TaşBina Fanzin

Page 1


İÇİMDEKİLER Yazılar: BİRTAKIM ANLIK ŞEYLER | Dilruba Yılmaz Altı: Duvar | Mustafa Yusuf Özmen Harper Lee – Bülbülü Öldürmek | Buse Güzel Dahilen Elveda | Demet Genç BOŞ SOKAK | Ömer Taha Koynumdaki Armağan | Berna Horasan Yeşil | Mert Aydın GARABET | Miray Özden Kıran ÖRSELENİŞ | Müntekim Gıcırhanım “bunda ne var” | Muhammed Emin Yüksel BEN ŞAİR MİYİM? | Taner Deniz Son Yâd | Yusuf Cemal Çelebi KANA DİKİŞ TUTMAZ | Mümtaz Özlen GÜL FİDANI (3) | Yunus Mert Yüksel köz | Ahmet Murat Alper Genel Yayın Yönetmeni: Uğur Ergün Editörler: Ahmet Murat Alper Demet Genç Ozan Re. Kartal Tasarım: Aleyna Tarar Çizim: Berna Horasan mail: fanzintasbina@gmail.com instagram: @tasbinafanzin twitter: @TasbinaFanzin


BİRTAKIM ANLIK ŞEYLER Dönüm noktaları… Hayatımızı evirip çeviren çoğu zaman sarsıntıyla hissedebildiğimiz dönüm noktaları! Onlar iyi ki varlar. İyi ki hayatımızı çevrelediler. Kendimizi fark ettirdiler. Hayatımızda ne kadar önemli şeylerin mevcut olduğunu, bizim minicik ayrıntılarda dolanıp durduğumuzu gösterdiler. Zamana sıkı sıkıya bağlı olan gerçeklerimiz bizi yüreğimizden yakaladığında kendimize geldik. Çoğunlukla iyiliğe, sevgiye ve ilgiye kucak açan kollarımız başka şeylere sıkı sıkıya bağlandılar. Örneğin ilgiyi bir çocuğun gülümsemesine sığdırdık. Sevgiyi birbirine hasret kalan iki aşığa mal ettik. Ya da iyilik neydi? Özellikle konumlanan davranışlar kümesi miydi yoksa hiç beklenmedik anda mı ortaya çıkarlardı? Ve öyle bir düzen ki biz tüm bunları sorgularken hatta yargılamamıza ramak kalmışken insanlar yaşıyor. Bizim yazdıklarımız başkalarının hayatları oluyor. Biz yaşamazken aktarıyoruz. Ki çoğu zaman yaşamayanlar aktarırlar. Çünkü aktarmak basite indirgemeyi gerektirir. Umudu, heyecanı, öfkeyi ve diğer her duyguyu. Siz hiç heyecandan yüreği titreyen bir yazar gördünüz mü? Ya da öfkeden parmakları birbirine karışan bir yazar? Öyle ki her yazı ve her olay özellikle seçer yazarını. Çünkü hiçbir eser istemez silinip silinip yazılmayı. Ve hatırı sayılır eserler genelde silinmeye vakit kalmadan okuyucuya sunulur. Okuyucu önce biraz mırın kırın eder. Yorumlayacak gibi olup dilini ısırır. Birkaç kez yarım bırakıp yeniden okumaya başladığınız kitapları düşünün… her başlayışınızda kendinize bir pay çıkarışınızı. Asla aynı kalmayışınızı… Her ne kadar kabullenilmek istenmese de insan her değişimi bir gecede yaşar. Bir gecede beyazlar saçları. Bir gecede kalbi tekler. Bir gecede yaşlanır. Bir gecede yıpranır. Yani bir gece çıkarsak hayatımızdan çok şey değişir ruhumuzda. Ve hep de o bir gece çıkmaz hayatımızdan… Denize atılan her taş mesela bir kez dalgalandırır suyu. Ve yine her çamur bir kez kirletir insanı. Demek istediğim alenen şu ki; hayatımızdaki her şey bir an’lıktır. Ve bizim yüreğimiz de ruhumuz da mozaiğimiz de bir kez etkilenir. Diğer her depremimiz artçıdır. Bütün bu anlık düzen oyunu süresince en önemlisi de sizin kendinize hep iyi gelebilmenizdir. Tüm bu hayat köşe kapmacasında karşımıza çıkan fırsatlar ve krizler de hep paraleldir. Ne kadar risk alırsak o kadar fırsatla ve ne kadar fırsat değerlendirirsek o kadar risk ile karşılaşırız. Ama yine bu koşuşturmayı da yaşayanlar değil, yaşamayanlar yazar. Yaşayanlar okur, kendilerinden bir şeyler bulurlar. Bir şair risk hakkında; “Zaten risk aldıktan sonra var olmayan bir şeydir.” demiştir. Bu da demek oluyor ki risk de anlıktır. Tıpkı hayatımız gibi.


güneş hiç vurmamalıydı bu odaya çünkü kapanmıyor kapalı kapılar.

