını giyinmişler, şemsiyelerinin bağını çözmüşlerdi. Dışarıda yağmur çiseliyordu, ama iyice şiddetli bir yağmurdan söz edilemezdi, çiseleyen yağmurun altında ıslanarak yürümek pek romantik gelse de bana, yaşımın vermiş olduğu temkinli davranma düşüncesiyle paltomu giyindim, kapüşonunu dışarıda örtmek için hazır hâle getirdim. Adımlarımı hızlandırıp kapıya doğru yöneldiğimde yeni memurlardan Bekir, “İyi akşamlar ağbi,” dedi. Bekir’den sonra Necmi ve Leylâ Hanım da aynı dilekte bulundu. Ben de onların akşamları ile ilgili aynı dilekte bulunduktan sonra çıkacağım ân, Necmi hızlı adımlarla yaklaşıp beni çekti: “Kemal Bey, eşim Leylâ ile bugün sizi evimizde ağırlamaktan şeref duyarız. Bizi kırmayacağınızı biliyorum. Müsaitsinizdir umarım?” Orta yaşlarda, benden uzun ve hafif kilolu bu adam ve pek kıymetli eşi Leylâ Hanım’ın bu teklifini ne yazık ki geri çeviremedim ve kabul etmek mecburiyetinde kaldım. Yalnızca, doğruca evime gideceğimi, bir saat sonra kapılarını çalacağımı söyledim. Kendisini dışladığımız için Bekir bu duruma alındı mı, ardımda kalan birçok şey gibi bu da beni düşündürdü. Kütüphaneden çıkıp apartmanıma kadar yürüdüm yağmurun altında. Islak parke taşlarını rugan ayakkabımla döverken içimde tek sıkıntı vardı: Nereden çıktı bu ev gezmesi şimdi! Bir de bana iyi akşamlar denilmesi hiç hoşuma gitmiyor. Akşamın iyi olabilmesi için evimde beni bekleyen sevgili ayak içlerine sahip karım, ve bana benzeyen minicik boyu, sarı saçı ve mavi gözüyle kızımız olmalı. Oysaki ben yıllar önce aldığım kararla kendimi yalnızlığa mahkûm etmekle cezalandırmıştım, çünkü ne zaman bir kadınla fazla ilgili olsam sonunda bir hayli üzülüyor, derin düşüncelerin içinde buluyordum kendimi. Bu kaç yaşında olursam olayım, kendimi bildim bileli böyleydi. Bir kadınla konuştuğum zaman, kadınlar benim boyuma, kaşıma ve duruşuma değil, edebiyat, sanat ve kültür bilgime hayran kalıp sadece arkadaş kalmamızı istiyorlardı. Ne yazık ki ben, onlardan sadece bir tanesi ile 10


evlenmek için bin taklalar atıyordum. Ve günün birinde hiçbir kadınla yürekten yüreğe bir ilişki kurmamaya karar verdim. Şimdi cezamı çekiyorum, rugan ayakkabımın ucuna basarak apartmanın dış merdivenlerini çıkıp kapıyı açtım. Asansörle ikinci kattaki evime çıktım, çalışma odamın ışığını yakıp paltomu tekli koltuğun üzerine bıraktım. Oturma odasında pencerenin yanında saksıda yetiştirdiğim reyhan çiçeğinin yanına geldim, onla konuşmak ve onu koklamak bütün günün stresini ve yorgunluğunu alıyor. Hem yıllar önce birinin bana tavsiyesi ve son isteğiydi: “Reyhan çiçeği besle, beni hatırlatsın,” demişti. Bir süre daha zaman geçirdikten sonra üzerimdekileri çıkartıp yeni kıyafetler giydim. Sonra paltomu alıp evden çıktım. Necmilerin apartmanının altındaki tatlıcıdan bir kilo baklava ile küçük kızları için de biraz profiterol aldım. Zillerine bastım. *** Leylâ Hanım’ın yemekleri gibisi var mı bilmiyorum! Onun esmer, topak, şişko parmaklı elleri yemek yapmak için yaratılmışlar. Yemek masasından kalkıp oturma gruplarına geçtik. Sosyal demokrat bir gelenekle yetişen Necmi, gündemde olan bitenleri şöyle bir değerlendirdi. Katıldığım ve katılmadığım yönlerini tartıştık, çay içtik. Sonra Leylâ Hanım tatlıları getirdi. Küçük kızları Okyanus, yanıma oturdu ve benim beyaz, uzun parmaklı ellerime bakıp neden kendisinin ellerinin de böylesine beyaz, ince ve uzun parmaklı olmadığını düşünmeye başladı. Tabii ufaklığın böyle düşünmesini ben gayet iyi biliyorum, bir kendi ellerine bakıyor, bir de benimkilere. “Çok mu hoşuna gitti?” diye takıldım. “Ellerin çok güzel Kemal amca, benimkiler küçücük, hem de siyah! Babam ‘Kimse senin elini tutmaz.’ Diyor.” Necmi’yle bakıştık, küçüğe güldüm. “Üzülme. Benimkileri de kimse tutmuyor.” “Senin için annem ‘Evde kalmış,’ diyor. Evde neden kaldın?” Okyanus’un böyle güzel bir şeyi söylemesi babası tarafından bittabi tepkiyle karşılandı. Kızı susturdu. Sonra da “Kusura bakmayın Kemal Bey, bu sıralar çok yalan söylüyor, psikoloğa götüreceğiz,” dedi. Aslında kusura bakılacak bir şey söylememişti. Doğru değil miydi? Sahiden de evde kalmış değil miydim? 11


