www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 5 Sayı 59 – Aralık 2016 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
İÇİNDEKİLER UMUR T. YÜCEL
DERLEME EKİBİ 01
59. SAYI EDİTÖRLERİNDEN
26
NİZAMEDDİN TOPCU 02
TEK PARTİLİ DÖNEME NASIL BAKMALI?
ORHAN KÖKSAL 29
HANİFE YAŞAR 06
MİLLETİN EGEMENLİĞİ: CUMHURİYET
2. DÜNYA SAVAŞINDA TÜRK DIŞ POLİTİKASI
35
DERSİM HAREKÂTI
39
22
GERÇEK BİR MİLLİ EĞİTİM İNKILABI: KÖY ENSTİTÜLERİ
BURAK GÜNDÜÇ 41
BİRLİK VE BİLİM IŞIĞINDA İLERLEME CEMİYETİ
U. OĞUZ TAŞÇI
SERGEN ÇİRKİN TARİHİ TÜRK OCAĞI BİNASI
CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA DOĞU TÜRKİSTAN İLE İLİŞKİLER
MERT GÜVEN
ÇAĞHAN SARI 15
TÜRKİYE’DE VARLIK VERGİSİ
ALİ ORHUN
SEMİH AYNA 12
TÜRK OCAKLARINDAN HALKEVLERİNE
47
TEK PARTİ DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI - 1
Yaklaşık yüz yıllık Cumhuriyet tarihimiz; birçok çalkantılarla, ideolojik çağlardaki mücadelelerle, kendisine teğet geçen çevresindeki çatışmalarla, kutuplar arasındaki gerilimde gel-gitlerle geçti. Kuruluşundaki ivmeye rağmen şuan bulunduğu konum itibariyle ne yazık ki Osmanlı’nın son döneminin devamı niteliğindedir. Cumhuriyet’in ‘2 ileri 3 geri’ atılımları ve “MIŞ GİBİ” siyaseti bizi bu duruma sokmakla birlikte asıl düğüm her zaman için TEK PARTİLİ DÖNEM’de aranmalıdır. Kendisiyle barışık olmayan bir insanın bocalaması gibi kuruluş değerleriyle uzlaşamayan ve öz benliğiyle sürekli kavga etme cüretinde bulunan iktidarların istismarına açık olan bu dönem, ya kutsallaştırılıp eksiklikleri görmezden gelinmiş ya da aşağılanıp büsbütün çiğnenmiştir. Ya bir paravan, ya bir puttur; ya bir günah keçisi yahut kara bir şaldır. Tüm bu uç algılara rağmen Tek Partili Dönem bizim için hep boy aynası olma özelliğini korudu. Algılayamadığımız ölçüde boyumuzun ölçüsünü aldık. Kuruluş değerlerimizi Mış gibi -ÜniterMİŞ GİBİ, Tek HukukluyMUŞ GİBİ, BağımsızMIŞ GİBİ, MillîyMİŞ GİBİ, AdaletliyMİŞ GİBİ… Benimsediğimiz zaman ise bize acı bir şekilde aslımızı gösterdi. Yüzyıllık gençlerin Bin Yıllara hitap etme çabası olarak yayımladığımız Gencay Dergimizin 59. Sayısı’nda TEK PARTİLİ DÖNEMİ, Türkçe okumaya gayret gösterdik ve tarihî süreci algılamaktan uzak dogma algıların ötesinde, gerçeklik penceresinden araladığımız ışıkla görmeye çalıştık. Diyebiliriz ki Türk Milleti; kendi gerçekleriyle yüzleşebildiği, hastalıklı beyinlerin siyasî algısından kurtulabildiği, klişeleşmiş anlık tüketim cümlelerini terk edebildiği, Mış Gibi yapmaktan vazgeçebildiği, terazinin bir ucuna aklını diğer ucuna bileğini koyabildiği ve yaratılışta kendisine verilmiş olan tespit zekasını kullanabildiği zaman, Tek Partili Dönemin düğümünü çözecek, nerden gelip nereye gittiğini bilecek ve çağına uygun “Türkçe Çözümü”nü üretebilecektir. TEŞEKKÜRLER Bu sayımızda yazılarını görmekten mutluluk duyduğumuz değerli yazarlarımızdan Çağhan SARI, Semih AYNA, Orhan KÖKSAL, Umur Turgay YÜCEL, Ali ORHUN, Burak GÜNDÜÇ, Mert GÜVEN, Ufuk Oğuz TAŞÇI, Sergen ÇİRKİN, Nizameddin TOPCU, Vareste Mahlasına ve desteklerini bizden hiç esirgemeyen Gencay Ailesi’ne sonsuz teşekkür ederiz. Derleme Ekibi: İlteriş ÖZDEMİR - Nizameddin TOPCU
1
Cumhuriyet tarihimizin muhtelif cereyanlar tarafından en çok sömürülen, en çok konuşulan, üstünde kutuplaşmalara gidilebilecek kadar tartışılan, tabulaştırılan ve bazılarının şeytan taşlar gibi taşladığı dönemin adıdır TEK PARTİLİ DÖNEM. Cumhuriyet tüm bu muhtelif çevreler için ya ilk söz ya da son söz oldu. Cumhuriyet; ya dünyayı titreten, yedi düveli ayaklarının altında ezen, dünyaya nizam veren her dönemde Fatihler, Kanuniler ve Yavuzlar çıkaran bir Ulu Devleti yıktı ya da artık dünya siyasetinde yeri tartışılacak bir hale gelen, köhneleşmiş, yobazlaşmış, yozlaşmış bir yapının yerine tamamen “modern bir cenneti” getirdi. Tek Partili Dönem de bu görüşlerin adresi konumundaydı. Tarihî süreçten bî-haber ve çevre şartlarını anlamaktan yoksun olan Tek Parti Dönemi üzerindeki tüm bu görüşler, Cumhuriyet’i; sevip-sevmemek, saygı duyup-duymamak, Atatürk’ün şahsî hayatıyla sınırlandırmak, farklı dönemlerdeki iktidar-muhalefet çekişmelerinin ana konusu olmak gibi dar ve çıkılmaz çerçevelerin içerisine hapsetti. Bu dönemde uygulanan politikalar üzerinden Cumhuriyet, basit bir çekişmenin dahi konusu oldu. Bu yüzden dönemin şahısları, Cumhuriyetin kuruluş değerleri, uygulanan iç ve dış siyaset bir bütünlük arz eder. Dönemin, orasından burasından küçük örneklerle siyasî arenada malzeme edilmesinde kişiyi veya dönemi “kutsallaştırmak”, en büyük hastalığı teşkil etti. Atatürk’ün şahsının ve saygınlığının ötesinde kutsallaştırılarak dönem için söylediği veya uyguladığı şeyler bir dogmalar bütünlüğüne çevrildi. Özellikle Kadro Hareketi, Atatürk’ü bir ideoloji malzemesi haline getirmeye çalıştı. Mustafa Kemal’in bir ideolog olmadığını ve “Eğer bir gün benim sözlerim bilimle ters düşerse bilimi seçin” sözünü göz ardı ederek Kadro’nun böyle bir harekete girişmesi, o dönemde dahi CHP içerisinde muhalefete sebep oldu. Daha ileri zamanlarda ise yine bu görüşe karşı bir reaksiyon olarak Atatürk ve Tek Parti dönemine karşı Osmanlı Sultanları’na kutsiyet atfeden ve “Eski Şanlı” günlere dönmek isteyen bir kesim ortaya çıktı yani, bir dönemi iyi göstermek için önceki dönemi kötülemek… Elbette Lozan bütün problemleri halletmiş değildi ancak bahsetmiş olduğumuz son kesim, Lozan’ı; eski şanlı günleri bitiren, Kanunî dönemindeki milyonlarca km2’lik alanı küçücük Anadolu’ya hapseden bir hezimet olarak görmekle döneme en büyük “Farazî Eleştiri”yi yaptı.
2
Bir diğer önemli hastalık, dünya tarihinde çok büyük devletler kurmuş, övülmeye layık önemde nüfuzunu genişletmiş, Eski Dünya’nın efendisi olarak âleme ritim vermiş olan Türkler’in, torunlarının en büyük engeli haline gelmesi ve güncel şartları tespit etmekten onları alıkoymasıdır. “İki geri üç ileri” mantığıyla hareket eden Osmanlı Devlet Aklı dâhi “GERİYE GİDEREK, ESKİ DÜZENİ UYGULAYARAK İLERİYE GİDİLEMEYECEĞİNİ” acı bir şekilde tecrübe etti. Değişen dünya düzeni bütün kaynaklarını harcayarak direnen Eski Efendi’yi zamanla sınırlandırdı. Sonuç olarak, sürecin getirdiği şartlar, Devlet-i Aliyye’nin Türkiye Cumhuriyet düzenine dönüşmesi zaruretini getirdi. Bir başka hastalık ise olayları değerlendirme tarzımızda kendini gösterir. Elbette bu hastalık, “kutsallaştırmak” ile de bağlantılıdır. Genellikle, bir kişi yaptığı işten ziyade ahlakıyla ve özel yaşantısıyla değerlendirilmeye tâbi tutulması başlı başına hastalık belirtisidir yani, bir devlet yetkilisinin yaptığı işle, yürüttüğü politikayla veya yanına aldığı kişileri liyakate göre mi yoksa yakınlık ilişkisine göre mi makama getirdiğiyle değil de değerlendiren çevrenin onu şahsî değer yargıları üzerinden yargılaması söz konusudur. Bu yargılama, onu “Tam İyi” veya “Tam Kötü” yapar. Tam İyilik ve Tam Kötülük hali ise yaptığı işlerin tamamını anlamlandırır. Günümüzde görüldüğü üzere kendilerini iyi göstermeye çalışan kabiliyetsiz bir yığın yetkili vardır. Tamamen iyi veya tamamen kötü karakterlerin dahi edebî ürünlerden çıkarılmasından çok sonra bir zamanda yaşadığımız gerçeğiyle ve tarih disiplininin olayları dönemine göre değerlendirme şartının gereği ile hareket ederek, çeşitli hastalıkların sonucu olarak Cumhuriyet’in Tek Partili Dönemi’ni oturttuğumuz sanık kürsüsünden kaldırmamız mümkündür. Uç görüşlerden ve güncel siyasetten biraz uzaklaşarak bakacak olursak; Yeni Türk Devleti, yaklaşık 15 yıllık çok yıpratıcı bir savaş sonrası Anti-Sömürgecilik Hareketi’nin Tek Başarılı Lideri ve Tek Başarılı Kadrosu tarafından temellendirildi. Sevr gibi bir anlaşmanın kabul edilmemesi için verilen İstiklal Harbi’nden sonra Lozan’a, 1. Dünya Savaşı’nın mağlubu ve Millî Mücadele’nin galibi olarak oturulmasıyla birlikte zorlu görüşmeler, üç kıta çıkışının devlete yeniden kazandırılmasıyla sonuçlandırıldı. Millî Devlet, Tekil Hukuk Sistemi ve Cumhuriyet Yönetimi ile asırlardan beri devam eden haricî ve dâhilî birçok çözümsüzlüğe nokta konuldu. Tüm bu süreç içerisinde bir soluk almayı başaran Yeni devletin, her yeni kurulan devlet gibi, istikrar istemesinden ötürü tek partili siyasî bir hayatı benimsediği görülür. Meclisin üstünlüğüne dayalı olarak güçler birliği ilkesine göre kurulan ve TBMM’nin ilk zamanlarında görülen sistem 1923 yılında Cumhuriyet’in ilanıyla cumhurbaşkanını yürütmenin başı yapar ve bakanların tek tek salt çoğunluğa göre seçilmesi uygulamasındaki istikrarsızlığı sona erdirir. Bu tarih, aynı zamanda Tek Partili Dönem’in de başlangıcıdır. Hızlı karar almak, iç ve dış siyasette daha devamlı bir politika uygulamak, milletlerarası arenada güçlü duruma yükselmek ve acilen toparlanmak için bu istikrarlı sistem son derece elverişliydi. Ancak yetersiz görülmüş olacak ki Takrir-i Sükûn ve İstiklal 3
Mahkemeleri yeni kurulan devlet için tehditleri ortadan kaldırmaya çalıştı. İçerde istikrar sağlandıktan sonra harap olmuş devletin güçlendirilmesi için de çeşitli hamleler yapıldı. Tüm bu hamleler yapılırken elbette kurucu değerleri savunmak, devlet otoritesini tesis etmek ve ekonomik kalkınma ön plandaydı. 1950’ye kadar sürecek olan bu dönem tek bir görüşü barındıran homojen bir partinin iktidarını arz etmez. İçerisinde Liberal görüşü benimseyen Celal Bayar gibi köklü bir isim olmasına rağmen devletçiliği destekleyen İsmet Paşa görüşünde kişiler de vardır. Hatta CHP (ilk kurulduğunda adı Halk Fırkası, 1924’ten sonra Cumhuriyet HF, 1935’ten sonra CHP) 1946 yılında kurulan DP ve Millet Partisi’ni de içerisinden çıkardı. Daha da ileri gidecek olursak günümüzün bütün partileri dolaylı da olsa bir şekilde Tek Parti Dönemi’ndeki CHP’ye bağlıdır. Bu Dönemde, Osmanlı modernleşmesinin devamı olarak modernleşmeye ivme kazandırılır. Bazı yasaların geçirilmesiyle birlikte uygulamada sorun doğuranlarının sessizce uygulamadan çekildiğini görürüz. Ancak bilinmeli ki Cumhuriyet ve Tek Partili Dönem birçok konudaki yenilenmenin başlangıç noktasını teşkil etmezler. Örneğin harf inkılabı süregelen problemin bir görüşün esasına göre sonlandırılmasıdır. Diğer önemli bir problem de Türk’ün kendisini sürekli bir şekilde kanıtlama gereği duyma sorunudur. İşte Türk Tarih Tezi de bu şekilde ortaya atılır ve abartılı görüşler öne sürülür. Sağlık Bakanlığı (Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye Vekâleti), Dâhiliye ve Hariciye Vekâletleri’nde vs. belli bir ivme kazanılmasına rağmen Eğitim Bakanlığı (Maarif Vekâleti)’nda bir türlü istikrar yakalanamadı. Birbirinden farklı düşüncedeki kişiler yapılacak işlere göre ithal olarak kısa süreliğine getirildi. Eğitim sorunu geçmişten kalan bir sorun olarak günümüze kadar da geldi. Tüm bunlarla birlikte Osmanlı’dan kalan borçları ödeme sorunu da gösteriyor ki Türkiye Cumhuriyeti geçmişinden soyutlanmış, gökten zembille indiği sanılan bir devlet değildir. Tek Parti Dönemi, bu, Cumhuriyet’e intikal eden problemlerle uğraşıp bir şekilde sonuçlandırdı. Atatürk’ten sonra İsmet Paşa’nın gelmesi, muhalefet kanadının güçlenmesine sebep oldu. İkinci Dünya Savaşı’na girerken İsmet Paşa Türkiye’yi savaşa sokmamak ve tarafsız kalmak ilkeleri üzerinde durdu. Savaş yıllarında Devletçilik ilkesi her zaman daha ağır basar. Bu ilke, İsmet Paşa’nın da vazgeçilmez ilkesidir ve olmak zorundadır. Paşa, savaşta değişen dengelere göre iç politikada Türk Milliyetçileri’ne karşı ağır tazyikte bulunsa da –ki bu konuda her türlü eleştiri haklıdır- Türkiye’yi savaşa sokmayarak büyük bir başarı sağladı. Savaş sona erdikten sonra 1946 seçimlerine CHP, DP ve MP girdi. Seçim sonrasında yapılan gizli sayımdan kaynaklı olarak ağır eleştirilere maruz kalan CHP, 1950’de iktidardan çekilmek zorunda kaldı. Böylece Tek Parti Dönemi de bitmiş oldu.
4
Sonuç; Tek Partili Dönem/Cumhuriyet’in ilk yılları eğrisiyle ve doğrusuyla Türkiye Cumhuriyeti’nin sırlarını kendi içerisinde barındırır. Kurucu değerler, yazımızda değindiğimiz gibi bir anda ortaya çıkan şeyler değil; bir tecrübenin, dönemin getirdiği şartların ve belli sorunların çözümü sonucu Cumhuriyet’e kazandırılmıştır. Kendimizle barışık olmadıkça ve temellerimizi inkâr ettikçe Türk Devleti’nin ebedî varlığı ebediyen tehlikede kalacaktır. Türk Ocakları’nın ve Türk Milliyetçileri’nin kurulan devletin kılcal damarlarında aldığı rolü göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki; Cumhuriyet’in Kuruluş Değerleri’nin Sırları, Türk Milliyetçileri’nin fikirlerinde, tavırlarında ve damarlarındaki asil kanda mevcuttur.
5
Aslen Arapça kökenli olan “cumhur” kelimesi “halk” anlamına gelmektedir. “Cumhuriyet” ise halkın egemenliği elinde bulundurduğu, herhangi bir hanedan mensubu ya da seçkin bir zümre olmaksızın, halkın kendi geleceğine ilişkin kararları yine kendinin alacağı bir yönetim şeklidir. Cumhuriyet’in demokratik, dini, sosyalist ve oligarşik sistemlerle desteklenen şekilleri bulunmaktadır. Bu yönetim şekillerinde daha çok devletlerin kuruluş esaslarının, milletlerin tarihi hayat tarzlarının ve sahip oldukları dünya görüşlerinin büyük etkileri vardır. Milli üniter bir devlet olarak 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti, tarihi gelenekleriyle örtüşen şekilde cumhuriyet rejimini demokrasi sistemi ile bir bütün olarak görmüş ve cumhuriyetin en gelişmiş hâli olan Demokratik Cumhuriyet şeklini benimsemiştir. Türk tarihine ve Türk sosyal yapısına bakacak olursak cumhuriyete giden bu çizgiyi de daha açık bir gözle incelemiş oluruz. İlk Türk devletlerinde hükümdarın, Tanrı tarafından kendisine “kut” verilen, üzerinde ‘alplik’, ‘yiğitlik’ ve ‘erenlik’ gibi özellikler barındırıp ‘iyi kader sahibi’ olması gerekirdi. Bunun yanında millete hizmeti terk etmemesi, uyması gereken en büyük kurallardandı. Hükümdar yönetme yetkisini Tanrı’dan alırdı, bu yüzden yaptığı bütün işlerde kendini Tanrı’ya karşı sorumlu hissederdi. Hükümdar, halkı Tanrı’nın bir emaneti olarak görür ve kendini onu daha iyi yaşatmak için hizmete adardı. Hükümdarın töreden uzaklaşması söz konusu olursa milletin gözünden düşer, böylelikle “kut” onu terk etmiş olurdu. Hükümdarlıkta en belirgin özellik vermekle özdeşleşmiş olan ‘aç olanı doyurmak, çıplak olanı donatmak’ esas alındığından sosyal devlet olgusu yazılı gelenek dâhilinde olmasa da sözlü şekilde devam ettirilen kurallardı. Hükümdar halka hizmet ettiği ölçüde kutsaldı. Bu görevini yerine getiremediğinde halk tarafından kutsallığı düşürülürdü. Aygucı denilen devletin ikinci adamı, hükümdar töreden uzaklaştığında onu uyarmakla görevli bir devlet adamıydı. Hükümdarın asıl görevinin millete hizmet etmek olduğunu zaman zaman hatırlatırdı. Kurultay adı verilen mecliste devletle ilgili konular görüşülürdü. Danışma ortamı içerisinde hatunun da katıldığı bu toplantılar demokrasinin gelişimi açısından Türk tarihinde önemli yere sahiptir.