Altı: Duvar bugün biraz ayak sürüyorum yaralarıma ay bile kararabiliyor beni görünce evimin en köşebucak kaçılacak odasına geliyor ışık / kim alıkoyuyor beni günahımdan? tanrı, ölmüş birini öldürmek mümkün mü! ben bu kapalı toprağa içeriden bir kuyu eşeliyorum.

her günün her gecesi yedi günde eştiğim toprağa bakıyorum. inan, çok kıpırtılı bir his yaratı gücünün olması. ikimizi de eşitliğe boğuyorum bir kuyuya, bir de suratıma. bu oda küçüklüğümdeki gibi bakmamı öğretti aya çocukluk düşlerindeki hayallerine ancak olanaksız bir merdiven çıkarıyor beni. öfff. maziye uzanamaz insan korkuyorum, içinde yaşadığım bina bir depremi daha kaldıramayacak bi’ elim bi’ elimden habersiz şiirler yazıyorum yarılan kirişe tütün yazıyorum dayan hem kendini hem bizi kurtar korkuyorum tiksinti getiriyor ışık ayet yaz’sa ateşe bulanır ellerim yazıyorum her şeyin gidiş saati geliyor. adımın yağmuru yağıyor karşı komşunun kızıyla karşılaşıyoruz. gözleri gözlerimde dilimizi bilmiyor. diyorum; ‘o da pes etti kesin o da seviyor ölümü her gün doğuyorsa ölümü binamıza kesin o da denemiş beni sevmeyi’ olmayan saçlarını ördüğüm zaman yıkılacak bu kent aşkımızdan. yakılmış bir fener ısıtıyor odayı karşı binadan erkek nefesi klarnete üflüyor acı çekiyor kulakları olan insanlar ay kararıyor ve boyun eğiyor bize yaban bir karanlık saçıyoruz etrafa sayıyoruz kaç gün kaldı acınıyoruz birbirimize klarnetin sesi alışık kılıyor binayı.

klarnet bir doktor getiriyor odama kıskanıyor kamburumu boğuluyor yutkunmaktan saçımı çekiyorum ve kenetleniyorum duvarlara burada bir göz bir keşke yaratıyor bir aya bakıyorum bir de yola dışımdaki mesafeler içime kat ediyor korkuyorum bina bir defteri daha kaldıramaz korkuyorum birbirimizi kurtaramayız ışık gitse adaleti getirir diyor karşımdaki duvar korkarım deprem yakın burada konuşulan burada konuşulur tanrı bulaşma (burada konuşulan yırttı bizi söküğümüzden) ayet yaz’sa ateşe bulanır ellerim ayet yaz’dım diyorum karşı komşunun kızına öğrettim duvarlara konuşmayı / fısıldıyorlar “bizi özlemiş midir tanrı?” tanrı! vur. salonun ortasında bir kadın dans ediyor dünyadan habersiz ölecekmiş gibi bakıyor bana kalbi yok gözlerinden belli. kalbimi kırıyorum avizeden süzülen ışıkla / uzatıyorum yarısını “al benim kadar sev beni” kadın terk ediyor dünyayı kalbimin yarısını bile kaldıramıyor umursuz bir kadın. peşinden gidemiyorum yola bakıyorum dışımdaki mesafeler kast ediyor canıma yol karanlık, kırık kalbim masada. cümlelerim tam ediyor binanın merdivenlerini ıslık çalıyorum ay kararıyor bina toprağa bakıyor yollar kapanıyor tanrı! çirkin kalıyor akışı boyanın suskun kalıyoruz adının geçtiği her fısıltıya doğuyorsak, yaşlanıyorsak ve takılıyorsak incecik bir balık gibi ağlara ölmemeliyiz tanrı karart ayı!

