Gencay Dergisi - Sayı 57 - Ekim 2016

Page 1

Ekim 2016 sayı 57

BU DERGİ “MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK GURUBU” TARAFINDAN HAZIRLANMIŞTIR.


www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 5 Sayı 57 – Ekim 2016 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com


İÇİNDEKİLER FATMA ÖZDEMİR

BURÇİN ÖNER 01

DURMUŞ HOCAOĞLU AYDINLANMANIN NERESİNDE?

62

GENCAY SÖYLEŞİSİ: 08

SADİ SOMUNCUOĞLU İLE TEŞKİLATLANMADA EĞİTİMİN ROLÜ

N. CEM İYİGÜN 65

M. ESAD KIRAÇ 18

İKBAL VURUCU İLE EROL GÜNGÖR’ÜN GÖRÜŞLERİNE ÇAĞDAŞ YORUM

TÜRKOLOJİNİN PEŞİNDE BİR ÖMÜR: AHMET BİCAN ERCİLASUN

72

MATURİDİNİN DÜŞÜNCE DÜNYASI

76

41

79

AYDINLIĞI BEKLERKEN GALİP GELEN ERDEMDİR

83

46

BURÇİN ÖNER 53

POZİTİF BİLİMLERİN SOSYAL BİLİMLERE YANSIMASINDA İKİ İSİM BİR KİTAP

ÇOCUKTUM ÜLKÜCÜYDÜM

BATUHAN SALICA 85

H. HAKAN ERÇELEBİ GÖK KUBBEYİ ÇADIR GÜNEŞİ TUĞ EYLEMİŞ BİR ÖMÜR: AKÇURALI YUSUF

TÜRK HALK BİLİMİ VE ZİYA GÖKALP

MİLLİ KİTAP

ÇAĞHAN SARI 44

ÜLKÜDEN BAŞKASINI SEVMEYEN ADAM: DİLAVER CEBECİ

ÖMER ÜNAL

AÇELYA OĞUZ TÜRKLÜĞÜN MATRİDİLİK İTİKADI VE PROF. DR. HASAN ONAT DEĞERLENDİRMELERİ

PEYAMİ SAFA’NIN TÜRK EDEBİYATINDAKİ YERİ

V. EGEMEN SARIGÖZ

MİLLİ KİTAP 39

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN AKSİYONER HALİ: ALPARSLAN TÜRKEŞ

EMRE ECE

ASLIHAN KAYA 33

POSTMODERN DİNDAR: ŞABAN ALİ DÜZGÜN

YÜZYILIN LİDERİ ATATÜRK PROF. DR.

SAADETTİN GÖMEÇ 89

NİHAL ATSIZ


“Eğer memlekette aydınlar varsa onlara halk ağzıyla hitap etmek, bir nev’i hakaret olur ve hiçbir aydın bu basitliği hoş göremez. Memlekette aydın bir zümre yoksa o zaman kime hitap edeceksiniz? Türkiye’deki entelektüel seviyenin nerelerde olduğunu biz de pekâlâ biliyoruz ama biz bu seviyenin hep aynı kalmasının felâket olacağını da biliyoruz. Bütün mesele, onları bu seviye içinde hiç düşünme zahmeti vermeden tatmin etmekse; her şeyin formülünü peşinen veren bir doktrin hazırlayabiliriz; bu bizim için daha kolay bir iş olur. Onlara karşı aynı seviyede veya seviyesizlikte bir başka sistem koymak zor değil; yeter ki insan kendi dışındaki gerçeklere gözlerini ve kulaklarını kapayacak kadar kör, sağır ve vurdumduymaz olsun. Söylediklerimizi anlayan aydınlar varsa bir hizmet yapmış olacağız; eğer böyle bir zümre yoksa yahut yetiştirme imkânı da bulunmuyorsa, Türkiye’ye şimdiden elveda diyelim ve kurtuluş ümidi ile kendimizi aldatmayalım.” Erol GÜNGÖR – Sosyal Meseleler ve Aydınlar

GİRİŞ: Sanayi İnkılabı öncesinde dünyanın aslında tek bir dünya olmadığı kabulünden bahsedebiliriz. Doğu ve batı medeniyetleri ayrı birer dünyayı tasvir ediyor hatta medeniyetler kendi içlerinde bile dünyacıklara bölünebiliyorlardı. Sanayi İnkılabı ile birlikte bu çoğulcu tavır günümüze kadar tekilleşme süreci yaşamıştır ve elbette bu tekleşmenin başlangıç noktası batı olarak kabul edilebilir. Bu noktada çağdaşlaşma ele alındığında kavramın yeni olarak nitelendirilebilecek ölçüde yakın tarihte ortaya atılmış olması sebebi ile zaman (geçmiş-gelecek kargaşası) açısından bir takım kafa karışıklıklarına neden olmaksızın değerlendirme yapmak önemlidir. İşte Durmuş Hocaoğlu bu özene vurgu yaparak “çağdaşlık, esas itibariyle bir “potansiyel” kavramı ışığı altında bir anlam kazanmaktadır. Çağdaşlaşmak ise alt potansiyelde bulunanın üst potansiyelde bulunanın potansiyeline yükselmesi demektir. Burada dikkatlerden kaçmaması gereken önemli bir husus, çağdaşlaşmak ile kastedilen şeyin düşük potansiyelde bulunanın yüksek potansiyelde bulunan ile potansiyel eşitlemesi, dengelenmesi demek fakat aynîleşmesi, özdeş hâle gelmesi demek değildir.” Demektedir [1]. Bu minvalle yazımızın içeriğini, çağdaşlaşmadan entelektüalizme ve nihayet oradan aydınlanmaya giden süreçte Durmuş Hocaoğlu’nun bulunduğu yer ve bu konular üzerine neler düşündüğünün incelemesi oluşturacaktır.

1


ENTELEKTÜEL VE ENTELEKTÜEL HAYSİYET: “Aydın, bir ferdin düşünme bakımından sıfatı iken entelektüel, ferdin meslek bakımından sıfatıdır, bu kurala göre bazı aydınlar entelektüel iken bazıları değildir.” Ali Şariati

Durmuş Hocaoğlu, entelektüel kavramını en basit hâli ile şöyle açıklamaktadır: “kendi aklı ile düşünen özgür adam”. Bir anlamda, demokrasi, refah, huzur, adalet ve bilumum hoşa giden şeyleri yaşayamadığımız şu dünyada özgürlüğünü tırnakları ile kazanabilmiş olan kişi de diyebiliriz. Ancak burada bahsini ettiğimiz özgürlük, içsel bir özgürlüktür. Bir örnekle açıklamak gerekirse; “Entelektüel, Epiktetus’un tabiriyle, köleyi Roma valilerinden daha özgür kılan şeyi, yüreğinde hissetmiş olan kişidir [2]. “ Kendini, iç dünyasında keşfetmek; kendi aklı ile düşünmek; sadece kendi vicdanına karşı sorumlu olmak, bir entelektüelin olmazsa olmaz özelliklerindendir. Bütün bunların içinde entelektüelin başat niteliği ise akıldır. Çünkü ancak akıl sayesinde kendisi olabilir. Kendi vicdanına karşı sorumlu olabilmesi için kendisinin düşünmesi ve düşünebilmesi için de kendi iç dünyasını keşfetmesi gerekmektedir. Bütün bunları ise sadece aklı ile yapabilir. Bunlara ilaveten sahip olması gereken diğer hasletlerinin başında ise “haysiyetli bir duruşa sahip olması” gelmektedir. Başlık halinde vermek gerekirse; bir entelektüelden bahsettiğimizde aklımıza gelmesi gereken üç kavram şunlar olmalıdır: iç-özgürlük; ifade ve duruş! İç özgürlük dediğimiz şey, insanın kendisini ve varlığını keşfetmesini sağlayan düşüncedir. İfadeden kastedilen de düşüncenin somutlaşması yani, sözlere dökülmesi demektir. Zira ifade, bir entelektüelin sadece sözleri değil; sözleriyle, elleriyle, yüreğiyle ve aklıyla ortaya koymuş olduğu bir yapıt, başka bir tabirle entelektüelin eseridir. Bugün Süleymaniye Mimar Sinan’ın ifadesi iken; Süleymaniye’de Bayram Sabahı Yahya Kemal Beyatlı’nın ifadesi, eseri, ruhunun dışa yansımasıdır. Bir diğer kavram ise “haysiyetli bir duruş…” Bugün entelektüel dediğimizde başkalarının düşüncelerinden faydalanan ama taklit etmeyen, özgürlük sahibi, ifade sahibi kişidir diyebiliyorsak bunun bağlı bulunduğu zincirin kilit noktasını haysiyetli duruş oluşturur. Çünkü karakterli bir duruş, entelektüelin dik durmasını, düşmeden, yalpalamadan, destek almak zorunda kalmadan yürüyebilmesini sağlayan yegâne unsurdur. Bir anlamda haysiyet, entelektüelin omurgasını oluşturmaktadır. Burada yine Hocaoğlu’nun ifadelerine başvuracak olursak, entelektüel haysiyetinin üç ana bölüme ayrıldığını görmekteyiz. Bunlar: “Birincisi, hakikati nasıl gördüğüne inanmakta ise o şekilde ifade etmektir. Fakat bu ifade bazı hallerde mahzur taşıyabilir; onun içindir ki entelektüelin hakikati ifadesi kaba bir ‘delikanlılık raconu’ndan farklıdır. Bir entelektüelin yapması câiz olan tek siyaset de budur: Tatbîk edilemeyeni temhîl etmek. Bu ise ‘sükût’tur; yâni mahz hakikatin ifadesinin mahzurlu görüldüğü hâllerde 2


ketumiyeti tercih etmek; ama sâdece ‘ketûmiyet’i; ‘takıyye’yi değil. Zira bazı haller vardır ki hakikat üzerinde konuşmanın yeri değildir; çünkü hakikate zarar verir. Bu durumda, Wittgenstein gibi söylersek: “Üzerine konuşulamayan şey hakkında susmak gerektir.” İkincisi, yanılmaz kanaat önderi rolüne soyunmamak ve doğruyu, hakikati asla tekeline almamaktır. Birincisi “Masum İmam” fikrinin, ikincisi de Hakikat İnhisarcılığı’nın reddidir. Ve üçüncüsü de, doğru ve/veya yanlışı bizâtihî doğru ve/veya yanlış olduğu için ifade etmektir; başka hiçbir şey için değil”[2]. AYDIN(LANMA): “Aydın kuzu gibi olamaz; kurt gibi olmalıdır, sonsuz bir iç hürriyet ile işbâ hâlinde bir yalnız kurt…” Durmuş HOCOĞLU

Bu yazıda aydın kelimesi, aydın olmak ifadesini temsil eden “ne?” sorusundan ziyade aydın olan kişi ifadesini temsil eden “kim?” sorusuna verilecek olan cevap ile ilişkilendirilmelidir. Dolayısı ile cevap aradığımız soru “aydın nedir?” değil, “aydın kimdir?” olmalıdır. Atsız’a göre bir ülkenin kurtuluşunda yahut kuruluşunda kilit durumunda olan kişi aydındır ve o, milletlerin kaderlerini, yükselişlerini yahut çöküşlerini aydınların birikimlerinin zenginliğine olduğu kadar üstlendikleri misyonu ne denli eylemleştirebildikleri kabiliyetlerine de bağlı görür [3]. Hocaoğlu’na göre ise “aydın kavramı, çok aşırı iddialı, hatta ukalâca da denebilir; çünkü nurunu başkasından almıyor, bu itibarla, “aydınlanmış, nurlanmış”tan ziyade, kendisi nurun kaynağı veya bizzat nur”dur [4]. Dolayısı ile buradan çıkarılacak sonuç, kişilerin isimlerinin önüne getirdikleri sıfatların/unvanların/rütbelerin onları aydın yapmayacağıdır. Zira bir milletin kurtuluşunda ya da kuruluşunda sadece tek bir gruptan (askeri, siyasi ya da akademik) bahsedemeyiz. Bu nedenle grup ifadesi yerine, aydınların oluşturduğu bir “zümre”den konuşulabilir. Aydın zümresinin teknik ve günümüzde de popüler olan adı “intelijansiya”dır. Peki, aydın olan kişi, bir unvana/rütbeye/statüye sahip olan kişi demek değilse sokaktaki kişi ile aynı kişidir diyebilir miyiz yoksa aydını diğerlerinden hatta sıklıkla aynı kasıtla kullandığımız bir ifade olan entelektüelden ayıran bir fark var mıdır? Pekâlâ vardır. Örneğin; entelektüel, belli bir alanda aklını kullanarak ürün ortaya koyan kişidir. Herhangi bir misyon üstlenmeksizin toplumdaki diğer kişilerden farklı olarak zihinsel üretimlerle ilgilenir. Aydının en önemli özelliği ise herhangi bir konu yahut olay ile ilgili eleştiri sunmakla yetinmeyen o eleştiriye yönelik 3


çözüm önerileri de sunma gayesi içinde olan kişi olmasıdır. Donuk ve sabit değildir; ait olduğu toplumla ilgili meseleleri doğru bir şekilde analiz eden, akıl yürüten ve karşısındakine çözüm yolları ile beraber aktarım yapabilme kabiliyeti olan kişidir. Ali Şariati bu ayrımı şu şekilde yapmaktadır: “Aydının temel misyonu sömürülen topluma siyasal bilinç kazandırmaktır. Aydın, entelektüelden farklı olduğu gibi herhangi bir alanda kendini geliştirmiş olan bilginden de farklıdır. Bilgin, yorum getiren olayları açıklamaya çalışan, bu özellikleriyle insanı rahatlatan bir özelliğe sahiptir. Oysa aydın, problemleri sadece tespit etmez, aynı zamanda nasıl olması gerektiğini söyler ve topluma önderlik eder. Entelektüelleri aydınlardan ayıran önemli özelliklerden birisi de entelektüellerin yaptıkları işi meslek olarak yapmalarıdır. Yazar, şair, din bilgini entelektüel olabilir, ancak aydın değildirler. Aydın, bir ferdin düşünme bakımından sıfatı iken entelektüel, ferdin meslek bakımından sıfatıdır; bu kurala göre bazı aydınlar entelektüel iken bazıları değildir”[5]. Bir diğer konu aydın sokaktaki kişi midir? Hem evet; hem hayır. Toplumu ilgilendiren her konunun aydını da ilgilendiriyor olması ve aynı olumlu-olumsuz sorunlara maruz kalıyor olmaları bakımından aydın da sokaktaki insandır denilebilir. Ancak sıradan vatandaşın olayları, kavramsal olarak anlamlandırıp problemlerin neden kaynaklandığını analiz etme yeteneği yoktur. O sadece yaşamdan tecrübe ettiği bilgiler kadar çıkarım yapabilir; bu tecrübelerin sezileri sayesinde gelecek kaygısı duyabilir ya da duymayabilir ve buna göre planlama yapabilir. Ancak aydının olaylara bakış tarzı herkesten farklıdır. Erol Güngör bu farklılığı şu şekilde ifade eder: “Aydın insan sadece ‘sokaktaki adam’ tipinin haberdar olmadığı bilgilere sahip olan kimse değildir. Onu halktan ayıran taraf, her şeyden önce bu farklı ve ileri seviyedeki bilgiyi kazanabilecek bir zihnî terbiye ve düşünme metodu kazanmış olmasıdır. O, bir hadise ile karşılaştığı zaman ‘bu nedir?’ sualini sormaz; çünkü bu suale alacağı cevap onun ancak görüneni anlamak için ihtiyacına cevap verir. Görüneni anlamak için de vasat insandan daha fazla bir zihnî gayret sarf etmeye ihtiyaç yoktur. Aydın, gördüğü şeyler arasında bir sebep-netice münasebeti bulmaya çalışarak halkın dar ve sathî dünyasının ötesinde objektif realiteyi kavramaya uğraşır. Aydın, bu hadiseler karşısında ‘niçin?’ sualini sorduğu için bizi hâli hazırda yaşamaktan kurtarır ve gelecek hakkında sağlam bir tahmin kazandırır[6].” Ayrıca bahsi geçen sıfatların sadece o kişilerin ilgilendikleri konulardaki uzmanlıklarını tarif eden terimler olduğu da açıktır. Ancak buna rağmen, özellikle de ülkemizde, isim tamlamalarının aydın olan kişi ile eşit manaya geldiği düşünülmektedir. Bu ise büyük bir yanılgıdır. Çünkü bu intelijansiyaya dâhil olan aydınlar, bir milletin var oluşu noktasında ontolojik bir öneme sahiptirler. Dolayısıyla, tüm rütbelerden, sıfatlardan ve unvanlardan

4


daha önemli ve de değerlidirler. Yalnız ne yazık ki hepsi için geçerli olmasa da bazılarının iki olumsuz niteliğe sahip olma olasılıkları da yüksektir: “İhânet” ve “yabancılaşma”. Yabancılaşmadan kasıt sosyolojik bir yabancılaşmadır. Mensup olduğu milletten, tüm değerlerinden, bütün gruplardan… Bunun sebebi olarak yine Hocaoğlu’nun öngörüsü şu şekildedir: “Hemen her şeyin merkezine kendisini kor, aydın; bu yüzden de “benci”dir, hatta daha fazlası, “bencil”; “ene”si kabarıktır, enâniyeti taşkın [7]”. Bu da hiçbir şeyi beğenmeme duygusu ile istatistiki tabirle normalden sapma göstererek yabancılaşmaya, bir uç değer olmaya sebebiyet verebilmektedir. İhanet ise belli sebeplerle gerçek olandan uzaklaşmak denilebilir ki “bu neden ihanet olsun; belki fikir değişikliğidir”, dediğinizi duyar gibiyim. İlk bakışta öyle olabilir ancak bir aydının en büyük özelliklerinden biri herkesten ve her şeyden bağımız olarak gerçeğin peşinden koşmasıdır. Dolayısıyla kişisel bahaneler uydurarak, belki sermayenin esiri olarak, belki siyasete atılarak –ki siyaset, bir aydın için “aydınlığını” çekip vurması demektir.- , belki de kişisel çıkarlarının ve güdülerinin peşinden giderek vs. gerçeği değiştiren aydın(!), esasen gerçeğe ihanet etmiş olur. SONUÇ: “Aydın olmak için önce insan olmak lâzım.” Cemil MERİÇ

