Birlik Dükkanı Aylık Mevlevi Kültürü Dergisi Sayı 11 / Aralık 2016
Şeb-i Arus Özel Sayısı 1
İçindekiler 3 - Merhaba 6 - Şeb-i Arus 743. Seneyi Devriyesi / Hasan Dede 12 - Hazreti Mevlana - Şeb-i Arus / Cezmi Işık 16 - Sonsuzluğa Doğmak; Şeb-i Arus / Erdem Ergin 22 - Candan Cana / Sema İnal 26 - Söz Padişahı ile Söyleşirken... / Nur Yıldız 30 - Ölüm Uzaktır Onlardan / Fatma Albayrak 32 - Hasan Dede ile Sohbetler / Yusuf Köroğlu 36 - Nur Sultanı / Serkan Fincan 40 - Ariflerin Sultanı Ulu Arif Çelebi / Özlem Bilge 42 - Derviş’in Gönlü Latiftir / Salih Ökten 44 - Sultan Veled Divanı’ndan Seçmeler / Çiğdem Zehra 46 - Dünyada ve Türkiye’de Mevlevihaneler -5- / Gürcan Kaftan (Galata Mevlevihanesi 2. Bölüm)
50 - Mevlevi Adab ve Erkanı -5- / Gülsen Suçsuzer 54 - Hz. Mevlana ve İnsan / Esin Kaya 56 - “Altın için Hazineyi Bırakma Yoksul!” / Cansu Z. Kaplantaş 58 - Sevgiliye Sevdalanmak Anı! / Cemre Genç 62 - Tasavvufta Müzik ve Ney / Veli Vural 64 - Aşk Meclisi / Sibel Safiye Avcı Fotoğraf ve illüstrasyonlar: Çetin Güneş, Teoman Atalay, Didem Andaç, Turner Baydar, Teoman Yılmaz, Murat Şancı ve Anonim
2
M
erhaba Sevgili Birlik Dükkanı Okurları!
2016 yılının 11.son sayısında sizlerle birlikteyiz. Yeni yılın ülkemize ve dünyaya sağlık, esenlik, huzur, birlik ve beraberlik içinde geçecek günler getirmesini diliyoruz. Aralık ayının Mevlana Aşıkları için taşıdığı anlam çok özel. 17 Aralık 1273...Mevlana Celaleddin Rumi’nin dosta kavuşma günü, düğün günü; Şeb-i Arus! Gönül kuşu dünya kafesinden uçmak üzere iken O; yakınlarını, dostlarını teskin eder. Çünkü bütün peygamberler ve evliyalar, insana gelmiş olduğu ilahi kaynağı hatırlatmaya ve Allah’a, ebedi sevgiliye giden yolu göstermeğe çalışırlar; “Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı bende bu dünyanın gamı var, dünyadan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma, bu çeşit bir şüpheye düşme. Ölüm günü tabutum yürüyünce şu dünyanın derdiyle dertleniyorum sanma. Benim için ağlama; “yazık, yazık!” deme. Şeytanın tuzağına düşer, düzenine kapılırsam yazık demenin sırası gelir. Cenazemi görünce “ah ayrılık, ayrılık!” demeye kalkışma; kavuşup buluşma zamanım o zamandır benim. Beni kabre indirip bırakınca “elvedâ, elvedâ!” deme sakın; çünkü kabir, cennetler topluluğunun perdesidir. Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret; güneşe, aya batmadan ne ziyan geliyor ki? Sana batmak görünür amma doğmaktır o; mezar hapis gibi görünür amma canın kurtuluşudur o. Hangi tohum, yere ekildi de bitmedi; ne diye insan tohumuna gelince, bitmeyecek zannına düşüyorsun. Hangi kova kuyuya salındı da dolu dolu çıkmadı; can Yusuf’u, ne diye kuyudan feryâd etsin? Bu yanda ağzını yumdun mu aç o yanda; artık senin hay huyun, mekânsızlık âleminin boşluğundadır.” Hayatını; “Üç sözden fazla değil, Bütün ömrüm bu üç söz: Hamdım, piştim, yandım...” diyerek özetleyen Yüce Pir’imizin yaktığı meşale, bu gün hala bütün dünyaya ışık saçmaktadır. “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde arama. Ariflerin gönüllerindedir mezarımız bizim!” Yeni yılda yeni sayılarda tekrar BİRLİKte olmak dileği ile. Hu!
3
4
5
Ĺžeb-i Arus 743. Seneyi Devriyesi Hasan Dede
6
M
evleviler, Hüdavendigar Mevlana’nın ebediyet alemine göçtüğü geceye, Şeb-i Arûs derler. Yani yüce Pir Mevlana’nın deyişiyle; “Ölüm benim kına gecem, Sevgiliyle buluşma gecem, son nefesimi verdiğim an Sevgiliye kavuşacağım andır. Ben, ömür boyu hep bu anı inledim.” O günler, Aralık ayının en soğuk günleriydi. Bütün Konya mahzun bir bekleyiş içindeydi. Hazreti Mevlana’nın bu alemden göçüşünün yaklaştığı o günlerde sert ayaz dervişlerin kalblerindeki kederin yakıcılığını soğutmaya yetmiyordu. Herkese şifa olan, zahmet ve hastalık ordularını gerisin geriye gönderen Yüce Pir’in kendi bedeni, insanları cemal, kemal ve hal derecesine eriştrimek için çalışıp didinmekten son derece zayıflamıştı. Nitekim Mesnevi-i Şerif’inde, halka yolları kolaylaştırmak için mübarek bedenini hiçe saydığını şu cümlelerle ifade etmektedir: “Benim yüreğim ve canım Tanrı’yı görmek uğruna ipliğe döndü. Bundan sonra bana bir ip ucu göründü. Güç yolları aştık, sonuna ulaştık. Kendi halkımıza da yolları kolaylaştırdık.” Rivayet edilir ki; ölümüne yakın, Mevlana bir gün yakın arkadaşlarını ve denenmiş dostlarını etrafına topladı ve onlara şu vasiyette bulundu: “Bu dünyadan göçeceğim için üzülmeyiniz. Ne halde olursanız olunuz, benimlesiniz. Size görünmem için beni hatırlayın. Hangi kılıkta olursam olayım, daima sizinleyim, kalblerinize mana ve hakikatleri dökerim. Sultanımız Muhammed Mustafa’nın ‘Benim ölüm de dirim de sizin için hayırlıdır’ diye buyurduğu sözünü, ben de aynen tekrar ediyorum. Bunun anlamı, benim dirim doğru yolu göstermek ve ölümüm de yardım etmek içindir.” Bunun üzerine dostlar feryat edip gözyaşları dökmeye başladı ve onun
ayaklarına kapandılar. Yine bir rivayete göre; Mevlana’nın ölümü yaklaştığında Kira Hatun, “Ey alemin nuru, ey Adem’in canı, ey o demin sırrı, bizi kime bırakıp nereye gidiyorsun?” diye feryatlar etmeye ve acısından üstünü başını yırtmaya başladı. “Ben nereye mi gidiyorum? Aranızda olduğumdan kuşkunuz olmasın” diye buyurdu Mevlana. “Acaba Hüdavendigar’ımız gibi
bir başkası gelecek mi? Onun gibi biri çıkacak mı?” dedi bunun üzerine Kira Hatun. “Eğer böyle olursa, işte ben oyum” diye buyurdu Mevlana ve şu şiiri okudu: Alemde suretten utanan bir can vardır. İnsan şekline bürünse de o yine benim insanımdır. Ve yine buyurdu: “Bu alemde biri size, diğeri de bedene olmak üzere iki ilgimiz vardır. Tanrı’nın inayetiyle her şeyden sıyrılıp tecerrüt ve birlik alemi yüz gösterdiği zaman bedene olan ilgim de sizin olacaktır.” Yine derler ki; Mevlana daha hasta döşeğindeydi. Yedi gün yedi gece haddinden aşırı depremler oldu. Birçok ev ve bağın duvarları
yıkıldı. Dünya birbirine girdi, yedinci depremde dostlar feryat ederek Tanrı’dan yardım dilediler. “Evet, zavallı toprak, yağlı bir lokma istiyor. Bunu vermek lazımdır” diye buyurdu Mevlana. Yine Hüsameddin Çelebi Hazretleri şöyle rivayet eder: “Hüdavendigar’ın son gününde, mübarek başı ucunda oturmuştum. Hüdavendigar’ım, Şeyhim bana yaslanmıştı. Birdenbire odada güzel yüzlü bir adam belirdi. Onun ruhu suretleşmiş ve son derece güzel bir şekil almıştı. Öyle ki, ben onun bu son derecedeki güzelliğinin letafetinden kendimden geçtim. Mevlana hemen yerinden kalkıp onu karşıladı ve “Yatağı kaldırınız” diye emretti. O genç bir süre durdu. Ben gencin yanına gidip “Buyrun, siz kimsiniz, ne istiyorsunuz?” diye sordum. “Ben kesin karar verme meleği Azrail’im, Mevlana Hazretleri ne buyuracak, diye celil olan Tanrı’nın emriyle geldim” diye cevap verdi. Bu söz üzerine Hüdavendigar Mevlana, “Ne mutlu o gözlere ki böyle bir yüzü görebilir. İşte Tanrı’yı görmüş temiz nazar böyle olur” diye ekledi. Ben, o heybetten hayret içinde kalırken Mevlana’nın şu beyiti buyurduğunu işittim: “Yakına gel, yakına gel; ey benim canım! Ey benim Sultanımın habercisi!” Sonra Mevlana buyurdu, bir leğen su doldurup getirdiler; mübarek ayaklarını leğene daldırdı. Arkasından da hiç durmadan leğendeki sudan alıp göğsüne ve mübarek alnına sürüyor, şu beyitleri okuyordu: “Sevgili, zehir dolu bir kadeh önümüze getirdi, Onun eliyle sunulduğu için bu zehiri sevinçle içtik. Biz ruh bakımından feleklerin üstünde, Cisim bakımından da yerin altındayız. Suret bakımından öldükse de Sıfat bakımından dirildik. Can tertemiz bir ayna, ten de onun üzerinde bir tozdur. 7
Tozun altında olduğumuz için güzelliğimiz görünmüyor. Bu iki ev, bu iki konak hiç şüphe yok ki Onun mülküdür. Onun hizmetini yap ve bu hizmeti yaptım diye övün.” Yine o sudan alıp alnına ve yüzüne sürüyor, şöyle diyordu: “Sen müminsin, tatlı isen ölümün de mümindir, kafir ve acı isen ölümün de kafirdir.” Ve buyurdu ki: “Dostlarımız bizi bu yana çekiyor, Tebriz’in parlak Güneşi Şemseddin de o yana çağırıyor. ‘Tanrı tarafına çağıranın davetine icabet edip iman getiren’ (Ahkaf Suresi, 30) ayetinde buyrulduğu üzere gitmek zaruridir.” Derler ki; Sultan Veled Hazretleri o günlerde durmaksızın çalışıp didinmekten, üzüntüden ve uykusuzluktan son derece zayıflamıştı. Daima ağlıyor, feryat ediyor, elbiselerini yırtıyor ve hiç uyumuyordu. “Bahaeddin, ben iyiyim, git yat, biraz dinlen” diye buyurdu o gece Mevlana Hazretleri. 8
Veled Hazretleri baş koyup gittikten sonra Mevlana şu gazeli söyledi ve Çelebi Hüsameddin Hazretleri de kanlı gözyaşlarıyla onu yazdı: “Git başını yastığa koy, beni yalnız bırak. Geceleri dolaşan ben kalbi yıkık ve müptelayı bırak. Biz geceleri sabahlara kadar sevda dalgaları içindeyiz. İstersen gel bizi bağışla, istersen cefa et. O güzeller şahına, vefa etmek vacip değildir. Ey yüzü sararmış aşık! Sen buna sabredip vefa et. Bizim kalbi karataş gibi sert ve boş yere aşıkları öldüren bir sevgilimiz vardır. O öldürür ve hiç kimse ona kanının pahasını sormaz. Bu, ölümden başka çaresi olmayan bir derttir. O halde ben: “Bu derde deva bul” nasıl derim. Dün akşam rüyada aşk diyarında dolaşan bir ihtiyar gördüm. O bana “Bizim tarafımıza gel” diye eliyle işaret etti.” İşte Mevlana’nın söylediği son gazel budur. Yine ariflerin Sultanı, Arif Çelebi şöyle rivayet eder; Mevlana’nın kutsal ruhu, zatı niteliksiz olan
Tanrı’nın celali huzuruna dönüp gittiğinde, Mevlevi imamı Mevlana İhtiyareddin o anı şöyle anlatmıştı: “Ben onun ipek gibi olan bedenini teneşire koyup tam bir edep, terbiye, son derece büyük bir korku ve dehşet içerisinde yıkarken mahrem olan dostlar da bir yandan su döküyor, bir yandan da ulu eshabın Peygamberin bedeninden akan suları içtikleri gibi, Mevlana’nın bedeninden akan suları yere bir damla bile düşürmeden içiyorlardı. Elimi onun mübarek göğsüne koyduğumda Hüdavendigar’ımız dehşetli bir harekette bulundu. Bunun üzerine elimde olmayarak büyük bir çığlık kopardım; yüzümü onun arı duru olan mübarek göğsüne koyup ağladım. Mevlana hemen sağ eliyle kulağımı öyle bir yakaladı ki aklım başımdan gitti. Bununla “Ses çıkarma, ileri gitme” demek istedi. Ben hayrette kaldım. O anda hafiften “Haberiniz olsun! Tanrı’nın dostlarına korku yoktur. Onlar mahzun olmazlar. (Yunus Suresi, 62. Ayeti) Müminler ölmez, onlar ancak bir evden diğerine taşınırlar” diye bir ses geldi. “Azrail aşıklara yol bulup el uzatamaz, aşkın aşıklarını, aşk ve sevda öldürür.” Sonra cenazeyi dışarı çıkardılar. Büyük küçük bütün insanlar başlarını açmışlardı. Kadınlar ve çocuklar da oradaydılar. Büyük kıyamete benzer bir kıyamet koptu. Herkes ağlıyordu. Erkekler çıplaktı, feryat edip elbiselerini yırtarak gidiyorlardı. Hıristiyanlar, Yahudiler, Araplar, Türkler vesaireden bütün milletler, bütün din ve devlet sahipleri orada hazırdılar. Her biri kendi adetlerine göre kitapları ellerinde önden gidiyor; Zebur, Tevrat ve İncil’den ayetler okuyor, hepsi de feryat ediyordu. Müslümanlar sopa ve kılıçla bunları savamıyorlardı. Çünkü bu cemaat hiç çekinmiyordu. Büyük bir karışıklık oldu. Bu haber büyük sultana erişti. Bunun üzerine de papaz ve kiliselerin büyüklerini çağırıp onlara “Bu olayın sizinle ne ilgisi vardır? Bu din padişahı bizim başbuğumuz, imamımız ve rehberimizdir” dediler. Onlar da “Biz Musa’nın, İsa’nın ve bütün peygamberlerin gerçekliklerini onun açık sözlerinden anladık ve kendi kitaplarımızda okuduğumuz olgun peygamberlerin tabiatlarını ve hareketlerini onda gördük. Siz Müslümanlar Mevlana’yı nasıl devrinin Muhammed’i olarak tanıyorsanız, biz de onu zamanın Musa’sı ve İsa’sı olarak biliyoruz. Siz nasıl
onun muhibiyseniz, biz de bin misli kadar daha çok onun kulu ve müridiyiz. Nitekim Mevlana buyurmuştur: “Yetmiş iki millet sırrını bizden dinler. Biz bir perdeden yüzlerce ses çıkaran bir ney’iz.” “Mevlana Hazretlerinin zatı, insanlar üzerinde parlayan, onlara yardım ve iyilikte bulunan hakikatler güneşidir. Güneşi bütün dünya sever. Bütün evler onun nuruyla aydınlanır” dediler. Bir Rum keşişi de: “Mevlana ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymamazlık edemez. Hiç ekmekten kaçan bir aç gördünüz mü? Siz onun kim olduğunu nereden bileceksiniz?” diye seslendi. Bunun üzerine büyükler susup hiçbir şey söyleyemediler. Güneş doğarken mübarek medreseden tabutu alıp yola çıktılar. Tabut yolda altı defa parçalandı. Her defasında başka bir tabut yaptılar. Nurlu türbesinin bulunduğu mezarlığa geldiklerinde karanlık basmış, gece olmuştu. Tabut, musallaya varınca müezzin, Şeyh Sadreddin Efendi’yi çağırdı. Şeyh Sadreddin cenaze namazını kıldırmak için öne doğru ilerledi. Sonra aniden hıçkırarak ağlamaya başladı ve bir ara kendinden geçti. Derken adeta kanlı gözyaşları akıttı. Namaza devam edemedi. Kadı Siraceddin ilerledi, namazı kıldırdı. Cenaze namazından sonra yakın dostlardan bir grup Şeyh Sadreddin’e bu halin sebebini sordular, o da şöyle cevap verdi: “Namazı kıldırmak için ilerlediğim vakit yüce meclisin o güzel ruhlarının önümde sıra ile dizildiklerini, Peygamber Hazretleri’nin şekil bağlamış ruhunun da Mevlana’mızı ziyarete gelip onun namazını kılmakla meşgul olduğunu gördüm. Gökteki meleklerin hepsi mavi giymiş ağlıyorlardı. Bu yücelikleri görünce kendimi kaybettim.” Mevlana’nın mübarek naşı toprağa verildikten sonra kırk gün boyunca sultanlar ve emirler ata binmediler. Bir süre bütün emirler ve fakirler kendi hallerine göre her gün yemekler verdiler. Emir Bedreddin Yahya, yine böyle bir yemekte sema ederken acısından elbiselerini yırtıp şu rubaiyi söylüyordu: 9