*** Evim, kapısı ve karanlık holü ile beni karşılıyor yine. Yağmur iyice şiddetlendiği için taksiyle geldim, ıslak paltomu çıkartıp vestiyere bıraktım, ayakkabılarımı da gazete kâğıdının üstüne. Mutfakta, dolaptan rakı ve raftan bir bardak alıp doğruca oturma odasına geçtim. Elimi çiçeğe sürdüm, kokladım: İçim reyhan doldu. Bardağın yarısına kadar rakıyı doldurduktan sonra çalışma odamdan; yarım bıraktığım, son dönemin önemli öykücülerinden Muhammed Atakur’un ilk romanını alıp devam ettim. Beş sayfa kitap okudum, rakımdan yudum aldım, reyhanı kokladım. İki duble sek rakı içtim böylece. Ve kalktım yerimden, çalışma odamda başlayıp tamamladığım ilk roman denemesine yeniden baktım. Raftan bir kitap daha seçtim, altını çizdiğim cümlesini okudum. Yerine bıraktım. Camdan dışarıya baktım, yağmur aynı şiddette yağmaya devam ediyor; nisan yağmuru2 yağıyor. *** Bir öykü yazmasaydım çok daha kötü olacaktım. Belki de Sirkeci Marmaray İstasyonu’nda bir ceviz ağacı olacaktım, meyvesi karanfil çiçeği olan ve ne benzer ki benim de varlığımdan bihaber olacak bir yâr ve biricik yurdumun polisi bulunacaktı. Bir öykü yazmasaydım çok daha kötü olacaktım ve geleceğimi yazmasaydım, geçmişimi yazardım. Beni bugün yavaş yavaş zehirleyen geçmişim… Oysaki geleceğimi yazdım, geçmişimden şekil vererek. Bir öykü yazmasaydım çok daha kötü olacaktım. Üstadım Nâzım gibi seslenmek isterdim: Sevgili ayak için yere basmamışken, henüz yorulmamışsındır. Sesleniyorum sana sahilde bir sırada oturup içerken: R… 14 Nisan 2018; İstanbul

2

Bir yıl önce yazdığım en uzun aşk öyküsü Nisan Yağmuru adlı eserime gönderme.

12


ali hasan düşünüyorum öyleyse yokum -Oğuz Atay’aDescartes der ki “Cogito ergo sum”. Yâni, “Düşünüyorum, öyleyse varım”. Ama ben itiraz ediyorum, işler sizin dediğiniz gibi gitmiyor sayın filozof. Ben tıpkı Oğuz Atay’ın dediği gibi, “Düşündükçe yok oluyorum”, ben tıpkı Fyodor Dostoyevski’nin dediği vaziyetteyim, “Sanırım ben düşünme hastalığına kapılmışım, olup bitenleri, olacakları, olmayacakları ve olsa ne olacakları düşünüyorum”. Acaba şu eşyayı buradan kaldırsam bir şey olur mu? Ona bunu söylesem nasıl tepki verir? Ya komşu gece yürüdüğümde tahtanın gıcırdamasından rahatsız oluyorsa… “Her anı ne yapmam gerektiğini düşünerek geçirdiğim için çabuk yoruldum. Bana müsaade.” Odamın duvarlarına sinen acabalar, keşkeler beni esir ediyordu her nefes aldığımda, yalnız hissediyorum artık bunun sonu yok. Saatlerce evde hiçbir şey yapmadan oturuyorum. Sonra tam çıkarken evde kalsaydım bir şeyler yapabilirdim gibi hissediyorum. Şiirler yazdım, onlarca roman yazdım, yüzlerce resim çizdim, acaba kötü mü olmuş düşüncesiyle hepsini çöpe attım, “Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? İşte sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım.”. Şimdi başa dönelim “Cogito ergo sum” diyordu filozof, ben de diyorum ki “Cogito’SUZ ergo sum”, ben “Düşünüyorum’SUZ öyleyse varım.”. Evet, düşünmeden hareket etmem gerek, fakat bu imkânsız. Düşünmeden yapabileceğim hiç bir şey yok, yazmak hariç. Evet, insan yazarken düşünememeli diye öğrettiler bana, Kim öğretti? Kimse. Sadece nerede okuduğumu unuttuğum için öyle dedim, o zaman yazmam lazım. Zaten insan yazarken kendine ait bir kelime dahi yazamaz, hep başkalarından duyduğu sözcükleri ve anlamları kullanır. O sadece yerlerini değiştirir, düşünmeye gerek kalmaz. 13


Yazı yazmak bir yapboz oyununa benzer, parçalar elinizde, size kalan sadece doğru kelimeleri yan yana getirmektir, tıpkı bu yazıda olduğu gibi.

miray çora bermutat Bir alışmışlık eziyor bizi İçinde asırlar dolusu yafta Prangalar dolusu kanun Hikmetinden sual olunmaz Kader imzalı ölümlerin Bizi buraya çivileyen Beş metrelik ışık yılları Kusturan gülüşleri Birikmiş kinlerin satırları Durdurur onlar saatleri Yakarlar onlar pirleri Kırarlar onlar kalemleri Hudutsuz sözlerinin hükmü Bir kimsesiz mezarında terk eder bizleri Çağırır oysaki Virtüözlerin kokusu Mutlu sokakların uğultusu Çiviler bizleri buraya Bitmez nefretin korkusu

14


kemal güngör umarsız an Bunaltıcı bir İstanbul sıcağından daha felaketi de vardır. Tolstoy’un Hacı Murat’ını okuyorum, bir mesaj: “Aşırı moralim bozuk, çabuk gel.” Kırk beş dakika uzaklıktaki Bayrampaşa Axis AVM’ye yarım saatte gittim. Tek başına film izlerken buldum onu: Kaybedenler Kulübü Yolda. Oturdum yanına saygıyla, filmin ikinci yarısını beraber izledik. Sonra, AVM’nin oturma alanında sohbet ettik, “Ben geçmişi unuttum,” dedi. Yemek yemeye karar verdik: Bir kıymalı pide, bir kola ve bir de su aldık; kolayı o istedi. Pideden bir dilim aldı, ısırdı; kalanını bana yedirmek istedi, yedim. Kolayla aram yok, kolasını içirdi. İçtikten sonra “Annem, seni senden fazla seven adamla evlen, dedi,” dedi. Yemeği bitirdik, alışverişe çıktık biraz. Eteğe, tişörte, parfüme, kadın bakım malzemelerine bakındı. Marketten öteberi aldık, onu alışveriş yaparken yanımda görmek beni çok memnun etti. Marketin önünde oturduk, AVM üstümüze kapanmasın diye çıktık. Metro İstasyonu’nda tren bekledik, trenler önümüzden sırayla geçip giderken. Hiçbirine binmedik. Sonra ben bir şey anlatıyordum, “Sus,” dedi. Sustum. Yaklaştı. Kafamı omzuna koydum ve beş dakika arabaların sesini dinleyerek ve hiçbir şey konuşmadan oturduk. “Bu kadar yeter,” dedi. Kalktım. Biraz daha konuştuk. Sonra beni susturdu yine, “Beni sevme,” dedi. Ne demeli bilmiyorum. Kıpkızıl indi içime bir gözyaşı meteoru. Gözlerimde umarsızlığın etkisiyle, izlediğimiz filmin son sahnelerinden biri canlandı, ne diyordu Kaan?