6
Türk devlet geleneğinde köklü bir yere sahip olan sosyal devlet anlayışı bu süreçte şekillenmiştir. Esas itibariyle monarşik bir devlet geleneği olup, hükümdarın kutsallığını halka hizmet etme görevi ile birlikte algıladığı ve uygulamalarını da bu yönde sürdürdüğünde işler düzgün gitmişti. Ancak güç sahibi olmayı milleti için değil de kendisi için isteyen ve kutsallığı kendi menfaatleri için kullanan hükümdar başa geçtiğinde; bu hükümdar töreden uzaklaştığında, “vermek” değil “almak” şeklinde devam eden bir siyaset gütmeye başladığında, millete yönelik olmaktan yani millilikten uzaklaştığında ülkeyi yok oluşa sürüklüyordu. Bu karışıklık dönemi bulgak(bunalım devri) olarak tanımlanıyor ve bu durum kitabelerde kıyametin gelmesi kadar kötü bir şekilde tasvir ediliyordu. Hükümdarın töreden uzaklaşması demek “üstte mavi göğün çökmesi, altta yağız yerin delinmesi” olarak ifade ediyordu. Gelişen dönemler içerisinde yeni zamanların ve yeni dünya düzeninin şartları doğrultusunda Türk devlet anlayışında da değişiklikler meydana gelmiştir. Zaman zaman devleti yöneten hanedan içinde değişik uygulamalara gidilmiştir. Osmanlı Devleti’nde kuruluştan I. Murad dönemine kadarki süreçte “ülke hanedanın ortak malıdır” anlayışı hâkimken bu dönemden sonra taht kavgalarına çözüm getirmesi için “ülke hanedan ve oğullarınındır” anlayışı hâkim olmaya başlamıştır. Fatih Sultan Mehmed zamanında “kardeş katli” uygulamasıyla veraset sistemine yeni bir boyut getirilmiş oluyordu. Nitekim taht kavgalarının bir türlü sonu gelmiyor ve ülke bu kavgalar yüzünden kötüye gidiyordu. I. Ahmet döneminde Osmanlı ailesinin en yaşlı ve olgun üyesinin tahta geçmesi kuralı (ekber ve erşed sistemi) getirildi ve şehzadelerin sancağa çıkma uygulamasına son verildi. Böylece artık şehzadeler kafes usulünde yetişiyordu. Bütün bu uygulamalar da devletin başına geçen hükümdarların tecrübesiz olmasını ve yeterli bilgi birikimi olmadığından ülkeyi iyi yönetemediği sonucunu ortaya çıkarıyordu. XVI. yüzyıldan sonra Osmanlı Devleti ihtişamlı günlerini kaybetmeye başladı. Önce bir duraklama dönemine girdi, bu duraklama daha sonra onu geri götürmeye başladı. Savaşlardaki yenilgiler, batının bilim ve teknik alanda Osmanlı Devleti’ni geride bırakması onu henüz fark edilmeyen ama etkisini uzun süre boyunca yaşayacağı bir karanlığa sürüklüyordu. XIX. yüzyılda bu kötü gidişi önlemeye çalışan dönem padişahları yeniliklere öncülük etmeye başlamışlardı. Yurt dışına ilk elçiliklerin açılması, matbaanın Osmanlı topraklarına girmesi beraberinde basının da gelişmesiyle Osmanlı Devleti’nde ilk defa halkta bir takım fikirlerin oluşmasına ve “aydın” bir kesimin doğmasına yol açmıştır.1 1809 Sened-i İttifak ile Osmanlı padişahı kendi isteğiyle iradesini sınırlandırıyor ve ayan denilen toprak sahiplerini birlik anlaşması denilecek teminatla tanımış oluyordu. Ancak bunun hukuki bir niteliği bulunmamakla birlikte uzun bir süre uygulamada kaldığı da söylenemez. 1
Orhan Koloğlu, Osmanlı Basını: İçeriği ve Rejimi, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, cilt:6, ss:80
7
Tanzimat ve Islahat Fermanı ile birlikte tabana uygun olmayan uygulamalar başlatılmış ve bunlar iyi yönde bir gelişme olarak değerlendirilmesine karşın toprak kayıplarını önlemek ve devletin mevcut olan halini muhafaza etmesi için uygulanan geçici yöntemler olduğundan dağılmayı daha da hızlandırmıştır. Nihayet 1876’da Meşruti Monarşi uygulamasına geçilmiş ve padişahın yetkileri Âyan ve Mebusan Meclisleri tarafından sınırlandırılmıştı. Sened-i İttifak ile başlayan padişahın yetkilerini geçici de olsa sınırlandırması, meşveret denilen danışma ortamlarının yeniden oluşturulması ve basın yayın gelişmelerinin de etkisiyle devletin içerisinde oluşan aydın kesimi parlamenter sisteme geçiş için padişahı zorlamaya başlamışlardı. Bu yeni uygulanan sistem cumhuriyet rejimine geçilmek için atılan bir adım olarak değerlendirilebilir. Osmanlı toplumunun parlamenter sistemle tanışması bu dönemde olmuştur. Dönemin aydınları ülkeye cumhuriyeti getirmeye çalışmadılar. Sadece padişahın yetkilerini sınırlandırmak onlar için yeterli olacaktı. Mecliste kendilerini rahat ifade edebilmek dahi büyük bir gelişme idi. Padişahın meclisi kapatma yetkisinin olması onların kendini temsil ettikleri bu meclisleri de geçersiz kılabiliyordu. Bu gelişmeler ile Osmanlı Devleti ilk kez monarşik sistemden tamamen olmasa da uzaklaşmaya başlanmış ve padişahın gücünün meclisle denetlendiği bir sisteme geçilmiş olundu. Bu da padişahın yenilmez gücünün dahi halk tarafından sorgulanabileceği düşüncesini yavaş yavaş Osmanlı toplumuna yayıyordu. Halkın tabanı bu uygulamaya çok alışkın olmasa da aydınlar içinde özgürlüğün tadını bir kere yakalayanlar, bu kısıtlı ortamda bile kendilerini gösterebiliyorlardı. Ancak padişahın istediği zaman meclisi kapatma yetkisi olduğundan bu uygulama da fazla yaşamamış, 1878’de Kanuni Esasi rafa kaldırılmıştı. *** Mustafa Kemal’de, daha sonraları cumhuriyet fikrini oluşturacak olan “vatan” ve “hürriyet” fikirlerinin Manastır Askeri İdadisi’ne başladıktan sonra oluşmaya başlamıştır. Balkanlar 19. asrın sonlarından beri hareketlenme içerisindeydi. Bölgenin azınlık unsurları istiklal hareketlerine girişmiş ve bazıları da kendi müstakil devletlerini kurmuştu. Bölgenin siyasi nabzı burada atmaktaydı.2 Bu dönem içerisinde Mustafa Kemal, arkadaşı Ömer Naci etkisiyle Namık Kemal’i tanıyan ve onun gizlice elden ele dolaşan vatan şiirlerini bulup okuyan, onun vatanseverlik kasidesi olan tiyatro eserlerinin heyecanını tadan ve bu heyecan havası içerisinde yetişen bir asker öğrencisi idi.3 Bir yandan Osmanlı Devleti’ni yok oluşa sürükleyen gelişmeler yaşanırken diğer yandan bu bunalım, ülkenin geleceğini yeniden inşa edecek fikirleri doğuruyordu. Mustafa Kemal’in de fikir dünyası bu buhran havaları içerisinde şekillenmeye başladı.
2
Ali Güler, Atatürk’te Cumhuriyet ve İnkılap Fikrinin Gelişmesi, Devlet İki Aylık Fikir ve Kültür Dergisi, http://devlet.com.tr/makaleler/yazi/59/ATATURKTE_CUMHURIYET_VE_INKILAP_FIKRININ_GELISMESI_.html 3 Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Remzi Kitabevi, cilt:I, s:68
8
1908 yılında Meşrutiyet ikinci defa ilan edildiğinde uygulamada karşılığını bulamadı. Çünkü dış siyasette devam eden büyük çaplı gelişmeler ve Balkan Savaşları’na giden dönem Osmanlı Devleti için oldukça yorucu bir dönem olacaktı. Balkan Savaşlarında kan kaybetmeye devam ederken sonrasında Dünya Savaşı’na girilmesi Osmanlı Devleti’nin son nefeslerini vermesine sebep oldu. Osmanlı Devleti üç kıtaya hükmetmiş şanlı bir devletti. Türk devlet geleneğiyle, Türk bakış açısıyla dünyaya nizam nedir öğretmiş ve sonra ömrü sona eren her devlet gibi o da sarsılmaya başlamıştı. Onun sarsılması, kan kaybetmesi ve son nefeslerini vermesi dünya nizamını yerinden oynatacaktı. Elini çektiği yerde düzen kaybolacak ve uzun yıllar da geri gelmeyecekti. I.Dünya Savaşı’nda cephelerde çarpışmak zorunda kalan Osmanlı Devleti usulsüz bir şekilde uygulanan parçalama siyaseti karşısında daha fazla ayakta duramamış ve savaşı kaybetmişti. Bir dünya devinin çöküşünün sancıları, elini çektiği topraklarda bugün bile kendini hissettirmektedir. Mondros Ateşkes Anlaşması uyarınca işgal kuvvetleri Osmanlı Devleti’nin geri kalan topraklarını da usulsüz bir şekilde işgal etmeye başladılar. İstanbul hükümeti tamamen çabayı bırakmış ve işgale göz yummak zorunda kalmıştı. Bu dönem içerisinde işgallerle birlikte çoğu şeyini kaybettiğini gören halk yeise kapılmıştı. Vatan ve hürriyet fikriyle yoğrulmaya başlayan Mustafa Kemal’in fikir dünyası, daha sonraki okumalarıyla, siyasi hayatta takip ettiği ortamla ve tecrübeleriyle de harmanlanarak yeni bir boyut almıştı. Artık o, ayaklarını yere sağlam basan ve ne istediğini bilen bir liderdi. Yunaların İzmir’i işgali neticesinde “ilhak” faaliyetlerine girişmeleri ile bardağın son damlası da taşmış oluyor ve halk bölgesel olarak ayaklanmaya başlarken Mustafa Kemal de uzun zamandır planladıklarını uygulamak için harekete geçiyordu. 19 Mayıs 1919’da Türk Milleti’nin makûs talihini yenmeye bir adım atılıyordu. Atılan bu adım Türk Milleti’nin çektiği çilelere bir son verecek ve düşman işgali Türk Milleti’nin göğsüne çarparak geri çekilecekti. İşgaller kesinlikle kabul edilemezdi. Türk Milleti kendini siper ederek bu karanlık ortamdan en güçlü şekilde çıkmalıydı. Milleti topyekûn mücadele etme konusunda bilinçlendirmek amacıyla genelgeler ve kongreler dönemi başlatıldı. 22 Haziran 1919’da Amasya Genelgesi kararlarında göze çarpan madde “milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” sözlerinde gizli olan ‘milletin kararı’, milletin egemenliğinin sağlanacağı mesajının verilmesiydi. İşgallerden ancak milletin azim ve kararının kurtaracağı, Milli Mücadele boyunca anahtar kelime niteliğinde olmuştur.4 4
Nuri Köstüklü, Atatürk, Cumhuriyet ve Milli Kimlik, Makaleler, http://etarih.org/makaleler.php?sayfa=makaledetay&makaleno=1170
9
Erzurum ve Sivas Kongrelerinde manda ve himayenin reddedilmesi “tam bağımsızlığa” yönelik isteği belirtiyordu. Herhangi bir devletin boyunduruğu altında olmadan milletin geleceğine milletin azim ve kararı yön verecekti. Misak-ı Milli kararlarının ardından 16 Mart 1920 günü İstanbul işgal edildi ve Mebusan Meclisi dağıtıldı. İstanbul’un işgal edilmesiyle birlikte 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılması Milli Mücadeleye en büyük destek olmuştur. Meşrutiyetle başlayan parlamenter sistem Milli Mücadele yıllarında Ankara’da yeni açılan bu mecliste devam ettirildi. Ancak bu meclis İstanbul’dan bağımsızdı. Türk Milleti’ni temsil eden ve Milli Mücadeleyi sürdüren milletvekillerinden oluşuyordu. Mustafa Kemal’in başından beri aklında olan Cumhuriyet rejimi henüz toplumun alt yapısının uygun olmaması gerekçesiyle gizli tutulmuş ve bunu dile getirmek için uygun ortam aranmıştır. Nihayet 29 Ekim 1923 yılında Mustafa Kemal aklındakileri uygulamaya geçirecek ortamı bulmuştu. Cumhuriyetin ilan edilmesiyle girilen yeni süreçte Türk Milleti yeni bir rejime kavuşmuştu. Bu yeni rejim demokrasi sistemiyle uygulanacak olan en gelişmiş cumhuriyetti. Söz artık millete bırakılmış ve milletin kendi geleceğini kendisi tayin etmesi sağlanmıştı. Bazı kesimler tarafından Mustafa Kemal’in diktatör olacağı düşünüldü. Osmanlı padişahını devirip yerine geçeceğini düşündüklerinden Mustafa Kemal’i engelleme faaliyetlerinde bulunmuşlardı. Ancak o, bu düşüncelerin hiçbirine aldırmamış ve kendini milletine hizmete adayarak yönetimi milletin eline bırakmıştır. *** Demokrasinin, anlamına uygun bir şekilde uygulandığı, milleti esas alan ve laik bir yapıda, bilimin liderliğini yaptığı cumhuriyet, böyle bir ortamda şekillenerek, bütün bu acıların içinde yoğrularak ortaya çıkmıştır. Emperyalist güçlerin karşısında kararlılıkla duran ve varlığını sahip olacağı minimum sınırlarda kanıtlayan Türk Milleti, kurduğu cumhuriyetle bu topraklardan hiçbir yere gitmeyeceğini bir kez daha dünyaya göstermiş oldu. Türkiye Cumhuriyeti, Türk Milleti’ne bırakılan en büyük armağandır. Ancak bu armağanı koruyup kollamak da Türk gençlerinin daimi görevidir. Türkiye Cumhuriyeti, üniter bir devlettir. Yani tek bir devletin tek bir hukuk uygulaması mevcuttur. Bu üniter demokratik cumhuriyet yapısı dünya devletlerinde az rastlanan bir yönetim şeklidir. Osmanlı Devleti’nden kalan minimum sınırlarda kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti demokrasiyi ve millet egemenliğini esas alarak ilelebet payidar kalmaya devam edecektir. Yeni dünya düzeninin getirdiği sınırsızlık ve parçalanma dâhilinde küçük küçük yönetimler ortaya çıkarma eğilimi emperyalizmin yeni bir boyutunu oluşturmaktadır. Bir zamanlar adının manda ve himaye olarak değiştiği bu emperyalizm şekli günümüzde zihinleri parçalamak ve birlik bütünlüğü bölmek, tek başına değersiz yığınlar meydana 10
getirmek çabasında olup toplumları bireyselleştirdikleri gibi devletleri de parçalama yolunda çalışmalar yapmaktadırlar. Bunu insanlara normalleştirerek yapmaya çalışsalar da sağlam duruşunu geleneklerinden alan Türk Milleti göğsünü siper ederek Türkiye Cumhuriyeti’ni korumalıdır. Dünya devletlerinin hep birlikte Osmanlı Devleti’ni bitirmeye yönelik çalışmalarında usulsüzce uygulamalarında emperyalizme karşı nasıl dik durduysa, dünyaya emperyalizmin milli iradeyle yenileceğini gösterdiyse, günümüzde de bu yeni emperyalizme karşı dik durmanın tek yolu üniter Türkiye Cumhuriyeti’ni muhafaza ve müdafaa etmekten geçecektir. KAYNAKÇA: AYDEMİR, Şevket Süreyya; Tek Adam, Remzi Kitabevi, cilt:I GÜLER, Ali; Atatürk’te Cumhuriyet ve İnkılap Fikrinin Gelişmesi, Devlet İki Aylık Fikir ve Kültür Dergisi http://devlet.com.tr/makaleler/yazi/59/ATATURKTE_CUMHURIYET_VE_INKILAP_FIKRININ_GELISMESI_ .html KOLOĞLU, Orhan; Osmanlı Basını: İçeriği ve Rejimi, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, cilt:6 KÖSTÜKLÜ, Nuri; Atatürk, Cumhuriyet ve Milli Kimlik, Makaleler http://e-tarih.org/makaleler.php?sayfa=makaledetay&makaleno=1170
11
2. Dünya Savaşı sırasında Türk dış politikası; yakın dönem tarihimizde hiç olmadığı kadar tutarlı, dengeli ve akılcıdır. Her zaman iyi sonuçlar doğurmasa da dış politika ile iç politikanın uyumu zirve yapmış durumdadır. Bu uyumda en büyük rol, şüphesiz İsmet Paşa’nındır. 1 Eylül 1939’da Hitler’in Almanyası Polonya’ya saldırdı. Fransa ve İngiltere Almanya’ya savaş ilan etti. Böylece, tarihin en kanlı savaşı olan, 2. Dünya Savaşı başlamış oldu. 2. Büyük Savaş başladığında, Türkiye kurucu babasını kaybedeli bir yıl olmamıştı. Atatürk’ün vefatının ardından cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü “ikinci adamlıktan millî şefliğe” yükseliyordu. 1935 sayımına göre nüfus 16.158.018’di. Türk Genelkurmayı’nın başında Fevzi (Çakmak) Paşa vardı. İsmet Paşa, Atatürk dönemi muhalifleriyle barış yapmıştı. Başta Kazım Karabekir, Refet Bele gibi paşalar olmak üzere birçok “muarız”, muvafık olmuştu. Serbest Fırka’nın kapatılmasından beri devam eden Tek Parti Devri sürüyordu. Dışişleri Bakanlığı koltuğunda ise Şükrü Saraçoğlu oturuyordu. Atatürk Dönemi’nin dış işleri bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın yerine getirilmişti. Aras ise İsmet Paşa tarafından Birleşik Krallık Büyükelçiliği’ne gönderilmişti. Tabii bu, bir sürgündü. Dışişleri, öncesinde Millî Eğitim, Maliye ve Adalet Bakanlıkları yapan Saraçoğlu ise bakanlar kurulu daimî üyelerindendi. 1934-1950 arası, aynı zamanda, Fenerbahçe Spor Kulübü’nün başkanlığını yaptı. İsmet Paşa’nın da eskiden Dış işleri Bakanlığı yapması ve Lozan Muahedesi’nin heyet başkanı olması, Türk Dışişleri için bir şanstı. Çünkü İsmet Paşa, “Kral öldü! Yaşasın yeni kral.”diyerek dışişleri diplomatlarına tasfiyeye girişmedi. İmparatorluktan cumhuriyete kadar dış politikanın tarihine ve bugününe vakıf insanları “monşer” diyerek dışlamaya çalışmadı. Dış politikadan haberi dahi olmayan adamlar gibi diplomasiyi “mahalle kabadayısı” üslubuyla yürütmeye çalışmadı. Aksine, ne gerekiyorsa onu yaptı. Dost-düşman herkesin saygınlığını kazandı. En önemlisi, Türkiye’yi savaşın dışında tutmayı başardı. Savaş başladığında, hem Mihver hem de Müttefik kuvvetler Türkiye’yi fazla zorlanmadan yanlarına çekeceklerine inanıyorlardı. Fransızlar, Fransız İhtilâli’nin etkisiyle kurulan “Cumhuriyetin Frankofonları”na güveniyorlardı. Sovyetler, komünist Türklerin destekçisiydi. Almanların ise propaganda aygıtları ve Türkiye ile 1. Dünya Savaşı’ndan kaynaklı “kader ortaklıkları” vardı. Bu tarafların her biri ve bunların ülke içindeki
12