10
“Senin üzüntünle ıslanmayan göz, Senin yasınla yırtılmayan yaka nerede? Senin yüzüne yemin ederim ki yerin sırtından Toprağın karnına senin gibi bir insanın tohumu düşmedi. O din dervişlerinden biri de şu rubaiyi söyleyip ağladı: Ey toprak! Ben bugün kalbimin kederinden, Ecelin sende bir cevher sakladığını söyleyemiyorum. Alemin gönüllerini avlayan tuzak, tuzağa düştü. Bütün yaratıkların gönlünü bağlayan, Senin kucağında uykuya daldı.” O mana Sultanı fütursuzca çekinmeden korkusuzca o nur denizine doğru oynayarak gitti. “Hayatı sen aldıktan sonra ölmek şeker gibi tatlı şeydir. Seninle olduktan sonra ölüm tatlı, candan daha tatlıdır. Ömür tükendiyse Allah başka bir ömür verdi. Geçici ömür kalmadıysa, işte şuracıkta tükenmeyen ölümsüz ömür. Aşk hayat suyudur, bu suya dal. Bu denizin her damlasında başka bir hayat başka bir ömür var...” Mevlana başka bir şiirinde de şöyle buyurur: “Biz gittik kalanlar sağolsun, hoşçakalsınlar. Doğan mutlaka ölür. Gideceğin yerde yalnız kalmayı istemiyorsan, Hayırdan, iyilikten, i badetten evladın olsun. O süzülmüş, seçilmiş aşk cevheri var ya, İşte ölümsüz olarak kalacak ancak odur. Şu içinde yaşadığımız hayatın, Şu akıp giden kum selinin ne durması vardır, ne dinlenmesi. Bir şekil bozulunca başka bir şeklin temelini atarlar. Ben bu kupkuru yerde Nuh’un gemisine benziyorum. Tufan ise benim ölümüm, vademin gelip çatmasıdır. Nuh gemisi de gayb aleminde pusudaki dalgaları bekliyordu. Biz de susmuş olanların, mezarlıkta uyuyanların
arasına girdik, yattık uyuduk. Çünkü sesimiz, feryadımız haddi aşmıştı.” Hz. Mevlana şu cezbelerinde dünyadan göçüşüne asla gamlı bakmamamızı, bu gün batımı gibi görünen olayın ardındaki gün doğumunu görmemizi buyurarak gönülleri nurlandırır, hep birlikte kulak verelim: “Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı, bende bu canın gamı var sanma. Dünyadan ayrılığıma tasalanıyorum sanma. Bu çeşit şüpheye düşme. Bana ağlama, yazık yazık deme. Şeytanın tuzağına düşersem, İşte hayıflanmanın sırası o zamandır. Cenazemi görünce ayrılık ayrılık deme. O vakit benim buluşma, görüşme zamanımdır. Beni kabire indirip bırakınca sakın, Elveda elveda deme. Zira mezar cennetler topluluğunun perdesidir. Batmayı gördün ya doğmayı da seyret. Güneşe ve Aya batmadan ne ziyan geliyor ki? Sana batmak görünür ama o doğmaktır. Mezar hapis gibi görünür ama o canın kurtuluşudur. Hangi tohum yere ekildi de, bitmedi? Ne diye insan tohumundan şüpheye düşüyorsun! Hangi kova kuyuya salındı da dolu dolu çıkmadı? Can Yusuf’u ne diye kuyuda feryat etsin! Bu tarafta ağzını yumdun mu o tarafta aç. Zira senin Hay Huy’un mekansızlık aleminin fezasındadır. Kardeş! Mezarıma defsiz gelme, çünkü Allah meclisinde gamlı durmak yaraşmaz. Hakk Teala beni aşk şarabından yaratmıştır. Ölsem çürüsem bile ben yine o aşkım! Mezarımın toprağı bir yudum şarap gibi bedenimi içince, Canım göklerin üstüne sıçrar. O padişah değilim ki, tahttan ineyim de tabuta bineyim. Benim fermanımın yazısı ebediliktir. Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız. Bizim mezarımız Ariflerin gönlündedir.” Yüce Pir Hüdavendigar Muhammed Mevlana
11
Hazreti Mevlana - Şeb-i Arus Cezmi Işık
12
“H
erkes ayrılıktan bahsetti, bense vuslattan. Ölüm günüm, düğün günümdür.” Hz. Mevlâna “Düğün Gecesi” anlamına gelen Şeb-i Arus, Hz. Mevlâna’nın vefat gecesini (17 Aralık) ve bu gecenin yıl dönümlerinde yapılan töreni ifade eden bir Mevlevi geleneğidir. Bu gelenek içindeki sema ise kâinatın oluşumunu, insanın âlemde dirilişini, Yüce Yaratıcıya olan Aşk ile harekete geçişini ve kulluğunu idrak edip “İnsan- ı Kâmil” e doğru yönelişini ifade eder. “Bence bu dünyadan göçüp gitmek yolculukların en hayırlısı en güzelidir ! O nedenle bizim ölümümüz ebedi düğün bayram günüdür ! ” Hz.Mevlânâ “Ecel günü gelipte ben bu dünyadan göçünce, sakın beni mezarda aramayız ! Bizim mezarımız sadece Hak âşıklarının gönlüdür ! ” Hz.Mevlana “Sevgili dostlarımız; Hz.Pir Efendimizin 743’üncü vuslat yıldönümünü kutluyor, bizlerin de gidişinin AŞK, düğün, bayram olmasını niyaz ediyoruz. Bu fâni dünyada iken “Ölmezden evvel ölme” lutfuna erenlerin gidişi düğün bayram olur ! Çünkü onların kıyameti daha yaşarken kopmuştur. ” Hz. Mevlânâ’nın Ölüm Anlayışı Hz. Mevlânâ ölümü; ten kafesine mahkûm edilmiş, Allah’a ait özellikler taşıyan, bir nefha-i ilâhî olan ruhun tekrar aslına dönmesi’, ‘dünyadan ukbâya göç’, ‘âşık ile mâşuğun kavuşması’, ‘ikinci doğum’ olarak nitelemiştir: “Şu dünya yüzündeki hayat, aslında bir ölümden ibarettir. Bizi korkutan ölüm de hakikatte, hayattır! Bunu ters düşünmek, yani ölümü, bir başka âleme doğmak değil de yok olup gitmek
gibi sanmak imansızlıktır! Eğer Hak ten hanesini yıkarsa, sakın inleme, şikâyet etme! Şunu iyi bil ki aslında sen, ten zindanında mahpussun; ölüm gelip de orası yıkılınca kurtulacaksın! “Ölümde insaf ehline ve din ehline bir başka hayat vardır. Ölümden temiz ruhlara huzur ve sükûn gelir.Ölüm Hakk’a kavuşmadır; cefa etmek, kin gütmek değildir. Fakat adam olmayan, ölmeyeceğim diye boyuna ölür durur; işte dert buradadır. “Bizim ölümümüz her ne kadar sana matem olursa da, aslında, Hak’la buluşma vakti olduğu için bizim en neşeli, en mutlu zamanımızdır. Çünkü bu dünya bizim zindanımızdır. Zindanın harap oluşu, yıkılışı, zindandakileri sevindirir. Yani bizim bedenimiz, ruhumuz için bir zindan kesilmiştir. Ölüm, bedeni yıkınca, toprağa düşürünce, ruh zindandan kurtulacak, Hakk’a kavuşacaktır. “Kuşa, kafesi bırakıp uçmak nasıl hoş, tatlı gelirse, bana da ölmek ve bu yurttan göçmek öyle hoş, öyle tatlı geliyor. “Ben ölürsem, sakın bana “Öldü!” demeyin. Aslında ben ölü idim, dirildim; dost aldı, götürdü beni.” “Bizim ölümümüz, ebedî bir düğündür. Onun sırrı nedir? O tek bir Allah’tır. Aslında ölüm, Allah’ın nuru ile diri olan kişinin ruhuna, beden zindanından kurtuluş yardımıdır.” “Ey ruh âleminden bu dünyaya doğup gelenler! Ölüm gelince ürkmeyin, korkmayın! Bu, ölüm değil, bu ikinci bir
doğumdur; doğun, doğun!” Mevlânâ, Mesnevi’sinde Bilal-i Habeşi’nin ölüm anlayışını örnek vermiş, ruhun dünya gurbetinden vatanına dönmesini, Allah’a kavuşmayı sağlayan ölümün neşe ile karşılanması gerektiğini belirtmiştir: “Hz. Bilal zayıflıktan hilale, yani yeni ay’a dönmüş, yüzüne ölümün rengi, ölümün gölgesi düşmüştür. Eşi onun bu halini görünce, “Eyvahlar olsun! Evim yıkıldı!” dedi. Bilal ona, “Hayır, hayır!” dedi, “Evin yapıldı. Şimdi neşe ve sevinç zamanı. Ben şimdiye kadar, yaşayış yüzünden keder içindeydim, yasta idim. Sen ölümün nasıl bir yaşayış, nasıl bir şey olduğunu ne bilirsin?” Hz. Bilal hep bu sözü söylüyor, söylerken de yüzünde nergisler, gül¬ler, laleler açılıyor, yani mübarek yüzü gittikçe nurlanıyordu. Eşi Bilal’in hastalığının arttığını görünce, “Ey güzel huylu, ayrılık çağı geldi.” dedi. Bilal, “Hayır, hayır! Buluşma çağı, kavuşma çağı.” dedi. Eşi dedi ki, “Sen bu gece gurbete gidiyorsun, soyundan sopundan, yakınlarından ayrılıp kayboluyorsun.” dedi. Bilal dedi ki, “Hayır, belki bu gece ruhum gurbetten, asıl vatanına ka¬vuşuyor”.” Hz. Mevlânâ’nın Vefatına Yakın Günler Hz. Mevlânâ, ömrünün son demlerinde ateşli bir hastalığa yakalandı.
13
Hekimler tedavisine yoğun çaba harcıyor, fakat ateş bir türlü düşürülemiyor, sonuç alınamıyordu. Bu sıralarda Konya’da sık sık depremler oluyordu. Halk depremlerden korkup Mevlânâ’ya başvurunca o, gülümseyerek, “Korkmayın. Yerin karnı acıktı. Yakında bir yağlı lokma yer ve deprem biter,” dedi. Mevlânâ, dostlarına ve aile efradına, bu dünyadan göçmesine üzülmemelerini söylüyordu; fakat onlar, bedenen de olsa bu ayrılığı kabullenemiyorlar, ağlayıp inliyorlardı. Bir gün hanımı Mevlânâ’ya hitaben; “Hüdavendigar Hazretlerinin dünyayı hakikat ve mânâlarla doldurması için üç yüz veya dört yüz yıllık ömrünün olması lazımdı,” dedi. Mevlânâ cevaben, “Niçin? Niçin? Biz ne Firavun ne de Nemrud’uz. Bizim toprak âlemiyle ne işimiz var? Bize bu toprak âleminde huzur ve karar nasıl olur? Biz birkaç tutuklunun kurtulması için (insanlara faydamız dokunsun diye) bu dünya zindanında hapsolmuşuz. Yakında Allah’ın sevgili dostunun, Hazret-i Muhammed’in yanına döneceğimiz umulur” dedi. Bir gün de Şeyh Sadreddîn Konevî, dervişleriyle birlikte Mevlânâ’ya geçmiş olsun demeye geldi. Mevlânâ’ya son derece büyük bir ilgi gösterdi, çok üzüldü ve, “Allah yakın zamanda şifalar versin. Hastalık âhirette derecenizin yükselmesine sebeptir. İnşallah yakın zamanda tam bir sıhhate kavuşursunuz. Siz âlemin canısınız; sağlıklı olmaya layıksınız” diye temennilerde bulundu. Bunun üzerine Mevlânâ, “Bundan sonra Allah sizlere şifa versin. Âşığın maşukuna kavuşmasını ve nurun nura ulaşmasını istemiyor musun?” dedi. Bunun üzerine Şeyh Sadreddin, yanındakilerle birlikte ağlayarak 14
kalkıp gitti. Hz. Mevlânâ, vefatına yakın bir günde bağlılarına şöyle vasiyette bulundu: “Ben size gizlide ve açıkta, her yerde Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, Allah’ın buyruklarına boyun eğip, günahlardan kaçınmayı, oruç tutmak ve namaz kılmakta devamlılığı, şehvetten kaçınmayı, insanlardan gelebilecek ezâ ve cefâya tahammül etmeyi, câhil ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak durmayı, güzel davranışlı ve sâlih kişilerle birlikte olmayı vasiyet ederim. İnsanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd yalnız, tek olan Allah’a mahsustur. Tevhîd ehline selâm olsun.” Hz. Mevlânâ’nın Vefatı ve Cenaze Töreni Hz. Mevlânâ, 5 Cemâziyelâhir 672 (17 Aralık 1273)’de, Pazar günü güneş batarken vefât etti. Ertesi sabah cenazesini Mevlevi imamı Mevlânâ İhtiyareddin yıkadı. Cenaze törenine her dinden, mezhepten, milletten, yaştan, statüden insan katıldı. Mevlânâ’nın daima üstünde taşıdığı ferâcesine sarılı olan tabutu dışarıya çıkartıldığı zaman, tabutu taşımak için halk o derece hücum ediyordu ki memurlar kılıçlarla, sopalarla halkı men etmek zorunda kalıyordu. Herkes tabutun önünde ardında ağlaya ağlaya dönüp duruyordu. Ana cadde adam almıyordu. Bilginler, sufiler, ahiler, fütüvvet erleri, rindler, hükümet ricali ve Hıristiyanlar, Hıristiyan papazları, Museviler ve hahamlar, bütün insanlık Mevlânâ’yı baş üstünde taşıyordu. Sadece Müslümanlar değil, Hıristiyanlar ve Musevîler de bu vefattan son derece üzüntü içindeydiler.
Müslümanlar, gayrimüslimleri sopa ve kılıçla savmaya çalışarak, onlara: “Bu merasimin sizinle ne ilgisi vardır? Bu din sultanı Mevlânâ bizimdir, bizim imamımız, rehberimizdir” dediler. Onlar ise şöyle cevap verdiler: “Biz Musa’nın, İsa’nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun sözlerinden anlayıp öğrendik. Kendi kitaplarımızda okuduğumuz olgun peygamberlerin huy ve hareketlerini onda gördük. Sizler nasıl onu devrinin Muhammed’i olarak tanıyorsanız, biz de onu zamanın Musa’sı ve İsa’sı olarak biliyoruz. Siz nasıl onun muhibbiyseniz, biz de bin şu kadar misli onun muhibbiyiz. Mevlânâ Hazretleri’nin zatı, insanlar üzerinde parlayan ve onlara iyilikte, cömertlikte bulunan hakikatler güneşidir. Güneşi bütün dünya sever. Bütün evler onun nuruyla aydınlanır. Mevlânâ ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymamazlık edemez. Ekmekten kaçan hiçbir aç gördünüz mü?” Nefirler, neyler, rebablar çalınıyor, mazharlar (zilsiz defler) dövülüyor, zillerin, kudümlerin sesleri, çalgıların nağmeleri, hıçkırıklarla boğuluyordu. Naralar atıp sema edenler, feryatlar edip bayılanlar vardı. Tabut ilerleyemiyordu. Evden sabahleyin çıkan tabut, pek yakın olan musallaya akşama yakın varabildi. Hz. Mevlânâ, cenâze namazını kıldırmasını Şeyh Sadreddîn Konevî’ye (ö.673/1274) vasiyet etmişti. Ancak o tam namazı kıldıracağı sırada, üzüntüsünün şiddetinden bir şehka (hıçkırıp) vurup bayıldı. Bunun üzerine cenâze namazını Kadı Sırâceddîn el-Urmevî (ö.682/1283) kıldırdı. Şeyh Sadreddin’e daha sonra, cenaze namazını kıldıracakken neden bayıldığı sorulduğunda, “Namaz kıldırmak için tabutun önüne vardığım zaman, meleklerin saf bağlayıp tabutun önüne durduklarını gördüm. O halin heybetinden, dehşetinden aklım başımdan gitti” diye cevap vermiştir. Hz. Mevlânâ’nın nâşı Konya’da, babasının ve Selâhaddîn-i Zerkûbî’nin de defnedildiği yere defnedildi. Konya’da kırk gün yas tutuldu. Kırk gün onun kabrinden ziyaretçi eksik olmadı. “Yeşil Türbe” denilen türbe, Sultan Veled ile III. Gıyaseddin Keyhusrev’in emirlerinden Alameddin Kayser’in gayreti ve Emir Pervane’nin eşi (Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in kızı) Gürcü Hatun’un yardımıyla Çelebi Hüsameddin zamanında yapıldı. Türbenin mimarı Tebrizli Bedreddin’dir. Hz. Mevlânâ’nın Sevenlerine Mesajları Hz. Mevlânâ, vefatından sonra kendisini ziyaret etmek isteyenlere şöyle seslenmiştir: “Kardeşim! Benim mezarıma sakın defsiz gelme! Çünkü Allah’ı sevenlere, O’nun huzurunda olanlara dertli olmak, kederli olmak yaraşmaz.” Mevlânâ’ya atfedilen bir beyitte ise o şöyle demektedir: “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde arama, Ariflerin gönüllerindedir mezarımız bizim.”