15


varol mengüverdi madalya yahut boyna her ne geçirilebilirse Diğer odalara nispetle daha büyük olan odada, kanepeye oturmuş olan adam, telefonla konuşmakta olan arkadaşına, her şeyden bihaber olan bir insanın merakıyla bakıyordu. Bu, kanepede oturan; uzun saçlı, tombul ve sakalı da bir hayli uzun, genç bir adamdı. Bir berduştan tek farkı, görece düzenli ve yeni olan kıyafetleriydi. Ancak yine de ortalama, özenden ve iyi görünmek kaygısından uzak giyinmişti. Arkadaşına bakıyor ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Olup biteni anlamıyor olmasına rağmen, bu denli bir meraka düşmüş olmasının nedeni; arkadaşının olağanüstü sakin ve neredeyse sessiz hali ile göğüs kafesinde hissettiği bir darlanmaydı. Ani bir sıcaklık gelip geçiyor fakat beraberinde getirdiği daraltı, süreklilik arz ediyordu. Telefonun başındaki adam ise hafifçe uzun saçları ve arkadaşına meydan okuyabilecek derecede uzun sakalları ile adeta, düzenden henüz çıkmış ve dağınık bir yaşantıya ilk adımlarını atmış bir insan görünümündeydi. Oysa düzenli bir yaşantıdan kopalı, görünenin aksine, çok uzun bir zaman olmuştu. İnce dudakları ve ince burnu, şayet suratındaki yara izi olmasaydı, kendisine güvenilir bir görüntü kazandırabilirdi. Yine de çocuk yaşta, alelade bir düşüşün eseri olan bu iz, vücuduna, cezaevinde geçirilmiş bir ömür nakşetmiş gibiydi. En büyük şikâyetlerinden biriydi bu. İçinde bulunduğu bedenin, kendisini hiçbir şekilde doğru ifade etmiyor oluşu. İçinde ömrünü geçirdiği cezaevi, hakikatte bedeniydi. Çağa ayak uydurmak istemiyor oluşunun eseri olan telefonun ahizesini yavaş yavaş indirirken; gözünü, hemen solunda, odanın bir köşesinde bulunan vitrine dikmiş ve böylece dalarak, kapatmıştı telefonu. Baktığı, esasında vitrinin orta gözünde kendini biraz olsun belli edebilen bir madalyaydı. İlkokul yıllarından kalma, hiçbir emek sarf etmeksizin kazandığı bir madalyaydı bu. Onu hala saklıyor olmaktan utanç duyuyordu ancak taşımakta olduğu hatıra yüzünden, bir köşeye de atamıyordu. Bakışlarını hala aynı noktada tutuyor ve kıpırdamıyor oluşu, ötekini ciddi anlamda huzursuz ediyordu. Daha fazla katlanamadığı sessizliği bozdu: - Ne oldu? İsmet! Ne oldu lan? - İntihar etmiş. 16


Cezaevinde geçirilecek ömrün süresi, ona nasıl bakıldığıyla orantılı olarak uzar yahut kısalır. Pencerenin kenarında, çabucak geçmesi adına günleri dahi saymayarak, umutla beklemeye kararlı olanlar için bu süre, devletin belirleyeceği kadardır. Ani bir hareketle ve ne yaptığını pek bilmeden ayağa fırlayan Mehmet, çok geçmeden eski durgunluğuna kavuştu. Bu defa ayaktaydı. Başparmağıyla arkasını göstererek ve emin olmak ister gibi: - "O mu?" diye sordu. Ömrünü ziyan olmuş sayanlar için ziyan oluşun dahi ziyanı demek olan bu yerde, bu süre, öfkenin nihayet cinnete dönüşeceği kadar dar bir vakitle sınırlıdır. Yüzünü arkadaşına dönmüş olan İsmet, kapanmak üzere olan bir makine gibiydi. Hareketlerindeki ağırlık, düşüp bayılmak üzere olduğu izlenimini veriyordu. Konuşamayacak ve çok fazla ses çıkaramayacak olduğu belliydi. Arkadaşının izanı, sorduğu soru ve dolayısıyla o soruya çıkarılabilecek en az sesi çıkararak cevap verme imkanı, bu anda, büyük bir fırsattı onun için. Aksi halde bir cevap veremeyecek, içindeki kusma ve düşüp bayılma isteğine yenik düşecekti: - O. Verilen hükmün, bir önemi yoktur. Mahkûm, gerekli gördüğü takdirde, kendisine cinnet hali indirimi uygulayabilir.

