NİSAN - MAYIS 2018
“Bütünün tamamı parçadır.”
2₺
EDEBİYAT | KÜLTÜR | SANAT
Çizer: Mehmet Mergen
KÂBUS 2.SAYI
İçindekiler Merve Tavuskarlı - Bin Saç Teli
3
Cem Arslan - Arpenik’in Öldürmeyen Mirası
12
İzzet Fırat Orfa - Yük
15
Ayşe Arslan - Kâbus
17
Miray Özden Kıran - Sahaf
20
Tuğba Karakaya - Kaç Canım Kalmış
23
Özkan Öztürk - Edebiyatın Kâbusu: Wattpad 29
/epizotfanzin
2
@epizotfanzin @epizotfanzin
epizotfanzin@ gmail.com
/epizotfanzin
/epizotfanzin
BİN SAÇ TELİ Açmaya çalıştığım beş tane yanlış anahtar deliğinden sonra, kapımı buldum. İçeri girmek, kapıyı kapatmak ve yatağa atmak bedenimi, bu yavaşlayan beynimle dakikalarımı aldı. Şimdi tavanı izliyorum. Her şeyin sonu her şeyin başlangıcı, o sonsuz düşünceler ve hayaller döngüsünün yaratıcısı olanı beyaz tavanı. Ardından nefesimi dinliyorum. Çünkü bazen yokmuş gibi geliyor; nefes nasıl alınır unutmuşum gibi, silinmiş gibi geliyor hafızamdan. Sarhoş olduğum ve o lanet şiiri yazamadığım gecelerden biri. Oysa ki yazmam gerek. Bu gerekliliği oluşturan şey ne diye düşünürseniz söyleyeyim; ben ve benim kabuslarım. Kabuslarımda gördüğüm bir kadın ve o kadının kabusları. Soyundum ve gecenin soğukluğunu çıplak gövdemde hissettim. Sobanın üzerine çay koyup, buruşmuş kağıtları önüme serdim. Yaz, yazabilirsin. Bir şiir sadece, bir şiir, her şeyi kafamdan silmemi sağlayacak. İşte ben böyleyim. Hayatla baş etme
yönetimim bu. Ne zaman başım sıkışsa, üzülsem, sevinsem, çare bulamasam, şiir yazar ve beklerim. Sonra her şey yolunu bulur bir şekilde. Hayatın bana dokunduğu, tılsımlı bir değnek gibi bu; şiir yaz ve bekle, şiir yaz ve unut. Başka türlü nasıl yaşanır bilmiyorum ama şimdi hayatım değişiyor ve ben buna engel olamıyorum. İki hafta önce başladı her şey. Mahallelerdeki kağıtları ve plastikleri toplamak için arabamı sırtlanıp, sabahın kör karanlığında çıkmıştım. Balat’ın sokaklarında birkaç tanıdık sesten başka hiçbir şey yoktu. Siyahlığın yerini, güneşin en güzel tonlarına bırakmasını izleyerek yürüdüm. Peşime takılan arkadaşlarım köpeklerle, sımsıcak ekmek kokusunun önünden geçtim. Gece biriken çöpleri ayrıştıracaktım. Çöp arabalarının gelmesine daha çok vardı. Yol arkadaşlarıma da elbet bir şeyler çıkardı bu çöplerden. Çöp diyerek geçtiğimiz çoğu şey koca bir şehrin hikayesini barındıran zenginliklerdir aslın-
3
da. İşte her şey böyle bir günde değişti. Bundan iki hafta önce, gene şehrin sokaklarında, hikayeleri karıştırmak için sabah çıktığım, yorulduğum, dinlendiğim, kızdığım, insanlara uzaktan bakıp, kendimi onların içinde göremediğim, örselendiğim bir günde, akşamüstüne yakın bir saatte Fatih’te bir sokak arasındaydım. Yanına eski bir koltuk bırakılmış çöp konteynerini inceliyordum. Birkaç bidon, şişe, karton buldum. Bunlar benim işime yarardı. İnsanlar hep mi bu kadar şeye sahiptiler? Hep mi böyle savurdular her şeylerini? Eşyalar, yiyecekler içecekler kadar, hislerin de çöp olduğu bir çağdayım sanırım. Etrafımda gördüğüm his çöplüklerinin, kalbimi acıtan taraflarını şiir olarak yazmalıydım bir ara. Ancak öyle tahammül edebilirdim. Ah biraz da kalem, kağıt atılsaydı şu çöplüklere. Çok mu kullanılıyordu? Yoksa hiç mi girmiyordu artık evlere? Bunları düşünürken, şişelerin altında kırmızı bir defterin olduğunu fark ettim. O anki heyecanımı sizlere şöyle tarif edeyim; sıcaktan her tarafınıza iğneler
4
battığını ve denize sadece iki adım kaldığını düşünün… Hayallerimdeki defterlerin tümünden güzeldi bu. Yiyecek içecek masraflarımdan kısıp, defter aldığım zamanlar olmuştu elbet ama hiçbiri böyle değildi. Bunun yanında onlar, birkaç kağıt parçasının birleşiminden öteye gidemezlerdi. Çok narin, değerli bir şeye dokunuyormuş gibi tıpkı bir elmasmış gibi parmaklarımın ucuyla aldığım defteri, önce temizledim. Açmak ile açmamak arasında bakarken etrafımdaki insanlara göz attım, hepsi kendi halindeydi. Kimse bir kağıt toplayıcısının heyecanına ortak olmuyordu elbet. Defteri açtım, inci gibi bir yazı karşıladı beni. Ben Müjgan yazıyordu. Bir de Merhaba koymuştu en başına, sanki birileri okusun diye. Demek bir kadının defteriydi. Müjgan diye tekrarladım, ağzımda nasıl durduğunu duymak için. Müjgan defterin bana emanet, diye mırıldandım. Boş sayfalar olup olmadığını hızlıca kontrol ederken, malum benim için önemli olan buydu, içinden bir fotoğraf düştü. Yırtık bir fotoğraf, gözleri yır-
tılmış, soluk benizli bir kadın. Belki de Müjgandır bu. Sanki gözleri görülsün diye değil de hayal edilsin diye öyle itinayla yırtılmış bir kadın fotoğrafı. Hayallerimin defterini, Müjgan’ın fotoğrafını ve arabamı aldım. Bugün bu heyecanla çalışabileceğimi sanmıyordum. Şehrin çöplerini gezerken, gün içinde başınıza türlü maceralar gelebilir elbet. Mesela kedi fırlayabilir çöplerin içinden, yırtık fotoğraflar bu labi l i r si n i z ki ben bunları birleştirmeye çalışırım bazen. İnsanların çöp diye attıklarının, bazılarımızın mutluluğu ve yaşama tutunma şekli olduğunu kim bilebilir? Kırmızı defteri bir beze sararak, arabamın içine koydum. Yolda rastladığım işime yarayacak atıkları da alarak evin yolunu tuttum. Köşe başına geldiğimde, benim bu saatte işten dönmemi beklemeyen yol arkadaşlarım havlamaya başladılar. Onların da kafası
karışmıştı. Arabayı evin köşesine çektim, içindekilere bakmadım ki genelde her işten döndüğümde, arabamın içindekileri tek tek çıkartır, onları düzenler sınıflardım. Bu sefer yapmadım, arabayı öylece bıraktıktan sonra eve girdim. Soyundum. Düşünmek istediğimde ya da heyecanlandığımda soğuğu gövdemde hissetmek, her zaman iyi gelirdi. Defteri sardığım bezden dikkatlice çıkardım. Tahta kasa l a rdan yaptığım sehpanın üzerine koydum. Okumaya başlamak ile başlamamak arasındayken, elim tütüne gitti. Ucuz bir tütün sardım. Hayatımı değiştirecek bir anın içinde olduğumun farkında olmayarak, defteri açtım. Sigaramı yaktım ve okumaya başladım. “Ben Müjgan, bu benim rüya defterim. Aslında kabuslarımı yazıyorum desem daha doğru olur. İnsan kabuslarını