Peki, bütün bu tanımlamalar ve nitelemeler ışığında Durmuş HOCAOĞLU nerede bulunmaktadır? Dikkat edilecek olursa yukarıda gerek tanımları, gerek nitelikleri ve gerekse olumsuz yanları ile resmedilmeye çalışılan entelektüel ve aydın kişiliklerinin temelde “niçin” önemli olduğunun cevabı, ait oldukları toplumu, ta başta ifade edilen şekliyle “yüksek potansiyele sahip olanın potansiyeline” aynîleştirmeden çıkartma çabasıdır. Bu anlamda aydını, yazımızın muhtevası bakımından da Durmuş HOCAOĞLU’nu toplumsal ve özelde milliyetçi açıdan değerlendirmek gerekir. Cemil MERİÇ: “Aydın olmak için önce insan olmak lâzım. İnsan mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur; maruz kalmaz, seçer. Aydın kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını yapan; ‘uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüstür.” Der [8]. İşte Hocaoğlu da bu tanımlamanın ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Dedik ya; bir entelektüel, aydın olabilirken, aydın olan kişi entelektüel olmak zorunda değildir, diye… Durmuş Hocaoğlu, hem aydındır hem de entelektüel. Çünkü her ikisinin özelliklerini bünyesinde barındıran bir kişiliktir. Türkiye’ye ve Türk Milliyetçiliği’ne tartışmasız ve sınırsız saldırıların alıp başını gittiği 5


zamanlarda bile hiçbir korku ve çekinceye kapılmadan bu saldırılara göğüs gerebilmesi ve bununla da kalmayıp özeleştiriler de yapabilmesi onun bu kimliklere sahip olmasında önemli bir ayrıntıdır. Hocaoğlu’nun yazı hayatına geç başladığını bilmekteyiz. Hatta akademik hayatında dâhi, günümüzde “bak bak bak…” diye başlayan eğlence içerikli cümleler kurarak el ovuşturan “ilim adamları”na bir mutluluk vesilesi olmak pahasına sekteler olduğunu da biliyoruz. Ancak, bütün hayatını ideallerine adamış, yalpalamamak için özen göstermiş bir entelektüel-aydının özgeçmişinin “çalışmalar ve başarılar” bölümünde neler yazdığından ziyade kişilerin zihinlerindeki kilitli kapılara nasıl anahtar olduğunu konuşmak gerekir. Doğrusu bunu kendisi de böyle belirtir: “Bana tevcih edilen en baş tenkid, okunurluğumun az olacağı idi; ancak, benim istediğim, çok okunmak değil; okuyucunun zihin egzersizlerinin ve entelektüel kabiliyetlerinin gelişmesine katkıda bulunmaktı.” O bu kadar tevazu içindeyken bile -esasen bana göre müthiş bir enâniyet halindeyken tam da bir aydına yakışır cinsten- günümüz aydınları(!) gibi toplumsal sorunlardan birine “ver; kurtul” diyecek kadar sığ bir zihin yapısı yoktu. O su geçirmez enâniyeti bile bir aydının aslında yegâne görevi olan toplumsal sorunları çözümleme kabiliyetinin kör noktasını oluşturmamaktaydı. O sorunları geçmişten bugüne değerlendir; olaylara milletin içinden bakarken değerlendirmelerini toplumdan soyutlanarak yapardı. Örneğin; “Bu topraklar bizim. Türkler geldikleri yere, Orta Asya’ya dönsünler.” Derken kendilerini aydın olarak tanımlayan kişilere şu cevabı vermiştir: “1. Biz Türkler, bu toprakları Kürtlerden ya da bir başkasından değil; Doğu Roma İmparatorluğu’ndan bilek gücü ile aldık ve muhteşem Malazgirt’ten kısa bir müddet sonra Haçlı Seferleri le birlikte de bütün dünyaya “Türkiye” olarak tanıttık. U müarek topraklar, bin yıldır, dost-düşman herkes tarafından bu adla anılır: Türkiye! Bilinmelidir ki bundan sonra da yine bu adla anılacaktır, ilelebet: Türkiye! 2. Bu topraklar yani, biz Türkler’in anamızın ak sütü gibi ‘helal vatanımız’ Türkiye’yi elimizden almak isteyenler çok oldu; her defasında faturasını sonuna kadar ödedik ve buraları bizden koparmak isteyenleri bu toprağa gömdük. 3. Binaenaleyh, hiç ama hiç kimsenin bir kere daha böyle bir çılgınlığı tecrübe etmesini tavsiye etmeyiz” [9]. Ez-cümle; Bu ülkede ‘yabancılaşma’ ve ’ihanet’ hastalıklarına yakalandıklarını tahmin ettiğimiz ve isimlerinin önünde kendilerini tamladıklarına inandıkları sıfatları sayesinde aydın olduklarını zanneden kişilerin esasta çözmeleri gereken konu, kendi meseleleri olan “aydın meselesi”dir. Aydınlar, kendi problemlerinin çözümü için matafiziksel olarak bir ilhâm mı yoksa esrarengiz bir sihirli değnek mi beklemektedirler? Onları, sıradan vatandaş olmaktan ayıran şey, okuma-yazma bilmeleri mi, Kaf Dağı’na sakladıkları kıl alınmaz burunları mı, bırakın ait oldukları toplumu, dünyadan izole ettikleri yaşantıları 6


mı, kazandıkları bol sıfırlı ama sıfır karakterli paraları mı yoksa tek dişi bile kalmayan medeniyetlerin çocukları olmaları mıdır? Günümüz aydınları bunu tartışa yahut tartışmaya dursun; esasen sorunun cevabını yıllar öncesinde yine Hocaoğlu vermekte: “Gerek bireysel bağlamda ve gerekse de toplumsal bağlamda ‘her hangi bir şey olmak’ için öncelikle ‘var-olan bir şey’ olmak, kaçınılmaz bir zarurettir” [10]. KAYNAKÇA 1.

Hocaoğlu, D., (1992), Çağdaşlık, Çağdaşlaşmak ve Modernleşmek, Yeni Toplum Dergisi, İstanbul, s.71-85. 2. Hocaoğlu, D., (2000), Entelektüel ve Entelektüel Haysiyeti, Muhalif Dergisi, s. 11. 3. Atsız, H. Nihal., (1992), Makaleler 3, Baysan Yayınları, İstanbul. 4. Hocaoğlu, D., (2008), “Aydın” Üzerine Bir Potpuri, Yeniçağ Gazetesi, s. 08. 5. Şariati, A., (2009), Ne Yapmalı?, Fecr Yayınevi, Ankara. 6. Güngör, E., (2011), Sosyal Meseleler ve Aydınlar, Ötüken Neşriyat, 7. Baskı, Ankara, s.297-301. 7. Hocaoğlu, D., (2008), Bir “Müstemleke Aydını” Hastalığı: “Yabânîleşme”, Yeniçağ Gazetesi, s. 08. 8. Meriç, C., (2004), Kırk Ambar, İletişim Yayıncılık, İstanbul, s.287-288. 9. Şafak, C., (2011), Durmuş Hocaoğlu’nun Türkiye Analizi ve Büyük Güçlerin Son Maçına Çıktığı Topraklar, İkbal Vurucu ve Mustafa Yiğit (Ed.), Kamu Ruhu: Postmodern Kimliksizliğe Karşı Duruşlar, Palet Yayınları, Konya, s. 15-29. 10. Hocaoğlu, D., (1998), Milli Mutabakat Çerçevesinde Sünnilik ve Alevilik, Köprü Dergisi, s.62.

7


AÇELYA OĞUZ: Değerli büyüğümüz öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için Gencay Dergisi adına size teşekkür ediyoruz. SADİ SOMUNCUOĞLU: Ne demek, ben teşekkür ederim. AÇELYA OĞUZ: Hocam, ilk sorumuz Milli Düşünce Merkezi’nin gençlik grubu olan Gencay ile ilgili. Siz Gencay Grubu'nun çalışmalarını nasıl buluyorsunuz? Bu tarz gençlik gruplarının yönetimi ve kendini geliştirme yolları nasıl olmalı? SADİ SOMUNCUOĞLU: Gencay zaten Milli Düşünce Merkezinin açılmasından kısa bir süre sonra faaliyetlere başladı. Lakin öğrencilerin okulları, uğraşları sebebiyle ilk başlarda çok sistematik bir düzen kuramadık. Zamanla bunu başardık ve eğitici programlar düzenli olarak yapıldı. Gençlerimiz kendileri bir takım konular hazırladılar. Sayıca çok artış göstermedi ama verimli geçti. Benim daha önemli gördüğüm bu gençlerimiz arasında çok iyi arkadaşlık, dostluk ve kaynaşma meydana geldi. Son yıllarda eskisinden daha düzenli ve verimli ilmi çalışmalar yapıyorlar. Özellikle kendilerinin çıkardığı aylık dergide fikri doğrultusu çok değerli yazılar yazdılar. Bu da onların hangi noktaya geldiklerini somut olarak görebilmemizi sağladı. Dergi çok beğenildi. Keşke mümkün olsa da basılı hale gelse… O zaman çok daha verimli olacaktır. Gençlik gruplarının yöntemi ve kendini geliştirme yollarına gelince gençler arasında tanışma gerçekleştikten sonra sağlam kadronun sürekliliği önemlidir. Aksamalar ve çeşitli engeller meşru mazeretlere dayanabilir lakin buradaki problem gidişin yavaşlamasıdır. Ayrıca genelde hocalar konuşuyor yahut gençler kendileri hazırlanıp konuşuyorlar. Ama bunları da çeşitlendirmeye çalışıyorlar. Birlikte geziler, çevreyi tanıma etkinlikleri yapılmalıdır. Bu hemen olmayabilir. Ama Ankara önemli bir merkezdir. Adım adım öğrenilip, gezilip, ele alınıp, çalışılması gereken bir yerdir. Hem siyasi hem kültürel açıdan… Ayda bir toplu sinemalara gidilmeli, doğudan batıdan filmler izlenmeli, daha sonra filmin eleştirisi hep beraber yapılmalıdır. Camianın önemli hocaları, bilim adamları, tasavvuf adamları, fikir insanları randevu alınıp evlerinde, iş yerlerinde, makamlarında ziyaret edilmelidir. Aradıkları cevapları onlardan almalıdırlar. Bu gibi sosyal ilişkileri içine alan etkinlikler yapılmalıdır. Bir de gençliğin meselelerine ağırlık verilmeli. Elinize bir kayıt cihazı alıp herhangi bir fakülteye gideceksiniz iki kişi. Bir kız bir erkek. Gençlere soracaksınız: “Okulunuzdan memnun musunuz?”, “Eksiklikleri, yanlışları nelerdir?”, “ Fakültenizde size yetki verilse neleri değiştirirsiniz?” gibi sorular soracak, öğrenci- öğretmen arası ilişkileri, ulaşım yurt

8


meseleleri, yeme-içme durumlar, kendi gibi her konudan kısa alacaksınız.

meseleleri, burs ve mali aralarındaki ilişkiler kısa cevaplar

AÇELYA OĞUZ: Peki eğitimi konusunda nokta sizce heyecan

Hocam, gençliğin aşılanması gereken ilk mıdır metot mudur?

SADİ SOMUNCUOĞLU: Heyecansız olmaz, o şarttır. Her şeyin başlangıcı heyecan olacak ama tabi ki bir metot dâhilinde. Heyecan güçtür aynı zamanda. Bu heyecanın kullanılması da tıpkı programların işlenmesi gibi bir metoda dayanmalıdır. Tabii bunlar amaç için yapılır. Metotsuz sonuca gitmek mümkün değildir. Önce hedef belirlenmeli, sonra bu hedefe gidecek yol üzerinde çalışılmalı, daha sonra bunun tekniğini, araçlarıyla malzemeleriyle tüm detaylarıyla önceden belirlenmelidir. Planlama yapılmazsa çalışmalarda maalesef arzu edilen neticeye ulaşılamaz. Yani bir hedef olacak, o hedefe gidecek bir program olacak, bunlar bir metot içerisinde yapılacak. Dediğim gibi teoride kalmamalı bunlar. Sosyal alanda da öğrenciler arasında, hocalarla, fikir adamlarıyla temas halinde olunarak; sinemalar filmler takip edilerek zenginleştirilmelidir. Gerçi öğrencilerin çok meseleleri var biliyorum. Zaman bakımından çok kısıtlılar. Dersler ve sınavlardan elverdiği kadar fazla da boğmadan, bu nedenle bir dönemde 30 faaliyet yapmazsınız da 10 faaliyet yaparsınız. Ama bunlar sindire sindire yapılırsa verimi daha fazla olur. M. BATUHAN KAYNAKÇI: Hocam önceki soruyla da bağlantılı olarak; Gençlik; eğitimi konusunda modern yöntem - tekniklere ne derecede yönelmeli, klasik yöntem-tekniklerin hangileri bırakılmamalıdır? SADİ SOMUNCUOĞLU: Klasik olanlarda biliyorsunuz teorik taraf ağırdır. İyidir ama iş için değildir, hareket için de değildir yani aktif değildir. Modern ve aktif eğitim kullanılmalıdır. Yani öğrenci hazırlayıp gelecek öğrenci sunumunu yapacak. Bunlar üzerinde durulan şeyler olmalı. Grup çalışmaları var ama onlar sayı çokluğuyla ancak yapılabilir. İlgi alanlarına göre gruplar oluşturmalı daha sonra bu gruplar yer değiştirmelidir. Böyle çalışılmalı. Bu anlattıklarım ideal şeyler. Ama ideal ile hayat arasında bir açı vardır. “Acaba biz başarılı olmaz mıyız?” diye düşünülmemelidir. Hayatın kanunları kitabın kanunlarını yener. O yüzden bu durumu da anlayışla karşılamak lazım. “İlerliyor muyuz?” “Yerimiz de mi sayıyoruz?” veya “Bir yorgunluk mu ortaya çıkıyor?” sorularının cevapları ölçüt olarak görülmelidir. M. BATUHAN KAYNAKÇI: Değerli hocam, 50 yıl sonra Türk gençliğini çizmek isteseniz, nasıl bir gençlik istersiniz? 9


SADİ SOMUNCUOĞLU: 50 yıl, uzun bir zaman bu soruyu belki daha bir zamanla kısıtlı tutmak daha doğru olabilirdi. Öncelikle kendini, milletini, iddialarını -bu iddia önce şahıs olarak, sonra toplum olarak sonra medeniyet iddiaları olarak- iyi bilmesi lazımdır. Bunun içinde yetişme meselesi önemlidir. Mektepler var. Her birinin farklı doktrinleri var. Ekonomide, eğitimde, siyasette, sporda, müspet ilimlerde iyi yetişmek, bunları öğrenmek lazımdır. Önce mekteplerde sosyoloji; tarih, tarih derken hem Türk hem İslam tarihini kastediyorum, bilinmelidir. Sonra bugünün meselelerine bakmalıyız. Konulara genelden özele doğru yahut özelden genele doğru olabilir fark etmez. Yetişme safhası iyi olunca o zaman dünyada olup bitenleri belli bir açıdan görmek, kriterlere ve kıstaslara göre bunları değerlendirmek ve özellikle mukayese etmek kabiliyeti kazanılır. Mukayese olmazsa ölçü olmaz. “Bizim edebiyatımız çok güçlü” Neye göre güçlü? “Edebiyat çok zayıf.” Neye göre zayıf? Tabi ki diğer edebiyatlara göre. Hem kendi geçmişimiz ile kıyaslayarak hem de yarış halinde olduğumuz diğer milletlerle her alanda kıyaslama yaparak ilerlemek doğrudur. Aynı seviyede miyiz yoksa aradaki mesafe açılıyor mu bunları görmemiz lazım. Gençlik kendi ayakları üzerinde durabilmeli, çevresinde ve yaşadığı camiada ne kadar büyük insan olursa olsun başkasına yaslanmadan, elbette tanıyacak ama kendi ayaklarının üstünde durabilmeli. Bir seciye olarak, ahlak yapısı, insan yapısı olarak bir de fikri konularda ayakta durabilmelidir. Yorgunluk nedir, yenilme nedir, bunları bilmemelidir. Çünkü insan yeryüzünün en güçlü varlığıdır. Allah’ın yarattığı varlıklardan şeytan dâhil insandan üstünü yoktur. O bakımdan “Ben en büyük, en güçlü, en kutsal varlığım yaratılanlar içerisinde. O nedenle ben yenilemem.” tavrının yerleşmesi ve ümitsizliğe asla düşülmemesi lazım. Ümidini kaybedersen bir savaşı kaybedersin, bir yarışı kaybedersin. Ümit, kazanmanın kamçılayıcısı olmalıdır. Yani vasıfları; temel esasları itibari ile demek ki geçmişini bilecek, dünyayı öğrenecek, dünyaya bakış ile ilgili bütün ilim dallarındaki doktrinleri ana hatlarıyla bilecek çünkü bunlar birikimdir. Birikimi almak lazımdır. Kimden olursa olsun, hangi milletten olursa olsun almalıyız. Sadece kendi milletimizin birikimlerine sahip olacağız diye bir iddia zaten olamaz. Bize uyanları, başkalarının tecrübeleriyle edindiğimiz sonuçları, yanlışlarıyla doğrularıyla bizim de kullanmamız lazımdır. Bu vasıfları biz 50 yıl içerisinde gençlerimize verebilmeliyiz. Bir şirketi yönetiyorsa, bir düşünce adamıysa, devleti yönetiyorsa, üniversitede hocaysa, bir spor müsabakasına katılıp liderlik ediyorsa bu vasıflara sahip olmalıdır.