17


yılmaz can morgül sanat ve kanaat Sanat, anlamlı biçimlerin bağımsız bir şekilde yaratılmasıyla ortaya çıkmaktadır. En temelde var olan bir gerçeğin ya da gerçekliklerin kişisel veya toplumsal olarak belirli teknik veya disiplinli bir biçimde dışa vurularak ifade edildiği bir olgudur. Bu gerçek, sanatı süresiz ve süreklilik içinde insan doğasının vazgeçilmez bir gerçeği haline getirmektedir. Sanat felsefi tarihsel süreç içerisinde değişik filozoflar tarafından farklı yorumlarla değerlendirilmiştir. İlk çağ Antik Yunan düşünürleri Platon ve Aristoteles farklı sanat fikirleri ortaya atmışlardır. Platon güzelliği bir idea olarak görür ve ona göre sanat, güzel ideasını taklit etme olduğundan, yapılan eser ne kadar ideaya yaklaşırsa o oranda güzel olur. Aristoteles güzelliği bir ahenk olarak görür ve ona göre bu bir düzendir, sınırlıdır. İnsanın algı sınırlarını ve kavrayış gücünü aşan çok büyük bir şey, güzel olamaz. Bu yüzden Aristoteles’e göre sanat insan beyninin algıladığı kadardır. Immanuel Kant, “sanatın kendi dışında hiçbir amacı yoktur. Onun tek amacı kendisidir. Güzel sanatı ancak deha yaratabilir. Kendisine doğanın taklidinden başka amaç bulmalıdır.” diyor. Lev Tolstoy da "İnsanın bir zamanlar yaşamış olduğu duyguyu, kendinde canlandırdıktan sonra, aynı duyguyu başkalarının da hissedebilmesi için hareket, ses, çizgi, renk veya kelimelerle belirlenen biçimlerle ifade etme ihtiyacından sanat ortaya çıkmıştır." Derken, Albert Camus ise sanat için “Dünya aydınlık olsaydı sanat olmazdı.” demektedir. Karl Marx “Yaratıcı eylem, insanın ve doğanın karşılıklı etkileşiminin bir aşamasıdır.” diye belirtirken, Mustafa Kemal Atatürk de “Bir millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz. Böyle bir millet bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve alil bir kimse gibidir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” diyerek sanata verdikleri önemi dile getirmektedir. Sanat, dünyanın temsili, onun algılanması ve duyulması yolunda, devamlı yeni biçimler önerir. Tüm algılama organlarımızı, hislerimizi ve düşüncemizi eğiterek geliştirir. Doğal dünyayı algılayışımız sanattan gelir. Bu bağlamda doğaya bir anlam vererek algılamayı da sanat öğretir diyebiliriz. 18


Yaşamı insancıl kılan, insanlar arasında iletişim sağlayan bir olgudur sanat. İnsana, insan olduğunu hatırlatma aracıdır. Ona aşina olma insanlığın bütün biçimlerine duyarlılığı beraberinde getirir. İnsanı zamanın tutsaklığından ve hayatın dar kalıplarından kurtararak enteresan bir yolculuğa çıkartır. Sanat fedakârlığın ve gerçek dünya tarihinin bir parçasıdır. Zamanın süzgecinden geçerek insanın kullanabileceği özgür ortamlar yaratır. Toplumdaki ahlakı kaygı edinmeyerek tersine ahlakın reddettiği ve toplumun bastırdığı duyguları, düşleri saygın şekilde sunar. Yaratıcılık ve düş gücüyle birlikte farklı algılanabilme özelliğidir sanat. Değişik yorumlara açık olabilmektir. Sezginin ve anlatımın birlikteliğinin yanında; bazı düşünce, amaç ya da olayları, beceri ve düş gücünü kullanarak ifade eder. İnsanlara özgü yaratıcı bir süreçtir. İnsan özgürlüğünün hakkını arar; bazı kalıpları sürekli olarak zorlayıp aşar, zamana yenik düşmez. Sanat, kanat çırpışından serçenin yüreğini hissetmektir. Daha önce kimsenin söylemediğini söylemek; herkesin söylediğini daha önce hiç söylenmemiş bir şekilde sunabilmektir. İnsanı kültürel yönden zenginleştirmekle beraber olasılıkların çokluk ve çeşitliliği, yaşamın anlam kazanmasında, insanın kendisini ve içinde bulunduğu evreni tanımaya çalışmasında yol gösterir. Sanat ve yaşam iç içe olduğundan birbirinden ayrılmazlar. Bazı durumlarda insanlar sanatı anlamakta zorluk çekseler de sanat her zaman insanları anlar ve onlara kendilerini anlatarak varlıklarını hatırlatır. Sanatın diğer bir yönü de var olana karşı tepkisini, tutarlı bir bütünlük içerisinde somutlaştırarak, insanın iç ve dış dünyası arasında bir denge kurulmasını sağlayarak, insanların karşı karşıya kaldığı psiko-sosyal sorunların aşılmasında katkı sağlamaktır. Bu katkı sanatın var olmuş olan, var olan ve var olacak olanla arasındaki etkileşimden kaynaklıdır. Bu şekilde ortaya çıkan tepki sanatı doğurabileceği gibi, doğmuş olan sanatı da tüketebilir. Sanatı üretmeden sadece onu tüketen toplumlar bir süre sonra kendi varlıklarını da tüketmeye başlarlar. Bütünsel olarak sanat, sorgulayıcı olup yapıcı eleştiriyi sağlar. Bu da aydınlığa giden yolda duymayan insanların kulağı, görmeyen insanların gözü olur. Ancak toplumda egemen olan anlayış sanatı geri plana atmaya başlar ve düşünme eylemini ve insanın yaratıcı doğasını engellerse bu durum kültürel yozlaşma ve insanın kendi doğasına yabancılaşması gibi çöküşleri meydana getirir. Var olma nedenleri elinden alınan insanlar zaman içinde düşünmeyen 19


ve sorgulamayan bir toplum haline gelir ve onları belli diktalar altında yönetmek çok daha kolay olur. Geri bırakılan toplumlarda sanat kitleler tarafından hor görülmektedir. Bu geri bırakılmışlık en çok heykel ve resim dallarında görülmektedir. Bu gerici görüşün uzantısı olarak parklardan heykeller kaldırılmakta, resimler müstehcenlik suçlamasıyla kapatılmaktadır. Ayrıca bale ve tiyatro gibi sanatlar da bu dar görüşlü anlayıştan nasibini almaktadırlar. Seçkin bir sanat eseri ortaya çıkarabilmek yüksek yetenek ve özgürlük gerektirir. Gerçekten de Beethoven’ın “Ay Işığı” sonatında olduğu gibi kör bir kız çocuğuna müzikle ay ışığını anlatabilmek ayrı bir yaratıcı güç ve onun tutsaklığını anlayabilmek ise büyük bir ruhsal ve bedensel özgürlük ister. Pablo Picasso da “Guernica”sı ile savaş acısını ölümsüzleştirmiştir. Nazım Hikmet “Kız Çocuğu” şiiriyle Hiroşima’ya atılan bombanın dehşetini insan kalbinin derinliklerine işlemiştir. Ünlü şairimiz, zekâsı ve sezgileriyle çağının önünde gitmiştir. Toplumun acılarıyla sevinçlerini en önce sanatçı yaşar. Eserleriyle toplumsal sorun ve çıkmazları ortaya koyarak insanlarla paylaşan sanatçılar, toplumun düşünmesine, olayları sorgulamasına ve daha iyiye, güzele ulaşabilmek için çareler bulurlar.