destekçileri oldukça aktif ve hareketliydi. Herkesin zafere inancı tamdı ve mesele “Türkiye’yi de kendilerine ortak etmek”ti. İsmet Paşa ise hem Hitler hem de Churchill ile diyalog halindeydi. Türkiye’nin derdi tarafsız olmak değil, savaşın dışında kalmaktı. Balkan Harbi’nden Kurtuluş Savaşı’na kadar aralıksız savaş veren millet yorgundu. Yeni devletin müesses nizamını oluşturması, nüfusun sağlıklı bir şekilde toparlanması için bu gerekliydi. Türkiye’nin tutumu, savaşın seyrine göre değişkenlik gösterdi. Maginot Hattı, Arden Ormanları üzerinden delinip Hitler, Fransa’yı düşürdüğünde Türkiye, Almanya’ya yaklaştı. Bir dizi anlaşma imzalandı. Almanların, “savaşa bizim yanımızda katılın” teklifi ise reddedildi. 1941 yılına gelindiğinde; Fransa düşmüş, İtalya Almanya’nın yanında savaşa girmişti. Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı sürerken Almanya Balkanlar’da hızla ilerliyordu. Nisan ayında Alman tankları Yunanistan’ı çiğnedi ve Türkiye sınırına dayandı. Türkiye, seferberlik ilan ederek 1 milyona yakın askeri sınıra yerleştirdi. Nisan ile Haziran ayları arası, Türkiye çok ciddî bir şekilde sıkıntı içinde bir süreç yaşıyordu. Durdurulamayan bir Almanya vardı; Almanların da ilerlemek için sürekli bir şekilde enerjiye ihtiyaçları… Almanların bu ihtiyaçlarını tedarik etmeleri için iki ihtimal mevcuttu; 1-Başta İran olman üzere, Anadolu istikametinden Ortadoğu petrolleri, 2-Kırım istikametinden Rus doğalgazı. Eğer ilki tercih edilecekse, en uygun rota Anadolu’ydu yani, Almanya Türkiye’yi işgal edecekti. Fakat ikinci ihtimal gerçekleşti ve Türkiye rahatladı. Rivayete göre; Almanların Sovyetlere saldırdığı haberini uykusundan uyandırılarak alan İsmet Paşa uzun bir süre gülmüş ve “Yırttık!”demiştir. Rivayeti bırakıp gerçeğe baktığımızda hakikaten Alman tehdidinin ortadan kalktığını görüyoruz. Hatta savaş sonunda tüm Almanya’nın ortadan kalktığını da göreceğiz. 1942 ve 1943 yıllarında Alman tehdidinden kurtulmuş Türkiye’nin başında İngiliz Başbakanı Churchill’in inadı vardı. Israrla Türkiye’yi savaşa sokmak isteyen Churchill, bunu yaparak İngiltere’yi rahatlatırken Almanları kıskacına alacaktı. Kazablanka Konferansı Bu konferansta (Ocak,1943), Türkiye’yi savaşa sokma kararı alan “Roosevelt ve Churchill” harekete geçti. Churchill, 30 Ocak’ta Türkiye’ye geldi. 1942’nin Ağustosu’nda Türk Dışişleri bakanı değişti. Şükrü Saraçoğlu’nun yerine, çekirdekten yetişme Numan Menemencioğlu getirildi (Saraçoğlu’nun başbakan olması vesilesiyle). Adana Görüşmesi
13
26 Ocak, Adana Görüşmesi’nde hem İngiliz hem de Amerikan Büyükelçileri, Başvekil Saraçoğlu’yla görüştüler. İngiliz Sefiri, Kıbrıs’ı, Türkiye’ye verebileceklerini ve Churchill’in yüz yüze görüşmek istediği söyledi. İsmet Paşa, ülkeden çıkamayacağını ancak Churchill’le Türkiye’de görüşebileceklerini söyledi. Bunun üzerine Churchill’in 30 Ocak’ta Adana’ya gelmesine karar verildi. Churchill ve İsmet Paşa gerek ikili gerek heyetler aracılığıyla iki gün görüştüler. Churchill, “Alman Tehdidi”ne karşı Türkiye’yi silahlandırmak istiyordu. Bu durumun Türkiye’yi savaşa sokacağının, pek tabii, bilincinde olan İsmet Paşa buna temkinli yaklaştı. Türkiye’nin ihtiyatlı tutumu, İngilizlerin vakit darlığı yüzünden önemli bir netice alınamadı. Türkiye için önemli olan nokta ise savaşın başından beri süregelen “tarafsızlık” politikasının İngilizlerce kabulünü kazanmak oldu. I. Kahire Konferansı Kasım 1943’te İngiltere Dışişleri Bakanı Eden ile Türk Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu Mısır’da görüştüler. İngilizler, yılsonuna kadar Türkiye’nin savaşa girmesinde ısrar etti. Türk tarafı ise bu teklifi reddetti. II. Kahire Konferansı Tahran’da bir araya gelen Roosevelt, Churchill ve Stalin Türkiye’nin savaşa girişinin bir zorunluluk olduğunu, bu zorunluluğun İnönü’ye Kahire’de bildirilmesi gerektiğine karar verdiler. Bunun üzerine İnönü, Churchill ve Roosevelt 4-6 Aralık 1943 tarihlerinde Kahire’de bir araya geldiler. Müttefiklerin savaşa girilmesi hususunda ağır bir baskısı vardı. İnönü, prensip olarak savaşa girmeyi kabul etti ama müttefiklerin gerekli yardımı yapmasını da şart koştu. Bu tarihten sonra dışarıdaki inadımı devam etti. Ta ki savaşın artık son safhasında, 23 Şubat 1945 tarihinde 2. Dünya Savaşı’na resmen girişimize kadar. Savaşta resmen bulunsak da hiçbir sıcak temasa girmediğimizi, yalnızca Mihver bloğuna ambargo uygulamakla sınırlı kaldığımızı belirtelim. Kahire Konferansı sonrasında İsmet Paşa ve Türk Hükümeti’nde Ruslarla da diyalog kurulması görüşü hâsıl oldu. İngiltere ve ABD’nin Ruslar karşısında bizi desteklemeyi (Savunmayı) bırakma ihtimali İsmet Paşa’yı bu yola itti. Fakat İsmet Paşa ve yönetimi, bunun onca yolu varken Ruslarla dostluk kurma çabalarını iki temele dayandırdı: 1-Dış Türklere sırt çevirme (Boraltan Köprüsü) 2-İçerideki Türkçü-Turancıları ezme (1944 yargılamaları) 2. Dünya Savaşı esnasında, Türkiye’yi savaşın dışında tutup “çocukları ekmeksiz bıraksa da babasız bırakmadığı için” İsmet Paşa’yı ne kadar övsek azdır. Aynı şekilde, Ruslara “yaranmak” maksadıyla Türkleri ve Türkçüleri ezip, öldürmekten kaçınmadığı için de ne kadar eleştirsek azdır. Tarih, bir gün, herkese ait olduğu değeri verecektir. 14
GİRİŞ: Dersim Bölgesi, Fırat'ın doğduğu kesimin kuzeyinde bulunmaktadır. Güneyinde, Harput ile onu ayıran Fırat kolu, batısında sarp kayalıklar, kuzeyinde de dağlık alan bulunmaktadır. Bölge gerek coğrafi yapısı, gerekse merkeze uzaklığı nedeniyle merkezi otoritenin tam sağlanamadığı, ağalık tarzı feodal bağların kuvvetli olduğu bir yapıdaydı. Dersim’in iktisadi yönden geri kalmış olması bir yana feodal düzenin bütün unsurlarıyla cumhuriyetin ilk yıllarına değin sürmesi, bu bölgede devlet otoritesini tesis kılamamıştır. Bu açıdan Osmanlı Dönemi’nde de bölgede pek çok ayaklanma yaşanmıştır. 1937 isyanı öncesi İçişleri bakanlarından Şükrü Kaya, 1876 yılından beri bölgeye 11 askeri harekât düzenlendiğini; ancak bir çözüm sağlanamadığını belirterek, bölgenin bu alandaki geçmişini ortaya koyar.1 Dersim ayaklanmaları olarak adlandırılan, bölgedeki isyanlar sonrası müfettişler gönderilmiş, bölgenin ıslahı için raporlar hazırlanmıştır.2 Ermeni Tehciri sırasında da bazı Dersimli Alevi-Zaza aşiretler, Dersim Ermenileri’ni, Osmanlı hükümetine teslim etmeyi reddetmiş ve Ermeni kaynaklarına göre 20.000 ile 36.000 arası bir Ermeni nüfusunun tehcirden kaçmasına yardım etmiştir. Dersimlilerin 1915 Ermeni Tehciri sırasında takındıkları tutumla, Birinci Dünya Savaşı içerisinde de Osmanlı hükümetine bağlılık göstermeme politikaları devam etmiştir.3 Bunun yanında Rus işgaline karşı Dersimliler, Osmanlı hükumeti ile bir anlaşma yaparak özerklik vaadi içinde savaşa katıldıkları iddiaları vardır.4 Osmanlı idaresinden aldıkları silah-mühimmatla, doğrudan Osmanlı ordusunun emrine girmeden Ruslar’a karşı durma karşılığında Dersimliler’e serbest çarpışma tanınır. Ruslar geri çekildikten sonra, Osmanlı idaresi tarafından Dersimliler’e ve bu aşiretlere madalya ile hediyeler verilir. Seyit Rıza ise ayrıca ödüllendirilerek Erzincan'da "İl İdaresi Üyeliği"ne atanır. Dönemin Erzincan valilerinden Sabit Bey, yazdığı bir mektupta Seyit Rıza ile ilgili olarak "şimdiye kadar bize din ve namusuyla hizmet etti" ifadesini kullanır. Dersim olaylarının meydana gelmesinde Dersim aşiretlerinin ve önde gelenlerin Ermeni Tehciri'nde Ermenileri kurtarmış olmalarının, Rus işgaline karşı kendilerine vaat edildiği Saygı Öztürk, İsmet Paşa'nın Kürt Raporu, Doğan Kitap, İstanbul 2006, s.55 Suat Akgül, Dersim İsyanları ve Seyit Rıza, Berikan Yayınevi, Ankara 2001, s.71 3 Alpay Kabacalı, Tarihimizde Kürtler ve Ayaklanmaları, Cem Yayınevi, İstanbul 1990, s.112. 4 Nuri Dersimi'nin hatıralarından istifade edilmesi, kaynağın güvenirliliği açısından tereddütle yaklaşılmıştır. 1 2
15
iddia edilen özerklik durumları ile daha önceki Koçgiri İsyanı'nın etkisi olduğu düşünülmüştür. İsyancılar, Şeyh Hasan aşiretine mensup olan Abasan Aşireti reisi Seyit Rıza önderliğinde, askere gitmek ve vergi vermek istemeyen diğer aşiretlerce de desteklenenince yaklaşık 6.000 kişilik bir grup isyancılara katılmıştır.5 Yukarıda değinildiği gibi 1920'lerin ikinci yarısından sonra Dersim Bölgesi’ni tanımaya yönelik pek çok rapor hazırlanmıştır. Özellikle Hamdi Bey'in 2 Şubat 1926 tarihli raporunda, "Dersim gittikçe Kürtleşiyor, mefkûreleşiyor, tehlike büyüyor. Dersim, Hükumet-i Cumhuriyet için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kati bir ameliye ihtimalatı elimeyi önlemek, selameti memleket namına farzı ayindir" ifadesi vardır. 6 İsmet İnönü "Doğu Raporları"nda "Erzincan beyleri Dersimliler’i maraba adıyla çalıştırıyorlar. Bu bir nevi Erzincan beylerinin Kürt himayesine sığınmasıdır", Genel Müfettiş Cemal Bardakçı, "Dersim'deki huzursuzluğun sebebi açlıktır" tespitlerinde bulunmuşlardır.7 İsmet İnönü bölgenin bir an önce Türkleştirilmesi gerektiğini vurgulamış, Erzincan'ın bir Kürt merkezi halini almasından duyulan endişeyi aktarmıştır.8 Raporlarda en çok üzerinde durulan noktalar ise aşiretlerin birbiriyle olan ilişkileri, hangi aşiretin hangi dili konuştuğu, aşiret yapıları, Dersimliler’in gelenek ve görenekleri, aşiretlerin coğrafi sınırları ve nüfusları, Dersim'in stratejik noktalarıdır. Bunlar üzerine raporlar sunulmuştur ve başarılı bir Dersim Harekâtı için gereken önlemler bu raporlarda tespit edilmiştir.9 Dersim'in daha önce Koçgiri ve Şeyh Sait İsyanları’ndaki tutumu, Birinci Dünya Savaşı'ndaki hükümeti tanımaz tavrı nedeniyle, devlet buraya neşteri vurma kararında idi. 25 Aralık 1935 tarihinde, 2884 sayılı Tunceli Vilayeti'nin İdaresi hakkında kanun çıkarıldı ve 4 Ocak 1936 tarihinde Dersim Vilayeti'nin adı Tunceli Vilayeti oldu.10 Yasanın uygulanmaya başlamasıyla 1937 başlarında yeni olaylar çıktı. Bölgede güvenlik sağlanamadı ve hükümet otoritesi kurulamadı Ancak iki aşamalı harekâttan sonra Dersim'deki sorunlar çözülmüş oldu. 1. DERSİM İSYANININ NEDENLERİ Dersim İsyanı’nın nedenleri birden çok faktörle açıklanabilir. Temel faktör, bölgedeki sosyal ve siyasal yapıdır. Uzun yıllardan beri süre gelen aşiretler, devletten ayrı, başına buyruk bir hareket içerisindedir. Pazar faaliyetlerinden evliliklere kadar birçok hususta aşiret liderleri son karar veren mercidir. Feodal toplum yapısının devam etmesinde bölgenin coğrafi olarak diğer yerleşim yerleriyle temasının kolay sağlanamaması da 5
Akgül, a.g.e. s.77 A.g.e. s.77 7 Celal Bayar, Şark Raporu, Kaynak Yayınları, İstanbul 2011, s.53. 8 Öztürk, a.g.e. s.59. 9 İnönü Alpağut, 1920'den Günümüze Kürt Sorunu - Solun Milli Meselesi, Su Yayınları, İstanbul 2012, s.58 10 A.g.e. s.124. 6
16
etkendir. Aşiret liderlerinin siyasi güçlerini merkezi otorite ile paylaşmaları, gerek aşiret liderlerince gerek merkezi otoritece pratikte uygulanabilir bir şey değildi. Çünkü bu hem hükümet zafiyeti anlamına gelecekti hem de aşiret liderleri tam yetkiyle bölgeye hâkim olmak istedikleri için merkeze boyun eğme eğiliminde asla değillerdi.11 Sosyo-ekonomik koşullar böyle iken bir de dini faktör vardı. Dersim’deki isyan, her ne kadar Şeyh Sait ve Menemen Olayı gibi dini duyguların istismarıyla çıkan bir isyan hüviyetinde olmasa da dinin de rolü olmuştur. Bu rol, mezhepsel farklılığın kaşınmasıyla oluşmuştur. Dersim’de Müzetil Hristiyanları ve Müzetile Müslümanları yaşamakta idi. Mezheplerin her ikisi de mensubu oldukları dinlerin ana mezheplerde tatbik edilen esaslarından farklıydı. Bu nedenle aşiret liderleri sadece siyasi lider değil dini lider olarak da aşiretlerini tesir altına alıyorlardı.12 İsyanın nedenleri arasında sayılan bir diğer faktör Kürtçülüktür. Bu görüşü öne süren en önemli aktör, 1937-1939 yılları arası Atatürk'ün de son başvekili olma sıfatını taşıyan Celal Bayar'dır.13 Bayar, bölgede bağımsız bir Kürt devletinin vücuda getirilmesi için çalışmalar olduğunu, çıkan isyanların siyaseten bir devlet maksadıyla çıktığını belirtmiştir. Bayar'ın görüşünün isabetliliği yıllar sonra ortaya çıkacak ve doğuda kurulan başka bir terör örgütü ile Türkiye’nin güneydoğusunda yer alan topraklarının bir kısmını kopararak burada Stalinist-Marksist bir Kürt devletinin kurulması için terör faaliyetleri başlayacak, Türkiye bu mesele yüzünden milyarlarca dolar ve 40.000 üstünde yurttaşını kaybedecektir. Seyit Rıza'nın diğer devletlerle olan mektupları ve sığınma talebi şunu ortaya koymuştur ki bu isyan ayrıca dış destek almıştır. 1.1. Dış Kışkırtmalar Dersim İsyanı’nda İngiltere, Fransa, Rusya ve Ermenilerin bağlantıları bulunmaktadır. İngiltere güneydoğuda Osmanlı Devleti'nin son yıllarından itibaren casusluk ve misyonerlik faaliyeti sürdürmektedir. Bu isyanda da isyanın takip edilmesinde de daima temasta bulunmuştur. Asilerin kullandıkları silah ve mühimmatın Alman malı değil de İngiliz malı çıkması mühimdir. Çünkü Birinci Dünya Savaşı'ndan önceki yıllardan o tarihe kadar orduda Alman malı silah ve mühimmat kullanılmakta idi. Piyade tüfeği Mauser firmasına aitti. Rusların Birinci Dünya Savaşı'nda bölgeye çok yaklaşması, Doğu Anadolu'nun neredeyse tamamına yakınını işgal etmesi de göz önüne alındığında Rus malı olan Moussant tüfeklerinin de bulunması kolay olsa gerekti. Ancak asilerin elinde İngiliz yapımı silahların çıkması, Şeyh Sait isyanından sonra, bu isyanda da İngilizler’in lojistik destek verdiğini kanıtlamaktadır.14
11
Akgül,a.g.e. s.82. İzzettin Çalışlar, Dersim Raporu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s.91-92. 13 Nurşen Mazıcı, Celal Bayar Başbakanlık Dönemi (1937-1939), Der Yayınları, 1996, s.98. 14 Mahmut Goloğlu, Tek Partili Cumhuriyet, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2011, s.198. 12
17
İngiltere gibi Fransa da Dersim İsyanı’yla yakından ilgilenmiş, basını aracılığıyla isyanla ilgili gelişmeleri ülkesinde vatandaşlarına duyurmuştur. Türkiye'nin Hatay sorunu yüzünden Fransa ile karşı karşıya kaldığı bu tarihlerde Dersim İsyanı’nın çıkması Fransa'nın işine gelmektedir. Çünkü Fransa, Suriye'den ayrılırken plebisit yapmayı vaat etmiş, olası bir plebisit ile Hatay Türkiye'ye katılma ya da müstakil bir Türk devleti olma ihtimali yüksek olduğundan, mandadan ayrılacağı sırada bu vaadinden çark etmeye başlamıştı. Bölgenin Türk devletine kazandırılmasın için Atatürk'ün askeri bir operasyondan dahi çekinmediği biliniyordu. Ancak Nazi Almanyası'nın Orta Doğu'da güç kazanmaya başladığı evrede İngiltere, Fransa'yla araya girerek Hatay meselesi yüzünden Türkiye'nin desteğini kaybetmek istemiyordu. Bu çıkarımlarla Fransa, Dersim isyanında sadece izleyen bir devlet olmakla yetinmiş, ancak kendisine gönderilen asiler tarafından yazılan mektupları Türkiye ile paylaşmıştır. Ermeni komitacıların isyan sırasında Dersim'de bir kaç kişiden ibaret olsa da bulundukları anlaşılmıştır.15 Rusların da Seyit Rıza ile temas kurdukları yapılan yargılamalarda ortaya çıkan başka bir gerçektir. Birinci Dünya Savaşı'nda Süryani ve Ermeniler ile temas kuran ABD ise Dersim isyanı sırasında herhangi aktif bir rol oynamamıştır. 2. 1937 DERSİM İSYANI 1937 Nisanı ayında Rızan, Haydaran, Yusufan, Kureyşan, Abbasuşağı, Bahtiyaruşağı Aşiretleri’nin reisleri ve Seyit Rıza bir araya gelerek hükümetin ıslah programının askeri kuvvetle sürdürülmeyeceği kanaatine vardılar.16 Hükümete bir ültimatom verdiler. Asker toplama ve vergi toplama işlerini hükümet gerçekleştirmeyecek, karakol kurmayacak, pazar faaliyetlerine karışmayacak, adliye mahkeme ihtidas etmeyecekti. Abbasan Aşireti’nin liderliğinde 24 Mart 1937 tarihinde Sin Karakolu’na saldırı düzenlediler. O yıl Atatürk, Singeç Köprüsü'nün açılışını yapmak üzere Dersim'e gelecekti. Bu köprünün bir ucunda güvenliği sağlamak amacıyla bir askeri karakol bulunuyordu. İsmail Hakkı adlı bir teğmenin komutasındaki bu karakol, saldırıya uğrayan karakoldu. Karakol yakıldı ve 33 askerin tümü öldürüldü. 27 Mart 1937 tarihinde Tunceli-Erzincan yolundaki bir köprü Haydaran ve Demanan aşiretleri tarafından yakıldı. Diğer Türk Birlikleri ile bağlantı kurulmasın diye Dersimli gruplar tarafından bölgenin telefon hatları kesildi. Jandarma birliklerine pusu kurulur. Pax bucağı karakoluna baskın düzenlendi. Seyit Rıza bizzat Sin 15 16
Akgül, a.g.e. s.83. Tuğba Doğan, Arşiv Belgelerine Göre 1937-1938 Dersim İsyanı', History Studies, c.4/1, (2012), s.158
18