Yukarıdaki sözlerine göre; Konya’daki türbesini ziyaret edecek olan kişinin Hz. Mevlana’nın ölüme yaklaşımını hatırlaması ve vefatı sonrası kavuştuğu manevi nimetleri düşünmesi, böylece üzüntülü değil, neşeli bir ruh halinde olması gerekir. Ancak yine Mevlânâ’ya göre, türbesini ziyaretten daha da önemli olan, onu sevip tam manasıyla örnek almış ârifleri arayıp bulmak, onları ziyaret edip sohbetlerinden istifade etmektir. Asıl yapılması gereken, kişiye asıl faydalı dokunacak olan da budur. Kaynaklar: Yazar: Şaban Karaköse http://akademik.semazen.net/ Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlevîlik Adab ve Erkanı, s. 102-103; Süleyman Uludağ, Tasavvufi Terimler Sözlüğü, İstanbul, s. 54, 487; İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugatı, c. I, s. 173, c. III, s. 2919 Hazreti Mevlana, Divan-ı Kebir’den Seçmeler, c. III, s. 399 Hazreti Mevlânâ, Mesnevi, c. III, b: 3951 Hazreti Mevlânâ, Rubailer, s. 100, s. 107
15
Sonsuzluğa Doğmak; Şeb-i Arus Erdem Ergin
16
Y
üce Yaratıcımız, Kur’an-ı Kerim’de “ Her canlı ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz “(Ankebut,57) ayetiyle yaşam kadar ölümün de tüm canlılar için mukadder olduğunu belirtir. Ancak ölümü bir yok oluş değil; insanın gerçek aslına dönüşü ve ebedîliğe ermesi şeklinde “Biz Allah’a aidiz ve yine O’na döneceğiz.”(Bakara,156) ayetiyle nitelendirir Ulu Tanrı… Hz. Muhammed Efendimiz (s.o.ü.) de ; “İnananlar ölmezler. Ancak fâni bir âlemden bâkî bir âleme intikal ederler” kutlu sözleriyle bu gerçeğe işaret ederler. Gönüller ve Âşıklar Sultanı Hz.Mevlânâ da insanın dünyada gurbette olduğunu, ölümün onu asıl vatanına ve sevgilisine kavuşturduğunu söyler… Mutasavvıflara göre ölüm iradî ve zarûrî olmak üzere
iki türlüdür. Hz. Muhammed Efendimiz’in buyurduğu gibi; ”ölmeden önce ölünüz” ilkesiyle, Hakk varlığında yokluğa ulaşıp, bencillik ve benlik girdabından kurtulmaktır. Hz.Mevlânâ bu konuda şöyle seslenir bize: “Onun yanında iki ben sığmaz. Sen: ‘Ben!’ diyorsun; o da ‘Ben!’ diyor. Ya sen öl, ya O ölsün ki, ikilik kalmasın. Fakat O’nun ölmesi imkânsızdır. Bu ne hariçte, ne de zihinde mümkün olur. ‘Çünkü O, ölmeyen bir
diridir!’ (Furkân, 58) O; o kadar lutufkârdır ki, imkân olmuş olsaydı senin için ölürdü. Fakat mademki Onun ölmesi imkânsızdır, o halde bu ikiliğin yok olması ve Onun sana tecelli etmesi için, sen öl. İki canlı kuşu birbirine bağlarsan, aynı cinsten oldukları için iki tane olan kanatları dört olduğu halde uçamazlar. Çünkü ikilik mevcuttur. Hâlbuki buna ölü bir kuşu bağlarsan uçar. Zira ikilik kalmamıştır. Güneşte o lütuf vardır ki, yarasanın önünde ölür; fakat bunu imkân olmadığından: ‘Ey baykuş! Benim lütfum herkese ermiştir, sana da ihsanda bulunmak isterim. Sen Öl. Çünkü buna imkân vardır. Böyle yaparsan benim yüceliğimin nurundan nasibini alırsın. Baykuşluktan çıkıp, yakınlık Kaf’ının Anka’sı olursun’ diyor.” (Fîhî Mâfih, 3839) Hz. Mevlana, tabii ölümü de ebediyete doğmak olarak nitelendirir. İnsanın ruhu soyut bir varlık olup zaman ve
17
mekâna bağlı değildir. Bu yüzden de ölümsüzdür. Ruh bu özelliğini Yaratıcımızdan almıştır. Yüce Tanrı kendi ruhundan insanlara ruh üfürmüştür.(Hicr/29) “Ölüm kavuşmadır; cefa etmek, kin gütmek değil» (Rubailer, 38); “Ölürsem ben, öldü demeyin. Çünkü ölüydüm, dirildim; dost aldı, götürdü beni.” (Rubailer, 100) der Hz.Mevlana… Bu yüzden kendisinin bu âlemden ayrıldığı geceye de “şeb-i arûs” (düğün gecesi) denilmiştir.
Bu dünyaya ağzını yumunca, öte tarafa aç! Artık senin hayhuyun, uğraşmaların mekânsızlık âlemindedir!” (Divan-ı Kebir, c.II b.911)
“Ölüm günümde tabutum götürülürken, bende, bu dünyanın derdi, gamı var, dünyadan ayrıldığıma üzülüyorum sanma, bu çeşit şüpheye düşme!
“ Ölümü bir Yusuf gören, canını feda eder, kurt olarak görense yolunu sapıtır! Oğul, herkesin ölümü, kendi rengindendir. Düşmana düşmandır, dosta dost!
Sakın, öldüğüm için bana ağlama; “Yazık oldu, yazık oldu!” deme. Eğer nefse uyup şeytanın tuzağına düşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır! Cenazemi görünce; “Ayrılık, ayrılık!” deme! 0 vakit, benim ayrılık vaktim değil, buluşma, kavuşma vaktimdir!
Hz. Mevlana’nın yukarıdaki gazeli onun ölümle ilgili düşüncelerinin en veciz ifadesidir. İnsanın ölüm gerçeğiyle karşılaşmaya hazırlanması gerektiğine işaret eden Hz.Mevlana şöyle söyler:
Ey can, aklını başına devşir… Ölümden korkup kaçarsın ya… doğrucası sen, kendinden korkmaktasın. Gördüğün, ölümün yüzü değil, kendi çirkin yüzün, canın ağaca benzer… ölüm, yaprağıdır.
Beni toprağın kucağına verdikleri zaman sakın; “Veda, veda!” deme! Çünkü mezar, öteki âlemin, cennetler mekânının perdesidir!
İyiyse de senden yetişmiş, yeşermiştir, kötüyse de. Hoş, nahoş… gönlüne gelen bir şey, senden senin varlığından gelir.
Batmayı, gözden kaybolmayı gördün ya, bir de doğmayı gör, düşün Güneş’le Ay batıp gözden kayboldukları zaman bir ziyan gelir mi?
Bir dikenle yaralanmışsan o dikeni sen dikmişsindir. Atlas olsun, ipek olsun, ne giymişsen kendin eğirmişsindir.”(Mesnevi, c.III b.4358-44)
Bu hal, sana, batmak, kaybolmak gibi görünse de, aslında bu hal doğmaktır yeniden hayata kavuşmaktır!
Hz.Pir uyarılarına devam ederek bizi irşad eder ; “Hiçbir ölü, öldüğüne hayıflanmaz, azığın azlığına hayıflanır.
Mezar, insana hapishane gibi, zindan gibi görünse de, orası ruhun kurtulduğu yerdir!
Yoksa ölen, bir kuyudan ovaya, devlete, yaşayışa ve genişliğe çıkar.
Hangi tohum yere atıldı, ekildi de tekrar bitmedi, topraktan baş kaldırmadı? Niçin insan tohumu hakkında yanlış bir zanna düşersin?
Bu yas konağından, şu daracık deve yatağından geniş bir ovaya göçer.
Hangi kova kuyuya sarkıtıldı da dolu çıkmadı? Can Yusuf’u neden kuyudan ziyan görsün, niçin feryad etsin!
Orası doğruluk makamıdır, yalan sayvanı değil. Orada hususi bir şarap vardır, adam onunla sarhoş olur ayranla değil. Orası öyle bir doğruluk makamıdır ki orada onunla oturan Tanrı’dır. Ateşe tapanların mabedi olan su balçıktan kurtulmuştur. Aydın bir suretle yaşamadıysan, bir iki nefeslik ömrün kaldı bari ercesine öl!”(Mesnevi, c.V b.1766-72) “Aşksız olma ki ölmeyesin. Aşkla öl ki diri kalasın!. (Rubailer,181) diye seslenen Hz.Mevlana, 743 yıl önce bir akşam vakti çok sevdiği Dost’una kavuştu, ebediyet alemine doğdu. Hz. Mevlana’nın çağları aşan sesi, dünya durdukça yankılanmaya devam edecek! Aşk olsun!
18
19
20
Gönüldür kişinin nedeni özü, Gönüller Sultanı ya Hazreti Pir Mevlana. Beytullah’a varır tertemiz nesli, Gönüller Sultanı ya Hazreti Mevlana. Gönlün Kabe’sidir Allah’ın yurdu, Kiminin dermanı kiminin derdi, Hakikat sırrına Konya’da erdi, Gönüller Sultanı ya Hazreti Pir Mevlana. Cemal erlerinin birlik sazısın, Varlık yokluk cevherinin özüsün, Yücelmiş arınmış Allah sözüsün, Gönüller Sultanı ya Hazreti Mevlana. Sema ile birliğe kanat açarsın, Can şarabı içip tenden geçersin, Nurunla aleme rahmet saçarsın, Gönüller Sultanı ya Hazreti Pir Mevlana. Nefsten bedenden candan arındın, Dostun sevda hırkasına büründün, Konya’yı yurt edip orada göründün, Gönüller Sultanı ya Hazreti Pir Mevlana. HASAN DEDE
21
Candan Cana Sema Ä°nal
22
“VUSLAT” Merhaba, Sevgili Dostlar… Bir Aralık ayında yine “BİRLİK” teyiz… Hal ehlinin Sultanı, Aşıklar Kabe’si, yüce Pirimiz Hüdavendigar Mevlana’mızın; mana güneşi Şems Hazretleri’ne yola koyulduğu, Sevgili’nin vuslatına erdiği düğün gecesini içinde barındıran aralık ayı… Soğuk!.. Fakat, o Güzeller Güzeli, Gönüller Sultanı, Aşk Peygamberi, Yüce Mevlana’mızın, bütün parlaklığı ve bütün güzelliğiyle yakıp kavurduğu, gülerek ebediyet aleminin asumanına doğduğu Şeb-i Arus gecesini sarmalayan aralık ayı… Yıl 1273… Aralık ayının 17 si, günlerden Pazar… Ebediyetin eşiğine oturmuş, kapının açılıp kendisinin davet edilmesini bekleyen, o nurlar nuru, hakikat ve irfan kaynağı, iki cihanın kutbu Sevgili Mevlana’mız, ikindinin artık yavaş yavaş akşama dönüştüğü sırada bir güneş gibi gurup etti. Ertesi sabah Konya şehri vakarlı bir sükunet içinde idi. Muazzam bir tören yapılıyordu. Fakat bu sükunet o nurlar nuru görününce yırtıldı. Çarşı ve pazarlardan akın akın süzülen halk, hıçkıra hıçkıra O’nu karşılamaya geliyorlardı. Her temiz insan O’na sadık, her millet O’na aşıktı. Hıristiyanlar “Bizim İsa’mız odur!”, Museviler “Bizim Musa’mız odur!” diyorlardı. Müslümanlar O’na; “O, Hazreti Peygamber’in nuru ve sırrıdır. Faziletlerin sonsuz denizidir,” diye gözyaşları dökerek, bağlılıklarını dile getiriyorlardı. Sevenlerinin coşkun izdihamından aziz tabutu altı kez yenilenerek, ancak akşama doğru tören alanına getirilebilmişti. O’nun aşkıyla yanan gönül sahipleri, bu gecenin bir ayrılık gecesi değil, bir vuslat gecesi olduğunu söyleyerek, bu geceye Şeb-i Arus (Düğün gecesi) adını verdiler. Çünkü, o nurlar nuru yüce Pir: “Ben ölüp de tabutumu geçirdikleri zaman benim bu
cihanın derdi ile uğraştığımı zannetme. Cenazemi görünce ‘Ayrılık! Ayrılık!’ diye ağlama. Benim Sevgili’me kavuştuğum asıl o zamandır. Beni kabre bırakınca ‘Veda! Veda!’ deme; çünkü mezar bir perdedir ki, arkasında cennetlerin huzuru vardır.” “Ölürken gülmeyen kimseye mum deme; aşk yolunda mum gibi eriyenlerdir ki, dağılırken amber gibi kokular saçarlar.” “Aşıklar bu yolda ölünce, kendilerini can padişahı karşılar. O
zaman aşıklar can gözlerini açarlar ve burada görünmeyecek şeyleri görürler. Çünkü aşk cevherinin madeni birdir; aşkın nefesi bu gül bahçelerinde daima esecektir.” “Allah beni aşk şarabından yarattı. Ölüm beni ezse bile, ben yine o aşkım” der… Konya’da bir güneş gibi gurup eden Sevgili Mevlana’mızın ısıttığı vicdanlar ve nurlandırdığı dimağlar O’nu yüzyıllar boyu aynı ruhla yaşattılar. İşte; yüce
Pir’imiz Hazreti Mevlana’nın manevi temsilcisi, nurunun varisi, Mürşid’im Hasan Dede’miz, Hüdavendigar Hazreti Mevlana’yı şöyle dile getirir: “Hazreti Mevlana kadar sevgiden, aşktan ve birleyici sözlerden konuşan bir mütefekkir daha dünyaya gelmemiştir ve gelmeyecektir. Bugün bütün insanlık alemi Pir’imiz Hüdavendigar Hazreti Mevlana’yı çok sevmektedirler, çünkü onun sevgi dolu sözleri bütün insanlık alemine erişmiş ve ona gönül verenlerin kalplerine huzur ve sükunet bahşetmiştir. Gönüller sultanı Hazreti Mevlana aşkın kemalidir; ama yalnız aşkın mı? Hayır, O tüm güzelliklerin kemalidir. Hazreti Mevlana aziz ve yüce bir üstattır. Tek başına bir sistemdir, bir hayat ve bir düzendir. Ahlakı, ilmi, hikmeti, sevgisi, aklı, tavrı, idraki, davranışları ve her şeyi ile yüceliği öğreten bir hal abidesidir. Peygamber-i Zişan'ın gerçek temsilcisi, aşkın ve aklın en yüksek öğesidir. Onun insan düşüncesine verdiği en büyük mesaj aşk, sevgi ve birliktir. O, bir veli hüviyetiyle gönüller coşturmuş; bir Pir, bir mürşid olarak insan kalbini saflaştırmış, bir bilgi kaynağı olarak insan aklını nur ile yıkamış, akıl ve gönülleri kirden kurtarmış, gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin temsilcisi olmuştur. Onun içindir ki hangi alim Mevlana’yı tanısa yücelmektedir. O’nun yoluna gönül koyan herkes kemale, sevgiye, insanlığa, bilgeliğe, hoşgörü ve yüksek ahlaka ulaşmaktadır. O, hiç bir şeyi inkar etmez ama her şeyi birler, bütünleştirir ve sevdirir. O, kimseyi ayrı görmez. Çünkü O, her şeyin Allah'ın zuhuru ve tecellisi olduğunu bilir ve bunu insan gönlüne ve insana hal olarak yansıtır.” Sevgili Dostlar; yazımı, sözleri Hüdavendigar Hazreti Mevlana’mızın yeryüzündeki gölgesi, Mürşid-i Kamil’im Hasan Dede’miz tarafından yüce Pir’imize atfen yazılan, Evrensel Mevlana Aşıkları gurubu canlarından 23
24
Necip Hakan Ayık’ın bestelediği Beyati Ayin-i Şerifi’nin sözleriyle noktalarken, geçmişten günümüze Mevlevi Ayinleri ve bestekarları ile zamanda yolculuğumuzda yine “BİRLİK” de olmayı diliyorum. Daim aşkla, aşkta kalın. Muhabbetle…
BEYATİ AYİN-İ ŞERİFİ “MEVLANA’YA” I.SELAM Aşk piri, cihan şahı, ancak sana taparız. Ey ruhani güzel, o kadar güzelsin ki, beni benden aldın, güzelliğinle yaktın. Ey güzellik gülşeni, bugün ne güzel kokuyorsun. Kimin dalında büyüdün? Kimin dalından geliştin? Kimin dalından beslendin?
Böyle bir hasta ise, ilaç bulur. Derman bulur.
Sevgilim, gönül ateşi kolay iş değil. Hiç kınama.
O, nice gönülleri yaraladı. Nice uykuları kaçırdı.
Yarabbi, feryadıma sen yetiş. Medet, medet yüce sultanım Mevlana’m.
O nergis gözleri, sihirbazları bağladı. Bağlayan sensin Mevlana’m. II.SELAM Gel de şu ateş gibi şarabı iç. Yanıma gel. Dökersin, sakın, iki elinle al. Alaların alası bir şarap bu. Sevgili elinden bir kadeh iç. Öyle bir yıkılır gidersin ki, mahşerde bile kalkamazsın. Bak, sevgili şarap sunuyor. O sevgili, sensin; ya Hazreti Mevlana. III.SELAM
Ey Yüce Sultan. Sana karşı can nedir? Hani nerde o can? Can, sensin Mevlana’m.
Sevgilim Hazreti Mevlana. Yine beni ateşlere attı. Deli gönül, aldı başını gitti.
Senden başka ne varsa, bir suretten, bir addan ibarettir.
Yine aşk denizi dalgalandı. Gönlümden aşk çeşmeleri akıttı.
Sevgilim, aşkına can verdim. O yüce tuzağına tutuldum da, senin huylarınla huylandım.
Bir ateş, gönül evini kapladı. Yel, ateşi her yana savurdu.
Senin yüzünü gören aşıkların aklı gider. Divane olur. Aşk, senin aleminde mecnun olur. Felek gibi, döner durur.
Ey Mevlana’ya yüz tutan kişi, O öyle bir sultandır ki, İman ile bakarsan, bir gün sen de, O olursun. O anıldıkça, sen anılırsın.
Ey aydın gönül, ey bütün gönüllere padişah olan gönül. Sabrettin de, bütün dileklerine ulaştın. Ulaşılan yer, Mevlana’m. Ah, elin Tanrı eli, gözün Tanrı sarhoşu. Halkın Tanrı’sının gölgesi, herkesin üstüne düşsün, ebedi olsun. Sevgilim, O Tanrı sensin. Yüce sultanım Mevlana’m. IV.SELAM Güller saçsan da, bütün dünya güllerle dolsa ne olur? Sende olan o abıhayat, şehirlere aksa ne olur? Abıhayat kaynağına giden yolda, Hızır gibi bana kılavuz olsan. Gönül almanla, can bağışlamanla, iki üç cansız hayat bulsa ne olur?
