Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

Page 1


www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22


GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 1 Sayı 6 - Temmuz 2012 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com

MEDENİYETİN KURŞUN SESLERİ / Elif Kumru PAKSOY KIBRIS’IN BAĞIMSIZLIĞI VE TÜRK SORUNU / Sertaç EKEMEN KİTLELER PSİKOLOJİSİ VE İKTİDAR / Murat KARATAŞLI TUNA'DAN FIRAT'A ADAKALE İLE CABER / Bülent ERDİL TÜKETİMDE MANKURTLAŞMA / Alperen KIZIKLI BİLİNMEYEN BİR TÜRK OYMAĞI: HAZARALAR / Fatma Özge ÖZDEMİR ÜLKÜ OCAKLARI MHP ’NİN GENÇLİK KOLU MU? MHP’Lİ Mİ? / M. Oğuz ATABERK TANZİMAT’TAN GÜNÜMÜZE ANAYASA MEFHUMU / Abdullah KILAVUZ BİLGİ TOPLUMUNDA EKONOMİK ALGI / Mehmet UÇAK KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR / Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU TARİHİ BİLİM ADAMLARI: HAREZMÎ / Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU BİR TUTAM TÜRKÇE / Fatma ORAKCI


GENCAY

MEDENİYETİN KURŞUN SESLERİ Elif Kumru PAKSOY Ben iki yaşındaydım. Evimde annemin kucağındaydım sıcaktan kavrulmuştum ama güvendeydim. Benden 2369 km batıda annesinin kucağında bir bebek daha vardı, o anda sıcağı hissetmek bile bir lükstü 2 yaşındaki o bebek için, güvende değildi… “Medeniyete” benden daha yakındı. O kadar yakındı ki annesine doğrultulan namludan gözünü ayırdığı anda –belki de 500 metre ilerdegörebiliyordu onu.

“Bosnalılar savaş sonrası hep kelebekleri takip ettiler Kelebekler konuyordu

tek

bir

çiçeğin

üzerine

O çiçekler ise sadece toplu mezarların üzerinde açıyordu.” Temmuz ayındayız ya yüreğimizi her an dağlayan acıların en büyüğünü, o kor ateşin düştüğü günkü gibi hissettiğimiz günlerden birini yaşadık… Sahi ne oldu 11’inde Temmuz’un? Yıl 1995. Ben 2 yaşındayım medeniyetse bilmem kaç. İnsanlığın doğduğu toprak yüzyıllarca acılara sahne oldu. Ama bu kadar gözümüzün önünde olanı belki hiç olmamıştı. Dersimizi aldık demişlerdi olaydan tam 50 yıl önce,1945’te. “Bir daha böyle caniliklerin yaşanmasına müsaade etmeyeceğiz.” demişlerdi. “Biz dünya devletleri birleşiyoruz.”

Anlamadı ne olduğunu. Bilmezdi medeniyeti o, 2 yaşındaydı. Bilmezdi o karanlık yuvarlak deliğin içinden hızla gelen ateşin yüzyıllarca memleketini, dünyayı kavuracağını. Suçu neydi?

Birleştiler. Kendi içlerinde bir miydiler? Sözde savaşsız soğuk mu soğuk yıllar yaşadı dünya.

Müslüman Doğuyla Hristiyan Batının tam ortasında kalıp, Hristiyan’a komşu olmak mı?

O 50 yılın sonunda iki kutbun tam ortasında bir ateş yandı. Ateş öyle büyüktü ki… Herkes o kadar üşümüştü ki(!)…

2 yaşındaydı, bir annesi vardı, bir babası. Kendini bilmiyordu ki komşusunu bilsin. Arada eve gelen giden ”agu-gugu” teyzeler, annesi ağlıyordu, ama ancak kendi

İzledik.

1


GENCAY ağlayabilirdi? önünde…

Babası

sürekli

pencere

500 metre yanındayken duyamazdı o “medeniyet mensupları” ama kilometrelerce uzakta insanlığını kaybetmeyenlerin yüreğinde, beyninde, kulağında yankı, gözünde yaş oluyor o sesler.

“Neden ışıkları yakmıyoruz, o kocaman sarı top gitti hâlbuki?” “Sesler. Bağırıyorlar, anne neden bağırıyorlar? Ağlıyorlar, benden başka bebeklerde var…”

17 yıl geçti aradan. Ben Ankara’da 2012 yılındayım ama Srebrenitsa hala 1995’te. Yıllar ne kalanlar için geçmek bildi ne de gidenler için… Katledilenler için zaten durmuştu ya, neyse…

Belki Aişa’ydı adı, belki Aliya… 11 Temmuz günü Srebrenitsa’daydı… Ben iki yaşında dedim ama her yaştaydı… Hala yankılanıyor duymasını bilen kulaklarda medeniyetin kurşun sesleri…

2


GENCAY

KIBRIS’IN BAĞIMSIZLIĞI VE TÜRK SORUNU Sertaç EKEMEN Günümüzde, Kayıtlı olan verilere göre; Kıbrıs’ın, II. Selim döneminde Sokullu Mehmet Paşa tarafından Türk topraklarına katıldığı bilinmektedir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika topraklarının ana üssünün Müslüman Türkler tarafından ele geçirilmesi, o dönemde başlayan ve Hint Okyanusuna değin uzanan sömürgecilik hareketlerini tehlikeye düşürmüştü.

Ana unsuru Türk faktörü ile mücadele olan Enosis fikriyatı, günümüzdeki Yunanistan ekonomik kriziyle, asıl gayesini bizlere göstermektedir. Enosis ile doğacak bir Yunanistan’a bağlı Kıbrıs, çıkartılan ekonomik krizlerle, Yunan ekonomisini dar boğaza sokacak, şimdi on iki adada olan Filistin benzeri toprak satışları Kıbrıs’ta da tecelli edecekti. Kıbrıs’ın olası Yunanistan’a ilhakı, bölgenin batılı emperyalist hegemoni altına girmesine sebebiyet verecekti. Petrol yataklarından Uzakdoğu’ya, Kuzey Afrika’dan, Doğu Blok’una uzanan stratejik bölgelerin Doğu Akdeniz’deki kontrol mekanizması, hâkim güçlerin paydasında yer alacaktı. Bugün dahi Polonya’dan itibaren başlayan ve Türkiye’ye değin uzanan bölgeye kadar sözde koruma kalkanlarının jeopolitik yerleşimi, bizlere Kıbrıs’ın önemini bir kez daha göstermektedir. Türkiye’nin garantörlük hakkını saklı tutarak, Kıbrıs Türk Etnisitesi’nin, iç savaş ortamında düştüğü soykırım tehlikesine karşı yapmış olduğu askeri müdahaleye, Arap coğrafyasının, özellikle Libya’nın tam destek vermesi ve Doğu Bloku’nun bu askeri harekete bir tavır takınmaması bu teorinin varlığını güçleştiren niteliktedir. Kıbrıs’ta, Batılı emperyalist politikalara bir set çeken Ecevit hükümeti, iç politikada, sol antanttan destek görmüş Sovyetler Birliği yanlısı sosyalist örgütlenmeler ve bunun akabinde genel geçer devrimci sendika desteği ile 77 seçimlerinde galip

Bunun bilincinde olan yeni emperyalist düzenin güçleri, İngiliz sömürgesi Kıbrıs’taki politikalarına dekoloni süreci ardından ağırlık vermeye başladılar. Başta AB ve ABD olmak üzere, tekrar bağımsız olan Kıbrıs’ın Türk Anakarasına yakınlığından dolayı, bölgenin tekrardan bir Türk Paradigması eline geçmesine mani olma eğilimine gitmiştirler. Bu nedenle, Batılı emperyalist güçler, 1955 yılından itibaren Kıbrıs’ın çoğunluk durumundaki etnik yapısı Yunan halkının faşizan örgütü EOKA’yı destekleme yoluna gitmiştir. EOKA ‘nın ilk etapta İngiliz koloni güçlerine karşı olan, silahlı eylemleri, bölgedeki İngiliz mandater hâkimiyetinin sonlanmasına ve yerine Amerikan sisteminin oturmasına sebep olmuştur. Dekolonizasyon süreci ile beraber, İngiliz emperyalist hareketinin yerini Amerikan emperyalist hareketine bırakması, EOKA terörünün 1. Misyonunun devre dışı kalmasını beraberinde getirmiştir.

3


GENCAY gelmiştir. Buna karşın Türkiye, dış politikada ambargolara maruz kalmış ve Türkiye tarihinin, Batılı güçlerce en büyük yalnızlaştırmalarıyla yüz yüze gelmiştir.

Bugün AB Bakanlığınca yapılan direktiflerden bir parça olan ‘taksim’ önerisi, Türkiye’nin dış politikada işgalci durumunu perçinlemektedir. Kıbrıs’taki bağımsız özerk Türk durumunun AB ve Batılı güçlerin güdümündeki Türk siyasal iradesinin kontrolüne geçirmeyi ve emperyalist güçlerin Kıbrıs emellerine bir adım daha yaklaşmalarına sebebiyet vermektedir. Baba Denktaş politikalarının tekrardan Eroğlu yönetiminde belirlemesi, bölgenin Türk yönetim varlığını güçlendirmektedir. Bu noktada cereyan eden temel iç sorun, Kıbrıs’taki Türk varlığına gerekli milli şuuru yerleştirmekte ve istikrarın Avrupa’dan değil Anadolu’dan gerçekleşeceği bilincini oturtmakta geçmektedir.

Türkiye’nin bölgedeki kendi çıkarları doğrultusunda, lider bir güç konuma gelmesi için anahtar rol olan Kıbrıs Türk faktörü, AB standartlarınca pasifize edilmeye çalışılmaktadır. 2007 yılında, AB standartları ve Annan Planı adı altında yapılan Kuzey-Güney Ortak Kıbrıs referandumu, bunun ardından K.K.T.C. ismindeki Türk ibaresinin kaldırılmaya yönelik girişimler, Kıbrıs’taki Türk varlığının egale edilmesi yönünde yapılan günümüz çalışmalarının somut örnekleridirler.

4


GENCAY

YIĞINLARIN YÖNETİMİNDE ARAÇLAR: KİTLELER PSİKOLOJİSİ VE İKTİDAR Murat KARATAŞLI “Politik önderlikte en önemli sorun şudur; insanların kalbini kim kazanıyor?” [Sun Tzu, Savaş Sanatı, Sf. 22. Alter Yayıncılık, 2008, Ankara, 1.Bölüm: Stratejik değerler, Mei Yaochen]

en mükemmel kale; halkı tarafından nefret edilmemesidir. Eğer halk kendisinden nefret ediyorsa, bu durumda dünyadaki bütün kaleler kendisinin bile olsa o prensi kurtarmaya yetmeyecektir. Çünkü halk bir kere ayaklanmaya görsün, onları destekleyecek yabancılar her zaman bulunur.1 Kitlelerin desteği; iktidarı ele geçirmek, var olan iktidarı derinleştirmek ve daimileştirmek için böylesi yaşamsal bir öneme sahip. Bertrand Russell, ‘İktidar’ isimli yapıtında; kitlelerin önemine atıfla “çoğunluğun saygı duymadığı yasa iktidarsızdır”2 demektedir. Russell’a göre çoğunluğun desteğini aldığı zaman sosyalizmin karşısında kapitalizmin hiçbir türü ayakta kalamaz.

Modernizasyonun en önemli belirtilerinden birisi olan bireysel hak ve hürriyetlerin gelişimi ve yayılışı; siyasal egemenliği elinde bulunduranlar ve bu egemenliği ele geçirmek arzusunda olanlar için kitlelerin siyasal desteğine olan tarihsel ihtiyacı billurlaştırmıştır. Egemenliği elde etmek amacında olanların yapması gereken en önemli şeylerden birisi; desteğine muhtaç olduğu kitleleri etkilemek ve onları amaçlarına dönük olarak çeşitli şekillerde kendisine inandırmaktır. Bu araçsalcı bakış açısı kitle psikolojisi olarak disipline edilmiştir.

Kitlelerin psikolojilerinin yönlendirilebileceğine yönelik tezlerin başlıcası ve siyasal iletişimle ilgili en temel yapıtlardan birisi olan Gustave Le Bon’un ‘Kitleler Psikolojisi’ isimli eseri, primordiyal bir içerikle modern siyasal iletişimin en önemli kaynaklarındandır. Le Bon, Kitleler psikolojisinin uzmanlık gerektiren bir ruhbilimsel tecrübeyle, yani psikolojik analiz kabiliyetiyle yönlendirilebileceğini ifade etmektedir. Le Bon; “Dünyayı yönetenler, bütün dinlerin ve imparatorlukların

Fransız sosyal-psikolog Gustave Le Bon (1841-1931) ve İtalyan sosyolog Scipio Sighele (1868-1913) tarafından yoğunlaştırılan, kitlelerin psikolojilerinin yönlendirilebileceğine ilişkin tezler; aslında tarihsel bir gerçeğin sistematik bir yöntembilimle ifşası anlamına gelmekteydi. Zira Machiavelli’den bu yana modern egemenlik düşüncesinin kat ettiği yol, bu bakış açısı üzerinde kendisine yer bulmuştur. Kitlelerin siyasal desteğinin politik zeminlerde ne kadar büyük bir nimet olduğunu Machiavelli ünlü yapıtı ‘Prens (II. Principe)’te şu cümlelerle ifade etmiştir: Bir prensin sahip olabileceği

1

Niccolo di Bernado Machiavelli, Prens, Öteki Yayınevi, Ankara, 2010, Sf. 103. 2 Bertrand Russell, İktidar, İlya Yayınevi, 2004 İzmir, Sf.143.

5


GENCAY kurucuları, bütün inançların peygamberleri, tanınmış bütün devlet adamları, bunların yanında alçak gönüllü insan topluluklarının liderlerinin, kitlelerin psikolojileri hakkında insiyaki(içgüdüsel) fakat çok kesin bir bilgiye sahip psikologlardır”3 demektedir. Ruhbilimsel bir iş olarak gördüğü kitle psikolojisi yönlendirme sanatının en temel eyleminin kişilerin ve dolayısıyla kitlelerin ruhlarına dokunabilmekten geçtiğini belirtir. Bu sebeple kitleler niçin etki altına alınmak isteniyorsa bu sebeple onlara analitik bir neden sonuç ilişkisi anlatmaktan ziyade; onların gözle göremeyeceği, görse bile zihnen başka bir şeyi göreceği ‘ruhsal’ yaklaşım ortaya konmalıdır. Kitleleri herhangi bir şeye inandırabilmek için diyen Le Bon; “önce beslendikleri duyguları anlamak, bu duygulara katılır görünmek, sonra da bu duyguları ilkel bir çağrışım ile telkin edici bazı hayaller aracılığıyla değiştirmek, icabında bu çabadan vazgeçmek ve özelliklede uyandırdığınız duyguların ne olduğunu her an sezmeniz gerekir4 demektedir. Hedef kitlenin zemin etüdü iyi yapılmalıdır. Sosyo-kültürel dinamikleri asla göz ardı edilmemelidir Cumhuriyet inkılapçılarının göz ardı ettiği gerçek budur. Russel, propagandaya boyun eğilmesi için propagandanın ruhlara büyük titreşimler (büyük korkular, büyük acılar ve büyük beklentiler içeren simülakrlar) gönderen imgeler içermesi gerektiğini belirtir. Aksi halde kitlelerin duygularda büyük izler bırakmayan ve

yüce bir gelecek vizyonu çizmeyen propagandanın ‘püskevit vakası’nda olduğu gibi alay konusu olmaktan öteye geçemeyeceğini belirtir.5 Bunun için imgelerin ne kadar güçlü olduğuna vakıf olmak gerekir. Jean Baudrillard’a göre “imgeler her zaman ölümcül bir güce sahiptir.”6

3

5

Tarih boyunca kitleleri etrafında toplayan liderler, genellikle bu şekilde büyük hayaller ve büyük simülasyonlar meydana getiren kişiler olmuşlardır. Hz. Ali (r.a); “bir hakikate inandırmak istiyorsanız ona öncelikle sizin inanmanız gerekir” diyerek, kitleleri etkileme amacında olan kişilerin vadettikleri hayalin rüzgârını kendi ruhlarında içselleştirmeleri gerektiğini söylemektedir. Kitleleri peşinden sürükleyen büyük liderler tıpkı Hz. Ali(r.a)’nın dediği gibi hayallerine öncelikle kendileri inanmışlardır. Rusların Berlin’e girmesiyle birlikte Hitler’in Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in eşi ve çocuklarıyla birlikte yaşamına son vermesinde etkili olan en önemli şey davasına inanması olmuştur. Kitleler, Le Bon’un metaforik tabiriyle her zaman “inanacakları bir dine muhtaçtırlar” ve onlara bir ‘din’ oluşturan hiç kimsenin elini boş çevirmemişlerdir. “Talih kadına benzer” diyen Machivelli’nin aforizmasındaki gibi kitlelerin ruhları da kadın gibidir. O ruhlar okşandığı sürece çok büyük işler başarabilirler. Asıl olan onlara bir inanç aşılamaktır ve tarihteki bütün önderler hep kitlelere büyük inançlar aşılamışlardır. Kitab-ı mukaddes;

Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi, Hayat Yayıncılık, İstanbul,2005 Sf. 13. 4 Le Bon, a.g.e, Sf 79.