20


ferdi örnek yenilgiler düştüm yarından Çabuk yaşlandım geç büyüdüm Ruhum yangınlarla yıkandı şehrin dalgalarında Her şeye geç kaldıklarını söyleyenler arasında atıldı imzalar Islak gövdem, tırpanların hedefinde Ve su, mihenk taşlarını savururken gizli bahçelere Saydım Yaşama yetişmeyen nefesimi takvim yapraklarında Çakıl yol ve sahil kasabaları Çengilerle birlikte akan duru su Doğurgan matemler üstlenir akşamüstleri Kalp çırpıntısı taşar kuş kafeslerinden Ve toprak, zırhı tutsak sayılırken haritalara İnandım sancıya Namlusu sıcak kalmışların dergâhlarında Dingin sancılardan sıyrılan başlangıç Taraf, mizan ve ölçü Yılgın hikâyeler saklanıyor heybelerde Marifet sayılmıyor bu çağda sevmek Oysaki yeri yoktu iki insan nârasının Tahsilat makbuzlarında Onlar nasıl biteceğinden korktular her şeyin Ben, nasıl başladığını bilmezsem eğer Yenik saydım kendimi Kitabın son sayfasında Yeni hayatlar çizdim geçmişlere İzim Geçmişlerin izini sürükledi

21


Köhne gövdeli yüksek binaların Takım elbiseli sürüngenleri Çizik plak cızırtıları gibi bozdular uyumunu dişlilerin Solgun pencere önlerinde yatan Boya sandıklı çocuklar bahara kesti Ve öfke Bir girdap misali çağıldayan Kuşkular yükledi çiçek tohumlarına

bilal içyer kırmızı bir lale Kapalı kapılar ardındaki yalnız yaşamıyla tanınırdı. Küçük, karanlık bir odayı kendine mesken edinmişti. Yarım ışık veren küçük bir lamba, kırık bir koltuk, bir masa, bir de dertleştiği küçük bir çiçekten ibaretti odası. Güneşe hasret kalmış duvarlar, nemden kararmıştı. Küçük pencereden gelen güneş ışığı odayı aydınlatmaya yetmezken, lambanın titrek ışığı sinirlerini bozmuştu. Pencereyi açıp derin bir nefes aldıktan sonra çiçeği pencereye koyup, dışarı çıkıp parkın yolunu tuttu. Bankta otururken hüzün yağmurları üstüne yağmışçasına üzüntüyle dolmuştu yüreği, etrafı sisli bulutlar alırken gözyaşlarına mani olamayıp ağlamaya başladı. Banktan kalkıp ekilen lalelerden bir tane alıp eve geldi. Paltosunu çıkardıktan sonra masasında duran defteri alıp, pencerenin karşısına geçip oturdu. Defterin sayfalarını çevirdikçe bazı satırlarında gülerken, bazı satırlarda da ağlamaklı oluyordu. Defterin içinden 5 tane kurumuş lale yere düşmüştü, yüreği yere düşmüşçesine korkuyla elini lalelere uzatıp aldı. Koklayıp öptü ve aldığı diğer laleyi de bunların arasına koyup masanın üstüne bıraktı. Defterden siyaha boyanmış yer yer kırmızı tonların bulunduğu birkaç kâğıdı alıp birleştirdi. Kâğıtlarda saçında kırmızı lale olan bir kadının resmi vardı. Resmin altındaysa 6 yıl önce bugünün tarihi yazılıydı…

22


hale alkay ağaç ve çaresiz ruh Bir ağaç mesela Yaprakları koparılınca Dalları kesilince Hiç ağlamıyor mu? Bedeninden, ağacı ağaç yapan dallarından ayıranlara Hiç öfkeyle bağırmıyor mu? Bırakın dallarımı Bırakın beni, bizi demiyor mu? Bilmiyorum. Ağacın kalbini kesiyorlar Kullanıyorlar! Yeri geliyor başka kalpleri ısıtmak için kullanıyorlar Bazen üzerine kalpler çiziyorlar Kalbi kesilen Kalpsiz ağaçların: Hayallerini, aşklarını, filizlenen çocuklarını… Kullanıyorlar! Ben bir ağaç olmak istemiyorum. Sessiz kalmak, ağlayamamak, bağıramamak… Yeni filizlenen duygularımdan Aşk dolu kalbimden Sevgi dolu ruhumdan Ağaç gibi ayrılmak, çaresiz kalmak, kullanılmak İstemiyorum! Ben böylesi bir aşkı Kimseyle paylaşmak istemiyorum. Haydi ağaç sen de benim gibi Paylaşma filizlerini, ruhunu, aşkını… Durma yerinde Bağır, ağla, çığlıklar at… Ama asla susma! Asla filizlerini, ruhunu, aşkını… Kullandırma! 23


