Guerre aux palais, pais aux cabanes!
Bir Kara Başlangıç: On dokuzuncu yüzyılda İngiltere'nin kuzeyinde binlerce pamuk atölyesi vardı... İçerideki erkek, kadın ve çocuklar makinelerin dönmesini sürdürmek için çok uzun saatler - çoğunlukla günde 14 saat çalışırdı. Köle sayılmazlardı, fakat maaşları çok düşük, koşullar zor ve çoğunlukla tehlikeliydi... Çok az seçenekleri vardı, çalışmazlarsa aç kalırlardı. Ayrılırlarsa başka bir iş bulamayabilirlerdi... Bu süreçte atölye sahipleri gitgide zenginleşti. Esas kaygıları kar etmekti. Sermayeleri, binaları ve makineleri, az çok kendi malları sayılacak işçileri vardı. İşçilerin ise hemen hiçbir şeyi yoktu... Emekleriyle atölye sahiplerinin satın aldığı hammaddelere değer katıyorlardı. Pamuk, fabrikaya girdiğinde, çıktığı halinden çok daha az değerliydi. Fakat, satıldıktan sonra, pamuğa eklenen bu değerin çoğu fabrika sahiplerine gidiyordu... İnsanlara eşit davranılmalıydı fakat kapitalist sistemde çoğunlukla miras sonucu parası olanlar, gitgide daha zenginleşiyordu. Bu sırada emeklerini satmaktan başka yapacak bir şeyi olmayan insanlar sefil hayatlar yaşıyorlar ve sömürülüyorlardı. (1) Peki, ne yapmalı bunun için? Kös kös oturup susmalı mı yoksa bir ses mi çıkartmalı? Ses çıkartsan ne olacak? Halihazırda bulunan sistemin evrimi ne yönde olacak? Bunu kim, nasıl sağlayacak? Senin benim bu devrimde rolümüz nedir? Nedir, söyleyeyim, "Dizlerimin üstünde yaşamaktansa ayakta
ölmek yeğdir!"
İşin Özeti: Kar sağlamak için kapitalist, işçilerine olabildiğince az ödeme yapmak zorundadır. Ürünlerini satmak için kapitalist, işçilerine olabildiğince çok ödeme yapmak zorundadır. İkisini birden yapamaz. Düşük ücret yüksek kar sağlar, ama aynı zamanda mal talebini azalttığı için kar durumunu olanaksız hale getirir. Öteki bütün kapitalist ülkelerde olduğu gibi ABD'de de, bolluğun ortasında açlık, varlığın içinde kıtlık, zenginliğin göbeğinde yoksulluk vardır. Böylesine çelişkilerle nitelendirilen bir ekonomik sistemde, temelden hatalı bir şeyin bulunması gerekir. Evet, böyle bir bozukluk vardır. Kapitalist sistem, verimsiz, müsrif, akıldışı ve adaletsizdir. Reklamcılar, satıcılar, acenteler ve pazar araştırmacıları ve benzeri bir yığın insan, insanlar malların sağlıklı, akla-uygun üretiminin ve dağıtımının yapıldığını sanarken, esasen, aynı malın A şirketinden değil de B ya da C, D, E, F şirketlerinden alınmasını sağlamak için çılgınca bir rekabet içerisindedir. Ve temel çelişki odur ki, herhangi bir şirketin, sonuç ya da sonuca geliş süreci. Üretim toplumsal olduğu halde ürünün mülkiyeti özel, kar ise fakir çoğunluktan ziyade zengin azınlığındır büyük oranda. Sosyalizm, kapitalizmin tersine, üretim araçlarında özel mülkiyetin yerine ortak mülkiyetin, kar için anarşik üretimin yerine ortak kullanım için planlı üretimin bulunduğu bir sistemdir. Yani, kumaş, para kazanmak için değil, insanlara giysi sağlamak için üretilecektir; bütün öteki mallar gibi. Eğer üretim araçları özel ellerde olmazsa toplum, işverenler ve işçiler olarak bölünemeyecektir. Bir insan, bir başkasının emeğini sömüremeyeceği için A kişisi, B kişisinin emeğinden kar sağlayamayacaktır. (2)
Peki ya Devrim Muhabbeti?:
Yakın geçmişin dev silueti, hiçbir zaman unutulmamış olan ve halen umutlar ve korkular yaratan 1789 Büyük Fransız Devrimi'ydi. Esas olarak siyasal olan bu devrimin yanıbaşında, yaklaşık 1770'ten beri sürüp giden ve Atlantiği ve Kuzey Denizi'ni ağır ağır aşan İngiliz Sanayi Devrimi duruyordu. Bu ikisinden çarpıcı olanı, aralarındaki bütün farka karşın, Fransız Devrimi oldu. 19. yüzyılın ilk yarısının Avrupalıları için asıl devrim buydu. Amerikan Devrimi'nin ondan önce geldiği ve kısmen onu esinlendirdiği doğrudur. Ne var ki, Amerikan Devrimi'nin etkisi, en dolaysız biçimde BD'de Sanayi Devrimi'ne yol açmış olduğu ve Latin Amerika'daki Bağımsızlık Hareketi'ne örneklik ettiği, batı yarım küresinde hissedilmişti. (3) Ardından Sovyetler, Küba. Fakat, Fransa hala bir burjuva toprağıdır.