Russell, a.g.e, S.f.149. Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, Doğu Batı Yayınları, Nisan 2010, Sf. 19 6

6


GENCAY “inancın dağları yerinden oynatabileceğini” yazmaktadır. Le Bon ise “bir kimsenin ruhuna inanç şırınga etmenin O kimsenin gücünü 10 katına çıkarabileceğini” söylemektedir. Kitlelere hayaller kurdurmak gerekiyor, hem de çok büyük ve efsunlu hayaller… Platon, “insanlar hakikatlere değil, hakikat gibi görünenlere inanırlar” demektedir.

siyasal düşüncesini ana akım düşünce haline getirmesinde, kitle iletişimine olan hâkimiyeti ve kitle psikolojisini yönlendirme kabiliyeti esaslı nedendir. 2005 Yılında birkaç çocuğun bayrak yakmasından dolayı ayağa kalkan ve büyük kitlesel tepki ortaya çıkaran kitlelerin ana akım düşüncesi, AKP iktidarının başarılı kitlesel yönlendirme kabiliyeti nedeniyle, an itibariyle değiştirilmiş durumdadır. Bugün neredeyse her gün bayrak yakılmasına rağmen, Türkiye’de kitleler bu duruma herhangi bir tepki vermemekle birlikte bu durumu kanıksamış gözükmektedirler… Gelinen aşamada siyasal iletişim açısından bu durum çok başarılı uygulanan bir stratejinin sonucudur. Bu durumda AKP iktidarının yaptıklarına kızmak yerine, onlarla nasıl mücadele edileceği üzerinde kafa yorulmalıdır. Çünkü tarih bir mücadeleler dünyasıdır. Mao Zedung’a göre ise “politika kansız savaştır”, yani politika da bir mücadeleler dünyasıdır. “AKP bunu nasıl yapar, bunu neden yapıyor, buna ne hakkı var?” mealinde romantik ve tepkisel sorular; politik yöntembilim olarak kısmen yanlıştır. Mücadelenin bu hali almasından dolayı “Biz ne yapıyoruz bu durumda ya da biz neyi yapıyoruz?” mealinde cisimleşen özeleştirel yaklaşım bu doğal mücadele döneminde en gerekli olan soruyu ve de dolayısı ile çözümünü de ortaya çıkarır. Keza Türk Milliyetçiliğinin önemli isimlerinden Dündar Taşer, “muhakemeye düşmandan başlanmaz” demektedir.

Vaat edilen inancın canlılığı konusunda ise şu önemli zincir akıldan çıkarılmamalıdır: Düşünceye duygu eklenirse inanç oluşur. İnanç devam ederse davranış gelişir, davranış devam ederse alışkanlık oluşur, alışkanlık devam ederse kişilik oluşur7 ve kişi çok radikal bireysel değişikliklere gitmezse (ki genelde gitmez) bu ‘networklar’ değişmez ve kişilik bozulmaz… İletişim, devam eden bir süreçtir. İletişim, yaşamsal bir eylemdir, yaşam var oldukça iletişim var olur. İletişim yoksa yaşam da yoktur. Milliyetçilik her gün tekrarlanan bir halk oylamasıdır” diyen Ernest Renan bu hususta haklıdır. Kökeni doğal bir duyguya dayanan milliyetçiliği, her gün-her an bir devam eden bir plebisite tabi tuttuğunuz oranda milliyetçiliğiniz canlılığını korur. Buradan yola çıkarak; Konya’da yapılan bir cenaze törenine 10 bin kişinin katılmasını büyük rakam olarak nitelememiz bizim aczimizi gözler önüne sermektedir. 4 PKK’lının cenaze törenine 300.000 kişi toplayan ayrılıkçı zihniyetin başarısı, hal-i pür melalimizin hazin bir tasviri konumundadır. Günümüz Türkiye’sinde AKP iktidarının yerleşik düzeni değiştirmesinde ve kendi 7

Nevzat Tarhan, Psikolojik Savaş; Gri Propaganda, Timaş Yayınları, İstanbul, Ocak 2011 Sf. 224

7


GENCAY

8


GENCAY

TUNA'DAN FIRAT'A ADAKALE İLE CABER Bülent ERDİL Tuna’nın ortasında yer alan adalardan biriydi Adakale. Bugünkü Romanya sınırları içinde, Orşova ilinde yer alırdı. Osmanlı’dan bu yana yüzlerce sene Türkler yaşadı üzerinde. Ta ki, 1968 yılında Demirkapı Barajı'nın suları altında kalana dek…

ve miftah-ı ülkât-ı Belgrad ve Tamşıvar"; yani "Macarlı’nın kilidiyle Sırplı ve Romanya'nın anahtarı" olarak adlandırılmıştır. Üzerinde bir cami, küçük bir kilise, pazar yeri ve birkaç kahvehane bulunmakta olan adada Türkler tütün ekimi, kayıkçılık ve ticaretten geçimlerini sağlarlarmış. Osmanlı döneminde bir paşanın kumandasında bulunan asker ve subayların aileleriyle birlikte buraya yerleştirilmesiyle burası Tuna’nın ortasında bir Türk adası haline gelmiş. Ancak 1877 – 1878 Osmanlı Rus – Savaşından sonra Osmanlı’nın Balkanlar’dan çıkarılmasıyla ortada kalmış. İşin ilginç yanı, Berlin Antlaşması'nda Türkler’in toprakları, bölgede ortaya çıkan yeni “Kuçi”lere* parsel parsel paylaştırılırken, büyükleri buraya el atmayı unutmuş. Böylece kaderin bir cilvesi olarak, koca Tuna’nın ortasında etrafından soyut bir Türk adası, ister istemez Türk yönetiminde kalmış. Anadolu’dan ırmak ve deniz yoluyla, güçlükle ulaşılabilecek 1300 km uzaklıkta bir toprak parçasının idare edilmesi zordu. Ancak eşine az rastlanan böyle bir durumda ilk kez bir ilçe, idari olarak İçişleri değil, Dışişleri Bakanlığı'na bağlandı. Viyana'da bulunan Osmanlı Büyükelçiliği aracılığıyla İstanbul'daki Hariciye Nezareti'ne gönderilen istekler, raporlar aynı yoldan yanıtlanabilmiş.

Adakale’nin sular altına gömülmeden önceki hali Tuna Irmağı’nın önemli bir noktasında yer alırdı. Akarsuyun trafik ve ticaretini kontrol eden bir noktada bulunurdu. Bu sebepten olsa gerek, yüzyıllar önce alındığında, Türkler bu adaya hemen yerleştirilmiş. Türkler adaya yerleştirilmeden önce ada korsanların cirit attığı bir yermiş. Bir ara burayı Avusturyalılar alsa da 1691’de tekrar Türkler’in denetimine girmiş. Osmanlı bu adaya o kadar önem vermiş ki; 1738'de Sultan I. Mahmud döneminde Osmanlı sınırlarına tekrar girince Mühimme Defteri'ndeki bir kayıtta bizzat padişahın diliyle, "kilid-i memleket-i Erdel ve Macar 9


GENCAY yardımlarıyla yakındaki Şimian Adası’nda Adakale’yi yeniden oluşturma peşindedir. Sınırlarımız dışında benzer kaderi paylaşan bir yer daha vardır ki, onun durumu biraz farklıdır. Fark şu ki; orası hala Türk toprağıdır. Burası Türkiye'nin sınırları dışındaki tek toprağı olan Suriye’deki Süleymanşah Türbesi'nin yer aldığı Caber Kalesi'dir.

Osmanlı döneminde Adakale Süleyman Şah’ın Fırat kıyısındaki eski mezar yeri

1878 Berlin Antlaşmasında kime teslim edileceğinin yazımı unutulan Adakale, 1923 yılındaki Lozan Anlaşması’yla Romanya'ya bırakılana kadar Türk yönetiminde kalmaya devam eder. 1967 yılına kadar 1000 civarında Türk'ün yaşadığı 160.000 m² yüzölçümündeki Adakale, 1972'de baraj suları altında kaldı. 13 Eylül 1967'de devrin Türkiye Başbakanı Süleyman Demirel Romanya'yı ziyaret etti. Ada halkının Türkiye'ye gelmesine öncülük etti. Adada yaşayan Türklerin büyük kısmı Türkiye'ye gelirken; az bir kısmı Köstence ve Bükreş'e göçtü.

Selçuklular döneminde yaşayan Süleyman Şah Kaya Alpoğlu, Osmanlı’nın kurucusu Osman Gazi'nin dedesidir. Moğollar’ın Türkeli’ni istilasıyla, batıya doğru göçmeye karar vermiştir. Türkeli’nden 50.000 kişiyle Kafkasya üzerinden Doğu Anadolu'ya gelerek, 1214’te Erzincan ve Ahlat’a yerleşir. Melikşah'ın kardeşi Tutuş ile yaptığı savaşta yaralanır. Yaralı halde Fırat’ı geçerken boğulur. Bu topraklar Yavuz Sultan Selim zamanında alınınca onun için burada bir türbe yaptırılır. Ikinci Abdülhamit döneminde yenilenen türbe Türk yönetimi için hep büyük değer taşımıştır.

Üzerine belgeseller çekilen bu güzel adanın bir benzerinin Tuna üzerinde tekrar kurulması son zamanlarda gündeme gelmiştir. Günümüzde bir Türk şirketi, Romanya hükümetinin de

Birinci Dünya Savaşı sonrası bu bölge Fransa tarafından işgal edilmiştir. Ancak 10


GENCAY 1921 Ankara Antlaşması’yla çizilen Suriye sınırının dışında kalmasına rağmen, burasının Türk mezarı adıyla Türkiye’ye verilmesi kabul edilmiştir. Kabir, etrafındaki topraklarla birlikte Türkiye'ye bırakılmıştır. Türk bayrağı çekili olan ve bir manga asker bulunan mezarın yeri, 1973 yılında yapılan Tabka Barajı yüzünden bugünkü yerine taşınmıştır.

Türkiye'nin sınırları dışındaki tek toprağı Caber Kalesi Tuna'dan Fırat'a bir vatan uzanır. Benzer kaderleri, ayrılıkları, hasretleri barındırır yüreğinde... Darmadağın olmuş bir milletin vatanıdır burası... Sular altındaki Adakale de, Fırat'ın kenarındaki Caber de ayrı düşmüş, vatan hasreti çekmektedirler. Ancak nerden bilsinler ki, hasret çektikleri o vatanları "babalar gibi" parsel parsel satılmakta... Hem de kendilerini vatanlarından ayrı düşüren vicdansızlara...

20. Zırhlı Tugayı 3. Hudut Alay Komutanlığı 2. Hudut Taburuna bağlı bir manga asker tarafından korunan Süleyman Şah Türbesi, Türkiye ile Suriye arasında 1956 yılında Halep’te yapılan toplantıda, türbe için gönderilecek ihtiram kıtasının her ayın yedisinde değiştirilmesi kabul edilmiştir. Günümüzde her ayın 7 ve 20’sinde karakolun ikmali sağlanmakta ve personel değişimi yapılmaktadır.

Not: * "Kuçi" Boşnakça'da erkek köpek yavrusu demektir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa'nın gördüğü en büyük vahşetin adı olan; insanlığını kaybetmiş yaratıklar tarafından gerçekleştirilen "Srebrenitsa Soykırımı"nın yıldönümünü olan şu günlerde, öldürülen Boşnaklar'a Allah'tan rahmet diliyorum.

11


GENCAY

TÜKETİMDE MANKURTLAŞMA Alperen KIZIKLI ve ekonomik sıkıntılardan konuşmaya devam ettik. Bana 4 yıldır maddi sıkıntılar çektiğini, bir hastanede hademelik yaptığını ve 1 milyara yakın aylık bir maaşının olduğundan bahsetti. Ek iş aradığını ama bulamadığından yakındı. Memleketimde bu durumda yaşayan milyonlarca aile vardı zaten, farklı bir şey anlatmıyordu. Fakat dikkatimi çeken nokta bambaşkaydı.

Bir üniversite öğrencisi olarak 2 haftalık kısa mı kısa bir tatilin geri dönüş yolunda aşağıda anlatacağım olaydan sonra bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Bu konuşmamızdan 5 – 10 dakika sonra cep telefonuna bir mesaj geldi, telefonunu cebinden çıkardı ve IPhone4’ünün dokunmatik ekranında bir şeyler yazmaya başladı. Ne yazdığı beni ilgilendirmezdi fakat ekonomik sıkıntılar yaşadığını söyleyen birinin bu kadar pahalı bir telefonun olması beni şaşırttı.

Değineceğim konularla ilişkili olduğu için yaşadığım olaydan bahsetmek ve daha sonrasında konuya geçmek istiyorum. Otobüsün arkalarında cam kenarı bir koltukta yerimi almış otobüsün kalkmasını bekliyordum. Kalkmaya yakın yanımda seyahat edecek beyefendi de ailesiyle birlikte otobüse bindi. Yanımızdaki koltukları da eşinin ve çocuklarının yolculuk edebilmesi için almıştı. Çocuklarının giyimi, eşinin mevcut kıyafetlerinden anladığım kadarıyla maddi durumları çok iyi olmayan bir aileydi.

Toplum olarak birçoğumuz cep telefonunun en özelliklisini alıp daha sonrasında sadece aramak ve mesaj yazmak için kullanıyoruz. Bu basit özellikler için de hiçbir telefona bu kadar uçuk bir ücret verilmeyeceğini bilmemize rağmen gidip en iyisini almak için de paramızı son kuruşuna kadar harcıyoruz.