Mustafa Yusuf Özmen


Harper Lee – Bülbülü Öldürmek Okurken çok zevk aldığım, kâh gülüp kâh hüzünlendiğim harika bir kitap. Harper Lee’nin çok daha fazla kitap yazmış olmasını dilerdim. Sıradaki hedefim: Tespih Ağacının Gölgesinde! Bülbülü Öldürmek, Pulitzer ödüllü harika bir roman, çoğu yanıyla bana Kitap Hırsızı’nı hatırlattı. Elbette konu olarak yakın değiller, hatta anlatıcı olarak da ama uzun bir süreci can alıcı noktalarıyla anlatması ve karakterlerindeki derinlik aklıma yer yer Kitap Hırsızı’nı getirmedi değil. -Anlatıcıyı TanıyalımKitap, Scout adında küçük bir kızın ağzından anlatılıyor. Küçük bir çocuğun ağzından koca bir kitabı anlatmak, o dönemin siyah beyaz kavgasına değinmek başta bana çok tehlikeli gelmişti; ama sonrasında bunun ne kadar makul ve mantıklı bir karar olduğunu anladım. Böyleydi, çünkü böyle olması gerekiyordu. O zamanki karışıklığı, saçma renk kavgasını ve diğer tüm ‘bizim artık normal gördüğümüz’ saçma ırkçılıkları daha olayın nedenini hiç de anlamamış bir çocuğun ağzından dinlemek bazı şeyleri daha kolay fark etmemizi sağlıyor. Tüm bunların haricinde Scout kesinlikle narin bir kız çocuğu değil. Güçlü, savaşçı, inatçı ve çoğu zaman durdurulamaz bir heyelan! Beni kitabın çoğu yerinde kendine hayran bıraktı. Dövüşmekten, soru sormaktan, çabalamaktan kaçmayan meraklı tavrı ve sivri diliyle ona hayran olmamak mümkün değildi zaten. -KonusuGüney Amerika’nın oldukça sıradan bir yerinde, Maycomb’da, bir gün bir tecavüz suçu işlenir ve suçlu da kasabanın biraz dış tarafında yaşamakta olan siyahilerden (kitapta zenci diye geçiyorlar) biri kabul edilir. Anlatıcımızın babası olan Atticus da bu davayı siyahiler cephesinden üstlenen işinde iyi bir avukattır ve aslında hikayenin asıl olayı da tüm bu süreçtir. O dönemlerde bir zenciyi savunmak küçük büyük, çocuk yaşlı herkes tarafından lanetli kabul edilmektedir ve baş karakterlerimiz Scout ve Jim hem tüm bunlar ile savaşıp hem de bunun nedenini anlamaya çalışırlar. Aslında tüm kitap boyunca Maycomb’un o sınıflı yapısını görüyorsunuz, renk ırkçılığı haricinde ara ara geçen konuşmalarda cinsiyetler arası eşitsizliği de yakalayabiliyorsunuz. Mesela hala kişisinin sürekli baş karaktere ‘hanımefendi’ gibi davranması gerektiğini söylemesi ya da Jem’in kız kardeşine “Kız gibi davranma, bu çok utanç verici.” demesi. Olayın sosyal boyutunu geçip tamamen edebi yönden değerlendirecek olursam yazarın tüm bunları gösterme yöntemi çok abartısız ve açık. Kitapta zorlama tek bir şey bile yok, her şey su gibi doğal haliyle akıyor ve harika bir gerçeklik oluşturuyor. Ana olay haricinde beni asıl etkileyen aralarda yaşanan o küçük olaylardı, yan evde yaşayan öcü Radler, kasabaya yazdan yaza gelen arkadaşları Dill, Jim’in ergenliğe geçiş hali ve değişikliği, babalarının bir kahraman olduğunu fark ettikleri o ilk an, sonu, başı hepsi ama hepsi beni etkiledi ve onların gerçek olduğuna inanmama yetti. Bir kitabın iyi olduğunu gösteren birçok şey vardır ama en önemlisi açık ve ne anlatacaksa onu anlatmaya yoğunlaşan, anlaşılır bir dil. Gereksiz entrikalardan, anlamsız benzetmelerden uzak bu kitap beğenilmeyecek gibi değil! -Kitaptan Alıntılar“Ama bazen bir adamın elindeki İncil, babamın elindeki viski şişesinden daha tehlikeli olabiliyordu.” “Tek yaptıkları iş bizlere içerini dökmektir ve bu yüzden bülbülü öldürmek günahtır.” “Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır.” Daha fazla konuşmam anlamsız, okuyun beğeneceksiniz zaten. Filmi de varmış ama henüz izlemedim. Önce kitap! Sevgiler.

Buse Güzel


DAHİLEN ELVEDA Bak bugün sana bir orduyla geliyorum ellerinden tutuyorum önce bir tur çeperinde döndürüyorum ceplerine toprak koyuyorum, avuç içlerimde tohum sonra diyorum eğer bir gün ölürsen senin çeperinden bir dünya bırakmak istiyorum dünyaya haklıyım biliyorum fakat ekseriyetle böyle kaybediyorsun tozunu dumanına katıyorsun içine çekmeden içine çekmeyi deniyorsun itiraf etmekte fazla oluyorum çünkü hakikaten biliyorum her türlü çürütüyoruz dünyayı dünyanın içindeki binlerce dünyayı Bir akarsuyun denize dökülen kollarından birinde öğrendim taraflarımın yanında olmayı bir pusula olsaydım eğer yönlerim birbirinden bu kadar keskin ayrılmasın isterdim kuzeyde de güney olabilmeyi bilsin ibrem doğuda batı da. Bir akarsu olsaydım eğer kollarım bu kadar paralel ayrılmasın isterdim bildiğim bütün doğruları onlardan öğrendim Sen karşına, ben sınırlarıma aldığım zaman sebepler sebeptir karşında ve sınırlarımda o zaman hala tutabileceğimiz sözler var bak dünyaya da dünyanın içindeki dünyalara da Sana bugün bir orduyla veda ediyorum artık ellerini bırakıyorum düşürmeyeceğinden eminim çünkü pusula olmayı da ibre bulmayı da öğrendim yönümü şaşırmayı da yönümü bulmayı da kötülüğe karşı ayakta durmayı da kurak ve un ufak toprağını da nehirlerinin aktıklarını da çamura meyilli bataklıklarını da


Sana bugün bir ordudan haber bildiriyorum zaferle yenilgi arasındaki kaleden kalemimle şiirimle süvarilerimle birlikte belki yalnız kalacağın belki de yalnız bırakacağın bir veda fakat sahiden, dahilen . . . elveda