10


İnsan ömrü kısadır ve zaman çok önemlidir. Bir insanın en kıymetlisi zamanıdır. Gençlik bugünün işini yarına bırakmamalıdır. Bugünün işi yarına atılırsa, ertesi gün iki iş olur. O iki iş de ertelenir üç iş olur. Hayır, her gün bir öncekinden daha fazlası yapılmalıdır. Tabii bunlar plan program dâhilinde yapılmalıdır. Plansız olmaz. Böyle bir 50 yıl içerisinde bu şekilde vasıflı gençlerin yetişebilmesi için bir numaralı unsur öğretmenlerdir. Öğretmenler bu konuda en değerli gruptur. O zaman öğretmen toplumun en zeki, en ahlaklı, en mücadeleci, en akıllı çünkü zeki tek başına tehlikelidir akıl lazım ve çalışkanlık… Unutmayın, akıl ve çalışkanlık; zekâdan üstündür. Öğretmen böyle kişilerden seçilmelidir. Peki, nasıl seçilir? Atatürk bunu yapmış: O gün fakir Türkiye, en yüksek ücreti açık farkla öğretmenlere vermiştir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yetişen öğretmenleri bilseniz hayranlık duyarsınız. Bir ruh büyüklükleri vardır onlarda. Kendi evine, kendi çocuğuna, kendine baktığından daha çok okuluna ve öğrencilerine bakardılar. Kendisini görevine adamış. Bugün ile mukayese etmek onlara büyük saygısızlık olur. Bir de Türkiye gibi kalkınmakta olan ülkelerin kaynakları kıttır. Gelişmiş ülkelerle arasındaki farkı kapatması için bu kıt kaynağın çok verimli kullanılması gerekir. Yani öncelikli alanları iyi seçmeli, kaynakların harcanması bu öncelikli alanlara verilmelidir. Toplumun bu özel vasıflara sahip kısmı yüzde kaçı ise belirlenip, değişik metotlarla köyde ve şehirde farklı okullarda eğitimler verilmedir. Bu vasıflar insan karakterine aşılanmaz. Bilgi aşılanır lakin değerler aşılanamaz. O nedenle ilkokul çocuklarının eğitimi çok önemlidir, yetiştirilmelidirler. Bu yetişmiş, vasıflı kişi vasıtası ile de ancak topluma sirayet edilebilir. Türk milleti çok çalışkandır. Bizim gençlik yıllarımızda, aydınlar hep milleti suçlarlardı. Şimdi biraz azaldı ama suçlamaya da ilgi duymuyorlar sanki. Onlar için millet tembeldir, çalışmaz, fırsatçıdır, köylerde kahveler ağzına kadar doludur. Ben gençliğimden itibaren hep buna karşı çıktım. Asıl tembel ve işe yaramaz olan aydınlardır, vatandaş değil. Vatandaş, tarlasını sürer ekerdi; bu zor bir iştir. O zamanlar elleriyle sürerlerdi. Yine elleriyle ekerlerdi. Biçiyor, işi bitiyordu. Yapacağı iş yok. Bunun en büyük örneği Batı’ya işçi gönderdiğimiz dönemde görüldü. Bütün ülkelerde, bütün iş kollarında üretim rekorları kırıldı. Demek ki Türk işçisi tembel değilmiş. Almanlar da var, Fransızlar, Yunanlar, Afrikalılar işçi olarak giriyorlardı fabrikaya. Türkler almanlar dâhil hepsinden daha verimli çalışmışlardır. Çünkü herkese aynı miktarda bir ücret veriliyordu, onun üstüne ise ürettiğin kadar ücret veriliyordu. Ve gerçekten emeğinin karşılığını veriyorlardı. Yani bir adalet düzeni olunca, çalışanın hakkı verilince bizim işçiyi kimse tutamazdı. Batının kalkınmasının bir sebebi de işte bu ödüllendirme sistemidir. M. BATUHAN KAYNAKÇI: Hocam 50 yıl ileri gittik. Bir de 50 yıl geriye gidelim. 50 yıl öncenin gençleri ile günümüz gençlerini milli ruh ve bilgi açısından karşılaştırır mısınız?

11


SADİ SOMUNCUOĞLU: 50 yıl öncenin gençliği milli kimlik ve milli ruh açısından dünyadan ve kendinden çok habersizdi. Yalnız aileden, toplumdan ve okuldan aldığı bir terbiye ve ahlak vardı. Biz buna daha mazbuttu diyebiliriz. Daha düzgündü ama dünyaya ve fikri meselelere, milleti adına, cemiyeti adına söz sahibi olmak gibi özelliklerden çok uzaktı. Şimdiki gençlik içerisinde böyle küçük adacıklar var ama kozmopolitlik daha fazla. Kitle iletişim araçları çok fazla olduğu için dünyayı görüyorlar, onlar için dünya küçük bir köy. Her ne kadar sistematik olmasa da küçük küçük her şey hakkında bilgi sahibi oluyorlar. Çok fazla bunlara maruz kalıyorar. Bunları milleti ve kendi için bir hedefe göre belirli bir hale getirmeyip de yabancı kökenlerin saldırısı altında, zararlı fikirlerin saldırısı altında bıraktığı için kozmopolit yapısına eyyamcı diyebiliriz. Kendini kurtarmak, daha iyi yaşamak gibi özellikleri ağır basıyor. Ama içinde eğitimle değil de eğitime rağmen, Milli Eğitim Fabrikasının ayarına rağmen çılgınca bir şuur da var. M. BATUHAN KAYNAKÇI: Bugünün gençlerinin gelecekte yönetici kadrolarına geldiklerinde gösterecekleri başarıların seviyesini gençlik teşkilatlanmalarındaki hangi eğitimler belirleyecektir ve bu seviye nasıl arttırılabilir? SADİ SOMUNCUOĞLU: Biz etkiler diyelim, belirlemek çok büyük bir iştir. Bu eğitim sivil toplum kuruluşlarının desteğiyle sağlanabilirse daha verimli olur. Lakin sivil toplum kuruluşları devletin desteklemediği kuruluşlardır. Tabii bir siyasi partiyi destekleyen sivil toplum kuruluşları buna destek vermezler. Tek yönlü çalışırlar, bizim konuştuğumuz şeyler ise milli ülküyü, idealizmi gerektiren şeylerdir. Zaten bunun asıl omurga olması da lazım. O nedenle Türkiye’de böyle kuruluşlar yok denecek sayıdadır. Çünkü hükümetten pek destek alamazlar, kendi siyasetlerine uygun değilse. Batıda olduğu gibi sivil toplum kavramı, bizde de topluma vermesi gerekenleri veriyor, diyemeyiz. M. BATUHAN KAYNAKÇI: Demokrasi programlarında nasıl bir yol izlenmelidir?

bilincinin

oluşturulması

için

eğitim

SADİ SOMUNCUOĞLU: Demokrasi bilinci için önce hukuk bilinci yerleşmelidir. Hukukun olmadığı yerde demokrasi olmaz. Bizim atalarımız ne demiş: “Adalet mülkün temelidir.” Bugün hukuk devleti diyoruz veya hukukun üstünlüğü diyoruz, adı değiştirilebilir ama muhtevası itibari ile bir toplum hukukun kurallarına göre eğitiliyorsa, ona hangi ölçüde uyarak yaşıyorsa o toplumda demokrasi de o kadar yerindedir. Çünkü demokrasini müeyyidesi yoktur. Sınırı yok, kriterleri yoktur. Bunları hukuk belirler. Demokrasi hukuktan beslenir. Deriz ki: “Demokrasi hür bir rejimdir. Bir kişinin hürriyetinin başladığı yerde diğerinin ki biter.” Bunlar çok teorik tabirlerdir. Nerede o sınırlar, var mı toplumda? Kişi baktığı zaman görebiliyor mu? Hatta herkes kendi özgürlüğünün sınırını başkalarının özgürlüğünün ötesine de götürüyor. Sınır diye bir şey görünmüyor.

12


Bizim ülkemizde sabahtan akşama kadar demokrasiden bahsederler. Siyasetçiler, fikir adamları, üniversite hocaları, toplumun kanaat önderleri demokrasi ile yatar demokrasi ile kalkarlar. Ama bizim ülkemizde en kıt bulunan şey de yine demokrasidir, hukukun üstünlüğüdür. “Adalet mülkün temelidir.” denilince “mülk” kelimesine Turgut Özal “gayrimenkul” demektir demişti. Ama gayrimenkul değil tabii ki. “Mülk” devlet, millettir. Hepsini kapsar. Hukuk başta devleti düzenler, toplumu da düzenler, milleti ve coğrafyayı da düzenleyecek. Bunları ne kadar başarabiliyorsak demokrasi de o kadardır. Onun dışındakiler aldatmaya yarar. Demokrasi ve hukukun olmadığı yerde kitleleri istismar etmek ve kışkırtmak çok kolaydır. Tehlikelidir. Ben bakıyorum, liderlerimiz hukuk ile ilgili çok az söz söylüyorlar ama demokrasi ise her gün ağızlarındadır. Darbe girişiminden sonra neredeyse bir ay tüm Türkiye’de sabahlara kadar çalgılı, sazlı, sözlü demokrasi nöbetleri tutuldu. Ben dedim ki: “olmayan şeyin nöbetini neden tutuyor bunlar?” Demokrasi falan yok. Şeklen bir seçme-seçilme var, o da hileli. Tamamen şekil. Demokrasinin temel kurumları partilerdir. Her istemin temel kurumları vardır. Demokrasiyi taşıyan ana sütunlar partilerdir. Partilerin içerisinde demokrasi eğer kuralları ile işlemiyorsa, tek adam yönetimi varsa ülkenin hiçbir kurumunda demokrasi olmaz. Var gibi görünenler ise semboliktir. Demokraside şahıslar karar vermez, organlar ve kurullar karar verir. Misal; tarımla ilgili bir karar alınacak. Bir parti, dernek yahut vakıfta çalışıyoruz. Oradaki ilgili organ ne ise – partilerde yönetim kuruludur- önce bunu tartışacak, bir değil birçok toplantı yapacak, uzmanlar dinlenecek, tartışma bitince oylanacak, ekseriyetin sözü partinin görüşü kabul edilecek. Genel başkan karar veremez. Kurulda söz hakkı vardır, karar verme yetkisi yoktur. O zaman genel başkan ne iş yapar? O, alınan kararların uygulanması aşamasında görev alır ki bu önemli bir iştir. Biz pek uygulamaya önem vermeyiz daha çok kararın alınmasına önem veririz. Elbet o da önemli ama uygulanmayan karar bir işe yaramaz. Onun için mutlaka müzakere uygulama yapılmalıdır. Organ ve kurumlar yetkili olursa o zaman demokrasi işler. Demokrasi pahalı bir rejimdir. Zaman alan bir rejimdir. Fakat bunu kendi ruhuna uygun olarak işletebilirse verim alınabilir. O zaman bu gidenlerin hepsi sağlanan verim ile geri döner. Demokrasiye uyan onu her şeyden önce benimsemeli, samimiyetle kabul etmelidir. Türk milliyetçilerinin bilhassa demokrasiyi çok samimiyetle benimsemeleri lazımdır.

13


Demokrasi milletin kendi kaderi üzerinde yetkisinin olmasıdır. Milliyetçilik ise milletin yolu demektir. Millet yoludur. Dolayısıyla milliyetçiliğin dışındaki düşünce sistemlerinden daha çok demokrasi milliyetçilik ile örtüşür. Bunu gençlerimize en başta öğretmemiz lazımdır. Ama bizim camiamızda bu yok. M. BATUHAN KAYNAKÇI: Yine gençlik yapılanlamalarıyla ilgili, milli bir gençlik yapılanması nasıl bir model ile teşkilatlanmalı? Bir yol haritası çizer misiniz? SADİ SOMUNCUOĞLU: Bir konuda başarılı olmak için, bir teşkilat şarttır. Ayrıca amacınız da olmak zorundadır. Sizi o amaca götürecek fikirleriniz olacak. Amaç, fikrin içinden çıktığı için ikisini bir kabul edersek dünya görüşünüz ve fikriyatınız olacak diyebiliriz. Ve teşkilatçılık… Bu ikisi olmazsa olmaz iki temel sütundur. Elbette başka şeyler de bunları takip eder fakat bu ikisinden biri dahi olmazsa olmaz. Şimdiki teşkilat yapıları güçlü kitlelere ulaşabilme imkânlarına sahipler. Bu kullanılmalı. Bir de dava iyi bilinmelidir. Bir fikri savunacaksanız: Bu fikir nedir? Ne değildir? Davanız nasıl bir davadır? Bunları çok iyi bilmek lazımdır. İşte bu fikri ve davayı iyi öğrenmek üçüncü önemli sütundur. Bizim fikrimiz; tarihi kapsıyor, kendilerini kapsıyor, insanlığı kapsıyor, medeniyetin iddialarını kapsıyor. Bunları sistematik bir eğitim ile hedef kitlemize verilmesi lazımdır. Herkes çalıştığını alanda bir şeyler yapmalıdır. Dördüncüsü ise; burada görev alacak kişiler özellikle öğretici kademesinde olanlar, hocalar bazı özelliklere sahip olmalıdırlar. Örneğin birinin çizdiğini öbürü silmeyecek, birinin yazdığını diğeri bozmayacak, birbirlerinin tersi iş yapmayacaklar, zıt şeyler söylemeyecekler, birbirlerini teyit edecekler. İkisi birlikte çalışacak, Örneğin; masanın bir ayağını biri yapacak diğer ayağı öbürü yapacak. İki ayak birbirine öyle uygun olacak ki masa dengesiz olmasın. Eğitim, kaliteli Hoca ve görüş itibariyle birbirlerini tamamlayan bir öğretici kadrosu… Diğer konu seçilecek gençlerle ilgili. “Kalabalıklara mı hitap edelim? Yoksa kalabalıkları eğitecek o üstün vasıflı bireylere mi?” Sorusunun cevabı verilip hedef kitle tespit edilmelidir. Ben ikincisinin öncelikli olması gerektiğini savunuyorum. Bu beşinci sütun. Altıncı sütun ise şu: sosyal alanlarda çalışıyorsak, bütün parçaya giden bir eğitimi benimsememiz gerekir. Parçadan bütüne gidilmemeli çünkü bu alanlarda seçilen herhangi bir parça bütündeki konunun özelliklerini pek taşıyamaz. Müspet ilimler dediğimiz ilimlerde en küçük parça bütünün özelliklerini taşıyabilir bu nedenle orada parçadan başlamak doğru olabilir. Laboratuvarda denenerek sonuca ulaşabilen konulardır, parçadan başlamak kolaylık sağlar. Ama sosyal meseleler öyle değildir. Bütünden başlanmalıdır. Bu konular özellikle Türkiye gibi kalkınma yarışında geride kalmış ülkeler bu iş çok zordur. Müspet ilimler dediğimiz teknoloji sonucu hayata sirayet etmiştir. Onları önce taklit ederek sonra orijinalini yaparak aradaki açık kapatılabilir. Ama sosyal ilimler yüksek zekâ ister çünkü 14


oldukça karmaşıktır. Sosyal ilimlerin kanunları müspet ilimlerde olduğu gibi kesin değildir. Böyle teşkilatlar da önceliği sosyal konulara vermeli ve bütünden parçaya giden bir eğitim yolu izlemelidir. M. BATUHAN KAYNAKÇI: 70’li yıllarda teşkilatlanma eğitimlerinde de ders olarak verilen ve sizlerin de hazırlanmasında rol aldığınız 9 Işık Doktrini’nde geçen "Ahlakçılık" ilkesi için ne düşünüyorsunuz? Gençlerin eğitiminde ahlak eğitiminin önemi nedir ve bu eğitim nasıl olmalıdır? SADİ SOMUNCUOĞLU: 70 değil de 60’lı yıllardı. Öğrenci dernekleri olarak başlamıştık. Her fakülte ve yüksekokulda o fakülteye ait olarak kuruluyordu. Başka fakülteden oraya üye olamazdınız. Bunlara öğrenci kulüpleri de denir. Bizimkinin adı “Ülkü Ocakları” idi ve çok verimli oldu. Herkes oradaydı, Marksistler, Leninistler, Akıncılar, Masoni düşüncedekiler gibi. Bunlar birbirleri ile rekabet halindeydiler. Avamca değil fikir kavgası. Kimin fikri kuvvetli ise, kim fikrini daha ateşli savunuyor ve anlatıyorsa o öne geçiyordu. Bizimki de öyle oldu, yolumuz kendi milletimizin yoluydu. Hukukun da kaynağı ahlaktır. Ahlakın kaynağı ise büyük çapta dindir. Ama kendi töremizden de beslenir sadece biri yeterli olmaz. Hukuk töre ve ahlakın birleşmesi ile oluşur. Ahlak ve töre hukukun kaynağı ise, Ahlaka ve töreye de bir çeşit hukuk diyebiliriz. Töre; yazılı olmayan hukuktur. Türk töresi dediğimiz bunu kapsar. Yalnız töre bugün örf dediğimiz şeydir. Kur’an-ı Kerim’de bile geçer, Kur’an-ı Kerim’de olmayan konularda örfe başvurunuz şeklinde. Elmalılı’nın tefsirinde bundan çok bahsedilir. Şimdi onun mealini yazanlar “Örf” kelimesini atmışlar ki kasıtlıdır, bu iş bilmeden yapılmaz, “Güzel” kelimesini yerleştirmişler. “Örf ile halledin” yerine “Güzel yolla halledin” yazmışlar. Yanlıştır. Örf veya töre, binlerce hatta on binlerce insanın vicdanının kabul ettiği ve asırlar içerisinde işlene işlene herkesin kabul edeceği hale gelmiş son derece geçerli kriterlerdir. Yani herkes ona razıdır. Bu bakımdan ahlakın iki temel kaynağı bunlardır. Ahlak; din demektir, insan demektir toplum demektir, devlet demektir, her şeydir. Ve kapsadığı değerler bakımından insanlığa mal olmuş bir şeydir. Nasıl din herkes içinse ahlak da herkes içindir. Örneğin; Amerika’da Devlet Başkanı yalan söylerse orada duramıyor. Wilson denen bir adam vardı, Amerika’da. Çok zeki bir adamdı. Diplomasi ile Komünist Çin’i Rusya’dan ayırdı. Büyük bir başarıydı. Bu adam iç seçimler arifesindeyken rakip partinin genel merkezi dinlenmiş. Bu Amerika’da felaket bir şeydir. Bir komisyon kuruldu, incelemeler başlandı. Şüphelendiler ki; bu Wilson’un da haberi olabilir bu durumdan. Çağırdılar bunu da; “Ben dünya lideriyim, Amerika Başkanıyım” demedi, gitti. Bir soru sordular: “ Bu dinlemeden senin haberin var mıydı?” O da dedi ki: “Yoktu.” “Tamam” dediler. İnanıyorlar birbirlerine yani. Gerçi sonradan araştırma derinleşince ortaya çıktı ki haberi varmış.

