Selig Fanzin

Page 1


Dizin 

Giriş

Çocuk: “ Görünen Eller”

Bir Hareketin Tasviri

Marangoz

Luriana Lurille

Islık

O, Ben Değilim

Bilge Karasu: Troya„da Neden Ölüm Vardı?

Söz Hapsi

Sonsöz

Dize Arık

Eserleriyle: Abdulkadir Pala- Fatma Şen- Melih Mert Biçer- Sema Kaya- Semi Yılmaz-Yavuz Yılmaz- Ebrar Kılınç- Kaan Server Atıcı


Yeniden karşınıza çıkabilmekten onur ve gurur duyuyoruz. Bu sayımızda yeni arkadaşlarla devam ediyoruz. Teşekkür ediyoruz, gösterdiğiniz ilgiye, arkadaşlarınıza anlatışınıza, kısacası yaptığınız her şeye… İlk sayımız için onlarca kıymetli eleştiri aldık, gerek yazım yanlışları olsun, gerek basım hataları olsun hepsine dikkat etmeye çalıştık, elimizden geldiğince çabaladık. Buradan da anlıyoruz ki; yaptığınız bunca değerli eleştiri, aslında bizden çok daha güzel şeyler beklediğinizin kanıtıydı. Yollanan onca “öyküyü” tek tek inceledik, yorumladık ve tartıştık içlerinden tatmin olduğumuz öyküleri sizlerle paylaşmaya karar verdik. Yollanan “öykülerin” içerisinde üstüne en çok konuştuğumuz konu; Öykü adı altında gönderilen birçok metnin “duygusal deneme” diyebileceğimiz bir formda olmasıydı. Günümüz Türk edebiyatında, onlarca eserden parçalar gördük, yarım, tamamlanmamış cümleler, bohemlik, şarap, gri şehirler ve sözüm ona kurtarıcısına küsmüş karakterler. Öyküler, çok fark etmesek de hayatımızın bir parçası, kendi hayatımızı yaşarken bu öyküyü değiştirebilecek tek bir etken var o da biziz öykümüzün karakteridir. Dünyada yaşayan insanlar olarak bizler de pek tabii ki farkındayız yaşanmakta olan hayatın zorluğunu, savaşlar, midesizlikler, ekonomik daralmalar kimseyi ayrıt etmeksizin etkilemekte. Bu öykü, öyle beğenmediğiniz takdirde kapatabileceğiniz yahut geçebileceğiniz bir öykü değil. Bu öykü milyarlarca yazarla beraber yazdığınız bir öykü, bir yazar olduğunuzun farkında olup bu öyküye güzel tatlar eklemek bizim elimizde, kalemi bir alalım bakalım neler oluyor, en azından yazar olduğumuzun, en küçük çevreyi dahi etkilediğimizin farkında olalım. Yazılmış ve yazılmakta olan tüm “kötü” öykülere elimize bir kalem alıp düzeltmeye ve yazmaya başlayalım.

Talofa sevgili okur! Selig Fanzin Ekibi


Çocuk: “Görünen Eller” Yeşil yaprakları, budanmamış dalları, iri gövdesi, üzerinde kuşları ve etrafında çocukları olan bir ağacın altına oturmuşum. Tam on sekiz tane çocuk var etrafında, hiç susmuyorlar. Altı çocuk maç oynuyor. Üçe üç. Birer tanesi kaleci. İki çocuk hafifçe eğimli bir toprağın üzerinde oturmuşlar, ellerindeki çubukla yeri karıştırıyorlar. Bazen iki üç laf ağızlarında ya çıkıyor ya da çıkmıyor. Dört kız çocuğu bir halka oluşturmuşlar “kutu kutu pense” ismini verdikleri bir oyun oynuyorlar. Onları seyreden iki kız çocuğu ise banka oturmuş. Üç tane çocuk ise ellerindeki bisküvileri paylaşıp, kahkahalar atarak, eğleniyorlar.

Bir çocuk ise köşeye çekilmiş etrafı seyrediyor. Göründüğü kadarıyla

yalnız biri olduğunu fark ediyorum. Ağacın, çok misafiri var galiba. Kuşlar da, çocuklar gibi. Onlar da hiç susmuyor. Özellikle de yavru kuşlar. Yuvalarını arıyorlar galiba. Gözlerini sonuna kadar açmışlar. Etrafa bakıyorlar. Bir çocuğun elindeki bardakta yere düştü zaten. Biri ağlıyor, ikisi ağlıyor, üçü ağlıyor, dördü, beşi, hepsi… Çocuk ağlıyor, herkes ağlıyor. Gözleri acıyor galiba. Artık hiç kimse susmuyor. Çocuğun gözyaşı, kuşun sesi, kalemimin mürekkebi… “Hiç, bir kuşun ağladığını gördünüz mü siz? Ya da gülerken, gagasını, bir sağa bir sola oynattığını. Peki, hiç utanırken yanaklarının kızardığını? Göremezsiniz siz asla bir kuşun ağladığını. Gözyaşlarını saklar o. Ya da gülerken gagasını bir sağa bir sola oynattığını. Görmek için sessiz olmak gerek. Hatta bir kuşun utandığında yanaklarının kızarıp kızarmadığını görmek için ise…” -

Ne yapıyorsunuz siz orada?

-

Oturuyorum.

-

Hayır, onu sormuyorum. Elinizdeki kalemle ne yapıyorsunuz?

-

Yazı yazıyorum.

-

Yazı mı?

-

Evet, bir yazı yazıyorum.

-

Ne yazıyorsunuz peki?

-

Görebildiğim her şeyi yazıyorum. Önce etrafa bakıyorum. Sonra kuşları yazıyorum. Tekrar etrafa bakıyorum. Sonra da ağaçları yazıyorum. Bir daha etrafa bakıyorum. Bu sefer de çocukları yazıyorum.


Cevabım çocuğun ilgisini çekmişti galiba. -

Hangi çocukları yazıyorsunuz peki? Ben yazılabilecek bir çocuk muyum sizce?

Susmuştum. Çocuğun bu sorusu da beni hayrete düşürmüştü. Bir hayalini anlatır mısın dediğim zaman “kırmızı bir Anka kuşum olsun ya da çikolatadan bir evim olsun” demeyecek bir çocuk izlenimi uyandırmıştı ilk zamanlarda bende. -

Saçları, gözleri, elleri, ayakları, burnu ve kulakları olan çocukların hepsini yazarım ben. (Bunu söylerken, çocuk kendisinde şüphe etmiş bir şekilde üzerine göz atıyordu.) Bu yüzden seni de yazabilirim öykülerimde.

-

Yani bir çocuğun, sadece eli bile olmasa, o çocuk yazılamaz mı?

-

Yazılır, niçin yazılmasın?

-

Ama onun eli yok ki.

-

Onun elinin olmadığını görsen bile aslında onun bir eli vardır. Kendisini her zaman bir rüyadaymış gibi görür. Eli olan bir çocuk kadar mutludur o, hatta bazen daha da mutlu olabilir. Elini herkesten gizlediğini zanneder, bunu çok sever. Bu yüzden o çocuğun da aslında bir eli vardır. Öyle çocukların hikâyesi, şimdiye kadar yazılan hikâyelerin hepsini içerir.

Dediklerim, çocuğun aklını karıştırmıştı galiba. Bir süre sessiz kaldı. Kuşu seyre dalmıştı. Bir tren geçiyordu o anda. “Yusuf, bak tren geçiyor!” diyordu bir anne Yusuf‟una. Başka bir çocuk yerdeki kırılan bardağın parçalarını topluyordu. Tam on sekiz kişiydiler. Hiç susmuyorlardı. Burası hiç bu kadar sessiz olmamıştı. Çocuğun gözleri artık bana odaklanmıştı. Kalemimin mürekkebine. Hiçbir çocuğu üzmemiştim. Genellikle çocuklar ağlardı. Ama bir çocuğu üzdüğümü anımsamıyorum. Susmuş bir çocuğun gözleri her şeyi tehdit edebilir. Olmayanı kışkırtabilir. Çocuklar bu yüzden genellikle suskun olmayı tercih etmezler. -

Bak sana ne diyeceğim. Sen bana henüz

ismini bile söylemedin. Adın nedir,

evin var mı, burada yalnız başına ne yapıyorsun? Kendini tanıtmak ister misin? o Tabii. Öncelikle, ben bir çocuğum. İsmim Abdullah. 3 yaşındaydım. Ailemi kaybettiğimi söyleyenler var. Bir evimiz varmış bizim. Demiryolunun hemen yanında, iki katlı bahçeli ahşap bir evmiş. Bahçesinde ağaçları ve kuşları varmış. Her sabah 6.15‟te çıkarmış ağacın üstüne, bütün mahalleyi uyandırırlarmış. Üç tane yavrusu varmış. En


sonunda onlarda kaybolmuş. Şimdi ben ailemi arıyorum. Herkese soruyorum. Ama bana hiç kimse bir şey söylemiyor. Saklıyorlar. Ama bulacağım. Bulduğumda ise sarılacağım aileme. Beni terk ettiği için onlara kırgın değilim. Sadece onları bulmak istiyorum. 7 yaşındaydım. O zamana kadar beni komşular gözetmiş. Bir gün onları çok bunaltmışım. Günlerce ağlamışım, hiç susmamışım. Gördüklerime inanmamışım. En sonunda bana “ailen falanca yerde” diyerek bir trene bindirip beni evimden uzaklaştırdılar. Şimdi ben ailemi arıyorum. Yani yalnız değilim aslında. Var olduğunu bildiğim bir ailemi arıyorum sadece. Onları bulmak istiyorum. Şuan da 11 yaşındayım. Her yerde ailemi bulmak için böylece dolaşıyorum. -

Ama bunu yalnız başına nasıl başaracaksın? Tek başına bulamazsın sen aileni. Dünya çok büyük bir yer. Gördüğün bu bahçe kadar küçük bir yer değil. Kaybolabilirsin.