Kaynak: Asaf Halet Çelebi – Mevlana ve Mevlevilik
25
Söz Padişahı ile Söyleşirken... Nur Yıldız
26
Y
ine geçmekte yaşantılarımızdan bir Şeb-i Arûs daha… Düğün Gece’ne bizi de mahrem eyler misin Aşıkların Sultanı, gözlerimizin nuru Hazreti Mevlâna’m!... Beni kuşattığın ilk gün halâ sıcacık içimde. ‘’Mesnevî Okumaları’’ idi seminerin adı. Türk Milleti’nin klasik tanımaları dışına çıkaran beni.
zamanlarda kendini hep zamane şekillerinde ruh kıldın. İçinde bulunduğumuz zaman aralığında ise, kendine halife seçtiğin Üsküplü Ulu Hasan Dedemde Yüce Zatını bize daha yakın kıldın. O’nun mübarek yüzünde seyreyledik Senin Gülüşünü. Can veren nefesin O’nun dudaklarından süzülerek
üflendi kalplerimize. O’nunla kurduğumuz aşk pazarlarında tezgaha sürdüğümüz hep Sen’din. Canını Canında fani kılmış O zamane bendesinin doğruluk ırmağında yunduk yıkandık hamd olsun. O’nun aşk elini tutarken tuttuğumuz Allah’ın eliydi, O’na tutularak Allah’a tutulduk. O’ndan bize; ‘’Gez, gör, anla, dinle, öğren… Bitmez tükenmez ki…
Şiirlerin öylesine kuşatıcıydı ki, teslim olmaktan başka çaresi kalmıyordu duyanların. Sözlerin dost, beyitlerin çağırıcı, götürdüğün yollarda gösterdiklerin tefekküre davetkâr… Daldırdığın s evgi okyanusunda beşere yaşattığın ulvî sörflerin, tıpkı Senin gibi, sözün gücüne çıkarıyor insanı. Ve insan o dakikadan sonra daha iyi anlıyor senin neden SÖZ PADİŞAHI olduğunu. Senin sözlerin, vecd içinde coşan ruhunun, gönlüne çarpan dalgalarından çıkan seslerdir Sevgili Pir’im! Yetmiş iki milletin gönlünü tavaf edersin sen kalbine gelen hakiki yüksek ilhamlarınla ve ‘’Kan coşunca ben ona şiir rengini veririm’’ dersin. Sözünün dayanağı şu haykırışında saklı elbet: ’’Ey aşk! Beni bırak da sana şaşılacak şeyler söyleyeyim. Halka gayb aleminde sözden bir kapı açayım.’’ Ey güzel yüzüne cihan güzelleri hasret çeken! Ey iki kaşı âşıklara kıble olan! Senin güzellik ırmağına çırılçıplak dalmak için, âşıkların bütün kendi sıfatlarından soyunmuşlardır. Dönen devrân içinde kaplar değişmiş ama Senin aşkın hep aynı kalmıştır. Sen ey Güzel, hep kalplerdesin. Bizi hiç bırakmadın. İnsanı insana anlatma misyonunu hiç terk etmedin. Ölmeyen, hep diri kalan bir âşık olarak, faniliğinde boğulan insana hep aşk nefesleri üfledin. İlerleyen 27
28
Aşktan başka çare yok! İnsanı insan yapacak olan, ancak aşk ve hal. İş; yanıp kül olmada!…” diye seslendin. Düğün Gecesi diye nitelediğin ulvi mutluluğunun yegane tanığı olan vuslat gününde, arkanda bıraktığın aşıkların, gönlünün çok derin nükteler ve engin manalarla dolu şiirinin gölgesinde nefeslenmeye devam edeceklerdir. Gönül… Ne güzel kelime… Senin gibi kim anlatabilir gönlü söyle ey Pir’im! Yürekler yakan gönlünden bize inlemesini öğret ey Aşk Üstadı! Hırkamızı dikme, yırt. Herkes hazine toplayan talihi ister. Biz ise meşakkat veren aşkı isteriz Sen’den! Çünkü sözlerinde vaat ettiğin insanı sonsuzluğa uçuran güzellikler yüzyıllar geçse de capcanlı, taze ve cezbelidirler: ‘’Toprağımdan eğer buğday bitse, o buğdaydan ekmek pişirsen, kokusu tıpkı şarap gibi gittikçe artan bir sarhoşluk verir. Hamurunu yoğuran ve ekmek yapan, keyfinden divaneye döner, pişiren zevkinden mestane beyitler okur. Eğer ziyaret için kabrime gelirsen dikkatle bak; sandukam karşında oynak görünür… Kardeş! Kabrime gelirsen tefsiz, musikisiz gelme; zira Allah’ın derneğinde gamlı durmak yaraşmaz. Çenesi bağlı mezarında uyuyanın ağzı, o sevgilinin sunduğu afyonu çiğniyor… Eğer kefenimden bir parça yırtıp alsan göğsüne taksan, ruhunda meyhaneler açılır, her taraftan gelen çeng sesleri arasından sarhoşların gürültüleri işitilir…
Göz kapandı mı, görüşme olmaz. Yalan! Diyorlar: Bu zamanenin devrinden çıktığımızda Canımız gitmeyecek o tarafa. Yalan! Diyorlar: Onlar hayalden kurtulamadı Bütün Kısas-ı Enbiya bir hayalmiş. Yalan! Diyorlar: Onlar doğru yolda gitmedi Kulu Yüce Tanrı’ya götürecek yol yok. Yalan! Diyorlar: Gaybın sırlarını bilen Tanrı Kuluna vasıtasız sır vermez. Yalan! Diyorlar: Gönül sırrını kula açmazlar Lütufla kul gökyüzüne çıkarılmaz. Yalan! Diyorlar: Kim topraktan yaratılmışsa Gök ehliyle aşina olmaz. Yalan! Diyorlar: Temiz can bu toprak yuvadan Aşk kanadıyla uçamaz havada. Yalan! Diyorlar: Halkın zerre zerre iyiliğine, kötülüğüne Hakk güneşi karşılık vermeyecek. Yalan! Bırak konuşmayı, kes! Biri sana derse Söz dediğin harften, sesten ibaret. Yalan!”
Her işten elbette bir iş doğar. Hak beni aşk şarabından yaratmıştır. Ölüm beni ezse bile gene ben aşkım. Madem ki ben mestim ve aslım da madem ki aşk şarabıdır, sen söyle; şaraptan sarhoşluk ve keyif vermekten başka ne beklenir?.. Şemsüddin-i Tebrizi’nin ruhunun burcuna, bir an olur ki, ruhum uçar, gelmez.’’ Daha nice zamanlar nicelerinin gönlü ellerinde olacak ey Sevgili Mevlana’m! Sen yalan dünyanın gerçeğe götüren güzide bir rehberi misin yoksa? Tek gerçeğin, sözlere sığmayan tek varoluş şeklin olan aşkın mı, yeniden söyleyecek hakikati senin dilinden ve dünya var oldukça bu gezegeni hep şereflendirecek olan aşıkların mı sema’ eyleyecekler ulvi şiirinin anaforunda? ”Diyorlar: Aşk şahının yoktur vefası. Yalan! Diyorlar: Sabahı olmaz senin akşamının. Yalan! Diyorlar: Aşk için neden kendini tüketiyorsun? Beden yok olunca, beka olmaz. Yalan! Diyorlar: Aşk uğruna gözyaşların boşuna, 29
Ölüm Uzaktır Onlardan Fatma Albayrak
30
Gerçekten haberi olarak ölenler, sevgilinin huzurunda şeker gibi erirler. Elest meclisinde abıhayat içenler, bir başka tarzda ölürler. Onların canları, meleğin derecesini de aşmış, geçmiştir; insan gibi ölmek, uzaktır onlardan. Sevgide birleşenler, şu insan kalabalığı gibi ölmezler. Sen sanıyor musun ki aslanlar da köpekler gibi kapının dışında ölürler? Aşıklar, yolculukta öldüler mi padişah, onları karşılamaya koşar. Aşıklar, can gözlerini açarlar; başkalarıysa kör ve sağır ölürler. O Ay yüzlünün ayakları ucunda ölürler de hepsi, güneş gibi apaydın bir hale gelir, parlar durur. Birbirlerinin canı kesilen aşıklar, birbirlerinin aşkıyla ölürler. Hepsi de tek bir inciye benzer. Onlar, ana-baba kucağında ölmezler. Aşıklar gökyüzüne uçarlar; münkirlerse cehennemin dibinde can verirler. Geceleri korkudan uyumayanlar, korkusuz, tehlikesiz ölürler. Fakat burada ota tapanlar, öküz kesilirler; eşekçesine ölürler. Bugün gözden yiterler ama neş’eli bir halde, gülerek o bakışa karşı can verirler. Padişah, onları lütuf kucağına alır; öyle hor ve ehemmiyetsiz bir halde ölmez onlar. Ölmek, yok olmak uzaktır onlardan ya; ben bunu şöylesine söyledim hani. RUBAİ Şu topraktan yaratılmış bedenimiz, gökyüzünün ışığıdır. Çevikliğimizi melek bile kıskanır. Kimi olur, melek, temizliğimize gıpta eder; kimi de olur, şeytan, korkusuzluğumuzdan ürker, kaçar. DİVAN-I KEBİR’DEN SEÇMELER, Abdülbaki Gölpınarlı, 69-70-153
31
Hasan Dede ile Sohbetler Yusuf Kรถroฤ lu
32
Y.K: Dedecim, Hazreti Mevlana’mız ölüm gecesini Şeb-i Arus (Düğün Gecesi) olarak isimlendiriyor. “Sevgilime (Rabbime) kavuşma gecem” diyor. Bizlere bu konuda neler söylersiniz? Hasan Dede: Bir mecaz aşk var. Bir de mana aşkı var. Mecaz aşk olmadan mana aşkına girilmez. Mecaz aşkı tatmadan, onun üstündeki mana aşkına nasıl yola çıkılır?! Mecaz aşk, manevi aşka basamaktır. Aşka düştüğü zaman aşıkta akıl işlemez. Onun varlığını tamamen sevilen sarmıştır; başındaki akıl da sevilene aittir. Kişi ismi ile zikredilir ama hakikatte artık ismi Leyla’dır. Mecnun ve Leyla dönemine bakalım. O dönemde diş hekimleri yoktu. Bu işi berberler yapmaktaydı... Mecnun’un dişinin ağrıdığı bir gün, berber ona dişinin çekilmesi gerektiğini söylemiş. Mecnun ise o anda Leyla ile rabıta halinde ve berbere cevap vermemiş. Berber kerpeteni alıp gelmiş; “Aç ağzını ya Kays. Dişini çekeceğim” demiş. Mecnun, Hazreti Peygamber’in amcasının soyundandır. Kays ise “Efendi” anlamına gelmektedir. Mecnun sormuş; “Ağzımı neden açacağım?” Berber; “Dişini çekeceğim” demiş. Mecnun; “Müsaade edemem, Leyla’dan izin almadım” deyince Berber hemen; “Leyla nerede, sen neredesin?” diye sormuş. Mecnun yanıt vermiş; “Benim her zerrem Leyla’nındır. Korkarım ki onun çenesi incinir!”... İşte bakın, aşk çektirtmedi Mecnun’un dişini. Mecnun’un aklı, fikri, gönlü Leyla olmuş. Şimdi, mecaz aşkın manasına gelelim. Güzellikler baki kalmıyor. Haftalar, aylar, yıllar geçiyor. Kişilerde birbirlerine karşı aynı muhabbet, ihtimam, aynı sevgi ve güzellik kalmıyor. Araya kırıcı sözler giriyor. İşte, aşk giderek mecaza dönüyor. Yani geçici, baki değil. Mevlana ile Şems’e gelince... Bir insanın sadece güzel yüzüne ve güzel sözüne aşık olamaz insan. Ancak hayranlık duyabilir. Güzel bir şeyler görecek ki aklı başından gitsin...
Mevlana’nın Kimya isminde evlat aldığı bir kız varmış. Hazreti Mevlana Şems ile dostluğu başladıktan bir süre sonra Kimya ve Şems’i evlendiriyor. Ancak Kimya hızlı verem hastalığına tutuldu. Üç – dört aylık bir evlilikten sonra Hakk’ın rahmetine yürüdü... Mevlana’nın ikinci oğlu Alaaddin, Şems’in babasını kendilerinden uzaklaştırdığına inanıyordu; kendi kendine düşündü ve dedi ki; “Babam bu güzel kızı, bu yaşlı adama verdi. Kız kahretti, hızlı vereme yakalandı ve öldü.” Düşmanları bir müddet sonra Şems’e tuzak kurdular ve öldürdüler. Şems Mevlana’ya bunu daha öncesinde bildirdi ve dedi ki; “Yakında çok uzak bir yere gideceğim ve artık geri dönmeyeceğim”. Şems Hazreti Mevlana’nın bahçesinde katledildi. Çok acı bir ses çıkarttı ve kuyuya attılar Şems’i. Ancak bedenini bulamadılar. Rivayete göre Şems’in makamı, kabrinin altındaki kuyudur; hakikatte sevenlerinin gönlüdür. Şems sevenlerinin gönlünde yatar ve yaşar... Cenabı Mevlana olanları duyunca hemen oğlu Alaaddin’i evlatlıktan reddetti. Alaaddin de büyük sıkıntılara düştü ve Kimya gibi hızlı vereme tutuldu. Üç ayda vefat etti. Mevlana’ya oğlunun cenazesini haber verdiler ve teşrif edip etmeyeceğini sordular. Hazreti Mevlana; “Belimden geldi, yezid geldi. Ne mutlu yoldan gelene” dedi ve cenazeye gitmeyeceğini bildirdi. Gitmedi cenazeye. O akşam Hazreti Mevlana, Şems ile Alaaddin’i rüyasında kucaklaşıp sarılır halde gördü. Rüyada sordu hemen Şems’e; “Nedir bu hal? O beni senden ayırdı. Sana kıydı. Sen nasıl Alaaddin’i öper, kucaklarsın?” Şems yanıt verdi Hazreti Mevlana’ya, dedi ki; “Bu dünyadaki çilemi Alaaddin sona erdirdi. Biz dostuz Alaaddin ile!”... Akıl almayacak işler bunlar. Gün geldi, Hazreti Mevlana bu alemden göçmeden bir hafta kadar önce Hüsameddin Çelebi’ye dedi ki; “Beni Alaaddin’in mezarına götür.” O zamanki adı
Larende olan Karaman’dadır Alaaddin’in mezarı. Hazreti Mevlana durdu, durdu, durdu ve dedi ki Hüsameddin Çelebi’ye; “Yaz ey ruhumun mertebesi Hüsameddin: Allahım! Sen bütün iyilere şefaatçisin. Kötülere kim şefaat edecek?”... Bakın bu sözleri söylemiştir. Bu sözler yazılıdır Alaaddin’in mezar taşında. Şimdi burada arif olmak gerek. Geldi mezarının başına kadar ve affetti oğlunu. Ancak tam olarak çıkarmadı af sözünü. Bıraktı ve anlasın istedi. O güzeli, Şems’i kaybetti Mevlana. Dünya onun gözünde artık zindan oldu. Sonraları kiminle gönül açıyordu; Şeyh Selahaddin Efendi ile. Saftı ve temizdi Selahaddin Efendi. O Hazreti Mevlana’dan evvel Hakk’ın rahmetine ulaştı ve ölümünden
33
bir süre önce Hazreti Mevlana’ya dedi ki; “Ben Hakk’a yürüdüğüm zaman senden bir isteğim var. Yolda tabutum giderken semazenler tabutumun önünde sema etsinler. Neyler üflensin, bendirler vurulsun.” Hazreti Mevlana; “Allah geçinden versin” dedi. İlk Semayı Şeyh Selahaddin’in tabutu önünde Hazreti Mevlana yapmıştır. Gün geldi Hazreti Mevlana hastalandı. Seviniyordu Şems’e kavuşacağı için. Şems, Hakk’a yürümeden önce Hazreti Mevlana’ya sordu ve dedi ki; “Ben Hakk’ın rahmetine yürüdükten sonra sen Hakk’ın
34
rahmetine yola çıkacaksın. Beni tanıyabilecek misin?” Hazreti Mevlana yanıt verdi; “İster Hint kumaşı giy, ister Batı kumaşı. Ben seni tanırım.” Nasıl tanıyacaksın, diye sordu Şems. “Sesinden tanırım. Sendeki ses hiç kimsede yok” diye yanıt verdi Hazreti Mevlana. Şeyh Sadrettin Hazreti Mevlana Hakk’a yürümeden bir gece önce ziyaretine geldi. Hazreti Mevlana, “Sadrettin Efendi. Sakın bana şifa dileme. Sevgili ile kavuşmama, nurun nura kavuşmasına bir soğan zarı mesafesi kaldı. Şifa senin olsun” dedi ve devam etti: “Ben yola çıktığım zaman, o gece benim
kına gecemdir. Sevgili ile buluşma gecemdir. Neyler üflensin. Kudümler vurulsun. Semazenler semalarını icra etsin. Vah, vah diye arkamdan kimse ağlamasın. Ağlayan birisi çıkarsa kendisine ağlasın. Ben o padişah değilim ki tahttan inip tabuta bineyim. Ben o padişahım ki sevenlerimin kalbinde yer alanım” dedi. Öyle de oldu. Mevlevilikte usulen rehber sorar: “Aşık oldun mu? Bir şey sevdin mi?”... “Yok, sevmedim.”... “O zaman git bir şeyi sev, öyle gel.” Eğer yanıt; “Evet, ben bir kişiyi sevdim” olur ise der ki rehber; “Nasıl sen aşık olduğunun peşinde aklını kaybettiysen, o sevgi ile buraya bağlan. Sabırlı ol ki perde kalksın ve Hakk’ın yüzü görünsün. Hakk’ın yüzü görünürse artık seni kimse tutamaz.” Evliyaları alalım ele. Bakın isimleri üzerlerinde Evliya. Bunun manası Allah ile nikah kıymaktır. Allah kimden en güzel yüzünü gösterdi? Hazreti Muhammed’den gösterdi. Bütün Evliyalar Hazreti Muhammed’in manevi yüzünü görmüşlerdir. Manevi yüzünü gördükten sonra akılları başlarından gitti.