5
nasıl betimler? Sadece gözlerinizi sımsıkı kapattığınızda, o uyku halindeyken gördüğünüz, sizi karanlığa sürükleyen, uyandığınızda derin bir nefes alıp geçti dediğiniz durum mu? Başta benim de böyleydi, herkesinki gibi. Ama sonra içinden çıkılmaz bir hal aldı. Gözlerim açıkken bile… [buraların üstü çizilmişti] Benim adım Müjgan derin bir nefes aldım ve geçmedi. Bunlar benim kabuslarım belki de ben kendimin kabusuyum.” İlk sayfayı bitirdiğimde sigaramın küllerinin yere döküldüğünü fark ettim. Sayfaya öyle bir dalmıştım ki hiç farkında değildim. Müjgan diye tekrarladım gözleri kesik kadına bakarken. Acaba bu sen misin? Bir Müjgan nasıl olurdu? Bir Müjgan’ın kabusları nasıl olmalıydı? Bu kabusları neden okumaya başlamıştım? Boş sayfaları kullanmak tek amacım değil miydi? Bunları düşünürken, oturduğum yerde uykuya daldım. Uyandığımda sabaha karşıydı, her yerim tutulmuştu. Defterin sayfası açıktı. Müjgan bana bakıyordu ya da ben bana bakan gözlerini hayal edi-
6
yordum. Aslında işe çıkmam gerekiyordu ama parmakları kesik eldivenimi giyip ikinci sayfayı okumaya başladım. “Tam üç aydır aynı döngünün içindeyim. Ve bu defteri tutmaya karar verdim. İyi geleceğinden mi bilmiyorum. Sadece yaşadıklarımı oku-
mak, yazmak belki uzaktan bakmamı sağlar diye. Belki yazdıkça hafifler diye. Ve bu ikinci günüm hiçbir şey değişmedi. Pembe bir akşamüstü uykuya daldığım o günden beri hiçbir şey değişmedi. Keşke hiç uyumasaydım.
Keşke uykusuz kalabilsem bir ömür diyeceğim ama yaşadığım şey uykuda başlayıp, artık tüm hayatıma sirayet etti. Hayatımdan mı kaçmalıyım? “Aklım Müjgan’ın satırlarıyla meşguldü. Onu kendime yakın hissediyordum ne yaşamıştı, neyden kaçıyordu bil-
mek istiyordum. Üstü çizilmiş birçok yeri geçtim. Buraların üstü neden çizilmişti? Kimin görmesini istemiyordu Müjgan? Belki de kendisiyle yüzleşemediği şeyleri yazıp, üstünü çizmişti. Okumaya devam ettim.
“Hala aynı durumdayım deftere yazmaya başlamak şimdilik hiçbir şeyi değiştirmedi. Tek bir gecenin rüyasıydı oysa. Sakalları birbirine karışmış bir adamın, bir köprüde tütün sarışı, ardından, geçen gemilere kenarları oyalı mendili sallayışı. Önce hiçbir şeye yoramadığım bu rüya, kafamı 1-2 gün meşgul ettikten sonra geçti. Birkaç gün sonra gözlerimi kapattığımda, başka bir rüya görene dek… Gene aynı adam, aynı köprü ve aynı mendil… Bu mendilin beyazlığı sanki geride bıraktığım çocukluğumu hatırlatıyordu. Göz kapaklarımın arkasındaydı hepsi. Bu sefer uzanmak istiyordum o mendile, oyalarına dokunmak istiyordum. Bunun için köprüye bir adım attığımda mendilin, denize düştüğünü ve adamın kaybolduğunu gördüm. Parçalara ayrılarak savruldu, kayboldu. Bir yapboz gibiydi sanki. Bu parçaların her birinin ruhumun derinliklerine saplandığını hissediyordum. Ve nefes nefese uyandım saçımın bir tutamının yastıkta olduğunu gördüm.” Arabamı alıp sokağa çık-
7
tığımda, Müjgan’ın fotoğrafı cebimdeydi. Her durduğumda çıkartıp saçlarına bakıyordum. Müjgan’ın kabusları saçlarını dökmeye başlamıştı. Fotoğraftaki upuzun saçlarının nasıl döküldüğünü, hayalimde canlandıramadım. Hayatının koca bir kabusa döndüğünü hissediyordum. Müjgan’ın ve kabuslarının bataklığına çekildiğimi de biliyordum. Saatlerce, aklım evdeki defterde kalarak, sokaklarda dolandım. Gördüğüm tüm kadınlara acaba o mu, diye baktım ve onu aradım. Gözleri kesik bir fotoğraftan ona ait olup olmadığını bile bilmediğim gözleri kesik bir fotoğraftan nasıl tanıyabilirdim ki? Bildiğim tek şey kabusları ve dökülen saçlarıydı. Eve geldiğimde biraz ekmek peynir yedim ve defteri açtım. “Saçlarım dökülüyor. Bu kabusu her gördüğüm gecenin sonunda, saçlarımdan bir tutam buluyorum yastığın üzerinde. Anlayamıyorum. Bir kabus neden saçlarını döker insanın? Kimseye anlatamıyorum. Bu ne kadar devam edecek, kabuslar bitince
8
saçlarımın dökülmesi de bitecek mi bilmiyorum? Her gece aynı adam, ona bir adım daha yaklaşmaya çalışan ben ve uyandığımda dökülen saçlarım… Uyumamak için türlü şeyler yapmaya başladım. Geceleri sokaklarda geçirdim. Kahveler içtim her şeyi denedim. Tanımadığım adamlarla birlikte oldum. Sadece uyumamak için. Göğsünde ağlayarak lütfen uyumama izin verme dediğim birçok insan oldu. Ama uyudum. Hayatımın yokuş aşağı yuvarlanmasını izliyorum. Ve insan kendi kabusunu kendi mi yaratır? Ya da herkes kendinin kabusu mu aslında diye düşünüyorum. Kurtar beni.” Sayfalarca Müjgan’ ın saçlarının dökülüşünü yapbozun parçaları gibi ayrılan o adamın parçalarının, Müjgan’ın ruhunu nasıl acıttığını ve her yazının sonunda yazdığı kurtar beni notunu okudum. Bu not kimeydi bilmiyordum. Elbette sıradan bir kağıt toplayıcının bu defteri bulacağını düşünmemiştir Müjgan. Bu defteri çöpe atan belki de o değildir. Defterin yazılı sayfalarının sonuna doğru yaklaş-
tığımda bir kokudan bahsettiğini okudum. “Saçlarım iyice döküldü, zayıfladım ve evden çıkamıyorum. En kötü tarafı da bundan kurtulmak istiyor muyum bilmiyorum. Rüyalarıma bir koku eklendi. Limon ağacı gibi bir koku bu. Şimdi sanki evin neresine gitsem burnumun ucunda... Beni çıldırtıyor. Düşünüyorum da saçlarım döküldüğünde mi başladı tüm bunlar yoksa bunlar başlayınca mı dökülmeye başladı saçlarım. Artık hiçbir şeyi ayıramıyorum. Sonsuz bir kabusun içindeyim. Kurtar beni.” Defteri kapatıp uyumuştum. Artık sonuna yaklaştığımı biliyordum. Boş sayfaları kullanacak bu yazılı sayfaları sobaya atacaktım. Zihnim yavaş yavaş düşünmeyi bıraktı ve kendimi uykuya teslim ettim. Müjgan’ı gördüm rüyamda. O, köprüde adamı izlerken ben de onu izliyordum. Yürürken dökülen saçlarını topluyordum. Seslendiğimde sesimin çıkmadığını fark ettim. Ona uzanmak, kolundan tutmak topladığım saçlarıyla birlikte onu ve kendimi bu kabusun içinden çıkarmak istiyordum.