-

Hayır,

kaybolmam

ben.

Hiç

kimseye

ihtiyacım

yok

benim.

Zaten

komşularımızdan da nefret ediyorum. Yıllarca oyaladılar beni. Hiç kimse bana “ailen şuraya gitti evladım, şu yolu takip etmelisin.” demedi. Oyaladılar ve zaman kaybettirdiler bana. Bu yüzden benim artık oyalanmaya ihtiyacım yok. Hiç kimseye ihtiyacım yok. -

Hayır, ihtiyacın var evladım. Sana “ailen falanca yerde, oraya git” diyemem. Çünkü aileni tanımıyorum ben. Ama sana şunu söyleyebilirim ki, dünya çok tehlikelidir. Yalnız başına bu sokaklarda, bahçelerde, caddelerde aileni arayacak olursan kaybolursun. Hiç kimse seni sahiplenmez. Kaybolursun, ölürsün, yani tek başına olduğun için aileni bulamamış bile olabilirsin.

-

Tamam, öyleyse, tek başıma aramayacağım. Birisini bulacağım. Ama kesinlikle o komşularımdan uzak kalacağım. Onları bir trene bindirip, intihara sürüklemek istiyorum hatta. Uzak olsunlar benden. Birisini bulacağım. Kimi bulmam gerekiyor öyleyse. Siz yardım edin bana, ailemi birlikte bulalım. Özlüyorum onları.

-

Ailen çok uzakta evladım. Bu bahçeden çok uzakta.

Sustum. Artık çocuğa bir şey söylemeyecektim. Bunu, ona apaçık gösterecek bir hal aldım. Çocuk (Abdullah), bunu fark etmişti. Kalktı. Yanımdan gitti. Giderken, arkasına


dönerek bana sadece bir kere baktı. Daha sonra yanımdan koşarak uzaklaştı. Ben de kalemi ele almıştım ve yazmaya devam ediyordum. “Hiç, bir kuşun ağladığını gördünüz mü siz? Ya da gülerken, gagasını, bir sağa bir sola oynattığını. Peki, hiç, utanırken yanaklarının kızardığını. Göremezsiniz siz asla bir kuşun ağladığını. Gözyaşlarını saklar o. Ya da gülerken gagasını bir sağa bir sola oynattığını. Görmek için sessiz olmak gerek. Hatta bir kuşun utandığında yanaklarının kızarıp kızarmadığını görmek için ise… Çocuk olmak gerek.” Abdulkadir Pala


Bir Hareketin Tasviri Zaman kavramını yitirmiş bir biçimde yaşamını sürdüren kadın cenin pozisyonunda gözlerini araladı, günü doğmuştu. Tüm uykularının aynısı bir yarı ölümü arkasında bırakmıştı. Hareket etmeden, rüya görmeden. Yüzü duvarı görür bir halde, sağ eli başı ile yastık arasında; parmakları saçlarına karışmış, başparmağı hemen kulağının altında, sol eli ise cansız bir varlık gibi yatağa sarkar bir durumda. Her gecesinde böyle yatar her uyanışı da böyle olurdu. Gözlerini araladığında ilk olarak dumandan grileşmiş kireç duvarını görürdü. Yine aynısı oldu. Eskimiş, silinip giden mum ve tütsü izlerine ev sahipliği yapan duvarına araladı gözlerini. Bir müddet öylece uzandı, duvarını seyretti ve onunla sohbet etti. Yıllardır lal olan dili yalnızca nesnelere çözülürdü zaten. Yavaş yavaş yerinde doğruldu. Kahverengi battaniyesini kenara çekti ve çıplak ayaklarını soğuk tahta zeminle buluşturdu. Elleri iki yanındaydı bu sefer, yataktan destek almaya çalışır gibi bir hali vardı. Ağır ağır doğrulurken saçları ahenkle dalgalandı. Lavabosunda yüzünü yıkarken çatlak aynasında bir an aksini görür gibi oldu ve bakışlarını hemen oradan çekti. Ayaklarını sürüyerek tek taraflı penceresine yaklaştı ve perdeyi araladı. Dışarıdaki sise rağmen sokak lambaları görevlerine devam ettiklerini göstermek uğruna çabalıyorlardı; cızırtılar çıkartan, yanıp sönen bozuk lamba dışında. Lamba'ya gülümsedi. Diğer lambaların aksine olan çabası kendisine daha yakın hissetmesine sebep oluyordu. Beklediği gölgenin düşmesi adına verdiği çaba ise ona hayran kalmasını sağlıyordu. Bakışları var olan tek dostunda çok fazla oyalanmadı. Gözlerini birlikte bekledikleri, hatta o yokken bile Lamba'nın bekçilik yaptığı eve çevirdi gözlerini. Bir müddet karşı eve baktı. Soluksuz, karanlık öylece duruyordu, ölüyü andıran bir çöküklüğe sahipti. Odasındaki tek farklı renge yöneldi. Dolabının yanındaki kadife kumaşla kaplı koyu yeşil, ceviz yaprağının yeşiliydi, tekli koltuğunu penceresinin yanına taşıdı; rahatsız edici bir sesle. Her uyanışından sonra yaptığı bu koltuk taşıma işi yüzünden yer çizikler ile doluydu. Tahta çerçeveli penceresini açtı ve keten perdesini pencere ile duvar arasına sıkıştırdı. Sabah meltemi uykulu süzülüşü ile kirpiklerini okşadı, saçlarına değdi, kollarını sıvazladı ve odasına girip puslu havasına karıştı. Sol bacağını altına alarak koltuğa oturdu. Sağ bacağını göğsüne doğru çekti ve çenesini dizine yasladı. Gözlerini önce bulutlu gökyüzünde gezdirdi ardından ise hep yaptığı gibi karşı apartmana dikti. Yıllardır açılmayan perdenin arkasındaki, tek kalmış fakat üç aydır göremediği gölgeyi görme umuduyla ayırmadı bakışlarını. ***** Ay'ı, ibadet eden bir kimse gibi huşu içinde karşıladı. Uyuşmuş vücudu ile hiç kalkmamış gibi oturuyordu koltuğunda. Yıldızlara yaktığı mumlarla eşlik etti.


***** Badem rengindeki paltosunun en alt düğmesini ilikledi. Kahverengi kundurularını ayağına geçirdi. Masasının üzerindeki anahtarı alıp cebine attı. Kurumuş çınar yaprağı rengindeki saçlarını paltosunun içinden çıkartıp omuzlarına saçtı. Bu sıradan harekette bile bilekleri zarafetini korumaya devam ediyordu. Perdesini ardına kadar açık bıraktığı ahşap pencereden dışarı baktı, mavi ve grinin iç içe girmiş olduğu gökte tek ses bile yoktu. Özlediği kokuyu duyumsamak ve ona karışmak için hızlıca kapıya yöneldi. Bir tek onun farkında olmadığı, yanından geçtiği ağaçların bile duyumsadığı kendine has kokusunu ardında bırakarak tütsü dolu odasından ayrıldı. ***** Arnavut kaldırımında ritmik adımlarla yürüyordu. Tahta tabanlı kundurularının yolda çıkarttığı ses; onun gelişini müjdeleyen, dünyadaki varlığını kanıtlayan bir konçertoydu. Sokaklar ne zaman bu ritmi duysalar sükûnetle yaklaşmasını beklerlerdi. Beyaz teniyle sisli sabahın bir parçasıydı o da artık. Adımlarını aksatmadan sokakta yürümeye devam etti. Şehrin sabah sahnesinde yalnızca o vardı, bir de hantallığıyla ona eşlik eden uykulu kedi. Paltosuna, beyaz tenine, kirpiklerine ve saçlarına sinmiş olan soğuk kokusuyla gülümsedi. Özlediği kokuyla bir bütün olmuştu bile. ***** Nerede olduğunu bile bilmiyordu, fakat daha önce hiç gelmediği bir yer olduğundan emindi. Öğle saatlerinde kendini belli eden güneşle birlikte sokaktaki kalabalıkta gittikçe artmıştı. Paltosuna daha çok sığındı, başını eğerek yüzünü de gizlemiş oldu. Kimsenin hafızasında sureti kalmamalıydı. İnsanlara değmemeye, yok'muş gibi olmaya çalışarak yürümeğe devam etti. Bir süre sonra kalabalığın arasında keman sesi duydu ve adımları istemsizce oraya yöneldi. Tüm kurallarını unutup insanlara çarparak belki de iz bırakarak en öne doğru ilerledi. Adamı seyrederken odasındaki duvara yaslı boş keman kutusu, içinde erimiş mum kalıntıları ve tütsü külleri vardı, geldi aklına. Yıllardır eline almadığı, hatta görmekten bile büyük bir titizlikle kaçındığı kemanını dolabına saklamıştı. Kemanını da dünyada olabildiğince az yer edinmeye karar verip sustuğu vakitlerde gizlemişti. Göğsünden taşıp gözlerine yansıyan bir hasretle keman çalan adamı seyretti. Uzun bir süre orada durduğunu fark edince bedenini titreten bir telaşa kapıldı ve dikkat çekmeden oradan uzaklaşmaya çabaladı. Kalabalıktan sıyrıldıktan sonra nereye gittiğini bilmeden yürümeye devam etti. *