Sonra hepsi Hazreti Muhammed’in manevi yüzünden ve güzelliklerinden bahsettiler. Toplum bunlara Evliya ismini verdi. Yunus Emre kimin yüzünden aşık oldu? Tapduk Emre’nin kızının yüzünden. Rüyada Tapduk Emre, kızı Bacım Sultan ile Yunus Emre’yi evlendirdi. Yunus Bacım Sultan’ın duvağını bir açıyor, bir an Bacım Sultan görünüyor ve anında o cemal kapanıyor. Sonra Tapduk Emre gösteriyor cemalini. İşte Yunus Emre ondan sonra geçici aşkı bırakıyor ve Tapduk Emre’yi gönlüne koyuyor ve öyle yola çıkıyor. Yani Düğün Gecesi kınalar sürülüyor ellere. Ya gelin gidiyor damada, ya damat gidiyor geline. Allah katında cinsiyet yoktur. O, cinsiyeti bu dünya için yarattı. Neden? Kendisini çoğaltmak için. Zira kadında ve erkekte seven de, sevilen de kendisidir. Allah kudreti olmazsa ne kadın bir şey söyleyebilir, ne de erkek. Her ikisinde de varlık kendisidir. Ancak benlikte kalınıyor; akıllar hakikati idrak edemiyor.. (devam edecek) 35
Nur SultanÄą Serkan Fincan
36
G
eçtiğimiz hafta başında, dergimizin ve daha nice güzel paylaşımlarımızın görünmeyen yüzü, ya da görünmeyen Can’ı Özlem Ablam, bu ayki sayımız için Hz. Muhammed Efendimizle ile ilgili bir yazı hazırlamamı önermişti. Gündüz koşturmacası içerisinde gönlüm çok güzel bir paylaşım olmasını diliyor, aklım ne yazabilirsin diye soruyordu…Daha önceleri düşündüğüm güzel fikirlerim vardı. Üstadımız Mevlana’nın Allah’ın diliyle: “Aklınızı tutarsanız bende, daima beni görürsünüz sizde” sözü aklımdan hiç çıkmıyordu. Akıllar güzelliklerde tutulmalıydı, güzelliğin kaynağı ise Hz. Muhammed Efendimizdi. Peki aklın sahibini
bilmesine yardımcı olmak için ne yapılabilirdi... En güzel şekilde Hz. Muhammed Efendimizin kimliğinden nasıl bahsedebilirdim? Onun güzelliklerini dile getirebilir miydim? Harekete geçtim. Defalarca yazdım, çizdim, uğraştım olmadı. Ne Hz. Muhammed Efendimizi, ne Hz.Ali’yi, ne Mevlanamızı, ne de Şemsi Tebrizi’yi bir yazıya ya da kitaba sığdıramazdım..Sığmazlardı! Bir müddet bırakayım artık dedim… Neden olmadığını düşündüm...Cevaplar geliyordu; Çünkü ne ben, ne de Hz. Muhammed Efendimizi kendi zannınca yorumlayanlar Onu layıkıyla tanımıyorduk. O’nu O’ndan başkası bilemez, daha güzel anlatamazdı. Hasan Dedemizin dilinden dinlemek lazımdı Hz. Muhammed’i. 37
Sibel Safiye Avcı Ablamın hazırladığı, Hasan Dedemizin bizlere seslendiği “Hasan Dede’nin Dilinden Peygamber Efendimiz” kitabında, Aşk’ı arayan gönüllere Hz. Muhammed Efendimiz şöyle anlatılıyordu: “Sevgilim ya Hazreti Muhammed! Yüz yirmi dört bin nebide, sayısız velide, Nur olan sensin ya Hazreti Muhammed. Ey ebediyetin padişahı Muhammed! Ey gökyüzünün kameri, sen dirilik kaynağı, Lamekan’ın gül bahçesi Muhammed, Senin berrak suyunu görünce, Can hikayesini duydum. Can gibi hayatın gizli derinliğinde, Ah görünmez oldum. Sen, ey güzel kokulu Muhammed! Sevgilim, sen mest edip aşığını, Ah koşturunca o aşık her tarafa mestane gider, Ahular avlar. Muhammed sevgilim! Sevdi seni bu gönül, Ah, yandı sana bu gönül, Ey gül sevgilim Muhammed Mustafa! Alemin gözbebeği, Sen bana cansın, hem de canansın. Cihan seninle diridir, Aziz olmak, murat sürmek sendedir, Canım Muhammed Mustafa! Sevgilim, ya nur Muhammed! Senin sevginle dolu olan ruhum diyor ki, Böyle bir Hakk sakisi varken, kendimde kalmak küfürdür. Kendinde kalma yüce Muhammed’e koş. Yüce sultan Muhammed’e koş. O dilber bir nurdur, iman edersin, İnsana can verendir, Rabbim dersin, Gönlünü verirsen yüceliğe erersin, Cihanın Sultanı Muhammed’e erersin. Kainatın nuru sultanım canım Muhammed! Sen hem gören göz, hem habersin canım. Aydın aylar içinde en parlak aysın, Hem şekerlerde tatsın. Kainatın nuru sultanım canım Muhammed! Sen hem devletsin, hem ebediyetin nur sultanı, Gönlümüzün ferahısın canım, sarhoşunum, sen gecemize sehersin. Ya Muhammed sevgilim! Sen kırmızı gülsün, Sen beyaz yaseminsin. Gülün gönlünde oturur etrafa gülersin. Kimdir ki senin buyruğuna kul köle olmaz. Kim senin yüzünü görüp de sarhoş olmaz. Bir muhabbet göster ki, İşte odur Muhammed Mustafa. Nerde bir la’l dudak senin madeninden değil. Nerde bir güzel ki senin nurundan değil, Nerde bir ulu kişi senin yoksulun değil, Nerde bir pürüzsüz aşk senin aşkın değil, Ya 38
Muhammed Mustafa! İki cihan serveri ya Muhammed! Ah sevgilim Muhammed! Bilsen o zincir zülüflerin hevesiyle, Akıl ne kadar divane oldu. Ey şahım Muhammed! Hele gönlüm sana koştukça bilsen ne haller alıyor. Ah güzel yarim, sende yanıyorum. Ya Muhammed! Sende yanıyorum ya Muhammed! Sevgilim bu kadeh seni bulmak, ve gönülde ışıldamak için sana koşuyor. Akıl yoluyla değil, Canla, başla tam bir aşkla sana koşuyor. Canım ya Hazreti Muhammed! Sevgilim! Senden başka bir yol yoktur koşulacak, Cihanda senden başka şah da yoktur, Senin gibi parlayan bir ay yoktur, Ya Hazreti Muhammed! Her şey fanidir cihan durdukça, Baki olan sensin ya Hazreti Muhammed!”
Hasan Çıkar Dede
39
Ariflerin Sultanı Ulu Arif Çelebi Özlem Bilge
40
“
Y
”
aratıcı tarafından basılmış bir altındı. O, sürümden düşmez; ebedidir. (Mesnevi, c.III, p.4362)
Ulu Arif Çelebi; Hazreti Mevlana’nın torunu, Sultan Veled’in büyük oğludur. Annesi Selahaddin-i Zerkubi’nin kızı Fatma Hatun’dur. Ulu Arif Çelebi’ye kadar Sultan Veled’in diğer çocuklarının hepsi de küçük yaşlarda vefat ederler. Bu sebeple Ulu Arif Çelebi’nin 8 Haziran 1272 tarihinde mutlu bir talihle doğumu ailede büyük sevinç yaratır. İsmini Feridun Arif koyan Hazreti Mevlâna, verilebilecek bütün nur feyizlerini, huzur sırrını, neşe hediyesini onun içine üfledikten sonra oğlu Sultan Veled’e şöyle seslenir: “-Ben bu çocukta yedi nur görüyorum. Bu nurlar babam Bahâeddin Veled’in, Şeyhim Seyyid Burhâneddin’in, Şems’in, Şeyh Selâhaddin’in, Çelebi Hüsâmeddin’in nurları; benim nurum ve senin nurun.” “Daha beşikteyken, alnındaki parıl parıl parlayan soyluluk eseri, onun ne kadar talihli bir çocuk olduğunu söylüyor. Sen gökteki yeni ayın giderek büyümesini gördüğün zaman, onun ileride tam ve nurlar saçan bir ay olacağına kanaat getirirsin.” Derler ki beşikte “Allah” dediği zaman henüz altı aylıktı ve Mevlana Hazretleri de daima onun üzerine nazar eder, inayetlerde bulunurdu... “Bu nasıl bir kuştur, onun ne kadar da yüksek bir uçuşu var. Onu ne zaman görsem halim başka türlü oluyor. Benim nazarımda büyük bir yemin ve ismi azam olan babamın ruhu hakkı için sanmıyorum ki öyle bir insan yeryüzüne ayak basmış olsun. Ve babamın buyurduğu yedi velinin nurunu ben onun simasında görüyorum.” Sultan Veled Hazretleri Feridun Ulu Arif büyüdükçe, hâl ve tavırlarıyla dedesi Mevlâna’ya çok benzer. Bu benzerliği görenler, ona Ulu Arif Çelebi demeye başlamışlardır. Çelebi adı, “Çalabî”, yani “Allah’dan, Allah yolundan, Allah’a ait” anlamına geldiği gibi «bey, efendi» anlamına da gelir. Çelebi Hüsâmeddin’den sonra, Sultan Veled’e de “Veled Çelebi” denmişse de, asıl çelebilik Ulu Arif Çelebi ile başlamış, bundan sonra Konya Mevlâna Dergâhında postnişin olan şeyhlere “Çelebi” denildiği gibi, Mevlâna soyundan gelen erkeklere de Çelebi denilmiştir. Sultan Veled de oğlunu çok sevmiş, O’nun iyi bir eğitim almasını sağlamış, Hazreti Mevlâna’nın eserlerini okutmuştur. İlerleyen dönemde Arif Çelebi Konya’da Tebrizli Emir Kayzer’in kızı Devlet Hatun’la evlenir, bu
evlenmeden Bahâeddin Emir Âlim, Muzaffereddin Emir Âdil adlı iki oğluyla Melike adlı kızı dünyaya gelir. Ulu Arif Çelebi duygusal, coşkulu, atak, cesur bir yaradılıştadır. Hazreti Mevlâna’nın eserlerini ezberden okuyacak kadar da güçlü bir hafızaya sahiptir. Ulu Arif Çelebi’nin arzusuyla Ahmed Eflaki, meşhur Menakibül Arifin (Ariflerin Menkıbeleri) isimli eseri yazmış ve böylece kaynak olabilecek büyük bir eser meydana getirilmiştir. Ulu Arif Çelebi, yanında Ahmed Eflaki de olduğu halde, başta Tebriz ve Azerbaycan olmak üzere, Anadolu’nun pek çok yerini defalarca gezmiş, oralarda irşadlarda bulunmuşlardır. “Hu’nun sırlarına vakıf olan kişinin yanında yaratılanın sırlarını anlamak nedir? Sırlar onun kalbine bir hayal gibi gelir ve onun yanında halin sırrı açılır.” Mesnevi, c.II b.1479 1312’de babası Sultan Veled’in vefatı üzerine, Mevlevilik postuna oturmuştur. Bu sıralarda kırk yaşları civarındadır. Mevleviliğin kurulması ve gelişmesinde babası kadar Arif Çelebi’nin de büyük emeği geçer. Kerametler bir fıskiyeden su fışkırır gibi ondan fışkırmış ve coşkun bir denizin dalgaları gibi yükselmiştir. İşte özgür kişilerin kalplerinin dertlerine şifa, insanlara rahmet olsun diye ve dervişleri doğru yola getirmek için kendileri hiç istemeden peygamberlerden mucizeler, velilerdense kerametler doğar. “Sen velilerin cömertliğinden varlık ve yüz binlerce rahmet ikram bulursun. Allah, velileri alemlere rahmet olmak için yeryüzüne getirmiştir.” Mesnevi, c.VI, b.4771 Konya Mevlâna Dergâhı şeyhliği sekiz yıl sürdürür. Bu dönemde Ulu Arif Çelebi Mevleviliği, merkez Konya olmak üzere, daha sağlam temellere oturtarak yaymaya çalışmıştır. İnandığı ve güvendiği dostlarını, birer Mevlevi ocağı tüttürmeleri için pek çok şehirlerde görevlendirir. Mevleviliğin ilkelerini yeniden gözden geçirerek, sema ve zikir usullerini kurallaştırır. Çok genç yaşta, 5 Kasım 1320 Salı günü, 48 yaşındayken Hakk’a yürür. Cenazesi Mevlâna Türbesi’nde, Mevlana’nın ayak ucuna doğru soldaki yere defnedilir; üzerine tuğla örgü bir sanduka yerleştirilir. Farsça yazdığı tasavvufî şiirlerinin çoğu Hazreti Mevlânâ’ya nazire şeklindedir. Rubaileri ve gazelleri ‘Ulu Arif Çelebi Divanı’ isimli eserinde toplanmıştır. “Pirlerin gayretleri gece gündüz halkı azap ve kötülükten kurtarmaktır. Onlar herkesin işini tamamladıktan sonra geçip giderler; çünkü onlar Allah’tan başka kerem ve cömertlik sahibi tanımazlar.” 41
Derviş’in Gönlü Latiftir Salih Ökten
42
E
ğer o duman bir yeni tencere üzerine vursa, eğer bir arpa bile olsa o eser, görünür ! (Mesnevi c. II b.3364)
İnsanın varlığında, biri nur-i hayat, biri nur-i akıl ve diğeri nur-i yakin olmak üzere üç nur vardır. “Nur-i hayat”, hayvani nefsin ışımalarının(dalga halinde yayılan enerji paketi) vücuttaki bütün zerrelere ve beyne ve ondan akla yansımasıdır. Onun hastalıkları ve engelleri üçtür. Birisi “ran”, diğeri “hicab” ve üçüncüsü “akıl”dır. “Ran”, günah işlemekten ve isyanda bulunmaktan dolayı kalpte meydana gelen perdedir. “Hicab”, kalp aynasında dünya varlıklarının suretlerinin iz bırakmasıdır ki istenilenin görülmesine engel olur. Ve “aklın mani olması”, ilim nurundan bir şey elde edemeyip, kendi tahminlerine bağlı kalmasından ötürüdür. “Nur-i akıl”, akıl cevherinden hayvani nefsin ışımalarının yansımasıyla kalpte meydana gelen nurdur. Bunun hastalığı “öfkelenen nefs”tir ki bu nefsin özelliği ve hali, ululanma ve kibirlenme ve kendini beğenmişliktir. Bu nefsin bir ateşi vardır ki kalbi yakar ve ondan kalb üzerinde bir duman çıkar, akıl ile kalb arasına perde olur; ve sonuç olarak hayvani nefsten akıla ve akıldan kalbe gelen nurun cevheri kesintiye uğrar. Dolayısıyla kalbi karanlık kaplar. “Nur-i yakin”: Bu nur, insan için son emeldir. Ve o emelin üstünde insan için başka bir emel yoktur. Bu nurun hastalığı, kalbte ihlas yokluğudur. Yani kalbin tamamıyla Hak ve hakikate yönelememesidir.*
ve döktürürler imiş. Böylece olumsuz düşünce ve duyguların müridlerin bedeninde ortaya çıkmasını önlermiş. Masaru Emeto adlı Japon bir araştırmacı, günümüzde bu hakikatlerin doğrulandığını, suyun moleküler yapısının bile insanların düşüncelerinden, sözcüklerden ve dinlemiş oldukları müzikten etkilendiklerini deneylerle ortaya koymuştur. Müzik dinletilen saf suyun donduktan sonraki kristal formlarını fotoğraflamıştır. Derviş’in maddi lokma bir yana, duygu ve düşüncelerden bile etkilenecek latif bir gönle sahip olduğunu gösteren olay Fihi-Mafih’in 10uncu bölümünde şöyle geçer: “Şeyh Serrezi, müridlerinin arasında oturmuştu. Müridin birinde kebab olmuş baş iştahı belirdi. Şeyh, filana kebab olmuş baş getirin diye emir verdi. Dediler ki: A Şeyh, onun kebab olmuş baş istediğini ne bildin? Şeyh dedi ki: Otuz yıldır ki bende istek kalmamıştır; kendimi bütün isteklerden arıttım, hepsinden de münezzehim; ayna gibi tertemizim, safım. Hatırıma kebab olmuş baş geldi; kebab olmuş başı içim çekti; bildim ki bunu isteyen filandır. Aynada hiç bir şekil yoktur, bir şekil görünürse aynadan değildir, bir başkasındandır o.” Kaynak: *Ahmed Avni Konuk’un Mesnevi-i Şerif Şerhinden dili sadeleştirilerek alınmıştır.