Hiçbir şey yapamayışımı, saçlarının elimde kalışını, köprüdeki adamın izlediğini hissettim. Sonra Müjgan yüzünü döndü gözleri olmayan fotoğrafla aynıydı. Bana bir adım attığı anda uyandım. Uyandım ama nefes almakta zorlanıyordum. Sakince düşünmeye çalıştım, elbette günlerdir kafamı yorduğum bir şeyi rüyamda görmek normal diyerek aldırmamayı denedim. Fakat bu günlerce tekrar etti arttı ve Müjgan’ın kabuslarına artık annem, sokaklar da dahil olmaya başlamıştı. Onun kabusları artık benim kabuslarım olmuştu. Belki bu yüzden doldurmuştu defteri Müjgan. Birileri bunları okuyacak, kabuslar okuyan kişinin gecelerine bulaşacak ve o da bir yerlerde yavaş yavaş normale dönecek. Bilmiyordum. Her gece tereddütle kapattığım gözlerimi, nefes nefese bir halde, açıyordum. Müjgan’ı kabuslarımdan çıkaramıyordum. O adamı, köprüyü, topladığım saçlarını, kokuyu, olmayan gözlerini… Günler böyle gelip geçiyordu. Ve ben bir gece gene kabuslarla uyandıktan sonra
9
Müjgan’ın defterine uzandım. Boş sayfalardan bir tane kopardım. Şiir yazmalıydım. Çünkü hayatım boyunca her şeyi böyle atlatmıştım. Annemi, hırsız diye dayak yediğim günleri böyle unutmuştum. Açlığıma, kimsesizliğime böyle direnmiştim. Müjgan’ı ve onun kabuslarını; hayatıma sızan, uykularımı ele geçiren kabuslarını da böyle unutabilirim dedim kendime o sırada müjgan fotoğraftan bana bakıyordu ve şimdi ben, beni kurtar diye mırıldanmıştım. İki haftadır yazmaya çalıştığım ve dün gece unutmak için kör olana dek içmeme neden olan, yazamadığım bu şiir zihnimi kurcalarken bugün arabamı alıp işe çıkıyorum. Müjgan’ın defteri ve fotoğrafını da kabanımın cebine koyuyorum. Yol arkadaşlarımla birlikte sokak sokak geziyoruz. Her şey normal gözüküyor. Gecelerdir uyumak istemeyen ve beyni zonklayan ben değilmişim gibi. Bir konteynerin yanında duruyorum buradan epey bir şey çıkar der gibi havlıyor yol arkadaşlarım. Eğilip çıkardığım çöpleri ayrıştırırken, bir koku
10
burnuma dokunuyor. Müjgan’ın anlattığı kokuya benzer bir koku. Biraz daha kokluyorum, çöplerden gelmediği kesin. O sırada biri geçiyor yanımdan, bir kadın. Upuzun saçları var. Bu koku ondan geliyor limon ağacı kokusu bu. Elimi fotoğrafa attığım anda kadın arkasını dönüyor hışımla, gözlerini görüyorum Müjgan bu. Bunlar Müjgan’ın gözleri olabilir ancak. Ben ona hayretle bakarken saçlarını savurarak hızlıca uzaklaşıyor. Saçları yerinde. Peşinden koşuyorum sesleniyorum duymuyor. Karşıdan karşıya geçiyor kendimi atıyorum yola onu durdurmalıyım. Vücudumu büyük bir heyecan kaplıyor, her yerimin titrediğini hissediyorum. Koşarak karşıya geçmeye çalışıyorum gözüm Müjgan’ın rüzgarında Müjgan kendinden kaçıyor ve sonrası; bammmm!!!!!! Karanlık… Şimdi her şey koca bir karanlıktan ibaret. Sadece karanlıktan önce bir yapbozun parçaları gibi parçalandığımı hissettim. Kabuslardaki adam gibi. Bir arabanın savurduğu yerdeyim sanırım. Yoğun kokular ara-
sında o kokuyu duyuyorum, Müjgan yanımda olmalı. Ona vermeliyim defteri, bak kabuslarını biliyorum demeliyim. Ben seni kurtarmak istiyorum diye fısıldamalıyım kulağına ama vücudumu hareket ettiremiyorum. Kaskatıyım. O sırada kafamdan dizeler geçiyor. Kahrolası şiir şimdi mi diyorum dudaklarım kıpırdamadan, nasıl yazacağım seni? O lanet şiir en olmadık yerde doğuyor işte. Oysa ki ben unutmak istemiyorum şu an ne Müjgan’ı ne kabuslarını… “Bir rüya için bin saç teli döktüğün geceler. Koynun gelgitli deniz. Beni boğsana, yeniden doğayım Sırf senin köyünde açan bir çiçek olmak için.”
Merve Tavuskarlı
11
ARPENİK’İN ÖLDÜRMEYEN MİRASI Naira dün gece kendini öldürmek istemişti. Kahvenin bayatlamış tonu ile kaplı duvarında asılmış eski ahşap bir saatin çalışmıyor olması onun hayatını kurtardı – saati iki gün evvel düşürmüş, önündeki camın parçalarını yatağının altına saklamıştı. - O gün dışarıdaki fırtına gökyüzünü karartmış, sabahı geceye çevirmişti. Saat pek de geç değildi. Tanrılar Naira’nın yaşaması için ellerinden geleni yapmışlardı. Perdenin ardındaki gökyüzünün karanlığı ve bir gece bozulmuş saat Naira’nın kendini öldürmek için en güzel zamanı bulduğunu düşündürmüştü. Mutfaktan odasına taşıdığı sandalyenin yokluğu, annesinin kompülsiyonlarından birine takılmıştı. Kırklı yaşlarda, eşinin ölümünden sonra yaşlanmaya başlamış bir kadındı. Kocası Argişti idealist
12
bir gazeteciydi. Onun ölümü zamansız değil yalnızca yazdıkları zamansızdı. Argişti’nin vedasız bu ayrılışı ardında ailesine bazı miraslar bırakmıştı. Naira her gece gördüğü kabusların bitmesi için uyanıyor, annesi yaşamın kısalığından korktuğu için kapıyı defalarca kilitliyordu. Annesi o gün de kapıyı defalarca kilitlemiş, her gece ki sıradanlaşan kont ro l l e r i n i yapmaya haz ı r lanıyo rdu. Bıçaklar yerli yerinde, ocaklar kapalı, prizdeki fişler çekiliydi ama mutfağın orta yerinde, odayı daraltan masanın altı sandalyesinden en eski olanı yerinde değildi. Kocası ölmemiş bir kadın için üstünde durulmayası bir ayrıntıydı bu fakat Arpenik’in kocası öleli bir ay olmuştu. Arpenik’i o gün bir sandalyenin ortadan kayboluşu uyutmadı. Naira’nın çalışma-
yan saati gecenin ona erken gelmesine yol açtı. Dışarıda gökyüzü ile kavgaya tutuşan şimşekler sessizliği parçaladı. Naira’nın ölmesine karşı birleşmişlerdi. Naira’nın saati gece ikiye geliyor, salondaki saat akşam onu gösterirken gökyüzünün kazandığı zaferle birlikte sessizlik terk ettiği safları yeniden kazanmıştı. Arpenik için korkunç sessizlik, Naira için ölüm sessizliğiydi. O akşam sessizlik ölümü yüklemişti bir kuşun kanadında taşır gibi. Perdeyi dahi kıpırdatmayan ezgiyle süzüldü bayat kahve kokulu odaya. Bir Naira duydu bu ezgiyi. Başına geçirirken üstünde yattığı çarşafın beyazlığını, mırıldanıyordu ona gelen ezgiyi. Mutfaktan getirdiği eski sandalyenin üstüne çıktı. Sandalyenin ayakları yaşlı bir teyzenin yaşlılığına yakınması gibi konuşuyordu. Naira onun sesini dilinde mırıldandığı ezginin varlığından duymuyordu. Ezgi bittiğinde boynundaki damarın isyan edişini hissetti. Cüce sayılmaz ama uzun da olmayan boyu germişti boynuna doladığı