*

*

Sokaklarda yürümeyi, yaşamın içine karışmayı seviyordu. Boynuna taktığı fotoğraf makinesi ile sokak sokak dolaşmayı, insanlarla sohbet edip iz bırakmayı ve


gördüklerinin fotoğrafını çekip zihninde kalan koku ve seslerle hayatının sonuna kadar yaşatmayı amaç edinmişti kendisine. Uzun süredir gelmediği meydanda yürürken duyduğu keman sesine doğru yaklaştı. Keman dinlemek ve uzun süredir görüşemediği eski dostu kemani ile konuşabilmek için önlere doğru ilerleyip kahve tonlarıyla bezeli bir kadının yanında durdu. Ancak duyumsadığı tarçın kokusu dikkatini çok çabuk çekti. Yanındaki kadından gelen tarçın kokusu önce onu hayrete düşürmüş sonrada amansız bir meraka sürüklemişti. Bir kadın nasıl olurdu da böyle hoş tarçın kokabilirdi ki? Tarçının yalnızca salebe yakıştığını düşünmüştü bu yaşına kadar. *** Kadından çok salepti zaten. *

*

*

Güneşin gittikçe görünmez oluşuyla sokaklarda tenhalaşmaya başlamıştı. Yaşamın en sevdiği vakitleriydi bu saatler. Ne gece ne gündüz. Yorgun insanlar etraflarına bakmadan ilerlerken görülme kaygısı daha az oluyordu. Sağa döndüğünde karşısına soluksuz bir sokak çıktı. Adımlarını gittikçe ağırlaştırdı. Kendisine ait tek ses ile ritimli bir şekilde yürümeye devam etti. Burada onu kimse duyamazdı, bunun huzuruyla gülümsedi. *

*

*

Akşam ezanı okunmuş, hava kararmaya yüz tutmuştu. Fakat kadının birisiyle konuştuğuna şahit olmamıştı. Hatta kadının insanlardan olabildiğince uzak durduğunu gözlemlemişti. Yine de sabırla kadını takip etmiş, ona ait bir ses duymak için beklemişti. Kadın bir süre sonra ıssız bir sokağa girdi. Sokak sakinleri evlerine çekilmiş olmalıydı. Kadından başka kimse olmamasına rağmen adım sesleri duydu. Kadından duyabileceği tek sesin bu olabildiğini anladı ve fotoğraf makinesine davrandı. *

*

*

Ardından gelen adım sesleriyle sokakta yalnız olmadığını fark etti. Sokaktaki diğer kimsenin geçip gitmesi için adımlarını yavaşlattı. Birkaç saniye içerisinde diğer adımlar da yavaşladı. Arkasındakinin kim olduğunu görmek için kafasını hafifçe eğdiği anda bir fotoğraf çekme sesi duydu. *** Kadın orada öylece dondu, o sokakta hareketsizce kaldı; sonsuza dek. Fakat onu kimse görmedi. Oysaki geriye bir fotoğraf karesi olarak bile kalmak istemezdi.

Fatma Şen


Marangoz

65 yaşında işini seven bir marangozdu. Yaklaşık 55 senedir bu iş ile uğraşıyor ve hayatından bir şeyler katıyordu. Karısını 10 yıl evvel kanserden kaybetmiş, yaptığı sandalyeler ve masalar acıyla kesilmişti. Talaştan sararmış parmak uçları ve nasır tutmuş avuçlarıyla -sanki karısının yüzünü okşuyormuşçasına- öyle narin ve zararsız yapıyordu işini. Nasırlı avuçlarıyla karısının tenine zarar vermemek için yavaş okşardı. Hatta bazen dokunamazdı bile. Her pazar sabahı, tıpkı eski günlerde ki gibi saat 6 da kuşların cıvıldayan neşesiyle açardı marangozhanesini. Karısının, onun için yaptığı çilek reçellerini getirirdi yanında. Oturturdu karşısına karısını, birlikte kahvaltı ederdi. Hayatta hep işine odaklanmış ve çevresinde olan biten şeyleri görmezden geliyordu. E tabii yanındaki güzellik çevreyi alt eden cinstendi. Bir nevi hayata tutunmak için kullandığı malzemeleri sıkıca tutuyordu elinde. Bir mucize lazımdı onun için. Yaşama tutunmuş ama yaşamdan kopmak için bahane arıyordu kendine. Hastalıklı bir yalnızlıktı, ne kendi yalnızlığından vazgeçiyor, ne de yalnızlığının sandalyesine başkasını oturtuyordu. Onun ustalık eseriydi ilk ve son aşkı için yaptığı tekerlekli sandalye o tekerlekler geçmişe sürüyordu marangozu. Sararmış parmak uçları, tıpkı sonbaharda düşen sarı yapraklar gibi düşüyordu tezgâhına. Kar taneleri düşmüştü bıyıklarına. Loş ışıklarından geçip gidiyordu, karışıp duruyordu umutsuzluğu talaş parçalarına. Keder keskinleştiriyordu testeresinin bıçaklarını. Hayat ağacının dallarından huzursuzluk dökülüyordu.

Her sabah gülüşleriyle uyandırırdı onu kadın. Her sabah, deniz mavisi gözleriyle ''Uyan artık canımın içi'' derdi. Canının en içinden seven kadın. En derinlerinde yatan can özünü bağışlardı adama. Günler onunla ayardı, geceler onunla iyiydi. Yağmur onunla yağardı. Umut gibi kıvırcık karışık saçları dökülürdü ince narin omuz yatağına. Huzuru bulurdu en ufak tebessümünde. Hayat bu derdi hep karısına baktığında. Kızgınlığında kaşlarını çatar mahşeri yaşatır, sakinliğinde sanki çölün ortasında bir vahayı yaşatırdı adama. Böyle güzel, muazzam ve kararlı bir sevgi vardı. Elinden gelse karısının gözlerini ilk açtığı andan, kapattığı son ana kadar izlerdi adam. Koşa koşa gider kurulurdu hemen yanına. Karısı kanserden bacaklarını kaybetmiş ama ne umudu, ne güzelliği ne de o gülüşü hiç eksilmemişti yüzünden ve gözünden. Uzun bakamazdı adam gözlerine boğulmak kaygısıyla ama kendisi de çok iyi biliyordu ki o gözlerde çoktan boğulmuştu adam. Böyle bir sevda, böyle bir umut nasıl yok olabilirdi ki? Kadın bilgiçti, adam dinlerdi. Kadın dokunmaya doyamazdı, adam dokunmaya kıyamazdı. Nasırlı ellerim yüzüne değmesin, o narin bembeyaz gülüşlerin kirlenmesin derdi... Son anında bile güzeldi kadın. Ölüm bile böyle bir güzelliği yok edememiş aksine daha da berraklaştırmıştı. Biliyordu kendisini beklediğini cennet bahçelerinde. Biliyordu ki oradan en güzel çilekleri toplayıp reçel yapacaktı yine kendisine.


Soğuk kış gününde havayı ısıtan bir güneş gibi girmişti genç kadın içeriye. Yüzünde gülümsemesi tamamı ile kasvet kaplamış, toza bulanmış marangozhaneyi bembeyaz yapmıştı. Bir mucize miydi o? Yoksa sıradan bir müşteri miydi? Marangoz hatıralardan ağırlaşmış, derin düşünce kuyusundan kaldırdı kafasını ağır ağır. Bir ceviz ağacı meyve vermeye başlamıştı karısını kaybedeli. Dünya 10 defa dönmüştü güneşin etrafında ve o gün içeri bir güneş girmişti. Adam kadının gözlerine baktığı anda kaybetmişti kendini. Bu uğruna ömrünü verdiği karısını ilk gördüğü haliydi. Pembe hırkası üzerine attığı kot ceketi, uçları hafif pembe saçları ve altında yeşil pantolonu. Ve kendine has gülüşü. Bu başka bir yerde görülmemiş bir olaydı. Koltuk değnekleri ile beraber geldi.65 yaşında bir insan ancak bu kadar atik ve heyecanlı olabilirdi. İçinden, „Ne bakıyorsun aptal, kalk genç hanıma yardım et!'' diye geçirdi. Ama üstündeki yokluğun ağırlığı, kafasına düşmüş bir örs, vücudunu ele geçiren amansız acının ağları. Zor kalktı ayağa. Genç bayan; -Aman amcacım! Siz rahatsız olmayın sakın, ben sizden bir şey isteyecektim dedi gülümseyerek. Gülüşünden umut yağıyordu yeryüzüne. Yanağındaki çizgiler kaderin acımasızlığına karşı dimdik duran, çelikten duvardı adeta. -Buy. Buyurun kızım dedi. Kelimeler ağzından kayıyordu yaşlı adamın. Bir bir intihar ediyordu hepsi. Ani bir kelime felci olmuştu. Kelimeler daha ağzından çıkmadan eriyorlardı sanki. -Koltuk değnekleri canımı yakıyor. Bana bir adet tekerlekli sandalye yapar mısınız acaba? Adam bir kaç dakika duraklayıp kızın yüzünü inceledikten sonra anca cevap verebildi." -Ta. Tabi 10 gün içerinde hazırlarım, siz de gelir alırsınız. Çok teşekkür ederim dedi saçlarından mutluluğunu bir damla bırakarak arkasını döndü. O döndü, döndü ve içeri soktuğu güneşin ışığını alarak kavurucu sıcakla baş başa bıraktı marangozu. Tarifi edilemez bir yangın, bir acıyla birlikteydi adam şimdi. Dizleri tutmadı. Omuzları ağırlaştı, kafası daha derinlere düşüyordu. Bu olmamalıydı. Kafayı daha yememişti buna emindi. Ne de olsa kendi elleriyle vermişti toprağa ağaç hatmini. Gözlerinde kaybolduğu denizi toprağa karıştırmıştı kendi elleriyle. ''Aynı böyle tanışmıştı. Bir ilkbahar akşamında, güneşi batsa bile sıcaklığını hissettiğimiz güngörmüştü. Yüzünde aynı telaş, aynı mahzun gülüş ve aynı gözlerle. Ondan öncesine dair bir şey hatırlamazken ondan sonrasına dair her şey aklına çaktığı bir çiviydi. İlk ustalık eserini yapmış, ilk aşkını yaşamış ve ilk onunla birlikte yaşamayı tatmıştı. Bir ''seviyi'' anlamak için bir ömür harcayacaklardı. Harcadılar..."