Çizim: Berna Horasan

Demet Genç


BOŞ SOKAK Akşam vakti sokakta yürüyorsunuz. Rahatsız edici bir sessizlik var. Etrafınıza bakıyorsunuz, kimse yok. Yollar bomboş, sadece park halinde araçlar var. Anlıyorsunuz ki dünyada sizden başka hiçbir insan, hatta hiçbir canlı yok. Ama korkuyorsunuz. Halbuki cinlere, perilere inanan biri de değilsiniz. Neden korktuğunuz sorusuna cevap arayıp duruyorsunuz. Kendi kendinize konuşmaya başlıyorsunuz. Bir süre sonra kendi sesiniz sizi rahatsız ediyor. Sanki konuşan başka biriymiş, korkunç bir yaratıkmış gibi. Etrafınızda dönüp duruyorsunuz sizden başka kimsenin olmadığını bile bile: Evet, kimse yok. Yürürken çıkardığınız sesler, nefes alıp vermeleriniz, her şey sizi ürkütüyor. Kendi başınasınız. Fakat beyniniz sizinle bir oyun oynuyor ve gene etrafınızda dönüyor, sağa sola bakınıyorsunuz, kimsenin olmadığını bile bile, defalarca kontrol ediyorsunuz. Binalara, gökdelenlere, sokak lambalarına, duvarlara bir şahsiyet yükleyecek kadar gelişmiş bir hayal gücünüz yok ne yazık ki. Yalnızlığınızdan kurtulamayacağınızı bilmek sizi daha da korkutuyor. Kendi başınıza olduğunuzu bir kez daha tekrarlıyorsunuz içinizden. Aldığınız her nefes, ağzınızdan çıkan her ses, ayak sesleriniz, hırıltılarınız, korkudan açılmış gözleriniz, titreyen vücudunuz, hepsi sizin. Ama bunu kabullenmek istemiyorsunuz. Bir ayna bulup karşısına geçiyorsunuz. Aynadaki adamı görünce varlığınızın farkına varıyorsunuz. Bu benim diyorsunuz. Fakat amaçsızlığınız sizi yeniden varlığınızı inkâr etmeye yöneltiyor. Aynadaki o adamın görünüşünün hiçbir önemi olmadığını düşünüyorsunuz. O size başka biriymiş gibi geliyor. Siz elinizi kaldırınca o da kaldırıyor, sizin hareketlerinizi tekrarlıyor milisaniyeler içinde, ama onun kendiniz olduğuna inanmıyorsunuz. O aynanın karşısına geçmemeye yemin ediyorsunuz, o adamın suratını görmeye tahammülünüz yok. Sadece siz varsınız. Rüyalarınızda da kendinizi görüyorsunuz sadece, ter kan içinde uyanıyorsunuz. Bu kabuslarınız yüzünden birkaç gün uyumuyorsunuz. Fakat bu sefer de o adam gözünüzde canlanıyor durmadan. Sizi rahatsız eden sessizlik yerini kafanızın içinde duyduğunuz tuhaf seslere bırakıyor. Artık kendi sesinizi bile duyamıyorsunuz. Kafanızın içinde yankılanan bu sesler sizi olduğunuz yerden uzaklaştırıyor. Ellerinizi, ayaklarınızı, vücudunuzun hiçbir yerini hissetmiyorsunuz. Bu işkenceye daha fazla dayanamayacağınızı anlıyor ve kurtulmak için bir bıçak alıp boğazınıza saplıyorsunuz. Hiçbir acı hissetmiyorsunuz. Sadece başınız dönüyor ve kafanızın içindeki sesler daha şiddetli geliyor, kafanız patlayacakmış gibi oluyor sesten. Kendinizi bırakıyorsunuz. Yere akan sıvıya bakıyorsunuz boş gözlerle. Sonra her şeyinizi kaybediyorsunuz. Korkularınızı, düşüncelerinizi, duygularınızı, bir şeylere olan nefretinizi, nefesinizi, her şeyinizi. Her şey oluk oluk zemine akıyor.

Ömer Taha


Koynumdaki Armağan Uykumdan uyandırıldığımdan beridir Sahteceydi her gördüğüm Ne bu yollar, bu sokaklar Ne beni görünce yolunu değiştiren bu şehir Yalnız geceydi sahip olduğum Ve karşılığında kendimi verdiğim Ruhum önünde hürmetli bir esir Şiirler okuduk türküler dinledik Işıklarında şehrin Ama iyi ama kötü Işıklar çekildiğinde Gölgeler kaybolduğunda Bir armağan gibi sessizliği bulduğumdan beridir koynumda Minnetim bu köhne geceyedir yalnızca Sessizliğim benim En asil varlığım Sessizliğim benim Ana kucağım Yıllardır içimde taşıdığım şu kalbi Bıraktığımdan beri Hiç açılmayacak bir kapının önüne Kalmamıştır artık itibarım kendime bile Hele şarabımda gözü olan şu insanlara -safa niyetiyle içtiğimi sanan şu insanlaraHiç ulaşmamakta sözlerim aleni olsa bile Yalnız gecedir sırdaşlık eden mestliğime