Neyse yolculuk başlamış, ben bir iki saat içinde yatıp uyurum diyordum. Fakat yanımda oturan beyefendi ile televizyona bakarken sohbet etmeye başladık. Dizilerden, filmlerden, ülke gündeminden

Kendisine bu telefonu nasıl aldığını sorduğumda 2000 lira bir birikmişinin olduğunu 1.625 lirasına da bu telefonu satın aldığını söyledi. Niçin bu son teknoloji telefonu tercih ettiğini 12


GENCAY sorduğumda ise “beni mutlu hissettiriyor, toplumda başım dik gezmemi sağlıyor” dedi. Çocuklarının ve eşinin rahatını sağlaması yerine, 1.625 lirayı 1 yıl sonra hevesinin geçeceği bir telefona vermesine açıkçası üzülmüştüm.

düşünemez. Bu dayanılmaz acıya bir yandan da kazınan saçların dışarı değil de içeriye doğru büyüyerek batması eklenince esir çılgına döner. Esir başını acıdan yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde dört beş gün aç susuz bırakılır. Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölür. Kalanlar ise belleklerini yitirir. Tutsak zamanla kendine gelir yiyip içerek gücünü toparlar. Ama o artık bir insan değil, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan mankurt olur. Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmez. İnsan olduğunun bile farkında değildir.

Tüketimde mankurtlaşmanın ne demek olduğunu bir kez daha anladım o an. Filmler, reklamlar ve afişler; mutlu ve başı dik gezmenin her şeyin en iyisine sahip olmaktan geçtiğini bizlere nakış nakış işlemiş, tüketim mankurtlarını yetiştirmiş demekti. Mankurt kelimesi gelmektedir?

ne

anlama

Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köle. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmek olurmuş. Üretim ve Tüketim ne demektir? Üretim, iktisadi malların kıtlık derecelerini azaltmanın ve ihtiyaçlarla kaynaklar arasındaki gerginliği hafifletmenin tek yolu, insan ihtiyaçlarını karşılama niteliği olan malların çoğaltılması, yani yeni üretimde bulunulmasıdır.

Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel kitabında bu kavram geçmektedir. Mankurtlaştırmanın nasıl yapıldığı ise şu cümlelerle anlatılır: Önce tutsağın başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarılır. Yeni kesilmiş deve derisinin en kalın yeri olan boynundaki deri, tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına sımsıkı sarılır. Zamanla kuruyan deri kafayı öyle bir sıkarmış ki insan acıdan kafayı yer,

Tüketim, toplumdaki tüm bireylerin doğrudan doğruya ihtiyaçlarını karşılayan mal ve hizmetleri kullanma eylemidir. Tüketim harcamaları, bu eylemi gerçekleştirebilmek için yapılan parasal 13


GENCAY ödemelerin veya eşdeğer toplamından oluşmaktadır.

bedellerin

İktisadi bir çaba olmaktan çıkıp zevklerin sonsuz bir şekilde karşılanması isteğine dönüştüğü anda önce bireysel ekonomik sıkıntılar, daha sonrasında ise toplumsal ekonomik çöküşler ortaya çıkar. Üreten toplum özelliğinden çıkılıp, tüketen toplum özelliğine geçilmesi; zevklerin ve ihtiyaçların sonsuz bir şekilde karşılanması olgusunun olaya dönüşmüş halidir.

Bir harcamanın tüketim harcaması mı yoksa yatırım harcaması mı olduğu konusunda bazen tereddüde düşülebilir. Örneğin bir bilgisayarın veya otomobilin satın alınması evde kullanma amacı taşıyor, bunlardan piyasaya belli bir fiyatla mal üretip arz etmede yararlanma amacı söz konusu değilse dayanıklı tüketim malları satın alınmış demektir. Dolayısıyla tüketim harcaması yapılmıştır. Şüphesiz aynı mallar bir firma tarafından üretimde kullanılmak amacı ile satın alınmış olsaydı, yapılan harcama yatırım harcaması olarak değerlendirilecektir.

Tüketim toplumu nasıl yaratılır? Tüketimde mankurtlaşma ne demektir?

Üretim ve Tüketim Dengesi Üretim ve tüketim birbirini asgari koşullarda dengede tutmak zorunda olan iki parametredir. Sanayi, tarım, hizmet gibi birçok alanda söz konusu olan üretim ile bireysel ihtiyaçlar, toplumun genel ihtiyaçları, gelişen teknoloji ve değişen hayat koşullarından etkilenen tüketim arasında kaynakların yeterliliği açısından ya üretim yönünde bir pozitiflik, ya da ikisi arasında en azından bir dengenin olması gerekmektedir.

Tüketim toplumları nasıl yaratılır sorusuna gelecek olursak, tüketim toplumları önce filmler afişler ve reklamlarla insanlarda talebin oluşması sağlanarak yaratılır. Modern ve çağdaş olmanın gereğinin bu reklam ve filmlerdeki ürünlere sahip olmaktan, onları satın almaktan geçtiğine toplum zamanla inandırılır.

Üreten birey, tüketme ihtiyacını giderebilmek için toplumda meta olarak belirlenmiş parayı aracı olarak kullanmaktadır. Ülkelerin ekonomik durumuna, ürettiği hizmet veyahut ürüne göre belli bir maddi gelir elde eden birey, kısıtlı maddi kaynaklarıyla mümkün olan tüm ihtiyaçlarını karşılama çabasına girmektedir. Bu çaba, iktisadi bir çabadır.

Filmlerde, başarılı ve mutlu film kahramanlarının cep telefonu, araba markası, evi sürekli bizlere gösterilir, çizilen başarılı ve mutlu insan rolünü 14


GENCAY hepimizin benimsemesi istenir. Bu ürünlere sahip isen mutlusundur ve başarılısındır artık.

Ekonomik anlamda gelişen ve büyüyen bir devlet olmanın en büyük şartı, bu gelir gider dengesinin gelir yönüne doğru kaydırılması, hazinenin güçlendirilmesi ve yatırımın arttırılmasıdır. Zor zamanlarda ise ekonomide başa baş bir dengenin kurulması için uğraşılmasıdır.

Geçmişten günümüze doğru kendi toplumumuzdan yola çıkarak bir örnek verelim isterseniz.

Bireyler de gider ve gelirlerini bu benzer örnek üzerinden gerçekleştirmek zorundadır. Günlük bütçeleri aşan ihtiyaçlar (ev, araba, arazi vs) geçmişten bu zamana kadar var edilen hazinenin ( birikimlerin) elverdiği ölçüde karşılanmalıdır.

Hollywood filmlerinde süper lüks evlerde küvet gören Türk halkı, 1990’larda lüks bir ev yaptırmanın banyoya bir küvet konulmasıyla mümkün olduğuna inanmıştır. Daha sonralarında, filmlerde duşa kabinde (jakuzi) şarkı söyleyerek banyo yapan aktrisleri gören halk, küvetin bir konfor yaratmadığına inanmış, evlerindeki küveti söküp yerine duşa kabin taktırmak için sıraya girmiştir.

Peki, kredi çekilmesi yanlış mı, ihtiyaç olanın daha önce alınabilmesi için kredi kullanılması mantıksız mı? Aslında bu konu iktisadi olarak değerlendirildiğinde mevcut ürünün zamanından önce alınabilmesi için bir ürüne değerinden daha fazla meblağın ödenmesi durumunu doğurmaktadır. Satın alınan ürünler bir yatırım aracı ise, kredi borcundan daha fazla bir satış geliri getirmediği her durumda kişi ekonomisi bu durumdan zarar görür.

Sorgulamayan bir tüketim toplumunu ve tüketim mankurtlarını yaratmak, ihtiyaçlarını düşünmeden gideren, yeni alternatiflerin ortaya çıkması ile bir anda yeniden tüketim arzusu taşıyan, hep en iyiyi en pahalıyı kullanmak isteyen bireyleri var edebilmekten, en iyi ve en pahalısına sahip olma arzusunun sorgulanmamasını sağlamaktan geçer.

Uzun vadelere yayılan kredi borçları kişinin ekonomik özgürlüğünü kısıtlamakta, ekonomik sıkıntılarını daha da şiddetlendirmektedir. Günlük elzem olan ihtiyaçlar, uzun vadeli ödemeler yüzünden ertelenmektedir. Kişisel bunalımlar ve toplumsal çöküşler baş göstermektedir ki bizim toplumumuzda bu sıkıntı son 5 yıl içinde katlanarak büyümüştür.2005 yılında kredi borcu olan yüzde %20’lik bir kesim var iken şu an bu yüzde %70’ler seviyesindedir.

Bireysel iktisat neden önemlidir? Bireysel iktisat şu bakımdan önemlidir. Kişilerin de devletler gibi, gelir ve gider bütçeleri vardır. Devletlerde gelir bütçesi, gider bütçesinden fazla olduğu durumlarda devletin hazinesi (birikimi ) oluşmaya başlar. Bu süreç içerisinde oluşan devlet hazinesinden yatırımlar yapılır; iskân, sağlık, üretim ve hizmet politikaları finanse edilir.

15


GENCAY Cebimizde yeterli para olmaz iken güzel arabalara binip, şahane evlerde oturmaktayız. Bizim olduğunu sandığımız birçok şeye aslında biz değil, kredi kullandığımız bankalar sahip bulunmaktadır.

ihtiyacını karşılayabilen bir ülke olmak için devlet ve toplum olarak üzerimize düşen görevleri yerine getirmeliyiz. Siyasi politikaları eleştirirsek buradan bir tez konusu rahatlıkla çıkar. Fakat toplum olarak ekonomiyi konuşmalı, ekonomi üzerine kafa yormalı ve ortak aklın ürününü ortaya koymalıyız. Çözüm önerilerimize en çok değer veren siyasi yapıları desteklemeli, ekonomi politikalarına ortak olabilmeliyiz.

Ne yapmalıyız? Toplum olarak geçmişten bu yana, ekonomik buhranlar ve kıtlıklar sayesinde(!) kazandığımız aza kanaat ve hamd etme yeteneğimizi kaybetmiş bulunmaktayız. Lüks yaşama olan isteğimiz artmış, sınırlarımızı aşan tüketimleri yapmaktan geri durmamaktayız.

Kıssadanhisse, bireysel iktisadımıza dikkat etmemiz, isteklerimizi ve arzularımızı gereklilik sırasıyla karşılama çabasında ve kendi imkânlarımızın farkında olmamız gerektiğidir.

Üretim yapmadan daha çok kazanma ve daha refah içinde yaşama arzusunu taşıyoruz.

Bu güzel, verimli Anadolu ve Rumeli topraklarında kurulmuş ülkemizin, ekonomi konusunda hepimizin faydasına olacak daha iyi politikaları hak ettiği gerçeğini de aklımızdan çıkarmamalıyız.

Peki, ne yapmalıyız, üzerimize düşen görev nedir?

Yoksa ekonomik çöküntü kapımızda beklemektedir.

Ülke olarak üretimi yeniden canlandırıp, memleketin hiçbir verimli arazisini boş bırakmamak, ham maddeye yakın sanayi hamleleriyle üreten, ürettiklerinde kalite standardını yakalayarak ihracat yapan, dışa bağımlılığı azalmış öz kaynaklarıyla

16

ve

esaret


GENCAY

BİLİNMEYEN BİR TÜRK OYMAĞI: HAZARALAR Fatma Özge ÖZDEMİR arasındadır. Aslında Hazaralar, her an Hazaralar, Afganistan’da yaşayan ve tepemize bomba düşer düşüncesiyle nüfusları %35’ e varan, haklarında çok hayatlarına devam eden, Güney fazla bilgi sahibi olunmayan, fakat Türkistan’ı yalnız bırakmayan Afganistan’ın en büyük Türk soydaşlarımızdır. Afganistan’ın Hazaracat oymaklarından biridir. Uzun süre İran bölgesinde yaşayan Hazaralar, dilinin hâkim olduğu bir bölgede yaşayan, Hazaracat’ın Afganistan’ın merkezinde okumalarına izin verilmeyen, belli bir bulunmasından dolayı istilacıların, dönem sadece köle muamelesi gören, ülkenin bir ucundan bir ucuna geçmek çocuklarını köle pazarlarında satılığa için meskeni olmuştur. Bu yüzden çıkarmak zorunda bırakılan, asimilasyon Hazaracat istilacıların sürekli hâkimiyeti projesi sonucunda kendi dilleri ve adetleri altında kalmış, tarihte Hazara Hanları ve unutturulan, Farsçanın bir lehçesi olan Mirleri tarafından merkezi hükümete Dari dilini konuşan, bölgede yaşayan haraç vermek suretiyle yönetilmişlerdir. diğer topluluklara göre hamallık, lağımcılık, çobanlık gibi işlerde çalışan ve IX. yüzyılın sonlarında Hazaracât’ta, Emir cahil diye nitelendirilen bir topluluktur Zunnün Ergün tarafından kurulan Hazaralar. Geçimlerini genelde Ergüniye, Hazara Emareti’nin son emiri hayvancılıkla sağlayan halk, gördükleri olan Şah Beg Ergün’ün, Şah İsmail Safevi sayısız işkence ve zulümlere karşı tarafından öldürülmesinden sonra sona yılmamış, bir olmayı başarabilmişlerdir. ermiştir. Yerine tahta Abdurrahman Han geçmiştir. Abdurrahman Han, Afgan HAZARALARIN TARİHİ tahtına geçtikten sonra Hazara Hanları ve Mirleri yeni emir Abdurrahman Han’ı desteklemişlerdir. Bu durum fazla sürmemiş, Abdurrahman Han ilk iş olarak İngilizlerin yardımıyla Hazaracât’ı istila etmiştir. Abdurrahman Han, Hazaralarla olan savaşlarını meşrulaştırmak için bahane bularak Hazara Hanlarını Şir Ali Han’a destek verdikleri suçundan dolayı tutuklattırmış ve halkın ödeyemeyeceği şekilde 16 çeşit ağır vergi koydurmuştur. İnsanların bu ağır vergileri ödemeye gücü ‘’Peki, kimdir bu Hazaralar? Gerçekten yetmeyince de, Hazaraların önde gelen Türk müdür?’’ sorusu uzmanlar kişilerini hapse attırmıştır. Abdurrahman tarafından sıkça sorulan sorular Han, binlerce insanı katletmiştir. Sadece 17


GENCAY Hazaraları değil; Hazaralarla birlikte Özbekler ve Nuristanlılar’ı da öldürtmüştür. Hazaralara karşı kin ve nefret duymasının tek sebebi ise, Hazaralar’ın Türk olması ve Hazaraları kendi hanlığına karşı tehlike olarak hissetmesidir.

Peştun meselesi üzerinde odaklandığından Hazaralar üzerinde pek fazla duramamıştır. Bu durum Hazaralar’ın lehine olmuş ve devletin çeşitli kademelerinde yer almışlardır. 1978 yılından sonra mücahit partililer, komünist hükümete karşı ülkenin çeşitli yerlerinden direnişe geçmişlerdir. 19781985 yılları arasında Hazaralar 50’ye yakın grupla direnişe katılmışlardır. 1979 yılının sonunda ise Hazaralar’ın dinî liderleri ve aydınları bir araya gelerek Afganistan İslam Devrimi İttifakı Hükümeti’ni kurmuşlar ve Seyit Ali Behişti’yi cumhurbaşkanı olarak seçmişlerdir. Bu tarihten sonra Hazaracât özerk bir bölge durumuna gelmiştir.

Hazaracat, 1893 savaşlarından sonra ekonomik canlılığını kaybetmiştir. Hazaralar’ın bu bölgede bulunan bütün otlak, çayır ve meralarına el konulmuş, devlet himayesine alınan bu otlaklarda sadece göçebe Peştun’ların hayvanlarının otlatılmasına izin verilmiştir. Bu içinden çıkılamaz durum kış aylarında yiyecekleri kalmayan Hazaralar’ın topraklarını yok pahasına Peştun’lara satmasına zorlanarak daha da zor bir hal almıştır. Yurtlarını terk etmek zorunda bırakılmış, ekonomik haklarını kaybetmişlerdir.