Kim bilir belki de ikinci bir ustalık eseri çıkacaktı acılarını yoğurduğu ellerinden yıllar sonra. Geçen 10 günün ardından, özenle hazırladığı, nasırlı elleriyle özenle çivisini çakıp, işkencesini sıkıştırdığı sandalye bitmişti. İlk önce genç hanımın otururken halini görmek için sabırsızlanıyordu. Gözleri kapının ardından açacak bir çiçeği arıyordu. Karısının oturduğu yerin tam karşısına koymuştu sandalyeyi. Bekledi, bekledi. Akrep ile yelkovan birbirine sıkıca sarılmış sarmaşıklar gibi hareket etmiyordu. Zaman ihanet ediyor, sabrın sınırları zorlanıyordu. Akşama kadar itele kakıla vakit geçti. Kimse gelmedi. Gelmeyecekti. Adam ilk ustalık eserinin karşısına koyduğu ikinci ve son ustalık eserine oturdu. Biliyordu artık, mucize çoktan gelmişti. Karışı onu yanına çağırıyordu. Koltuk değneklerine ''yalnız'' tutunmak onun canını yakan şeydi aslında. Canının içinin olmayışı yakıyordu canını. Ve adam oturdu sandalyesine, karısının ona yaptığı son çilek reçeli kavanozunu yanına aldı. Son defa baktı dünyada ki aşkına. Son defa gülümsedi. Önce onca zorluğa rağmen titreyen bacakları kesildi bedeninden, sonra kaderin acısını taşımaktan çökmüş omuzları yere bakmaya başladı ve en son parmak uçlarında sarı ve saçında kar taneleri ile karısının yanına gitti...

''İlk

ustalık eseriydi aşkının ayaklarına can vermek, İkinci ustalık eseriydi aşkının ayaklarına gitmek.'' Melih Mert Biçer


Luriana Lurille

01.11.17 „Her kelime bir resimdir/Sanki bakmaya asılmış‟ Bu sabah bir kuşun kanat çırpma sesiyle uyanan Luriana, pencerenin hemen önünde duran tuvalinin üzerine bu sesi çizdi sonra pencereyi açıp sabahın o temiz havasını içine aldı. Yolda yürüyen babaannenin torununa; "Sen olmasan kimsem olmaz seni de benim için yarattılar galiba." deyişini de içine aldı. Sonrasında Luriana resmine uzun uzun hiçbir şey çizememiş gibi baktı. Kuşun ürkek ayak sesiyle o an yeniden canlandı ve yeniden yaşadı. İşte bak ve gör bir zambağın perçeminin nasıl kesildiğini… Luriana dokunuşlarının ve bakışlarının rengindeki geceliğiyle pencerenin önündeki tuvalin yamacına oturdu. Tam otururken ölümün sahibinin kim olduğunu düşledi fakat yüzlerde gülümseme olsun diye değil. Albercht yüzündeki o çirkin alayı bir kenara bıraktı. Albercht ve Luriana göz göze geldikleri ilk andan beri birbirlerinin bakışlarının içinden hangi hızla, hangi düşsel bataklıkça şeylerin geçtiğini biliyorlardı ve Luriana için bu durum derin sızılara neden oluyordu. Luriana resmine paramparça oluşun çizgisini attı, sonra kuşun kanat çırpma sesini çizdi. Tuvalde, ansızın çıkan günün sıcaklığı oluştu. Kendini güzde kökleri bile düşmüş bir ağaç olarak düşledi. Birden bakışlarını pencereye doğru çevirdi çünkü pencerenin gördüğü göle yapraklar usulca düşmeye başladı. O iki ovanın ortasında sıkışmış göldeki yansımasına uzun bir müddet baktı. Her şeyin iki boyut taşıdığının bilincindeydi. Ve o bakış sütunundan nefes nefese kalarak sıyrıldı. Albercht‟i çizdiği resmine geri döndü. Luriana resmine kocası Albercht'in bir gölün yansımasına bakarken ki halini tahayyül edip çizdi fakat tek bir eksikle; Luriana Albercht‟in bakışlarını çizemedi. Albercht‟in yüzü bir ceviz yaprağı gibi belirdi fakat gözlerini çizememesi Luriana'yı ağma yapıyor bunu görmüyor musun Albercht? Niçin bakışlarını ona vermiyorsun ve neden göz kapaklarının üzerinde toprak var?


Resimde gölün üzerine yansıyan sapasağlam bir masa var fakat yine aynı resimde gölün kıyısında bir ayağı kırılmış bir masa var. Resimde göle yansıyan çiçekler var fakat yine aynı resimde çiçeklerin yansıyabileceği noktada kalbini tutmuş sancılı bir kadın var. Gölün yansımasına kuşlar kanat açmış, resmin üst kısımlarında akbabalar kanat açmış resme... Resimdeki en belirgin kısım ise masanın kırık ayağı ve sapasağlam olan masanın ayağı.

Bu sabah bir kuşun kanat çırpma sesiyle uyanan Luriana, pencerenin hemen önünde duran tuvalinin üzerine bu sesi çizdi... Oysa Luriana bu sabah o sesi duymasaydı, pencerenin ardından gördüğü göle ulaşan o vadiden yuvarlanıp o gölde boğulmuş olacaktı.

Kocası Albercht'in uyanma sesini duyan Luriana, kafasını o tarafa hiç çevirmeden göz kapaklarından ayak parmak uçlarına kadar bir ıslaklık duyarak resmine devam etti ve Albertch‟e: -Bu hem bir nefes değse kırışıverecek bir şey hem de atlar koşulsa yerinden kıpırdatılmayacak bir şey, dedi ve tablonun üstüne kırmızı renkler sürerek konuşmaya devam etti, o bilinmezliğe doğru yolumu bulmaya başladım bir yandan da sanki orada


senin yanında oturuyor gibi bir his var içimde. Albercht'in umursamazlığını fark eden Luriana konuşmasını başka bir yönden sürdürdü: -Ellerimin cüzzamı Albercht, çizgilerime de bulaşıyor ve beni işe yaramaz bir hale getiriyor! Luriana bunları söylerken Albercht pencerenin önünde dururken bile ne kadar asil bir karısının olduğunu düşündü ve istemsiz bir mutluluk sesi duyuldu. Luriana Albercht‟in neye güldüğünü hemencecik anlayıp yüzüne yerleşen tebessümü belli etmemeye çalışırken bir yandan da daha asil görünmek için hareketlerini değiştiriyordu. İşte o an Albercht ve Luriana bu dünyada bir mucize gerçekleştirmişler ve büyük bir şey başarmışlardı birbirlerini anlayarak. ***** Dün gece Albercht masanın kırık ayağını onarmaya çalışırken, aniden yanına ilişen kalp krizini teğet geçmiş olsaydı, Luriana bu sabah Albercht'in bakışlarını unutmamış olacaktı, gözkapaklarından ayak parmaklarına kadar ıslaklık hissetmeyecek ve o gölde olmayacaktı. O vadiden yuvarlanarak gelirken şimşek hızıyla nasıl da tüm bunları gölün yansımasından bakıp düşlemişti? O sırada kırılgan bir sessizlik oluşuyor Luriana bu yüzden nefesini tutuyor ve o suyla beraber bilinmezliğe doğru yol alıyordu.