Gece ki Yücelerden kalma yadigârım yegâne

Berna Horasan


Yeşil Hasan Sabbah’ın bir müridiyim ben. Onun için her şeyi yaparım; yeri gelir onun için ölürüm, yeri gelir onun için öldürürüm. Bazen kalenin dışında, bazen ise kalenin içindeyim. Ancak her ne olursa olsun daima onunlayım. Kalbim onunla, bedenim onunla ve ruhum tabii ki onunla. O ki bize cenneti getiren, cenneti iliklerimizde hissettiren ve her istediğimizde tüm güzellikleri ayağımızın altına seren! Şüphesiz ki her daim ona inanacağım ve bu uğurda her şeyimi feda edeceğim. Söylediklerim su götürmez bir gerçekten başka nedir? Alamut Kalesi’nin anlamı çok büyüktür. Bir başkaldırış, bir çözüm noktasıdır. Bunu anlayamayan kendini bilmezler, efendimizi mütemadiyen suçlarlar. Ama onunla cenk edemeyecek kadar da aciz bir görüntü çizerler. Bu böyle biline. Ki bu cesaretsiz mahluklar bizim inancımızdan ve yapacaklarımızdan bir köpek gibi tir tir korkmaktadırlar. Sahip oldukları aşağılık düşünceler, tıpkı veba gibi bu coğrafyayı kirletmekte ve bu yüzden bir an önce hatalarının farkına varıp fikirlerini değiştirmeleri gerekmektedir. İşte böyle bir ortamda Hasan Sabbah tek kurtuluştur! Size bunları anlattığım mekânın yaratıcısı, gerçek sahibi olan Hasan Sabbah! Peki ben neredeyim? Büyük bir avludayım. İzin verin size etrafı izah edeyim; size buraların havasını içinize çekme ve bu güzellikleri zihninizde yaşama fırsatı vereyim. Paylaşmak büyük bir erdemdir nihayetinde. Ağaçlarla çevrili bir avludayım. Papatyalardan, ortancalara, kasımpatılara… Bir sürü, ama bir sürü çiçek var burada. Renk cümbüşü içerisindeyim. Kokuların şahaneliği burna bayram ettirir cinsten. Ağaçların gölgesi, esen ılık rüzgar ve her rüzgarda biraz daha benliğime karışan harika kokular... Yaratıcıya minnet ettirircesine güzeller. Doyasıya koklanası, doyasıya bakılası. Peki sadece çiçekler mi var burada? Hayır! Gözlerini bana dikmiş siyah saçlı bir hatundan söz etmek isterim! Yeşil gözlü, beyaz tenli bir afetten. Çıkık elmacık kemikleri, muhteşem dudakları, tanrının bir milimetre bile yanlış çizmediği burnu olan bir afetten. Seyrederken sadece gözlerine odaklanıyorum ama bir yandan da gözün yaradılışına aykırı bir şekilde her yerini olabildiğince incelemeye çalışıyorum. Olmuyor, ama deniyorum işte. Gözlerinde ölüyorum, tekrar doğuyorum. Bakışlarında boğulurken aldığım keyfi anlayabilir misiniz? İnsan boğulurken keyif alır mı? Alıyormuş işte. Şu an o hazzı doyasıya yaşıyorum. Ona bakarken yeniden doğuşu tadıyorum. Ara sıra da kayboluşu... Bir insana tüm bunları yaşattıran ne olabilir? Aşk mı, inanç mı, sevgi mi!? Bilmiyorum fakat yaşamaktan keyif alıyorum. Bu duyguyu çok seviyorum! Sokrates’in bir öğrencisiyim ben. Her daim dinlerim, kendime dersler çıkarır, ona özenirim. Boş vermişliğine, kendisini ifade ediş biçimine hayranlık duyarım. Hayatı ele alış biçimine imrenir, ertesi gün para için yapmayacağım şey olmadığını fark edince kendimden nefret ederim. Lakin yine de giderim pazar yerine Sokrates’i dinlemeye. Mermer kaplı Atina sokaklarında çıplak ayakla yürüyüp paspal bir şekilde bir orada bir burada hayata dair dersler veren ve erdemlik tohumlarını cömertçe etrafa serpmekte bir beis görmeyen bu adamı dinlemeye giden her genç gibi ona sorular sormaktan geri durmam. Her seferinde açık bir şekilde yanıtlar sorularımı. Sakalını okşarken diker bakışlarını bana; asla aşağılamaz. Zira aşağılarsa bu erdemli bir davranış olmaz. Bazen büyütür gözlerini, bazen dalar uzaklara. Ama her zaman bir cevabı vardır; o cevap ise kuşkusuz ki, beni aydınlatmaya yetecek kıvamdadır. Bir anda buraya nasıl geldim bilmiyorum. İşte yine sıcak bir Atina gününde pazar yerindeyim. Sokrates’in nerede olduğunu kestirmek hiç güç değil burada. Zira etrafındaki gençleri gördüğünüz anda anlıyorsunuz kendisinin görkemli varlığını, devasa düşünce bulutunun hacmini... Bir hayli popüler, bir o kadar da etkin Atina sokaklarında. Karısı ve çocukları bu durumdan pek hoşnut değil ama Sokrates için düşünmek, hayatın ta kendisi demek. “Ne pahasına olursa olsun, evlenin. karınız iyi çıkarsa mutlu olursunuz, yok fena çıkarsa o zaman da filozof olursunuz.” sözünden anlayabildiğimiz kadarıyla Sokrates’in sokaklardaki yaşamı, evdekinin pek bir üstünde.