1989 yılında Hazaralar’ın büyük partileri bir araya gelerek Vahdet Partisi’ni kurmuşlardır. Vahdet Partisi kurulduktan sonra, 3 sene içerisinde Hazaracât ve diğer Hazara yerleşimlerini kontrol altına alabilmiştir. 1991 yılında ilk kez Vahdet Partisi, Afganistan meselesi üzerinde uluslararası bir konferansa davet edilmiştir. Bu konferanstan sonra İstanbul’da düzenlenen İslam Ülkeleri Dışişleri Bakanları konferansına da katılmışlardır.

Abdurrahman Han’ın oğlu tarafından öldürülmesinden sonra, Hazaralar’ın zorla Peştunlara satmak zorunda bırakıldıkları toprakları geri verilmiş ve Hazaralar tekrar Hazaracat bölgesine yerleşmişlerdir. Abdurrahman Han’ın zulmünden Kabil’e kaçan Hazaralar, 1929 yılından sonra kendilerine verilen fırsatı iyi değerlendirmişler, Hazaracât’tan uzak ve merkeze yakın olma avantajını kullanmışlardır. Kabil’deki Hazaralar siyasi, iktisadi ve kültürel alanlarda rol oynamışlardır. Hazaralar’ı Afganistan siyasetinde 1980’li yıllara kadar görmek mümkün değilken, şimdiler de siyasetin ortasında bulunmaktadırlar.

Taliban rejiminin ortadan kaldırılmasından sonra dış ülkelerin yardımıyla geçici hükümet Hamit Karzey başkanlığında kurulmuştur. Afganistan’ın yeni oluşumunda Hazaralar’ın etkin rolü olmuştur. Şu an parlamentoda Hazaralar’ın 66 milletvekilleri bulunmaktadır. Ve sürekli yükselen yeni nesil, Hazaralar’ın kendini toparlaması ve eğitimde ileri düzeye çıkıp, sosyal alanda

Afganistan, Davut Han döneminde Cumhuriyet sistemine geçmiştir. Bu dönemde Davut Han’ın bütün dikkati 18


GENCAY ilerlemeleri Peştunları tedirgin etmektedir.

ve

Tacikleri

Hazaracat Türklerin merkezi durumundaydı. Ancak Moğollar bu tarihten itibaren Hazaraları kültürel yönden etkilemiş olabilirler. Tacikler de, komşu durumunda olan bu kavimleri sosyo-kültürel alanda etkilemişlerdir. Bu bölgelerde yaşayan Türkler, Cengiz Han’la savaşmışlardır. Hem Moğollar hem de Türkler sarı ırka mensup olduklarından dolayı birbirlerine kaynaşmaları çabuk olmuştur.

HAZARALAR’IN KÖKENİ Hazaralar’ın kökeniyle alakalı 3 çeşit varsayım ortaya atılmaktadır. Bu varsayımlar; Birincisi; Hazaralar’ın tamamen Moğol asıllı oldukları ve Cengiz Han’ın onar grupluk asker birimlerinden dokuz grubunu Kabil bölgesine gönderip, bir grubunu da Amu ırmağının doğusunda bulunan Hazarlar bölgesine göndermesi şeklinde olay cereyan etmiş ve Hazaralar da Cengiz Han’ın gönderdiği askerlerden meydana gelmiştir. Oysa Cengiz Han’ın askerleri bu bölgede bırakma sebebi ve bir grup askeri burada niçin yalnız bıraktığı hala akıllarda soru işareti bıraktırsa da, Cengiz Han bu bölge halkını vahşice öldürdüğü için askerlerini de bu bölge de bırakamayacağından dolayı, bu varsayım kabul görmemektedir.

Hicri III. ve IV. yüzyıla ait tarih ve edebiyat metinlerinde Hazaralar, Garçe Türkleri olarak zikredilmiştir. HAZARALARIN ŞİMDİKİ DURUMU

İkincisi; Hazaralar’ın Büyük İskender zamanında Hazaracat bölgesinde yaşamış olmaları yönündedir. Bu varsayımın kabulü, Hazaralar’ın Moğol asıllı olup, Cengiz Han’ın askerleri olmalarını reddetmektedir. Üçüncüsü ise; Hazaralar’ın tamamen Türk asıllı oldukları yönündedir.(Mengi Han zamanında Hazaracat’a yerleştikleri düşünülmektedir.) Cengiz Han; Belh, Kabil, Gazne, Herat ve Hazaracat’ı istila etmeden önce bu bölgelerde Halaç Türkleri ile Karluk Türkleri’nin yaşadıkları bilinmektedir. İbni Haldun’un ifade ettiği gibi Belh ve bugünkü

Hazara Türklerine hala Fars oldukları propagandası yapılmaktadır. Türkçe konuşmaları yasak olmasına rağmen Türkçe kelimeleri cümlelerinde ısrarla 19


GENCAY kullanmaya devam eden Hazaralar, Türk basınında hiç yer alıp, merak uyandırmamalarına rağmen; Batı basınında ilgi uyandırmışlardır. New York Times gazetesinde Hazara Türkleri ile alakalı yazı yer almıştır. Kendi öz kimliklerini, her türlü asimilasyon projesine karşı kaybetmeyen soydaşlarımız, ne olursa olsun hala Türk olduklarını haykırmakta ve Türklükleriyle gurur duymaktadırlar. Katledilip, vahşice öldürülen soydaşlarımız, kalkınmanın en önemli projesinin eğitim olduğunu bilmiş ve bu konuda atılımlar yapmışlardır. Eğitim alanında birçok başarılara imza atan kardeşlerimiz, her şeye sıfırdan başlamış, yok olmanın eşiğindeyken birbirlerine kenetlenip tekrar kalkınmışlardır. Hazaralar’ın kalkınmalarına hala tepki göstererek, katliamlarına devam eden Peştunlar, yaptıkları bunca soykırıma rağmen Hazara Türklerini yollarından çevirememiştir. Parlamentoya 66 milletvekili yerleştiren soydaşlarımız, kendi kardeşlerini hiçbir şekilde

unutmamış, günümüzde dahi dayanışmanın ne demek olduğunu tüm Afganistan’a göstermiştir. Umarım Hazara kardeşlerimize uygulanan bu soykırıma Türk Dünyası kayıtsız kalmayacak, gizlice yürütülen asimilasyon projesinin farkına varacak ve Sayıları 12 milyonu bulan soydaşlarına sahip çıkacaktır. Yoksa bu soydaşlarını hatırlamayanlar ya da görmezden gelenler, bunun hesabını soydaşlarına değil, tarih kitaplarında yer aldığı zaman kendi torunlarına vermek zorunda kalacaklardır. Bir gün bu kâbus bitecek, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar tüm Türkler birlikte olacak ve güneşli güzel günler göreceğiz. İnanmak başarmanın yarısıysa eğer, inancımızı bu yönde desteklemeliyiz. (Bu yazıyı yazmamda bana yardımcı olan, Hazara Türklerinin kim olduğunu bana anlatan, soydaşlarıma sahip çıkma fırsatı veren, bana karşı desteğini ve inancını hiç eksiltmeyen kardeşim Reza Wefaq’ a sevgi ve saygılarımı sunarım.)

20


GENCAY

21


GENCAY

ÜLKÜ OCAKLARI MHP ’NİN GENÇLİK KOLU MU? MHP’Lİ Mİ? Mehmet Oğuz ATABERK Bu soruyu her duyduğumda şöyle ağız dolusu bir “EVET” diyesim geliyor. Hatta öyle yüksek sesle çıkmalı ki ağzımdan; bu “EVET” in üzerine daha hiçbir şey sorulsun, bu konuda herhangi bir yorum yapılsın istemiyorum.

Hareketimizin kurucu lideri, Başbuğ’umuz Alparslan Türkeş; 1963 yılında Hindistan sürgününden döndükten sonra kadrolaşıp partileşebilmek adına arkadaşlarıyla birlikte “Huzur ve Yükseliş Derneği”ni kurar. 31 Mart 1965 tarihinde ise Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine katılır. 1 Ağustos 1965 Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Büyük Kurultay’ında partinin genel başkanlığına seçilir. Aynı yıl partinin Ankara Milletvekili olarak meclise girer. 1969 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin adi Milliyetçi Hareket Partisi amblemi de Üç Hilâl olarak değiştirilir. 12 Eylül 1980’deki ihtilalle kapanan fakat daha sonra şanına ve adına tekrar kavuşan Milliyetçi Hareket Partisi’nin kuruluş kronolojisinden, işimize yarayacağı kadarını aktardık.

Esasında gerçeği anlatmak için çok söze ihtiyaç yoktur lakin şimşekleri üzerime çekmemek ve Anadolu ağzında “kaba zihinli” diye tabir edilen inatçı, müzmin muhaliflik illetine yakalanmış müstakbel ülküdaşlarımı da tatmin edebilmek adına bu konu üzerine konuşmak ve yazmak kararı aldım. Müstakbel ülküdaş diyorum çünkü MHP’li olduğu halde Ülkü Ocakları’nı sevememiş, kabullenememiş ve tabiri caizse ayak takımı olarak gören kardeşlerimi bir “Ülkü Ocak”lı olarak ülküdaş göremiyor ve samimiyetimle kucaklayamıyorum. Şahsi görüşlerimi ifade ettiğimin farkındayım fakat Ülkü Ocak’lı genç kardeşlerimin, ağabeylerimin de birçoğunun bu görüşleri paylaştığını, bu hislere sahip olduğunu bildiğim için duygularımı ifade ederken genel konuşmakta bir beis görmüyorum. Şahsi görüşleri şimdilik bir yana bırakıp Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı’nın tarihçesini ele alıp Milliyetçi Hareket Partisi’nin tarihçesiyle karşılaştıracak olursak bu konuda farklı görüş ileri sürenlerin en azından bir kere daha düşünmesini sağlayabiliriz.

Ülkü Ocakları’nın kurumlaşmasının tarihçesine bakacak olursak; Başbuğ Alparslan Türkeş CKMP genel başkanı olduğundan itibaren gençlik kollarının teşkilatlanma çalışmalarına hız verilmesi 22


GENCAY yönünde çalışmalar yapmış ve Ülkü Ocakları, “Ülkü Ocağı” adıyla ilk kez Ankara Üniversitesi Hukuk, Dil, Tarih ve Coğrafya ve Ziraat Fakültelerinde milliyetçi gençler tarafından fikir kulübü olarak kurulmuştur. Kurulan ilk Ülkü Ocağı, Ankara’da Çanakkale Zaferinin yıldönümüne rastlayan 18 Mart 1966’da CKMP Gençlik Kolları tarafından kamuoyuna açıklanmıştır. 1968 yılından itibaren her üniversitede bir Ülkü Ocağı şubesi kurulmaya başlanmıştır. CKMP Gençlik Kolları’nın propaganda faaliyetlerini kolaylaştıracak bir gençlik yapılanması olarak ilk kez ‘ülkücü’ adıyla Genç Ülkücüler Teşkilatı 29 Şubat 1968’de kurulmuştur. Genç Ülkücüler Teşkilatı genel olarak ortaöğretim gençliğine yönelik faaliyetlerde bulunmuştur. Yani “MHP” isminden daha eski tarihlerde var olan Ülkü Ocaklarının kuruluşu, Başbuğ Alparslan Türkeş’in CKMP’ye genel başkan seçilmesiyle paralellik göstermiştir. Kuruluş aşamaları ve tarihçe hakkında daha detaylı bilgilere Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi’nin ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin internet sitelerinden ulaşmak mümkündür. Ülkücü Hareket için MHP ve Ülkü Ocakları’nın kuruluşlarından itibaren homojen bir yapının bileşenleri olduğu ve ayrıştırmaya, farklı göstermeye çalışmanın zararlı çabalar olacağı konusunda hem fikir olursak camiamızı da “Ocaklı mıyız yoksa partili mi?” , “Ocak mı MHP’nin yoksa MHP mi Ocağın” ve “Ülkü Ocakları MHP’den bağımsız mıdır?/ bağımsız olmalı mıdır?” gibi ayrıştırıcı soruları cevaplama uğraşına sevk etmemiş oluruz.

Basit bir örnekle başlayacak olursak; Ülkücü hareketin ilk şehidi Ruhi Kılıçkıran CKMP Gençlik Kollarının üyesiydi. Bugün biz Kılıçkıran ağabeyimizi “Ülkücü Şehit” diye bağrımıza basmıyor muyuz? Hatırasına saygı duyup, yaşatmaya çalışıp, ruhu için dua etmiyor muyuz?

Peki, bugün Ülkü Ocağı MHP’den bağımsızdır, birbirleriyle bağlantısı olmamalıdır diyenler Ruhi Kılıçkıran’a ne diyecekler? Veya Ocak- Parti bilmecesi meydana getirenler; 25 Haziran 1980 günü MHP Gaziosmanpaşa İlçe Başkanının evine gelip kızı Nilgün Altınok’un, MHP kadın Kolları ilçe başkanı olan eşi Fahriye Altınok’un ve başkanımız Ali Rıza Altınok’un canice katledilmesini nasıl açıklayacaklar? Onlara ne diyecekler? “Onlar MHP’li şehitti, Ülkücü şehit olamazlar!” filan mı diyecekler yoksa… Partinin İstanbul il başkanlığını yaptığı sırada uğradığı elim saldırıda uçmağa varan merhum Recep Haşatlı MHP’li ama aynı saldırıda hakka yürüyen oğlu Mustafa Haşatlı ülkücüydü, ayrı davalar için şehit düşürülmüşlerdi herhalde…

23


GENCAY Eski Gümrük ve Tekel Bakanı rahmetli Gün Sazak da elbet ülkücü şehit sayılamayacak onlara göre, MHP’li şehitler kervanına katılacak. Yoksa şehit bile denilmemeli mi?

partililerle alakamız yok deyip geçmişimize sırt mı dönülmeli? Bunun cevabını versinler.

MHP’ye gönül (ve doğal olarak oy) verip Ülkücülüğü ve Ülkü Ocaklarını beğenmeyenleri, Ülkücü olduğunu iddia edip Ülkü Ocakları bünyesindeki gençleri hakir görenleri ve Ülkü Ocağı mensubu olup da ben MHP’li değilim, olamam!!!” gibi serzenişlerde bulunanları; ellerini vicdanlarına koyup, derin nefes alıp sonra da mantıklı düşünmeye davet ediyorum.