Sema Kaya


Islık Cuma akşamı saat 7‟de anca eve gelebilmişti. Kravatını sağa sola çekiştirerek boynundan çıkartıp yemek masasının üstüne doğru savurdu, masanın üzerinde kalmasını niyet ettiği kravat kaydı ve toz yumaklarının cirit attığı yere düştü. Aldırmadı, ceketini çıkartıp sandalyenin sırtına astı. Mutfağa geçti pencere kenarında bulunan ocağın üstüne yarım litre kadar su koydu, yarım litrenin fazla olduğunu biliyordu fakat yorgunluğunun üstüne hemen kalkıp bakmak istemediğinden fazlaca koymuştu. Ocağın yanındaki pencereden dışarı baktığında karşı balkonda muhabbet eden çifti gördü, ufak bir iç geçirdi, perdeyi çekti, artık onları göremez olmuştu. Belki o da böyle bir eğlenceyi isteyebilirdi, kibar bir insandı kendisi annesi ölmeden önce hayali olan oğlunun mürüvvetini görmek istediği için helal süt emmiş bir kadın bulup evlendirmişlerdi onu fakat anası babası ölünce, bir nevi bu olayı da fırsat bilerek eşiyle birkaç tartışma çıkarıp ayrılmışlardı. Hâkim adamın siciline bakmıştı devlet memuru olduğundan tüm şeceresi dökülmüştü. 33 yıllık memuriyet hayatında hiçbir kötü sözü yoktu, bir kere bile geç kalmamış bir kere hasta dahi olmamıştı o kadar tek düze bir hayatı vardı işten eve dönerken yolu öyle ezberlemişti ki kırmızı ışığa hiç takılmazdı. Çalışma odasına geçti masasının başına oturdu. Masasında birkaç karalama, birkaç kırıntı ve bir masa lambası vardı. Cuma günleri rahmetli ailesine dua okurdu. Her birini anardı onların anılarının ölmesine izin veremezdi. Dışarıda ambulansın acı çığlığını duydu onun için de dua etti. Annesinin 17 yaşında babasına kaçtığını hatırladı. O yaşta buna nasıl karar verdiğini merak etti ve gülümsedi. Sevgilerinden nasıl bu kadar emin olabilmişlerdi? Kendine sordu, 55 yaşındaydı hâlâ neden yaşıyordu? -Akif, neden hâlâ hayattasın? Genç yaşında babanın tavsiyesine uymak için çalıştın “sırtını devlete dayadın” üniversitede de niyetin buydu, dövme yaptırmadın, hiçbir siyasi etkinliğe gitmedin “yaşlılığında rahat etmek için gençliğinde çalıştın” ya şimdi? Her şey tamam mı? Çocukluğunu düşündü, çocukluğunda çok fazla televizyon izlerdi özellikle de hayvan belgesellerini, babasına ben “belgeselci” olmak istiyorum dediğinde babasının gülüşünü hatırladı, gülüp başını okşayışını hatırladı. Babası kendince kararında sevgi gösterirdi, ne şımarmasına izin verirdi ne de eksik bıraktı sevgisinden. Tabiî kendince yaptı bunları. “Oğlum, sen büyüyene kadar tüm hayvanları çekerler, sana bir şey kalmaz. Öğretmen olsun benim oğlum” dediğini hatırladı. Belgeselci olmaktan vazgeçmişti, fakat öğretmen olmaktan da bir daha bahsetmediler. -Akif, yıllar boyu sana söylenenle yetindin kabul ettin, sınavlarına, derslerine çalıştın hayvanları korudun. Tebrik etmek lazım seni gerçekten eylemlerinle de çok iyi bir insan oldun. Nedir, seni her sabah yataktan kaldıran şey? - istemiyorum tabii ki o suratsız iş arkadaşlarımı(!) görmeyi fakat mecburum işten atılırım yoksa. -Parayı ne yapıyorsun? - Biriktiriyorum, çünkü emekli olduktan sonra rahat rahat yaşamak istiyorum.


- Daha ne kadar yaşamayı planlıyorsun? - Bir planım yok, kaderde ne kadar daha vaktim varsa o kadar daha yaşarım. Ne kadar yaşayacağını bilmiyorsun, emekli olunca rahatça yaşamak istediğini söylüyorsun fakat nasıl yaşayacağını da bilmiyorsun, planın olsun demiyorum, fakat sonrasına dair bir hayalin yok senin! Şu an şurada ölsen pazartesi gününe kadar kimse aramaz seni, kimse kapını çalmaz. Belki de pazartesi de aramazlar, bir gün bile gecikmemiş olan Arif, sonunda hasta olmuştur deyip görmezden gelirler. Arif, Kaç! Dünyada milyarlarca insan, yüzlerce ülke var, şehrinde binlerce insan, mekân var. Bir kez olsun, çayını, dışarıda içmedin. Dış dünyanın nasıl olduğuna dair bir fikrin yok! “Kafeste doğan kuşlar, uçmanın hastalık olduğunu sanır.” Ben biliyorum bunu, çünkü sen biliyorsun. Kendinde o kadar saklı kaldın ki seni seven kadına dahi terbiyesizlikler ettin. Sırf kendine katlanamadığın için, kendine katlanamadığın için başkasını kırdın. Sen hala iyi bir insan mısın? Her şeyin tedbirli, hiçbir kötü ihtimalin adını duymak istemiyorsun. Kapının önünde deprem çantan var. Sürekli kontrol ediyorsun. Niye? Ölmek senin için daha büyük bir ödül olmayacak mı? İçinde iç çamaşırların, biraz para, biraz kıyafet, biraz bisküvi, biraz su. Arif sinirlendi, bu orantısız eleştiriye katlanamadı ve bağırdı! -Sus! Hayır, ölmek benim için bir ödül olmayacak! Hala hayattayım! Hala yaşıyorum! Bu hayata kolayca gelmedim. Tabii ki hatalarım var! Tabii ki kusurluyum ama bu ölmeyi hak ettiğim anlamına mı gelir? Benim de herkes kadar yaşamaya hakkım var. Ölüm benim için bir ödül değil, hayır! -Evet, işte sen söyledin, hatalısın, kusurlusun. Kendine ait bir fikrin var mı? Karşında, sana “tahammül” eden insanlar Arifle mi konuşuyorlar, yoksa Kafka ile mi, ya da Tolstoy‟la mı ya da Sokrates‟le mi? Herhangi biri arif mi bunların. Okudun ama hiç sormadın “neden” diye. Çok fazla anlatabilirsin. Saatlerce konuşabilirsin biliyorsun bunu, çünkü ben biliyorum. Kendine itiraf edemediğin her şeyi ben biliyorum. Senin gibi korkak değilim bunları dile getirecek kadar cesurum. Sen işe yaramazsın, sen bu kafese aitsin ve buradan çıkamayacak ve unutulup gideceksin. Seni Cuma günleri hatırlayan biri yok! Olmayacakta! Dua et, insan içinde ölmek için dua et ki birileri senin için ambulans çağırabilsin. Kokuşmadan birileri cesedini yıkayıp, pamukları tıkasın. -Hah işte evin yanıyor seni salak! Bunca saat su kaynatılır mı ama sen korkarsın, söndüremezsin onu, bu panikle itfaiyeyi de arayamaz, arasan iki kelimeyi bir araya getiremezsin. Arif, ayağa kalktı, dumanı ve kokuyu fark etti. Ocaktan sıçrayan alevler perdeyi yakmış, o sıcaklıkla eriyen pencere ise yere damlayıp neredeyse tüm mutfağı aleve vermişti. Mucizelere inanırdı, itfaiyeyi aradı, gayet güzel tarif etti yanan evini. Yatak odasına gitti bunca yıllık memuriyetinin faydasını şimdi görecekti, yeşil pasaportunu aldı. Kimliğini ve cüzdanını kontrol etti kapının önünden deprem için hazırladığı çantasını kaptı. Kapıyı açtı ve dumanın apartmana dolmasına izin verdi, sekerek, merdivenlerden iniyor ve keyifle ıslık çalıyordu. Komşularının zillerine basıp kaçıyordu. Apartmanın kapısından çıktı ve iki eli cebinde, ağzında keyifli bir ıslıkla yaşamaya doğru yola çıktı. Semi Yılmaz