Ya Bu Ulus Ne Demek?: Bugün, ulus sözcüğü batı dillerindeki nation sözcüğüne karşılık gelmektedir, aynı yerde doğan insan topluluğu anlamını ifade etmektedir. Ulus düşüncesi; Fransız Devrimi ve Napolleon savaşları ile önce Avrupa'ya, zamanla da tüm dünyaya yayılmış. 20. yüzyılın sömürge durumunda olan halkların bağımsızlıklarına kavuşma hareketi olarak özellikle Asya, Afrika ve Güney Amerika kıtalarına ulaşarak evrensel bir nitelik kazanmıştır. Ulus olmak için nesnel kriterler saptama veya belirli gruplar uluslaşırken belirli grupların neden uluslaşamadığını açıklama girişimleri; genellikle ya dil veya etnik köken gibi tek bir kritere ya da dil, ortak topraklar, ortak tarih, kültürel özellikler gibi bir kriter kümesine dayandırılmaktadır. Atatürk'ün "Medeni Bilgiler" adlı kitapta yaptığı ulus tanımının içeriği ise şöyledir: "Türk milletinin teessüsünde müessir olduğu görülen tabii ve tarihi vakalar şunlardır: a) siyasi varlıkta birlik b) dil birliği c) yurt birliği d) ırk ve menşe birliği e) tarihi karabet f) ahlaki karabet" Atatürk, din kavramına ulus tanımında yer vermemektedir. Ve şu da önemli bir husustur ki milliyetin antropolojik anlamda ırk birliğinin ürünü değildir. Fransız Devrimi ve Napolleon savaşları öncesinde "milliyetçilik" gibi bir kavrama rastlamak olanaksızdır. Milliyetçiliğin bugünkü anlamda Avrupa dillerinde kullanımı 19. yüzyılda olmuştur. Milliyetçilik kelimesi, ilk kez 1844 yılında İngiltere'de kullanılmıştır. Fransa'da aynı anlama gelen sözcük ilk defa 1885'de Akademi Sözlüğü'nde yer almıştır. (4)
Peki Fransız Devrimi?: Bourbon hanedanının yönetimi altındaki Fransa, mutlak bir monarşiydi. 1791 anayasası, anayasal bir monarşi ve üst orta sınıfların (Mirabeau gibi aydın aristokratlarla birlikte) egemen oldukları ılımlı liberal rejim kurmuştu. 1793 anayasası çok geniş bir seçmen kitlesine ve "halk yığınlarının" yoğun bir biçimde katılmasına dayanan "tek ve bölünmez" bir demokratik cumhuriyet kurdu. Fransız Devrimi, radikal demokrasi bayrağı altında "sans culotte" ordularını özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilanıyla, Fransa sınırlarının ötelerine gönderdi. "Guerre aux palais, pais aux cabanes!" (Saraylara savaş, kulübelere özgürlük!) Fransız Devrimi, kendi Avrupai evrensel rolünü kabullenmişti. (5)
Ufak bir hatırlatma: 1. Dünya Savaşı'nın temelinde sanayi inkılabının getirdiği bir takım yeni şartlar vardır. Sanayi inkılabını tamamlamış ülkeler Çarlık Rusyası, İngiltere, Fransa ve Almanya'dır o zamanlar. (6) Fransızlar sıkılmış olacak ki sanayi inkılabının getirisi olan burjuvaziden, tak hemen bir devrim. Devrimden sonra? Sanayi ınkılabı getirisi 1. Dünya Savaşı...