Ülkücülerin Dündar Ağabeyi rahmetli Dündar Taşer de CKMP ve MHP’de genel başkan yardımcılığı yapmamış mıydı? Ülkücü gençliğin başka bir “ağabeyi”, MHP’nin farklı şehirlerden defalarca milletvekili adayı gösterdiği Galip Erdem, 12 Eylül İhtilali itibariyle cezaevine düşen Ülkü Ocaklı gençlerin mahkemede savunulması, ailelerine yardım edilmesi için çırpınmamış mıydı? Galip Erdem MHP’li miydi yoksa ülkücü müydü? Öyleyse bugün Ocak- parti bilmecesini meydana getirip daha sonra da çözüm isteyenler; öncelikle Başbuğ Alparslan Türkeş’e, rahmetli Dündar Taşer’e, Galip Erdem’e “ülkücü” mü denilmeli yoksa onlar MHP’li, bizim partilerle ve

Gemi biraz su alınca kaçacak delik, sığınacak liman arayanlar için Başbuğumuz Alparslan Türkeş birçoğumuzun hatırladığı “Ülkücülük MHP’de olur!” çıkışını yapmıştı. Ben de bugün Ülkü Ocaklı bir Türk genci olarak: “Ülkü Ocakları MHP’lidir, MHP’nindir, çünkü ülkücülük MHP’de olur!” diyorum. Gerekçesi ve maksadı ne olursa olsun Ülkü 24


GENCAY Ocakları MHP’nin gençlik kolu değildir diyenlerin de ülkücüler nazarında hoş görülmesini doğru bulmuyorum. Böyle bir açıklamaya imza atacak, Ülkü Ocağı’nı MHP’den, partiyi de ocaktan ayrı görecek, bağımsız ele alacak olan herhangi bir ocak(ya da parti) yöneticisi olursa; onu da ülkücü şehitlerin, rahmetli ağabeylerimizin, amcalarımızın hatırı için vicdanlı ve mantıklı olmaya davet ediyorum. Çünkü amatör siyasi oluşumların gençlik kuruluşlarında başlarına gelen örneklerde olduğu gibi tarlamızı başkasının sürmesi ihtimalini ortadan kaldırmalı, Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı’nı ülkücülerden başkasına yar etmemeliyiz.

Yardımcısı Ümit Kurt'un görevden alındığı iddia edildi.” (Kocaeli Gazete) Yukarda aktardığım kısa haber metnine bakarak MHP Ülkü Ocağı üzerinde söz sahibidir denilebilir, denilmelidir. Denilemez diyorsanız artıp giden soru işaretlerine bir tane daha ekleyim; köklü bir mazisi olan, koalisyon ortaklığı yapmış ve iki dönemdir mecliste milletvekilleriyle temsil edilen bir parti olan MHP’nin gençlik kolları yapılanması nerede? Neden MHP’nin de alelade partilerde bile bulunan gençlik kolları teşkilatı yok? Aslında cevabı hepimiz biliyoruz: Çünkü MHP’nin Ülkü Ocakları var! Ülkü Ocak’lı gençler tarafından beğeniyle takip edilen ve eserlerine sosyal paylaşım sitelerinde kolayca ulaşılabilen ülküdaşımız Ozan Manas; “Türk’üm Ülkü Ocaklıyım” eserinin nakarat kısmında

Tüm bu yazılanlara rağmen; hala ikna olmayan ve biz partinin gençlik kolu değiliz diyen bir Ülkü Ocaklı varsa ona MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Ülkü Ocakları hakkındaki açıklamalarını, söylemlerini okumasını, en basitinden semtlerdeki Ülkü Ocakları’nın kapatılması hakkındaki karara ve paylaşacağım habere bakmasını tavsiye ediyorum.

“Üç Hilal Sancaklıyım, Ben ülkü ocaklıyım Yurdumun üstünde, tüten son ocaklıyım” Sözlerini söylemekte ve bu sözler hiçbir Ülkü Ocak’lı genci rahatsız etmemektedir. Oysa yıllardır tabelasında ve içinde gördüğüm kadarıyla tabelasında ve sancağında üç hilal yok… Kırmızı zeminin üstünde beyaz üç hilal MHP’nin simgesidir. Her ülkücü bu durumu öylesine özümsemiştir ki Ülkü Ocağı’nın ambleminde olmayan simgenin adının söylenmesi mevzubahis olmamıştır(yanlış anlaşılma olmasın, ben de Ozan Manas’ı ilgiyle takip ediyorum ve eserlerinden birkaçını dinlemediğim günüm geçmiyor).

“Ülkü Ocağına Ankara'dan Müfettiş geldi. Geçtiğimiz hafta sessiz sedasız görevden alınan Kartepe Ülkü Ocağı Başkanı Faruk Cengizhan, Derince Ocak Başkanı Kemal Okur ile Körfez Ocak başkanı Buğra Özel yeniden görevlerine iade edildi. MÜFETTİŞ GELDİ Ülkü Ocaklarında yaşanan gelişmelerin ardından Ankara'dan ilimize gelen Parti Müfettişinin raporuna istinaden geçtiğimiz hafta görevden alınan Kartepe, Derince ve Körfez Ocak Başkanları görevlerine iade edilirken Kocaeli Ülkü Ocakları Başkan

Ülkü Ocakları’nın her temsilciliğinde de rahmetli Başbuğ Alparslan Türkeş’in ve mevcut genel başkan Bahçeli’nin resimleri 25


GENCAY yan yana asılı durmaktadır. Hatta birçok ilçede MHP teşkilatıyla Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı’nın temsilciliği aynı binada, komşu olarak bulunmaktadır.

ülküdaşlarımı da Ülkü Ocakları’nın çatısı altına çağırıyorum. En azından seminerlerinde ne anlatıldığını dinleyip, çaya ve sigaraya hangi muhabbetlerin eşlik ettiğini duyup ve özellikle seçim zamanları yapılan faaliyetlere iştirak edip “Ülkü Ocakları MHP’nin gençlik kolu mudur?” sorusunun cevabını kendileri(dış dünyanın ve Ülkü Ocakları’nın huzurunu bozmadan) bulsunlar.

Gün gibi aşikâr gerçekler varken romantik açılımlara yeltenmek fitne çıkarmaktan başka hiçbir işe yaramaz. Sözüm sadece MHP’den soyutlanmaya çalışan ülkücülere değil, MHP’li olduğu halde her fırsatta ülkücü(Ülkü Ocaklı) gençleri eleştirenler de tarih karşısında altından kalkamayacakları veballer alıyorlar. Hayatında Ülkü Ocağı’na gitmediği, gitse bile kendisini asla oraya ait hissetmeyip, orası için çalışmadığı, oranın faydasına önerilerde bulunmadığı halde bulduğu her fırsatta ülkücülere yıkıcı eleştirilerde bulunanlar da fitnenin başını çekmekten başka bir iş yapmıyorlar. Dışarıya karşı olmadığı kadar objektif(!) biçimde içeriyi eleştirenleri sükûtun altın madeninde uzun ve huzurlu bir yolculuğa davet ediyorum. Bu nazik davetimi reddeden genç kardeşlerimi ve müstakbel

Kaynaklar http://www.kocaeligazete.com/haber/gu ndem/13886/ulku-ocaklarinda-neleroluyor.html TURHAN, Metin, Ülkü Ocakları (19681980), Bilgeoğuz Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul, 2010 ÖZNUR, Hakkı, Ülkücü Hareket, (6 Ciltli), Alternatif Yayınları, Ankara, 1999

26


GENCAY

TANZİMAT’TAN GÜNÜMÜZE ANAYASA MEFHUMU ve YENİ ANAYASA Abdullah KILAVUZ Sözlük anlamıyla; Bir devletin yönetim biçimini belirten, yasama, yürütme, yargılama güçlerinin nasıl kullanılacağını gösteren, yurttaşların kamu haklarını bildiren temel yasa olan anayasa, en basit tanımıyla Keynes’in dediği gibi ‘’tüm normların üzerinde yer alan hukuki norm’’dur. Anayasa, devletin temel işlevlerini düzenleyen, görev dağılımı yapan, devlet ile bireyler arasındaki ve bireylerin kendi arasındaki ilişkileri düzenleyen, bireylerin haklarını ve özgürlüklerini korumakla kalmayıp bu hak ve özgürlüklere devlet - toplum yararına kısıtlama getiren kurallar üstü kuraldır. Toplum hayatını düzenleyen bütün kurallar, kurallar üstü kural diyerek tanımladığımız anayasaya uymak zorundadır.

kabul gören yeni anayasa ile adeta boyut değiştirir. Sonrasında 1961 anayasası ile devam eden milletimizin bu hukuksal sergüzeşti, 1982’de yürürlüğe giren anayasanın otuz senelik gölgesinde hala devam etmektedir. Şu anda hâlâ yürürlükte olan anayasamız, 12 Eylül askeri darbesinden sonra hazırlanan, seçim sürecinde anayasa taslağı hakkında menfî fikir beyan etmenin dahi yasak olduğu, evet oyu verenlerin ‘’vatanperver’’ hayır oyu kullananların ise ‘’vatan haini’’ olarak lanse edildiği sancılı bir süreçte referanduma sunulmuş ve %91.37’lik evet oyuyla kabul görmüş, ardından 9 Kasım 1982 günü yürürlüğe girmiştir. Yazılış aşamasından oylama sürecine, yürürlüğe giriş şeklinden geçirdiği tadilatlara kadar her konuda eleştiri oklarının hedefi olan mevcut 1982 anayasası, kabul gördüğü günden bu yana 22 kez büyük değişikliğe uğramış, 114 maddesi değiştirilmiştir. Yamalı bohçayı andıran haliyle değişmesi yıllardır gündemden düşmeyen mevcut anayasanın yerine yenisin yazılması Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın talebi üzerine Prof. Dr. Ergun Özbudun’un oluşturduğu bir komisyon tarafından anayasa önerisi ile gündeme gelmiştir. Yıllardır süre gelen tartışmalarda iktidar partisinin sayısal üstünlük kozunu elinde bulundurması sebebiyle pek de sağlıklı yürümeyen bir

Dünyanın çeşitli bölgelerinde, milletlerin sosyolojik, kültürel, siyasal ve ahlaki yapılarına uygun olarak düzenlenmiş çeşitli anayasalar mevcuttur. Bu anayasaların hükümleri kimi ülkelerde (Örneğin İngiltere’de ki gibi) yazılı belgelere dökülmeden sadece geleneksel ve ‘’teamüli’’ olarak işlerken, kimi ülkelerde de (Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde olduğu gibi) yazılı olmak kaydıyla ‘’şekli’’ olarak işler. En büyük kanun yapıcıların yetiştiği bu toprakların çağdaş manada ‘’anayasa’’ ile tanışması miladi 1876 senesinin 23 Aralık gününe tekabül eder. Kanun-i Esasî ile başlayan Türklerin anayasa serüveni 1924 yılında 27


GENCAY süreç işlese de gerek milletin talebi gerekse de mevcut yasaların insanların ihtiyaçlarını karşılayamıyor olması mevcut anayasanın yeniden yazılmasını kaçınılmaz kılmaktadır.

Başbakanın meşhur deyimiyle ‘’velev ki’’ AKP yeni anayasa hazırlanırken masaya oturma noktasında bu toplumsal mutabakatı en üst seviyede yakaladı. Bu noktadan sonra anayasanın yazılma aşılmasında karşılaşacağımız sorunların farkında mısınız?

Peki, yeni bir anayasa nasıl yazılır? Yeni yazılacak olan anayasadan beklentilerimiz nelerdir?

Anayasa yazılmaya başlanırken devletin şekli, cumhuriyetin nitelikleri, devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı ve milli marşının belirlendiği ilk üç madde ve bu maddelerinin değiştirilmeyeceğine dair hüküm beyan eden dördüncü maddeden başlanacaktır. Bu hususları biraz irdeleyecek olursak mevcut yönetimin; başkanlık sistemi sinyali verip de cumhuriyetin niteliklerini korumasını, Osmanlı zamanında dış yazışmaların Fransızca yapıldığı örneğini verip üstüne okullarda Kürtçe’yi seçmeli ders olarak okutup da resmi dili korumasını, ülkeyi her fırsatta otuz altı etnik unsura parselleyip de devletin bütünlüğünü korumasını beklemek fazlasıyla romantik bir yaklaşım gibi geliyor. MİT müsteşarını bir gece yarısı yasa değişikliğiyle temize çıkaran zihniyet aynı yöntemle bir gece yarısı operasyonuyla ilk üç maddenin korunmasını sağlayan dördüncü maddeyi değiştirirse şahsım adına sürpriz olmayacaktır. Bu yazdıklarımı farazi hesaplar olarak yorumlayanlar bile anayasanın mevcut irade tarafından değiştirilmesinin en hafif bedelinin anayasadan ‘’Türk’’ kavramının çıkarılıp yerine ‘’Türkiyelilik’’ gibi ucube bir terimin türetilmesi olacağının farkındadır ne yazık ki.

Anayasa, tanımında da belirttiğimiz gibi bir millete mensup bireylerin hak ve hürriyetlerini güvence altına alan, bu hak ve hürriyetleri belli sınırlar dâhilinde kısıtlayan kurallar topluluğudur. Buradan da anlaşılacağı üzere bir toplumun siyasi, kültürel, sosyal ve ahlaki düzenini kuracak; bireylerin eğitimlerinden sağlık hizmetlerine, dini yaşantılarından ekonomik özgürlüklerine kadar bütün temel hak ve özgürlüklerini biçimlendirecek kurallar, toplumun mümkün olacak en yoğun katılımı ve en yüksek düzeyde mutabakatıyla belirlenmelidir. Sözün özü; yeni bir anayasa hazırlamanın ilk şartı toplumsal mutabakatı sağlamaktır. Peki, AKP bunu başarabilir mi? Yönetimdeki AKP iktidarının herkesin malumu olan; kendinden olmayanı hor görme, bî taraf olanı bertaraf etme ve kendi istediklerini toplumun tamamına dayatma meraklarından dolayı bu mutabakatı sağlayamayacağı aşikârdır. Bu ilk şartı sağlayamayacağından dolayı gömleğin ilk düğmesinin yanlış iliklenmesi misali arkasından atılan bütün adımlar yanlış ve eksik olacaktır.

28


GENCAY Kaygılarımızın birer paronaya emaresi olarak kalması dileğiyle korkularımızı bir köşeye bırakıp yeni anayasadan beklentilerimizi sıralayacak olursak:

yüksek bir ehemmiyetle değinmesi çok yerinde olacaktır. 5. Mevcut iktidar her ne kadar her okuyanı iş güç sahibi yapmak zorunda olmadığını her fırsatta ilan etse de, üniversitede okuyan öğrencilerin istismarını önlemek babında maddi durumu yetersiz öğrencilere maddi desteğin arttırılmasından, mezuniyet sonrası istihdamın sağlanmasına kadar uzanan üniversite öğrencilerinin sorunlarına ciddiyetle eğilmelidir.

1. Mevcut 1982 anayasasının 42. Maddesinde belirtilen “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez…” hükmü olduğu gibi korunmalı, bölücü terörü cesaretlendirici ve etnik ayrışmayı körükleyici gerek ana dilde eğitim gerekse de seçmeli derslerin öğretim programına entegre edilmesi çalışmalarından vazgeçilmelidir.

Terörist yapılanmaların üniversite koridorlarında kol gezdiği buna mukabil Türk Bayrağı’nı indirildiği yerden kaldıranların okuldan ihraç edildiği bir düzende, yüksek öğretim kurumları kanununda yapılacak değişikliklerle milliyetçiliğin bir suç olarak yargılanmasına son verilmelidir.

2. Anayasa da Türkiye Cumhuriyetinin bir ulus devlet olduğunun altı kalın çizgilerle çizilmeli, egemenliğin gelecekte hiçbir fitne ve tefrikaya yol açmayacak şekilde Türk Milleti’ne ait olduğu anayasal olarak güvence altına alınmalıdır.

6. Zinayı serbest hale getirip başı sıkıştığı noktada ‘’gidin ulemaya’’ sorun diyen mevcut iktidar, bir an önce alacağı tedbirlerle ülkemizde kol gezen uyuşturucu, zina, alkoliklik ve sigara gibi konularda caydırıcılığını ortaya koyup anayasal olarak toplum sağlık ve ahlakını korumaya yönelik yaptırımları uygulamalıdır.