O, Ben Değilim

Bozuk para atıldığında kapağı kalkan gazete otomatları. 1998 yılının yenilikçi ama aynı zamanda

ahmak bir icadıydı. Hatırlıyorum hala… Otomata, cebimden çıkarttığım plastik paralardan bir tanesini atmıştım. Böylece düzenbazlığımın keyfiyle gazetemi alıyordum. Yanımda genç bir hanım duraksamıştı. Bana doğru başını eğip, şaşkınca baktı. Anlamıştım ki, bu tatlı fiyaskoyu görmüştü. Aniden karnımı tutarak sesli bir şekilde güldüm. Bu makûs kaderin ilginç bir anısıydı işte.‟‟ Benimle aynı düzenbazlığı uygulayan biri daha demek.‟‟ diye düşündüm. Aynı kayıtsızlık ile gazetesini aldı. Birbirimize silik bakışlarla uzunca baktık. Bazen, iki insan birbirlerine uzunca bakarlar oysa gözleri yuvalarına dikildiğinde bakmıyor olurlar… Kişilik tahlilleri yapıyorduk belki de. Benim tüm bunlardan hissedebildiğim:‟‟ Zeki bir kadınım, tehlikeliyim.‟‟ oldu. Bu kısa sürede, bedenimi gizlice kurşunlayan o silahı nereden, nasıl doğrultmuştu? Acaba birbirimize bakıştıktan sonra ki gülümsemesiyle mi? Doğru ya! Bunu anlayamayacak kadar ahmak bir gözlemciyim. Aklımda o gülümseme dolaşıyor… Çoğu katilin yaptıklarını tekrarlamıyorlar mı? Gizlice, işlerinin en ehemmiyetli yanlarını kavrayarak bir yara açıyorlar kurbanlarına. Sonra… Sonra ne mi oluyor? Tıpkı avcının, hayvanını vurduktan sonra çekip gitmesi gibi. Öyle bir etkidir ki bu! Biz av hayvanları vurulduğumuzun onurunu bile yaşayamayız. Kendi kanımızın içinde boğuluruz. Avcının kudretini tenimizde bile hissedemeyerek kayboluruz. Bu bizim için açılan yaradan, daha yaralayıcıdır. Hatırlamaya duraksamış, onu görünce soruyu bulmuş gibi : „‟ Makinanın bu eksikliğini ne vakit fark ettiniz? ‟diye sordum. Bana tekrar gülümsedi. Sanırım olağanüstü bir pantomim sanatçısıyla karşılaşmıştım ya da yalnızlık benim yoksun olduğum duygularımla çılgınca alay ediyordu. Nazikçe durumu anlatıyorken, işaret parmağıyla da makinanın sol tarafında yazan fiyatı gösterdi. Kutucuğun üstünde bir Euro‟dan başka bir şey yazmıyordu. Bu fiyata baktıkça, onun kaşlarının üstü inanılmaz derecede aşağıya çekildi: „‟ Düşünün, ilerde ki dükkânda bu gazeteler kırk Cent‟e satılıyor. Oysa gazeteleri buraya iki katından fazla bir rakamla koyuyorlar.‟‟ Bu düşüncelerini bana aktarıyorken cebimden bir sigara çıkarttım ve yakmaya koyuldum. Zeki ve sinirli bir kadın. Bunun ne demek olduğunu bilir misiniz?

Etrafı pür dikkat izlemek zorundaydım. Bunun nedeni böyle düşüncelere iltimas gösterilmemesinden kaynaklanmasıydı. Yolda bizi yakından duyan sadece yaşlı bir adam


vardı. Onu pek aldırmadım. Sözlerine devam etmeden : „‟ Tabi hanımefendi oldukça haklısınız. Bu neredeyse her devletin insanlara uyguladığı bir tür cep boşaltma girişimi. Zaten siz de biliyorsunuz. Üstüne bir şey eklemeye gerek yok „‟ dedim. „‟ Ah, evet. Devlet bizi bu yolla soyuyorsa ve haklarımıza tecavüz ediyorsa bizim bunu karşılıklı yapmamıza suç değil ancak adalet denilebilir. „‟ dedi. Vücudum, onunla konuştukça irkiliyordu. Şimdi ona duyduğum hayranlık nedeniyle ruhsal bir üstünlük sağlamak istiyordum. Onu kendim için hâkimiyet altına almak istiyordum. Tehlikeli bir girişimdi elbet. Bu nedenle nazikçe sordum: „‟ Lütfederseniz cadde çıkışına kadar size eşlik edeyim ?„‟ Bu teklifimi kabul ettikten sonra yolda seyir halinde bana sordu : „‟ Merakta kaldım tanıştığımızdan beri. Acaba sizin bunu yapma nedeniniz nedir? „‟ Kendi kendime durdum ve düşündüm. Gerçekten neydi? Gayet hoş bir soruydu : „‟ Hanımefendi, Çocukluğumdan kalma bir – alışkanlık- işte, anlayın.‟‟ Dedim. Onunla ile tam böyle bir serüvenle tanıştım. Kurumsal bir şirkette saat altıya kadar sekreterlik yapıyordu. Bu saatlerden sonra ise hayatımın en muhteşem saatlerini yaşıyordum. Tehlikenin hazlarını yaşamaya alışmıştık. Çoğu zaman Münih‟te en kalabalık caddelerin şeker ve sigara otomatlarını soyuyorduk. Bu onun devlete karşı duyduğu kini dizginliyorken benim ise ona bağlılığımın bir simgesi sayılıyordu. Şimdi en büyük caddelerden birindeydik. Saat neredeyse gece yarısı dördü gösteriyor. Tek düze insan geçerdi bu rotalardan. Bütün şehir merkezlerinin en işlek ve yavan yerlerin noktalarını cep haritalarımıza noktalayalı uzun zaman olmuştu. Zaman, Zaman, birlikte olduğumuz her zamandan daha soğuk. Sokak lambalarının aydınlığı bir garip. Anlam veremediğim karanlık gölgeler geziniyor civarda. Aklım çok bulanık. Zıddiyetler içinde ne söylemek istediğimi anımsıyorum. Tekrar ona bakıyorum, o an kötülüğü izleyen bir çocuk gibi donakalıyorum. Kendini bu pis işe adayan o olunca düşüncelerimi sevk etmek oldukça zorlaşıyordu. Biraz konuşmak için buluşmak, çılgınca bir hayal, bir istek olurdu ancak. Tekrar etrafa bakışlarımı gezdiriyordum. Ona aldatıcı bir işaret verdim. Kendisi çaldıklarını çantaya hızlıca doldurdu. Ardından apansız bir şekilde koşuşturmaya başladık. Yakın bir çocuk parkında duraksamıştık. Onu, banklarda soluklanmak için ikna etmiştim. Üstümüzde ki geniş dallarıyla bir ağaç, gelen ay ışığını silikleştiriyordu. Yorgunluktan yamulan omurgamı dikerek ve gözlerimi ciddi bir şekilde sabitleyerek sordum : „‟Sence fazla abartmıyor muyuz? „‟ Cahil birine laf anlatır gibi konuşuyordu benimle, buna içerliyordum: „‟ Bak bana, sana dememiş miydim? Bu adalet. Tamamen kendisi .‟‟ Onu incitmeyi aklımdan çıkarmak istiyordum oysa bağırarak konuştuğumu sonrasında anladım : „‟ Bütün bu pis işler yanlış. Adaleti sağlıyor musun? Dünyanın başka köşelerinden gelen sesleri dinle! Haksızlık adına nasıl çığlıklar atıyorlar bak! Sadece, farklı şekilde mutlu olamaz mıyız? „‟


Ne ara ayağa kalktım ve sinirden dönmeye başladım hatırlamıyorum. Ona inat yapıyordum bunları ama o, oldukça duyarsız bir kadındı. Bazen yaptığı eylemlerin bir amacı olmazdı. Sadece yapardı. Şimdi ise çantadan çıkarttığı sigara paketlerinden bir sigara alıyordu kendine. Başını her dumanda bir arkaya salıyordu : „‟ Saçmalık! Ne yani? Nasıl oluyor farklı mutluluk? Mutluluk… Kişiden kişiye farklı anlamlar taşımıyor muydu? Bu benim mutluluğum, şimdi susabilirsin. „‟ dedi.

Sorularıma keskin cevaplar vermemesine çıldırdım ve yakında duran çöp kutusuna bir tekme savurdum : „‟ Sen tam bir aptalsın! Ben oysa…‟‟ duraksamıştım, ona bakıyordum. Kayıtsızca : „‟ Biliyorum „‟ dedi. O, beni bu denli sinirli halde gördükçe daha fazla gülüyordu. Belki de onca yıldır sürdürdüğüm sadakati bozuşum ona garip gelmiştir. İyiliği için, onun kalbini parçalamak zorundaydım: „‟ Bugünden sonra ne olacak biliyor musun? „‟ Gülüşü kesildi, gözleri bıçağın keskin yüzü kadar inceldi, bakakaldı. Oysa fark ettim de sigarası bitmişti sadece. Bütün sözcüklerim bir kandırmacaydı elbet : „‟ Seni takip edeceğim ve ilk hırsızlığında, güven bana, enseleneceksin. „‟dedim.

Alacakaranlığını aydınlatan bir gülüş yankılandı yine. Bu gülüşten nefret ediyordum artık. Beni korkutuyor… Yerinden kalıyordu artık. Çantasını sol omuzuna takmıştı. Ufak adımlarla parkı terk ediyordu: „‟ Sen ha? İşte buna gerçekten gülünür! „‟ dedi. Hiç sesimi çıkarmadım. Hayatımda ilk defa , evet ilk defa kalbimin bir göl kadar berraklaştığını hissettim.. Aşk ve kin. Ne mükemmel bir birliktelik oluşturuyor! O donmuş yüreğin arkasına aşk saklanmıştı, o vakit kin, olgun bir savaşçı gibi kalbin önünde kötülükle savaşıyordu. Yürüyüşünü bir an aksatarak mırıldandı, elinin titrediğini gördüm: „‟ Sen, ciddisin. ‟dedi. Sadece sustum.

Işığı aydınlatan bu sevimli şeytan, yaptığı hatanın telafisini veriyordu. Çaktığı ışığı söndürmek için bedeniyle bütün karanlığı çekerek gitmişti. Ben ise gün doğumunu bekleyerek donakalmıştım orada. Kalbimin güneşten medet umarak ısınmasını istemiştim. Ama olmadı.