çarşafı. Korkmuş bir serçenin bacağını andıran bacakları titriyor, bu titreme eski sandalyenin daha da yakınmasına sebep oluyordu. Naira bozuk saatindeki akrebin ikinin üstüne gelmesini beklemişti. Hiçbir kıpırdama görmemesi onun yaşamını uzatıyordu. Zaman akmıyor, Naira hala nefes alabiliyordu. Zamanla geçer diyenleri haksız kılan o gündür muhakkak. Zamanla geçmeyecek şeylerin varlığını da o gün öğrenmişti birçok kişi. O ana dek Naira’nın yanında olan tanrılar, onu beklemekten sıkılmış olsa gerek, aralık kalmış pencereden sızdırdıkları rüzgâr ile bozuk saatin korumasızlığından akrebi ikiye devirmişlerdi. ‘’ Nihayet! ‘’ dedikten sonra sandalyeyi sol ayağıyla deviren Naira’nın devirdiği sandalye son bir yakınışla Arpenik’e sesini duyurmuştu. Arpenik’in kilitlere olan takıntısı, Naira’nın kilitlere olan düşmanlığını beslemişti. Naira’nın kilidi olmayan kapısını çalmadan açan annesin bu eylemi kızının yaşama veda edememesine yol açacaktı. Naira’nın süt
13
beyaz bacakları ve çorapsızlıktan üşümüş ayakları sonbaharda dökülen yaprağın rüzgâr ile dansını anımsatır gibi sallanıyordu. Arpenik kaybettiğinden korktuğu sandalyeyi kaldırdıktan sonra kızının bacaklarını kaldırdı. *
*
*
Arpenik bir türlü ölemediği kabusundan uyandığında duvardaki saati gece biri gösteriyordu. Babasının öldürdüğü annesine kavuşmak için her gece yaptığı öldürme planları, takıntılı babası tarafından engelleniyordu yine o kabusunda da. Rüyalarını süsleyen intiharlar, kâbusu olmuştu. Başarısızlığa tahammül edemeyen Naira, gördüğü kabuslardaki eksikliklerini kendinde aramamıştı hiçbir zaman. Bozuk saat onun suçu değildi. Babasının takıntılı oluşu da onun suçu değildi, yalnızca hasretinden kendini astığı annesinin suçu olabilirdi babasının bu takıntısı. Arpenik’in vedasız ayrılışı, Argişti’nin ne yazdığını bilememesindendi. Bunu bir tek Naira ile Argişti biliyordu. Ar-
14
gişti’yi öldürmeye gelenlerin karşısında buldukları Arpenik’i vurmaları, Arpenik’i korkak bir herif, Naira’yı yaşayan ölü kılmıştı.
Cem Arslan
YÜK Buzdolabını kapattı. Cezvenin dibinde tutmuş ve Elmas’ın mor pijamasına vaktiyle dökülmüş, şimdi ise kurumuş, yalnız leke olarak addedilebilecek olanından başka süt yoktu evde. Uykusunun gelmeye başlaması gereken vakit yaklaşıyordu. Montu henüz kurumamıştı, ancak pijamasının üstüne geçirdi. Televizyonu, çizgi film kanalını açtı. Sesi evin her odasından duyulabilecek dereceye yükseltti. Çelik kapının demirini açmadan evvel son on yedi senesini portmantonun üstüne, bir metal çemberle yığından kümeye terfi etmiş anahtarların yanına bıraktı. Kümeyi aldı. Geniş zincirinden boynuna, para kesesinin üstüne astı. Normalde hissetmeyeceği ağırlık, boynunu zemine çekmeye başladı. Sekiz yaşına kadar eğildi, eğildi. Anahtarlardan en uzun olanı yerle temas edince Elmas’ın boynu biraz rahatladı. Kapıyı
açtı. Merdiveni, ağrılığın da etkisiyle hızlıca indi. Merdiven boşluğunda defalarca devir daim eden metalin betona sürtünme sesi; varlığı ve hayaletiyle, aynı anda eşlik ederek Elmas’ı sokağa kadar taşıdı. Sokağın yokuş olan ilk kısmını geçince gücünü yeniden topladı, yine de boynunu dikleştirmedi. Eve dönüş yolunu kaybetmek istemiyordu. Kırıntı bile olsa yere ekmek mi atılırmış? Ne kadar ayıp ve günah! Yediği tokat cabası olmuştu üstelik. Bugünkü yaşına geldiğinde yemeklerine hiç tuz koymamasına neden olacak tuz tadı ağzına kadar ulaşmış, teselli gördüğü son gözyaşlarını o tokattan sonra akıtmıştı. Çünkü babası odayı terk edene değin, annesinin kapı eşiğinde beklerken elinde tuttuğu bir bardak süt, henüz sekiz yaş aklında bir teselli niteliği kazanmamıştı. Sokakta denk geldiği hiçbir erkeğin bel seviyesinden daha uzun değildi. Yalnızca
15
bellerinden aşağısı gözüken erkeklerin de hepsi Elmas için birdi. Her bir erkek, nöbeti diğerinden devraldı, sokak ve yolun geri kalanı boyunca. Her nöbet değişimiyle beraber zaten ıslak mont, Elmas’ın iyice tenine işledi. Bir noktadan sonra pijaması kuruluğunu tamamen yitirdi. Elmas üşümeye başladı. Bir köşe daha döndü. Çıktığı caddenin ta sonunda bakkalı görüp yolu yarıladığını anladığında, Kuran okumayı öğrendiği caminin tam önündeydi. Bu yüzden rahatlayamadı. Şükürden arındırılmış, kendi uydurduklarından bir dua mırıldandı, devam etti. Bakkalın önünde, kaldırımda tarihi geçmiş sütlerden menkul bir kasa vardı. Yirmi beş yaşına en yakın tarihli olanını aldı. Dükkâna girdi. Fiyatından bihaberdi, ancak para üstünü almayı istemiyordu. Keseye ulaşmak için montunun fermuarını açtı ve yakasını gevşetti. Mor pijaması, bir türlü soğumak bilmeyen mevsim yüzünden havaya aldanıp kıştan açan çiçek gibi kendini gösterdi. Morluğu fark eden dilsiz bakkal çırağı, para
16
üstü verilmesini söz konusu dahi etmek istemedi. Elmas’ın keseye uzanan elini tuttu. *
*
*
Parası tam, sütü hazır Elmas dönüş yolunu, yeknesak çizgiyi takip ederek, hızlıca kat etti. Apartmanın kapısına gelince boynundaki zinciri çıkardı, anahtarları eline aldı. Sekiz yaşından beri oturduğu, sekiz yaşından beri bir türlü büyümediği apartmanın merdivenlerini adı gibi biliyordu. Yolu bulmak için oluşmasına göz yumduğu oluklara, bu sefer, ayağı sıkışa takıla tüm katları geri çıktı. Evinin kapısına varana dek montunun fermuarını ve tüm düğmelerini açtı, oda kapısına gelene kadar ise monttan tamamen kurtuldu. Hala elinde sımsıkı tutmakta olduğu süt şişesinin kapağını açtı. Üç yudumunu içti. Kalanının aldığı kadarını yatağının başucunda duran bardağa doldurdu. Vücudunu yatağa bıraktı. Kâbustan arındırılmış yegâne zamana teslim etti kendini.