Nedir Peki Bu Devlet?: Devlet, her şeyden önce belirli bir toplumun üyeleri arasındaki farklılaşmanın ortaya çıkardığı siyasal bir örgütlenmedir. Devlet düzeni ise, yalnız siyasal hayatın hukuki çerçevesi değildir. Yani, anayasa düzeninden daha geniş bir anlam ifade eder; siyaset, hayattaki fiili ilişkileri de kapsar.
Örneğin bir partinin basını kendi tarafına çekmeye çalışması, devlet düzenini etkileme faaliyetidir.
Gerek devlet düzeni, gerekse anayasa düzeni sürekli değişir ve gelişir. Bu değişme zorunludur ve hukuka da aykırı değildir. Siyasal partilerse gerek devlet düzenini, gerekse devlet düzeninden daha dar bir anlam taşıyan anayasa düzenini kendi görüşleri yönünde değiştirmek ve etkilemek amacı güderler. (7) Yani, tam anlamıyla olmasa bile her devlette sürek halde bir devrim sözkonusudur. Devlet, insan gibidir yani. E bizim istediğimiz bu değil mi? Değil! Biz, bir yoldaşın da dediği gibi
"Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye" istiyoruz.
Ey İnananlar!: Sosyalizme inananlar, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kamu mülkiyetine geçmesi ile insanın tüm sorunlarının çözümleneceğini iddia etmiyorlar. Sosyalizm, ne şeytanları meleğe dönüştürecek, ne de cenneti yeryüzüne indirecek. İddia edilen şeyler, sosyalizmin, kapitalizmin bellibaşlı kötülüklerine çözüm bulacağı, sömürüyü, sefaleti, savaşı, güvensizliği ortadan kaldıracağı ve insanlara daha büyük bir gönenç ve mutluluğun kapılarını açacağıdır. Sosyalizm, kapitalizmin yırtıklarının yamanarak düzeltilmesi değildir. Sosyalizm, devrimci bir değişme, toplumun büsbütün yeni bir çizgide kurulması demektir. Özü gereği, ülke bir avuç insanın malı olmaktan ve bunlar tarafından kendi çıkarları için kötü yönetilmekten kurtulacak, tüm halkın malı olup halk tarafından, halk yararına yönetilecektir. Peki, ekonomik sistemimiz kapitalistler olmadan işleyebilir mi? Cevap şöyledir, eğer sorudaki "kapitalistler" sözcüğünü değiştirirsek, tarihin her döneminde sorulmuş bir beylik soru görürüz. Dörtyüzelli yıl önce Avrupa'da soru şöyleydi: "Feodal beyler olmaksızın ekonomi yürür mü?" Yüzelli yıl önce Amerika'da soru köle sahiplerine yöneltiliyordu.
Toplum, feodal beyler ve köle sahipleri olmadan da pekala yaşayabileceğini nasıl gördüyse, kapitalistler olmadan da yaşayabileceğini görecektir. Peki ya ücret işi? Tabii herkes aynı ücreti almaz. Usta işçi, usta olmayan işçiden daha fazla alır. Büyük müzisyen, ortalama müzisyenden daha fazla alır. 400 kilo buğday üreten bir çiftçi 300 kilo üretenden, sekiz ton maden çıkartan bir madenci altı ton çıkartandan daha fazla alır. İnsanlara, yaptıkları işin nicelik ve niteliğine göre para ödenir. Sosyalist toplumda en yüksek ücreti alan kimse bile, bunu, çalışmasıyla hak ettiği sürece alır. Üretim araçlarını satın alarak, başkalarının emeğinden, kazanılmamış paraya çeviremez. Çünkü sosyalizmde üretim araçları halka aittir, satılık değil. Madem ki insan doğasını değiştiremiyoruz, e o zaman sosyalizm olanaksız bir şey midir? Değildir pek tabii. Bu savı öne sürenler, insanın kapitalist toplumda, belirli bir biçimde davranmasına bakarak bunu insanın doğası diye kabul etme ve başka türlü davranmasına olanak olmadığını varsayma hatasına düşüyorlar. Bunlara göre kapitalist toplumda insan "hep bana" diyen bir yaratılıştadır. Onu harekete getiren şey, bencil bir hırs ile iyi yada kötü her yola başvurarak öne geçme dürtüsüdür. Bundan da şu sonucu çıkartıyorlar: Bu bütün insanlar için "doğal" bir davranıştır ve özel kazanç için rekabetçi savaşım dışında herhangi bir şeye dayanarak bir toplum kurmak olanaksızdır. Ne var ki, antropologlar, bunun saçma olduğunu söylüyorlar ve bugün var olan başka toplumlarda insan davranışlarının kapitalist toplumlardakine hiç benzemediğini belirterek bu sözlerini kanıtlıyorlar. (8)