Burada bu sözün bir numaralı öznesi olan Xanthippe’den söz etmeyeceğim. Kendisini suçlamıyorum; şüphesiz ki onsuz Sokrates, bildiğimiz Sokrates olmazdı. İnsanlar, ilişkiler ve anılardır bizi bizler yapan. Deneyimsiz, anısız ve macerasız bizler, boş bir levhadan farksızız. Sokrates’in etrafını çevreleyen gençlerin arasına karışıyorum. Sokrates’in tam çaprazında! Yine o! İnanabiliyor musunuz? Burada da o var. Yeşil gözlü, beyaz tenli... Bu sefer kızıl saçlı. Tıpkı Hypatia gibi. Durun durun; kesinlikle Hypatia bu. Ama bu imkansız. Hypatia değil; Hypatia olamaz! Her yerde karşıma çıkıyor. Bu kez bana değil, Sokrates’e bakıyor. Olabildiğince Sokrates’e yoğunlaştırıyor bakışlarını. Sokrates’i ölesiye kıskanıyorum. Hatta Sokrates’i öldürmek istiyorum. Hasan Sabbah’ın Sokrates’i öldürme emri vermesini tüm kalbimle diliyorum. “Sokrates ölmeli!” diyorum sessiz haykırışlarla. Platon’u, Xenophon’u ve diğerlerini… Sokrates’ten başlayarak öldürmeliyim. Baldıran zehriyle, belki de bir buz baltasıyla. Ama hepsini! Zihnimdeki parçalar kayıyor. Çukurun içinde yuvarlanıyorum. İşte sonunda bana bakıyor ama bilincimi yitirmek üzereyim. Dayanamıyorum. Yeşil gözlerine tutunmaya çalışıyorum. “Tut beni.” diyorum. Duymuyor. Duymadığına eminim. Sokrates bağırarak konuşuyor; sesini bastıramıyorum. “Ah lanet olası ihtiyar!” diye iç geçiriyorum. Stefan Zweig'in iyi bir okuyucusuyum ben. Bütün yalnızlar gibi özgür ve bütün özgürler gibi yalnız hissediyorum. Nietzsche'yi anlattığında bir başka seviyorum onu. Dehasının parıltılarını her kitabında bir ışık buklesi şeklinde bizlere sunarken verdiği ilhamı kelimelerle anlatamıyorum. Gözlerim yarı kapalı. Neresi burası? Komodinin üstündeki eşyalardan ve odanın kasvetli havasından anlıyorum; Rua Gonçalves Dias 34, Petrópolis, Rio de Janeiro burası. Bunaltıcı odayı izlemeye dalmışken yeni fark ediyorum kollarımın arasındaki beyaz tenli yeşil gözlü kadını. Yine o! Gözleri yarı açık yarı kapalı. Bana bakıyor; ne olduğu çözemiyor. Arka planda Sokrates'in sesi yankılanıyor. İhtiyar “Hayattan uzaklaştığımız ölçüde gerçeğe yaklaşırız!” diye haykırıyor. Ben ise gerçekliğimden her geçen saniye hızlıca uzaklaşıyorum. Hakikatin esiri olmak üzere yol alıyorum; farkındayım ama durduramıyorum. Usulca teslim oluyorum; en azından onun yeşil gözlerinde boğulduğumu düşünerek teselli buluyorum. Göz kapaklarımın her saniye mikro santim boyutlarında kapandığını hissedebiliyorum. Bir şeylerin ters gittiğini anlıyor; görüyorum. Tam olarak bana bakıyor, üzgün bakışlar atıyor, ne olduğunu çözmeye çalışıyor ama çözemiyor. Onun üzülmesine gönlüm el vermiyor; ah dayanamıyorum. Son enerjimle ellerini tutuyorum; kaşlarını çatıyor, bilincim kapanıyor, yeşil... Boğuluyorum. İnsan boğulurken keyif alır mı? Alıyormuş işte!

Mert Aydın


GARABET İsterdim ki geçmişin izinde Meşe ağacının kavuğunda doğmuş Ve orada ölmüş olmayı. Oysa ben bir pelerin arkasında Sakladığım sesimle yetişmiyorum sizlere… Yaratılmışım bir yüze bakılarak Ve O’nun gibi olma ümidiyle Aşmışım tarihini kullanımını Bu taslak sözcüklerin Söyleyecek olsam yanacak dilim Ve yüreğim boşluğun içinde Dönüp duracak sanıyorum Makaranın dilemmasında Bir sağa dolanıyorum Bir sola sarılıyorum; Kördüğüm oluşum eksiğim Ve tanıyamamanız beni. Ben oluğunu kaybetmiş balık, Ben yerini bulamayan seka Olgular için betimlemelerim benzeşiyor. Damıtıyorum yokluğumu ve güzergahımı Kaçıp gitmelerimin seferinde atmosferin. Kurduğum bir folklörün Halkına düşman bu yaşayanlar Peki ya bu şarıldayan su Yüzüme çarptığım ve kurutan Çorak bir tarla gibi tenimi? Peki ya kayan altımdan toprağım? Doğumuma eş korkulukla Yitik bir ülkeyim şimdi.

Çizim: Berna Horasan

Miray Özden Kıran


ÖRSELENİŞ -IAldım yaralarımı toprağa ektim etimle besledim kanımla gözümün yaşıyla besledim muazzam intihar senaryolarıyla Kendimi kendimden doğurayım dedim acı hamuruyla Bir fındık kabuğuna sığdırdım hepsini

-VI-

Ellerim kırılıyor.

Kaç şiirle gizledim çirkinliğimi Pek okur değildin Yüzümü aldım ellerine dokudum Eski Arap dilleri gibi karşıladın gelişimi

-II-

-VII-

Doğuya haksızlıkları Batıya ayrımcılığı Kuzeye kızgınlığı Güneye kendimi Toprağa acıyı nakşettim

Ah insanoğlu / Herkesin hamurunda hüzün. -VIIIÇirkince bir bedenin içine hapsolmuş Sergüzeşt bir acı kitlesinden ibaretim.

Memleket aldı türkülerini etime dokudu.

-IX-

-III-

Nerede isem ‘Orada olmaman gerek’ sanrıları çürütüyor zaman algımı

Aldım etime dokudum acıyı İstedim ki tekrarını doğurayım etimden -IVDoğum sancılarını hak etmedim annemin Varlığımın her zerresinin sancımasından anlıyorum bunu.

Nerede olsam Huzurun başka bir mahallede kol gezdiğinden emin gibiyim. Kimin yanındaysam yanlış Zaman ve insana bağımlı olmaksızın Bir geç kalmışlık hissine tutsağım

Acımı aldım bedenlere yükledim Acımı aldım yollara Acımı yaşama Hepsinden tekrar gebe kalarak Evladımdır dedim, kabul ettim Camilere bıraksam ehl-i sünnet razı değil Sayısız yetim hakkı üzerimde -VAldım hamurunu acının şekline yoğurdum ufakça bir kadın bedenine sığdı boylu boyunca değil

-X-Savaş Beni en çok kendimle mücadelem yordu Tanrım, Tüm bu insanlar Nasıl katlanıyorlar İnsan olmaya -Yaram Yerini en iyi ben bilirim En iyi ben tuzladım kendimi.