İzzet Fırat Orfa
KÂBUS
Üzerine tam oturan bir ceketi, on beş dakikalık gözlemim sonucu ise iki kızı olduğunu anlayabilmiştim. Ablamın tekmelerinden sıyrılabilseydim eğer, on altıncı dakikada neye kenetlendiğimi, manzarayı anlatabilirdim size. Şimdi yerden doğrulup anneme bakarak ağlamak yerine, kalbim küt küt atarak az önce gördüğüm manzarayı yeniden görmeyi umut ediyordum. Tam ayağa kalkıp, a d a m a doğru boynumu uzatacakken babamın bir kol hamlesiyle, ‘’Otobüs kalacak şimdi, yapılacak hareket mi? Otur oturduğun yere.’’ diye uyarmış, ablamın beni tekmeleyerek savurduğu yere geri oturtmuştu. Önce ablamın, şimdi babamın hamlesiyle, on sekizinci dakikada ada-
mın hala üstüne oturan bir ceketi, on beşinci dakikadaki telefon görüşmesiyle iki kızının olduğu bilgisine kır saçlarını ve deniz rengi mavi gözlerini ekleyebilmiştim. Beni ürküten şeyin bu olmadı, ürküten, otobüslerde kolunu koyması gereken yere, adamın vitrinlerde gördüğüm yapma bir el koyuşuydu. Herkesin bir evi vardı, annemin , benim ve o kolun. Şimdi hiç olmayan bir yerde , otobüste görünce a fa l l a m ı ş tım. Çocuk beynim ve kalbime bu bilgiyi nasıl mantıklı halde sunacağımı düşünürken, adam tarafından fark edilmek de cabasıydı. Başka şeyler düşünmeye çabalarken, yarın sabah ineceğimiz otobüsten nenemin tandırda yapacağı ekmeğe
17
kavuşmak, üçüncü katta oturan dedemin odasına ablamla yarış yaparak koşacağımız düşüncesi beni otuz altıncı dakikaya kadar getirebilmişti. Bileğimdeki kırmızı saate bakınca daha çok süremin olduğunu bilmek, kafamı her çevirdiğimde vitrinde olması gereken kolu orada görmek, karanlıkta bile fosfor renkler çalan saatimle mutlu olmamı engelliyordu. Ablama dönüp baktığımda, onun, annemle babamın oturduğu koltukların ayak koyulması gereken kısmında, annemin dün geceden hazır ettiği yastık ve çarşafla mışıl mışıl uyuduğunu görmek canımı fena sıkıyordu. Babamın cimrilik edip , iki koltuk alıp bizi de çocuğuz diye yere reva görmesini hesaba katmıyordum bile. Bir an önce büyüyüp, koltuklardaki yerimi almak, gece gidip babamın ve annemin üzerlerinde yatay yatma fikrinden kurtulmak , içimi biraz olsun ferahlatıyordu. Muavinin servisi yaptıktan sonra , ışıkları kapatmasının ardından geceye güneş gibi doğan saat hiç de fena görünmemeye başlamıştı ki , muavin gelip
18
burada oturamayacağımı, çaprazdaki koltuğun boş olduğu söyleyip, beni kucağına alıp,- vitrin- elle yan yana koyması bir oldu. Kalbim boynumda, ayaklarımı kasarak elde ettiğim acı ise beynimde zonkluyordu. Adam uyuduğu için dönerken saatime çarptığı el , ses çıkartıyordu. Babama dönüp baktığımda çoktan uyumuş olduğunu gördüm. Kızların neden babalarını kahraman olarak gördüğünü düşünmek beni çıldırtmaya başlamışken, ilkin sadece saatime değen kolun şimdi yüzüme oradan boğazıma doğru indiğini görmek koltuğa gömülmeme sebep oldu. Çığlık atmam için bana yardım edecek olan sesimin, içerlere doğru kaçtığı, sesimi çıkartamayışımdan belliydi. Giderek beni boğan bu yapma elin, gerçek gibi olduğunu; etimi sıkıştırışından ve daha fazla nefes alamamamdan anlamak mümkündü. Nefesim artık sayılı kaldığından, otobüsünde bizi çok sarstığından olacak koridorda yatarken buldum kendimi. Babam bir el hareketiyle beni
kucağına almış, insanları bağırarak rahatsız etmemi söylemeye çalışırken, sesimin çıktığını duymak beni gururlandırmış diğer yolcuları da epey bir sinir etmişti. Gördüğüm kabus, sadece beni değil bütün otobüsü etkilemişti. Ben bunlarla boğuşurken adam otobüsten inmişti. Şimdi anamın koynunda babamın bacaklarında epey mutluydum. Kabus yoktu, tandırda ekmek vardı, kolumu boşluğa bırakınca yanan kırmızı saatim ve kahraman bir babam vardı.
Ayşe Arslan
19
SAHAF Epeyce aydınlık, fakat tamamen antikaların olduğu o dükkana girdim. İçeri de beni tonton bir dedenin ve taş plaktan çalan Zeki Müren’in karşılayacağını düşünürken yanıldım. Kızgın bir yaşlı kadın ve soğuk iklimlerin içinden gelen bir marş karşılamıştı. “Ben,” dedim “bir sürgünü araştırıyorum; bir kitap, bir belge ne varsa bakabilir miyim acaba?” dedim ürkek tavrımla. Beyninden vurulmuşa döndü cümlemi bitirirken. Kalktı yerinden hızlıca sırtı bana dönük ama eliyle “gel” işareti yaparak beni çağırdı. Arkasından gidiyordum, adımlarını seyreden bir kedi gibi o durunca duruyor o hareket ettiğinde devam ediyordum bu seyre. Ahşap eski merdivenlerin önünde durdu. Elini korkuluğa dayayarak yüzünü bana döndü. “İnsanın tek bir noktada var olup o noktada kaybolduğunu biliyor muydun?” dedi ve bu dediğini kendi baş salmasıyla reddetti. “Demek sen bir kitap arıyorsun? Bir hakikati arıyorsun. İstediğin kitap bel-
20