Bütün bu acı anılar geçtiğimiz üç haftaya aitti. Sanki zihnime tünemiş kuşlar gibiydiler ve şimdi göç için yola çıkmışlardı. Bankalar caddesine bir iş görüşmesine giderken metrodan geçtim. Tünelde, müzisyenlerin etrafındaki insan topluluğu onları boğuyordu. Şu kanıya varmıştım bende :‟‟ Herhalde sanatla fazla uğraşmak çokta iyi değil‟‟. Yer altı metrosundan çıkınca, caddeye varmak için epey yürüdüm. Bacaklarım eski dirençliğine tekrar erişiyordu. Bunun üzerine arkamda sallanan koca ağacı anımsayarak havanın ne denli bahar koktuğunu düşündüm. Öylesine refahtım ki, elimde ki ağır iş çantasını unutarak havaya ellerimi açtım. Sevinçten tebessümüm, gülümsemeye dönüşmüştü. Yanımdan bir an geçen polisler rica ederek geçmek istediler. Yoldan nazikçe çekildim.

Gözbebeklerim aniden köreldi. Yanımdan geçen, elleri kelepçeli bir kadın, polislere direnerek bana şunları söyledi : „‟ Senden bu kadarını beklemezdim! Seni hain! Keşke seni hiç tanımasaydım „‟ Ardından onu araca bindirdiler. Ne demekti „‟ Seni hiç tanımasaydım. „‟ ? Kalbimin önünde duran asker yorulup arkada dinlenen aşk ile yer değiştirmişti. Sevdiğim kadını götürüyorlarken cama uzanmaya çalıştım. Koştum, Ufuk çizgisine gidiyorlardı, daha hızlı koştum. Tekrar uzaklaşıyordu… Ben ise bütün yüreğimle ona kanıtlamaya çalışıyordum: „‟ İnan bana! İnan! O, ben değildim!‟‟

Yavuz Yılmaz



Bilge Karasu: Troya’da neden Ölüm vardı ? „‟Sınırlı olan, engel yaratan, dil değil, vericinin kafası; metin değil, alıcının kafası… Bizim dile getiremediğimizi bir başkası getirebilir, bizim anlayamadığımızı bir başkası anlayabilir. Çok görülmüştür bu; biraz tarih bilmek yeter.‟‟ 1

Evet, Karasu böyle diyor. Bu anlatışını kuşkusuz öykülerinde kurduğu kendine has imgelem tarzına borçluyuz. Kimdi Karasu ve neden onu anlatma gereği duyuyoruz? Kendisi Postmodern öykücülük ve romancılıkta öncüsü sayıldığı sarmal imgeleme türünü oluşturmuştur. Kısa bir tanıtım için şunları diyebiliriz: -1930’da doğan Karasu Şişli Terakki Lisesini ardından ise İstanbul Edebiyat Fakültesinde Felsefe bölümünü bitirdi. Bu eğitimin ardından Ankara’da kalarak TRT Radyosunda dış hatlarda, Hacettepe Üniversitesinde ise öğretim görevliliği yaptı. Bir çok kitabı Türkçeye kazandırdı. Rockfeller bursuyla Avrupa kentlerini gezdi. Bu onun edebiyata olan bakışını değiştirdi diyebiliriz. ‘’Gece’’ adlı romanıyla 10 yılda dilde yenilik yapan yazarlara verilen Pegasus Edebiyat Ödülünü alan ilk Türk oldu. Bu olayların ardından birçok Avrupa ülkesine konferanslar verdi. Maalesef ki 1995 yılında mustarip olduğu pankreas kanseri nedeniyle yaşamdan ayrıldı. Karasu, her şeyden evvel edebiyatı farklılaştıran ve gerçek özünü oluşturmaya yaşamı boyunca gayret eden sayılı edebiyatçılardan biri olmuştur. Bu konuda özellikle: “ dil yalniz bir kurallar dizgesi degil (…) bir esneklikler dizgesidir.” 2Demiştir.

Bu gayet önemli bir söylemdir çünkü gerekse öykülerinde gerekse romanlarında bu esnetmeyi olabildiğince görüyoruz. Kendisi adeta yorulmayan bir inşâ uzmanı gibidir. Bu nedenle, okurlarının onu anlamakta zorlandığına hak dahi vermekte. Tabi dilsel evrimi, bir konuda tekrar yazmanın insana zarar vermediğini önemli olanın onu söyleniş biçiminin olduğunu da ek olarak dile getiriyor. Öykü, metin, roman türleri konusunda Karasu çokça kafa yormuş, yazdıklarının nereye konacağından çok, onu ilgilendiren şey, edebilik ölçütü olmuştur. Aslında bazı yazılarını 1 2

Ne kedisiz ne kitapsız/ Bilge Karasu S:38 Ne kedisiz ne kitapsız/ Bilge Karasu S: 29


metin olarak adlandırsa da, esasında öykü anlatmaktadır Karasu. Bunu kendi deyişiyle anlamaktayız: “Söz gelimi „öykü‟ diye düşünmediğim için metin dedim. Aslında masal dediğim zaman da metin dediğim zaman da pekâlâ öyküler anlatıyorum.”3

Buradan anlaşılıyor ki Karasu birçok konudan evvel metin, roman ve özellikle hikâye ile öykünün farklılığını apaçık gösterip yıkma girişiminde bulunmuştur. Bunun temeli: edebi kişiliğinin dilindeki sınırını zorlamasına olanak tanıyacak alanı keşfetmesi olmuştur. Hikâyede ‘’an’’ ve ‘’olay’’ anlamsızlıklar içinde bağıntısız kalmakta. Bununla birlikte belli bir anlatıcının olmadığı, genellikle mekan veya zamansal bir sürekliliğe rastlanmayan tür olagelmiştir ve bu tamda Karasu için üstüne durulması gerekilen bir alandı. Çünkü sınırları dar olan ve zamanla dilin art alanını genişleten imgesel evrim, neredeyse hikâyeyi anlatışın budaklanma edebildiğinden eleyivermiştir. Alan’ın da bir incelemede bize sunduğu gibi : „‟ Hikaye/Öykü ayrımlarından hareketle söyle bir sonuca varılabilir: Hikaye dünyaya bir anlam verme, doğrulama, yer yer açıklama ve adlandırma kaygısı taşırken, öykü içinde yaşanan kaos ortamı ifade vasıtası olarak öne çıkıyor(..) hikaye diğer unsurlar ile yaşanılan dünyaya uyum sağlarken, öykü, düzeni düzensizliğe çevirmeye ve karmaşık yapıyı olduğu gibi aktarmak adına bozgunculuğa gider.‟‟4

Bu satırlar itibariyle, Karasu’nun Aşk- Ölüm- Yalnızlık- Karmaşa temalarını düzensizleştirip adeta imgesel bir sarmal haline getirdiği, bununla dilinin zarafetiyle kendini öykü türünde yer bulduğunu görüyoruz. Bu durum tabi ki Karasu’yu okunması zor bir yazar haline getirdiğini yadsıyamayız. Haluk Aker’in mektuplarından birinde, ‘’dost’’ dergisinde okuduğu bir bölümü iletirken bu durumu keskin sınırlar içinde aktarıyor. „‟Bilge Ağabeyim, (...)‟‟ Karasu, dünyasının yapısı gereği kapalı bir yazardır. Edebiyatta „kapalılık‟ görece, zamana, ortama ilişkin bir kavramdır. Bu gün Karasu‟dan etkilenen, onu değerli bulanlar bile bunun nedenini ortaya koyarken yüzeysel kalıyorlar.‟‟ Bilem, anımsıyor musun bu satırları.5‟‟

Kendisini anlamak için Troya’da ölüm vardı adlı kitabındaki ‘’oda oda dünya’’ öyküsüne bakıyoruz. Öykü, İsimsiz bir adamın eski tanıdığı ve aslında kim olduğunu öykünün sonunda dahi anlamadığımız bir kadından mektup alması ile başlıyor.

3

Ö.Lekesiz, Yeni Türk Edebiyatında Öykü–3, s:464 İbrahim Alan: Bilge Karasu’nun Hikayeciliği s:19 5 Haluka Mektuplar/yazışmalar: Bilge Karasu s:150 4


Kadın sorulara karşın, yanıtları kaçırarak sürekli babasının öldüğünü dile getirdiği sırada erkeğin tahlillerde bulunduğu ve yazının kalın bir font ile yazıldığını görmekteyiz. Karasu burada okuyucularını kapalılık ile düşünmeye, adeta onlara sihirbazlık gösterisi yaparcasına dikkatlerini çekip, odak noktalarını körelterek asıl olayı atlamalarını sağlıyor. Öyküdeki diyaloglarda erkeğin, kadının kaçışlarından itibaren söylediği sözcüklerin benzerliğini vurguladığımızda: „‟Sustu, ne söyleyeceğini bilmiyor.(..) söyleyeceği bu değil ya oyalanıyor.(..)gülüyor, bende gülmeliyim.‟‟ Oluyor.