Şimdi, günahın tesirini çabuk bilir. Bu yüzden ağlar, hemen “Ey İlah” der. (Mesnevi c. II b.3369) Yukarıda 3364 numaralı beyitin açıklamasında belirtilen nur sahipleri, her bir nura karşı meydana gelen engeli kendinde hissedince, derhal bunun işlenen günah nedeniyle olduğunu bilip, hemen ilahi kapıya yönelir ve “Aman ya Rab, ben yine yolumu şaşırdım! Tövbe ettim, bir daha yapmam!” diyerek ağlar ve af edilmesini ister. Cenab-ı Pir Efendimiz Fihi- Ma Fih’in 27nci bölümünde buyururlar ki ;”Derviş’e çekinme lazımdır ve herkesin lokmasını yememelidir. Zira derviş latiftir. Ona çabuk etki edip bir şeyler ortaya çıkar. Nitekim bir beyaz temiz elbiseye siyahlık bulaşırsa, hemen fark edilir. Fakat siyah bir elbise üzerinde kir ve kara belli olmaz; ne kendisine ne de halka görünür. Mademki böyledir, dervişin zalimlerin ve haram yiyenlerin ve cismanilerin lokmasını yememesi gerekir. Çünkü o lokma çabuk etki eder; yabancı lokmanın etkisinden bozuk düşünceler, fikirler ortaya çıkar.”* Şeyh Nakşibendi Hazretleri, dergah için mutfakta yemek hazırlayan müridler arasında bir çekişme ve öfke zuhur etmiş ise o yemeği yemezler 43
Sultan Veled Divanı’ndan Seçmeler Çiğdem Zehra
44
Benim ki inlemekten başka sermayem yok Gönlüm zamane işlerinden bizar oldu Onun elinden lezzetli şarabı içince Gönlümden iş, güç ve hanüman fikri gitti Gönül kazanım daima onun aşk ateşiyle doludur Her iki gözümden gözyaşım çeşme gibi akar Kendisinde sonsuz mülklerin olduğu derdi gör Kendisinde sınırsız hazinelerin olduğu belaları gör Gül ve yeşillikler arasındaki cennet bağında Gönlümü eyleyen ırmak kıyısındaki hurileri gör Gönlüm kin ve cefadan temizlenince Dikeni bulunmayan gül bahçesi ve bağ gibi Dünyaya bağlı soğuk bir buz parçası gibiydim Gufran güneşiyle eridim Bu cihan zemberi ve insanlar donmuş bir halde Güneşin cemadı nasıl erittiğini gör Evvelden ben buz idim, akarsu gibi oldum Allah sıcaklığı gönderince böyle oldum Ey buz, mademki eridin bu sahrada yürü Ki sen zemherinin tahribatını tamir edersin Başını çeşitli suretlerle topraktan dışarı çıkar Gül bahçesinin adetine göre güzel yüzünü göster Yavaşça yaprak, meyve ve her taze dalda Bağda her goncada yüzünü göster Sayısız ve sınırsız dal ve ağaçlardan Bir idin ancak kendini yüzlerce gösterdin Seni iki ve dört olmadan tek gören her göz Yüzlerce suretlerin arasında seni uyanıklıkla tek görür Göz, şahı taht ve ordusuyla görünce Hangi elbiseyi giyerse giysin onu tanır Eğer o şah gece karanlıkta yürüse dahi Eski elbiseler arasında da olsa o şahı tanır Veled seni suretsiz bütün bir mana olarak gördüğünde Bütün suret ve nakışlar karşısında feryat etti 1. Cilt sayfa 313/314
45
Dünyada ve Türkiye’de Mevlevihaneler -5Galata Mevlevihanesi 2. Bölüm
Gürcan Kaftan
46
YAPININ BÖLÜMLERİ CÜMLE KAPISI ümle kapısı ile bunu iki yandan kuşatan ve aynı tarihte (1819) inşa edilmiş olan Halet Efendi Sebilküttabı ile Türbesi bir mimari bütün meydana getirmekte, Osmanlı ampir üslubunun en erken tarihli örneklerini oluşturmaktadır. Kagir olan bu yapıların cepheleri bütünüyle beyaz mermer kaplıdır. Cümle kapısının açıklığı, yanlardaki binalara oturan bir basık kemerle geçilmiş, kilit taşı çıkıntılı olan kemer her iki yüzde de birer kitabeyle taçlandırılmıştır. Kapının dış yüzündeki kitabe II. Mahmud’un 1835’te mevlevihaneyi yeniden inşa ettirmesi sırasında konmuş, ortadaki beyzi madalyonun içine de adı geçen hükümdarın tuğrası yerleştirilmiştir.
C
ÇAMAŞIRHANE Müze bahçesinin güneybatı köşesinde yer alan dikdörtgen planlı yapıdır. ÇİLEHANE (SARNIÇ) Üstünde kitabesi olup, Şeyh Galib’in çilehane olarak kullandığı bilinmektedir. Sekiz basamakla inilen mekânın içi su doludur. Bizans döneminde sarnıç olarak
kullanılmış olması muhtemeldir. HASAN AĞA ÇEŞMESİ Mevlevihane’nin ilk döneminde kalan 1649 tarihli çeşme olup, Sebilküttab’ın Müze bahçesine bakan kısmına bitişiktir. ADİLE SULTAN SARNIÇ VE ŞADIRVANI Sultan II. Mahmud’un kızı Sultan Abdülmecid’in kız kardeşi Adile Sultan tarafından yaptırılan 1847 tarihli çeşme ve sarnıç olup hemen yanında kitabesi bulunmaktadır. Matbah-ı Şerif, Harem Dairesi ve Şeyh Dairesi günümüze ulaşamayan, ancak varlığını bildiğimiz Mevlevihane yapılarıdır. TÜRBELER Müze cümle kapısının solunda Halet Efendi Türbesi, Müze bahçesinin sol köşesinde de Şeyh Galip Türbesi bulunmaktadır. İki türbe de Halet Efendi tarafından 1819’da inşa ettirilmiştir. SEBİLKÜTTAB Zemin katı sebil-çeşme ikilisi ile muvakkithaneye, üst katı ise kütüphane-mektep mekanına tahsis edilmiş olan Sebilküttab, Osmanlı mimarisi tarihinde kendi türünün son örneğidir. Yapının Galip Dede Caddesi’ne bakan kuzey cephesi ile avluya uzanan geçit üzerindeki doğu cephesi
pilastarlar ile hareketlendirilmiş, bunların arasında kalan yüzeylere, dikdörtgen açıklıklı ve madeni şebekeli pencereler açılmıştır. Sebil ve muvakkithanenin kapıları ile fevkani kütüphane-mektebe ulaştıran merdiven söz konusu geçit üzerinde sıralanır. HAMUŞÁN Müzenin kuzeyinde “sessizler evi” anlamında Hamuşan adı verilen mezarlık alanı bulunmaktadır. Diğer dedegan ve dervişanla birlikte ilk Türk matbaasını kuran ve Türkçe kitap basıp yayımlayan Macar asıllı Osmanlı İbrahim Müteferrika (D:1674-1745) da burada defnolunmuştur. MUTFAK, MESCİT, HAREM DAİRESİ SEMAHANE Sultan Abdülmecid semahaneyi, selamlığı ve dedegan hücrelerini içine alan ana binayı bugünkü şekliyle yeniden yaptırmıştır. Semahane bölümü altı kez inşa edilmiştir: 1. semâhâne 1491’de İskender Paşa tarafından, 2. semâhâne 17. yüzyıl başlarında (1608’den hemen önce) büyük ihtimalle Tersane ve Matbah Emini İsmail Efendi
47
tarafından, 3. semâhâne 1765’deki Tophane Yangınından sonra III. Mustafa tarafından, 4. Semâhâne 1791’de III. Selim tarafından, halen mevcut olan 6. semâhâne ise 1859-1960’da Sultan Abdülmecid tarafından yaptırılmıştır. Bunlardan 1. semâhânenin mimari düzeni hakkında herhangi bir şey söylemek mümkün değildir. Buna karşılık 2.,3.,4.,ve 5. semâhânelerin en azından iç görünümlerini o dönemlerde yapılmış yağlıboya resimler ve gravürler yoluyla öğreniyoruz. YAPIDA BULUNAN ÇEŞİTLİ MEKÁNLARA AİT KİTABELER Galata Mevlevihanesi’ne büyük ve yüksek bir taç kapı ile girilir. Bu kapı Sultan III. Selim devrine aittir. Gerek iç, gerekse dış yüzündeki yazıtlar, dergâhı
kısmen tahrip eden bir yangından sonra yapılan onarımları dile getirirler. Taç kapının üslubu ve mimari özellikleri XVIII. Yüzyılda Türk sanatında beliren Avrupa etkilerini yansıtır. Bu Türk Barok ve Rokoko üslupları, Divan Edebiyatı Müzesi’nin hemen hemen tüm yapı bölümleri ve organlarında hâkimdir. Taç kapının dış yüzündeki tarih dizeleri şair Lebib’e aittir. Ta’lik yazı türü ile yazılmışlardır. Orta yerinde Sultan II. Mahmut tuğrası görülür. Yazılar iki yanda kartuşlar içinde yana ve aşağıya doğru meyillidirler. Yazının altında ve ortasında ise dörtgen içinde sanatçısının adı yazılıdır. “Kitâbe-i Yesirizâde Mustafa İzzet” Himmet-i Mahmud Han bu dergehi Eyledi abâd şevketle hemen Saye-i adlinde mamur olmada Su-be-su hep cilvegâhı aşıkân
Hakk Tââla eylesün dâvet Böyle çok hayre muvaffak her zaman Bir hesabta düştü ma’na lafz ile Beyt-i tarihin Lebib etti beyân Yaptı bu dergâhı zibâ-yı cedid Bin iki yüz eli de Mahmud Han Semâhâne bölümünde giriş kapısı üzerindeki kitâbede Zîver tarih düşmüştür. Müze olarak kullanılmakta olan bu ahşap yapının giriş kapısı üzerinde Sultan Abdülmecid’in tamir kitâbesi yer almaktadır ve 1853 tarihini taşımaktadır. Bu kitâbede şu beyitler yer alır: Lafzen ü mânen iki mısra‘da üç târîhle Üçler âsâ kutb-i devrânı ider Zîver senâ Bin ikiyüz yetmiş altı sâli içinde bihîn Kıldı bu dergâhı Şeh Abdülmecîd a’lâ binâ
Kaynak: Baha Tanman, “Galata Mevlevihanesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, c.3, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1994), s.364. Baha Tanman, “Galata Mevlevihanesi”, İslam Ansiklopedisi, c.13, (İstanbul: TDV, 1996) s.317-321. Baha Tanman, “ İstanbul’da Mevleviliğin Fiziksel Ortamı”, Saltanatın Dervişleri Dervişlerin Saltanatı: İstanbul’da Mevlevilik, (İstanbul: İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, 2007) Can Kerametli, Galata Mevlevihanesi, ( İstanbul: Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Yayınevi, 1977) Ekrem Işın, “Galata Mevlevihanesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, c.3, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1994) s.362-363. Baha Tanman, “Galata Mevlevihanesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, c.3, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1994), s.364.
48
49
Mevlevi Adab ve Erkanı -5Gülsen Suçsuzer
50
F Çarit.
arsça “Çerh” sözünden bozmadır. “Çerh” sözünün meşhur anlamı, gök ve dönen şeydir. Terim olarak Mevlevîlerde çark, sol ayağa denir. Çark atmak, dönmek demektir. Çelebi. Türkçe. Çalab, Allah manasındadır. Sonundaki nisbet yâ’sı ile Çelebî, Allah’a ait adam, Allah adamı demektir. Mevlâna’nın soyundan gelenler ‘Çelebî’ olarak anılmış, ancak Mevlâna’ya ana tarafından akraba olanlar “inâs çelebî”; baba tarafından akraba olanlara da “zükür çelebî” denmiştir. Mevlevîlerden, Mevlânâ’nın maddî bakımdan akrabası olmadığı halde Mesnevî’nin yazılmasına önayak olan kişiye bu unvan verilerek Çelebî Hüsameddin denmiştir. Normal olarak çelebî ifadesi isimden sonra kullanılırken, bu zatın adının başına getirilmesi, esas çelebîlerden ayırmak içindir. Hacı Bektaş’ın nefes evladı (manevî evlad) yahut belinden gelen kişilere de ‘Çelebî’ denir. Aynı zamanda Çelebi, kibâr, soylu, boylu, zarif, efendi anlamlarını da ifade eder; bu çeşit adamlara, Çelebi adam denir, XVI. yüzyıl sonlarına kadar ‘Çelebi’, bilgin ve soylu kişilere verilen bir sıfat olarak kullanılmıştır. Çelebi Efendi. Türkçe-Rumca. Çelebî, daha önce ifade ettiğimiz gibi Allah manasına gelen Çalap kelimesinin nisbetidir. Efendi ise Rumca asıllı bir kelime olup okumuş kibar kimse, malik, sahip gibi manaları vardır. Seyyid, hoca, kadı, molla ve şehzadeler için kullanılmıştır. Çelebî Efendi, Konya Mevlevihanesi postnişinine verilen addır. Mevlevîler arasındaki unvanı “aziz efendimiz” şeklindeydi. Çelebî Efendi, Mevlânâ Celâleddin Rûmi’nin mutlak anlamda vekili, bütün Mevlevi şeyhlerinin başı idi. Diğer Mevlevî şeyhleri, onun vekili idi. Çelebî Efendi, istediğini
tayin edebilme yetkisine sahipti. Mevlevîlikte, çelebilik makamını elde edebilmek için veraset usûlü kabul edilmemişti. Çelik, Çelikleme. Çelik, Türkçe bir kelime olup değnek manasınadır. Parmak kalınlığında yarım metre kadar uzunluğundadır. Mevlevî tekkelerinde, tekkenin toplantı yeri olan meydanda, kazancı postu üzerinde asılı dururdu. Tarikat edebine aykırı iş yapanlar, bu değnekle acıtmadan vurularak terbiye ve edebe getirilir, bu dövme işine ‘çelikleme’ denirdi. Kabahatli olan derviş, erkandan ise, şeyh yahut aşçı dede tarafından; çilede bulunanlardan ise kazancı tarafından çeliklenirdi. Gerek dede, gerek derviş, diz çökmüş olan şeyh, aşçı dede yahut kazancı dedenin dizi üstüne başını kor, o da çeliği omzunu geçmeyecek şekilde kaldırmak suretiyle, bir kaç çelik vurur. Bittiği zaman bir gülbank okuyup kabahatlinin suçunun affı niyazında bulunurdu. Suç biraz büyükse, dergâhın genel mürebbîsi, Aşçı Dede’ye bunu söyler, o da bu cezayı, semahanede bir kaç dervişin gözü önünde verirdi.
bir ifadesi olarak değerlendirilirdi. Çerağcının görevi, işte buydu. Kaynaklarda, tekkelerde kandilcilik görevi, bir başka kişinin yaptığı, farklı bir hizmet olarak kaydedilir. Kandilcilik görevini üstlenen kişi, mescidin dışındaki kandilleri hazırlayıp yakardı.
Çerağ, Çırak. Işık, mum ve kandil anlamlarına gelir. Umumî bir terimdir. Çerağcı. Tekkelerde çerağın arzettiği önem büyüktür. Kaynaklar, tekke hizmetleri arasında, ifa ettiği görev itibariyle çerağcının önemli bir kişi olduğunu kaydetmektedir. Güneş batma zamanı, Mevlevî meydanlarında bir mum yakılırdı ki, buna çerağ denirdi. Akşam ezanı okunduktan sonra, mescidin mumları bu çerağ ile uyandırılırdı. Sımathane (yemekhane) deki mumlar da, aynı minval üzere tutuşturulur ve bu tutuşturma işinden önce Şeyh yahut en kıdemli dede, “çerağ gülbangı” okur, sonra hep birlikte “Hû” çekilir ve sofraya oturulurdu. Bu gülbank, mumların yanması ve verdiği nimetlerden dolayı Allah’a şükrün 51
Çerağ Gülbankı. Mevlevî tabiri olarak çerağ gülbankı, mumların (çerağların) yakılması sırasında okunurdu. Bu gülbank şu şekildeydi: “Çerağ-ı rûşen-i fahr-i dervişan, ziyâ-yı iman, kanûn-ı merdân, dem-i Hazret-i Mevlânâ Hû diyelim, Hû”. Bu gülbanktan sonra, dervişler topluca “Hû” çekerlerdi. Çille, Çile. Farsça, kırk anlamına gelen çihil’den düzenlenmiş bir terim. Bir şeyh nezaretinde derviş, karanlık bir hücrede yalnız başına kırk gün süre ile az uyumak, az yemek, az içmek ve mümkün mertebe sürekli ibadetle meşgul olur ki bu olaya, çile denir. Bu, nefsi eğitmek için belirli bir süre halktan uzak kalıp olgunlaşmayı elde etmek için yapılır. Tasavvuftaki çile, ömür boyu değildir, sadece kırk gündür. Mevlevi çilesi, bin bir gün hizmetle olur. Hemen hemen her tekkede, eskiden bu iş için bir veya birkaç hücre bulunurdu. Çile olayı şöyle cerayan ederdi: Şeyh, dervişi çile odasına güsul abdestli olarak dua ile sokar, Fatiha çeker, kapıyı kapayıp giderdi. Odada bir post, yahut seccade, bir mütteka (bkz. müttekâ) ve hücrenin rafında bir Kur’an-ı Kerim bulunurdu. Derviş, 52
bu hücreden, sadece gerekli olduğu zaman çıkardı: Tuvalet, abdest, cuma namazı vs. gibi. Çıktığında kimseye bakmaz, kimseyle konuşmazdı. Yiyeceğini, içeceğini, belirli vakitte bir derviş getirip hücreye bırakıp, selamdan başka bir söz konuşmazdı. Geleneklere göre, çileye girene ilk gün kırk zeytin verilir, her gün bir eksilterek (39, 38, 37, ,15 ila...) kırkıncı gün sadece bir zeytin verilirdi. Yiyeceğin zeytin olması, Nur suresi’nin 35. ayetinde de ifade edildiği gibi (min şeceretin mübâreketin zeytûnetin), onun mübarekliğinden kaynaklanmaktadır. Derviş çileden çıkınca, kırk gün içindeki tefekkür ve rüyalarını şeyhine anlatırdı. Şayet Şeyh, gerek görürse onu hemen ikinci bir çileye sokardı. Birbiri ardınca üç çile çıkaran olurdu. Derviş çileyi bitirip hücreden çıkınca, şükür kurbanı kesilir, kesilen kurbanın et suyuyla hazırlanan tirid yemeği ona sunulur, diğer ihvanı da onu tebrik ederdi. Çile Çıkarmak. Saliklerin, nefsin tezkiyesi (arınması), kalbin saflaşması için bir hücreye girip kırk gün süreyle ibadet, zikir ve fikir ile meşgul
olması. Çile bazen, ufak kusur karşılığında ceza şeklinde de uygulanırdı. Mevlevî dervişleri, çileyi mutfak hizmetleriyle çıkarırlardı. Yemekle beraber dervişler de pişerdi. Çilenin şeklini mürşid tayin ederdi. Diğer tasavvuf okullarında çileyi yolculuk yaparak çıkaranlar da vardı. Çile-keş. Çile çeken. Dervişliğe ikrar verip hizmete koyulan matbah canı. Çivi. Semâ’ meşk yerinde, yahut semâ’ meşk edilen tahtada, sol ayağın yere tesbitine yarayan ve baş parmakla ondan sonraki parmağın arasına gelen çivi. Çivi tutmak. Yürümemek üzere, olduğu yerde, sol ayağını direyip çark atarak Semâ’ etmek. Durduğu yerden hiç ayrılmadan Semâ’ etmekte maharet sahibi olana, ‘çivisi sağlam’ denir. (devam edecek) Kaynak: Abdülbâki Gölpınarlı (Mevlevî Âdâb ve Erkânı ) ve Ethem Cebecioğlu’nun Tasavvuf Terimleri Sözlüğünden derlenmiştir.