ki yukarıda belki burada.” diyerek duvarları boydan boya kaplayan kitaplığı gösterdi iki eliyle. Merdivenlerden çıkacağımızı düşünüyorken o kitaplıkların arasında kalan bordo kadife döşemeli koltuğa oturdu. Yanına geçtim. Saçlarında bir taç misali kafasına geçirdi gözlüğünü. Aradığım o kitaptan daha fazlası vardı bu sahafta. Evladım, dedi. Çocukluğuma aldandım, onu dinlemeye koyuldum yüreğimin tamamıyla. “Özgürlük bir gün son bulur. Nefes tükendiğinde son bulur. Zannımca bu seneler içinde göçüp giderim. Ama ben özgürlüğün bittiği o günü daha önce yaşadım. Şu gördüğün saatin tik takları içinde, esiri oluyormuşuz hayatın.” “Olay çok uzun.” dedi uzaklara baktı gözleri yaşlı. “Bir yağmur damlasını düşün, bir bahar sevincini. Bunların hiç biri yaşadığım hayatın parçasını anlatmaya yetmez. Ben özgürlüğümü toprağımda kaybettim. Bu kitaplara saklanalı çok zaman oldu. Bu satırlar arasında özgürlüğümü
arayalı çok oldu. Ben küçük bir kız çocuğuydum. Ve henüz umutsuzluğu görmemiştim. Mavi, kırık kapılı bir evimiz vardı. Ama bize aitti. Her şeye rağmen o kapının ardında benim bir evim vardı. Annemin oyalı sarı tülbendi, babamın kaçak sigara paketi, kardeşimin çömlekten oyuncağı ablamın fotoroman albümleri o evde kaybolmuş olsa da. Biz kimiz demekle yetinem eye ce ğ i m? Biz unutulmuş yüzleriz bu topraklarda. S ı ğ ı n a ca ğ ı mız bir liman bulunca sevincini içinde gömülü anılarla yaşayan. Sen bir hakikat arıyorsun bu kitapların içinde değil mi evlat? Bu satırlarda bulamayacaksın, ancak gözlerimin içinde görebilirsin o hakikati. Ölümle tanıştığımda bunu bana ilk yaşatandı babam. Onun yaşlı bir adam olarak öleceğini tahmin etmek çok amansız bir yanılgıydı. Bir kız çocuğunun babası hiçbir zaman öl-
mez. O hep kapının arkasından seyreden dev gibi yaşar durur. Benim babam sürgünü yaşamadan öldü, belki benden daha şanslıydı. Ama ben onun yanımda olamayışına kahrediyordum.” Ortamdaki toz bir buz keskinliğinde battı boğazına. Aralıksızca öksürdü, yaşlıydı ve korkmuştum ona bir şey olacak diye. Oda içinde su arıyordum, o hala devam ediyordu öksürmeye. Masanın üzerindeki bardağı, telaş ı mdan görmüyordum ısrarla. Kendisi masaya uzanarak suyu içti. “işte bak yaşla telaş da bitiyor, sabırsızlık da.” dedi bana. Yumuşattıktan sonra boğazını, devam etti. “ Babamdan sonra ablam, o genç kızlık hayallerini bir sevda uğrunda tüketti. Şaşırmış bakma öyle bana ablamın sevdası vatandı. Bir kızın hiç olmayacağı bir yerde, cephede ölümü tattı o. Soğuk olduğu kadar da yangın yeriydi
21
mezarı. Ama o benim gururumdu. Annemin de öyleydi. Ölürken bile annem kızının yanına gittiğini söylemişti. Yıllarca hasret kaldığı babamı değil, kızını beklettiği için kızmıştı kendine. Ben, annem, erkek kardeşim… bir sürgün vagonuyla, aklımız evde bıraktığımızda, yüreğimiz toprağımızda buraya getirildik. Biz, biz olmayı o vagonda, bir vagon dolusu yalnızlığımızda öğrendik. Korkum ecel değil artık, çünkü biliyorum bize özgürlüğü veren hayat değil ölümün ta kendisi. Ben, babamın şu kapının ardında, benim sesimi duyduğunu biliyorum; ablamın bu kitapları okuyabildiğini de. Annemin hala bana sıcak bir çorba pişirdiğine eminim. Çünkü onlar senden, benden bu koskoca kitaplıktan bile daha özgürler. Gel şimdi tarih ödevini yapman için gerekli olan asıl kitabı sanan vereyim.” On, on beş basamaklı merdiveni bir çırpıda çıktı bana yukarıdan seslenerek, gel hadi, dedi. Elinde kahverengi kapaklı sarı sayfalı bir kitabın üzerindeki tozları silkereyek bana uzattı. “Al!” dedi kendine güvenen
22
tok bir sesle. Kapağı açtığımda bana vermiş olduğu günlüğü fark ettim. Çocukluğundan, gerçeklerini öğrenmek istediğim olayın asıl kahramanlarından bahseden yegane kitabı bulmuştum, işte ellerimdeydi sürgünün ve özgürlüğün hakikati.
Miray Özden Kıran
KAÇ CANIM KALMIŞ
Indie müzik gerek içerdiği tanım gerek barındırdığı tarihsel miras itibariyle, belirli ve sınırlı bir müzik türüne işaret etmede yetersiz kalıyor. Avangard sanatın ritimle ifadesi olarak, müzikalitenin sınırlarının tüketicisine verildiği her yere, Indie tanımını yerleştirmek olanaklı. Daha sınırlı bir tanım göstererek son yıllarda, biz Indie müziği, Türkiye öznelinde ve Türk müziğinin gelinen son durağında, bir ana eksenden doğarak büyüyen bir furyayı ifade etmek adına kullanacağız. Bahset-
tiğimiz bu yeni furyanın izleklerini doksanlı yılların Türk müziğinde aramamız olanaklı. Funk, ska, punk, grunge gibi her türlü alternatif müzik türünün, ana akım müzikten sıyrılan her ritmin, bugün gelinen noktaya yatırımı büyük. Son yıllarda yıldızı parlayan bu alternatif akımın bir mensubu olarak kabul ettiğimiz “Kaç Canım Kalmış” 2012’nin Ağustos’unda Yiğitcan Önal’ın “Doymadınız” şarkısını Soundcloud’a yüklemesiyle ortaya çıkıyor. İki yıllık süreçte “X3” adlı bir
23
albüm geliyor. “Kafamı Hissetmiyorum”, “Banklarda mı yatayım?” gibi çok sevilen şarkılarla kendi dinleyicisini yaratan tek kişilik dev kadro, sahneye adım atarak 2015 yılını konserlerle geçirdi. Uzun bir müddet ilk albümlerini çevirip çevirip tekrar dinleyen hayranlarına 2018’in ilk günlerinde mutlu haber ulaştı. Art arda üç single yayınlayan Kaç Canım Kalmış ekibinin ilk albümlerinin ardından dört yıl geçti. Kaç Canım Kalmış, albümlerinin kalanını geçtiğimiz günlerde yayınladı.