Karakolu'nun da basılması için asi milislere emir verildi. Bölgedeki 9. Seyyar Jandarma Taburu'na da baskın düzenlendi. Kendi vatandaşlarından kurulu düzensiz gerilla kuvvetlerine karşı savaşmak üzere eğitilmemiş ve bu yönde bir hazırlığı olmayan askeri kuvvetler kendilerini korumakta zafiyet içine düştüler. Birçok askeri birlik basılarak askerler öldürülür ve yaralanır. Asiler Mazgirt Köprüsü'nü tahrip ettiler. Bu tarihten tam bir ay sonrasına kadar karakoluna tacizler devam etti ve bunun sonucunda hükümet sert tedbirler almaya yönelmek zorunda kaldı.17 Saldırılar sonunda Dördüncü Genel Müfettişlik, bir rapor hazırlamıştır. Rapordan anlaşıldığına göre isyan tüm hızıyla sürmüştür. Mazgirt ve Pertek Köprüleri yakılmaya kalkışılmış, Hozat'ın kuzeyine taciz saldırıları olmuş, Kırgın ve Kureyşan aşiretleri de isyana katılmıştır. İsyanın büyümesi sonunda askeri harekât kararı alınmış, hükümet konuyu meclise getirmiştir. Hükümetin konuyu meclise getirmeden önce isyanla ilgili haberler gazetede yer almamaktadır. Meclis görüşmelerinden sonra gazeteler isyan haberini vermeye başlamışlardır.18 Basının isyan ile ilgili tutumu sert ve kamuoyunu yönlendirici olmuştur. İsmet Paşa, meclis konuşmasında isyanın her hâlükârda bastırılacağını ve alınan ıslahat kararının muhakkak uygulanacağını açıklamıştır. 3. DERSİM HAREKÂTLARI ve İSYANIN BASTIRILMASI Bakanlar Kurulu'nun kararından sonra 1937 yılında isyanın bastırılması için Birinci Dersin Harekâtı başlamıştır. General Abdullah Alpdoğan komutasında yapılan ilk operasyonlarda bir türlü netice alınamadı. Bunun üzerine asi kuvvetlerin moral kazandığı görüldü. İlk önce 30.000 kişilik üç tümen ile harekât düzenleyen Alpdoğan'ın kuvvetleri takviye edildi ve üç kolordu - mevcudiyet 50.000 - haline getirildi. Alpdoğan tekrar taarruza geçti; ancak coğrafyanın zorluğunu kendi avantajına çeviren asileri yine etkisiz hale getiremedi. Bunun sonucunda bir hava saldırısı gerektiği kararı verildi. Sabiha Gökçen davet edildi. Sabiha Gökçen Hava Kuvvetleri'nden oluşturan üç uçaklık filo ile saldırıya geçti. İsyancıların saklandığı Laş mevkii ve Kural mezrası bombalandı. Hava saldırısı asilerin moralini bozmak dışında askeri bir netice vermedi.19 Bunda en önemli etken, Türk Hava Kuvvetleri'nde dönemin pike yapan Stuka uçakları gibi yüksek saldırı gücü uçaklarının bulunmayışı idi. Asilerin teslim olması için bu sefer Türkçe, Osmanlıca ve Kürtçe bildiriler hazırlandı. Uçaklar bu bildirileri attılar. Munzur Çayı hedef gösterilmeksizin obüs toplarıyla bombalandı. Bombalamaların ardından piyadeler, isyan mahalline girmeye başladı. 13 Eylül 1937'de Seyit Rıza tutuklandı. Yargılamalar derhal başladı ve 15 Kasım 1937'de tamamlandı. Aralarında Seyit Rıza'nın da bulunduğu 11 kişi hakkında idam cezası verildi. Yaş haddinden dolayı dört kişinin
17
A.g.m. s.160 Taha Baran, 1937-1938 Yılları Arasında Basında Dersim, İletişim Yayınları, İstanbul 2014, s.45. 19 Doğan, a.g.m. s.161. 18
19
idam cezası ömür boyu hapse çevrildi. Ertesi gün, Elazığ'da bulunan Umumi Müfettişliğe nakledildi ve 15 - 18 Kasım 1937 tarihleri arasında Seyit Rıza ve Halvori Gözeleri'nde toplantı yapan 6 kişi idam edildi. Çok sayıda ayaklanmacı değişik hapis cezalarına çarptırıldı. Seyit Rıza, Resik Hüseyin, Seyit Hüseyin, Fındık Ağa, Hasan Ağa, Kureyşanlı Hasan, Ali Ağa idam edilen isimlerdir.20 17 Kasım 1937 günü Atatürk, Diyarbakır'dan Elazığ'a geldi. Oradan Hozat'a geçerek Murat nehri üstündeki Singeç Köprüsü’nü açtı.21 Akşam halkevi müsameresine katılıp geceyi orada geçirdi. Seyit Rıza'nın idam edilmesinden sonra da kıpırtıların devam etmesi nedeniyle üç Dersim harekâtı daha yapıldı. Başbakan Celal Bayar döneminde 2 Ocak -7 Ağustos 1938 tarihleri arası geniş kapsamlı İkinci Dersim Harekâtı başladı. Bu harekât sırasında Atatürk hastalığı ve Hatay sorunu ile meşgul olduğundan mesele ile doğrudan ilgilenmedi. 7-17 Ağustos'ta geniş çaplı üçüncü harekât başladı ve Dersim coğrafyasında bulunan mağaralar asilerden temizlendi. Yılsonunda son harekât da düzenlendi. Muhsin Batur da pilot olarak yer alan bir başka şahsiyettir. 3. Orduya bağlı birlikler, bölgeyi üç numaraya ayırarak aşamalı olarak asayişi sağladılar. Dersim'den önemli bir nüfus yurdun çeşitli yerlerine sevk edildi ve Dersim boşaltıldı. Yerlerine Türk aşiretlerinin yerleştirilme çalışmalarına başlandı. 1 Kasım 1938'de TBMM açılışında Atatürk ilerleyen hastalığı nedeniyle katılamadı. Onun nutkunu da okuyan Celal Bayar konuşmanın kendisini ilgilendiren kısmında, Dersim'deki isyanın sona erdiğini, devlet düzeninin sağlandığını haydutluk olaylarının önüne geçildiğini açıkladı.22 SONUÇ Gerçekleşen askeri harekâtlar sonucunda Dersim Bölgesi’nde uzun yıllar süregelen feodal yapı tarihe karıştı. Asayiş sağlandı. Şehrin adının Tunceli olduğu defaatle vurgulandı. Bölgede yaşayan aşiretlere mensup insanlar, yurdun farklı noktalarına yerleştirildi. Bu tedbirlerle Dersim sorunu halledildi. Munzur Nehri’nin civarında ve Zeylan mevkiinde sert askeri uygulamalar, yıllar sonra ülke kamuoyunda çeşitli kesimlerin tepkileri ile gündeme geldi. Harekâtın siyasi sorumluluğu tek parti dönemine yüklendi. Ancak özellikle ikinci harekât ve ondan sonrakilerde başbakan olan Celal Bayar'ın daha sonra DP'yi kuran isim olması göz ardı edilerek, mesele bir CHP uygulaması gibi siyasetin demagojisine sürüldü. Atatürk'ün de bilgisi dışında o dönem harekâtın uygulanabilirliği sorgulanmadan bütün siyasi sorumluluğun CHP'ye yüklenilmesindeki sıhhatsizlik, Dersim İsyanı ile ilgili yapılan derin çalışmalarda belirmiştir. Ayrıca, harekât sırasında bürokrat olarak bulunan İhsan Sabri Çağlayangil'in hatıraları ile Nuri Dersimi'nin hatıraları da önemli bir yer tutmaktadır. Ancak polemikleri sona erdirmek bir yana, suçlayıcı dilin kullanıldığı, sağlıklı, sağlaması yapılması mümkün Akgül, a.g.e. s.88. Doğan, a.g.m. s.163 22 Mazıcı, a.g.e. s.117. 20 21
20
olmayan veriler içermesi, bu hatıraların güvenilirliğini düşürmüştür. Bu nedenle bu kısa çalışmada, bilhassa Nuri Dersimi'nin hatıralarından istifade edilmemiştir. Türkiye Cumhuriyeti, henüz 15. yılını doldurmadığı bir evrede başlayan isyanı tenkil ile çözmesi tartışılmayacak bir noktadadır. Herhangi nazariyat farklılığının ehemmiyeti bulunmamaktadır. Dersim isyanında kullanılan sert askeri metot, uzun yıllar boyu giderilemeyen bir sorunu çözmekle kalmamış, tepeden aşağıya devlet otoritesinin kurulmasını da sağlamıştır. KAYNAKÇA a) Kitap AKGÜL, Suat, Dersim İsyanları ve Seyit Rıza, Berikan Yayınevi, Ankara 2001. ALPAT, İnönü, 1920'den Günümüze Kürt Sorunu - Solun Milli Meselesi, Su Yayınları, İstanbul 2012. BARAN, Taha, 1937-1938 Yılları Arasında Basında Dersim, İletişim Yayınları, İstanbul 2014. BAYAR, Celal, Şark Raporu, Kaynak Yayınları, İstanbul 2011. ÇALIŞLAR, İzzettin, Dersim Raporu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001. GOLOĞLU, Mahmut, Tek Partili Cumhuriyet, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2011. KABACALI, Alpay, Tarihimizde Kürtler ve Ayaklanmaları, Cem Yayınevi, İstanbul 1990. MAZICI, Nurşen, Celal Bayar Başbakanlık Dönemi (1937-1939), Der Yayınları, 1996. ÖZTÜRK, Saygı, İsmet Paşa'nın Kürt Raporu, Doğan Kitap, İstanbul 2006. b) Makale DOĞAN, Tuğba, 'Arşiv Belgelerine Göre 1937-1938 Dersim İsyanı', History Studies, c.4/1, (2012), s.157-169.
21
“Türk Milletinin İdeallerini Gerçekleştirmek İçin Yapılan Bir Uygarlık Mabedi” Hamdullah Suphi Tanrıöver
Tarihi Türk Ocağı Binasının Proje Kabulleri Türk Ocağı Binası için bir yarışma düzenlenir yerli ve yabancı mimarlara mektuplar yollanır. Katılanlar içinde Mimar Kemaleddin, Vedat Bey, Muzaffer Bey, Macar konsolosu Tahi, Mimar Mongeri ve diğer ecnebi mimarlar vardır. Yarışma Jürisi içinde: Başta Ziya Gökalp ve İsmet Paşa olmak üzere yerli ve yabancı bilim adamları bulunmaktadır. Yarışmaya katılan projelerin tamamı değerlendirilir ve yarışma neticesinde genç bir mimar olan Arif Hikmet Bey’in projesi kabul edilir. 21 Mart 1927 senesinde ocağın temeli atılır. Meclis Başkanı Kazım Bey; Başvekil İsmet İnönü, Hamdullah Suphi ve Hikmet bey birlikte bir parşömen kâğıt üstüne imzalarını atarak ocak hakkında dileklerini yazarlar. Bu kâğıt, bir şişeye konur ve şişe Hikmet Bey’in yaptığı mermer bir sandukaya yerleştirilerek binanın teminine oturtulur. İsmet İnönü ilk harcı atar ve bu sandukanın üstüne beton dökülerek ocağın zemin inşası başlamış olur. Tüm bina bu şişedeki parşömenin üstüne inşa edilmiştir. O şişede tam olarak ne yazıldığı ise başka hiç kimse tarafından bilinmemektedir. Türk Ocağının Katları ve Bölümleri Bodrum Katında: Matbaa, müştemilat, kömür deposu, mutfak, musiki salonu ve depoları, 1. Katta: Mermer hol, tiyatro, oyuncu odaları, sahne, kütüphane ve müze, 2. Katta: Türk salonu, İlim ve Sanat Heyeti odaları, Merkez Yönetim Heyeti odası, Çay salonu, banyolar ve yatak odaları vardır. 3. Kat/ Çatı Katında: Resim atölyeleri bulunmaktadır.
22
Binanın kapı ve pencere doğramaları, alçı süslemeleri, mermer işçiliği, avizeleri ve tüm tezyinatı Hikmet Bey tarafından çizilmiş; buna göre yaptırılmıştır. Binada kullanılan mermeri Marmara Adası’nda Taşçı Salih Sabri Karagöz çıkartıyordu. Taş süsleme işlerini çok büyük bir yetenek olan Hüseyin Avni Efendi yapmaktaydı. Binanın elektrik tesisatını Ganz Firması üslenmiştir. Kalorifer tesisatı ise yazın soğuk; kışın sıcak hava verecek şekilde tasarlanmış ve Alman Körting Hannover Şirketine yaptırılmıştır. Ocağın girişinde bulunan büyük anıtsal metal kapının demir işlerini İstanbullu Koço yapmıştır. Kapının üstündeki bronz işlemeleri dönemin üstatlarından Hakkı Usta planlamış, bu işleme parçaların dökümü için toprak kalıplar yapmıştır. Fakat döküm sadece tunçtan olursa zamanla yeşerebilir, kötüleşirdi. Bunun için metalin içine %10 oranında da gümüş katılmıştır. Türk Ocağı Giriş Panosu Bina inşaatının bitimine doğru binayı gezmeye gelen Ocak Heyeti, bina içinde dolaşırken girişteki boş mermer levhalar dikkatlerini çeker. Buralara ne yapılması gerektiği tartışılır, resim olsun, binanın yapılış tarihi olsun diyenler olur. Mehmet Emin Yurdakul, Milli bir şiir yazılmalı der. Hamdullah Suphi ise şöyle cevap verir: “Emin Beyefendi haklıdır. Bu bina bir ilm-ü irfan yeri bir kültür merkezidir. Türk Milleti’nin ideallerini gerçekleştirmek için yapılan bir uygarlık mabedidir. Bu mermer üzerine yazılması gereken büyük Atamızın Türk gençliğine olan hitabesidir.” deyince başta Mehmet Emin ve tüm heyet alkışlayarak bu öneriyi kabul ederler. Yalnız bu mermere yazılacak metin Hamdullah Suphi’nin isteği üzerine o güne kadar bilinmedik bir sistemde “Latin harfleri” ile yazılacaktır. Levhaya yazılacak olan metni sadece heyet bilmektedir; diğer insanların metinde ne yazıldığından haberi yoktur. Yazıyı yazmak için İstanbul’dan Hüsn-ü Hat hocası Hakkı Bey çağrılır ve metin ona nakşettirilir. Fakat henüz alfabe devrimi yapılmamıştır kimse bu tuhaf yazıyı bilmemektedir. O yüzden sadece ellerindeki metine bakarak harfleri benzete benzete yazmışlardır. Bir gün Atatürk inşaata gelir ve burada ne yazıldığını sorar. Kimse cevap veremez, Atatürk de metni okumaz ve beklemelerini ister. Bir yıl sonra harf inkılabı olduğunda herkes orada ne yazdığını anlamıştır. Türk Ocağı Sahnesi Sahne olası yangınlar için gizli çelik bir perde ve sulama boruları ile çevrelenmiştir. Sahnede oynanacak oyunlar için projeksiyon benzeri bir alet konularak, sahne arkasındaki ipek perdeye çeşitli manzara görüntüleri veriliyor, ayrıca o anı canlandırması için bir de ses sistemi ile destekleniyordu. Sahnedeki dekorların değişimi için Avrupa tarzı benimsendi. Perde kapandığında eski sahnenin 23
tamamı bir asansör sistemi ile yukarı kata kalkıyor altında bekleyen yeni sahne hazır bir şekilde yeni perde için bir anda ortaya çıkmış oluyordu. Bu sistem o günler için Avrupa’da bile bulunması zor harikulade bir işti. Salonda bulunan koltuklar Viyana’daki Thonet firmasından sipariş edilmiştir. Bu firmadan tanesi 35 liradan olmak üzere toplam 468 adet koltuk alınmıştır. Ayrıca salondaki muazzam büyüklükteki avize için de bir Çekoslovakya firması ile anlaşılmıştır. Bu devasa avizenin tasarımını Hikmet Bey çizmiş ve firmaya sipariş edilmiştir. Bu konuda büyük bir hassasiyet gösterilmiş ve firma ile bir anlaşma imzalanarak yapılan bu avizenin başka hiçbir yere üretilmeyeceği garantisi alınmıştır. 1930’lu yıllarda binada konser veren Paris’ten Marie Bell, Alman Virtüöz Herr Kulenkampff, Yeni Türkiye’de böyle bir bina ile karşılaştıklarına çok şaşırdıklarını böyle mükemmel bir binada her zaman konser vereceklerini belirtmişlerdir. Bu salonda 1932 yılında I. Türk Tarih Kongresi Atatürk nezaretinde düzenlenmiştir. Ayrıca 9 Ocak 1936 yılında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin açılış töreni yine bu tarihi Türk Ocağı salonunda yapılmıştır. DTCF, Cumhuriyet tarihinde devlet töreni ile açılan tek fakülte olmuştur. Binanın inşaat tesisat ve umum masraflarına ait hesap aşağıdadır: İnşaat ve tesviyei türabiye masrafları 708.927 Sahne ve umum elektrik ve makine aksamı 155.074 64 Kalorifer ve vantilâsyon tesisatı 75.755 65 Tapu harcı 6.485 34 Arsa bedeli 42.786 35 Mefruşat ve demirbaş eşya 83.226 27 Diğerleri ve Toplam 1.101.484 94 Türk Ocağının Kapatılması 1930 yıllarına gelindiğinde ocakların kimi taşra şubelerinde münferit de olsa parti için bazı tatsız olaylar yaşanmış ve bu durumlar Atatürk’e Partinin ileri gelenleri tarafından yanlı bir şekilde yansıtılmıştır. Arif Hikmet Bey’in anılarında Ocakların kapatılmasıyla ilgili şu bilgiler yer almaktadır.
24
Hamdullah Suphi’nin Keçiören’deki Köşkünde Atatürk ve Devlet adamları ile bir akşam yemeğinde iken Atatürk Hamdullah Suphi’ye ne kadar Ocak şubesi olduğunu sorar. 276 şube 32.000 üye cevabını alınca, “O kadar çaba sarf ettiğimiz halde bizim Halk Fıkrasının bütün üyesi ancak 4.000 kadar. Korkarım siz hükümete bir beyanname vererek siyasi bir hale geçerseniz, bizim parti ortadan siliniverir.” diyerek ocakların siyasi bir oluşuma dönüşmesinden çekinildiği dile getirilir. Ayrıca SSCB’nin Türkiye büyükelçisi Surits, Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü’ye Ocaklar hakkında bir uyarı mektubu yollamış ve Ocakların Turancı yayılmacı düşüncelerinin Moskova’yı rahatsız ettiğini söylemişti. Azerbaycan elçisi İbrahim Abilof, Atatürk’e “Paşam, biz sizinle dostuz. Kurtuluş savaşında bu dostluğu ispatladık. Para, silah yardımı yaptık. Ancak Türk Ocağı’nda dostluğa yakışmayan bazı olaylar oluyor. Burada Türkistan’ı alacağız Azerbaycan’daki Türkleri kurtaracağız diye konferanslar veriliyor. Bu dostluğa yakışmaz, bunun engellenmesini istiyoruz.” diyerek bir eleştiri mektubu yazmıştır. Tüm bu olaylar üstüne 10 Nisan 1931 yılında Türk Ocakları olağanüstü bir kurultay yapar, bu kurultay alelacele tertip edilmiştir ve şubelerdeki delegeler çağrılamamış bunun yerine şubeleri temsilen merkezden üyeler atanmış ve oy birliği ile ocakların Halk Fırkası’na katılması kararı alınmıştır. Böylelikle ocakların tüm malları Halk Fırkası’na geçmiştir. Hikmet Bey, binayı bitirmiş olmasına rağmen ücretini alamamıştır. Ocaklar kapatılınca Fırka’yı muhatap almak zorunda kalmış fakat parti tarafından herhangi bir ödeme yapılmamıştır. Artık tarihi bina, ocaklılar tarafından boşaltılmış ve yerlerine Parti’nin bir yan kuruluşu olan “Halk Evleri” yerleşmiştir. KAYNAKÇA
Kuruyazıcı, H. (2008). Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Bir Mimar Arif Hikmet Koyunoğlu. İstanbul: YKY. Fırat, N. (1998). Ankara’da Cumhuriyet Devri Mimarisine İki Örnek. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Birinci Türk Tarih Kongresi. (1932). Ankara: Maarif Vekâleti. T.O. (1930). Türk Ocakları Merkez Murakabe İlim ve Sanat Heyetlerinin 1930 Kurultayına Arz Edilen Raporlar. Ankara: T.O. Merkez Matbaası. T.O. Ocak Binası. Türk Yurdu Dergisi, 1930, cilt 4-24, sayı 27-28. BAŞKAN, S. (1989). Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi. Ankara.