15


Wilson bunun ortaya çıktığını duyar duymaz istifa etti, başkanlıktan ve siyasetten. Ahlak böyle bir şeydir. Rastgele büyük adam olunmuyor. Amerika Başkanı Reagan vardı. Çok başarılıydı. Zannediyorum o zamandı. Bir Milli Savunma Bakanı tayin etti. Orada her bakan bir komisyon tarafından sorguya çekilir. Komisyon güvenoyu verirse göreve başlarlar. Reagan bir adam atadı, bu adam askerdi. Türkler bu adamı sevdi. Sonradan adamın alkolik olduğu ortaya çıktı. Komisyon sormuş: “Alkol alır mısın?”, “Evet” demiş. “Alkolik misin?”, “Evet.” Demiş. “Peki, alkolik bir adam bakanlık yapabilir mi?”, “Söz veriyorum, bırakacağım.” Diemiş. Yine de komisyon “Alkolik adamın iradesi zayıftır. Sözünü tutamaz. Bakanlık yapamaz.” şeklinde rapor veriyor. Bunu şu nedenle anlatıyorum: devletler büyükse; silahıyla, ordusuyla başarılar aldıysa bunlar sonuçtur, O sonucu doğuran ahlaktır, dindir, insandır, medeniyettir, hukuktur. M. BATUHAN KAYNAKÇI: Gündemdeki bazı olaylar esinlenerek bir soru sormak istiyoruz Hocam. Tarikat, cemaat gibi yapılanmaların gençler üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunlar ülkemize hangi problemleri getirir? SADİ SOMUNCUOĞLU: Bugünküler son derece zararlıdır. Bunların zararlı oldukları yüz yıl önce de görülmüş. Tekkeler, zaviyeler gibi kurumlar İslam’ın sırtına yük olmuştur. Çünkü toplum geriliyorsa bunlar da geriliyorlar. Onun başındaki kişilerin çok yüksek karakterli, yüksek ahlaklı ve bilgi sahibi olması gerekir. Ama toplum genel kalitesindeki düşüş bu kurumlarda da oldu. O zaman özelliklerini kaybettiler. Şimdi adlarına ya tarikat diyoruz ya cemaat diyoruz. Ama bugünkülerin, bizim tarihimize, medeniyetimize, ülkemize hizmet eden tarikatlara sadece isimleri benziyor. Başka tarafları benzemiyor. İçlerindeki sistemleri de dâhil. Bir tarikatın tarikat olabilmesi için kendine has eğitim sistemi olması lazımdır. Ayrıca tarikatın başındaki kişi, biz buna Tarikat Şeyhi diyelim, vefat ettiğinde veya tarikatı başkasının sorumluluğuna vereceği zaman, vereceği bu kişi onun ailesinden biri olamaz. En ehil kimse ona verir. Bir örnek, Somuncu Baba yaşlanmış. Oğlu Yusuf Hakiki Baba varmış. Çok bilgili, okuryazardır. Hem de o dönem Farsça yazma modasının olduğu dönemdir, herkes Farsça yazarken Yusuf Hakiki Baba Türkçe yazmıştır şiirlerini. Ama bazen kısa kısa Farsça da yazmış.

16


Aklıma takıldı, Ahmet Bican Ercilasun’a sordum: “Türkçe yazarken neden Farsça yazma gereği de duymuş?” Bican Hoca da: “O zaman Farsça yazmak modaymış. Türkçe yazmakla itibar görmüyor. Farsça yazarak Farsça bildiğini ama tercih etmediğini gösteriyor.” Cevabını verdi. Yusuf Hakiki Baba böyle bilgili ama yaşı çok genç o zamanlar. Ankara’da bu dönemde Numan isimli bir müderris var. Somuncu Baba onu çağırıyor rahatsızlanınca. Beraber Hicaz’a gidiyorlar. Kitapların bulunduğu meşhur merkezlere gidiyorlar. Sonra Somuncu Baba vefat ediyor. Numan Müderris Şeyhinin cenazesini yıkıyor ve namazını kılıyor. Sonra Ankara’ya gelip Bektaşiliği kuruyor. Hanımı Somuncu Baba’ya kırılmış kendi oğluna bırakmadığı için. Ama doğru olan buydu. Şimdi bakıyoruz, herkes oğluna veriyor. Şirket değil ki bu. Ayrıca bir de dünya malı tutuyor şimdiler. Türkistan’dan bir derviş gelmiş, Hacı Bektaşi Veli’yi arıyormuş. Konya’ya gitmiş bulamamış, Kırşehir’e gitmiş bulamamış. Sonra demişler ki:” Onun ilerde ekini var. Tarlasında çalışıyordur.” Derviş gidiyor tarlaya, Hacı Bektaşi Veli ağustos sıcağında orakla ekin biçiyor. İhtiyacı olan geliri oradan sağlıyor. Dini geliyor kaynağı yapmıyor. Bugünküler dini gelir kaynağı yaptılar. Baştan bitmiş bu iş. İkinci soruyu sormaya bile gerek yok. M. BATUHAN KAYNAKÇI: Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? SADİ SOMUNCUOĞLU: Ziyaretinizle beni mutlu ettiniz. Çalışmalarınızda başarılar dilerim.

17


Gencay Dergisinin Fikir Büyüklerine Armağan sayısında tabi ki günümüzde Türk Milliyetçiliğinin Sosyolojisi ve diğer birçok mesele açısından en mühim yazarlarımızdan biri olan İkbal VURUCU hocamız bu sayımızda kuşkusuz olmazsa olmazlarımızdandı. Böylesine değerli bir sayıda hocamız ile bir söyleşi yapmak istemem üzerine kırmadığı için evvela çok teşekkür ederim. Erol Güngör’ün fikirlerine çağdaş yorum yazıyor olmamdan Erol Güngör’ün fikirlerinin çağdışı olduğunu değil aslında değişen dünyada onun önemli tespitlerinin halen geçerliliğini koruyup korumadığını Sayın İkbal Vurucu hocamıza sordum. Bir Türk milliyetçisi ve Sosyolog olan Erol Güngör’ün 1970-1980 yıllarındaki bazı saptamalarını yine bir Türk milliyetçisi ve Sosyolog olan İkbal Vurucu hocamızın günümüze yorumuyla şu anda Türkiye’deki eğitim, kültür, milliyetçilik, entelektüellik ve muhafazakârlık konuları üzerine bilgilendirici, aydınlatan bir söyleşi yaptık. Yine bu söyleşinin yapılmasında vesile olan Türkiye Bilgi Enstitüsü’ne teşekkürü borç bilirim. Mahmut Esad KIRAÇ: Sayın hocam evvela çok teşekkür ediyorum ve izin verirseniz soruya geçiyorum. Erol Güngör’ün Türk Kültürü ve Milliyetçilik adlı eserinde belirttiği “ Türkiye’de münevver ve halkın genel, ortak bir kültür nizamı içinde kaynaşma imkânları git gide azalmış ve neticede aynı coğrafya içinde yan yana yaşayan iki ayrı sosyal ve kültürel grup meydana gelmiş bulunuyor.’’ Diyerek o gün bu konuya itirazlarını belirtmiştir. Sizce bugün de bu iki grup arasında mesafe var mıdır? Bu iki grubun birbirinden uzak olması ortak bir milli kültüre engel midir? İkbâl VURUCU: Öncelikle ben de teşekkür ediyorum. Erol Güngör tabi bizden önceki bir nesildir, nesle mensup bir aydındır. Doğal olarak ele aldığı konular da ele alış biçimleri de değindiği temalar da o dönemin sorunları ekseninde döner. Sorunlar bugün kalktı mı? Hayır, aydın konusu mesela. Erol Güngör’ün bir özelliği de halen geçerliliğini koruyan konular üzerinde görüş beyan etmesidir. Aydın – Halk ikiliği de bunlardan biridir. Aydın halk ikiliği tarih boyunca olmuştur bundan sonra da olacak olan bir ikiliktir. Erol Güngör de zaten bu ikiliğin aslında olmaması gerektiği konusuna değil de bu ayrılığın mahiyeti niteliği üzerinde durur. Bu nitelikte kendi döneminde çok ağır basan önemli bir aydınların yani sözü geçen hegemonyayı kurmuş olan aydınların genel niteliği üzerine, Türk kültürüne ve Türklerin bazı birtakım değerlerine yönelik tutumlarına eleştiriden kaynaklanmıştır. Mesela o zamanki aydınlar açık ve net bir şekilde İslam’a bir tavır koyarlar. İslam’ı dışlayan bir tavır sahibidirler. Osmanlı son dönemlerinde son yüzyılında 19.yy da pozitivist- materyalist düşüncenin etkisiyle bizim Osmanlı aydınlarında da etkisini gösteren din karşıtı İslam’ı bütün sorunların kaynağı olarak görme ve yok sayma 18


eğilimindedirler. Çünkü toplumdan ciddi bir şekilde tarihlerinden kopukturlar. Toplumu tanımıyorlar ve tamamen kitaplar üzerinden bu da çeviri kitaplar üzerinden toplumun dinini değerlendirme yoluna gidiyorlar. Öyle ki mesela muhafazakâr normalde toplumu, toplumun değerlerini, kültürünü muhafaza etmesi gereken muhafazakârlar yoğun bir şekilde mesela toplumun muhafaza edilecek olan kültürel milli değerlerini tahrip etme onları yok sayma dışlama gibi yollar tercih ediyorlar. Bugün özellikle genç nesil İslamcılar Mehmet Akif’i dahi düşman konseptine oturtabiliyorlar. Mehmet Akif’in istiklal marşından kullandığı millet ve ırk gibi kavramlardan dolayı. Şimdi böyle bir durumda Erol Güngör’le bugünkü aydınlar arasında şöyle bir farkta baktığınızda görülebiliyor Bariz bir şekilde Marksist veya sol eğilimli aydınlar toplumun yaşam biçimini kültürünü ve değerlerimi dışlarken yok sayma eğilimindeyken ve onla bir mücadele içindeyken bugün bu gruba baktığımızda bir bakıma sanki rollerde değilmiş gibidir. Sol ve Marksist aydınlarda bugün İslam’a karşı bir düşmanlık değil ama bir nötr tavır ortaya çıkarken aksine İslamcı ve muhafazakar aydınlarda toplumun değerlerine özellikle dini kültürüne ciddi bir saldırı söz konusu olduğu görülüyor. Yani bir bakıma Erol Güngör’ün yaşadığı dönemle bugünkü dönem arasında aktörlerin değişmesinin dışında pek bir fark yok. Aydın halk ikiliği aydınların halka bakışı açısından pek bir farkın olmadığını rahatlıkla görebiliyoruz. Şuna da dikkat etmek lazım o dönemlerde iletişim mesela televizyon çok bugünkü gibi aktif kullanılmıyordu, yaygın değildi bugün belki halk aydın ilişkisi açısından şu farkı ortaya koyabiliriz; aydılar halka düşüncelerini daha rahat aktarabiliyorlar özellikle televizyonlar, pek çok televizyonun olması televizyonlarda ki bu tarz programların üzerinden aydınlar kendi düşüncelerini halka daha rahat empoze edebiliyorlar aktarabiliyorlar. Tabi bu kitle iletişim araçlarının bir özelliği de popüler olması hasebiyle aydın niteliği taşımayan insanların aydın kimliğiyle ya da bilirkişi niteliğiyle veya uzman kimlikle kendi hiçbir uzmanlık bilgisi gerektirmeyen özel düşüncelerinin topluma da bir uzman bilgisi olarak aktarılması gibi sakıncaları da beraberinde getiriyor. Bu noktadan da farklılık gösterir. Ama tekrar özetleyecek olursak aydın ve halk ikiliği mahiyet değiştirmiş olsa da varlığını güçlü bir şekilde sürdürmeye devam ediyor. Mahmut Esad KIRAÇ: Erol Güngör’ün “Geleneksel kültürde dinin çok büyük bir yeri olduğu için, münevverlerin en çok hücumuna uğrayan da din oldu. Türkiye’de hala dindarlık bir kimsenin münevver tabaka arasına girmesine büyük bir engel teşkil etmektedir, çünkü standart Türk münevverlerine göre din ancak geri kalmış halk kitlelerinin kültürünü temsil eder; münevverin vazifesi bu kültürün bir üyesi olmak değil, fakat onu ortadan kaldıramasa bile ıslah etmek, modernleştirmektir. Bu yüzden halk dindar, münevver ise din reformcusudur.’’ Diyerek halk ve münevverin dine bakış açısını değerlendirmiştir. Sizce ülkemizin son durumuna bakarak halen dindarlık bir kimsenin

19


münevver olmasına engel midir? Halkımızın son olaylardan sonra din algısında bir değişiklik meydana gelmiş midir? İkbâl VURUCU: Tabi toplum değişir toplumun kültürü de değişir birtakım olaylara olgulara değerlere bakış açısı da ister istemez toplumun değişir. Doğal olarak dinin konumu ve dine bakış açısı da değişmiştir. Bahsettiğimiz dönem, AKP döneminde açık ve net bir şekilde konuşmak gerekirse AKP döneminin burada özel bir konumu vardır. O da şudur elli altmış yıl boyunca basın üzerinden, akademi üzerinden ve entelektüel hayat üzerinden hegemonya kurmuşlar. Bu hegemonyayı radyolar, televizyonlar, gazeteler ve sermaye üzerine oluşturmuş olan batıcı sol aydınlar ister istemez bütün toplumdaki toplumun değerleriyle oynamak, görüş beyan etme neyin iyi veya neyin kötü vurgulu bunları söylüyorum neyin iyi neyin kötü ve neyin olması gerektiği konularında kendilerini bir otorite olarak görmüşler ve görüş beyan etmişler. Sadece görüş beyan etmekle kalmamışlar devlet mekanizmasında ellerinde bulundurdukları etkiyle de bunu bir zatiyi dönüştürme yoluna gitmişlerdir. Bunlar mesela batıcılık burada hem sol aydınları hem sermayeyi birleştirmiştir. Sol temelde daima kapitalizm karşıtı burjuva karşıtı bilinmesine öyle bir söylem kullanmasına rağmen bunların en büyük destekçisi Türkiye’de her zaman sermayesi olmuştur. Türkiye’de yanılmıyorsam teyit etmemiz gerekir ama Yön Dergisi de mesela Marksistlerin Marksist hareketin önde gelen dergilerinden olan Yön Dergisini finansa eden de mesela Eczacıbaşı’ydı. TÜSİAD’ın üyesi büyük bir iş adamıydı. Bu bir çelişki mi? Evet çelişki ama bir Türkiye gerçeğidir. Türkiye çelişkilerle dolu bir ülkedir. O yüzden aydınları nominalist aydınlar olarak nitelendiririm. Düşünceleri ve eylemleri birbirine uymayan birbirine zıt olan insanların yoğun olarak yaşadığı bir ülkedir Türkiye. Bu konudan baktığımızda AKP döneminde tam tersi bir durum yavaş yavaş yaşandı. Neydi bu değişim? AKP biliyorsunuz sistem tarafından kendini dışlamış olarak hisseden İslamcıların kurduğu bir partidir. Her ne kadar gömlek değiştirdik dese de bu böyle bir durumdur ve bundan bir hegemonya bir etki kurabilmek için şunun farkına vardılar ve çok doğru bir tespitti bu; bizim topluma doğrudan hitap edecek çok güçlü bir basın gücümüzün olması gerektiğini anlayarak bunun farkına vardılar. Erken farkına vardılar ve o yüzden de şöyle veya böyle ne ölçüde tartışılırsa doğru veya yanlış bu konuda bir görüş beyan etmiyorum ama sonuçta tekel dedikleri medyanın basın yayın organlarının önemli bölümünü kontrollerine geçirdiler. Kendi iş adamlarını kontrolüne aldılar mesela bazı işadamları üzerine yapılan operasyonlarla televizyonlarına, kanallarına el konuldu. TMSF üzerinden de İslamcı iktidarı destekleyen iş adamlarına bunlar devredilerek veya verilerek satılarak kendi adamlarına kendi aydın gazeteci grubunu kendi sözlerini dile getirecek söylemlerini hegemonyasını kuracak olan bir yapıya gelindi. Nihayetinde kimi susturuldu kimi cezalarla nötr, tarafsız, en azından ‘’muhalif’’ konumundan çıkarıldı, kendini destekler konuma getirildi ve böylece geldiğimiz noktada basının nerdeyse, %90 ve 95 oranında kısmı AKP’nin sesi konumuna geldi. AKP’nin sesi olmayanlar da muhalefet dediğimiz 20