Müntekim Gıcırhanım


“bunda ne var” iki gün önceydi belki de bundan ama dün olmadığı kesin biliyorum burası çünkü koridor odalarım evim Allah’ım atmosferinde ama bambaşka bir yerin duysam anlayacağım dilinden bilemiyorum hangi kelimelerle konuştuğunu öpüşsek susayacaksın buna sonradan küp şekerleri iki çocuk karşı dairenin kapı aralığı senin bu elinle getirdiğin her neyse ağzı dar benim kollarım uzun sağ cebimde ayna var koridorumdaki ampul bir senedir patlak öpüşsek bunda ne var küp şekerleri iki çocuk aynalar iltican tedirginliğin etmesen çocukları saklasak iki gün önceydi belki de bundan ama dün olmadığı kesin dinmeyişi canımda bir karaltıda gördüklerimin öyle derin

M. Emin Yüksel


BEN ŞAİR MİYİM? Ben belki de hayatının nereye doğru aktığını yahut da akacağını çoğu zaman kestiremeyen birisi olarak şunu söyleyebilirim: “Şu zamana kadar bir sürü şiir yazdım ya da şiire benzeyen yani ‘şiirimsi’ diyebileceğimiz bir sürü şey kaleme aldım ve fakat kendimi hâlâ bir şair olarak göremedim.” Çünkü ne kadar yazarsam yazayım aslında bir nevi sadece yazmak için yazdım. Çoğu zaman geriye dönüp de yazdıklarıma şöyle bir göz attığımda yazdığım şeylerin çoğunu bir yadırgama ve bir garipseme çerçevesinde görüp tuhaf karşıladım. Zira yazdıklarımı her ne kadar beğenmesem de hep inadına yazdım ve bundan sonra da hep inadına yazacağım. Çünkü şehrin şu gürültüsünde, trafiğinde, televizyonların, makinelerin, çarkların, kavgaların ve küfürlerin sesi içinde kaybolan şu şiirin sesini yaşatmak ve hatırlatmak adına yazacağım. Henüz şair olamadım, ama buna rağmen bu yolda bir şeyleri hatırlatmak ve duyurmak adına çaba ve emek sarf ettiğim için kendimi hep bir şiir işçisi ve bir şiir emekçisi olarak gördüm. Kendime lâyık olan vasfın da bu açıdan şairlik değil, fakat şiir işçiliği olduğunu söyleyebilirim. Dolayısıyla ben bir şair değilim, ben bir şiir işçisi ve şiir emekçisiyim. Bununla da iftihar ediyorum.

Taner Deniz


Son Yâd 3. şahıs kalıyor mısralarımda hep taze konuklar Yine dokunmanı istemediğim mısralarda adını gizliyorum Yine yanlış bir notaya basıyorum, akordu bozulmuş gecede Zaten bu vakitler nereye dokunsam, kulak tırmalıyorum. Bu zamanlar heybemdeki yerini unutturdu bana, Çürüyen omzuma baktım, artık söylenmiyor ağırlığa, Ama ağzına kadar dolmuş yaşanmamış anılarla, Hepsini atmak istiyorum, hepsini savurmak! Belki de içten içe okumak… Elim çarpıyor geçmiş diye damgalanmış bir kâğıda, Farkındayım şad edeni yâd etmek acı veriyor artık bana. Kaçıyorum, anılar gömleğimi yırtıyor azgınca. Zaten hüküm belli, zindana atılacağım sonunda. Bırakıyorum kendimi, peygamber değilim sonuçta. Zikrime hazırlanıyorum itinayla Soran olursa, ne yapayım oldu bir kere kazayla. //Yavaşlıyor soluğum, anlıyorum suça meyledeceğim biraz sonra Denize nazır bir mekandayız, Manzaraya karşı sen oturuyorsun ya da öyle sanıyorsun. Bir gülüşünü yakalayıp hemen heybeme atıyorum. Dünyanın en iyi tüccarı oluyorum, Yıllarımı gülüşüne değişme şevkiyle. Otogarda oynanmış bir oyunu sol anahtarım, Ellerinin sıcaklığını en güzel ölçüm yapıyorum. Unutuyorum yaşanmamış anıların ağırlığını, Ben yine nota defterime nefesini kazıyorum.

Yusuf Cemal Çelebi


KANA DİKİŞ TUTMAZ Yerin ayakları vardır Yürür, yorulmaz. Ben karanlıktan, gemiden, geceden, sevdadan bıktım usandım Yüreğim titriyor ellerim gibi Yüreğim terliyor, sanki ılık bir kadınlığın taze dudaklarını kar tanesine kondurması gibi. Yoruluyor yüreğim yaşamaktan Yaşlanmaktan bile üşeniyorum Özlemiyorum kavuşmalarımı, ayrılıklarımı Soğuk bir kent gibi Tenha bir tren garı gibi Gölgemi dahi taşıyamıyorum Kırılacak belim en inceldiği yerinden Ben belimi dahi taşıyamıyorum. Kırılacak hayallerim en hüzünlü yerinden Papatyalara bakarak ağlamak istiyorum Hep bir yıpranmışlığın hikayesini anlatırlar bana ve bir gerçekliği doğruluyorum yaşantımla: Kana dikiş tutmaz.