25
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecinde ortaya çıkan Türkçülük düşüncesi, Türk Ocakları ile kurumsallaşmıştır. Türk Ocakları, İstanbul’da 1912 yılında kurulmuştur. Kuruluş amacını Türkleri hars birliğine ve medeni kemaline çalışmak olarak belirlemiştir. Bunu kulüpler açmak, kitap ve broşürler yayınlamak, konferanslar ve kurslar düzenlemek, okullar açmak suretiyle yapmıştır. Türk Ocağı’nın başlıca yayın organı Türk Yurdu dergisidir. Türk Ocağı2nın kuruluşunda Ahmet Ağaoğlu, Ahmet Ferit Tek, Fuat Sabit Ağacık, Yusuf Akçura, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp ve Fuad Köprülü gibi o dönemin düşünce ve kültür dünyasında etkisi olan kişiler yer almaktadır. Türk Ocakları, İstanbul’da kurulduktan sonra imparatorluğun diğer yerlerinde hızla örgütlenmiştir. Özellikle Balkan Savaşları’nın sonrasında milli bilincin kökleşmesinde etkili olmuştur. Türk tarihi ve dili üzerine başarılı ve etkili çalışmalar yapmaya başlamışlardır. Ocak merkezlerinde verilen kurs ve konferansalar da ilk kez erkek ve kadınların birlikte katılmaları ülkenin toplumsal yaşamında önemli bir gelişme olarak yerini almaktadır. Türk Ocakları’nda yetişen ya da rol oynayan aydınların Milli Mücadele’nin başarıya ulaşmasında çok önemli görevler içinde yer almış oldukları bilinen bir gerçektir. İstanbul Türk Ocağı, ünlü Sultanahmet mitinginin düzenlemesinde önemli bir rol üstlenmiştir. Mustafa Kemal Atatürk, İstiklal Harbi’nden sonra yeni devletin temellerini atarken büyük ölçüde ocaklardan ve ocaklılardan yararlanmıştır. Atatürk, yurt gezilerinde Türk Ocakları’nı devamlı ziyaret etmiştir. Hatta 1925 yılı Türk Ocakları’nın hükümet politikası ve buna bağlı olarak CHF ile bütünleşmenin başlangıcı görülmektedir. Atatürk Hâkimiyeti Milliye’de verdiği bir demecinde, Türk Ocakları’nı Cumhuriyet Halk Fırkası’nın bir kültür şubesi olduğunu beyan etmiştir. 1930’lu yıllarda Atatürk bütün örgüt ve dernekleri Cumhuriyet Halk Partisi’nin altında yeni bir heyecan ve fikir ile örgütlemek istemiştir. Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti’ni medeniyet vasfının üstüne çıkarma düşüncesi ile maddi ve manevi ne kadar kuvvet varsa hepsinin bir araya toplanmasına sevk etmiştir. Atatürk ve dönemin devlet büyükleri memleketin ve inkılabın iç ve dış tehditlere karşı bütün cumhuriyetçi ve milliyetçi kuvvetleri bir çatı altında toplamak 26
istemiştir. Halkçı ve milliyetçi fikirleri tek bir milli müessesede toplama gereği duymuştur. Dönemin şartları Atatürk’ü Cumhuriyet Halk Partisi’nin hars şubesi olarak yeni bir örgütlenmeye itmiştir. İşte bu örgütlenme Halkevleri adı ile ortaya çıkmıştır. Halkevleri 19 Şubat 1932’de Başkent Ankara’da genel sekreter Recep Peker’in Ankara radyosundaki konuşması ile başlayan tören çerçevesinde Türkiye’de 14 halkevi şubesi ile birlikte açılmıştır. Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip ise konuşmasında Halkevleri aracılığıyla Tarih ve Dil çalışmaları yapılacağını yeni tarih yazılacağını belirtmiştir. Bu iller Adana, İstanbul, Bursa, Çanakkale, Aydın, Van, Denizli, Konya, İzmir, Diyarbakır, Eskişehir, Samsun, Afyonkarahisar ve Ankara’dır. İlgili şubeler ile hemen çalışmalarını başlatmışlardır. Halkevleri’nin kuruluş amacı, yeni Türk vatanında, yeni Türk Cumhuriyeti’nde Anadolu’yu maddi ve manevi olarak yeni baştan Türklük bilinci ve Türk kültürü ile işleyecek nesilleri yetiştirecek bir kurum olarak kurulmuştur. Halkevleri’nde dokuz kol faaliyet yürütülmüştür. Bunlar dil, edebiyat, tarih, müze ve sergi, güzel sanatlar, temsil, spor, içtimai yardım; halk dershaneleri ve kurslar, kütüphane ve neşriyat şubesi ile köycüler şubesidir. Atatürk Halkevleri’nin kuruluşu ile Cumhuriyet Halk Partisi’nin kadrolarını cumhuriyetçi ve milliyetçi gençlerle doldurmayı ve memleket meselelerinde onlara da sorumluluk vermeyi istemiştir. Halkevleri, özellikle medeniyet yolunda Türklüğü yeniden yükseltmek, Türklük bilinci yüksek nesiller yetiştirmeyi ve Türk milletinin eski şerefli haline gelmesine sağlama yolunda kurulmuştur. 1932’de kurulan Halkevleri’nin 1950 yılına geldiğinde 478 şubeye, halk odalarının ulaştığı sayı ise 4322’ye varmıştır. Halkevleri, Cumhuriyetin yüksek Türk kimliğini üreten kurumlar olarak gördüğü Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumunun yaptığı çalışmaları halka ulaştırmayı görev bilmiştir. Kurulan bu evler ve odalar sayesinde Anadolu’nun birçok şehir, kasaba ve hatta köylerine kadar Cumhuriyet değerleri ve Türk kültürünü aktarmıştır. Halkevleri’ndeki toplantılara katılımcı sayısı 500.000 kişiyi bulmuş, 375 konser verilmiştir. Bu etkinlikler sonucu Halkevleri’nin okuyucu sayısı 1 yıl içinde 1.500.000 kişiyi bulmuştur. Yurdun her köşesinde çıkan halkevi dergileri de bu görevi yerine getirmiştir. Halkevi dergi sayısının kesin sayısı bilinmemekle birlikte 60 ile 75 arasında değişmektedir. Ülkü dergisi halkevlerinin yayın organı olarak 1933’ten 1950’ye kadar yayınlanmıştır. Ülkü dergisi cumhuriyetin değerlerini ve yeni Türk hayatını yayma düşüncesi ile çıkartılmıştır. Ülkü dergisi yazarları arasında; Fuad Köprülü, Reşit Galip, Behçet Kemal Çağlar, Celal Sahir Erozan, Recep Peker, Nusret Kemal Köymen, Yusuf Ziya Ortaç, Şevket Aziz Kansu, Hamit Zübeyir Koşay, Şükrü Saraçoğlu, Hilmi Ziya Ülken, Fevziye Abdullah, Ziyaeddin Fahri Fındıklıoğlu gibi 27
dönemin Türk Ocaklı yazar ve devlet adamları bulunmaktadır. Fuad Köprülü, derginin imtiyaz müdürü olarak görev alır. Ülkü dergisinde Türkçülük ve Türklük üzerine birçok makale yayınlanmıştır. Türkçülük terbiyesinden bahsedilmektedir. Yine Türkçülük ülküsünün öncülerinden ve Atatürk’ün danışmanlarından Türk Ocaklı Yusuf Akçura’nın da yazıları, Ülkü’de yer almaktadır. I. Türk Tarih Kongresi 2-11 Temmuz arasında Atatürk’ün direktifleriyle Ankara Halkevi’nde yapılmıştır. Atatürk’ün ortaya attığı Türk Tarih Tezi de Ülkü dergisinde Reşit Galip tarafından açıklanır. Sonuç olarak Türk Ocakları’ndan Halkevleri’ne giden süreçte Atatürk’ün önderliğinde cumhuriyete ve Türk Milleti’ne bir Türklük ülküsü gösterilmiştir. Bu Türklük ülküsü, Türk Ocakları’ndan aldığı bayrağı Halkevleri ile devam ettirmiştir. Dönemin birçok Türk Ocaklısı, Halkevleri’nde hizmet vermiştir. Türk Ocakları’nın ülküsü Halkevleri’nin odalarında konferanslarında ve dergilerinde yer almıştır. Türk Ocakları ve Halkevleri, aynı Ülkü’nün isimleri farklı; ruhları, kalpleri ve akılları aynı örgütlenmeler olarak tarihteki yerlerini almıştır.
28
1929 Dünya Ekonomik Krizi’nin yarattığı etkilerin tamamı henüz çözüme ulaşmamıştı. 29 Krizi’ni takiben 1939 yılında başlayan II. Dünya Savaşı’nın yarattığı etkiler sadece savaşa katılan devletlerde görülmemiştir. Savaşın yarattığı buhran Türkiye Cumhuriyeti’nde de hissedilmiş, bu hususun sonucunda olağanüstü vergi yükümlülükleri uygulanmaya başlanmıştır. Dönemin otoritesinin ekonomik önlem adı altında koyduğu kanunlar arasında: Milli Koruma Kanunu, Men’i İhtikâr Kanunu bulunmaktadır. Finans sorununu ortadan kaldırmak için Varlık Vergisi dışında Toprak Mahsulleri Vergisi yürürlüğe sokulmuştur. Finans meselesini sorun olmaktan çıkarmak bir sebepken diğer sebep ise savaş esnasında haksız kazanç elde edilmesini önlemek olmuştur. Varlık Vergisi, Meclis’te Şükrü Saraçoğlu hükümeti tarafından 12 Kasım 1942 günü Resmi Gazete’de yayınlanarak 4305 sayılı kanunla yürürlüğe girmiştir. İsminden de anlaşılacağı üzere olağanüstü servet vergisi niteliğindedir. Savaş sırasında Türkiye’nin; savaşa katılmamak, toprak bütünlüğünü korumak, tarafsız kalarak savaşan devletlerarasında denge kurmak üzerine hareket edilen dış politikası düşünüldüğünde, askeri alanda önlem alması için ekonomik alanda rahatlığa ihtiyacı vardı. İşbu hususta ilk olarak İngilizler ve Fransızlarla bir anlaşma imzalandı ve savaşın politikası belirlenmeye başlandı. 1941’in mart ayında Almanlar, Balkanlar ve Yunanistan’ı işgal ederek Türkiye ile komşu olmuşlardı. İşgal neticesinde İngiltere, Türkiye’ye baskı uygulayarak Almanlarla savaşmaya zorlamıştı. Artan tehlikeler neticesinde Türk otoritesi Almanlarla bir saldırmazlık anlaşması imzalamış ve Sovyet Rusya ile olan ilişkilerini bozmuştu. Devam eden süreçte Kahire Konferansı’nda Türkiye’ye baskılar sürmüştü. 1944’te Almanya’nın Asya’da savaşını sonlandırıp, savaşın kaderinin belli olması Türkiye’ye yeni bir adım atma imkânı doğurmuştu. Almanya’ya karşı hukuksal nitelikte savaş açılmış ve galip devletlerarasında yer alınmıştı. Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Topluluğu’na katılım yolu böylece açılmış oldu. Savaşın Türkiye açısından genel seyri böyleyken savaş yıllarında Türkiye’nin ekonomisi üzerinde de durmak gerekirse; 1940’lı yılların başında nüfus 18 milyondur. Nüfusun %25’i kentlerde ve beldelerde, %75’i köylerde yaşamaktadır. Dikkati çeken bir diğer rakam ise savaşın 29
başladığı yılda Türkiye’nin tarımla uğraşan kesiminin 13,5 milyon olmasıdır. Dikkat çekmesindeki husus ise: 13,5 milyonluk tarım nüfusunun yaklaşık 1 milyonunun olası savaş durumuna tedbiren askere alınarak sınırlara gönderilmesidir. Sınırda muhafaza ile görevli 1 milyon askerin teçhizat ve erzak bakımından donatılması için de yüksek miktarda bir bütçeye ihtiyaç duyuluyordu. 18 milyonluk nüfus gelirinin dağılımı Tarım
%46
Sanayi
%16
Hizmetler
%38
(Nüfusun geliri 34 milyar liradır.)
Tarımda başlıca üretimler ise şöyledir: Üretim Buğday Fasulye Şekerpancarı Pamuk
Miktar 4 milyon ton 70 bin ton 553 bin ton 77 bin ton
1934-1939 yılları arasını kapsayan Birinci Sanayi Planı ile yatırımlar ivme kazanmış, II. Dünya Savaşı’nın başlaması ile hedeflenen İkinci Sanayi planı ise uygulanamamıştır. Savaşın yıkıcı ortamı devlet bütçesinde kendisini göstererek gelir ve gider dengesini bozmuştur. Dönemin en genç Varlık Vergisi memuru ve hala hayatta olan Varlık Vergisi’nin son tanığı Cahit Kayra “Savaş Türkiye Varlık Vergisi” kitabında gelir ve gider dengesini şu tablo ile vermektedir: Yıllar 1939 1940 1941 1942
Giderler 390 milyon TL 550 milyon TL 648 milyon TL 978 milyon TL
Gelirler 380 milyon TL 539 milyon TL 574 milyon TL 885 milyon TL
Açıklar -8 -11 -74 -93
Bütçe açıkları neticesinde dolaşımdaki para miktarının da hızla artması eşya fiyatlarına da yansımıştır. 1940’ta 126 olan toptan eşya fiyatının 1942 yılında fiyatı 339’du. Dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü ise paranın bollaştığını ve malların kıtlaştığından yakınmaktaydı. Nitekim karaborsacılık iyice artmış, yiyecek ve giyecek gibi zaruri ihtiyaçların fiyatlarına toptancılar tarafından zam yapılmaktaydı. 30
Başbakan Şükrü Saraçoğlu Varlık Vergisi’nin amacını TBMM'de şu sözleri ile açıklamaktadır: “Bu kanun ile takip ettiğimiz hedef tedavüldeki paraları azaltmak ve memleket ihtiyaçlarımıza karşılık hazırlamaktır. Bu böyle olmakla beraber bu kanunun tatbikinden, Türk parasının kıymetlenmesi, muhtekirler üzerinde toplanan halk düşmanlığının silinmesi, vergileri ödemek için ister istemez satışa çıkarılacak malların fiyatlarında bir yumuşama husule getirmesi gibi tali faydaların ortaya çıkması da imkân haricinde addedilemez.” Nihayetinde T.B.M.M., 11 Kasım 1942 tarihinde 4305 sayılı “Varlık Vergisi Hakkında Kanun” adını taşıyan yasayı kabul ederek yürürlüğe soktu. Kanun; verginin mevzuu, verginin miktarı, verginin tarhı, verginin tebliğ ve tahsili, teminatı, müruruzaman, meriyet maddeleri başlıkları olmak üzere 17 maddeden oluşuyordu. Yasaya göre servet ve kazanç sahiplerinin varlıklarından ve olağanüstü kazançlarından bir defaya mahsus olmak üzere alınacaktı. Verginin miktarı, mükelleflerin daha önce vergilendirilmiş olma durumuna, büyük çiftçilerin zirai durumlarına ve gayrimenkullerin değerlerine göre belirlenecekti. Hesaplama il ve ilçelerde komisyonlar kurularak yapılacaktı. Komisyon üyelerini Ticaret Odası, Ziraat Odası ve belediyeler seçecekti. Vergilerin hesaplanıp yükümlendirme işleri 15 günle kısıtlıydı. Alınan kararlara itiraz ve dava yolu kapatılmıştı. Tarh olunan vergilerin tahsili 15 gün içinde olması kararlaştırılmış ve faize tabi tutulmuştu. 15 günlük süreçte ödeme yapılmadığında faize tabii bir 15 gün daha verilmiş ve borcunu ödemeyenler memleketin çeşitli yerlerinde genel hizmette çalışmaya zorunlu tutulmuşlardı. (Bu çalışma kamplarının başında Aşkale gelmektedir.) Kadınlar ve 55 yaş üstü erkekler hariç tutulmuştur. Vergi mükelleflerinin ve yakınlarının evlerinde ve işyerlerinde bulunan mallara ve gayrimenkuller haczedilerek parayı çevrilerek borçtan düşülmüştür. Yasa yürürlüğe girdikten sonra il ve ilçelerde komisyonlar kurulmuş ve defterdarlıklar çalışmaya başlamıştı. İlk etapta mükellefler saptanarak çeşitli gruplara ayrılmıştı. Müslüman, gayrimüslim, irat sahibi, büyük çiftçi, geçici hizmet erbabı, yabancı şekilde gruplar oluşturulmuştu. Grupların vergi miktarları saptanarak tarh işlemleri yapıldı ve ilan edildi. Tahsilat işlemleri gerçekleşti. Borcunu ödemeyen mükelleflerin ödeme süreleri uzatıldı. Borçlarını ödemeyenlere haciz işlemi uygulanarak mallarına el konuldu. Varlık Vergisi uygulamasının en yaygın görüldüğü şehirler ekonominin gelişkin olduğu İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa ve Hatay gibi iller olmuştu. İstanbul’daki mükellef sayısı 63 bini bulmuş, %54’üden tahsilat yapılabilmişti. 28 bin Gayrimüslimden 270 milyon TL, 4 bin Türk’ten 24 milyon TL tahsil edilmiştir. Dönemin sermayedar çoğunluğunun Gayrimüslimler olduğu düşünüldüğünde rakamlar tutarlıdır.
31
Varlık Vergisi Uygulaması Sonucunda: Vergilendirilen Sayısı: 114.368 Tarh Edilen Vergi: 465.384.820 Düzeltme ve Terkin Sonucu Vergi Miktarı: 424.906.421 Tahsil Edilen Vergi: 314.920.940 Ödenmeyen Vergi: 109.986.481 Varlık Vergisi, 17 Eylül 1943 tarihinde 4501 sayılı 3 maddelik bir yasa ile yürürlükten kaldırılmıştır. Varlık Vergisi 11 aylık uygulamanın sonrasında birçok tartışmalara yol açmıştır. Tartışmalara yol açan ilk adım dönemin İstanbul Defterdarı Başmüfettişi Faik Ökte’nin 1951 yılında yayınlanan “Varlık Vergisi Faciası” kitabı olmuştur. Bir başka tartışma ortamının yaratılmasına etken ise Şükrü Saraçoğlu’nun CHP grubuna "Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz" şeklinde yaptığı açıklaması olmuştur. Azınlıklara yönelik bir kanun olduğunun ileri sürülmesinin temel nedeni Saraçoğlu’nun bu açıklamalarıdır. Faik Ökte’nin kitabından sonra dönemin Varlık Vergisi memuru Cahit Kayra’nın 2013 yılında yayınlanan “Savaş Türkiye Varlık Vergisi” kitabı ise bazı tartışmaların önünü tıkamıştır. Cahit Kayra konulan verginin sadece azınlıklara yönelik olmadığını kitabında neşretmiştir. Çalışma kamplarına borcunu ödemek üzere gönderilen mükelleflerin tahsil süresi hesaplandığında, bir kişinin borcunun 250 senede tamamlayacak olması tartışmaları daha da derinleştirmiştir. Varlık Vergisi, konulduğu ilk günden kaldırılışına dek ülkenin önde gelen ticaret merkezlerinde daha yoğun uygulanmıştır. Haksız kazancın önünde geçmek, dolaşımdaki parayı çekmek, karaborsacılığı önlemek gibi ekonomik sebeplerin dışında, II. Dünya Savaşı’nın içinde çekilmek istenen Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenlik önlemleri de sebep teşkil etmektedir. Özellikle Balkan sınırı olmak üzere hudutlara konuşlandırılan 1 milyon askerin donatılmasının gerekliliği vergi yükümlülüklerine yolu açmıştır. Sonucunda ise bir olağanüstü servet ve baş vergisi olarak Varlık Vergisi yerini almıştır. Kaynakça 1-Kitap PUR, Hüseyin Perviz. Varlık Vergisi ve Azınlıklar, Eren Yay., İstanbul 2007. KAYRA, Cahit. Savaş Türkiye Varlık Vergisi, Tarihçi Kitabevi, İstanbul 2013. AKAR, Rıdvan. Aşkale Yolcuları Varlık Vergisi ve Çalışma Kampları, Doğan Kitap, 2009. 2-Makale YALÇIN, Osman. Varlık Vergisi Kanunu ve Uygulaması, Avrasya İncelemeleri Dergisi, I/1, (2012), 313-354.
32
3-Gazete 12.11.1942, Akşam. 21.01.1943, Cumhuriyet. 22.01.1943, Cumhuriyet. 28.01.1943, Son Posta. 4-Diğer Teke Tek Özel, Cahit Kayra, Habertürk, 18.01.2009.