53
Hz. Mevlana ve Ä°nsan Esin Kaya
54
“ ” A
ndolsun ki biz insanoğlunu üstün kıldık ayetiyle Cenab-ı Hak; insanın diğer bütün varlıklardan üstünlüğünü, şan ve şerefini ilan etmiştir. Hz. Mevlana insana insanı anlatırken bize bizi bildirir, sayısız misaller verir:
Sen ‘Ademoğullarını yücelttik’ ayetinin padişahısın; hem karaya ayak basarsın hem denize. Canla; ‘Onları denize taşıdık’ sözünü ‘Karada taşıdık’tan öne sür; yürü denize. (İsra Suresi 17/70) Karada meleklerin yeri yoktur hayvanların ise denizden haberleri yoktur. Sen vücut yönünden hayvan ruh bakımından meleksin. Makamın hem yeryüzü olmalı hem de gökler. İnsan gibi olanları ayırt etmek için kamilin kalbinde İlahi vahyin eseri vardır. Toprağa mensup olan vücut yerde kalır. Ruh ise yüce göklerin süsüdür. “ (Mesnevi II/3811-16) Bir rubaisinde şöyle seslenir: “Suret suretsizlikten meydana geldi. Varlık peteğini ören arıdır. Arıyı vücuda getiren, mum ve petek değildir. Arı biziz, şekil ve çokluk sadece bizim imal ettiğimiz mumdur. Şekil ve cisim bizden vücuda geldi. Biz onlardan değil; şarap bizden sarhoş oldu, biz şaraptan değil.” Hz. Mevlana bizlere insanın gökyüzünden de üstün olduğunu öğretir, görünüşün ardındaki hakikati aramamızı ister: “Doğan bembeyaz ve eşsiz olsa da fare avlıyorsa o, hor ve hakirdir. Fakat baykuş da olsa padişaha meyli varsa o yüce bir doğandır görünüşe bakma. İnsanın boyu bir hamur teknesi boyundadır ama o gökyüzünden de üstündür. Gökyüzü hiç ‘Biz onu üstün kıldık’ hitabını duydu mu? Ama bunu yücelik sahibi insan işitti.” (Mesnevi VI/136-139) Ancak insan kendisine bağışlanan bu üstünlüğe ulaşmak için dört vasıftan kurtulmalıdır. İnsana ayak bağı olan bu dört huy dört kuşa aittir. Tavus kuşu gibi azametli kaz gibi hırslı horoz gibi şehvete düşkün olmak ve karga gibi olmayacak ümitlere
düşüp uzun ömre tamah etmek. (Mesnevi V/31-52) Suret-i Rahman olan insana bu hayvani vasıflar yakışmaz. Hz. Mevlana’nın deyişiyle “aklın çarmıhı” olan huylar insanlık şuuruna yükselmeye manidir. Hz. Mevlana Hz. Muhammed’in bendesidir, onun dilinden konuşur, O daima insanın üstünlüğünü bildirir: “Alemden maksat insandır!” “Zayıfım arığım çaresizim ama değil mi ki ‘biz Ademoğullarını üstün ettik ‘ sesi ulaştı o sesin inayet eserlerini duydum ; ne zayıfım ne arığım ne de çaresizim dünyanın çaresini bulurum ben. Okluğumu senin oklarınla doldurdum mu Kaf Dağ’ının bile belini çeker bükerim.” (Mecalis-i Sab’a 12) “Kimi olur temizliğimizi melekler bile kıskanırlar; Kimi de olur şeytan bile korkusuzluğumuzu görür de kaçar bizden . Şu toprak bedenimiz Tanrı emanetini yüklenmiş Maşallah çevikliğimize nazar değmesin gücümüze kuvvetimize. “ (Rubailer 19) Ancak insan kendisindeki bu değerleri idrak ettiği varlığındaki cevheri keşfettiği zaman insan olma özelliğini taşır. Aradığı her şey yine kendisindedir; “Canında bir can var o canı ara ... Beden dağında bir mücevher var o mücevherin madenini ara ... A yürüyüp giden sufi gücün yeterse ara; Ama dışarıda değil aradığını kendinde ara.” (Rubailer 22) İnsan senliğinde kaldıkça aslına ulaşamaz: “Sen su değilsin toprak değilsin başka bir şeysin sen... Balçık dünyadan dışarıdasın yolculuktasın sen. Kalıp bir arktır can o arka akan bengisu; Fakat sen senliğinde kaldıkça ikisinden de haberin yoktur.” (Rubailer 205) “Dışa bakarsan insan şeklini görür; Rum ülkesinden Horasan ülkesinden bir bölük şaşılacak halk seyredersin...
Rabbine dön buyurdu ya; dönmek şudur şu demektir: İçine bak da insandan başkasını gör.” (Rubailer 218) İnsanın aradığı her şeyi kendinde bulması için bir ayna şarttır. Ayna Mürşid-i Kamildir. İnsan gerçek insan olabilmek için, Allah’ın halifesi olan İnsan-ı Kamil’in sevgisiyle bütün beşerî ihtiraslarından soyunacak, benliğini o aşkta kaybedecektir. Her zerrede mutlak varlığı görerek, tevhid ile Hakk’ı Hakkel yakın müşahede edecektir. Böylece gerçek insan olacaktır. Mürşit ; kelime anlamıyla derin tasavvufi bir anlama sahiptir. Mür ölü, Şit yıkanmış anlamındadır. Nefsi alemden kurtulmuş kişi, nefsini öldürmüş kişidir. Mür olmuştur. ölmeden evvel ölmüştür. Tüm dünyevi pisliklerden arınmış, yıkanmıştır. Allah ilminin esası Hz. Muhammed’dir. Bu manâya giriş Hz. Ali’dir. Hz. Ali makamı Mürşid-i Kâmildir. Musa bir peygamber iken Hızır’a ihtiyaç duymuştur. Yalnız Mürşidi Kamil’in talibi insanlığa eriştirmesi için teslimiyet esastır: “Bir kumaşı alır ve terziye götürürsün. Götürene kadar kumaş senin bilgi ve tasarrufunun emrindedir. Ama terziye teslim edince bu tasarruf ve bilgiyi terk etmen gerekir. Ya da hastanın aklı da doktora görününceye kadar iyidir. Göründükten sonra aklı kapıda bırakıp doktora teslim olmak gerekir.” Şems-i Tebrizi Hz.leri Tanrı velisinin arzusunun insanları bilgilendirmek olduğunu buyurur: Tanrı yolunun bilgisi mücahade ile, çalışmakla da elde edilemez. Meğer ki Tanrı bilgisine ermiş erenlerden birinin eteğine yapışsın da onunla birlikte çalışsın. Zaten o Tanrı velisinin arzusu da bu maksadı gerçekleştirmek değil midir? Sen daima acaba ben kimim? Diye düşün. Hangi cevherdenim, niçin geldim, nereye gidiyorum? Aslım nerdendir, şu anda nerdeyim, yüzümü nereye çevireyim? Hz. Mevlana şöyle seslenir: “Sen cihanın hazinesisin, cihan bir yarım arpaya değmez. Sen cihanın temelisin, cihan senin yüzünden taptazedir. Diyelim ki âlemi meşale ve ışık kaplamış; çakmaksız ve taşsız olduktan sonra o, iğreti bir rüzgârdan başka nedir?” 55
“Altın için Hazineyi Bırakma Yoksul!” Cansu Z. Kaplantaş
56
S
evgili Okurlarımız, bu yılın son sayısında sizlere Mesnevi’den seçilmiş iki hikaye sunuyorum:
Şunu dinle; Allah, Peygamber’in ashabına iyi, kötü nice şeyler söyleyip kaç kere hitabetti. Çünkü kıtlık yılında davul sesini duyunca Cuma namazını hemencecik bırakıverdiler. Başkaları daha ucuza almasınlar, o alışverişle bizim kârımızı onlar elde etmesinler dediler. Peygamber namazda kendini tamamıyla niyaza vermiş iki üç yoksulla kalakaldı. Allah; “Davul sesi, abes işler ve alışveriş, Allah Resulünden sizi nasıl ayırdı? Şaşkın bir halde buğdaya doğru dağılıverdiniz de Peygamber’i ayakta yalnız bıraktınız. Buğday için olmayacak tohumlar ektiniz; o Hak Resulünü terk ettiniz. Onun sohbeti oyundan da hayırlıdır, maldan da. Hele bir gör, kimi bıraktın. Gözünü ov da bak! Hırsınızın yüzünden şunu yakînen bilmediniz mi ki rızık verici benim, rızık verenlerin hayırlısı benim. Buğdaya güneşle rızık veren Allah, senin O’na dayanmanı nasıl olur da zâyi eder? Buğday için, gökyüzünden buğday gönderenden ayrıldın ha!” buyurdu. (Mesnevi, c.III b.420) Aşk, İmriülkays’ı dudakları kurumuş susuz bir halde Arap ülkesinden çekti. Nihayet Tebük’e geldi, orada kerpiç ameleliği yaptı. Padişaha; “Arap padişahlarından İmriülkays bu diyara kazanç elde etmeye geldi. Aşka av oldu, kerpiç ameleliği yapıyor” dediler. Padişah kalktı, gece vakti onun huzuruna gitti. Dedi ki: Ey güzel yüzlü padişah! Sen, zamanın Yusuf’usun. İki ülke de güzellik bakımından bütün yüceliğiyle sana ram oldu. Erler, kılıcının yüzünden sana kul oldular; kadınlar bulutsuz bir aya benzeyen yüzüne köle kesildiler. Bizim yanımızda konakla da devlet ve ikbale erişelim. Canımız, senin visalinle yüzlerce defa tazelensin. Ben de senin kulunum, ülkem ve saltanatım da. Ey bunca ülkeye, bunca saltanata tenezzül etmeyen! Böyle bir hayli hikmetler söyledi. İmriülkays öylece susup duruyordu. Birdenbire sırrının yüzündeki örtüyü kaldırdı. Kulağına eğilip aşk ve derde ait ne söylediyse söyledi. Kendi gibi onu da baştan çıkardı. Tebük padişahı da onun elini tuttu, onunla dost oldu. O da onun gibi tahttan, kemerden bezdi. Bu iki padişah uzak ülkelerin yolunu tuttular. Aşk zaten bunu bir kere yapmamıştır ki. Aşk, büyüklere bal’dır, çocuklara süt. O, her gemiye yüklenen ve geminin ağırlığından fazla olduğu için batmasına sebep olan son yüktür. Bu ikisinden başka daha nice sayısız padişahları aşk, saltanatlarından, ülkelerinden etmiştir. (Mesnevi, c.VI b.3986)
57
Sevgiliye Sevdalanmak Anı! Cemre Genç
58
D
ünyamıza bir çok güzel insan gelip gitmiştir. Mesela Allah’tan pay almış, Allah’ın elçiliğini yapan peygamberler, Allah’ın olgunluk makamı veliler yada Allah ile nikahlanmış onun hizmetinde yaşamış evliyalar. Ama bir gün bu dünyaya öyle bir güzel teşrif etmiş ki onu tanımlayacak hiçbir isim bulamamışlar ve en sonunda da bütün alimler kendi isimlerinden feragat edip Allah’ın efendiliğini, yani Mevlanalığı gerçek sahibine vermişler: Mevlana Celaleddin Molla-i Rumi Muhammed. Onu dinleyen tutucuların dilleri tutuldu, alimlerin akılları durdu, nice güzel söz söyleyenler sözlerinden utandı. Mevlana ise söyledi, söyledi, söyledi. Çünkü o bir kaynaktan çok daha fazlasıydı. Sonda gelen ama en ileri gidendi. Ariflerin Menkıbelerinde bir hikaye var… Bir gün Sultan Veled şöyle hitabetti: Dostlardan biri babama şikayette bulundu ve alimler Mesnevi’ye neden Kur’an’ın tefsiri diyorlar, diye benimle bahse girişti. Bende Kur’an’ın tefsiridir deyince babam: “Peygamberlerle velilerin varlıklarında Tanrı sırlarının nurlarından başka bir şey yoktur ki. Tanrı sözü onların temiz gönüllerinden biter, ırmağa benzeyen dillerinden akar. İster Süryani dilince olsun, ister sebsi mesanı dilince. İster İbrani dilince olsun, İster Arapça…” buyurdu. İran’da tasavvuf akımının gelişmesine yardımcı olan İranlı Şair Molla Cami Hz. Mevlana hakkında “Peygamber değildir ama kitabı vardır” demiştir. Hz. Mevlana da Mesnevisi hakkında şöyle buyuruyor: “Bu, ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya... Tanrı doğrusunu daha iyi bilir ya, Tanrı vahyidir! Sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir. Sen istersen onu gönül vahyi farzet... Gönül zaten onun nazargâhıdır... Gönül, ona agâh olunca nasıl hata eder?” (Mesnevi c.IV b.1851-1854)
Veled Çelebi İzbudak Hz. Mevlana’nın bu beyitini şöyle açıklar:“Sofiler kalplerinde doğan ilahi bilgiye yahut keşfe “varidat –Tanrı’dan gelenler” derler. Onlarca erenlerin sözleri de vahiyden başka bir şey değildir. Hatta “nübüvveti teşriye - şeriat kuruculuk peygamberliği” bir kısmına da “nübüvveti tarifiye - şeriatı anlatan, Tanrı sırlarını bildiren paygamberlik” derler. Her veli ve bilhassa zamanın sahibi olan kutup “nübüvveti tarifiye” ile peygamberdir fakat Hz. Muhammed’e hürmet ve şeriat edebine riayet bakımından peygamberim diye meydana çıkmaz. Bu inanışın ileri gidişinden veli, nebiden üstündür akidesi çıkmıştır. Nebide bir peygamberlik, birde velilik vardır; Peygamberlik Tanrı ile kul arasında vasıta oluştur. Bu bakımdan peygamber, peygamberliği itibariyle, halkla uğraşır. Halbuki velilik Hak’la olan muameledir. Bu yüzden peygamberin veliliği, peygamberliğinden üstündür diyenler olduğu gibi Şeyhi Ekber diye anılan Muhyiddin-i Arabi gibi Hatemi velayet olduğunu iddia ederek veliliğinin, bütün peygamberlere feyiz verdiğini ve kendisindeki velayetin Hz. Muhammed’in hatem yani son peygamber oluşunu tevil edenleri bile bulunmuştur.” (Mesnevi c.IV, s. 325) İnsanlar kalıplarının dışına çıkmakta zorlanırlar, genelde bugünün cevabını geçmişlerinde arayıp, eskiyi yeniye yamalamaya çalışırlar. Aslında gün geceden çıkmış, güneş yeniden doğmuştur. Her şey yerinde duruyormuş gibi gözükse de hayat dünyaya gözlerini açmış, kendisini doğan güne yeniden hazırlamıştır. İnsanoğlu ise kendisini belli bir
zaman dilimine hapsetmiş onu yaşamın sonsuzluğuna taşıyacak olanı görememiştir. İşte böylesi zor bir zamanda, Muhammed’in gözyaşlarından akan rahmet coşar ve yıllar sonra kendini yine insanlara göstererek şöyle seslenir; “Bugün Ahmed benim ama dünkü Ahmed değilim, bugün Anka benim ama yemle beslenen kuşcağız değil” der. Eski mal yoktur onun tezgahında; Hz. Mevlana’nın ruhunda eski mal harmanlanmış, yeniden doğmuştur. Hz. Muhammed’in halkına anlatmak istese de anlatmadığı bir çok şey Mevlanamızın gönlünde dalga dalga coşmuş ve bütün dünyaya yayılmıştır. Hz. Mevlana, ben bütün aleme rahmet olarak geldim diyen Hz. Muhammed’in sözünün delilidir. Bir gün Mevlana Şemseddin dostlar arasında: ”Sizinle Mevlana’nın bile duymayacağı şekilde gizli konuşurum. Geçmişleri bırakalım, sonra gelenler arasında faziletli kimseler daha çok. Tanrı’ya yemin ederim ki, Tanrı’nın elçisi Muhammed’den sonra Mevlana gibi söz söyleyen bir kimse gelmemiştir. Mevlana’nın (Tanrı onun zikrini yüceltsin) ve Mevlana ile ilgili olanların bir pulu benim yanımda yüz bin dinardan daha değerlidir. Bana yol bulan Mevlana’ nın tabası olur; çünkü kapalı olan bir kapı onunla açıldı. Bana her gün onun halinden ve fiilinden dün var olmayan bir şey malum oluyor. Siz, Mevlana’yı bundan daha iyi tanımaya çalışın ki, bundan sonra şaşkına dönmeyesiniz. Onun güzel yüzü ve güzel sözleriyle kanaat etmeyiniz. Onda bunların üstünde daha iyi bir şey arayınız,” buyurmuştur. (Ariflerin Menkıbeleri c.II /38) “Hangi güzel var ki onun tek bir beytinin yanında sararıp solmasın. Onu dileyen hangi dua var ki kabul olmasın. O aşıkların karar kıldığı 59
bir yerdendi, Tanrı’nın rahmet yeriydi, ilk ve son sözdü. Öyle bir madendi ki cevher de oydu, maden de o. O, Aşkın Peygamberi idi.” Kimi zaman insan beklemeyi tercih eder; kendisini Tanrı’ya götürecek olan uygun anı ya da belli bir yaşın üstünde ele geçireceğini düşündüğü olgunluğu bekler durur. Sanki beklemek bir çözümmüş gibi. Ama nedense gelmek bilmez bir türlü o sihirli an. Gerçekte nice zahmetli yolculuklar, çekilen acılar değil midir, insanı olgunlaştıran? Terk etmek marifeti değil midir, insanı büyüten? An içinde başka bir anı aramak değil de, tek bir an içinde kalmak değil midir, insanı birliğe ulaştıran? O da sevgiliye sevdalanmak anı değil midir insanı insan yapan? Bu aklı nasıl büyütürüm? Bir güzelin aklını akıl edinerek, bu aklı nasıl olgunlaştırırım? Kendi aklımdan vazgeçerek… Bir gün Kira Hatun Sultanımıza bir soru sorar: ”Acaba
60
Hüdavendigarımız gibi bir başkası gelecek mi? Onun gibi biri çıkacak mı?” Mevlana: “Eğer böyle olursa, işte ben oyum” buyurdu ve şiiri okudu: “Alemde suretten utanan bir can vardır. İnsan şekline bürünse de, o yine benim insanımdır.” Ve yine buyurdular ki: “Bu alemde biri size, diğeri de bedene olmak üzere iki ilgimiz vardır. Tanrı’nın inayetiyle her şeyden sıyrılıp birlik alemi yüz gösterdiği zaman, bedene olan ilgim de sizin olacaktır.” (Ariflerin Menkıbeleri c.II /568) Mevlana bir gün yakın arkadaşlarını ve kadim dostlarını etrafına topladı. Onlara: “Bu dünyadan göçeceğim diye hiç üzülmeyiniz. Mansur’un (Tanrı ondan razı olsun) nuru, yüz elli yıl sonra Feridüddin-i Attar’ın (Tanrı rahmeti onun üzerine olsun) ruhunda tecelli edip, onun mürşidi oldu. Ne halde olursanız olunuz, benimlesiniz. Size gözükmem için beni
hatırlayın. Hangi kılıkta olursam olayım, daima sizinleyim, kalplerinize mana ve hakikatleri dökerim. Sultanımız Muhammed Mustafa’nın: “Benim ölüm de, dirim de sizin için hayırlıdır” buyurduğu sözünü, bende aynen tekrar ediyorum. Bunun manası, benim dirim doğru yolu göstermek ve ölümüm de yardım etmek içindir,” dedi. Peygamber; “Ben, ‘Ey Tanrım! Bu dünyada bu ümmete doğru yolu, öteki dünyada da yüzünün ayını göster’ derim,” buyurdu. (Ariflerin Menkıbeleri c.II /567) İşte bu dünyaya bir çok insan gelip gider; bazen bir peygamber, bazen bir veli, bazen bir evliya, bazen bir bilgin, bazen bir alim gelir. Ama bazen de Tanrı gelir bu aleme ve sen eğer şanslıysan, “görmediğim Allaha inanmam” diyenlerden olursun ya da; “bu alemde beni göremeyen öbür alemde hiç göremez” kafilesine katılıp, kimsesiz bu alemden göçüp gidersin!