Mümtaz Özlen


GÜL FİDANI (3) Gülnihal yanımdaydı. Benimle birlikte İstanbul sokaklarında yürüyordu. Ara sıra rengarenk topuklu ayakkabısına kaçamak bakışlar atıyordum. Fark ettiğinden emindim ama rahatsız olmuyordu. Belki de hoşuna gidiyordu. Ne kadar zarif bir kadın olduğunu biliyordu, bilmeliydi. Çünkü Gülnihal özgüvenli bir kadın. Kimsenin tarifine ihtiyacı yoktu. Ama benim onu tarif etmeye, anlatmaya ve yokluğunda hayal etmeye ihtiyacım var. Daha önce ilişkilerim olmuştu. Fakat böylesine çarpıcı bir sevdayı tecrübe etmemiştim. Yanımda yürüyor, benimle konuşuyor ve göz göze geliyor. O anlarda daha fazlasını istemek aklımın ucundan dahi geçmiyordu. Gözümün içine bakması bana hayli yetiyordu. Onunla vakit geçirmek doyurucu ve bir o kadar da yaşamanın ta kendisi. - Levent? - Efendim Gülnihal. - Çok durgunsun, belki de hep böylesin. Mutlusun aynı zamanda. Ama davranışlarından değil hislerinden biliyorum. İnsanlar mutlu olduğunda durgun olmaz. Seni mutluyken bile durgun yapan şey nedir? - Emin değilim. Hep böyleydim. Dalgalanan denizi, simit parçası kovalayan martıyı veya herhangi birini seyrederken uzaklara gidiyorum. Durduğum yerde durmuyor nefes aldığım dünyada nefes almıyor gibiyim. Sadece gidiyorum aklımın karanlığında. Gülnihal bir süre gözlerimin içine baktı. Anlamadı sanki ne demek istemediğimi. - Belki de senin böyle olmaya ihtiyacın vardır Levent. Cevap vermedim. İçimden bir ses Gülnihal'in hırçın sözlerinden rahatsız olduğumu söylüyordu. Bir anlığına ondan uzaklaşmam gerekiyor gibi hissettim. Ama bu kadından asla uzaklaşamazdım. Uzaklaşsam da daima yanına gidecekti aklım. Onu ne kadar istesem de arzulasam da vakit geldiğinde birbirimizden kopacağız. Ne zaman ve nasıl olacak bilmiyorum. Bildiğim her şey gerçekleşecek ama yine de umut besliyorum delicesine. Yürüdükçe yürüdük. Güzel ve bir o kadar da yorgun bir yürüyüş olmuştu. Dinlenmeye karar verdik. Yakınımızda ağaçların ve kedilerin çok olduğu bir çay bahçesi vardı. Bazen kitap okumaya bazen de düşünmeye giderdim. Teklifimi kabul etti oraya gittik. Bir masaya yönelmiştim ki o anda Gülnihal; - Olmaz, gel salıncağa oturalım. Reddetmedim, onu takip ettim. Gülnihal önümde yürüyordu ben onu takip ediyordum. Bir anlığına bana başını çevirip gülümsedi. Rüzgar esti. Saçları uçuştu. Etrafında döndü. Gökyüzüne baktı. Göz kapaklarını açıp kapatıyordu. Ve yüzünde hep gülümsemesi vardı. Bense sadece olduğum yerde kaldım ve onu seyrettim Elimden tuttu ''Hadi'' dedi. Çift kişilik salıncağa oturduk ve hep aklımda kalacak o sözleri sarf etti; - Karşında olmayacağım. Hep yanında olacağım Levent. Teşekkür mü etmeliydim başka bir şey mi söylemeliydim bilmiyorum. O an sadece sustum ve onun sıcaklığında eridim. Gülnihal'i sevdiğimi ve sevmem gerektiğini biliyordum. Ama o an her şeyin ötesindeydi. Sarsıcıydı.

Yunus Mert Yüksel


köz bir şeylerden önce sen uyumadan önce ben ve her duadan önce küçük bir el açılıyor beni bir yerlerden bir yerlere bırakması için birilerinin elleri dua ediyor annem fısıldıyor beni güzel bir uçuruma götürmemesi için bu güzel tanrının kalbimin en ortasında küçük duvarları ören bir şey var bundan bin yıl önce belki putum yıkılmıştır ben bu paralel evren meselesinde hiçbir tarafta kalamadım fark ettim tütünümün ıslak olduğunu sözümün geçmediğini yeni baskı aile fotoğraflarında hiç gözyaşı olmadığını ama eskilerinde hep renk solduran bir inat olduğunu anladım kalbimin en ortasında inşa etmediğim bir şiir var bu bana paketlenmiş özel seri bir közdür diyor annem elini çabuk tut inandım bu akşamlar beni ikna olamayacağım bir yalana benzetir sandım bu küçük eller birleşirse en gür dualar bana paketlenir

eskiden tam bin yıl önce bozuk paralara suretim basılmıştır beni harcamışlardır üstüm de yağmurdur kara toprağın borç bildiği uçsuz bucaksız bedenleri yıkamaya yemin etmişimdir ondandır toz kokarım ya da rutubet ya da öyle söylenir sahi ben bu zaman konusunda hiçbir tarafı tutamadım kalbimin en köşesinde biri şu an geveliyor şekli yok şemali yok ey ahmet “sen bu benzetmeleri yürütemezsin” dedi annem bir davayı burada kapadım şimdi yenisini açtım bu son seri bir közdür

Ahmet Murat Alper


Bİ’ ACAYİP


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.