33
34
Anadolu Türkleri ile Uygur Türkleri’nin siyasi ve kültür ilişkileri Osmanlı öncesine kadar gider. Uygurların Moğollarla birlikte Anadolu’ya gelip umumi vali gibi önemli görevlerde bulundukları, hatta Kayseri, Konya ve Karaman gibi bölgelere yerleştikleri, Osmanlı döneminde Fatih Sultan Mehmet’in fermanlarının Uygurca yazdırdığı, Fatih'in sarayında Uygurca'nın öğrenildiği bilinmektedir. Burada o kadar eskiye gitmeden, mevcut belgeler ışığında; 19. ve 20. yüzyılda da devam eden bu ilişkiler üzerinde duracağız. Osmanlıların Orta Asya’dan daha ziyade Batı’ya özen gösterdikleri bir gerçektir. Osmanlı İmparatorluğunun kurulduğu ilk dönemlerde Orta Asya’da Timur Bey'in kurduğu güçlü bir devlet bulunuyordu. Doğu Türkistan’da Müslümanlığı kabul ederek Türkleşmiş olan Moğol kökenli hükümdarlar tarafından idare ediliyordu. 17. ve 18. yüzyıllarda ise Seyid olarak kabul edilen hocalar iş başında idiler. Yani 19. yüzyılda Batı Türkistan, Ruslar; Doğu Türkistan, Çinliler tarafından işgal edilinceye kadar Orta Asya Türkleri kendi kendilerini idare ediyorlardı. Bu nedenlerle Orta Asya Osmanlılar’ın öncelikli hedefi olmamıştır. Orta Asya Türkleri, Rus ve Çin tehdidine maruz kaldıklarında ise Osmanlılar soydaş ve dindaşlarına ellerinden gelen yardımı esirgememişlerdir. Osmanlıların, Kaşgar hükümdarı Atalık Gazi ve Yakup Bey'e gösterdikleri ilgi bunun en güzel örneğidir. Bilindiği üzere, 1864 - 1869 yılları arasında Yakup Bey Hoten, Kuça, Urumçi ve Turfandaki yerel beylikleri ortadan kaldırıp merkezi Kaşgar olmak üzere bağımsız bir devlet kurmaya muvaffak olmuştu. Yakup Bey, kurmuş olduğu bu devletin tanınması için 1870'te Osmanlı sultanı ve dönemin İslam halifesi Sultan Abdul'aziz Han'a bir heyet göndererek kendinin İslam halifesine tabi olduğunu bildirmiş ve Doğu Türkistan'ın bağımsız devlet olarak tanınmasını istemiştir. Bundan çok memnun olan Sultan Abdul'aziz Han, Yakup Bey'e "Emir'ül Müslimin" unvanını lütfetmiştir. Bunun üzerine, Yakup Bey, camilerde Halife Sultan Abdul'aziz Han adına hutbe okutmuş ve parayı da Sultan Abdul'aziz Han'ın ismiyle bastırmıştır. Osmanlı Devleti ayrıca Yakup Bey'e Hindistan üzerinden top, tüfek ve askeri eğitim için piyade süvan ve topçu muallimleri Çerkez Yusuf, İsmail Hakkı Efendi. Zaman Bey'i göndermişti. Osmanlıların Doğu Türkistan Türkleri’ne olan ilgisi bununla da kalmamış, 1914 yılında Osmanlı paşalarından Talat Paşa, Rodoslu Habibzade Ahmet Kemal İlkul'u Uygur Türkleri’nin eğitimi için Doğu Türkistan'a göndermiştir. Öğretmen olarak Kaşgar'a gelen İlkul, burada Darülmuallimin-i İttihat adında bir öğretmen okulu açmış, bundan dolayı hapse atılmış ve 1920'de Türkiye'ye dönebilmiştir. Ahmet Kemal İlkul'un Doğu Türkistan’da gerçekleştirmiş olduğu eğitim reformu, Uygur Türkleri’nin milli eğitim tarihinde yeni sayfa açmıştır. Ahmet Kemal İlkul, Doğu Türkistan'a gönderilmeden önce 35
de orada şuurlu Uygur Türkleri’nin Osmanlı Devleti’nden davet ettikleri öğretmenler görev yapmışlardı. 1880 ve 1910 yıllarında iki defa Atuş'ta Hüseyin Bay, Bavudun Bay gibi kişilerin Osmanlı Devleti’nden davet edip getirdikleri öğretmenler okul açmış ve bu okulda dil, edebiyat, matematik, tarih ve coğrafya gibi dersleri okutmuştur. Uygur Türkleri bir taraftan Osmanlılar’dan öğretmen isterlerken; bir taraftan da çocuklarını eğitim için İstanbul'a göndermekteydiler. Mesela, 1900’lü yılların başlangıcında Kulca'da, bazı zengin kimseler kendi çocuklarını ve yakınlarını tahsil için İstanbul'a göndermişlerdir. Bu gençler İstanbul'da eğitimini tamamladıktan sonra Kulca'da okul açıp 100 kişiyi yetiştirmişlerdir. Bilindiği gibi Mesut Sabri Baykuzu 1904 - 1915 yılları arasında İstanbul’da eğitim görmüş ve 1947'de Doğu Türkistan'ın cumhurbaşkanı olmuştur yani, Osmanlıların Doğu Türkistan milli eğitiminin geliştirilmesinde çok önemli rolü olmuştur. Osmanlı paşalarından Enver Paşa tarafından kurulan Umur-ı Şarkiye (Doğu İşleri) teşkilatının 1914 tarihinde Adil Hikmet Bey, Kuşcubaşı Selim Sami Bey, Hüseyin Emrullah (Barkan) Bey, Hüseyin Bey ve İbrahim (Haklıer) Bey olmak üzere beş kişiyi Orta Asya Türkleri’ni eğitme ve örgütleme amacıyla bölgeye göndermesi daha da dikkat çekicidir. Bu kişiler Hindistan üzerinden Doğu Türkistan'a ve diğer Orta Asya ülkelerine ulaşmış ve oralarda faaliyet göstermişlerdir. Anadolu Türkleri ile Doğu Türkistan Türkleri arasındaki ilişkiler Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Bilindiği gibi Doğu Türkistan’da Çin yönelimine karşı başlayan ayaklanmalar sonucunda 12 Kasım 1933 tarihinde Kaşgar’da "Şark-i Türkistan İslam Cumhuriyeti" adı altında bir devlet kurulmuştu. Bu devletin hükümet ve ordu teşkilatının oluşturulmasında Türkiye’den giden İzmirli Dr. Mustafa Kentli Ali Bey ve Harbiye’den Mahmud Nedim Bey’in büyük rolü vardır. Adı geçen şahıslar Kasım 1933'te Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’ne müsteşar olarak Kaşgar'a gönderilmişlerdir. Bu kişiler Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’nin başbakanı Sabit Damolla ile birlikte iş gördüler ve Şark-i Türkistan hareketine bir şekil vermek islediler. Ayrıca Sovyetler Birliği’nden gelen Selivaldican, Sultanbek, Behram Efendi ve Sofizade gibi kişilerle birlikle Doğu Türkistan Türk Cumhuriyeti’nin hükümet ve ordu teşkilatının düzenlenmesine yardım etmişlerdir. Yeni kurulan bağımsız Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti hükümeti Dışişleri Bakanı Kasını Hacı'yı devlet mektubuyla birlikle Türkiye Cumhuriyeti başta olmak üzere Afganistan, İran, Amerika, İngiltere, Japonya, Almanya, Fransa ve İtalya gibi ülkelere göndermiş ve bu ülkelerden Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’ni tanımalarını ve yardım etmelerini istemiştir. Doğu Türkistan’da kurulmuş olan bu yeni devletle ilgili haberler Türk basınında sevgiyle karşılanmış ve geniş yer almıştır. Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti'nin dönemin Ankara hükümetine gönderdiği bir mesajında "Yeni bağımsızlığa kavuşmuş Doğu Türkistan'ın mavi bayrağından sevgili Türkiye'nin al bayrağına selam olsun" ifadesi kullanılmıştır. Ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk bu haberden çok sevindiğini ifade etmiştir. Ancak Rus engeli nedeniyle Türkiye, Doğu Türkistan'a maddi yardımda bulunamamıştır.
36
Daha da ilginç olan şudur ki İzmirli Dr. Mustafa Kentli Ali Bey, Mahmud Nedim Bey Doğu Türkistan'a gitmeden önce de Urumçi'de iki İstanbullu Türk bulunuyordu. Bu kişiler 1931 yılında Kansu'ya giderek Çinli Müslüman komutanı Ma Zhong Ying ile tanışmış ve bunlardan Kemal Kaya Efendi, Ma Zhongyin'in genelkurmay başkanı olmuştur. Ma Zhong ying, Kemal Kaya Efendi'nin tavsiyesiyle Doğu Türkistan'a girmiştir. Kemal Kaya Efendi'nin, Ma'yı Doğu Türkistan'a girmeye teşebbüs etmesinin asıl amacı, büyük ihtimalle Doğu Tükistan'da bağımsız bir Müslüman Türk devletinin kurulma sürecine hız kazandırmaktı. Ancak böyle bir amaçla Doğu Türkistan'a sokulan Ma Zhong Ying ordusu Uygur Türkleri’nin bağımsızlık mücadelesinde büyük bir baş belası olmuştur. Uygur Türkleri Diktatör Şeng Şısey ordusuyla savaşacak yerde Ma'nın ordusuyla savaşmak zorunda kalmışlardır. Kemal Kaya Efendi’nin kimliği hakkında farklı görüşler mevcuttur. Andrew D. W. Forbes'in anılan kitabına göre; Kemal Kaya Efendi'nin Sovyet ajanı olduğu hakkında söylentiler bulunmaktadır. Ancak onun 1934'te Sovyet taraftarı birlikler tarafından yakalanıp Urumçi’ye gönderildiği hakkındaki bilgi yukarıdaki söylentiyi yalanlamaktadır. Seyfettin Azizi'nin hatıralarındaki bilgiye göre; Kemal Kaya Efendi, Türkiye’deki devrimden sonra Japonya'ya kaçmış; Japonya onu Ma Zhongying'e askeri müsteşar olarak göndermiştir yani, Azizi'ye göre; Kemal Kaya Efendi, Japonya'nın casusudur. Daha sonra o Şeng Şısey’in eline geçmiş ve hapishanede vefat etmiştir. Cumhuriyet döneminde de Türk-Uygur ilişkileri eğitim alanında devam etmiştir. 1934 yılında Şeng Şısey hükümetinin başkan yardımcısı olan Hoca Niyaz Hacı'nın meşhur komutanı Mahmut Albay, başta Macidin Efendi olmak üzere Türkiye’den gelen 12 kişiyle eğitim seferberliğini başlatmıştır. Bu kişilerin çağdaş Uygur eğitiminde oynadıkları roller, bugün de Uygur Türkleri tarafından şükranla anılmaktadır. Onların içerisinde yer alan Mehmet Emin Tevfik Efendi'nin ilginç hikâyesi bulunmaktadır. O aslen Uygur olup gençken bilim aşkıyla önce Taşkent'e gelip çalışarak okur. Sonra Karadeniz'e gelip bir Türk gemiciyle tanışarak onunla birlikte Türkiye’ye gelir. Bir müddet sonra okulu başlar ve okulda çok iyi okur. Sonra Türk Ocakları ve faaliyetlerine aktif biçimde katılır ve belirli çevre edinir. Bir gün bir toplantıda konuşmaya davet edilir; fakat Mehmet Emin Efendi konuşma yerine tamburunu çalıp şarkı söyler. Kalabalık onu coşkulu bir şekilde alkışlar, ondan sonra Mehmet Emin Tevfik Efendi Uygur sanatçısı diye tanınır. Doğu Türkistan'da ayaklanmalar başladıktan sonra memleketine dönmek ister; Türk Ocakları teşkilatı onu bir kaç kişiyle Doğu Türkistan'a gönderir. Mehmet Emin Tevfik Efendi, Doğu Türkistan'a döndükten sonra yukarıda sözünü ettiğimiz gibi çağdaş Uygur eğitiminin başlatılmasına öncülük eder ve Türk milli şuurunun yayılmasında büyük katkı sunar. 6 ay içerisinde dönemin ihtiyacı olan 60 öğretmen yetiştirmiş, 24 köyde 24 okul açmıştır. 1934 yılında Çin’in Cumhurbaşkanı Jiang Jie Shi (蒋介石) Türkiye ile ilişkilerini geliştirmeye başlar ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e bir elçilik heyetiyle beraber kıymetli hediyeler gönderir. Atatürk, o dönemki Sovyetler ile olan ilişkisi dolayısıyla Doğu Türkistan’a açıkça yardımda bulunamasa da Dr. Mustafa Kentli Ali Bey ve Harbiyeden Mahmud Nedim Beyleri ve öğretmenleri göndererek desteğini sağlamıştır. 37
12 Kasım 1944 yılında Doğu Türkistan’da “Doğu Türkistan Cumhuriyeti” adında ikinci Cumhuriyet kurulur. Ancak Atatürk’ten sonra Türkiye Cumhuriyeti Doğu Türkistan ile pek ilgilenmemiş ve 2. Dünya savaşı nedeniyle yardım edememiştir. Böylece 1950 senesinde Doğu Türkistan’ın Çin işgaline maruz kalmasına kadar ve ondan sonra Türkiye ve Doğu Türkistan ilişkileri tamamen kesilmiştir. Sonuç itibariyle, bütün bunlar Türk-Uygur ilişkilerinin Osmanlının son döneminde olduğu gibi cumhuriyet döneminde de sıcak bir şekilde devam ettiğini gösterir. Üstelik söz konusu sıcak ilişkiler Büyük Atatürk'ün dönemine rastlamaktadır. Dr. Mustafa Kentli Ali Bey ve Harbiye’den Mahmud Nedim Bey’in Doğu Türkistan'a Atatürk'ün bilgisi haricinde gitmiş olmaları mümkün değildir. Bu da aynı zamanda Atatürk'ün ne denli ileri görüşlü büyük önder olduğunu göstermektedir. Kaynaklar Mehmet Emin Buğra, Şerhi Türkistan Tarihi Şincang Tarih Materyallari (25), Şincang Helk Neşriyatı, 1988, Urumçi Ahmet Kemal İlkul, Çin-Türkistan Hatıraları, Hazırlayan: Dr. Yusuf Gedikli, Ötükıaı, 1997 Seyfettin Azizi. Ömür Dastanhn (Hatıralar 1), Milletler Neşriyatı, Pekin, 1990 Adil Hikmet Bey. Asya 'da Beş Türk, Hazırlayan: Dr. Yusuf Gedikli, Ötüken, 1998 Fatih Kerimi. İstanbul Mektupları, Orenburg, 1913
38
Türkiye’nin yakın tarihindeki eğitim reformları Tanzimat dönemi ile başlar. İlköğretimin zorunlu tutulması gibi uygulamada geçerliliği bulunmayan bir dizi modernleştirme eğilimleri çoğunlukla padişahların ömürleri ile sınırlı kalmıştır. Yüzünü batıya dönmeye çalışan ancak özünde batıya sırt çeviren Osmanlı bürokrasisi ve aydını, İkinci Meşrutiyet’e kadar, her alanda, reform girişimlerinin fikirsel tartışmalarından uzak kalacaktır. Psikolojik, sosyolojik ve pedagojik açıdan eğitimi ele almaya başlayan ilk Türk aydınlarından biri Ziya Gökalp’tir. Gökalp, Avrupa’daki hemen hemen bütün eğitim sistemlerini inceliyor ve tek tip bir “batılı” eğitim sistemi olmadığının, her ulusun kendine has, o ulusun utkuları doğrultusunda eğitim sistemleri olduğunun altını çiziyor. Bu son derece önemli ve ileride cumhuriyet aydınlarının da benimseyeceği, uygulamaya koyacağı bir tespittir. Gökalp’in ulusal eğitim sorununa dair tanımlaması şöyledir; “Türk eğitiminin sorunu, Türk toplumunu toplumcu bir temelden bireyci bir temele çevirmek değil, onu ulusal olmayan ümmet temelinden ulusal olan toplumcu bir temele çevirmek sorunudur.” Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte bu sorunun çözüme kavuşturulmasındaki önemli bir eşik aşılmış oluyordu. Özellikle yeni cumhuriyet rejiminin laiklik, devletçilik gibi temel ilkeleri eğitim sisteminde köklü reformların işaretçisiydi. 20. Yüzyılın başından itibaren savaşlardan bitkin düşmüş bir halk ve Osmanlı bakiyesi bürokrat sınıfı, inkılapların uygulamadaki etkisini azaltıyor, bununla birlikte yeni kurulan Milli Eğitim Bakanlığı’nın sil baştan ülke genelinde organize olması gerekiyordu. Eğitime olan özel ilgisine ve kanıtlamış olduğu yeteneğine karşın, Atatürk, bakanlığın işlerine karışmadı ve TBMM’nin bakanlığın bütçesine ek kaynak sağlamasını kolaylaştırdı. Milli Eğitim Bakanlığı, köy enstitülerinin beşiği sayılabilecek Gazi Enstitüsü’nü (Yüksek Öğretmen Okulu), yurtdışından getirtilen uzmanlardan da destek alarak kurdu. 1926’da kurulan bu enstitünün en büyük talihsizliği (fakat aynı zamanda köy enstitülerinin talihi) genç cumhuriyetin ekonomik alanda yaşadığı problemler olacaktır. Bütün bu zorluklar, bakanlığı ve tabi uzmanları ekonomi ile eğitimi birlikte kalkındırmanın yollarına yönelik arayışlara itecektir. İşte tam bu zorunluluk köy enstitüleri fikrinin ilk nüvesini oluşturacaktır. Cumhuriyet’in sorunları saymakla bitmiyordu; finansal sorunlar, eğitim sorunu, tarımsal üretim sorunu, köylü sorunu, milli sermayedar sorunu vardı. Bütün bunları tek bir sorun olarak, ülke sorunu olarak gören gerçek bir aydın köy enstitülerinin temellerini atmıştır; İsmail Hakkı Tonguç. Milli Eğitimi Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından yürütülen proje 39
zorunluluktan değil, özveriyle köye göre köyden öğretmen yetiştirmeyi amaçlamış ve başarmıştır. 1940 yılından başlayarak tarıma elverişli ve demiryolu ağlarına yakın arazilerde enstitüler açılmaya başlanmıştır. Tonguç’un belirttiği üzere “Enstitü öğrencisi iş yaşamı içinde, iş aracılığıyla, iş için eğitilir.” Tonguç esasen, ekonomik gelişmeyi eğitimle uzlaştıran, beraber yürümesine olanak sağlayacak devrimin temelini atmıştır. Öğretmenler, köylülere hem okuma yazma öğretecek hem örgün eğitim verecek hem de bilinmeyen modern tarım tekniklerini öğretecekti. Köy enstitülerinin en önemli başarılarından biri devletçilik, halkçılık, laiklik gibi temel ilkelerin iş hayatı ve eğitim hayatı içerisinde köylüye baskı ve dayatma olmaksızın aşılamak olmuştur. Türkiye’nin dört bir yanında kurulan 21 köy enstitüsü, Gökalp’in yıllar önce belirttiği ulusun amaç ve utkusuna has bir eğitim sistemi rüyasının somut örnekleri olarak karşımıza çıkmaktaydı. Ne yazık ki bakanlık çalışanlarından valilere kadar birçok iç mihrak daha en başından itibaren enstitü modelinin önünü tıkamaya çalışmış, zaten kısıtlı olan imkânları zora sokmak için her şeyi yapmışlardır. Enstitü müdürleri, büyük fedakârlıklarla kredi bulmaya çalışmış ve acil ödemelerini bu şekilde yapmışlardır. İç mihrakların yanı sıra, Truman Doktrini çerçevesinde batının siyasal ekseninde kendine yer bulmaya çabalayan Türkiye Cumhuriyeti 1946 yılından itibaren Köy Enstitüleri’ni, yine batının rüşvet ve baskıları sonucu, kapatma yoluna girmiştir. Milli eğitim politikası çerçevesinde, gelecek nesillerin milli, üreten, okuyan ve geliştiren özellikleri kısa vadeli sorunlu hedefler, siyasi rant uğruna yok edilmiştir. Köy Enstitüleri’nin 1954 tarihi ile birlikte tamamen kaldırılmasıyla; İsmail Hakkı Tonguç, Hasan Ali Yücel, Mustafa Kemal Atatürk gibi vatanını önemseyen değerli milli aydınların yıllarca süren emekleri, uğraşları ve de hatıraları yok edilmiştir. Oldukça kısa bir sürede başardıklarıyla ve özgün yapısıyla, bugün dahi özlemle anılan köy enstitüleri Türk Milleti’nin, tüm dünyaya emsal gösterilmesi gereken çok önemli bir başarısıdır. “Bilelim ki, milli benliğini bilmeyen milletler başka milletlerin avıdır.” Mustafa Kemal ATATÜRK
40