utku sızgın hayat Saf bir şekilde doğulan andan itibaren başlayan serüvenin bize ayrılan zaman aralığında bulunan, lügatlarımızdaki adıdır hayat dediğimiz olgu. Kesinlikle bizim şekillendirdiğimiz bir durumun ötesinde, aynı zamanda kontrol edemediğimiz biçimiyle sunar bize kendisini. Sözlükte belirli karşılığı olsa da bir nevi her insana farklı servis edilen, lezzetini bizlerin belirlediği, eninde sonunda biten bir çeşit yemektir. Tuzunu, biberini biz atarız, aromayı bizler katarız. Her birimizinkini farklı kılan kendi kattığımız baharatlardır ve diğerlerinden üstünlüğünü kimselerin yapamadığı karışımları bizlerin yapmış olması sağlar. Öyle bir yemektir ki; her türlü lezzeti içinde barındırır; hüzün, sevinç, aşk, şehvet, ıstırap, sevgi, nefret ve daha sayılamayacak ama alınabilen tatlar, zıtlıklar... Rahatlıkla söyleyebilirim ki; hayat hüzünlü bir aritmetiktir; hızlıca geçip giden 60'lar, 24'ler, 7'ler, 52'ler, 365'ler... hepsi ayrı ayrı anlamlıdır ömrün içinde; unutulamayan anlar, kimisi için tükenen kimisine geçmek bilmeyen saatler, günler, efsane haftalara sahip aylar, çoğaldıkça bizim ömrümüzü azaltan yıllar... Hepsi birer derstir ve her geçen rakamda yeni ders görülür ama aynı zamanda yeni sınavların da içindeyizdir. Önemli olan bu zamanları sonradan hatırladığımızda iyi ve kötü yaşanmışlığa rağmen "iyi ki" diyebilmektir, “vay be” demenin muallakında kalmak değil. Çünkü ‘vay be’ öyle bir karmaşadır ki; hem gururlu hissettirebilir hem de bizleri kahredebilir. Zaten karmakarışıklaşmanın her türlüsü kötüdür. Çok fazla süremizin olmadığı bu sınavda kaoslara girip yanlışlar yapmanın manası yoktur. Bahsettiğim bir nevi pişmanlıktır ve bu kavram hayattaki en geri dönülmez hatadır. Öyle bir seviyeye gelir ki; ıstıraba dönüşür, kahır verir. İnsan pişmanlığın bile pişmanlığını yaşar ama pişman olmaktan pişman olmamayı zamanla alışkanlığa çevirmekten geri kalmaz. Ve hayatın içinde şöyle acımasız bir matematik de

24


vardır; insanların sizi tanıma süresi sizinle ilgili bildiklerinin niceliğini belirlediğinden; ne kadar iyi, düşünceli, anlamlı bir insan olursanız olun, ne kadar başarılı olmuş olursanız olun siz onların gözünde yaşamları boyunca tanıdıkları insanları tanımladıkları tabirleriyle sınırlı kalacaksınız. Hani şair diyor ya; "Trilyon da olsan harcanacaksın.", o misal... Kuşkusuz hayatta şu anda çoğumuzu ayakta tutan umut gerçeği vardır ve bu gerçek düşünüldüğünden daha derin bir kavramdır. Çünkü hangimizin neye, nelere tutunduğunu, herhangi bir şeyin herhangimizin içinde uyandırdığı hissi bilemeyiz. Yanından geçip gittiğimiz herhangi bir yerde bile kim bilir kimileri neler yaşamıştır. Bu arada işin hüzünlü kısmı belki de bu olayları yaşayanlar oraya bir daha gelmeyecektir. Elbette hayat acımasızdır; çıkış noktalarını bulduğunda bile insan o kapıları açamayacağı durumlarla karşılaşabiliyor, donup kalabiliyoruz; attığını bildiğimiz nabzın durduğunu hissedince. Tabi ki kördüğüm olduğunu düşündüğü durumlarda bile umut edebiliyor insan. Ama bu umut da bir noktada insanın sevincini kursağında bırakabiliyor; kördüğümleri çözemeyeceğini bilince. Umudu korumak tam da burada etkili olur, tarih boyunca başarılı olmuş zatların çoğunun umutları en karamsar zamanlarında bile var olmuştur. Belki de bu yüzdendir ki; geçmişlerinde çok üzülmüş insanlar ileride kimselerin bulamadığı mutlulukları tatmış, sağlam darbe almışların geleceğinde gücünün sınanamayacak seviyelere geldiği görülmüş, cahil görülenlerin istikballerinde yanında bulunanlara cehaletin içinde olduğunu hissettirmesi var olmuştur. Hayatın önemli noktasında bulunan özlem şüphesiz bir kadın ismi değildir sadece. İlk akla gelindiği gibi de sadece kişiye karşı duyulmaz. Ama kimimiz için en derin özlemler 'Özlem'lere karşı olabilir. Bazı şeylerin tekrar yaşanması imkânlar dâhilindedir belki, lakin bunun özlemi hat safhada olabilir bizlere. Kim bilir belki de bunun sebebi olayları tekrar yaşasak bile hiçbir şeyin ilk haliyle olmayacağını bildiğimizdendir. Tıpkı mekânların bir süre sonra yabancılaşıp bizlere bir anlam ifade etmemesi, daha da kötüsü bizleri üzen anlamlara gelmesi gibi. Zaten hepsi bizden uzaklaşır; dostluklar, yerler, derinlerdeki aşklar, mutlu suratlar, hatta en anlamlı zamanlar. Bitme-