Ya Bizde Nasıldı Ekonomi?: Diyor ki (Vehbi Koç): Dikkat edin, ineğin sütü kuruyacak... Vehbi Bey amca, "diyalektik materyalizmi" benimsemiş değil, Vehbi Bey amca, "ideolojinin esiri" değil, Vehbi Bey amca "Marksist-Leninist ve hatta Maoist" değil, niçin böyle konuşuyor? Benim, şirketlerim, holdinglerim, yatırımlarım yok, ben de bu konuda tıpkı Vehbi Bey amca gibi düşünüyorum. Vehbi Bey amca solcu değil, o da bizim gibi düşünüyor. Diyorlar ki "KİT'leri satalım"... peki satalım! "sigarayı devlet yapmasın"...peki yapmasın! "TRT'yi özel sektöre verelim"... peki verelim! "madenleri devlet işletmesin"... peki işletmesin! Vehbi Bey amca, devlet, anarşistlerin istediği gibi böyle yavaş yavaş ortadan kalkmaz mı? Gerçi, kapitalist sistem içinde başka seçenekler de bulunur. Bırakınız sistem tartışmasını, "planlı ekonomiden serbest piyasa ekonomisine" geçerken alınması gereken günlük önlemler vardır. Özal'ın Friedman'ı beğendiği gibi, bir devlet adamı ya da bir öğretim görevlisi "Ben de Marks'ın fikirlerini beğeniyorum" diyebilir mi? Derse ne olur? Marks'ın görüşleri yabancı ideolojidir de Friedman'ınkiler yüzde yüz yerli malı, SümerBank basması mıdır? "Marksistlik Sovyet casusluğudur!" deniyorsa birileri de kalkar, "Kapitalistlik de Amerikan ajanlığıdır!" der, olur biter... Çıkar yol mudur bunlar? Bunlar, kaba demogojiler ve yanlış düşüncelerdir. Yirminci yüzyılın insanlığı, kaynağı/kökeni her ne olursa olsun, her türlü düşünceden yararlanır. İnsanlığa malolmuş her düşünce ülkelerin yönetimlerine yansır, rejimlerine yön verir. Ekonomik sistemlere "casusluk öyküleri" yaklaşımlarını uygulamak bu yüzyılda, bu çağda ne anlama gelir, kime ne yarar sağlar Allahaşkına? İşte, Özal'ın uyguladığı ekonomi siyasetini Atatürkçü sayması karşısında söylenecek söz tükenmektedir. Atatürk, 1933-37 yılları arasında ilk beş yıllık planı yürürlüğe koyarak "Planlı Devletçilik"
yolunu izleyen ve yabancı sermayeyi "millileştiren" bir büyük adamdır, Özal'ın dediği gibi "yabancı sermayeci" değildir. (9) Yani, Vehbi Bey amca ve Marks arasında bile bir ilişki varken hala imkansız mı sanıyorsun sosyalizmi? Ama şunu söylemek zorundayım ki, sosyalizmle ve komünizmle "patates yeyin" diyerek eğlenenler, savunduklarının emdiği ve akıttığı kana bakarak bir ah çekmelidirler.
Çünkü adalet bugün birisine lazımsa yarın bir başkasına lazımdır.
Yani, Sosyalizm: Terör falan değildir sosyalizm. Devrimler arasında Maoizm olsa da bu terör değildir, bir tür Kuvay-ı Milliye'dir. Yarıştırılması da anlamsızdır. Ekonomik bir sistemin milliyetçilikle yarıştırılması ne kadar mantıklıdır? Milliyetçiliğin ekonomik, idari, toplumsal politika ve planları var mıdır?
Notlar ve Anekdotlar: 1) Nigel Warburton - Felsefenin Kısa Tarihi 2) Leo Huberman - Sosyalizmin Alfabesi 3) K. Marx & F. Engels - Komünist Manifesto 4) Mithat Atabay - II. Dünya Savaşı Sırasında Türkiye'de Milliyetçilik Akımları 5) K. Marx & F. Engels - Komünist Manifesto 6) İ. Ortaylı & E. Ş. Erdinç - İttihat ve Terakki 7) Ahmet Y. Zengin - Atatürk ve Siyaset 8) Leo Huberman - Sosyalizmin Alfabesi 9) Uğur Mumcu - Terörsüz Özgürlük
How to Basic Socialism