Çok çok uzun bir yolculuk bile daima, bir ilk adımla başlar. Günümüzün can alıcı sorunu: Neden yüzyıl önce başladığımız noktaya geri döndük? Niçin yüz yıl bir kısır döngüye dönüştü? Emperyalizm 1919’da Boğaz’a donanması, Pera’ya atlı fatihleriyle girmişti. Şimdi ülkemizin en ücra köşelerine kadar ürünleriyle, bankalarıyla medyasıyla, kültürüyle istila etmiş durumda. Bundan 108 yıl önce, Rumeli’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin öncülüğünde, asker ve sivil aydınların başlattıkları silahlı ayaklanma ve onun doğrultusunda padişah makamına çekilen telgrafın yarattığı baskı sonucunda Abdülhamit 1876 Anayasası’nı bir ‘’İrade-i Padişahi’’ ile yürürlüğe koyduğunu ilan etti. Tarih 10 Temmuz 1324 (yani 24 Temmuz 1908) gösteriyordu. İttihat Terakki, ‘’mekteplilerin’’ siyasal örgütüydü. Sözü edilen mektepler 1827’de açılan Tıbbiye, 1834’de açılan Harbiye ve 1859’da açılan Mülkiye’dir. Bu okullarda ilk kez ‘’çokça’’ denilebilecek sayıda, düzenli olarak ‘’yeni adamlar’’ yetişmeye başladı. Yeni adam demek, çağcıl ‘’modern’’ adam demekti yani, ortaçağcı olmayan, özgür kafalı adamlar. İkinci Meşrutiyet’in, Birinci Meşrutiyet hareketinin devamı olduğunu, daima hatırlamalıyız. Birinci Meşrutiyeti, yeni Osmanlılar ve bilhassa Mithat Paşa hazırlamıştı. İkinci Meşrutiyet ise onların hatırasına dayanılarak, Genç Türkler tarafından ilan edilecekti. Bir İmparatorluğun Görünüşü: Devlet şekli üzerinde mücadele ederken, bu mücadelenin, yalnız devletin siyasi nizamında değil; ekonomide, iradede, sosyal yapıda da bir takım değişiklileri hedef tuttuğunu elbette gözden uzak tutamayız. Evvela şunu tekrar edelim: Osmanlı devleti, bir imparatorluktu. Bu imparatorluk geniş ve yaygın sınırlar içinde, çok çeşitli bir halk ve milletler topluluğuydu. İmparatorluğun toprakları; merkeze bağlılık şekilleri ve hukuki ilişkileri az çok farklılıklar göstermekle beraber, Kuzey Afrika’da, Tunus, Libya ve Mısır’la Sudan’ı içine almak üzere, Avrupa’da Bosna Hersek ve Karadağ’ı, Makedonya’yı, Trakyalıları, Bulgaristan’ı, Eflak-Boğdan’ı (Romanya) kapsıyordu. Doğu ve Güneydoğu Anadolu dağlık bölgeleri, Irak, Arabistan yarımadası ve Akdeniz’de Girit, Kıbrıs, Ege adaları bu imparatorluğa dâhildi. Gerçi, Osmanlı devleti, 1699 Karlofça Antlaşması’ndan beri, Avrupa’da her biri bir devlete yurt 41
olan büyük ülkeler kaybetmişti. Bilhassa Avrupa’da milliyetçilik akımlarının gelişmesi ve bunun Balkanlar’a da yayılması, 1829 Edirne Antlaşması’yla muhtariyete dönüşen Romanya ve Sırbistan’la, Karadağ, 1830’da İstiklali Kabul edilen Yunanistan’dan başka, 1860’lar da diğer Balkan halklarını da harekete geçirdi. Peki, Abdülhamit? Mesela padişahlığının ilk zamanlarında, kabine toplantılarında sık sık katılırdı. Bu yeni ve umut verici bir başlangıçtı. Fakat Abdülhamit’in ‘’İhtilalci Adamlar’’ diye tanıdığı Yeni Osmanlılar ve bunların kendisine karşı da bir darbe hazırlamak ihtimalleri, onun kafasında ilk ‘’sabit fikir’’ olarak filizlenmeye başladı. Mithat Paşa’nın sürgüne gönderilişi, Mebusan Meclisi’nin kapatılışını, Ziya Paşa, Namık Kemal gibi Genç Osmanlılar’ın İstanbul’dan gönderilişini yetersiz görmeye başladı. Ruhunda meydana gelen şüpheler, onun zaten içine dönük olan ruh yapısını, gittikçe etkilemeye başladı. Ruh sıhhatini ve fikir selametini kaybeden kaybedince ise insan artık, iç benliğinin hâkimi değil; esiri olur. Böylece Abdülhamit, büsbütün kendi içine gömüldü. Dünyadan koparak, sarayın dört duvarı arasına kapanmaya başlayınca da elbette ki ilk sarılacağı kaygı nefsini korumak, saltanatını, her ne pahasına olursa olsun sürdürme çarelerini aramak olacaktı. Bu ruh hali, değersiz fakat tehlikeli bir mekanizma doğurdu; Jurnacılık ve Junarcılar. Jurnalcılık bir ihbar sistemiydi. Jurnacılar ise muhbirlerdi ve bunlar sayısı, hesabı yoktu. Vezirlerden sokak adamlarına kadar, saraya herkes jurnal verebilirdi. Yapılan ihbarların gerçek olması, akla yatkın olması, akla mantığa uyması şart değildi. Abdülhamit’ten bir jurnal saklamaya kimsenin yetkisi ve dahası cesareti yoktu. İstanbul’da elektrik tesisatı yapılmaması, telefon şebekesi kurulmaması, bu yoldan sarayın havaya uçurulacağı veya suikastlar tertip edilebileceği gibi ihbarlara dayanıyordu. Hatta Terkos suyunun saraya verilmesi için borular döşenirken de jurnaller verilmişti. Faaliyet durdurularak, bir ay tahkikat yapılmıştı. Üsküdar’daki kulübesinin bahçesinde topraklardan kumbaralar yapıp satan bir fakirin yaptığı bu şeylerin, kumbara değil, bomba olabileceğini komşusu saraya jurnallemişti. Topraktan kumbaralar meydandaydı ama tahkikat üç ay sürdü. Çeşitli komisyonlar kuruldu. Lakin hava öyleydi ki, hiç kimse padişaha, ‘’Bunlar bomba değil, kumbaradır.’’ demek cesaretini kendinde görmüyordu. Saraya yağdırılan jurnallerin bazen günde 5.000 ile 6.000’e vardığına dair kayıtlar mevcut. Her jurnal, Abdülhamit’in ruhunda, elbette ki bir kişisel korku yaratıyordu. Onu her gün biraz daha vehimlere, şüphelere, korkulara, ruh zaafına sürüklüyordu. Ruhunu zincirliyordu ve bu hal, tam 33 yıl sürdü. Abdülhamit ve İmparatorluğun Toprakları: Burada ve bu vesileyle devletin toprak kaybından bahsederken, gününüzde bile bir Abdülhamit masalı, bir Abdülhamit hayranlığı yaratmak isteyenlerin ara sıra ileri sürdükleri gerçekle zerrece ilgisi olmayan bir durumu da aydınlatmalıyız. Abdülhamit’in, yalnız bir karış değil evvela ve yalnız Berlin Antlaşması ile hem de imparatorluğun en değerli topraklarını kaybettiğini görmek bile, bu temelsiz gayretleri çürütmeye kâfidir. Tunus üzerinde devletin şekli ve hâkimiyeti onun zamanında (1881) sona erdi. Mısır üzerindeki hâkimiyeti onun zamanında son buldu. Basra Körfezi’nde Kuveyt ve çevresi 42
onun zamanında İngiliz nüfus bölgesine geçirildi. Hatta bu şekilde hâkimiyet kayıplarını sayarsak Yemen’in karşısında ve Habeşistan kıyılarında Musavva bölgesine kadar gitmeliyiz. Osmanlı Devleti 1877 – 1979 Harbi sonunda küsuratız olarak 210.000 kilometre karesinde çok değerli arazisini ve 5,5 milyon kadar nüfusunu kaybetmişti. Hürriyetin ilanını ve İkinci Meşrutiyeti hemen takip eden Trablus ve Balkan Harpleri’nde elden çıkan topraklarla, hatta Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda imparatorluğun çöküşünü hazırlayan şartları da Abdülhamit saltanatının kronik hale gelen çöküntülerine bağlamak, pek yanlış olmaz. Askeriyeye gelince, zengin ve ağa çocukları askere alınmıyordu. Çünkü orduda “Bedel-i Nakdi” usulü vardı. Parası olan, oğlunu askere göndermez bunun yerine, galiba 20 lira kadar para öderdi. Bunun yerine de zengin oğlunun yerine, başka birinin oğlunu askere gönderebilirdi. Yemen, Hicaz, Irak, Trablusgarp, Arnavutluk, Kürt bölgeleri zaten asker vermezlerdi. Abdülhamit devrinde Osmanlı ordusunun saflarını, İstanbullu, Hıristiyan, Arap, Arnavut, Kürt veya ağa, bey, eşraf çocuğu olmayan kimsesizler doldururdu. Orduda subaylar, orduya gelen erlerin, orduda devamlı kalmaları suretiyle subay sınıfına geçerek terfi ediyorlar, generalliğe kadar yükseliyordu. Bu alaylı Subaylar sistemiydi. Alaylı Subaylar, hemen hepsi de okuma yazma bilmeyen, fakat ordu içinden geldikleri için askerliğin havasını alışan insanlardı. Padişahın en çok güvendiklerinden Beşiktaş Muhafızı Müşir Hasan Paşa cahil bir alaylıydı. İmzasını dahi atamazdı. Donamanın durumunu atlamadan geçemeyiz. Abdülhamit tahta çıktığı zaman bu donanma, Karadeniz’e hâkimdi ve öyle olmak lazımdı. Hâlbuki 1877 – 18878 Osmanlı – Rus Harbi’nde Abdülhamit, donanmasını kullanamadı. Çünkü o zaman da donanma ihmal edilmişti. Harpten sonra donanma, esas birlikler ile Haliç’e kapatıldı. Donanmada esaslı bir talim, manevra veya bakıma müsaade edilmedi. Çünkü Abdülhamit, donanmadan korkuyordu. Bu sebeple donanma, Haliç’te tam manasıyla çürümeye terk ediliyordu. Hasan Rahmi Paşa’nın 1909 yazdığı hatıralarında, Haliç’te yıllar yılı yatmaktan su kesimlerine kadar midye bağlayan ve artık köhneleşmiş gemilerin, güvertelerinde tavuk beslendiği ve hatta bu tavuklara yem olsun diye, sandıklar, bölmeler içinde yonca yetiştirildiğini de ayrıntılı bir şekilde okuyabiliriz. Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik, sosyal ve kültürel görünümü şöyle özetlenebilir. Balkan yarım adasında elde sadece Makedonya, Doğu ve Batı Trakya ile Selanik çevresi kalmıştı. Bulgaristan, imparatorluğa bağlı sözde otonom bir prenslikti. Kosova, pamuk ipliğiyle Osmanlı Devleti’ne bağlı diyebiliriz. Gayrisafi Milli Hasılası 21.920 milyon kuruş düzeyindeydi. Tarımın ekonomideki payı %60 dolayındaydı. Ekonomik büyüme hızı %1’dir. Yeni memuriyete başlayan bir kişinin ortalama geliri 20 ile 40 kuruş arasındaydı. Halkın %14’ü sıtmalıydı. Frengi %9 oranında yaygındı. Köylülerin %70’i bitli olup sıhhi kolaylıklar %97 evde söz konusu değildi. Okuryazarlık oranı sadece %7 idi. Devrin eğitim, basın, kültür alanındaki sefaleti ayrı bir inceleme konusudur. Köylerin hiçbirinde devlet okulu yoktu denebilir. Çocukların eğitimi, kendileri de sefalet içinde ve köylünün verebildiği ile cahil mollaların elindeydi. Gazeteler, kitaplar sansüre tabiydi.
43
Görülüyor ki Türkiye, dünyanın dışındaydı. Dünyanın gerisinde değil, dünyadan tamamen kopmuştu. Bu ülkede bir gün sabah olacak mıydı? Yoksa Namık Kemal’in; “Ölürsem görmeden millete ümit ettiğim feyz’i Yazılsın senk-i kabrimde, vatan mahzun, ben mahzun!” dediği gibi de ümit sönecek miydi? Vatanın bağımsızlığı ve Türk Milleti’nin birliği için ‘’YEMİN BİLLAH ÖNCE VATAN’’ diyenlerin sonradan İttihat Terakki adını alacak olan örgütün kuruluşu 1889 yılına rastlar. Bu tarihe kadar görülen muhalefet hareketleri: 1- Mithat Paşa’nın sadaretten azli ve sürülmesi üzerine üç Harbiyelinin kurdukları fakat üzerinde pek az şey bildiğimiz örgüt. 2- Çırağan olayı ( 20 Mayıs 1878) 3- Scalieri-Aziz Bey komitesi (Temmuz 1878’de yakalandılar.) 4- Bu son komiteden Ali Şefakati Beyin Napoli ve Cenevre’de 1879 ve 1881 arasında çıkardığı İstikbal gazetesidir. Bir zamanların meşhur şarkısında ifade edildiği gibi, ‘’Bir emel yolcusu yorulmaz, Dağları aşar gider…’’ sözleri çok doğrudur. Her devirde, düşünen bazı insanların bulunduğu her toplumda, mutlaka birtakım emel yolcuları da belirir. Toplumun akışına yön tayin eden yolcular, işte bunlardır. Genç Türkler nesli er geç muzaffer olacaktı. Bu gençlerin ideallerini vatan fikri ve heyecanı dolduruyordu. Namık Kemal’in şiirleri ve eserleriyle yaydığı ölmez, yenilmez mücadele bayrakları olacaktı. Sonra Mithat Paşa’nın işlediği ve kendisinin görmemiş olsa bile, bir süre bayrağı dalgalanmış olan Meşrutiyet nizamı ve Meclisi Mebusan ideali, Geç Türkleri de sürükleyecekti. Nitekim Genç Osmanlıları takip eden Genç Türkler ve İttihat Terakki Cemiyeti savaşçıları, kendilerine bu ilkeleri bayrak yaptılar. İttihat Terakki, 1878’de kesilen Meşrutiyet hareketinin, içeride ve dışarıda takipçisi, devamcısı, sözcüsü oldu ve ona 1908 Temmuzunda, yeniden doğuş zaferini yaşattı. 1889’da (Fransız İhtilalinin yüzüncü yılı) ve evvela İstanbul Tıbbiyesi’nde doğan küçük gizli öğrenci grubu daha sonra, hepsi de gizli yollardan diğer İstanbul yüksek mekteplerinde ve Rumeli’de dal budak saldı. İkinci Meşrutiyet Dönemi’ni başlatan bu hareket ‘’İhtilal’’ olarak nitelendirildi. Esin kaynakları ise ‘’Fransız İhtilali’’ydi. Oysa 24 Temmuz 1908 ‘’Türk Devrimi’’ diye bilinen sürecin miladıdır. O tarihe kadar sadece düşünsel anlamda kalan siyasal düzene yönelik eleştiriler; İhtilal istekleri Rumeli’deki asker-sivil aydınların silahlı eylemleri sonucunda ‘’kuvveden fiile’’ dönüşmüştür. Bu dönüşümü sağlayan kadrolar Cumhuriyet’i yaratan kadrolardır. 1908’e giden süreci ayrıntılı incelemek gerekmektir. Fakat bu vatanperver önderlerin tek tek yaptıkları eylemleri anlatmak başlı başına bir yazı dizisidir. Yapılan eylemlerden ziyade 1908 İhtilali’ne giden süreçte en önemli çıkış Resneli Niyazi’den gelmiştir. Ohri Makamı’na gönderilen gönderilerin 3 Temmuz tarihli İttihat Terakki Cemiyeti adına gönderilmiş olannda, isyanın nedeninin ‘’son yıllarda anavatanımızda 44
sürmekte olan haksızlıklar ve eşitsizlikler’’ ile ‘’savaşmak’’… ve hükümeti 1293 (1876) Anayasası’nı geri getirmeye zorlamak’’ olduğu söylenmekteydi. Ertesi gün gönderilen ikinci bildiride ise bu makamlara ‘’milletin, meşrutiyeti geri getirmek gibi kutsal bir dava uğruna çalışanları beslemek ve desteklemekle görevli olduğu’’ ihtar ediliyor; yerli halk, savaş zamanlarında olduğu gibi Niyazi’nin adamlarının karşılamaya çağrılıyordu. Ohri halkına hitaben yazdığı başka bir bildiride Niyazi, halktan, hükümete ödediği vergiyi bundan böyle kendi adamlarına ödemelerini istiyor; karşılığında, can, mal ve namuslarını koruma görevini üstlerine alacağını söylüyordu. Sonunda da 6 Temmuz’da Resne çevresindeki Bulgarlar’a çağrıda bulunuyordu. Onlardan, ırk ve din farkı gözetmeksizin herkesin yararlanacağı meşrutiyetin yeniden inşa edilmesi için işbirliği ve yardım isteyecekti. Dağa çıktığının akşamı Niyazi, ailesinin emanet ettiği akrabasına, ‘’aşağılık bir hayat sürmektense ölmeyi seçtim. Onun için mavzerlerle donanmış 200 vatanperver adamımla birlikte, vatanım için ölmeye gidiyorum.’’ diye yazıyordu. İttihatçıların yüreklerinde yanan vatan sevgisi hiçbir zaman sönmemiştir. Bütün varlıklarını hiçbir karşılık beklemeden Türk Milleti’nin bağımsızlığı ve selametine adamışlardır. İttihat ve Terakki Cemiyeti (Bilim Işığında İlerleme Cemiyeti)’ni okumak, araştırmak anlamak günümüzün zorunlu ihtiyacıdır. İttihatçılar sayesinde, milli iktisat, milli eğitim, milli egemenlik ve milli bağımsızlık gibi kavramlar eylem hayatımıza girmiştir. Kanımızın son damlasına kadar vatanı savunmak şiarının hayat bulmuş halidir, ittihatçılar. İttihat ve Terakki’yi kuran, eylemleri gerçekleştiren kişileri tek tek yazman başlı başına bir yazı dizisi konusudur. 1876’dan günümüze uzanan bir mirası birkaç sayfada anlatmak imkânsızdır. İttihatçılık şiarı, bir ‘’İhtilal Partisi’’nin ya da cemiyetinin inanç ve ilkeler bütünüdür. İ.T.’nin temel taşı olan çekirdek kadrosu bu ‘’şiar’’ dediğimiz yaklaşımın bütünüdür. Bir siyasal iman bileşkesi olan bu ‘’şiar’’ın dayanağı bileşenler ise şöyle sıralanabilir: 1- İttihat Terakki her şeyden önce siyasal bir cemiyettir. 2- İttihat ve Terakki, Türk Devleti’ni kurtaracak olan tek güçtür. İttihatçı da bu gücün bir parçasıdır. 3- İttihatçı Tanrı’dan görev almış gibi bir imanla, devletin yücelmesinin, gelişmesinin ve değişmesinin tek ‘’amili’’ kendisi ve kendisi gibi İttihatçıların sayesinde olacağına inanır. 4- İttihatçılık namuslu olan, arkadaşlarını koruyan, hiçbir kişisel çıkar beklemeden çalışan, verilen görevi yapmama durumunda ölmeyi bile göze alan insanların ‘’mesleği’’dir. 5- İttihatçı her şeyden önce eylemci ve ihtilalcidir. Kuran ve tabanca üzerine yemin ederek cemiyete üye olanların oluşturdukları kitle ve bunların eylem aracı olarak kurdukları fedailik örgütü ‘’İttihatçılık Şiarı’’nın siyasal hayattaki temel tarihini açıklar. İttihatçıları ‘’Türk Jakobenleri’’ diye açıklamak yerinde bir tespittir. İttihatçı inancı yenildikleri anda bile küllerinden yeniden doğmayı düşünecek kadar kavgasına inanmıştır. Talat, Cemal Paşa, Bahattin Şakir gibi daha niceleri gurbette bile düşman 45
tarafından izlenmişler, katledilmişlerdir. Enver, Turan idealiyle Türkmenistan içlerinde çarpışarak ölmüştür. İhtilalin birinci evresinin kalpgâhı hiçbir zaman gerçekleştiremedikleri “Hürriyet-i Ebedi”ye tepesinde yakın gözlere bile pek çarpmayan bir anıttır. İhtilalin ikinci evresi 1919 yılı baharında başladı. Başlangıcın simgesi “İttihatçı Şiarı”na yürekten bağlı gazeteci Hasan Tahsin’in (Osman Nevres) bir “efsun askeri”ne açtığı ateştir. Çanakkale savunmasının doruğa ulaştırdığı Türk Milliyetçiliği, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali ile diriliyordu. Milli mücadele, bu dirilişin; Çanakkale ruhunun devamıydı. İlk adımı Rumeli’de bir Cuma namazı sonrasında askerleriyle birlikte, elde silah dağa çıkan Niyazi Bey attı. O ve sevgili geyiği 1908’in simgesi oldu. Enver, Talat, Cemal ve arkadaşları Meşrutiyet’i yaşama geçirdiler. Her biri şiarından şaşmadı. O kadro hain kurşunların hedefi oldu. Çoğunun naaşı bugün Hürriyet-i Ebediye’de. Mustafa Kemal, Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak, İsmet İnönü ve daha niceleri ülkeyi düşman istilasından kurtarmak için her cephede canları pahasına çarpıştılar. Yiğittiler, modern bir Türkiye ütopyaları vardı. Tüm çabalarına selam olsun. Ne var ki artık gün batıyor. Belli ki gelen gece karanlık olacak. 1919’da “ulusun kendi iradesine sahip çıkması” için yola çıkıldı. Bizleri bekleyen karanlıkta aynı şiarla hareket edeceğiz. Egemenliğin kayıtsız, şartsız ezilenlere, sömürülenlere, açlara, yoksullara ait olması için mücadele edeceğiz. Küresel kapitalizmin tüm kurum ve kurallarıyla üzerimize çöken karabasanını ancak emeğimizle bilimin ışığında mücadele ederek, yaşamımızı sürdürerek üzerimizden atacağız. Eşitlikçi, sömürüsüz, barışçı yeni bir dünya, insanlığın tek umududur. Gerisi Teferruattır. MUSTAFA KEMAL’İN TÜRK GENÇLİĞİ! GÖREVBAŞINA! Kaynaklar: 1. FEROZ AHMAD – İTTİHAT VE TERAKKİ, KAYNAK YAYINLARI. 2. Şevket Süreyya Aydemir – Enver Paşa Cilt 1, Remzi kitabevi. 3. Sina Akşin – Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İmge Yayınları. 4. Tevfik Çavdar – Bir İnkılabın Günbatımı, İmge Yayınları. 5. Soner Yalçın – Efendi Beyaz Türklerin Büyük Sırrı, Doğan Kitap. 6. Balkanlarda Bir Gerillacı Hürriyet Kahramanı Resneli Niyazi Bey’in Anıları, Çağdaş Yayınları. 7. Şemsettin Kutlu – Sait Paşa Anılar, Hürriyet Yayınları.