25


yecek denilen dostluklar hiç istenmeyecek suretlerle sonlanabilir, ait hissettiğimiz mekânlar tamamen yabancılaşabilir, gün gelir sevimli gördüğümüz yüzler bizlere mahkeme duvarlarını hatırlatmaktan başka bir işe yaramayabilir. En anlamlı zamanlar ise bizlerin artık hatırlamak bile istemediği şeylere dönüşebilir; hüzne, kine, nefrete... Bunların sonucu da bir şeyleri bırakmayı gerektirir beklenmedik vaziyetlerle. Ki bırakmak hayatın her yerindedir; her anlamda alışkanlıklarını bir anda bırakmayı gerektirebilir; insana hiçbir zaman vazgeçmem dediği herhangi bir şey veya kişiyi tek saniyede sildirebilir. Önemli olan husus her durumda sükûneti korumaktır. Bu durumlara karşı ancak bu şekilde olgun kalabilir, olgunlaşabiliriz. Hayatında büyük zevkleri tatmış kişilerden biri olarak naçizane görüşüm; hiçbir şey herhangi bir konuda olgunlaşmanın verdiği hissi veremez. Hayatın değerli unsurlarından biri de güçtür ve tarih bize göstermiştir ki gücü sağlayan şey nicelik değil niteliktir. En önemli nitelik ise bilgidir. Bilgiyi elde etmenin sırrı da gizlilikte yatar. Görünenin çok ötesinde bir şeydir bu, ve gerçek anlamda derindir; çünkü bilgeliğin altın kuralları gizlilik ve derinliktedir. Bu olgunluktaki insanlar iyi bilir ki; herhangi bir konuda üstün olduğunu göstermek için birilerinin daha aşağıda olduğunu örnek göstermek gerekmez. Zaten o insan üstünlüğünün üstünlüğünü çıktığı her maçta göstermiştir; kaybetmiş olsa dahi. Bazı durumlarda geçerli bir gerçek vardır; birtakım soruların yanıtsız kalmasının sebebi, konusunda bilgelerin ne egosudur ne de bilgisizliği. Bunun sebebi bazen de herhangi bir yorgunluk olabilir; düşüncesel, yaşantısal, beynen ve kalben. Hayatın noktalarını belirleyen şey ise onun ritmidir. İnsan hayatında belirli ritimlere sahip olur. Bu ritmi sağlayan şey beyinlerimizde, daha değerlisi kalplerimizdeki melodilerdir. Hayatta öyle melodiler vardır ki; kalbin çarpıntısal ritmini belirler. Yaşantılarımızın içindeki melodiler öyle hallerde olabilir ki; bir anda hüznün diplerine çekebilirken, öyle zirvelere de çıkarabilir ki kendimizin bile şaşkınlıktan ağzı açık kalabilir, sevinçten hissettiğimiz yükselmeler kanatlarımızın var olduğunu kanıtlayabilir.

26


Son olarak bize sunulan hayat bir nimettir; tadı nasıl baktığımıza bağlı olan. Hep derim; hayat hüzünden ibarettir, bu demek değildir ki başka tabirleri yoktur. Hatta hüzünden ibaret olarak bakarsak bu hayata, yaşadığımız güzelliklerin değerleri çok daha anlamlı görünür, hüzün bile umut olur insana. Son olarak desem bile hayatta konuşulandan, bahsedilenden fazlası vardır. Hayatımıza attığımız her başlığın sanıldığından fazla anlamı vardır. Kim olduğumuzu gösterme görevi ise her başlığın altındaki açıklamalarımıza düşer.

onur çalhan bunun adı yok menekşe İlmik ilmik şiirlerle doldurdum kapımı, Anahtarları parmaklarındır menekşe, Mühür vurulmaz bir taarruza uğramıştır kalp boşluğum, Sen savaşın beyaz bayrağısın menekşe… Haberinin gelmesine gerek yok, Nokta ile virgülümü ayırıyorsun zaten her şiirimin, İsmini söyledikçe bal tadı geliyor ağzıma ve ucu yanıyor dilimin… Bir kürk içinde yağmura tutulmuştur bedenim, Buz dağının ortasında sıcaktan ölü kalmıştır hürriyetim. Senin zerren doymak bilmiyor bir türlü şiire, Nasıl bu kadar güzel oluyorsun menekşe? Hayat tırnakların kırılsa bile tutunmak değil midir ışığa? Kafan neden bu kadar zeval içinde? Bavuluna ekledin mi yalnızlık çiçeklerini? Pencere demirliklerinde kuşlar sana hasret kalmış… Ben pencerenin altında seni bekliyorum, Hiç çıkmayacak mısın menekşe? Çatı Katı. 27


abdülkadir güneş geçer bu da geçer Kapıda bir süre bekledi. Kalbinin üzerinde yanan mum, kapıyı çektiğinde yan devrilmiş iç organlarını ısıtıyordu. Derin bir acı hissetti göğsünün derinliklerinde. “Geçer bu da geçer alışırsın“ dedi. Her terk ediş yeni bir başlangıçtı, öyle düşünüyordu. Kapı eşiğinde bırakmıştı geçmişini, rutubetli odasını, yamalı perdeleri, soğuk betonda uyuduğu günleri, yaş odunların yanmak bilmeyen yanını, dolapta bilmem kaçıncı kez gördüğü boşluğu, karısını, çocuklarını ardında bırakmıştı. Kendi kendine söz vermişti, eski dünyasından bu saatten sonra söz etmeyecekti. Hiçbir şey almadan çıkmıştı evden, kaçarcasına uzaklaşmak istemişti, almak istese eşyaları bir bavulun çeyreğini doldurmazdı. Derin bir oh çekti, yüzüne kinayeli bir gülüş yayıldı. Evin çatısındaki kırık oluklardan içeriye süzülen, evin ortasındaki leğene toplanan damlaların sesini düşündü. “Geçer bu da geçer“ dedi. Herkesten her şeyden uzaklaşmak, yaşamak istiyordu. Yürüdü, koşar adımlarla yürüdü, ev nokta kadar kalana kadar durmadı. Elindeki bir miktar parayla idare edecek, şehirde iş bulup çalışacak, sonra da buralardan pılını pırtını toplayıp gidecekti. Durağa geldiğinde nefes alış verişi sıklaşmış kalp atışlarını duyabiliyordu. Şehre ilk giden minibüse bindi. Ayakta bir o yana bir bu yana sallanarak şehre vardı. İlk gidişiydi, daha önce köyden dışarı çıkmamıştı. Bir süre şaşkınlıkla etrafı izledi. Yükselen binalar, sere serpe uzanan kaldırımlar, ekmeğinin peşinde seyyar satıcılar, herkes kendi dünyasında yaşam mücadelesi veriyordu. Kalabalık yutuverecek gibi geldi, hengameden başı döndü. Vakit kaybetmeden kalacak yer bulmalıydı, iç dünyasından çıkıp yürümeye devam etti. İçinden “Burada doğmuş olsaydım buraya ait olabilirdim” diye düşündü, kadere lanet etti. -Dur hemşerim gel, hemen nereye? Kolundan tutup çekti adam. Nereye bile diyemedi, bir tezgâhın önünde durdu. -Çekesin bir niyet huzur bulasın. -Sağ ol kardeş ben almayım. -İşlerin rast gitmez sonra, demedi deme abi.