konuma geldi. Böyle bir durumda dindar insanların yani kendini dindar olarak, İslamcı olarak veya muhafazakâr olarak tanımlayan insanlarla, sol eğilimli hegemonyayı elinde bulunduran sol aydınlar üzerinde tam tersi bir durum basım ve kitle iletişim araçlarında söz konusu oldu, durum değişti. Şu anda mesela sol aydınlar, pozitivist, batıcı aydınların çoğu büyük bölümü işsizken basında yer bulanlar da AKP ile organik, sıkı ilişki içerisinde muhalefeti kesmiş olanlar sadece orda yaşama alanı bulabildi. Tekrar ediyorum bunu doğru ya da yanlış olduğunu söylemiyorum bir durum tespiti olarak söylüyorum ama nihayetinde bugün geldiğimiz noktada İslamcılar kendi yetenekleriyle veya dışarıdan bir üst otoritenin destekleriyle olsun sonuçta aydın ve entelektüel statüsüne bunlar oturdu. En önemli televizyonlarda devlet televizyonlarında özel televizyonlarda program yapmaya başladılar. Gazetelerde yazmaya başladılar, kitapları en büyük yayın evlerinde itibar görmeye başladı. Tabi tekrar ediyorum bu kendi yeteneklerinden mi yoksa bir otoritenin desteğiyle mi ya da bir yakınlaşma aracı olarak mı kullanıldığı her zaman tartışılmalıdır, tartışılacaktır. Geldiğimiz noktada dindarız diyen insanlar, muhafazakârız diyen insanlar, İslamcıyız diyen insanlar artık bir dönem hayal dahi edemedikleri konumlarda, yerlerde kendi düşüncelerini fikirlerini anlatma empoze etme noktasına geldiler. Bu noktada dindar insanlar için artık dindarlık entelektüel olup olmamanın olumsuz anlamda bir etkileyicisi değil tam aksine Marksist, dinle ilgisi olmayan insanların dahi dindarlara şirin gözükmeye veya dine olumlu göndermelerde bulunarak kendine yer bulabildiği bir ülkü konumuna geldi. Sonuçta bütün bunlara baktığımızda dikkatimizi çeken nokta kitle iletişim araçları ve toplumun önemli stratejik kurumlarının ele geçirilmesi veya burada hegemonyanın kurulup kurulmamasıyla bağlantılı olan bir durumdur bu. Yani kim bu kurumları ele geçirirse onun sözü geçiyor onun hegemonyası geçiyor. Bir dönemde nasıl sol nitelikli veya niteliksiz sadece solda yer aldığı için kitapları basıldıysa önem atfedilip entelektüel görüldüyse bugün de hegemonyayı İslamcılar, muhafazakârlar ele geçirmiştir. Nitelikli veya niteliksiz bir sürü insan sırf bu grup içerisinde yer aldığı için o grubun iş dayanışması sonucu büyük adam büyük düşünür büyük yazar entelektüel olarak bu statüde yerlerini edinmişlerdir. Yani burada mesele saf bir değişken olarak dindar olup olmamak değil hegemonya araçlarını ele geçirip geçirmeme meselesi olarak görülüyor. ‘’Hakikatte eski neslin yeni hayat içinde ustalıktan çok çıraklık mevkiinde bulunması gerekirken hala tecrübeli ve ehliyetli diye bilinmesi çok garip görünür. Bunların demokratik hayatta başarılı bir intibak yapabilmeleri için eski bilgi ve alışkanlıklarını adeta unutarak yeni baştan öğrenme safhasına girmeleri gerekirdi.’’ Mahmut Esad KIRAÇ: Türk milliyetçilerinde eski neslin halen usta olarak nitelendirilmesi, yeni gelen neslin fikri anlamda yetersizliğinden mi kaynaklanmaktadır yoksa bizim yeni hayata ayak uyduramayıp halen eskide kalarak durağan olduğumuzun mu göstergesidir? İkbâl VURUCU: Bu sorunun cevabını senin son cümlende de belirttiğin görüşe ben katıyorum. Biliyorsunuz biz ‘’Ukdeler’’ 21


diye Fırat Kargıoğlu ile birlikte bir çalışma yaptık. Bu çalışmanın temelinde bizim ülkümüz var mıydı yok muydu? Diye başladık. Tabi bu eski nesil olarak nitelendirilir mi bilmiyorum ama tabi biyolojik olarak eski nesil olarak nitelendirilse de teknolojiyi kullanma, entelektüel yeterlilik açısından bizim pek çok yeni neslin bile ötesine geçmiş olan mesela İskender ÖKSÜZ hocamızla yaptığımız bir tartışmanın sonucu olan yazılardan oluştuğu o kitapta bunu vurguladık. Bugün milliyetçi camianın maalesef üzerinde sık sık vurguladığımız ki Milay Köktürk hocanın son çıkardığı kitabında da bu konuya özel vurgu yapar. Bizim en büyük sorunumuz yeni neslin eski nesle tabi olması. Hala soğuk savaş döneminin konseptinde kavramları kullanması, o düşüncelere sahip olması yeni düşüncelere yeni temalara yeni konulara kendini adapte edememesi bu konularla ilgilenmemesi. Mesela hala yüzyıl önce de biz millet nedir ne değildir diye tartışıyorduk, milletin tanımını yapıyorduk. Yüzyıl sonra da aynı şekilde millet nedir ne değildir diye bunun tartışmasını maalesef yapıyoruz. Hala tarih millet ve milliyetçilik kültür eksenin dışında bir yere girmiş değiliz. Mesela bizim hala ulus devlet hakkında teorik bilgimiz devlet hakkındaki teorik bilgilerimiz uluslararası entegrasyonlar konusunda teorik bilgilerimiz çok yetersizdir. Bu konulara giremiyoruz. İşte bilişimde gen konusunda son teknolojilerin kullanıldığı pek çok alanlarda biz hala görüş beyan edip bu konularda bir çalışma alanı bir uzmanlık alanı olarak maalesef görmüyoruz. O yüzden biz bütün ülkede hem ülkenin bütün sorunlarını hem de geçmişimizi ve geleceğimizi hala 1520 yıllık 60-80 arasında üretilmiş olan kavramlarla, düşüncelerle ve yaklaşımlarla bugün değerlendirme bakma tarzına maalesef sahibiz. Bu da bizi olumsuz etkiliyor yani bizim yeni nesil içerisinde haklarını da yemeyelim bunların dışında yeni nesil içinde çok önemli arkadaşlarımız var ama bunlar geneli itibariyle geneliyle kıyaslandığında yok denilecek mesafededir. O yüzden böyle genel bir yargıda bulunuyoruz. Maalesef genel olarak entelektüel hayatımız ki bu entelektüel hayat olarak adlandırılır mı adlandırılmaz mı ayrıca tartışılır. Bizim bu hayatımız maalesef hala geçmişin soğuk savaş konseptinin kavramlarıyla düşünceleriyle yaklaşım biçimleriyle bugünümüz ele alınıyor. Ocaklarda bunu rahatlıkla görebiliriz. Herhangi bir ocağa girin. Bu kadar iddialı konuşuyorum. Bulunduğunuz ildeki ocağa gidin onlara seminer adı altında okuttuklarına bir bakın. Aynı 70-80 arasındaki konuların hala tartışıldığını, günümüze bir türlü gelemediklerini, mesela yurttaşlık nedir ne değildir vatandaşlık çok kültürlülük gibi konular hakkında ve milliyetçiliğin dahi teorileri konusunda bir bilgilerinin olmadığını göreceksiniz. Kendi duygu yoğunluğunu, millet sevgilerinin milliyetçilik olarak sunulduğunu ki bu da milliyetçiliğin bir boyutudur ama milliyetçilik başlı başına bu değildir. En azından ne zaman doğmuştur nedir tartışmalarını bizim bilmemiz lazım ki bir ülkü ocağındaki gençlerin bunlardan çok çok uzak olduğunu bu konularda fikir beyan edemediğini biz bugün rahatlıkla görebiliyoruz. Mesela bugün çok önemli terör konusunda dahi bizim arkadaşlarımızın birkaç hamasi ve küfür içeren slogan içeren ifadenin dışında bir derinlikte düşünceye sahip olmadığını maalesef görebiliyoruz. Mesela nasıl terörü 22


bitireceksin dedin mi hepsi bütün Kürtlerin kafasını kesip atacaksın diye görüşlerini yaygın olarak dile getirir. Maalesef böyle bir durumdayız. O yüzden bu hareket Gökalp’ten başladığından beri Namık Kemal’den başlayıp Ziya Gökalp’e geldiğimizde bir Gökalp’i ele alalım. Kürt aşiretleri üzerine ilk sosyolojik araştırmayı yapan ilk çalışmaları yapan insandır. Milliyetçilik konusunda batıyı takip edip bu teorik konuları çok güzel Türkçe’de aktaran uyarlayan büyük bir düşünürdür Ziya Gökalp. Ondan sonra gelen Erol Güngör mesela, Erol Güngör’ün Kurtuluş Kayanın ben bir tespitini belirteyim size. Yaşadığı dönem itibariyle bu 60-80 dönemleri itibariyle batı kültürünü batı bilimini sosyal bilimlerini takip edip Türkiye’ye aktaran nerdeyse tek kişidir Erol Güngör. Hem milliyetçi camiada hem sol camiada gerçekten hakkıyla batı bilimini takip eden ender insanlardan biridir Güngör. Fakat bugün baktığımızda maalesef zaten kendine ben Türk milliyetçisiyim diyen bir entelektüel çok zor bulunmaktadır. Nedense kendilerini bir utanç vesilesi olarak görüyorlar gizleme gereği duyuyorlar ve gururlanarak açık bir şekilde ‘’Ben Türk milliyetçisi bir aydınım’’ diyen aydınımız maalesef çok azdır. Mahmut Esad KIRAÇ: Yeni olan kültürümüz hiçbir noktada eskisinden daha iyi değildir. Her şeyden önce, insan cemiyetini hayvan topluluğundan ayıran ve kültürün doğuşunda yegâne amili teşkil eden dil Türkiye’de otuz-kırk yıllık bir maziye sahiptir; bugün yeni nesillere öğretilen dil otuz-kırk yıl önce meydana gelmeye başlamıştır. İnsanlık tarihinde konuşma ilk defa icat edildikten sonra otuz yıl sonraki insanların kültürü ne kadar olursa bizimki de ancak o kadar olur.’’ Diyerek Erol Güngör yeni kültüre ve dilimize bir eleştir getirmiştir. Pekâlâ, sizce yeni kültür ve eski kültürümüz arasında ne gibi farklar vardır? Erol Güngör’ün o zaman eleştirdiği kültürümüzde sizce şu anda bir ilerleme mevcut mudur? İkbâl VURUCU: Tabi dediğim gibi Erol Güngör’ün yaşadığı bu düşünceleri sarf ettiği dönem; dilde sadeleşmenin zirve yaptığı, yani sol düşüncenin Türk kimliğiyle, Türk kültürüyle ve Türk diliyle sorunlu olanların dönemi. Onlar da bunu Türk dili adına yapıyor ama tarihimizle, geçmişimizle olan sorunları sebebiyle Türk diline farklı bir anlam yüklüyorlardı. Mesela Nurullah Ataç diyordu ki biz yeni bir millet yaratacağız yeni bir millet yaratmanın yolu da Anadolu’nun kadim kültürüne dönmekle olur. Orta Asya kültürüne değil derdi. Bizim o kültürümüzün kökenleri de Latin Yunan kültürüdür derdi. Ondan sonraki ekip özellikle İnönü döneminde Atatürk’ün dil ve kültür konseptinden tamamen uzaklaşılmış. Özellikle Latin kültürü hümanizm akımlarının doğuşuna sebep olmuştur. Onların etkisinde de uzun bir süre devlet, Türk Dil Kurumu üzerinde hâkimiyetini sürdürmüştür. Devletten aldığı destekle de dilde sadeleştirme adına -burada Güngör’ün vurgulamış olduğu budur- 80’lere kadar bu dili bozma yönünde ciddi mesafeleri katetmişlerdir. Elbette Gökalp ve Güngör bunu dile getirirken böyle bir ortamda bunu dile getiriyor ki tamamen haklıdırlar. İşte bu kelimenin kökü bu Arapça bu Farsça bunu atalım şunu atalım diyerek Türk dilinin neredeyse iyice çoraklaştırıldığı, köreltildiği bir 23


dönemde düşünün Cemil Meriç’i kimse anlamaz. Erol Güngör’ün dilini kimsenin anlayamaz hale geldiği bir dönemdir bu. O dönemin eserlerine baktığımızda da bunları zaten görürüz ama bugün geldiğimiz noktada özellikle 80’den sonra bu politikadan vazgeçildiği hepimizin malumu. Güngör de bunu 80’den sonra zaten bu dil kurumu tarih kurumunun yeniden yapılanmasını gördü fakat tabi çalışmalarını görmeye ömrü yetmedi. Elbette burada dil eşittir kültür değildir ama dil kültürün çok önemli bir kurucu unsurdur bunu böyle düşünmek lazım. O yüzden bir kültür bizim eski kültürümüz yeni kültürden daha iyidir tespiti şöyle doğrudur Güngör’ün; eski kültür değişimi daha yavaş yaşayan, teknolojinin biliyorsunuz pek olmadığı bir toplumda kültür ahengini bütünlüğünü her zaman korur. Yani onu yaşayan insanların, toplumların birbirleriyle olan ilişkileri, dünyaya bakış açıları, evrene bakış açıları dine bakış açıları, kültüre bakış açıları nedir? Bütün bunların her biri ahenk içinde yaşadığı için mükemmel görünür ve doğrudur da. Onun da kendi içinde sorunu vardır. Fakat bugünkü kültürel değişimlerin ve bireylerin, toplumların, toplulukların birbirleriyle olan ilişkileri ciddi bir şekilde bozulduğu için bunların ilişkilerini düzenleyecek ahlaki kuralların ortadan kalktığını görüyoruz. Bu kuralların ciddi zafiyete uğradığı günümüz kültürüyle karşılaştırıldığında elbette eski kültürün ahengi bütüncüllüğü bizim için mükemmel görünür. Fakat şu da bir gerçektir ki bugün artık pek çok alanda insanımızın yaşayış tarzı olsun, birbirlerine bakış açısı olsun, toplumsal ilişkileri açısından, bunların düzenlenmesi açısından farklı bir boyut kazanmıştır. Yani geleneksel kültürün sürdürülmesi mümkün gözükmemektedir ama yine geleneğe bağlı olarak dilin yeniden yorumlanması dil konusundaki görüşlerin yeniden ortaya çıkması daha doğrusu dil üzerindeki baskının ortadan kalkmasıyla toplumda dil çok farklı bir gelişim takip etmektedir. Mesela şöyle diyelim bugün muhafazakâr olarak bilinen entelektüellere baktığımızda bizim bir dönem eleştirdiğimiz Marksistlerin, sol aydınların kullanmış olduğu kavramlar setiyle kendi eserlerini verdiğini görüyoruz. Bunu mesela en muhafazakâr gazetelerde dahi görebiliyoruz. İşte bir Yeni Şafak gazetesine bakın orada bunları görebiliyoruz. Bir dönem eleştirdiğimiz aydınların dil konseptini rahatlıkla kullanıyoruz. Fakat pek çok sol entelektüele baktığımızda da çok rahat bir şekilde ve bir dönemin milliyetçi muhafazakâr aydınlarının da kullanmış olduğu gelenekte hemhal olmuş kavramların yoğun olduğu güzel bir Türkçe’yi kullandıklarını görüyoruz. Bugün artık eskisi gibi şu düşünceye sahipler, şu dili kullanıyorlar diye bir tasdikleme yapmak belki mümkün değildir. Her şeyde roller tersine dönmüştür. Ama bu başlı başına kültür, gelişmiştir geri kalmıştır diyecek bir ölçüt maalesef elimizde yoktur. Bunun ölçütü nedir? Ailenin bozulması, boşanma durumlarının artması, aile içi şiddetin artması, kültürel bir bozulmayı mı gösterir? Acaba eskiden yok muydu? Bütün bunlar tartışılmalıdır. Yani bir kültürün ileri olması geri olması nasıl ifade edilir neyle ifade edilir göstergesi nedir? Bu konuda elimizde açıkçası pek bir fikir yok. Tabi belli bir dönem Erol Güngör yaşadığı dönemde eski kültürü de görmüş olan biridir. O ahengi o bütünlüğü gördüğü için teknolojinin gelişmesiyle yeni nesil kültürün bozulduğunu hükmedebiliyordu. Ama 24


günümüzde ki kültürün aslı nedir hangi kültür esastır gibi konulara girdiğimizde bu başlı başına bir tartışma konusu olarak devam ediyor. Ama şu bir gerçektir ki mesela bu toplumun Türk kimliğine olan bağlılığı veya Türk tarihine olan ilgisi, tarihi daha çok okuyan insanların, derinliğine okuyan insanların sayısının arttığı da nitelikli entelektüellerimizin, kendini yetiştiren aydın kesimlerimizin sayısının arttığı da bir gerçektir. Toplumun yaşam seviyesini ekonomik açıdan iyileştiği de bir gerçektir. Bu ne ölçüde kültüre, sanata yansıyor veya ne ölçüde kendine özgün bir kültür unsuru sanat eseri yaratabiliyoruz? Tabi o bir tartışmalıdır. Yaratamadığımız bir gerçektir. Bu kültürün geriliğini gösteriyorsa evet geriyizdir. Göstermiyorsa diyecek bir şey yoktur ama bu bence gösterebilir. Bunun da bir geriliği gösterdiği veya en azından Batı düzeyinde bir ilerlemişliği göstermediği kesin ve nettir. Mahmut Esad KIRAÇ: ‘Tekrar edeyim ki, okuma-yazma öğrenmenin katiyen aleyhinde olmadığım gibi her vatandaşımın bunu öğrenmesinden son derece memnun olurum. Benim bütün itirazım, okuma-yazma seferberliğinden mucize bekleyen ve bu yolda milletin parasını ve emeğini çarçur edenlere karşıdır. Bu gidişle Türkiye’deki bütün tahsil müesseseleri birer okuma-yazma mektebi haline gelecektir. Hele aralarında büyük bir kalite farkı olmadan yetiştirilen ilkokul mezunu ile yüksek tahsil mezununu birbirinden farklı muameleye tabii tutmakla aralarında gerçekten büyük mesafe olduğu vehmini yaratmakla yaptığımız hatanın farkında mıyız?’’ Tabi bu fikirlerin belirtildiği dönemde üniversitelerimizin sayısı bu denli fazla değildi. Günümüzde gerek üniversiteler gerekse okur-yazar oranımızın daha fazla olması eğitim sistemimizde ne gibi fayda ve zararları vardır? Kısaca sizin günümüzdeki öğrencilere ve eğitim sistemine yorumunuz nedir? İkbâl VURUCU: Burada Erol Güngör’ün hocasının Mümtaz Turhan’ın özellikle bir düşüncesi vardır. Mümtaz Turhan şu düşünceyi savunur: Toplumun okuma yazma oranının artmasıyla gelişmişlik arasında bir doğru orantı yoktur. Toplumun %100 ü okuma-yazma öğrendiğinde toplum o zaman gelişmiş bir toplum olacak diye bir durum söz konusu değildir. Orada önemli olan toplumsal ilişkilerin kültürel ilişkilerin uyumlu bir şekilde, gelişmiş bir şekilde kendini burada göstermesidir. Bu da okuma-yazmayla sağlanabilecek bir şey değildir. Mümtaz Turhan der ki, bizim sadece bin tane entelektüelimiz, %70 okumuş-yazmışımız, bin tane bir elit kesimimiz olsa bilim insanımız olsa Türk toplumu gelişmenin önünde büyük bir aşama kaydeder, der. Çünkü Batı ülkelerinde sadece küçük bir elit grubun ülkenin gelişimini sağladığı konusunda düşüncelere sahiptir. Erol Güngör de bu fikre katılır. Bence de doğru bir fikirdir. Toplumun tamamının okuma yazma bilmesi onların eğitimli olduğu anlamına gelmez aksine Mümtaz Turhan ve Erol Güngör der ki, bir insan ilkokul bitirip sadece okuma yazma bildiğinde bu sadece o mevcut geleneksel kültürün sahip olduğu irfanı, onun vermiş olduğu bakış açısını belki yok eder. Yarı cahil insanlar yaratır düşüncesine sahiptirler ki bu doğrudur. Bugün geldiğimiz noktada herkes okuma yazma biliyor ve yoğun bir şekilde bu konu tartışılıyor ve bizim kültürümüzde buna bağlı olarak ülkemizin geliştiğini, kültürümüzün geliştiğini mükemmel hale geldiğini söyleyemiyoruz tam aksine bugün her zaman söylediğimiz şikâyet ettiğimiz eskiden bile geri kaldığımız yönündedir. Biraz önce bahsettiğimiz gibi geri kaldığımız yönünde sürekli görüş beyan edilir. Bugün 25