61
Tasavvufta Müzik ve Ney Veli Vural
62
T
ürklerin İslâmlaşma süreci X. yüzyılda başlamıştı. İslâmiyet ile birlikte zaten toplumda var olan mistik düşünce ve anlayış İslâmî bir kimliğe bürünerek, Türk tasavvuf anlayışının temellerini oluşturdu. Hoca Ahmet Yesevî, Hacı Bektâş-ı Velî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bu anlayışın Türk toplum hayatına yerleşmesini sağlamışlardır. Türklerin dînî hayatlarında mûsikî her zaman yer almıştır. Özellikle tekke hayatında, âyin ve diğer dînî törenlerde (cem, zikir, deverân vb.) mûsikînin rolü büyükse de bir çok tarîkatin törenlerinde telli çalgıların yer almasına izin verilmemiştir. Ancak hemen hemen bütün tarîkatlerin törenlerinde bendir ile birlikte ney yer almıştır. (1) Bilhassa Mevlevîlikte ney’in önemi çok büyüktür. Hz. Mevlânâ Mesnevî’ sine şu sözlerle başlamıştır: “ Bişnev ez ney çün hikâyet mî küned Ez cüdâyîhâ şikâyet mî küned Gez neyistân tâ merâ bübrîde end Ez nefîrem merd ü zen nâlîde end Sîne hâhem şerha şerha ez firâk Tâ begûyem şerh-i derd-i iştiyâk ”[2] “ Dinle neyden, o neler anlatmada
paslardan temizlediği gibi, ona batmış olan dikenleri de ayıklayarak tedâvi eder. Mûsikî ile temizlenmeyen rûh yükselemez, aksine yerdeki bayağı ihtiraslara bulaşarak kirlenir ve körelir. Gerçek mûsikî insana hayvânî hisleri hatırlatmak şöyle dursun, ona “Sonsuz Varlık” ı hissettirir, sezdirir. Bu sezgiyle onu O’ na yaklaştırır ve nihâyet ulaştırır. Bunda en etkili ses ise ney sadâsıdır. Hz. Mevlânâ’ nın felsefesinde ney, “insan-ı kâmil” in (yani bir takım merhalelerden geçerek olgunlaşmış insanın) sembolüdür ve aşk derdini anlatmadadır. Benzi sararmış, içi boşalmış, bağrı dağlanarak delikler açılmış, ancak Yüce Yaratıcı’nın üflediği nefesle hayat bulan, tıpkı insan gibi geldiği yere özlem duyan ve delik deşik olmuş sînesinden çıkan feryâd ve iniltileri ile insanlara sırlar fısıldayan bir dosttur. Bu sebeple ney, Mevlevîlerce kutsanmış ve “nây-ı şerîf ” diye anılmıştır. Kaynak: “ Ney hadîs-i râh-ı pür hûn mîküned Kıssahâ-yı ışk-ı Mecnûn mîküned [3]” “ Ney, kanla dolu bir yoldan bahsetmede, Mecnûn’ un aşkından hikâyeler anlatmadadır.” “ Âteş-i ışkest ke’ender ney fütâd Cûşiş-i ışkest ke’ender mey fütâd ”[4] “ Aşk âteşi ki neyin içine düşmüştür, Aşk coşkunluğu ki meyin içine düşmüştür.” “ Hem çü ney zehrî vü tiryâkî ki dîd Hem çü ney demsâz ü müştâkî ki dîd ”[5] “ Ney gibi hem zehir, hem panzehir, Ney gibi hem hemdem, hem müştâkı kim gördü? ” [1] Sadeddin Nüzhet Ergun, Türk Musikisi Antolojisi, İstanbul 1942, Cilt 1, Sayfa 8. [2] Amil Çelebioğlu, Mesnevi-i Şerif Manzum Nahifi Tercümesi, İstanbul 1967, Cilt 1, Sayfa 1-3. [3] Fuat Yöndemli, Mevlevilikte Sema Eğitimi, Ankara 1997, Sayfa 33-34. [4] Fuat Yöndemli, Mevlevilikte Sema Eğitimi, Ankara 1997, Sayfa 33-34. [5] Fuat Yöndemli, Mevlevilikte Sema Eğitimi, Ankara 1997, Sayfa 33-34.
Ayrılıklardan şikâyet etmededir. Ney der ki: Beni kamışlıktan kopardıklarından beri, İniltim kadın - erkek herkesi ağlattı. Ayrılık bağrımı delik deşik eylesin, Tâ ki aşk derdini anlatabileyim.” Hz. Mevlânâ’ ya göre mûsikî Allah’ın lisânıdır. Yüce yaratıcı Bezm-i Elest’ te ruhlara mûsikî ile seslenmiştir. Bu sebepten hangi milletten, hangi dilden olurlarsa olsunlar, insanlar mûsikî ile aynı duyguları paylaşabilirler. Hiçbir sanat insan rûhuna mûsikî kadar doğrudan doğruya ve içinden kavrayacak şekilde nüfûz edemez. Mûsikî, son derece değerli bir mânevî temizlenme, ferahlama ve yücelme vâsıtasıdır. Rûhu kir ve 63
Aşk Meclisi Sibel Safiye Avcı
64
S
abah namazımı eda ettikten sonra tefekküre daldım. Gözümün önüne bir ağacın dalında rüzgarın etkisiyle bir ona yana bir bu yana dönen bir yaprak geldi. Fakat her ne kadar sararmış dalından düştü düşecek bir yaprak gibi görünse de düşmüyordu, öylece duruyordu ve sadece rüzgar eserse hareket ediyordu. Aklıma Sultanım Veled ile aramızda geçen bir sohbet geldi, şöyle demişti Sultanım Veled: “Hazreti Mustafa, ‘Müminin kalbi, Rahman’ın iki parmağı arasında döner durur. O, o gönlü, korku ve ümit arasında nereye dilerse döndürür. Hareketi Hak’tan olan gönülden herkes yüzlerce bereket bulur. O, kalem gibi, yalnızca bir araçtır; resimler, rakamlar, yazılar, kalemden değildir. Onların bütün işleri Allah’ın buyruğuyladır; onlar soluktan soluğa Allah bilgisinden ders alırlar, Allah’la düşüp kalkarlar; O’nun haslarıdır onlar; bütün sırları bilirler; ne dilerlerse hemen oluverir, söz söylemeden söyleneceği duyarlar.
Elsiz, avuçsuz kılıç yürütürler, yazılmamış kitabı okurlar...” Ne kadar doğru ve yerinde söylemişti... Bu düşünceyle Şeyhim Mevlana’nın meclisinin yolunu tuttum. Odasının kapısına geldiğimde bir an durdum, derin bir nefes aldım. Her zamanki gibi burnuma gül kokuları gelmişti. İçeri adımımı attığımda kendimi gül bahçesine gelmişim gibi hissettim. Doğrusunu isterseniz bu bir gerçekti, çünkü Şeyhim Mevlana’nın bulunduğu her yer gül bahçesi gibiydi... Tasavvufta gülün yanında, bir de güle olan aşkını söyleyen bir de bülbül vardır. Gül, maşuktur; bülbül de aşık... Hakikatte ise aşık yoktur, çünkü aşığın her zerresini maşuk kaplamıştır. Aşıkta varlık olan maşuktur. Hal böyle olunca demek oluyor ki maşuk, aşığının dilinden kendi güzelliğini dinlemektedir. “Gel bakalım gel, ey ruhumun mertebesi Hüsameddin... gözlerim yollarda kaldı, merak ettim seni. Anlat bakalım, yine neler geçer o latif kalbinden?” diyen Şeyhim Mevlana’nın o yumuşacık ve sıcacık sesi kulaklarımdan kalbime doğru akarken gözlerime de uğramıştı... Sonsuz bir sevgi ve aşkla baktım Şeyhim Mevlana’nın buğulu bakan ela gözlerine. Ve elimde değildi ki... işte ruhum yine uçup gitmişti asıl sahibine ve karışmıştı o ummana... ne hoş bir duygudur bu ya Rabbim, sonsuz şükürler olsun. “Ey bakışları içime işleyen, ruhumu hedef alan ceylan! Ey tatlı sözleri gönüle şerefler veren, beni yücelten Ay yüzlü sevgili! O eşi bulunmaz dilber, beni özleyişlere düşürdü. Bana anlatılmaz zevkler verdi. Beni güldürdü, sevindirdi, cömertlikleri ile beni fakirin fakiri yaptı. O ihsan sahibi, o üstün varlık yaptığı iyiliklerle beni minnet altında bıraktı, beni teşekküre mecbur etti...” Sultanım Veled, her zamanki gibi elinde rebabı köşesinde
oturmuş, aşk dolu nağmelerle gönlümüzü mest eylemekteydi. Şeyhim Mevlana da rebab çalardı, hatta bir defasında şöyle bir dil sarfetmişti ve demişti ki: “Benim rebabımın sesi aşıklara cennet kapılarının açılma sesidir; aşık olmayanlara ise o kapıların kapanma sesi...” Bu alemde ne ekersen onu biçersin; ne söylersen onun cevabını işitirsin. Bu alem bir dağa benzer; insanların işleri ve sözleri de o dağdan yankılanan seslere benzer. Kötüye kötü ses gelir, iyiye iyi ses... Kimde göz varsa, görüş varsa o cennet kapıları ona ardına kadar açılır da, o zamana kadar hiç görmediği bambaşka güzellikte alemler görür. 65
“Haberiniz var mı? Sizin şehrinizde çok güzel bir dilber var! Akıl da onun yüzünden kararsız, gönül de!.. Herkese kendi kabiliyetine göre ondan manevi bir nasib var. Her insan ondan ruhani bir zevk duymada. Her bahçeye baharı gönderen o, çiçekleri gülleri açtıran o, bülbülleri terennüm ettiren o! Onun yüzünden her tarafta bir feryad var! Rüzgar da onun yüzünden esip durmada, onun yüzünden her yolda bir toz bulutu yükseliyor. Ondan her kulakta hoş sesler var! Müzik var, ney onun yüzünden inliyor, rebab onun yüzünden ağlıyor. Her gözde ondan, onun yarattıklarından bir ibret var, hayranlık var, şaşkınlık var!..” Şeyhim Mevlana’nın o mübarek dilinden dökülen bu beyitlerin estirdiği rüzgar aklıma yine o ağacın dalındaki yaprağı getirmişti. Gönüller Sultanı Mevlana’m yine bu fakirin gönlünü okumuştu... Bütün düşüncelerimi okuyan gözlerini, yüzünde muzip bir gülümsemeyle yanıbaşında
66
oturmakta olan Efendisi Şems’e çevirerek, “Ey gül!” dedi, “Sen gül bahçesinin güzelliğine hayran oldun da onun için mi gülüyorsun? Veya aşk bülbüllerinin ötüşleri mi seni güldürüyor? Ya hod gizli sevgilinin yanağındaki gül gibi mi açılıyor ve gülüyorsun? Galiba sende ona benzer bir şey var. Bu yüzden neşeleniyor, gülüyorsun.” Bu latif sözler üzerine Efendi Şems de Mevlana’ya dönerek, “Akıllı ve insanoğlu olan odur ki, hep kendi mektubunu okumasın” dedi. Bunun üzerine Şeyhim Mevlana, “Senai de güzel söylemiştir” dedi ve Senai’nin şu beytini okudu: “Her türlü aşırı isteklerden ve harislikten arınmış bir kalb göreceksin.” Efendi Şems, “Bu güzel” dedi ve, “O kalb, o gönül nerede? Yüce Allah, ‘Yerler ve gökler beni kavrayamadı, ama ben mümin bir kulumun gönlüne sığdım’ diye buyrulmuştur. Ve ayrıca, ‘Müminin kalbi, Allah’ın iki parmağı arasındadır’ ve yine, ‘O, sizin kalbinize bakar’ gibi kudsi hadislerle kalb mertebesine işaret vardır. O halde, ‘Aşırı isteklerden ve harislikten arınmış bir kalb göreceksin’ diyen Senai’nin bu
sözü üzerinde çok düşündüm, hatırımı zorladım; bu mananın belgesini bulmak istedim” diye devam etti. Şeyhim Mevlana, yine Senai’den bir beyit daha okudu: “Ey Senai, gel bu alemde kalenderler gibi yaşamaya bak!..” Sonra birbirlerine bakarak gülümsediler. Ben ise adeta, ağacın dalında bir o yana bir bu yana sallanan yaprağın haline benzer bir haldeydim... Efendi Şems, sözüne devam etti, “Hazreti Muhammed’e ümmet olmak nerede? Hazreti Muhammed nerede? Ona hem surette, hem manada uyabilmek nerede? Yani nerede bir ışık ve aydınlık görürsen Muhammed onun göz nuru olur; onun gözü de Muhammed’in gözü olur. Sabır ile daha başka niteliklerle süslenmiş olur. Bırak başka sıfatları, sabırla ve daha güzel vasıflarla bezenmiş olur. Zaten şeyh nedir? Müridin varlığı nedir? Ancak yokluk değil mi? Mürid yok olmadıkça mürid olmaz...” “Ey can! Sen güzelliğin tesiri ile canlar canına ulaştın. Ey beden! Sen de eridin yok oldun, bedenlikten çıktın da can oldun... bütün güzelleri, güzellikleri yaratan büyük yaratıcıyı, o eşsiz, benzersiz, tek olan aziz varlığı bulmak istiyorsan gönül evine gir, gönülde oturmayı adet edin; çünkü o göklere, yerlere sığmadı, geldi gönüle girdi. Güzellerden, güzelliklerden duyulan manevi zevki, gönülde ara, dışarda arama. Şunu bil ki, o lezzetli ölümsüzlük şarabını da, ancak gönül evinde inzivaya çekilmiş kişiye sunarlar. Sus, susma zevkine var, susma hünerini elde et, edebiyat yapma, hünerlerle dolu lafları bırak! Bırak da, imanını, inancını gönlünde sakla! Çünkü gönül, aynı zamanda iman yurdudur...”
Etkinliklerimiz...
Evrensel Mevlana Aşıkları Vakfının dernek binası olan Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi’nde her Perşembe akşamı saat 19:30’da Mevlevi Hasan Dede’nin tasavvuf sohbetini dinleyebilir ve ardından icra edilen sema ayin-i şerifini izleyebilirsiniz. Kapılarımız herkese açıktır. Sizleri de aramızda görmekten mutluluk duyarız.
Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi info@emav.org (0212) 588 57 80 Veled-i Karabaş Mah. Yeni Tavanlı Çeşme Sok. No:6 Silivrikapı - Fatih - İSTANBUL 67
Birlik Dükkanı Aylık Mevlevi Kültürü Dergisi
info@emav.org (0212) 588 57 80 www.emav.org www.mevlanarumi.org www.birlikdukkanidergisi.com