3. Mevcut yasaların işçilerin çalışma şartlarının ve sağlıklarının keyfiyet ve kemiyeti noktasında yetersiz kaldığı aşikârdır. Ülkemiz, %90’ı çok basit önlemlerle önlenebilecek işçi ölümleri noktasında dünyada üçüncü sıradadır. Bu konuda yeni hazırlanacak anayasada mutlaka ciddi önlemler alınmalıdır. İşçilere anayasal hakları olan grev hakkını dahi çok gören AKP hükümetinin bu konu üzerinde hassasiyetle durması gerekmektedir.

7. Kaldırılması defalarca gündeme gelen mecburi askerlik kanunu korunmalı, terör örgütünün ana geçim kaynaklarından olan ve devletin zaman zaman göz yumduğu sınır kaçakçılığı ağır ceza gerektiren suçlar sınıfına alınmalıdır.

4. Çocuklarla ilgili en uç hedefi her mitingde yüz tane oyuncak araba dağıtmak olan hükümetimizin, yeni anayasa yazım aşamasında çocuk işçiler ve her türlü çocuk istismarı konularına da

8. Son zamanların popüler haberlerinden olan ve artık toplumsal olarak duyarsızlaştığımız hekime şiddet, öğretmene şiddet, polise şiddet gibi millet 29


GENCAY varlığının güvencesi olan mesleklere yönelik saldırılara anayasal olarak caydırıcı nitelikte cezalar uygulanmalı, kişilerin mesleklerini icra ederken güvenliğinin devlet tarafından sağlanması hakkı anayasal olarak güvence altına alınmalıdır.

mevsiminden kış mevsimine kömür dağıtmak yerine istihdam ve nitelikli eleman yetiştirme noktasında ciddi adımlar atmalı ve sözde kişi başı yıllık gelirimiz olan $15137 ‘ın, ayda 800 lira ile dört kişilik aile geçindiren vatandaşlarımızın da eline geçmesi için gerekli anayasal düzenlemeleri yapmalıdır.

9. Ülkemizin en verimli şirketlerini yok pahasına özeleştirerek milli egemenliğimizi ve ekonomik bekamızı temelinden sarsan mevcut hükümet, en azından bundan sonraki süreçte özelleştirmeleri kısıtlayan bir yasal düzenleme yapmalı, hiç olmazsa kendilerinin çıkardığı ve yabancılara yüksek miktarda toprak satışına müsaade veren yasayı yeni hazırlayacakları anayasadan mutlaka çıkarmalıdırlar.

Genç bir Türk Milliyetçisi olarak; Turgut Özal’ın ‘’bir kere delmekle bir şey olmaz’’ diyebileceği kadar ciddiyetten uzak, demokrasi ve toplumsal uzlaşıdan ziyade darbe döneminin kirli hesaplarını yansıtan, yapılan değişiklikler ve tadilatlarla adeta delik deşik olan 1982 anayasasının değişmesini gönülden destekliyorum ancak mevcut iktidarın kirli demokrasi geçmişi ve milletimizin bağımsızlığı ile bağdaşmayan şaibeli fikirlerinden dolayı ‘’gelen gideni aratır’’ hesabı, değerlerimiz ile bağdaşmayan devşirme bir anayasa ile karşılaşma korkusuyla şimdilik yeni anayasaya temkinli yaklaşmak zorunda kalıyorum.

10. Çeşitli teşviklerle zengin kesimin kârına kâr katıp, vergi borçlarına getirdiği zamlarla orta direk diye tabir ettiğimiz dar kesimli vatandaşlarımızı yoksulluk seviyesinin altına iten mevcut zihniyet, bir an önce adil ekonomik düzeni sağlamalı; ülkenin yoksulluk ve işsizlik sorunuyla yüzleşmelidir. Üniversite kontenjanlarını on yılda yaklaşık iki katına çıkarıp genç nesli üniversiteli yaparak işsizlik oranını düşük gösteren iktidar, insanlara kış

Ne demiş atalarımız? Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmayalım… Selametle.

30


GENCAY

31


GENCAY

BİLGİ TOPLUMUNDA EKONOMİK ALGI Mehmet UÇAK Ekonomik algı, insanoğlunun doğuşuna kadar uzanan uzunca bir süreçte evrime uğramıştır. Bilimsel bir disiplin oluşunu ise insanoğluna borçludur. Bu disiplin, toplumun yaşadığı üç önemli evrimle farklı boyutlar kazanmış ve bilimsel bir uzmanlık sahası haline gelmiştir. Öyle ki devletlerin ekonomik algılarında ekonomistlerden faydalanması da bir disiplin oluşunun ispatıdır.

köprü görevi kurup bir geçiş evresi olduğu için bu tasniflemede kendine has biricikliğe sahiptir. Sanayi toplumunun miladı olarak sanayi devrimi gösterilse de bu gösterim yüzeysel bir gösterişten öte gidememektir. Sanayi toplumu, sanayi devrimi ile başlamıştır denilerek kestirip atılacak kadar kolay bir mevzu değildir. Birçok otorite şimdi üstünde duracağımız konuyu henüz yeni yeni kabullenmeye başlasa da bu kabullenme tercihen olmaktan çıkıp zaruretten kabul görme durumunu almaya başlamıştır. Öyleki James Watt’ın buharlı makineleri bir çağın açılmasına sebep olsa da o çağ tek başına bir bütün değildi. O bütünü tamamlayan başka bir parça daha vardı. O parçanın kendini kabullendirişi epeyce uzun bir vakit alsa da sonunda hedefine ulaşmıştı. İşte o parça otomasyon süreciydi. 1. Sanayi devriminde Makineİnsan entegrasyonu sağlanıp toplum sınıf atlasa da bu sınıf otomasyon süreciyle gelişimini tamamlamış oldu. Otomasyon, 2. Sanayi devrimi olarak nitelendirilip Makine Bilişim Sistemleri entegrasyonunun tabii sonucu olarak karşımıza çıkmıştı. Artık insan gücüne olan talep azalmış ve insanların yerini bilişim sistemleri almaya başlamıştır. Pek tabiidir ki bu durum insanoğlunu bütünüyle memnun etmemiş ve kapitalist zihniyete sahip işverenler durumdan memnun olurken iş talep edenler durumdan rahatsız olmuştur. Nitekim bu rahatsız oluş, duruma etki etmemiş ve 2. Sanayi devrimi tüm ihtişamıyla varlığını

İnsanlık âlemini temelde üç farklı tabanda incelemek, üç farklı tasnife tâbi tutmak bir tercih meselesinden ziyade zaruri bir iştir. Üç farklı taban ise “Tarım Toplumu“, “ Sanayi Toplumu” ve “ Bilgi Toplumu” dur. Tarım toplumu, adından da anlaşılacağı üzere tarım temelli bir toplum olup insanoğlunun ekonomik algısında biricik olan algıdır. Nitekim günümüzde dahi “Tarım Toplumu” sıfatını kullanan milletlerin oluşu biricikliğin ispatını destekler niteliktedir. İşte ilk ekonomik algılar bu toplumda şekillenmeye başlamıştır. Daha sonra James Watt’ın İngiltere’ de buharlı makineyi icat etmesiyle birlikte üretim tekelleşme sürecinin sonuna gelmiş ve artık kitle ve yığın üretim başlamıştır. İmalâthane üretim sisteminden ileri üretim sistemlerine kadar ulaşan bu dönemde tüketicinin tercihleri, tutumları, zevkleri ve bekleyişleri de değişmiştir. Devreye esnek üretim sistemi, yalın üretim sistemi gibi farklı sistemler girmiş ve ekonomik algı tamamen evrime uğramıştır. Ayrıca “Sanayi Toplumu” her iki toplum arasında 32


GENCAY sürdürmeye devam etmiştir. Bu süreçte de ekonomik algıların bilinç düzeyi yükselmiş, tüketici ve üretici piyasada buluşmuş, homoeconomicus terimi tam anlamıyla oturmaya başlamıştır. Nitekim şuan insanoğlu gelişmelerin öncülüğünde farklı bir boyuta geçmiş ve “ Bilgi Toplumu” sıfatını almaya hak kazanmıştır.

entelektüel merak konusu değildir. Bu bir ölüm kalım meselesidir.” Her alanda algıların değişmesinin ekonomik algılarında değişmesine sebep olacağını ve böyle de olduğunu belirtmiştik. Günümüzde tüketici profili artık gelişmeye yönelmiştir. Pazarlık gücü yüksek, ne istediğini bilen, marjinal fikirlerle donanmış ve en önemlisi reel piyasa koşullarına odaklı düşünme yetisini kazanmış tüketici profili üreticileri epeyce büyük bir sıkıntının içine sürüklemiştir. Öyle ki bilginin anavatansızlaşması ve bilişim teknolojilerinin her saniyede gelişim göstermesi tüketicilerin bekleyişlerini, zevklerini, isteklerini ve düşüncelerini anlık evrime uğratmaktadır. Şöyle bir örnek verecek olursak yirmili yaşlardaki bir genç metropol bir kentte yetiştiyse daha çocukluk yaşlarında bilişim teknolojileriyle haşır neşir olmaya başlamıştır. Oysa henüz on sene önceki bilişim teknolojileri ile şimdiki bilişim teknolojilerini karşılaştırdığımız zaman aradaki gelişimin farkı apaçık ortaya çıkacaktır. Hâsılı kelam, çocukluk yaşlarında dahi teknolojiyi etkin ve verimli kullanmaya başlayan bireyin isteklerinin ucu bucağı yoktur. Onu doyurabilmek, isteklerine cevap vermek, bekleyişlerini önceden kestirebilmek oldukça zor bir mevzudur. Çünkü bilgi toplumunda birey artık ne istediğini bilmektedir. 1930 yılına kadar geçen süreçteki ne üretirsem satarım mantığının geçerliliği tamamen kaybolmuş ve yerine tüketici isteklerine yönelik üretim anlayışı kendine yer bulmuştur.

Tarım toplumu, sanayi toplumu, 1. Devrim, 2.Devrim derken hızla değişen dünya koşullarında kendimizi bilgi çağının içinde buluverdik. Bilginin gerektirdiği gibi düşünmeyi, analitik analizler yapabilmeyi ve birçok bilimsel araştırmaları dikkate almayı tercih meselesinden çok zorunluluk olarak görmeye başladık. Klasik ortaçağ yobazlığına karşın sorgulamayı, eleştirmeyi yani amiyane tabirle bir işin arkasını aramayı kendimize düstur edindik. Tüm bu önde giden göstergelerin pozitif ivme kazanması ve insanın bilinçlenmesi sayesinde insanlık âlemi “Bilgi Toplumu” yakıştırmasını almaya hak kazandı. Toplumun bilgiyle tamamen entegrasyon edilmiş bu boyutunda her alanda değişikliklerde yaşanmıştır. Siyasetten sağlığa, eğitimden gelişime kadar her alanda köklü değişiklikler yaşanmıştır. Bu değişimden ekonomide nasibini almış ve günümüz ekonomik algılar dağarcığı da genişlemiştir. Öyleki bu değişimlere kayıtsız kalamayan Alvın Toffler “Bilgi Toplumu” eserinde şu cümlelere yer vererek durumun özetini yansıtmıştır: “ Patlayıcı değişikliklerin yaşandığı bir çağda özel yaşamlar dağılırken, mevcut sosyal düzen sarsılırken ve ufukta yeni ve fantastik yaşam tarzı belirirken – geleceğimizle ilgili en büyük soruları sormak, sadece bir

33


GENCAY Tüketici profilinin değişmesi aynı zamanda üretici profilinin de değişmesine zemin hazırlamıştır. Ne istediğini bilen tüketici karşısında üreticilerde gardını sıkı tutmuş ve tüketici isteklerine cevap vermek için çalışmalarına hız vermiştir. General Hayzen’ in de dediği gibi “Değişmeyen tek şey değişimdir.” teorisini işletmelerinde işleyen işverenler değişen koşullara mecburen ayak uydurma sürecine girmiştir. Global çapta düşünen ve evrensel nitelikte mamül ve hizmet üretimine giren üreticiler günümüz bilgi toplumunda ayakta kalabilen yegâne işletmecilerdir. Onlar, çağın gerektirdiği ölçüde bilgi toplumunun istediğini vermeye çalışmaktadırlar.

tekniklerinin üretimin içine girmesi, teknolojinin hızla gelişmesi ve bilginin öz vatanını kaybetmesi gibi sebepler hem üreticileri hem de üreticilerin bağlı oldukları ekolleri tamamen çürütmüştür. Çürüyen ekollerin yerini daha dinamik, daha küresel ve daha spesifik ekoller almaya başlamıştır. Görüldüğü üzere bilgi toplumunda ekonomik algıların seyri tamamen değişmiştir. Üretimin kimin için nasıl olacağından tutun da hangi kuramların kullanıldığına kadar birçok meselede algılar değişime uğramıştır. Tüketicilerin zevk, bekleyiş, tutum ve görüşleri üreticilerin tutumları baştan aşağı yenileşme hareketinin içinde farklı boyutlara bürünmüştür. Adam Smith gibi, John Maynard Keynes gibi ve daha nice iktisat/ ekonomi ilmine katkı sağlamış üstatların yaşadıkları dönemlerdeki iktisadi fikir sistemleri günümüzde farklı boyutlarda incelenmeye başlanmış ve ekonominin seyri, toplumsal ekonomik algı, ekonomiye karşı bakış açıları daha küresel düzeye ulaşmış ve bilginin anavatansızlığından yararlanılarak ekonomi başlı başına her an değişime/gelişime açık bir disiplin halini almıştır.

Sonuç Olarak… Bilgi toplumunda ne Adam Smith ekolü ne de Keynes ekolü ne de diğer ekonomik teorisyenlerin görüşleri tam olarak benimsenmemektedir. Teorisyenlerin yanı sıra kapitalizm, emperyalizm, liberalizm gibi akımlarda tek başlarına geçerli değillerdir. Çağımızda artık teorilerin, akımların, düşüncelerin iç içe girdiği bir ekonomik dünyanın ayak sesleri duyulmaktadır. Monopollükten ziyade oligopollük ön plana çıkarılmıştır. Bilgi toplumunda otomasyon sürecinin hız kazanması, bilgisayarlı üretim

34


GENCAY

KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU çalışıp öğrenmenin yolunu ve yöntemini bilmemezlik, diğer taraftan da manevi destekten mahrumluktur. Eminim ki, bu boşluğu ve mahrumluğu bugün her genç duyuyor ve acısını çekiyor. Bunu bizler de duyduk ve çektik. Çünkü bizler de öğrenci olduk ve fikri hayatın çıraklığını yaptık. Gönül ister ki, okullarımız, ilkinden yükseköğrenimin sonuna kadar, derece derece gençlere öğrenme ve yetişme ve yetişme yolunda güvenle yürümenin yöntemini öğretsin; çalışıp başarılı olmanın sırrını göstersin. Okul bilgisi üreten bir fabrika halinde çalışmasın ve gençlerin yalnız zekâları üzerinde kalmasın, iradeleri üzerinde de dursun ve onların ruhsal terbiyelerini yapsın. Çünkü insanın kıymet ve kuvvet bilgisinin genişliğinde olmaktan çok, benliğine sahip ve iradesine hâkim olabilmesinde; iyi huylarında ve ruhsal terbiyesindedir. İrade ve ruh terbiyesi ise, ayrı bir iştir. Bu, ders ve kitap okuyup ezberlemekle elde edilmez. Bununla beraber, herkes biliyor ki, haddini aşan sınıf mevcudu ile dolup taşan okullarımızın hiç üzerinde durmadığı işlerden biri budur.