46
Türk Dış politikasında Tek parti dönemi, Atatürk’ün (1923-1938) ve İnönü’nün (19381950) Cumhurbaşkanlığı olmak üzere iki fasılda incelenebilir. Tek Parti Döneminde Türk dış politikasını belirleyen temel ilkeler ve uluslararası ilişkiler olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti kurucu cumhurbaşkanı ve Türk Milleti’nin Ulu Önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk, cumhurbaşkanlığı dönemi süresince dış politikamızı çeşitli başlıklar altında uygulamıştır. Bu dönemde ülkemizin dış politika gündemini sırasıyla Musul Sorunu, Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi, Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne katılımı, Balkan Paktı, Montreaux (Montrö) Boğazlar Sözleşmesi, Sadabat Paktı ve Hatay Sorunu gibi ülkemizin uluslararası alanda milli egemenliğini güvence altına alabilmesi bakımından önemli yeri olan konular işgal etmiştir. Bu dönemde Atatürk’ün dış politika anlayışı gerçekçi, dinamik, cesur ve her şeye rağmen maceracı olmayan bir yapı sergilemektedir. Türk Devleti, bu dönemde dış politikasında bağımsızlık ilkesini diğer tüm değerlerin üstünde tutmuş ve başka devletlerle arasındaki ilişkileri eşitlik temeline dayandırmıştır. Türkiye, Atatürk döneminde dünyadaki siyasi ve ekonomik gelişmeleri uluslararası ilişkilerde gerçekçilik ilkesini göz önünde bulundurarak ulaşmak istediği hedeflere yönelmiştir. Atatürk Türkiye’si, bilim ve akıl doğrultusunda mevcut iktisadi, siyasi ve askeri gücünü dikkate alarak ülke menfaatlerini ve Türk Milleti’nin ihtiyaçlarını temel alan milli bir dış politika takip etmiştir. Büyük önder Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e miras kalan çeşitli fikirlerin getirdiği maceracı tutuma kapılmayarak Misak-ı Milli olarak benimsenmiş sınırlarda kalınmasına büyük önem vermiştir. Atatürk, Türk Devleti’nin tapusu niteliğini taşıyan 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşmasını, Türk dış politikasının hâkim unsuru olarak kabul etmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Hatay sorunu dışında Lozan çerçevesinde çizilen sınırlarını belirlemiş ve Türk Cumhuriyeti’nin ekonomik bağımsızlığı açısından Lozan’ın geçersiz kıldığı kapitülasyonlar meselesini hiç bir şekilde taviz vermeyerek kapatmıştır. Günümüzde, Lozan’ın Atatürk tarafından Türk dış politikasının hâkim unsuru olarak değerlendirilmesinin önemi, Trablusgarp savaşından itibaren kesintisiz olarak 11 yıl savaşmış ve Büyük Cihan Harbi’nde yenilmiş bir milletin şekillendirdiği kavramlar aradan geçen 93 yıla rağmen hala geçerliliğini koruyan bir antlaşma olmasından anlaşılmaktadır.
47
Musul Sorunu: Türkiye - Irak sınırı Lozan Barış Antlaşması’nda henüz çizilmemişti. Zengin petrol kaynaklarının Musul-Kerkük bölgesinde bulunması sebebiyle bölge, Mondros Ateşkes Antlaşmasının taraflarca imzalandığı süreçte İngiliz işgaline uğramıştı. I. Dünya Savaşı'nın bitmesinden sonra Irak'ta İngilizlere bağlı bir yönetim kurulmuş, bu ülke İngiliz mandası altına alınmıştı. İngilizler, bölgedeki zengin petrol yatakları nedeniyle Misak-ı Milli sınırları içinde olan Musul ve civarını nüfusunun ezici çoğunluğunun Türk olmasına rağmen bölgeyi asıl sahibi olan Türkiye Cumhuriyeti’ne teslim etmeye yanaşmıyordu. Lozan Barış Antlaşması sırasında bu konuda bir sonuç alınamamış, sorunun daha sonra Türkiye ve İngiltere arasında çözülmesine karar verilmişti. 1924 yılında görüşmelere başlanmış fakat sonuç alınamamıştır. Musul Sorunu’nun Milletler Cemiyeti'ne götürülmesiyle birlikte 1924 yılının Ekim ayında toplanan Milletler Cemiyeti Musul bölgesinin sınırın Irak tarafında kalacağı şekilde Türkiye-Irak sınırını çizmiştir. 13 Şubat 1925 tarihine gelindiğinde Şeyh Sait İsyanı çıkmış ve Kurtuluş Savaşı'ndan yeni çıkan Türk ordusu hırpalanmış olduğu için, Musul-Kerkük üzerine askeri harekât yapma imkânı ortadan kalkmıştır. 15 Nisan'da tamamen bastırılan ayaklanma İngilizlerin işine yaramakla birlikte 5 Haziran 1926 tarihinde Birleşik Krallık ile imzalanan Ankara Antlaşması gereğince bazı maddi çıkarlar (bölgedeki petrol gelirinin yaklaşık %10’u) karşılığında Türkiye, Milletler Cemiyeti'nin çizdiği sınırı kabul etmek zorunda kalmıştır. Türk-Yunan İlişkileri: Bu dönemde Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin temelini oluşturan Nüfus Mübadelesi, Lozan Barış Antlaşması'na ek olarak imzalanmış olmakla beraber, bu sözleşme gereği Türkiye Cumhuriyeti ve Yunanistan Krallığı, vatandaşlarını din temelli bir kategorizasyona tabii tutarak karşılıklı olarak göçe zorlamışlardır. Mübadele ile kesin olmamakla beraber 500.000 Müslüman Türk de Yunanistan'dan (Batı Trakya haricinde) Türkiye'ye ve 1.200.000 Ortodoks Hristiyan Rum Türkiye’den (İstanbul ve İzmir haricinde) Yunanistan'a, göç etmek zorunda kalmıştır. Tarih 14 Eylül 1933’ü gösterdiğinde Türkiye ve yeni kurulan Yunanistan Cumhuriyeti (Şimdiki ile bir alakası yoktur) arasında Başkent Ankara’da İçten Anlaşma Yasası imzalanmıştır. Bu son anlaşmanın imza edilmesiyle eskiden düşman olan iki ülke, Atatürk Dönemi’nin sonuna kadar sürecek bir dostluk kurmuşlar ve 1934 tarihli Balkan Paktı’nın temelini atmışlardır. Milletler Cemiyeti: 13 Nisan 1932’de Cenevre Silahsızlanma Konferansı sonrasında Milletler Cemiyeti, (Bugünkü Birleşmiş Milletlerin prototip halidir) Türkiye Cumhuriyeti ile işbirliğine hazır olduğunu beyan etmiştir. Bu gelişmenin üzerine Türkiye ile yakın ilişkiler kuran İspanya ve Yunanistan Milletler Cemiyeti’ne Türkiye’nin üye yapılması için teklif götürmüştür. Bunun üzerine Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada gözettiği barışçı dış politikayı dikkate 48
alarak İspanya ve Yunanistan tarafından yapılan teklifi 6 Temmuz 1932 tarihinde yapılan Genel Kurulunda oy birliği ile kabul etmiştir (Burada Milletler Cemiyeti’ne üyelik başvurusu hakkında bir devlet büyüğü tarafından söylenenler üzerine Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu topluluğa ancak yapılacak bir davet üzerine katılabileceğini belirtmiştir). Türkiye 18 Temmuz 1932 tarihinde resmen bu uluslararası topluluğa üye olmuştur. Milletler Cemiyeti 1939’da II. Dünya Savaşının çıkması ile işlevselliğini yitirmiş ve 1945’te savaşın galip devletleri ve savaş boyunca tarafsız kalan Türkiye gibi ülkelerin Almanya’ya ve Japonya’ya savaş ilan ettikten sonra kurucu üye statüsü verilen ülkeler tarafından Birleşmiş Milletler’e dönüştürülmüştür. Balkan Paktı: İtalya’nın 1. Dünya Savaşı’nda istediklerini alamaması üzerine 1922’de iktidara gelen Mussolini açık bir şekilde Balkan ülkelerini ve Akdeniz’e kıyısı olan ülkeleri (her iki durumda da Türkiye’yi) tehdit etmeye başlamasıyla. Buna ek olarak, 1933’te Almanya’da iktidara gelen Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin yönetimine giren Almanya’nın bitmek bilmeyen toprak ve kaynak istemleri ve buna ek olarak Avrupalı büyük güçlerin yıllar önce I. Dünya Savaşı’nda olduğu üzere silahlanma yarışına girmeleri gibi gelişmeler üzerine yakınlaşma ihtiyacı duyulması üzerine Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında Balkan Antantı olarak da bilinen Balkan Paktı, Yunanistan’ın başkenti Atina'da 9 Şubat 1934 tarihinde imzalanmıştır. Pakt’ın temellerini Ankara'da 14 Eylül 1933 tarihinde imzalanan Türkiye ile Yunanistan arasında İçten Anlaşma Yasası, yine Ankara'da 17 Ekim 1933 tarihinde Türkiye ile Romanya arasında imzalanan Dostluk, Saldırmazlık, Hakemlik ve Uzlaştırma Antlaşması, Belgrad'da Türkiye - Yugoslavya arasında 27 Kasım 1933 tarihinde imzalanan Dostluk, Saldırmazlık, Yargısal Çözüm, Hakemlik ve Uzlaştırma Antlaşması gibi çeşitli antlaşmalar oluşturmuşlardır. Antlaşma’nın kurallarına göre Balkan ülkeleri birbirinin varlığına saygı gösterecekti. Bu sayede Balkan ülkeleri sınırlarını karşılıklı olarak güvenceye almış oldular. Bulgaristan ise Türkiye Cumhuriyeti, Yunanistan Cumhuriyeti ve Yugoslavya Krallığı topraklarında hak iddia ettiği için Balkan Paktına katılmadı. Arnavutluk Krallığı ise çevre ülkelerle arasındaki ilişkilerin zayıflığı ve İtalyan güdümünde bulunmasından dolayı katılamamıştır. Bulgaristan Krallığı, Balkan paktı ile arasında iyi komşuluk ve içtenlikle ilişkilerini sürdürmek isteğini dile getiren bir anlaşmayı Selanik'te 31 Temmuz 1938 tarihinde imzalamıştır. Ancak Balkan Paktı, II. Dünya Savaşı’nın çıkması ve sonrasında yeni güç dengelerinin kurulması ile birlikte geçerliliğini kaybetti. Montreaux Boğazlar Sözleşmesi: Türkiye ve İtilaf Devletleri arasında Boğazlar rejimiyle ilgili olarak Lozan Konferansı'nda Boğazlar Sözleşmesi imzalanmıştı. İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya, Sovyetler Birliği ve Türkiye tarafından anlaşma 1923 yılında imzalanmıştır. 49
Savaş ve barış zamanında ticaret ve savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi bu sözleşme sayesinde serbest olacaktı. Avrupa'da birçok siyasi değişiklik İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaşmasıyla birlikte meydana geldi. İtalya, boğazların herhangi bir saldırıya karşı korunmasını üstlenen devletlerden biri olmasına rağmen İtalya, Habeşistan'a (modern Etiyopya) saldırdı. Bu sırada Japonya Milletler Cemiyeti’yle olan bağlaşıklığını kendi isteğiyle koparttı. Devletler silahlanmaya başlayarak dünya barışının korunması için toplanan çeşitli konferansları sonuçsuz bıraktı. Atatürk, boğazlar meselesini siyasi arenada tansiyonun yükseldiğini görmekle beraber kesin olarak çözmeye karar verdi. Lozan Antlaşması'ndaki Boğazlara ait hükümlerin değiştirilmesi istemiyle Türk Hükümeti, Milletler Cemiyeti’ne başvurdu. 20 Temmuz 1936'da Türkiye, İngiltere, Fransa, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Yunanistan, Japonya ve Sovyetler Birliği İsviçre’nin Montreux şehrinde bir konferans toplanmasıyla bir araya gelmiş ve Montreux Boğazlar Sözleşmesi imzalamışladır. Bunun üzerine konferansa katılmayan İtalya daha sonra 2 Mayıs 1938'de Boğazlar Sözleşmesi'ne katılmıştır. Boğazlar kayıtsız şartsız Türk egemenliğine bırakılacak, bölgeyi savunmak için tahkimat yapma hakkı tanınacaktır. Savaşta ve barışta deniz ve hava kuvvetlerinin geçmesine izin verilmeyecektir ancak her devletin ticaret gemileri barış zamanında serbestçe geçebilecek, Türkiye savaş zamanında eğer tarafsız kalmışsa ticaret gemileri geçebilecektir. On beş gün evvel Türk Hükümeti'ne haber vermek suretiyle, gidecekleri yer, isim, tip ve adetlerini bildirerek ve uçak kullanmamak şartıyla denizaltı gemileri ve müstesna olacak şekilde savaş gemileri de barış zamanında boğazlardan geçebileceklerdir. Şayet Türkiye savaşa girmişse, düşmana hiçbir surette yardımda bulunmamak şartıyla gündüz vakti serbestçe yalnız tarafsız devletlere mensup ticaret gemileri, geçebileceklerdir. Yukarıdaki maddeler Montreux Boğazlar Sözleşmesi'nin şartlarını belirtmiştir. Montreux Sözleşmesi, 20 yıl süreyle 1956 yılına kadar yürürlükte kalacaktı. Sözleşmenin iptali sürenin dolmasından 2 yıl önce istenmezse, antlaşmanın taraflarından hiçbirisi bu duruma itiraz etmezse sözleşme yürürlükte kalmaya devam edecekti. Böyle bir iptal isteği hiçbir ülke tarafından yapılmadığı için Montreux Sözleşmesi1956'da süresi dolduğu halde hâlen yürürlüktedir. Sadabat Paktı: 8 Temmuz 1937 tarihinde Tahran'da Sadabat Sarayı'nda Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında imzalanmıştır. Paktın imzalanmasının iki temel sebebi vardır; bunlardan birisi sınır sorunlarının kalıcı şekilde çözümlenmesi, diğeri ise ülkelerin bağımsızlıklarını vurgulama istekleridir. Sınır sorunları nedeniyle özellikle Türkiye-Irak-İran sınır hattında Kürt aşiretleri devamlı olarak bölgesel istikrarı ve güvenliği bozacak şekilde isyan etmekteydiler. Bu 50
durum Sadabat paktının imzalanmasındaki en can alıcı nedendir. Türkiye ise ayrı ayrı paktlar yerine bölgesel bir pakt kurulmasını önermiştir. Afgan Hanı’nın bu fikrin başını çekmesi üzerine Afganistan'ın pakta katılması fikri de diğer taraf ülkeler tarafından kabul edilmesiyle birlikte pakt Tahran'da imzalanmıştır. Türkiye ile İran arasında dostluk çerçevesi içinde sınır sorunu dâhil her alanı düzenleyen antlaşmaların imzalanması ve daha sonra Irak ile İran arasındaki Şattülarap meselesinin çözüme kavuşması Paktın imzalanmasını sağlamıştır. Hatay Sorunu: Türkiye-Suriye sınırı, 20 Ekim 1921’de Türkiye ile Fransa arasında imzalanan Ankara Antlaşması ile belirlendi. Buna göre Hatay Fransa yönetiminde bulunan Suriye’ye bırakıldı. Ancak Hatay’da özerk bir yönetim kuruldu, burada yaşayan Türklere geniş haklar tanındı. Hatay’da Türk kültürünün devam etmesine izin verilecek, okullarda Türkçe eğitim verilecek ve Hatay’da Türk parası geçerli olacaktı. Avrupa’daki gelişmeler karşısında (II. Dünya Savaşı) Fransa, 1936’da Suriye üzerindeki manda yönetimini kaldırdı. Suriye Hatay üzerinde hak iddia etmeye başladı. Ancak, Mustafa Kemal Paşa “Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz!” diyerek Hatay'ın kurtulacağına inanıyordu. 1936'da Fransa Suriye ve Lübnan üzerinde uyguladığı manda yönetimine son verdi. Bu durumda Hatay'ın Suriye sınırları içinde kalma tehlikesi belirdi. Bunun üzerine Türkiye, Milletler Cemiyeti'ne başvurarak Hatay'ın geleceğine Hataylıların karar vermesini istedi. Halk oylaması Fransa tarafından da kabul edildi. Yapılan halk oylaması sonucunda Bağımsız Hatay Devleti kuruldu (2 Eylül 1938). Hatay Türk Devleti Meclisi, Tayfur Sökmen’i cumhurbaşkanlığına, Abdurrahman Melek’i başbakanlığa seçti. Hatay Türk Devleti Meclisi 29 Haziran 1939’da Hatay’ın anavatana katılmasını oybirliğiyle kabul etti. TBMM 30 Haziran 1939’da Hatay’ın anavatana katılmasını kabul etti. Bu dönemde yürütülen dış politikada Atatürk’ün sağlam iradesinin ve kararlı tabiatının Türk Dış Politikasına tesiri göz önünde tutulduğunda, uygulanan milli diplomasinin günümüzde ne kadar büyük önem taşıdığını göstermiştir. KAYNAKÇA: Baskın Oran, Türk Dış Politikası, Cilt:1, 1919-1980, İletişim Yayınları Oral Sander, Siyasi Tarih Cilt:2, 1918-1994 İmge Yayınevi Hüner Tuncer, Atatürkçü Dış Politika, Kaynak Yayınları Tevfik Rüştü Aras, Atatürk’ün Dış Politikası, Kaynak Yayınları Kemal H. Karpat, Türk Dış Politikası Tarihi, Timaş Yayınları Haydar Çakmak, Cumhurbaşkanları ve Dış Politika, Kripto Yayınları
51
Bütün Gencay dergilerine www.gencaydergisi.com adresinden ulaşabilirsiniz.