sonra kendim bir şeyler karalamaya başladım. Ama paylaşmaya değer gördüğüm, içime sinen ilk parça Doymadınız olmuştu. O zamanlar insanların topluca sorgulamadan yaptığı bazı eylemlere karşı birikmiş bir tepkim vardı ve Doymadınız’da biraz mizahi bir dille onu anlamışım. Serbest çağrışım, absürt komedi ve kelime oyunları bana zaten Yiğit Özgür karikatürlerinden beri her zaman komik gelen bir şeydi, arkadaşlarımla muhabbetlerimiz bile bu şekildeydi ve eğlence2012’de Soundcloud’a yük- li bir şarkı yazıyorsam buna lediğiniz “Doymadınız” şar- da yansıması kaçınılmazdı. kısıyla “Kaç Canım Kalmış” adı ile tanıştık. Karşılaştığınız Şarkılarınızda kullandığınız olumlu tepkiler grubun geniş- sözlerin müzikal ve çağrışımlemesine ve üretimin devam sal değeri var. Bunun dışında etmesine etki etti. Peki “Doy- bir mesaj kaygısı taşıyorlar madınız”ı meydana getiren mı? motivasyon neydi? NesnelerBazen taşıyorlar, bazen de den, günlük hayat tecrübele- sadece kulağıma hoş geldirinden hareketle çağrışımsal ği için yayınlıyorum. Her şarkı ifadelerle müzik yapma fik- farklı amaçlara hizmet ederi nasıl oluştu? İlk üretiminiz biliyor. Mesela yeni albüm“Doymadınız” mıydı? deki Deniz Göçü parçasında Doymadınız’dan önce de dinleyenin gözünde yazdan denemelerim oldu. Önce co- kalma bir akşam sahnesi ver’larla başlamıştım, daha canlandırmaya, gece sahile
24
uzanıp yıldızları izleme hissini yaşatmaya çalıştım. Sözlerinde çok bir mesaj kaygısı yok. Fakat albümün sonundaki Defter Dürüldü parçası örneğin, direkt olarak “Ya dünyaya unutulmaz bir şeyler bırakamadan gidersem?” kaygısından kafamda canlanan bir sahneyi, bu sahne içinde de ölüm döşeğinde yaşlı bir adamın aklından geçen cümleleri konu alıyor. Bu şarkı için daha fazla ‘ hikaye anlatma’ kaygısı var diyebiliriz. O yüzden altyapısı çok daha sade, akustik gitar ağırlıklı. Eski şarkılardan örnek vermek gerekirse, Kafamı Hissetmiyorum, topluma uyum sağlayamayan absürt bir karakterin ağzından anlatıyor, müziği çok basit, onun da amacı derdini anlatmak. “Kaç Canım Kalmış” adı sizin deyiminizle oyun dünyasına gönderme yapıyor; bir kısım dinleyiciniz ise “daha kaç canım kaldı” şeklinde daha melankolik bir ifadeye yoruyor. Şarkı sözlerinizde de aynı durum geçerli elbette. Kapalı anlatımın dinleyicide bir çağrışım havuzu oluştur-
masını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu noktada yanlış anlaşıldığını düşündüğünüz şarkı sözleriniz var mı? Varsa örneklendirir misiniz? Gördüğüm kadarıyla çoğu dinleyici kapalı anlatımları sevmiyor. Benim genelde “of çok direkt oldu” diye utana sıkıla albüme koyduğum parçalar dinleyiciler tarafından daha fazla benimseniyor. Muhtemelen daha samimi olarak algılandığı için. Örneğin son albümdeki “Söz, Kaçmıycam” parçası neredeyse hiç üzerinde düşünmeden 10 dakikada yazdığım bir parça, altyapısı çok sade. Bu parçayı albüme koyup koymamak konusunda çok kararsızdım. Ama gelen tepkilere bakılırsa iyi ki koymuşum. Yanlış anlaşılan sözlerden aklıma ilk gelen; Kafamı Hissetmiyorum’da “çiğ et yedim kımız içtim doğar doğmaz kadın istedim” sözleri bazı kesimlerce “Ecdadımızla alay ediyor!” şeklinde yorumlandı. Benim amacımsa tamamen küçük bir hatırlatma/gönderme yapmış olmaktı, çünkü lisedeki edebiyat derslerinde duyduğumdan beri Oğuz Ka-
25
ğan Destanı’nın bu cümlesi denk geldi. Kendimden örnek bana ilgi çekici geliyordu. vereyim 2011’di yanlış hatırlamıyorsam, Soundcloud’da Konsept müzik doksanlardan Yüzyüzeyken Konuşuruz, Habu yana icra ediliyor hiç- limden Konan Anlar (Şimdiki bir dönemde şimdiki kadar adıyla Adamlar) gibi projeüretilmedi ve böyle bir kitle- leri keşfettiğimde yaşadığım ye sahip olmadı. Bu hikâye aydınlanmayı hatırlıyorum. eden üslubun bu dönemde Böyle rahat, gündelik sözlerle, yıldızının parlamasının ne- basit altyapılarla -neredeyse deni neydi? Hikâye eden sadece akustik gitarla- insamüziğin, icracısı ve tüketici- nı yine de heyecanlandıran si arasında, ortak bir ihtiyacı bir müzik yapılabileceğine karşılıyor olma ihtimali var ilk kez tanık olmuştum ve bir mı? Ne olabilir bu ihtiyaç? anda gözümden perde kalk90’lar nesli; 90’lar Ameri- mış gibi hissetmiştim. Birçok kan popundan tutun 2000’ler kişinin de bu yüzden haziRock müziği de dahil, sürek- ne bulmuşçasına bu müzili olarak aşırı prodüksiyon- ğe sarıldığını düşünüyorum. lu müziklere maruz kalarak büyüdü. Bu doluluk sadece Yaratım sürecinin en zorlayıcı altyapılarda da değildi, ha- kısmı hangisi? tırlıyorum; 2000-2010 arası Söz-müzik sanırım. Çünkü Rock müzikte sözlerde de bir anlatacak bir şeyiniz olması ağdalılık, edebiyata en ya- gerekiyor. Sonra onu iyi kurkın olma yarışı vardı. Öylesi gulamanız gerekiyor. Doğru makbuldu. Bunu kötü bir şey sözcükleri seçmeniz, müziğe olarak söylemiyorum. Müzik tam oturtmanız gerekiyor; de aynı edebiyat akımları çok fazla parametresi var. gibi sürekli bir devinim içinde, Altyapıyı doldurmak gibi tekdönem dönem sadeleşiyor nik işler daha kolay geliyor ondan bıkılınca yavaş yavaş bana, seçilebilecek olasılıklar tekrar derinleşiyor. İşte bence daha az. Ama söz ve müzi90’lar nesli bu devinimin “sa- ğin bir formülü yok maalesef. deleşme arayışı” noktasına Varsa da sadece Sezen Ak-
26
su’ya falan vermişlerdir kesin. di. Aşırı eğlenceli, her şeyle dalga geçen şarkılar yazıyordum ama bu daha çok o ruh haline erişme çabasıydı. Daha sonra Masis Aram Gözbek yönetimindeki Boğaziçi Caz Korosu’na girdim. Koroya girmem bu süreçte dönüm noktası oldu. 1 buçuk yıl kadar yer aldığım koro, hem müzik bilgim ve ufkuma, hem ruh halime iyi geldi. Bu sırada da sürekli müzik dinlemeye devam ettim. Yeni müzisyenler, müzik türleri keşfettikçe artık sadece sözlerle derdimi Yeni bir albüm çıkardınız. İlk anlatmak yetmemeye başlaalbümünüzdeki hayat karşı- dı, müzikal olarak da değerli sında pasif direniş halinin, bu şeyler yapmak istiyordum ve albümde, kendini masalsı bir bunun üzerine gittim. Bu alezgiye bıraktığını görüyoruz. bümdeki parçalar o yüzden İlk albümünüzden bu yana altyapısal olarak ilk albüme geçen dört yılda müzik algı- göre çok daha dolu ve çeşitli nızda meydana gelen deği- oldu. şimin bir sonucu mu bu? Evet tamamen öyle. İlk Albümünüz çok yeni, tepkiler albümdeki şarkıları yazar- de bir o kadar sıcak. Yapılan ken İstanbul’a, üniversiteye yorumlara bakılacak olursa yeni gelmiştim. Genelde ani yeni albüm dinleyiciyi tatmin ortam değişiklikleri bende etmiş gözüküyor. Dinleyici ile olumsuz etki yaratıyor, bu de- aranıza uzun bir zaman girdi. ğişim şehir bazında gerçek- Bu albüm bir noktada geri leşince bu etki hat safhada dönüşünüz oldu denilebilir. olmuştu. Ruh halim bir yıl ka- Sizin beklentileriniz açısındar bir süre pek sağlıklı değil- dan durum nasıl, albüm sizi
27
de dinleyicileriniz kadar tatmin etti mi? Teşekkür ederiz. Genel olarak tepkilerden mutluyuz. Baştan sona içimize sinerek yaptığımız için zaten böyle olmasını umuyorduk. Özellikle bizi takip eden, dinleyen ya da yeni keşfeden insanlardan gelen tebrik ve destek mesajları beni çok mutlu ediyor. Hep birlikte daha iyilerine… Son olarak, yıllar önce, Damla Yolaç’la yaptığınız röportajda “kendim dinlemeyeceğim müziği yapmam” demiştiniz, bunu kendi müziğiniz adına bir ölçüt olarak kabul ediyorsunuz anladığım kadarıyla ama bir dinleyiciniz olarak merak ediyorum, dinlemeye doyamadığınız bir şarkınız var mı? Şarkılarınızla aranızdaki bağa dair ne söylenebilir? Evet kulağıma hoş gelmesi, başkası yapmış olsa ve ben dinlesem hoşuma gidecek olması bence en önemli kriter. Tabii yaptıktan sonra çevremdekilere dinletip fikirlerini de alıyorum her zaman. Ama genellikle şarkıları hem yazım hem de prodüksiyon aşama-
28
sında yüzlerce kez dinlemek durumunda kaldığım için, yayınlandıktan sonra artık dinlemeye pek halim olmuyor.