son on yıllık döneme baktığımızda çocuklar alfabeyi öğrendikten sonra doğrudan testlere başlıyor. İkinci sınıftan itibaren test çözmeye başlıyor. Yani eğitimin amacı nedir? Toplumun diline kültürüne uyum sağlamaktır. İyi bir vatandaş yetiştirmektir eğitimin amacı. O bütünlüğün içerisinde uygun davranışlar sergileyecek, toplumsal davranışını biçimleyecek olan bilgilerin aktarılması, öğretilmesi ve terbiye edilmesidir. Biliyorsunuz eğitimin öğretimin eski ismi talim ve terbiyedir. Yani terbiye verilirdi. Bugün geldiğimiz noktada eğitim tamamen saf dışı bırakılmıştır. Bakın arka plana atılmış demiyorum saf dışı bırakılmıştır. Artık eğitim diye bir kaygımız yoktur ve tamamen her şey sınavlara yönelik olarak testlerle yapıldığı bir düzene girmiştir. Bir İngilizce öğretmeni arkadaşım şikâyet ediyor ‘’Öğrenci benim dersime itibar etmiyor’’ hocam sınavlarda çıkmayacak ‘hocam bu İngilizce sınavlarda çıkmıyor bize niye bunu veriyorsunuz’ diyorlar diyor. Bütün öğrencilerde böyle bir düşünce hâkim. Niye? Çünkü siz ilkokul birden itibaren alfabeyi öğrenmekten itibaren- sürekli sınavlara yönelik test yaparsanız o eğitimin asıl amacı olan iyi vatandaş yetiştirmek ve topluma, kültüre uyum sağlayacak bireyler yetiştirmek amacının dışına çıkmış olursunuz ve biz de bu tamamen dışına çıkmıştır. Zaten uluslararası indekslere baktığımızda da Türk eğitim sisteminin sondan birinci veya ikinci düzeye kadar gerilediğini yani son en sonda- sonlarda yer aldığının hakikati de bizde eğitim seviyesinin geldiği noktayı göstermesi açısından önemlidir. Bütün bunun yanında kurumsal olarak baktığımızda eskiden on tane üniversite varsa bugün 200’den fazla üniversite vardır. Bütün bu üniversitelerde milyonlarca insan okumaktadır. Bu milyonlarca insandan mükemmel bir toplum yaratılmadığı da açık ve net bir şekilde görülüyor. Çünkü insanlar ilkokuldan itibaren başladığı gibi düşünün üniversiteyi bitirdikten sonra da KPSS’ imiş sonra da uzmanlık sınavıymış ya da bir uzman yardımcılığıymış çalışmaya başladığı andan itibaren neredeyse ömrünün tamamında sürekli bir sınav kaygısıyla yaşayan bir toplum düşünün. Sürekli sınav kaygısı taşıyan vatandaş, bireyin siz ülkenin meselelerini toplumun meselelerini kendi entelektüelliğini düşünmesini nasıl beklersiniz? Nasıl kitap okumasını beklersiniz? Kendini yetiştirecek, kendini yetiştirmesi için bir insanın boş vaktinin olması ve bir kitap okuması gerekir. Böyle bir insan boş vakitlerini bırakıp çalışma anında dahi sürekli sınava çalışan bir nesil, sadece sınava çalışan bir toplumda ne gibi bir gelişmenin olabileceğini siz düşünün. Mahmut Esad KIRAÇ: ‘’Türkiye’de ve Batı dünyası dışında kalan pek çok memleketlerde münevverin entelektüel hak ve hürriyetleri korumaktan da ötede bir vazife yüklendiğini görüyoruz: Cemiyetin siyasi ve iktisadi bünyesini, çok defa değiştirmek suretiyle, kuvvetlendirmek. Batı ile aramızdaki bu fark belki de bizde münevverlerin çok yakın zamanlara kadar hep devlet hizmetlisi statüsünde olmalarından ileri geliyordu, fakat bu nokta çok önemlidir ve her şeyden önce Türkiye’deki gelişmenin batı modeline tıpatıp uymadığını gösterir.’’ Sizce Türkiye’deki münevver kesim şu anda üstüne düşen vazifeyi yapmakta mıdır? Sizin bir

26


münevverden beklentileriniz nelerdir, Batı ile aramızdaki fark nedir? İkbâl VURUCU: Tabi Erol Güngör burada çok güzel bir tespitte bulunuyor. Batının en önemli özelliği entelektüel kurumun ve eğitim kurumlarının özerkliğidir. Yani orada üniversite ve entelektüel zümreler devletten bağımsız özerk kurumlardır. Yapıp ettiklerini devlete karşı bir sorumluluk içerisinde yapmazlar. Elbette oradaki devlete karşı bir sorumluluk taşımıyor anlamında değildir. Ama kendi fikir ve düşüncelerini devletin başına gelen siyasi iktidarın düşüncelerine göre de yönlendirmediği ve sürekli eleştirel bir konumda kaldığı açıktır. Zaten batı düşüncenin en önemli özelliği Immanuel Kant’tan beri eleştirel düşüncedir. Sürekli eleştiri vardır. Mevcut yapının eleştirisi ama bu eleştiri her zaman daha mükemmele daha iyiye ulaşmak için vardır. Kendi toplumundan çıkmış herhangi bir kitap çıktığında bir anda bu bütün boyutlarına tartışılmakta, tanıtılmakta ciddi bir tartışma meydana getirebilmektedir. Bu konuda ben Türkiye üzerinden konuşayım tabi ki bu diğer Müslüman ülkelerde de Doğu toplumlarında da bizden daha kötüdür. O yüzden Türkiye üzerine bir örnek olarak söylüyorum. Türkiye’de durum ise tam tersidir. Neden devlet memurları devlete bağımlı insanlardır. Entelektüeller de ana hâkimiyet bu olmuştur. Bir iki istisna bizi değiştirmez. Düşünün Osmanlı döneminde de bu böyleydi. Osmanlı’da entelektüeller kimdir? İkinci Abdülhamit dahi kendisine muhalefet eden entelektüelleri Batı’ya sürdüğünde bunlara maaş bağlamıştır. Yani biz sürdüğümüz insanlara ayrıca maaş da veriyoruz. Böyle bir toplumsal yapımız vardır. İşte padişahlar nedir? O dönemin aydınları padişaha eser sunacağında önemli bir şekilde övgüler düzülür; ondan sonra eser sunulurdu. Şimdi böyle bir durumda padişahlık kurumunun sorunlarının tartışılabileceğini düşünmek, dile getirmek mümkün olmazdı. Doğal olarak mümkün de değildi. O yüzden batılı anlamda bizde bir aydın grubu, entelektüel zümre mevcut olmamıştır. Batılılaşmanın başlamasıyla birlikte özellikle 1940 Tanzimat’ın ilanından sonra takip eden yirmi otuz yıllık süreçten sonra yeni nesil Jön Türkler yeni nesil Osmanlılarla birlikte ilk defa bizde batı tipi aydınların ortaya çıktığını görüyoruz. Dediğimiz gibi bunların da en önemli özellikleri devlete bağımlı olmasıydı. Bunun dışında özellikle cumhuriyet döneminde hep devleti eleştirdiği düşünülen devlet karşıtı olduğu düşünülen sol aydınların da en önemli özelliği devlete bağımlılık olduğunu burada vurgulayalım. Milliyetçiler devletin beka sorunu olduğunu düşündüğü için her zaman devlet safında taraflarını tutmuşlardır. Bunu bir gereklilik olarak görmüşler ve toplum tarafında safını tutmuşlardır. Bunu gereklilik görmüşlerdir o yüzden eleştirel yaklaşım milliyetçi aydınlar içerisinde çok zayıftır bu da bir gerçektir zaten. Biz de tahammül edemeyiz mesela Erol Güngör Ziya Gökalp’i bir makalesinden eleştirdi diye ki bu bir hakaret değildir eleştiri önemli bir şeydir. Durmuş Hocaoğlu’nun ifadesiyle ‘’Eleştiriyorum çünkü ciddiye alıyorum’’ felsefesi vardır. Eleştiren ciddiye aldığı için eleştirir zaten. Erol Güngör de Gökalp’in kültür ve medeniyet anlayışındaki çelişkileri ortaya koyduğu için bizzat kendi camiasının mensupları tarafından şiddete maruz kalmış bir insandır 27


biliyorsunuz. Böyle bir durumda eleştirinin ne olduğunu ve ne olamayacağı açık ve nettir. Siyasi polemikleri eleştiri olarak görmüyorum. Biz kurumsal, ciddi, akademik ve entelektüel eleştirilerden bahsediyoruz. Siyasi polemiklerden bahsetmiyorum ama özellikle benim gördüğüm şudur ki Türk aydının en kara dönemi siyasi olarak şu 10-15 yıllık AKP dönemidir. Çünkü bu dönemde aydınların iktidara nasıl bağımlı olduğunu, nasıl eklemlenmiş olduğunu soyut örnekleriyle gördük. En solcusundan en İslamcısına kadar iktidar için nasıl çalışıldığını, muhalif görülen söylemlerin nasıl iktidarın gücünü tahkim etmek için ortaya çıktığını, yürütüldüğünü ve söylenildiğini gördük. En ufak bir çıkar alanlarındaki çatışmalardan sonra nasıl birbirine zıt düşmanlar ürettiğini gördük. Yani burada fikri bir entelektüellikten veya fikri bir namustan bahsedemeyiz. Yıllarca mesela AKP’nin yaptığı hiçbir politikayı eleştirmeyip suya sabuna dokunmayan tarzlardan eleştirip, entelektüel olup hem Marksist olup -isim vermek istemiyorum- hem Marksist aydınların, özellikle en liberal aydınların ve İslamcı aydınların demeye gerek yok zaten bu dönem İslamcı aydınların iflas ettiği bir dönemdir. Omurgalarının olmadığı bittiği bir dönemdir. Maalesef ilkelerin yok edildiği bizzat kendileri tarafından ilkelerinin yok edildiği bir dönemdir. Ama sürekli muhalif olarak öne çıkan, muhalifliğiyle övülen sol ve liberal aydınların iktidara eklemlenme biçimleri burada genel olarak ilkesizliği, tutarsızlığı gösteriyor. Benim nominalist olarak nitelediğim düşünce ve eylem arasındaki tutarsızlığın nasıl bir kültür haline geldiğini nasıl bir davranışçı, ortak, hem İslamcı hem liberal hem Marksist aydınlarda nasıl bir ortak davranış haline geldiğinin açık ve net göstergesidir. Biz bunları görebiliyoruz çeşitli şekilde de gözlemledik. Yıllarca AKP’nin gazetesinde en ufak bir AKP’yi eleştirmeden yazı yazıp sonra en ufak bir farklılıktan dolayı işten kovulduğunda bu kovulmayla birlikte nasıl bir yandan AKP’ eleştirmeni değil düşmanlığına işin dönüştüğünü gördük. Bir iki değil pek çok aydın üzerinde bunu tartışabiliriz. Ben isim vermiyorum zaten gazetelere haberlere bakıldığında çok rahat bir şekilde görülebilir maalesef. Bu da genel olarak Türk aydınının ve kendilerine Türk olduğunu söyleyemedikleri için vurgulayarak ‘’Türkiye aydınının’’ içinde bulunduğu entelektüel sefaletin bir göstergesi olarak bu dönemin en somut gösterildiği, açık ve net bir şekilde görüldüğü, gözlemlendiği bir dönem olarak özellikle bu son on yılı gösterebilirim. Mahmut Esad KIRAÇ: ‘’Milliyetçiler, milli kültürü temsil ettikleri ve yerli bir formül getirdikleri için halk ile çabucak kaynaşacaklarını, onlardan istedikleri desteği -siyasi ve iktisadi- kolayca görebileceklerini düşünürler. Belki de düşüncelerinde fazla samimi ve heyecanlı oldukları için önemli bir noktayı çok defa gözden kaçırmaktadırlar. Milliyetçiler bir seçkin grup olarak henüz modernleşmemiş bir cemiyet karşısında modernizmi temsil etmektedirler. Şu halde kendilerini halka ne kadar yakın veya onunla aynı hissederlerse etsinler halkın şimdilik yabancı olduğu bir değer sistemini ve bir hayat tarzını temsil ediyorlar demektir.’’ Milliyetçiliğin içinde halkçılık da bulunmasına rağmen niçin 28


milliyetçilik halk ile özdeşleşememiştir? 1980 yılında söylenmiş bu fikirler sizce geçerliliğini koruyor mu koruyorsa bu konuda bir iç tenkit yapabilir misiniz? İkbâl VURUCU: Tabi bunu halk milliyetçi düşünceye yabancı diye tanımlamaktan ziyade başlangıçtaki ilk soruda yanılmıyorsam ilk sorudaki düşünceye gelecek olursak şöyle diyebiliriz; Aydının genel olarak yapısında bu vardır. Yani aydın sahip olduğu bilgi itibariyle halkla özdeşleşmesi veya bir olması mümkün değildir. Çünkü onun bilgisi ve düzeyi ister istemez farklı davranış kalıplarına sebep olur, eğitimi farklı davranış kalıplarına sebep olur. Hem Türkiye içerisinde yetişmiş bir aydın hem de yurtdışında yetişmiş bir aydının da birbirleri arasında fark vardır. Bu da bilgiye ve görgüye dayalı bir farklılıktır. Şimdi biz halk için ne yapalım? Erol Güngör güzel bir örnek de verir kitabında: Halk belki bayramda seyranda sürekli rakı içer, bardak tokuşturur ama aydını viski içince onu yabancı sayar der. Burada önemli olan ne içip içmediği değil içkinin içilip içilmediği, alkol alıyor mu alıyor. Meseleye böyle bakmak lazım bir de. Bu yönden bir farklılık var mıdır? Evet, vardır ama bütün bu ikisinin arasındaki farklılığı ortaya koyan alınan alkolün niteliği midir? Yani sonuçta rakı da alkoldür biri daha bir gelenekseldir halkın yaygın olarak içtiği bir şeydir biri seçkin grupların içtiği bir içki türüdür ama sonuçta içen aynı alkolü alıyor. Bizim aydınlarımız evet toplumla ilişkisini, bağını kurmakta zorlanmıştır. Güngör bunu modernizme bağlıyor. Modernleşmemiş bir toplumda okumuş bir insan modernizmi temsil eder. Fakat önemli açıdan modernizm veya sanayileşmede de önemli mesafeler katettiğimiz bir durumda da biz bu sorunlarımızı çözemiyoruz. İşte hangi aydın grubu halka yakın ki? Muhafazakârlar mı yakın? Marksistler mi yakın? Marksistlerin en önemli özelliği nedir? Halkçı olarak kendilerini nitelendirmeleri, sürekli halkı öne çıkarmalarıdır. Fakat halkın da hiçbir değerini, geleneksel kültürünü, hiçbir unsurunu kabul etmediği gibi basit bir tarih konusu, basit bir din konusunda dahi ciddi bir sosyal mesafe vardır, fikri mesafe vardır. Yani birtakım insanın kullandığı söylem o söyleme mensup olduğunu mündemiç olduğunu göstermez. ‘’Nominalist Aydınların Soykütüğü’’ kitabımda da ben sık sık vurguluyorum yani sizin kendinizi liberal görmeniz veya kendinizi milliyetçi olarak görmeniz sizin milliyetçi veya liberal olduğunuz anlamına gelmiyor. Maalesef bu böyledir. İslamcılar kendilerini İslamcı olarak görmezler, biz Müslümanız derler. Kendini Müslüman olarak görmen senin Müslümanların kültürünü benimsediğin, halkın kültürüne uyum sağladığın anlamına gelmiyor. Belki bir selam veriş tarzınla bir benzerlik sağlarsın. Belki onunla halkı cezbedebilirsin ama maalesef uygun değil. Çünkü biraz önce de bahsettiğim gibi İslamcı aydınların veya cemaatlerin, bakın cemaatlerin en önemli özelliği nedir? Halkın yaşayış biçimine ciddi bir şekilde karşı çıkmalarıdır. Halkın dini yaşayış biçimini beğenmemeleridir. Halkın dini yaşayış biçimini tekfir etmeleridir. Mesela basit ve bütün toplumun sürekli olarak kullandığı, uygulanan bir ritüel olması açısından örnek veriyorum. Bir mevlidi mesela açık açık bu bidattir deyip dışladılar. Bugün imamlar 29