Tabi, asıl merkeze ulaşan öykünün son kelimelerinden biri yine bohem bir umutsuzlukla ‘’Atlattı’’ . ‘’Oda oda dünya’’ ve sarmal motifin, bu diyalogların iç yapısı ve döngüsüyle ilişkilendirdiğimizde kesinlikle Bilge Karasu’nun edebi kişiliğini ve düşünceleriyle de tanışma fırsatı yakalıyoruz. Uzamsal detayları, diyalogların arkasına gizlerken bireysel detayları da kesilmiş cümlelerin içinde saklar. Yine ‘’oda oda dünya’’ adlı öykünün sonunda bu konuşmanın bitişi ve ulaşılmazlığına, erkeğin „‟Dışarısı soğuk. Ama odamda soğumuştur ya…‟‟diyor. Buradan, kayıp olan bir zamana karşı yiten sıcaklığın odadan çıkılmasıyla resmedilmiş olsa da karakterlerin çift yönlü düşünceleriyle farklı bir zihin kurgusuna da şahit oluyoruz. „‟Geçişen saatler, iç içe, iç içe. Ölüm. Ölümler dizi dizi ; sıra sıra insan ölüleri. Kan ,toprak . Ölüm yoklamağa başlıyor, toprak kokuları içinde kanın. Çığlık bir-bir-bir. Demir derinde. Derin, karanlık , zamansız titreyişte.‟‟6

Bu yüzden Troya’da ölüm vardı diyordu belki bizim için Karasu. Kendisi bu dizelerle başlıyordu doğum diye isimlendirdiği ölüm yapıtına. Yapıtın ölüm sözcüğüyle bitmesi, dilemma yaratsa da, kelimelerin sınır üstü atlayışları ve okuyucunun sınır üstü düşünüşü metni metinden ziyade öğretici bir belgeye dönüştürmekte.

Son olarak sizi bu pasajla baş başa bırakıyoruz:

Öykücü, romancı, her yazdığının nereye varacağını bilen bir kişi sanılır; kendi de zaman zaman buna inanır, ya da inandırılır… Oysa yazdığı her tümcenin ardından ne geleceğini – o “bir sonraki“ tümceyi yazmadıkça – hiçbir zaman bilemeyeceğini, kendisi, unutmamak zorundadır.7 Yavuz Yılmaz 6 7

Troya’da Ölüm Vardı/Doğum: s:7 Gece/Bilge Karasu s:176


Söz Hapsi Yol boyunca, kapıya gelip anahtarı kilidin içinde çevirene kadar, cümleler kurmaya çalıştım. Ağzımın içinde dizmeye çalıştığım sözcükler, bir yukarı bir aşağı inerek bıçak gibi kesiyorlardı dilimi. Eve yaklaştıkça hücrelerime işleyen yanlış anlaşılma endişesi, kalıcı bir hâl alıyordu yüzümde. Kalıcı bir endişeden daha kötü ne olabilirdi? Bilemiyordum. Yalnızca bir şeyden emin olabiliyordum, beş yıl boyunca anlatamadığımız, anlatınca da yanlış anladığımız şeyler, sanki saatli bir bomba gibi kafamın içinde duruyordu.

Eve girdim. İkimiz de kırgınlıklarımızı giyinip kuşanmış, konuşmaya hazırlanıyorduk. Yıllardır tanıyordum onu, yüzündeki en belirsiz, belki onun bile farkında olmadığı çizgisine kadar ezberlemiştim. Başını ellerinin arasına almış karşımda otururken, yüzüne yansımıştı tüm hisleri; üzüntü, kızgınlık, aşk, acı ve şefkat. Bense başka bir yol ararken kendimi anlatmak için, sadece korkuyordum bu eli kanlı sözcüklerden. Birazdan gelip duyguları katledeceklerdi.

Ne kadar oldu hatırlamıyorum, uzun süre öylece sustuk. İkimiz de yağan yağmurun pencerede çıkarttığı sese odaklanmıştık. Bir süre sonra, bu yabancı sessizlikten ürküp, konuşmaya başladığımızda kalabalık cümleler kurduk. Dopdolu ve bir o kadar da boştu hepsi. Bize ait değildi bu sözcükler! Nereye çeksen oraya gidiyorlardı bu yüzden. O bana, ben ona bize ait olmayanlarla, bizi anlatmaya çalışıyorduk.

İki insan birbirini susarak da anlayabilirdi oysa. Oysa sessizlikte özgürlük vardı, kendimizi sözcüklere hapsettik. Her şeyi sözcük kılıflarına sokmak âdetti bizde. Ama duyguları bir kılıfa sokmaya gerek var mıydı? Olmuyordu işte, ya büyük geliyordu ya hiçbir sözcüğe sığmıyordu. Bir bakışının ne anlama geldiğini anlayabilecek iki insanın konuşmasına gerek var mıydı? Neden konuşmamız lazım demişti? Hayır. En baştan hatalıydık. Oturup susmamız lazımdı her şeyi.

Bir kelimeye daha tahammülüm kalmamıştı. O, karşıma geçmiş, ağzımdan çıkacaklara dikmişti gözlerini. Anlatmak istediğim kalbimdeydi ama kalbimin dili sözcükleri


beğenmiyordu. Aklım sözcükleri kullanıyordu kendini anlatırken, peki kalbim? O neyi kullanmalıydı. Duygulara kim sözcük giydirmişti? “Sevmek” ne zamandan beri sevmekti. En başından pekala “sevmemek” de olabilirken, bize bunu kim söyletiyordu? Toplum mu? Akıl mı? Çok iyi anlaşmak içindi herhalde, en hisli şeyleri bile akla mantığa uygun hale getirmiştik. İyi ama bu kadar yanlış anlaşılma, tartışmanın bitmemesi de sözlerden değil miydi?

Susmaya devam ettim. Sessizce seyrettim onu. Alnında oluşan damla damla terden, gözlerindeki kaygıdan anlayabiliyordum, bir kere daha kırılmak istemiyordu. Gözlerimden yaşlar aktı. Özür mahiyetinde bir yüz ifadesiyle sarıldım ona. Sarılmak bütün endişemi yok etmeye yetmişti. Çünkü sarılmayı kimse yanlış anlayamazdı, ya da sevgi dolu bir bakışın nesi başka bir anlama çıkardı? Ağlamak, gülmek, dokunmak bunlar kalbin işiydi. Ben kalbimi sözle, mantıkla sınırlamak istemiyordum. İletişim için ortaya atılmış sözcüklerin iletişimsizliği oluşturması, duyguları sınırlandırmakta yatıyordu. Sessizliğin duygulara vermiş olduğu özgürlükle, oturup en baştan susmaya başladık her şeyi.

Ebrar Kılınç


Sen de bir şeyler yazıver buraya burası senin sayılır…


Yapabilirsin‌


Bu veda da bir ayrılık değil, Küçük Prens‟te denildiği gibi gidişimizin ilk adımları size dönüşümüzün ilk adımlarıdır aynı zamanda, sizlere yeni öyküler toparlamak için tekrar ayrı bir yolculuğa çıkacağız. Zamanla, umuyoruz ki yeni bir biçimde karşınıza geleceğiz yine de bu yolculuk normalden biraz daha uzun olabilir. Hareket etmek istemeyenler için gökyüzünden asla yardım gelmez. Sophokles 469-406 MÖ

Her şey öncelikle düşünceden mütevellittir. Düşüncesi olmayan şeyin kendisi de var olamayabilir. Demek ki her olay, her nesne, her madde öncelikle, ancak zihnî bir oluşumla kendisini gösterebilir. Fikri oluşturmak dünyayı değiştirmek için yeterli midir? Biz inanıyoruz ki, dünyada her gün milyonlarca fikir doğuyor ve günümüz içinde değişimlerin gerçekleşmesinin süresi bu kadar kısayken bir fikri gerçekleştirememek şaşılacak şeydir. Hayallerimiz ve umutlarımız var, hepinizin de olduğu gibi. Umut ve hayalleri gerçekleştirme isteği, çalıştıkça, üzerine konuştukça gerçekleşebilir. Bu uğurda çabaladığımız bazı şeylerin sizlere dokunması, sizleri sevindirmesi bizlerin de hoşuna gidiyor ancak Sophokles‟in de dediği gibi hareket etmek hatta hareket etmeyi istemek birinci önceliğimiz olmalıdır. Hareket etmeye başladıktan sonra yardımlar gelebilir. Sözlerim size sevgili okuyucular, eminim ki bazı şeylerin yolunda gitmediğinin farkındasınızdır çevremizi saran “sevgisizlik hastalığını” durdurmak yine bizlerin elinde. Nasıl iyileştireceğimizi sorarsanız bu kurtlar sofrasında tek bir çözümü vardır tabii ki “sevgi” ile çözeceğiz, iyiliğin ve kötülüğün terazisinde iyiliğin kefesinin ağır gelmesi için, daha fazla sevgi, daha fazla iyilikle kötülüğü yenebiliriz. Kendinize iyi bakınız sevgili okuyucular bir sonraki sayıda görüşmek üzere esen kalın… Selig Fanzin Ekibi Talofa…


-dize arık Rilke’nin Genç Şair’ine... ayrıntı kırgınlaşır, hangi dil olsa benzetemez akşamı ona, büyüktür sembol ormanı çağrışımlar buna neden vekil kılındı? maskeler de konuşur sizden bir şeyler gizleyeceğim şimdi ben yüzümle tehdit miyim? sesle yalnız kal ve otur en içine, hangisi derinse daha, bakışlarına yazılan mektupların, elbet çıkarılan o olursa imkansız titrer kalbe doğru; çünkü geldi artık sıra ona, dil erişti sakın üşüyoruz zannetme ki güneş çıkınca her dize arık Kağan Server Atıcı


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.