Bu kitap 1960 yılında Ord. Prof. Ali Fuad BAŞGİL tarafından yazılmıştır. Nasıl çalışmaları gerektiğini ve öğrenmenin yönteminin ne olduğunu, tecrübesiz çıraklar kendileri düşünüp keşfetmeye ve muhtaç oldukları manevi desteği kendilerinde arayıp bulmaya mecburdurlar. Bulamazlarsa yanar giderler. Bu yüzden yitirilen gençlerin sayısını Allah bilir. Gençlerimizin birçoğunun usanıp bezmesinin, cesaretinin kırılıp ruhsal perişanlığa düşmesinin sebeplerinden biri ve belki başlıcası budur. Yani bir taraftan

*** Gerçek şu ki başarılı olmak, mutlu olmak demek değildir. İnsan başarılı olur, toplum içinde özlediği yerin daha üstününü bile alır da, mutlu olmayabilir. Servetin, güç ve şöhretin son noktasına varmış nice insan vardır ki, içi daima mutluluk dünyasının hasretiyle yanıp tutuşur. Gösterişli apartmanlarda, göz kamaştırıcı bir konfor ve lüks içinde yaşayan insanlar görürsün ki, 35


GENCAY bunların hepsini bir günlük mutlulukla değiştirmeye hazırdırlar. Çünkü mutluluk tamamıyla gönül işidir. Ve içimizdedir. Onu kendi içimizden başka bir yerde sanıp aramak ve mutluluğu sırf servet, güç ve şöhrette görmek çölde serabı su zannetmektir.

organik farklılıkları ile kendi başına bir dünya ve bir biyolojik tip oluşturur. İnsanlar birbirinden yalnız bedensel yapıları, yüzleri ve mizaçları bakımından değil; aynı zamanda ve özellikle manevî, ruhsal oluşum ve tepkileri bakımından da ayrılır. Hem bu bakımdan olan ayrılış daha ince, daha derin ve köklüdür. Aynı görüş ve duyuşta, aynı olay karşısında, aynı üzüntüyü duyup tepki gösteren iki kişi görülmez. Her insan, kendine has manevî yapısı ve ruhsal özellikleriyle bir başka dünya ve bir psikolojik benlik yahut “şahsiyet” oluşturur. Ve kişinin bu manevî yapısı ile ruhsal özellikleri onda belirli bir duyuş ve hareket ediş tarzı yaratır ki buna da “karakter, huy, tıynet, seciye” denir.

İnsan zekâsı ve bilgisiyle değil, ancak iradesi ile insandır. Zekâ ve bilgi az çok hayvanda da vardır. Fakat özellikle, ahlâki anlamda irade canlı organizmalar zincirinin son halkasını oluşturan insana has bir güç ve ayrıcalıktır. İrade; yalnız insanı hayvandan değil, hem de insanları birbirinden ayıran ve aralarında üstünlük ve aşağılık farkları yaratan tek ruhsal kuvvettir. Etrafına bak, gördüğün üstün insanlar bunu hep iradelerinin kuvvetine borçludurlar. Tarihte şerefli yer almış ve ün kazanmış şahsiyetlerin hepsi bunu irade silahı ile elde etmişlerdir. Bu bir kuraldır ve istinası yoktur. Basit zekâlı, az bilgili, hatta bilgisiz insanlardan başarılı olanlar çok görülür. Fakat zayıf iradeli insanlardan başarılı olmuş ve yükselmiş tek bir örnek gösterilemez. Çünkü başarılı olmak ve yükselmek sırf gayretin meyvesidir; gayret ise iradenin ifadesidir.

Karakterli “seciyeli” insan, hayvanî içgüdü ve eğilimlerin tutsaklığından kurtulup bu kuvvetleri hayat için birer hizmetkâr haline koymuş olan insandır. Karaktersiz “seciyesiz” insan da, hayvanî içgüdü ve isteklerin egemenliği altında kalmış olan insandır. Dikkat edelim ki bu anlamıyla karakter yahut seciye, terbiye ve ahlâkın en yüksek gayesini ve ideal hedefini oluşturur. Doğrusu terbiye ve ahlâkın gayesi, en kısa bir ifade ile karakterli ve sağlam seciyeli insan yaratmaktır.

*** Yeryüzünü şenlendiren milyonlarca insandan birbirinin tam benzeri iki kişiye rastlayamazsın. Doktorlar bile organik özellikleri ve tepkileri, birbirinin aynı iki hasta bulamıyor. Yaratıcı kudret yüz binlerce yıldan beri gelip geçmiş ve gelecek olan insanlardan her birini bir başka tipte yaratmış ve sınırsız modelde insanoğlu yaratmıştır. Şurasına dikkat edelim ki, her insan, kendisine has olan, bedensel yapısı ve

Son zamanlarda bazı sosyologlar milletlerin de kişiler gibi belirli karakterleri olduğuna ve bunların ilim ve medeniyetle asla değişmediğine inanmaktadırlar. *** İyisi ve kötüsü ile birlikte, bütün huylarımız doğuştan değil, kazanılmıştır. İnsan her türlü düşünce, his ve huydan soyut fakat her çeşit huy edinmeye müsait olarak doğar. Düşünce ve duygularımız gibi, huylarımızı 36


GENCAY da hep çevremizden ve görüp öğrendiklerimizden alırız. İnsan belirli bir çevre, iklim ve şartlar içinde doğar ve yaşar. Bu şartlar uyarınca aldığı terbiyeye göre de ruhsal yapısını kazanır. Fakat bu yapı bir defaya mahsus olarak oluşmuş ve zaman, mekân içinde hiç değişmeksizin kaya gibi duran bir şey değildir. Aksine, değişmesi ve değiştirilmesi daima mümkündür. Çünkü insan normal olmak şartıyla, serbest bir iradeye sahip ve bu güçle kendini yönlendirebilir ve idare edebilir. Aslında, terbiye ve ahlâk gibi disiplinlerin en eski zamanlardan beri var olması da bunların huylar üzerinde etkili olduğuna inanıldığının ve kötü huyların iyi bir terbiye ile değiştirilebileceğinin kabul edildiğinin bir delilidir. Eğer terbiye ve ahlâkın huylar üzerinde hiçbir etkisi olmasaydı, binlerce seneden beri bütün insanlık bu disiplinlere sarılıp inanmazdı. Terbiye ve ahlâkın öteden beri var olmasına rağmen, insanlardan bir kısmının hâlâ kötü huylu olması, bu disiplinlerin huylar üzerinde yeteri kadar etkili olmadığını değil, etkili olacak şekil ve şartlar altında gerektiği gibi uygulanmadığını ve huyların ruhsal mekanizmasının henüz tam anlamıyla bilinmediğini gösterir.

serbestliğine ve ilmin terbiye ve ahlâkın ruh üzerindeki verimli etkilerine inandığı halde, cebriyeciler miskince bir kaderciliğe saplanarak insanları ilâhi irade ve kudretin elinde bir kukla görmüşlerdir. Bunlara göre her insanın hayatının nasıl başlayıp biteceği, herkesin hayatta neler görüp geçireceği, ilâhi irade tarafından “Âlemi Ervah (ruhlar âlemi)”da önceden belirlenmiş ve “Levhi Mahfuz (kader levhası)”da yazılmıştır. Herkes dünyaya ezelde yazılmış bir kaza ve kader levhasıyla ve bir “alın yazısı” ile gelir. Ve herkesin kaderi alnının yazısına bağlıdır. Kimse bunun dışına çıkamaz ve hiçbir kuvvet bu yazıyı değiştiremez. Olacak ne ise olur; çıkacak göz, çıkar. Akacak kan damarda durmaz. Kötü huylu bir insan, öyle doğar ve öyle ölür. Bu onun alın yazısıdır. Alın yazısının ve kader levhasının amansız hükmüne kimse karşı gelemez. Ne yapsan çaresizdir. Ve çare aramanın çalışıp çabalamanın sonucu da boşuna yorulmaktır. Cebriyeciliğin savunulması mümkün değildir. İlmi bir “determinizm (belirlenimcilik)”e dayandırmaktan çok, tembelliğin, miskinlik ve sefaletin bir savunmasından ibaret olan bu görüş üzerinde burada uzun boylu durmaya gerek görmüyorum. Yanlışlığı ortada olan ve bugün hiçbir bakımdan savunulması mümkün olmayan bu anlayışın ciddi bir eleştiriye değer tarafı bile yoktur. Yalnız şu noktaya işaret edelim ki, bu görüş ve bu zalim felsefe İslâmiyet’in gerçek felsefesi değildir. İslâm dini “Ehli sünnet”in kabul ettiği gibi, irade serbestliğine dayanan, terbiye ve ahlâkın insan huylarına ve

*** Terbiye konusunda kadercilik ve kaderciler: Eklemek gerekir ki bu konu dinlerin felsefesinde de önemli bir yer tutmuş ve özellikle, İslâm dünyası düşünürlerini birbirine düşürmüştür. Abbasi halifeler devrinin ilk asrında bu konu etrafında kopan büyük tartışmalar sonucunda “cebriyeciler” diye bir “eyvallahçılar” topluluğu ve “cebriye” diye de gayet kaderci bir mezhep üremiştir. “Ehli sünnet” irade 37


GENCAY işlerine etkin olduğunu ilân eden ve aşılayan yüksek bir dindir.

yükseltir, iyiliği ve adaleti, hiçbir çıkar düşüncesine saplanmadan sevdirir.

***

***

Gerçekten bugün yüksek medeniyetli batı ülkelerinde de iş böyledir. Bu memleketler özellikle millî dil, yani yaşayan ve bizzat konuşulup yazılan dil konusunda gayet hassas ve titizdir. Bir genç okulda, her şeyden önce memleketinin dilini mükemmel bir şekilde öğrenir. Bu bakımdan bizim okullarımızın geriliğini seven bir insan için, üzülmemek elde değildir.

Çalışmayı sevebilmenin birçok şartları vardır. Bunlardan biri ve bence, başta geleni, insanın işini ve mesleğini kendi ruhsal ve fiziksel kuvvetine, yetenek ve eğilimlerine göre seçmesidir. Genç arkadaşım! Sana senden yakın kimse yoktur. Kendini kendin bil ve tanı; işini ve mesleğini kendine göre seç. Ta ki o iş üzerinde severek çalışabilesin. İnsanın sevmediği ve içinin almadığı bir iş ve meslekte, şu veya bu sebeple çalışmaya mecbur olması kadar üzüntülü bir hayat düşünemem. Böyle bir insan, işinin sahibi değil; esiri olarak çalışmaya ve yaşamaya mahkûm demektir. Çalışmanın bu türlüsü ise, tıpkı esir çalışması gibi, hem kişi ve hem toplum için gerçek fayda ve verimden yoksundur. Ne mutlu o insana ki, serbestçe seçtiği meslekte severek çalışır. Severek çalışan yorulup yıpranmaz. Ne ceza ve ne ödül kamçısı beklemez. Başkasının işini, mesleğini ve başarısını kıskanıp içini yemez. Her gün işinde biraz daha ilerler. İlerledikçe de işine sevgisi artar ve daha çok çalışır. Bundan da hem kendisi, hem toplum ve hem de insanlık için iyilik ve mutluluk doğar.

*** Alışkanlıklar konusunda ailenin ve özellikle okulun görevi ve sorumluluğu akla sığmaz derecede büyüktür. Aile ile okul, el ele vererek, alışkanlıklar üzerinde özellikle durmaya ve bir taraftan, çocuklara, henüz çok müsait bir çağda iken, iyi ve temiz alışkanlıklar ve huylar kazandırmaya, diğer taraftan da onları kötü alışkanlık ve huylara karşı korumaya mecburdur. Unutmamalıdır ki, terbiyenin bir rolü düşmüşü kurtarmak ise, diğer bir rolü de henüz düşmemişi korumaktır. Bu bakımdan da okullarımızın ne yazık ki ne kadar geri ve zavallı bir durumda olduğunu söylemek bir görevdir. *** Özellikle, dini terbiyenin ve Allah sevgisinin huy ve ahlâk üzerindeki paha biçilmez etkisine, tecrübe ve gözlemlerim arttıkça daha kuvvetle inanıyorum. Allah duygusundan ve sevgisinden uzak bir terbiye yalnız fayda ve çıkar düşüncesine dayanır. Fakat din terbiyesi gönüllü, karşılıksız ve yücedir. Bu terbiye insanı

Biliyorum, bugün herkesin beğendiği işi ve mesleği tutması kolay değil. Çok azımız gönlümüzün çektiği işte çalışmak mutluluğuna erişebiliyoruz. Çünkü toplumumuzda henüz rasyonel bir iş ve çalışma teşkilatı yoktur. İşler rasyonel bir temele, kuvvet ve yeteneklere göre değil; tesadüfe ve çok kere hayat zorunluluklarına göre dağılmaktadır. Bu sebepten bugün 38


GENCAY işini seçmek ve mesleğinde severek çalışmak pek az şanslıya nasip olan nimetlerdendir. Çoklarımız ya aile, eş dost ve arkadaş baskısı ve etkisiyle yahut daha kötüsü, sırf tesadüflerin ve hayati ihtiyaçların yönlendirmesiyle meslek tutuyoruz. İleride ya bezgin bir ruh ile işimize devam ediyoruz yahut da meslek değiştiriyoruz. Gerçi gençlikte tutulan meslek ömürlük değildir. İleride meslek değiştirerek, hayata yeni bir yön vererek ilk hatayı düzeltmek mümkündür. Fakat geçen zaman geçmiş, gençliğin mesleki formasyon çağı elden çıkmıştır.

tecrübesizliği ve enerjisi buna engel oluyor. Bu konuda okul, gençlerin yardımına koşabilir ve koşması gerekir. Okullarda, bilinen psikolojik yöntemlerle, çocukların zekâ ve yetenek yoklamaları yapılıp belirlenir. Ve bu sayede, meselâ, liseyi bitiren bir gence hayatta tutunabileceği iş ve meslek hakkında yol gösterilir. Bazı memleketlerde başarıyla uygulanan bu yöntemlerin bizde de uygulanmasını beklerken, okuyucum, sana tavsiyem şu olsun: Meslek tutmak için, her şeyden önce, fiziksel ve zihinsel kuvvet ve yeteneklerini ölç. Göreneklere, arkadaş baskı ve etkilerine kapılmadan kendi eğilimlerini iyice yokla. Ve içinin sesine kulak ver. Hoşlanmadığın bir mesleğe girme ve şüphe etme ki iş ve mesleklerin hepsi iyidir. Yeter ki, sen tuttuğun mesleğin adamı ol. Fakat mesleğinin adamı olman için onu sevmen ve severek çalışman gerekir. Çünkü tekrar edeyim ki, başarılı olmanın sırrı, işinde severek çalışmaktır. İnsan kendi seçmediği ve gönlünün çekmediği bir iş ve mesleği, zamanla sever görünürse de tamamıyla sevemez. Gönlü daima sevdiği meslekte kalır.

Fransa’da bir aralık gezgin opera topluluklarından birinde çalışan bir artist ile tanıştım. Bana kendisini hukuk doktoru diye tanıttı. Hayret ettim. Açıkladı: “Babam Toulouse’de noterdi. Beni kendi mesleğinde yetiştirmek istedi. Liseden sonra, baba emriyle hukuka girdim. Lisans ve doktora yaptım. Reşit olup da baba otoritesinden kurtulunca, ilk çocukluğumdan beri sevdiğim tek meslek olan tiyatro hayatına atıldım. İsteğim birinci sınıf artist olmaktı. Ne yazık! Geç kaldım. Birinci değil, üçüncü sınıf bile olamadım”, dedi ve acı acı içini çekti.