EDEBİYATIN KÂBUSU: WATTPAD Wattpad, makalelerin, hikâyelerin ve şiirlerin paylaşabileceği ücretsiz bir okuyucu-yazar platformudur. Yazarların keşfedilmemiş ve yayımlanmamış çalışmalarını içermektedir. Kullanıcılar hikâyeye yorum yaparak ve oy vererek katkıda bulunma hakkına sahiptirler. “Keşfet” bölümünden kitabın ismini yazarak okumak mümkün. Oy verme işlemi, kitap a rayüz ünde bulunan yıldız simgesi ile yapılır. Websitesi ile bağlantılı olarak ilgili gruplara katılma şansları vardır. Kullanıcıların yarısı Amerika’ya dayalıdır; Wattpad’in en çok kullanıldığı dört ülke Amerika Birleşik Devletleri, Hindistan, Filipinler ve Türkiye’dir. Wattpad 2006 yılında, Allen Lau ile Ivan Yuen işbirliğinde kurulmuştur. [1] Kullanıcı kitlesini, ülkemizde büluğ çağındaki gençler
oluşturur. Gün geçtikçe yaygınlaşmaya devam etmektedir. Wattpad’a yüklenen kitapların görüntüleme sayısı ve kitapların basılmış hallerinin satış miktarları bu kitlenin boyutunu gösteriyor. Wattpad kitaplarının içeriğini oluşturan konular, yazarların kullandığı dil ve üslup, kitapların edebi değeri gibi hususlar gerek basın gerek edebiyat camiası tarafından derinlikli ve objektif bir incelemeye tabi tutulmuyor, Wattpad’in hayali varlığı süregeldiği üzere devam ediyor. Ülkemizdeki Wattpad yazarlarının eserlerini incelediğimizde; genellikle yazarların benzer konuları işlediğini görmemiz mümkündür. Bu konular; kadın-erkek ilişkileri, cinsellik, zengin-fakir çatışmasıdır. Yazarlar bu konuları işlerken oportünist bir tavra
29
bürünmekteler. Örneğin; kadın-erkek ilişkilerinde erkek karakter kaslı ve zenginse, kadın karaktere taciz, tecavüz ve işkence etmekte hür olabiliyor. Bu olayların tümü normalmiş gibi anlatılabiliyorlar. İşin garip kısmı, bu kitapların yazarlarının genellikle büluğ çağındaki kadınların olmasıdır. Kitaplardaki dil ve üslup, oldukça zayıftır. Birbirinin benzeri cümleler, tekrar edilen kelimeler, dil bilgisel hatalar… Seçkin bir okuyucunun bu platforma yazanları okurken gösterdiği çaba, bu platforma içerik üreten yazarlarınkinden fazladır. Bu kitaplara edebi bir değer atfetmek bir yana dursun; edebi bir türün içinde göstermek bile aklın sınırlarını aşıyor. Wattpad kitapları yukarıda da değindiğimiz üzere ihtiva ettikleri olumsuz bütün niteliklere rağmen yayınevleri tarafından basılıyor, yapım şirketleri tarafından beyazperdeye aktarılıyor. Wattpad kitapları bazı yayınevleri tarafından basılmaktadır. Bu yayınevlerinden bazıları; Ephesus Yayınları,
30
Epsilon Yayınevi, İndigo Kitap... Wattpad kitaplarınının yayınevleri tarafından basılmasının tek sebebi olabilir, o da, kitapların okunma sayının çok fazla olması. Wattpad platformu üzerinden on milyon gibi astronomik sayılarda görüntülenen kitaplar, yayınevleri tarafından basılmaktadır. Basıldıkları andan itibaren yüz binlerce genç tarafından satın alınmaktalar. Onlarca kez baskıya girmekte, kitapçıların en görünür raflarında “gençlik edebiyatı” başlığı altında sergilenmektedir. Platformda çok görüntülenen ve basıldıktan sonra “çok satanlar”a giren kitapların bazılarının ise sinema filmleri çekilmektedir. Kötü Çocuk ve 4N1K kitaplarının sinema filmleri çekilmiş, yüksek maliyetli reklamlar yapılmış ve uzun haftalar boyunca vizyonda kalmıştır. Box Office Türkiye rakamlarına göre; Kötü Çocuk 358.192 kişi, 4N1K 463.196 kişi tarafından izlenmiştir. Hatta, 4N1K’ın ikinci filminin çekileceği duyurulmuştur. [2] Wattpad hakkında yazılan
makaleler mevcut mudur? içeriğine hem de gençliğin Wattpad basına nasıl yer al- üzerindeki etkilerinden bahmıştır? setmekten ise geri duruluyor. Wattpad sanatı melankoli Wattpad platformu hak- üretimiyle eşdeğer gören bir kına yazılan makale sayısı platform olarak hızla tüketioldukça azdır. Sinem Pala ta- cisini yarattı. Dileğimiz odur rafından kaleme alınan “Ede- ki; tüketicisiyle, ürettikleriyle, biyat Sosyolojisi Bağlamında üretenleriyle Wattpad’in tüm Yeni Bir Yazın Alanı: Watt- varlığının tükenişi de ilerleyişi pad” makalesi bu konuda kadar hızlı olsun. bize çeşitli bilgiler sunmaktadır. Sinem Pala makalesinde Özkan Öztürk Wattpad’ın okuyucu kitlesini, okuyucuların eğitim durum- Kaynakça: larını, Wattpad’in kitap oku- [1] ma ve kitap satışına etkisini http://www.wikizero.com/ ele almıştır. Akademik olarak index.php?q=aHR0cHM6Lynadiren ele alınan Wattpad, 90ci53aWtpcGVkaWEub3Jnhakkında daha detaylı bilgi L3dpa2kvV2F0dHBhZA edinmek isteyenler, makale- [2] ye academia.edu’dan erişe- https://boxofficeturkiye.com/ bilirler. [3] film/kotu-cocuk-2013306 Wattpad kitapları ve ya- https://boxofficeturkiye.com/ zarları basında genellikle şu film/4n1k-2013322 başlıklarla yer alıyor: “15 ya- [3] şındaki genç yazarın kitabı https://www.acadeyüz bin sattı.”, “Genç yaza- mia.edu/35978151/ rı görmek isteyen hayran- Edebiyat_Sosyolojiları kitap fuarında izdiham si_Ba%C4%9Flam%C4%Byarattı.” Sözde fikir insanları 1nda_Yeni_Bir_Yaz%C4%B1n_ olan köşe yazarları, bu plat- Alan%C4%B1_Wattpad.docx forma gösterilen yoğun ilgiden bahsetmekten öteye gidemiyorlar. Hem kitapların
31
“
Bir rüya ya da kabus aslında kafanızın içindeki bir film gibidir o kadar, tek farkı siz de içinde yer alabilirsiniz.
Çizer: Mehmet Mergen
-Otomatik Portakal, Anthony Burgess