mevlidi okumaz. Çünkü diyanetin emri vardır biz bunu okumayız derler. Oysa bu halkın bir kültürüdür. Şimdi siz bunu dini bir unsurun, dini bir grubun bu tavrını mesela siz dindarlık olarak nasıl yorumlayabilirsiniz? Halk bunlara sırf adının İslamcı diye veya muhafazakâr diye imam diye halktan biri midir? Hayır değildir ciddi bir mesafe vardır. Mevlidi belki okumayan ama mevlide saygı duyan bir sol aydın mı daha yakındır halka yoksa buna karşı çıkan bir aydın mı daha yakındır? Elbette bu açıdan baktığımızda mevlidi belki okutan, mevlidi dini bir unsur olarak gören bir sol aydın halka bu noktada bir muhafazakâr dindar aydından daha yakındır bunu böyle belirtmek lazımdır. Milliyetçi aydınlara gelince evet milliyetçi aydınların da aydın kategorisine dâhil olması sebebiyle diğer aydınlardan bir farkı yoktur. Yani sizin milliyetçi söylemini kullanmış olmanız biz milletimizi severiz demiş olmanız biz vatanperveriz demiş olmanız nedir? Sizi halktan biri yapmaz. Halktan biri yapmadığı işte milliyetçiliği temsil ettiği iddiasındaki partinin ki bunu Durmuş Hocaoğlu rahmetli sürekli vurgular milliyetçiliğin en üst düzeyde halkın duygusal alanda duygusal bazda dahi mesela şehitlerimiz geldiğinde herhangi bir milli duygularını kabartacak bir savaş ortamında bir uçağımızın düşürüldüğünde futbol maçımızın kazanılmasında ya da kaybedilmesinde o milliyetçiliğin zirve yaptığı bir dönemde dahi milliyetçi aydınlara göre milliyetçi aydınların yayınlarının durumu ortada sefalet, milliyetçi gazetelerin satış durumu ortada en ufak bir artış olmaz. Mesela milliyetçi partilerin aldığı oy oranları ortada hiçbir zaman mesela ana muhalefet parti konumuna dahi yükselememişlerdir. Böyle bir durumda demek ki milliyetçilerin temsil ettiği milliyetçilikle ve milliyetçilik fikriyle halkın temsil ettiği milliyetçilik arasında ciddi bir fark vardır. Bu farkı biz nasıl yorumlayabiliriz? Bunu üzerinde bizim kafa yormamız lazım. Belki şunu diyebiliriz efendim işte bu halk bizi anlamıyor diyoruz sık sık. Hayır, halk bizi anlamıyor değil. Bizim halkı niçin anlayamadığımız, niçin halkı etkileyebilecek mekanizmalara sahip olmadığımız veya fikrimizin belki teorik olarak milliyetçilik fikrinin değil ama milliyetçiliğimizi sunuş biçiminde halka anlatış biçiminde ciddi sorunlar olduğunu bunu da bizim kendi özeleştiri olarak üzerinde düşünmemiz lazım. Niçin biz kendimizi halka anlatamıyoruz? Niçin halkta milliyetçi duygular çok yüksek olmuş olduğu halde liberalinden muhafazakârından İslamcısından Türk toplumunun %80’i emin olun çok güçlü milli duygulara sahiptir. Lakin bu milli duyguları milliyetçi olan insanlar yönlendiremiyorsa biçimlendiremiyorsa işte bu basına yayına fikri olarak kendi grubuna dâhil etmede kullanamıyorsa işlevsel hale getiremiyorsa bu da milliyetçilerin sahip olduğu fikri sunmadaki metodolojik bir hatayı göstermekten başka bir şey değildir. Maalesef bu konuda gerçekten haklı milliyetçi aydınlar arasında ciddi bir sorun olduğu açık ve nettir. Mahmut Esad KIRAÇ: Erol Güngör’ün Türk Kültürü ve Milliyetçilik eserinin ‘’Milli Kültür ve Halk Kültürü’’ kısmında Osmanlı kültürü ve Cumhuriyet kültürü temelinde Ziya Gökalp

30


eleştirisi yapmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Camiamızdaki Z. Gökalp ve Erol Güngör tartışmasına yorumunuz nedir? İkbâl VURUCU: Erol Güngör, Ziya Gökalp tartışmasını biraz önce söyledim. Bu tartışma Erol Güngör’ün maruz kalmasıyla sonuçlanmıştır. Yani camiamız eleştiriye kapalı bir camia maalesef. Bunu bizzat ben kendim de müşahede ettim. Güngör’ün vefatından aradan 30 yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen bugün geldiğimiz noktada aynı durumdan biz de şikâyetçiyiz. Malum biz de ülkümüz var mıydı yok muydu diye İskender Öksüz hocayla birlikte giriştiğimiz bir tartışmada düşüncelerimizden dolayı hakkımızda yazılmış olan, bize verilmiş olan elliye yakın cevapta ki bunların her biri eli kalem tutan insanlardır. Çoğu da şiir yazan edebiyatçı sanatçı insanlardır. Biz Türk olmamakla değil solculukla, Marksizm özentiliğiyle, liberalizmle, ondan sonra toylukla, küfürleri saymıyorum zaten bu tip ithamlara maruz kaldık. Yani bir tartışma ortamı maalesef oluşturamadık. Bugün bu hakaretleri yapanların da pek çoğu mevcut siyasi partinin yöneticilerine danışmanlık yapanlardandır. İşte bu konuyu geçelim. Bizim camiamız maalesef eleştiriye kapalı bir toplum, topluluk. Onu öncelikle bir vurgulayalım. Gökalp’in Osmanlı halk kültürü ve Osmanlı kültürüyle, yüksek kültür gibi tanımlamalarına baktığımızda Gökalp’in o dönemde pratik kaygılarından hareket ettiğini görürüz. Nedir bu pratik kaygılar? Çünkü Osmanlı Devleti yıkılıyordur ciddi sorunları vardır veya yeni bir devlet kurulmuştur. Böyle bir durumda ister istemez insan, insan düşüncesi her zaman için kategorilerle düşünür, her şeyi kategorize ederiz ve siz bir analiz yapacağınızda analitik düşüncenin ve bilimsel düşüncenin en önemli özelliği kategorize etmektir. Her şeyi kategorileştirirsiniz ve ona göre birtakım düşüncelerinizi üretirsiniz başka türlü bunun yolu yoktur. Gökalp’te topluma veya sorunlara çözüm bulabilmek için birtakım kategorileştirmelere gitmiştir. Bu doğru veya yanlış ama kategorileştirme yapmıştır. Bu kategorileştirmeyi yaparken de ciddi somut verilerden hareket etmiştir. Mesela diyor ki halkın konuştuğu dil ile bizim münevverin, aydının konuştuğu dil farklıdır diyor. Şimdi bu doğru bir tespit midir? Evet, doğru bir tespittir. Çünkü Osmanlı’ya baktığımızdaki bu Cumhuriyetin ilk döneminde de bu aydınlar varlığını sürdürmüştür. O dönemin yazarlarına baktığımızda okuduğumuzda zaten anlayamadığımız inanılmaz bir dil kullandığını Arapça ve Farsça terkipler, araya Türkçe serpiştirilmiş, Arapça ve Farsça terkipler kullanmanın dışında Arapça ve Farsça gramerin dâhil edildiği bir dil kullanıldığını edebiyatçılarımız, sanatçılarımızdan açıkça müşahede ediyoruz. İşte bütün bunlar ortada dururken arada ikilik yoktu, Osmanlı bir bütündü, aynı kültürden gelmişti, geliyordu demek ciddi bir zafiyettir, eksikliktir, bu bir gerçektir. Evet, böyle olmuştur çünkü arada ciddi bir fark vardır. Gökalp bu durumları tespit etmiştir. Gökalp bu durumları tespit ettiği için bunları yazmıştır. Bu eksen üzerinde de halk kültürünü yüceltmeye çalışmıştır. Halk kültürünün, halk dilinin önemli olduğunu, bunu aydının dili olması gerektiği görüşünü sarf etmiştir. Bu doğru bir görüştür ben bu görüşe katılıyorum çünkü gerçekten Osmanlı kültürüyle halk kültürü aynıydı aralarında bir fark yoktu. Erol Güngör 31


diyor ki evet orada bir şeyhülislamın aldığı terbiyeyle halkın aldığı terbiye aynıydı, aynı eğitim sisteminden geliyorlardı diyor. Bu doğru bir şey evet aynı eğitim sisteminden geliyorlardı ama şu ortada vardı ki halk şehirlerine şimdi kimse çıkıp da Karacaoğlan’ın bir Yunus Emre’nin diliyle, işte bir Baki’nin şiirinin veya Şeyh Galib’in şiirinin aynı olduğunu söyleyemeyiz değil mi? Arada dağlar kadar fark vardır. Cumhuriyet döneminde de bu böyledir. Somut örnekleri tek tek vermek istemiyorum yazarlara herhangi bir şey olmasın diye yani sert tepkilere sebep olmayalım ama o dönemin yazarlarına bakmak dahi ne dediğimi ifade eder. Mahmut Esad KIRAÇ: Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? İkbâl VURUCU: Ben teşekkür ediyorum. Son olarak ne ekleyelim. Bizim gerçekten toplumu sürekli gözlemlememiz, toplumu iyi tanımamız lazım. Bunun içerisinde sağlıklı kalemlerden tarihi çok iyi okumamız, çok iyi bilmemiz lazım ki biz bu süreci sağlıklı bir şekilde entelektüel gelişimimizi ve milliyetçi düşüncenin itibar kazanmasını belli bir düzeye getirebilelim. Bunu noktada milliyetçilerin önce birbirlerini okuması, birbirlerini sevmesi, yazıp çizdiklerini birbirlerine atıf yapması, birbirlerinin göz önünde bulunması çok önemlidir. Bu yüzden bizim ciddi bir şekilde bir cemaat karakteri kazanmamız gerekir. Yani bu cemaat karakterini kazanmamız da işte dini anlamda kullanmıyorum ama iç grup dayanışmasını güçlendirecek mekanizmaların değerlerin üretilmesi oluşturulması gerekir. Son olarak bunu belirteyim. Teşekkür ederim.

32


Türkoloji’nin aksakalı; fikirlerimizin, bilgilerimizin mimarı… Türkoloji yolunda ömrünce koşmuş değerli hocamız Ahmet Bican ERCİLASUN’a… Gencay Dergisinin fikir büyüklerini hatırladığı bu sayısında, biz de Ahmet Bican hocamızın hayatından bazı güzel parçaları sizlere sunmak istedik. Bican hocanın bizzat anlattığı ‘’Bugün Yetmiş Yaşındayım’’ başlığı ile paylaşılan uzun ve eğlenceli izletiden seçtiğimiz bölümleri sizlere sunmaya çalışacağız. Zaman zaman hüzünlü ve zorlu; zaman zaman mutlu, heyecanlı geçen mücadele ile dolu seneler… Bu senelerin biz gençlere sunduğu deryalar doldurası bilgiler, tecrübe dolu fikirler… TÜRKÇÜLÜK ÜLKÜSÜ İLE TANIŞMA Birçoğumuzda olduğu gibi Bican hocanın Türkçülük Ülküsü ile tanışması Atsız ile oluyor. Ercilasun, Atsız’dan ve öğretmeninin okuması için getirdiği Türk Ülküsü kitabından ‘’Atsız’ın bıçak gibi keskin üslubu ve lafı dolandırmadan fikirlerini açık bir dille ifade edişi ve yazılardaki yiğitçe duruş mizacıma uygun düşmüş olmalıydı’’ şeklinde ifade ediyor ve Türkçülüğe ilk adımı atmış oluyor. İLK YAYIN Bican hocanın ilk yayınını yapması Türk Ocakları aracılığı ile gerçekleşiyor. O dönemde gençler okudukları kitapları seminer yöntemiyle sunuyorlar. Danışment’in, Türklük ve Müslümanlık kitabı da Bican hocanın payına düşüyor. Semineri Erzurumlu bir gazeteci tarafından da dinleniyor ve hazırladığı bilgiler Hürsöz Gazetesi’nde tefrika ediliyor. Böylece Ercilasun’un ilk yazısı da yayınlanmış oluyor. BİCAN HOCA VE OSMANLICA Bican hoca Osmanlıca ile ilişkisinden şöyle bahsediyor: ‘’Muharrem ERGİN ve Faruk TİMURTAŞ’ın verdiği Osmanlıca dersleri benim için adeta gereksiz gibiydi… Ancak ilkokuldan itibaren ödev yapmaya alışmadığımdan her hafta Osmanlıca ödev yazmak zor geliyordu…’’

33


TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÖLÜMÜ VE TÜRKÇÜLÜK ‘’Türk Dili ve Edebiyatı bölümü tam bana göre bir yerdi. Türkçüydüm ve bu bölümde Türklük Bilimi’nin öğretildiği yerdi. Fuat KÖPRÜLÜlerin, Necip ASIMLARIN vaktiyle ders verdiği yer…’’ KIBRIS ÇIKARMASI ‘’…Birden her yandan radyo haberleri gelmeye başladı. O saatte insanlar radyolarını sonuna kadar açmışlar. Kulak kabarttım, başbakan Bülent ECEVİT, Türk ordusunun Kıbrıs’a çıkarma yaptığını ilan ediyor. Sevinçten ağlamaya başladım. İçeriye haber verdim hep birlikte ağlıyorduk…’’ VATAN KURTARMA ‘’Kars’taki otelde o sıralarda askerliklerini yapmakta olan Ayvaz GÖKDEMİR, Nevzat KÖSEOĞLU, Nejdet ÖZKAYA ve Sezgin AKYAZI da kalıyorlardı. Akşamları hep birlikte vatan kurtarıyorduk… Bazen de avukat Yasin BOZKURT’un bürosunda vatan kurtardığımız oluyordu…’’ BİCAN HOCA’NIN POPPE İLE TANIŞMASI Bican Hoca 1976 Haziran’ında Hocası Şükrü Elçin aracılığı ile Amerika Birleşik Devletlerine giderek Washington Üniversitesi’nde misafir araştırmacı unvanıyla öğrenim gördü. Bican Hoca ve eşi Bilge Hoca dersler dışındaki zamanlarını açık raf sistemindeki kütüphanede geçirirken burada adını duydukları ama daha önceden hiç görmedikleri kitapları bulup inceleme şansını yakalamıştır. Altayist Nicolas Poppe Washington Üniversitesi’nden mezun olmuştu. Hala Seattle’da yaşadığını öğrenen Hoca onunla birkaç defa ziyaret etmiştir. BİCAN HOCA’NIN DOÇENTLİK TEZİ Bican Hoca Doçentlik tezini “Kutadgu Bilig’de Fiiller” üzerine yazmıştır. Tezini bitirip gerekli yere teslim ettiğinde ise bir problemle karşılamıştır. Hoca, Türk kültürü dergisinin 1978 Şubatında çıkan 184. Sayısında “İntihalci Profesör” başlıklı yazısında Talat Tekin’in Altay dilleri ile ilgi makalesinin büyük ölçeğinin Poppe’nin tercümesi olduğunu ve bazı yerlerde kaynak gösterilmeden kullanıldığını ileri sürerek Talat Tekin’in intihal hatası yaptığını söylemiştir. Aynı dergide 6 sayı sonra Talat Tekin’in Bican Hoca’nın yazısına cevap verdiği bir yazısı yayınlanmıştır. Talat Tekin bununla kalmayıp bu suçlamaların ardından derginin sorumlu müdürü Şükrü Elçin ve Bican Hoca’yı mahkemeye de vermiştir. 34


Bican Hoca doçentlik tezini teslim ettiğinde Talat Tekin’in de jüride bulunduğunu fark etmiştir. Tekin’in mantıklı ve adil olanı yapıp jüriden çekilmesi gerektiğini ama çekilmediğini bir de üstüne olumsuz rapor yazdığını belirten Bican Hoca; diğer jüri üyelerinin yazdığı olumlu raporlar ile eserin incelenmesini başarıyla atlatmıştır. Tekin’in tüm müdahalelerine rağmen sözlü sınavı da başarıyla atlatan Bican Hoca, deneme dersine Talat Tekin’in katılmamasıyla kolay bir şekilde Doçentlik unvanına sahip olmuştur. Bican Hoca Talat Tekin hakkında “ Talat Tekin şüphesiz iyi bir Türkolog idi. Fakat Türkiyeli araştırıcılara tepeden bakan bir tavrı vardı. Kayna göstermede de sık sık ihmalleri bulunuyordu. Türkiye Türkologlarını Pantürkistlik ile suçluyordu.” Cümlelerini söylemiştir. “NE AMERİKA, NE RUSYA, NE ÇİN, HER ŞEY TÜRKLÜK İÇİN!” Bican Hoca 1975-1980 sağ-sol kavgalarında da izlenimler edinmiş bir kişidir. Bu dönemde Milliyetçi dergilerde yazdığını, yurtlarda konuşmalar yaptığını, milliyetçi kimliğiyle Alparslan Türkeş’in başkanlığındaki Milliyetçi Hareket Partisi’ne oy verdiğini beyan eden Bican Hoca izlenimlerini şu şekilde aktarmıştır: “Soldan ve milliyetçilerden her gün insanlar ölüyordu. Büyük şehirlerin bazı bölgeleri kurtarılmış mahalliler haline gelmişti. Dev-Yol, Dev-Sol, Tikko gibi Marksist veya Maoist gibi gençlik örgütleri şehir ve kır gerillası uygulayarak ülkede bir komünist devrim meydana getirmek istiyorlardı. Bölücü Kürtçüler de sosyalist parti ve örgütlerde yuvalanmışlardı. Milliyetçi Hareket Partisi lideri Alparslan Türkeş milliyetçi ve toplumcu görüşleri ile ve teşkilatçılık başarısıyla üniversite gençliğinin ve aydınların bir kısmını Marksist olmaktan kurtarmıştı. Ülkü Ocaklarında toplanan gençler bu Marksist örgütlere kadar mücadele ediyorlardı. Ne Amerika ne Rusya ne Çin her şey Türklük için, diyorlardı. Hacettepe Üniversitesi’nde sayımız çok azdı ve o yıllar bizim için tehlikeli yıllardı. Beytepe Kampüsünde bir avuç ülkücü genç ancak Jandarma nezaretinde yemeğe gidebiliyorduk. “ Bican hoca sağ-sol olaylarının yaşandığı bu dönemle ilgili yapılan yayın ve yazılan kitapların gerçeği yansıtmadığını ise şu şekilde dile getirmiştir: “1990, özellikle 2000’den sonraki yayınlara roman, film ve televizyon dizilerine bakanlar aldanır. Çünkü yayın ve kültür hayatına hâkim olan Marksist ve sol kökenliler, 1980’den önce öldürülmüş sosyalistler için birçok dizi ve film senaryosu yazmışlar, ülkücü ve milliyetçiler hiç öldürülmemiş gibi davranmışlardır. Milliyetçi kökenlilerdeki entelektüel eksikliği yüzünden onlar da kendilerini gösterememişler, savunamamışlardır.” “ÜLKÜCÜLER SINIFTA KALDI!” 1982 yılında Darbe duruşmaları Ankara Mamak’ta yapılırken izleyicilere 200 kişinin ayrılmış olması üzerine ilk 200’ün arasına girebilmek umuduyla sabahın çok erken saatlerinde birkaç bin kişi mahkemenin yapılacağı askeri birliğe gelmiştir. Bican Hoca milliyetçilerin burada kendilerini ispat edemediklerini şöyle dile getirmiştir: “Bence 35