Şunu da ekleyelim ki, bir zamandan beri üniversite fakültelerine ve yüksekokullara öğrenci alışta resmi makamlarca tutulan sakat bir kontenjan yöntemi gençlerin beğendikleri mesleği tutmalarına ayrıca engel olmaktadır. Düşününüz ki, eczacı bir babanın eczanede büyüyen oğlu, hazırlandığı ve gelecek beklediği eczacılık mesleğine giremiyor da, buna edebiyat fakültesinin yolunu gösteriyorlar. Yalnız, kişisel yetenekler adına değil, memleket hesabına da körlük bu kadar olur.

Okuyucum ben sana binbir örnekten birini verdim. Hayatta doktor görürsün ki, kırkından sonra politikacılığa koyulur. Evini yönetmekten aciz adam görürsün ki, devleti düzeltmeye kalkışır. Hep bunlar mesleki “Refoulmenet”ların ve saklı kalmış ateşin, isteklerin zavallı kurbanlarıdır. Beğendiğiniz mesleği tutmamız şu bakımdan da kolay değildir. İnsan gençliğinde kuvvet ve yeteneklerini tam olarak ölçüp tartamıyor. Gençliğin gururu, 39


GENCAY Kısacası, kuvvet ve yeteneklerine göre, tutamamak yüzünden heder olan enerji ve yetenekleri, bezginlik ve bıkkınlık içinde tükenen ömürleri düşündükçe; iş ve meslek dağılımı bakımından henüz ne kadar geri ve ilkel bir durumda olduğumuzu daha iyi anlıyorum. Üniversite profesörlerinden birini tanırım ki, bana bir gün aynen, doktorluktan tiksiniyorum; bir hasta görünce tüylerim diken diken oluyor, demişti. Kötü bir şey ve mutsuz bir hayat değil mi? Fakat bu zavallıların suçu, sırf yanlış bir hayat yolu tutmuş olmalarıdır.

gözümde bir kat daha büyüyor. Batıda yöntemli çalışma devrini açan bu filozof, insanlar arasında gerilik ve ilerilik farklarının, sanıldığı gibi akıl ve kavrayış bakımından farklı olmalarından çok yöntemli ve rasyonel çalışıp çalışmamalarından ileri geldiğini göstermiş ve Avrupa’da yepyeni bir medeniyet devri açmıştır. Aynı fikri milletlere uygularsak aynı sonuca varır ve milletler arasındaki gerilik ve ilerilik farklarının da yöntemli çalışmadan ileri geldiğini görürüz. Biz Türkler, batı milletlerinin hiçbirinden daha az zeki ve çalışkan değiliz. Aksine, gözlemlerime dayanarak söylüyorum ki, Türk insanı dünyanın en zeki, anlayışlı ve çalışkan insanlarındandır. Bununla beraber, batı milletlerinden daha geriyiz. Çünkü zekâmızı yöntemli ve rasyonel bir şekilde kullanmıyor, zaman ve kuvvet israf ediyoruz.

Okuyucum! Tekrar edeyim ki, insan için mevki, servet ve şöhret gaye değildir. Gaye olan mutluluktur. Mutluluğun şartı ise, insanın kendi içi ile uyumlu yaşamasıdır. Beni dinle! İçinle, işin ve mesleğin uyumlu olsun. Huzur ve mutluluk bundadır. Özetleyerek gidelim ve iyi anlayalım: Başarı, yöntemli ve verimli çalışmaya bağlıdır. Çalışmanın verimli olması için de, öncelikle insan işini ve mesleğini sevmeli ve severek çalışmalıdır. Bu sevgi olmadan, insanın işinde ve mesleğinde ilerlemesine ve başarılı olmasına imkân yoktur. Tesadüfleri ve istisnaları bir tarafa bırakalım. Bence kural budur. Milletimiz bu gerçeği ne güzel bir atasözü ile ifade eder. Ve “aşk olmadan meşk olmaz” der.

Öğütlerden... Bir işe başlamadan önce o işi (dersi, görevi, kitabı) en kısa bir zamanda, en kolay ve en temiz bir biçimde nasıl yapacağını, nasıl öğrenip çalışacağını iyice düşünüp hesapla. İşinde rastladığın bir güçlüğü ilk önce parçala. Her parçayı birer birer ve sıra ile yenmeye çalış. Bunun için de, meselâ bir dersi, bir kitabı en basit elemanlarına, kısmı, bölüm ve konulara ayır. Sıra ile her konuyu iyice ve eksiksizce anlayıp öğrenmeden öbür konuya geçme. Bölüm ve konular üzerinde bir kör gibi yürü. Yani attığın adımı iyice basmadan öbürünü atma.

*** Gerek özel ve gerekse resmi hayatımızda çoğumuz düşünmeden, zaman ve kuvvet kaybını hesaplamadan, işlerimizi bir sıraya ve düzene koymadan çalışıyor ve bu sebeple fiziksel ve zihinsel çalışmamızı gerektiği kadar verimlendiremiyoruz. Bu yüzden sönen zekâları ve heder olan enerjileri düşündükçe, koca filozof Descartes

Boşuna iddia ve inat etme. Hakikati ara ve sev. Hakikat sevgisi, insan için, sevgilerin en yükseğidir. 40


GENCAY

TARİHİ BİLİM ADAMLARI: HAREZMÎ Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU 780 yılında Türkistan’ın Harzem şehrinde dünyaya gelen Ebu Abdullah Muhammed bin Musa el Harezmî, yaşadığı tarihlerden yüzlerce yıl sonra var olacak olan bilgisayar bilimi ve sayısal teknolojinin temelini atmış ve rakam ile “0”, yazı ile “sıfır” rakamını bulmuştur. Temel eğitimini Horasan bölgesindeki Harzem’de alan Harezmî, ilmî konulardaki çalışma ideali için Bağdat’a gelir. Tabi o zamanlar bugünkü gibi barış getirmek(!) için insan katledilmediğinden Bağdat ileri derecede bilim atmosferinde yaşayan bir şehir idi. Bilginleri himayesi ile meşhur olan Abbasi halifesi Mem’un, Harezmî’deki yüksek ilim kabiliyetini fark edince kendisini, Eski Mısır, Mezopotamya, Grek ve Eski Hint medeniyetlerine ait eserlerle zenginleşmiş Bağdat saray kütüphanesinin idareciliğine getirdi. Daha sonra kütüphanedeki yabancı eserlerin tercümesini yapmak amacıyla kurulan ve bir tercüme akademisi olan Beyt’ül Hikme’de görevlendirdi. Harezmî, böylece ilmî çalışmaları için gereken tüm olanaklara ulaşmış oldu. Burada matematik ve astronomi ile ilgili araştırmalar yapmaya başlayan Harezmî, daha sonra Latinceye çevrilen ve ikinci dereceden bir bilinmeyenli ve iki bilinmeyenli denklem sistemlerini anlattığı ‘El-Kitab-ul Muhtasar fi’l Hesab’il cebri ve’l Mukabele’ (Cebir ve Denklem Hesabı Üzerine Özet Kitap) adlı eserini yazdı. Bu eserin en başında şöyle yazar:

Harezmî (780 - 850) (Ebu Abdullah Muhammed bin Musa el Harezmî) (Latince: Algoritma ~ El Harezmî) İlk "algoritma" fikri ona aittir; o yüzden adını taşımaktadır. Eseri Latinceye çevrilirken H ile G’yi karıştırılmıştır:

H: ‫ ﺧ‬G: ‫ﻏ‬

41


GENCAY “Rabb’imiz ve Koruyucumuz olan Allah’a hamd ve senalar olsun…”

açıklayan Harezmî, Batlamyus’un astronomik cetvellerini de düzeltti. Güneş ve ay tutulmasıyla ilgili incelemelerini topladığı ‘Zic-ül Harezmî’ adlı eserinde, astronomi için gerekli trigonometri bilgi ve cetvellerini de verdi. Harezmî, 850 tarihinde Bağdat’ta vefat etti.

Cebir Doğu ve Batının ilk müstakil cebir kitabı olma özelliği taşıyan bu eseri yazan Harezmî’nin matematik alanındaki çalışmaları cebrin temelini oluşturmuştur. Hindistan’da, sayıları ifade etmek için kullanılan harfler ya da heceler yerine basamaklı sayı sisteminin (onluk sistem) kullanıldığını saptamış ve bunun hakkında yazdığı ‘Algoritmi de numero Indorum’ adıyla Latinceye çevrilen kitabında, sembollerden oluşan bu sistem ve bulduğu “0” rakamını “Buyurun yürütün” diye 12. yüzyılda Batı dünyasına sunmuştur.

Cebir (Orijinal Metinden ve Çeviri)

Cebrin babası ünvanlı, ‘ikili sayı sistemi’ ve yine onun bulduğu “0” rakamıyla matematik tarihine geçen Harezmî, astronomi ve coğrafyaya dair de pek çok eser verdi. Yeryüzünün çapına ait hesaplarını ‘Kitab-u Suret’il Arz’ isimli kitabında topladı. Bu eserinde Nil nehrinin kaynağını da

42


GENCAY

BİR TUTAM TÜRKÇE Fatma ORAKCI Hem eğlenceli olan hem de belli miktarda birikim gerektiren kök ve köken bilgisi alanında henüz acemi olsam da yazmaktan kaçınmamak gerektiğini düşünüyorum zira her zaman belirttiğim gibi yanlışlar da doğrular da bu bilime katkı sağlayacaktır. Hatalı etimoloji denemelerini elbette bir bilim adamı düzeltecektir; doğrusunu beyan edemese bile yapılan yanlışı geçerli sebepleri ile açıklayacaktır ki bugüne kadar kat edilen yol böyle çalışmalar sayesinde aşılmıştır. Doğrular, yanlışlar varken daha da anlam kazanır.

1. Sancı ‘İç organlarda zaman zaman duyulan, azalan çoğalan ağrı’ Eski Türkçe: Sançıġ Eski Türkçe, Orta Türkçe: Sanç- ‘batırmak, saplamak, delmek, dürtmek’ Sanç-ı(ġ) Sanç-: fiil tabanı -ı: fiilden isim yapma eki 2. Yaşlı ‘Yaşı fazla ilerlemiş kimse’ Eski Türkçe: Yaşlıg, yaşlag Orta Türkçe: Yaşlıġ (Dîvân-ı Lûgâti’t Türk) Batı Türkçesinde ‘yaşlı’ ve ‘garı’ kullanılmaktadır. Morfolojik tahlilinde çeşitli varsayımlar bulunmaktadır. Acaba bitkilerde kullandığımız ‘yaş’ yani ‘genç’ ifadesi, ‘ıslak’ manasındaki ‘yaş’ tabiri ile insanlar için kullanılan ‘yaşamak, yaşlanmak, yaşlı’ deyimlerinin morfolojilerinin açıklaması nasıl yapılabilir? Aralarında bağlantı olduğunu düşünmekteyim fakat bu da şimdilik bir hipotez. Yaş-lı(ġ) Yaş: isim tabanı -lı: isimden isim yapma eki

Çeşitli üniversitelerin bazı fakültelerinde bilhassa filoloji üzerine kurulan bölümlerin ilgili derslerinde etimoloji alanına değinilse de yetersiz kalındığını düşünmekteyim. Çünkü kök ve köken bilgisi basite indirgenecek bir bilim dalı değildir bilakis ayrı bir ders olarak öğrencilere okutulmalıdır. Bazı anlatım bozuklukları kelimelerin kökünü, kökenini bilmemekten yahut yanlış bilmekten kaynaklanmaktadır. Bunu önlemenin en güzel yolu kullandığımız sözcükleri bilinçli söylemek ve yazmaktır.

3. Yazık ‘1-Acıma, üzüntü, kınama anlatır 2-Birçok kişiyi üzecek şey, günah’ Eski Türkçe: Yazuġ, yazuķ ‘Günah, hata kusur’ Orta Türkçe: Yazuk ‘Günah, suç’ *yaz-uk Yaz-: Sapmak, şaşmak Yaz-: fiil tabanı -uk: fiilden isim yapma eki

Yazıma seçtiğim birkaç kelimenin kök ve kökeni üzerine yaptığım denemelerimle devam ediyorum.

43


GENCAY 4. Küme ‘Yığın, grup’ Eski Türkçe, Orta Türkçe: Kü- ‘Saklamak, korumak’ Kü-me (kalıplaşmış isim) Kü-: fiil tabanı -me: isimden isim yapma eki (isim-fiil eki)

alınmış olması muhtemeldir’ ifadesine Tuncer Gülensoy, kesin kanıt veremediği için karşı çıkmıştır. Doerfer, Dankoff ve Munkácsi de Ermenice kökenli olduğu görüşüne karşı çıkmaktadır. Bazı bilim adamları ise Moğolca ‘elcigen’ kelimesi ile arasında bir benzerlik, ilişki olduğu kanısındadır. Doerfer bu görüşe de karşı çakmaktadır. Ayrıca Räsänen ve Gerard Doerfer ‘-gek,-ek’ ekinin küçültme eki olduğunu dile getirmektedir. Eş: isim tabanı -(g)ek: isimden isim yapma eki

5. Koklamak ‘Kokusu olan maddenin etrafındaki havayı burnu yaklaştırıp içe çekmek’ Kok(u)-laKok-: fiil tabanı -u-: fiilden isim yapma eki -la-: isimden fiil yapma eki

9. Şalak ‘1-Büyümemiş kavun 2-Aptal, budala 3- Huysuz, arsız 4-Geveze 5Değersiz, olgunlaşmamış kimse 6Pisboğaz, obur 7-Erkek çocuk 8Büyümemiş dana 9-Giysinin etek baskısı’ *şā-lak *şā: isim tabanı -lak: isimden isim yapma eki

6. Tokat ‘Bir insana elin içi ile vuruş’ Orta Türkçe: Tokı- ‘Dövmek, vurmak, çarpmak, dokumak’ *tok-(a)t *tok-: fiil tabanı -(a)t: fiilden isim yapma eki 7. Aşıla- ‘1-Aşı yap- 2-Düşüncesini başkasına da benimsetmek 3- Hastalığı başkasına geçirmek 4- Sıcak suya soğuk su, soğuk suya sıcak su katmak’ Aş-ı-laAş-: fiil tabanı -ı-: fiilden isim yapma eki -la-: isimden fiil yapma eki

10. Kirpi ‘Sırtı dikenlerle kaplı, 25-30 cm boyunda olan memeli bir hayvan’ Eski Türkçe, Orta Türkçe: Kirpi *kirp-i *kirp-: Dikenlerini sık sık açıp kapamak *kirp-: fiil tabanı -i: fiilden isim yapma eki

8. Eşek ‘1-Binek ve yük hayvanı 2-Mecazen kaba, söz dinlemez kimse’ Eski Türkçe, Orta Türkçe: Eşgek~eşyek~eşek (DLT) Eş-(g)ek Birçok bilim adamı tarafından bu kelimenin etimolojisi denenmiştir. Nişanyan’ın ‘Eski bir Yakın Doğu dilinden

11. Ülkü ‘Amaç olarak düşünülen, ulaşmak için çaba gösterilen yüce dilek. Mefkure, ideal’ Orta Türkçe: Ülkü ‘ahit, peyman’ (DLT) *ǖl-(ü)k-ü *ǖl-: Dağıtmak, yaymak *ǖl-: fiil tabanı -(ü)k: fiilden isim yapma eki -ü: isimden isim yapma eki 44


GENCAY

GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN

45


GENCAY

BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN

46


GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.