28


Şehirde yaşayan akrabası “Şehirlere falan gitmeyi düşünmeyin bu şehirlerde adama büyü yaparlar adamın işleri falan rast gitmez bilesin“ demişti onu hatırladı, bir anlığına ürperdi. -Ver bakalım bir tane dedi adamın kalbini kırmamak için. Niyetini çekti, dört katlı kâğıdı açtı okudu. “Gidecek de gidecek Kalacak da gidecek Gönül matem eyleyecek Düşün dur kendi kendine” Elindeki kâğıdı buruşturup attı, yoluna devam edecekti ki; -Boşa niyet yok beybaba. -Bir de para mı vereceğim bu kâğıt parçasına? - Biz de ekmeğimizin peşindeyiz, vermeyeceksin de ne yapacaksın? -Vermem. -İyi bir dayağı hak ettin o zaman. Şehrin ortasında dakikalarca dövdüler, kimse ayırmaya yanaşmadı. Sol cebindeki hakkından fazla olan parayı da alıp köşeye fırlattı adamı niyetçi. Toz toprak olan üzerini temizledi. ”Bir delidir çattık hepsi böyle değildir.“ diye kendini avuttu. Ayağa kalktı, vitrinleri seyre dalarak yoluna devam etti. Hava kararmaya başlamış, başını sokacak bir yer bulamamıştı. Bir varilin içinde yanan ateşin önünde durdu ellerini ısıttı, donmakta olan içini bir sıcaklık sardı. Elinde bira şişeleriyle karanlığın içinde iki sarhoş gözüktü, yanına yaklaştılar. Boş şişeyi göstererek; -Abi bir bira parası versen? -Yok kardeş dedi. Uzaklaşmak istedi oradan, sarhoşlar onu durdurdu. -O zaman kira parasını ver. -Ne, neyin kirası yahu? -Bizim evimizde o kadar durdun, elini ısıttın bir de ne diye mi soruyorsun? Bir dakika demeye kalmadan eşek sudan gelene kadar dövdüler. Bütün parasını, üstündeki ceketini alıp bir kenara attılar. Zor nefes alıyordu, ayağa kalkmaya çalıştı, başaramadı. Gözyaşları yanaklarından süzüldü, hıçkıra hıçkıra ağladı. Bütün parası, hayalleri uçup gitmişti. Yanındaki tel örgülerden destek alıp ayağa kalktı, köye dönmenin vakti geldiğini anladı. Köyün yolunu tuttu. Hava aydınlandığında köye varmıştı. Ayakları şişmiş, yüzündeki kan izleri kurumuştu. Konuşmakta bile zorlanıyor, hırıltılar çıkarıyordu. 29


Evin kapısını seyretti, bir gün sonra aynı yerdeydi. Anahtarı deliğine koydu, çevirdi, kapıyı son gücüyle sürükledi. Evde kimse yoktu. Bekledi; karısı, çocukları, gelen giden yoktu. Akşam oldu, sabah oldu yoktu. Mevsimler geçti, yoktu. Sakalları uzadı, saçları ağardı yoktu. Yataklara düştü, yoktu. Hastaneye yattı, yoktu. Doktor “Geçer bu da geçer.“ dedi. Geçmedi. Mum söndü. Çünkü yoktu.

doğancan kanbur masa boş Masa boş. Seslenmek istiyorum sana. Baktığın yerde duruyorum hala. İçimden içine akan kelimeler varken, hepsinin önüne çektiğim geceler var. Hesap soruyorlar, durmuyorlar. En kötüsü durmayacaklar. Sana her baktığımda gördüğüm geçmişin masalları, geleceğin hikayeleri. Bir derdi vardır, diyor gören. Şarkıları var mıdır bu adamın, soruları dönüyor etrafımda. Susmuyorlar. Benden cevap bekliyorlar. Korkmuyorum aslında. Ben senin suratına bakmaya korkmuyorken, onlardan nasıl kaçarım? Oysa yalnızlığı kapımın önünde görüyorum her sabah. Ayakkabılarını görmek varken. Yetmezmiş gibi, ardı arkası kesilmeyen aksilikler geliyor peşimden. Kuşlar terk ediyor beni biliyor musun? Bilme, bilemezsin. Ben sadece suratına bakabiliyorum. Yüzünden koşmak isteyen atların ayak izlerini takip edebilmek için, onları besliyorum, onları okşuyorum. Burnuna dokunduğumda hissediyorlar. Oysa, boşver. Günahlarından sıyrılmaya çalışan çimenlerin üzerinde olmaz bu. Sen beni öpmeden nasıl bilirsin, içimdeki kuşların beni terk ettiğini? Olmaz sevdiğim olmaz. Bize gereken şeyleri top30


layıp gitmeyi ne çok isterdim? Olmaz bu saaten sonra. Uykusu gelince tanınmaz hale geliyor hüzünlerim. Çıldırmayı kuyudan çıkartıp, bir şehrin ortasında bırakıyorlar sonra. Onlar, sana baktığımı bilmiyor. Kızmayalım. Adımı arkasından yırt. Tuzların üzerinde resmedilmiş gibi oluyor akan kanım çünkü. Taşlar iyi tuvaller değiller. En iyisi bi duble tuz getirmeli gittiğin yerlere. İsmimin senden kopan parçasına. Salıncaklara sallanmak için binilir. Giderek, razı oluyorum bu içimden içine yükselen çocuklara. Duyuyor musun neşelerini? Bi gün duyarsan, alt tarafından üst tarafına çevir lütfen başını. Derdimin başladığı noktada durmaktayım hala. Sevmeye karıştır ruhunu. Eski zamanlardan kalan bir iç çekişin, arkasında bekliyorum. Kahvaltı için çay var, içer misin? Dipnot: Dünyayı limonlu çay kurtaracak.

31


32


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.