Milliyetçi Hareket ve Ülkücüler, o günlerde sınıfta kalmıştı. Haftalarca hatta aylarca mahkeme kapısı önünde on binler birikseydi milliyetçiler kendilerini ispat etmiş olurlardı.” BİCAN HOCA’NIN İRAN YOLCULUĞU Bican hoca, Alparslan Türkeş’in verdiği görev üzerine Iğdırlı Azerilerden olduğu bilinen gazeteci Ahmet Karaca ile birlikte Azeriler hakkında bir rapor hazırlamak üzere İran’a gitmiştir. Tahran’da önemli Türk aydınlarıyla tanışarak burada ünlü Türkçü şair Ali Tebrizi ile dostluk kurmuştur. Bican hoca, Ali Tebrizi’nin evinde kendisiyle yaptığı sohbetlerden çok etkilenmiştir. Daha sonra Tebriz’e geçen Bican hoca yine Türk dünyası şairi Şehriyar ile sohbet ettiğini belirtmiştir. Türkiye’ye döndükten sonra gezideki izlenimleri Töre dergisinde yayınlanmış, hazırladıkları raporu ise Türkeş’e teslim etmiştir. ALTAY BELGESELİ 1990 yılında TRT tarafında çekilecek bir belgesele Bican hoca danışmanlık yapmıştır. “Altaylar” isimli bu 12 bölümlük belgeselin her aşamasında yer alan Bican hoca, Göktürk anıtlarının çekilip tanıtılmasında büyük rol oynamıştır. Belgesel çekimi boyunca 45 gün Moğolistan’da 15 gün de Çin’de kaldığını söyleyen Hoca, döndükten sonra belgeselin metnini de kendisi yazmıştır. Gezi boyunca notlar almış ve döndükten sonra bu notlarını “Moğolistan ve Çin Günlüğü” adı altında kitaplaştırmıştır. KARŞILAŞTIRMALI TÜRK LEHÇELERİ SÖZLÜĞÜ 1990 yılında dönemin Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek, Bican hocaya bir “Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü” hazırlamasını önermiştir. Bican hoca; Türk dünyasından gerekli bilim adamları getirildiği takdirde dokuz lehçeyi ve Rusçayı içine alan bu çalışmayı sekiz ayda bitirebileceğini söyleyerek öneriyi kabul etmiştir. 91 Nisan’ında Türk Dünyasından bilim insanlarının gelişi ile çalışmalara başlanmıştır. Ahmet Bican Ercilasun çalışma ortamlarını şu şekilde anlatıyor: “Ekibimize Milli Kütüphane ’de iki oda ve iki de sekreter tahsis edildi. 6 ay boyunca haftanın beş günü sabah saat 9’dan akşam 18’e kadar çalıştık. Ben Türkçe sözlükten en sık kullanıldığını düşündüğüm yedi bin kadar kelimeyi seçtim. Meslektaşlarıma lehçeler arası karışık bir dil ile seçtiğim kavramları tek tek açıklıyordum. Onlar da bazen sözlüklere bakıyor ve kendi lehçelerindeki en uygun karşılığı bulmaya çalışıyorlardı. Hazırlanan fişler sekreterlere veriliyor ve önceden belirlediğimiz düzenek içinde anında bilgisayarlara giriliyordu. “ Tam bu dönemde Sovyetler birliğinin dağılmasıyla, çalışmanın başında Sovyetler vatandaşı olarak Türkiye’ye gelen Türk dünyası bilim insanlarının bir kısmı çalışma bitiminde kendi bağımsız devletlerinin vatandaşı olarak memleketlerine dönmüşlerdir. 36


BİLİNMEYENLER Bican hoca, eşi Bilge Hoca ve iki çocukları kazandıkları 700 doların 100 dolarını kiraya vermek suretiyle ABD Seattle’da 14 ay geçirmişlerdir. Bican hoca’nın İran gezisinde hazırlayıp Türkeş’e verdiği rapor aynı yıl yapılan 1980 darbesinde Alparslan Türkeş’in evinde yapılan aramalarda bulunamamıştır. Bican hoca “ Rapor bulunsaydı darbeden ben de nasibimi alacaktım” demiştir. 12 Eylül darbesinde 220 ülkücünün idam istemiyle yargılanması talebine karşı yazılan savunma metinlerine Atatürk’ün milliyetçiliğini öne çıkaran bilgilerle Bican hoca’da yardım etmiştir. Darbe döneminde yargılanan Yılma Durak’ın savunması sırasında Bican hoca dinleyicilere müdahalede bulanan askerlere bağırıp çağırarak olay çıkarmıştır. Bunun üzerine mahkemelere girmesi yasaklanmış, eşi Bilge hoca ile birlikte mahkemeyi karlı bir günde terk etmek zorunda kalmıştır. Abdülkerim Mahdum liderliğinde Türkiye’ye gelen Türkmenleri Adana Havalimanında Bican hoca ve Sevgi Kafalı karşılamıştır. İletişim Fakültesi Dekanlığı görevi Bican hoca’ya teklif edildiğinde önce kendisi teklifi reddetmiştir. Hoca itiraz konuşmasını yaparken onu susturarak Rektörün verdiği göreve itiraz edemeyeceğini söyleyen kişi Mustafa Kafalı olmuştur. Böylece Hoca gönülsüzce görevi kabul etmiştir. Türk Dil Kurumu’nun kurulduğu 1932 yılından Bican hocanın başkanlığını yapıp ayrıldığı 2000 yılında kadar TDK’nın yayınladığı kitap sayısı 800 kadardır. 800 yayının 267’si Bican hoca’nın TDK başkanı olduğu dönemde yayınlanmıştır. TDK’nın ilk 62 yılında her yıl yaklaşık 8-9 kitap yayınlanırken Bican Ercilasun’un 7 yıl başkanlığını yürüttüğü dönemde her yıl yaklaşık 38 kitap basılmıştır. GÜLÜMSETENLER Bican hoca ve eşi Bilge Hoca ABD Washington Üniversitesi’nde karşılaştıkları birçok değerli kitabı kütüphaneden alıp, fotokopi ile çoğaltmışlardır. Bir yılın sonunda yaklaşık 70 kitabı bu şekilde çoğaltarak Türkiye’ye yollamışlardır. Darbe döneminde Töre dergisi yayın hayatına devam etmiştir. İskender Öksüz ve Emine Işınsu hocaların tatile gitmesinin üzerine derginin başına geçen Ahmet Bican hoca ilk iş olarak sert bir üslupla 12 Eylül sıkıyönetimini eleştiren bir yazı yazıp başyazı olarak dergiye koymuştur. Bunun üzerine İskender ve Işınsu hocalar Bican Hocayı arayıp “ dergiyi mi kapattıracaksın?” diye çıkışmışlardır. Asıl eleştiri yazılarını “Yeni Sözcü” dergisinde yayınlayan Hoca yapılacak suçlamalara maruz kalmamak ve derginin devamlılığını zedelememek amacıyla kendisine mecazlı bir üslup oluşturarak yazmaya devam etmiştir.

37


Namık Kemal Zeybek’in önerisi ile Bican hoca tarafından “Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü” bastırıldıktan kısa bir süre sonra Turgut Özal hükümetinin yerine Süleyman Demirel hükümeti geçmiştir. Yeni Başbakan Demirel Türk Dünyasına yapacağı ilk seferinde televizyona çıkmış, eline bu sözlüğü alarak “Hazırlıksız olduğumuzu kim söylüyor? Bakın kocaman bir Lehçeler Sözlüğü hazırlattık.” Mealinde bir konuşma yapmıştır. HÜZÜNLENDİRENLER Bican hoca Amerika’dayken ve içinde Dursun Yıldırım’ın da bulunduğu birkaç Türk arkadaşının da görev aldığı “Sesimiz” isimli bir dergi çıkarmışlardır. Derginin ilk sayısında Bican hoca dokunaklı bir yazı yazarak sıla hasreti çektiği bugünlerde telefonda duyduğu eşin dostun sesiyle sıla hasretini dindirmeye çalıştığını yazmıştır. Bican hoca’nın yazısı üzerine bir tanıdığı olan Türkiyeli bir ermeni hanım kendisine telefon edip, duygulanarak ağlamıştır. BİCAN HOCA İLE SÖYLEŞİ YAPTIK Bu yılın Temmuz ayında Bican hoca’yı Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’ndeki odasında ziyaret edip kendisiyle ‘’Gencay Dergisi Servet Somuncuoğlu Özel Sayısı’ na koymak amacıyla bir söyleşi yaptık. Yine bu armağan yazısının iki yazarı olarak gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi yapacağımız kesinleştiğinde çok heyecanlanmıştık. Söyleşi günü iki yazar buluşup erken saatlerde Gazi Üniversitesi Merkez Kampüsünde buluştuk. İtiraf etmek gerekirse; Bican hocayı daha önceden sadece yazıları ve heyecanla dinlediğimiz konferanslarından tanıyorduk bizzat nasıl biri olduğunu bilmiyor hatta biraz da çekiniyorduk. Ahmet Bican Ercilasun her Türkologun idolü… Yazar arkadaşımla aramızda “Şu soruyu sen sor” , “ O zaman şunu da sen sor.” , “Hayır, ben onu soramam” çekinmelerini bile yaşamıştık. Yine çekindiğimizden olacak Hoca’nın bizimle randevulaştığı saatten çok daha erken buluşmuş geç kalma ihtimalini göze alamamıştık. Tabii bu çekincelerin hepsi Bican hocayla konuşana kadardı. Bican hoca bizi ilk defa görmesine rağmen cana yakın ve samimi tavırlarıyla bizi çok mutlu etmişti. Söyleşiyi yaparken sık sık gülüşmeler ve şakalaşmalar yaşadık. Bizi kendi öğrencileri gibi sahiplenen Hoca’ya neden Ulu çınar dediklerini de onunla bizzat tanışınca daha iyi anladık. Kendisi uzun yıllar geçmesine rağmen hala milliyetçi gençlerin üstünden koruyucu elini çekmeyen bir fikir büyüğüdür. Bican hoca’yı 2 ay önce gördüğümüzde son derece sağlıklı ve dinçti. Umarız hala öyledir. Türk diline ve Türk kültürüne yaptığı pek değerli katkıları sayesinde Ahmet Bican Ercilasun ismi Türk Dili Tarihi’ne büyük harflerle yazılmayı hak etmiştir. Onun yaptığı çalışmalar ve bir diğer yandan gençlere destek vererek onlara yeni çalışma kapıları açmış olması da övgüye değerdir. Türklüğe büyük hizmetlerde bulunmuş Türkolog ve değerli Hoca’mız Bican Ercilasun’a uzun ömürler dileriz…

38


Türkler İslam dinini seçerek uygarlık tarihinde büyük bir zaman dilimini ve coğrafyayı etkilemişlerdir. Türklerin Müslüman olma sürecine en büyük katkıyı ise İslam düşünce tarihine derin izler bırakan Mâtürîdîlik mezhebi sağlamıştır. İslam düşüncesi içerisinde "akılcı hadarî" din anlayışının en önemli temsilcilerinden biri olmasına karşın İmam Mâtürîdî'nin hayatı, eserleri ve düşünceleri yeterince araştırılmamıştır. İmam Mâtürîdî aklı, Allah'ın yeryüzündeki terazisi olarak görmektedir. Bu özelliğiyle Türk coğrafyasının yetiştirdiği yegâne kişiliklerden biri olarak bilinmektedir. Peki, kimdir bu İmam Mâtürîdî? Ahmet Yesevi, Yunus Emre ve Hacı Bektaşi Veli gibi bilge kişilerin manevi hocaları olarak kabul ettikleri bilge bir öğretmendir. Yazdığı kitaplar ve akılcı felsefesi ile büyük bir din âlimidir. Hoşgörülü, objektif ve çağdaş görüşleri sebebiyle Türkler arasında çok fazla saygı görmektedir. Gerçek bir imanın kör bir inançla değil Allah'ın verdiği zekâyı da kullanarak mümkün olacağını savunan bir âlimdir. Akıl ve inanç arasında bir denge olması gerektiğini savunan düşünceleri ile kendi döneminde yetişen halifelere danışmanlık yapmıştır (TRT AVAZ, 2016). İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik mezhebini anlatan pek az kaynak bulunmaktadır. “Mâtürîdî’nin Düşünce Dünyası” Şaban Ali Düzgün editörlüğünde Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları Bilimin ve Felsefenin Doğulu Öncüleri Dizisi'nin üçüncü kitabı olarak yayımlanmıştır. Kitap İmam Mâtürîdî’yi din ve dünya anlayışından Kur'an tasavvuruna, akıl ve vahiy kavrayışından tarih ve toplum yasalarına, siyaset kültürü ve yönetim erkinden ahlak kavramına kadar uzanan çeşitli konulardaki fikir ve görüşlerini yansıtmaktadır. Bu editöryal çalışma İmam Mâtürîdî'nin düşünce dünyasını güncelleştirmeyi amaçlamaktadır. Ayrıca coğrafyamızın yetiştirdiği yeni âlimlere araştırma kapıları açarak bizlerin dinî düşünce dünyalarına katkı sağlaması hedeflenmiştir. Eserde, ağırlıklı olarak İmam Mâtürîdî'ninTe'vîlatu'l-Kur'an ve Kitâbu't-tevhîd isimli Kur'an yorumlarının yer aldığı eserlerinden yararlanılmıştır. Bu eseler muhteşem bir din felsefesini, kelam ve fıkıh konularını anlatmaktadır. “İnsan şunu da bilir ki kendisine düşünmemeyi telkin eden his şeytani vesveseden başka bir şey değildir; çünkü böyle bir davranış ancak şeytanın işi olabilir, amacı da kişiyi aklının ürününü toplamaktan alıkoymak, fırsatları değerlendirmesine ve arzusuna

39


ulaşmasına vesile olan bu ilahi emaneti kullanmak konusunda onu korkutmaktır.” (Mâtürîdî, Kitabu’t-Tevhid, 172) Uygarlıklar üzerine kafa yoran insanlığın geleceği hakkında düşünen İmam Mâtürîdî benzeri düşünürlerin birtakım tespit ve uyarılarıyla “yeni bir uygarlık” konusunda bizlere fazla gecikmeden harekete geçilmesi gerektiğini öğütlemektedir. Yeni bir medeniyet tasavvuru için İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdî düşünce ideal bir başlangıç noktasıdır. Kendi varlığının farkında olan bir kimse, öncelikle sahip olduğu bilginin dış dünyadaki gerçeklerle ne kadar örtüştüğünü, ürettiği kavramların ve bilgisinin ne kadar güvenilir olduğunu sorgulamak ihtiyacı hissedecektir (Onat, 2016). Bu ihtiyaç insanın yaradılışından kaynaklanmaktadır. "Duyular ötesinde olanı bilmek ancak duyular âleminin kılavuzluğu ile mümkündür" diyen İmam Mâtürîdî'nin anlatıldığı bu eseri her Türk okumalıdır. İyi okumalar. KAYNAKÇA 1. Onat, H. (2016). www.hasanonat.net. http://www.hasanonat.net/index.php/107-yeni-bir-islammedeniyeti-icin-matüridi-ve-matüridiligin-oenemi adresinden alınmıştır 2. TRT AVAZ. (tarih yok). https://www.youtube.com/watch?v=dRzIivZ__Qs adresinden alınmıştır 3. TRT AVAZ. (2016). https://www.youtube.com/watch?v=dRzIivZ__Qs adresinden alınmıştır

40


Matüridîlik, özellikle Türk devletlerinde yaygınlık kazanan itikadi bir mezheptir. Kavramsal olarak her ne kadar “mezhep” kavramıyla karşılanılsa da aslında İslam felsefesi, dini yorumlayış olarak adlandırılması daha makul bir yaklaşımdır. Prof. Dr. Hasan Onat’ın analizlerinden hareketle Matüridîlik felsefesi incelenmiş; bilgi kuramı, iman- amel ilişkisi, din – siyaset ilişkisi ele alınmıştır. Yapılan incelemede ağırlıklı olarak “İslâm Mezhepleri Tarihi” adlı çalışmadan yararlanılmıştır. Günümüz Türk topluluklarında mezheplerinin ne olduğuna dair bir soru yöneltildiğinde alınacak yanıt “Hanefiyim.” olacaktır. “Peki ya itikatta?” sorusu yöneltildiğinde cevap alınamamaktadır. O halde öncelikli olarak kavramsal inceleme yapılmalıdır. Mezhep: “Gitmek anlamına gelen “zehebe” fiilinden türemiştir; kelime olarak “gidilen yol” demektir. İslâm'ın "itikadî ve amelî sahadaki düşünce ekolleri" diyebileceğimiz mezhepler, dinin anlaşılma biçimleri ile ilgili tezâhürlerdir.” (www.hasanonat.net) Fıkıh: “ İslam hukukunda din ve dünya işleriyle ilgili ana kaynaklardan yararlanarak konulmuş olan kurallar bütünü” (TDK Türkçe Güncel Sözlüğü), İtikat: “İnanma, inan” (TDK Türkçe Güncel Sözlüğü) kavramlarıyla karşılanmaktadır. Daha net bir ifadeyle bir müminin eylemsel uygulamaları fıkıh, düşünsel uygulamaları itikat olarak karşılanabilmektedir. Türkler, Selçuklular ve Osmanlılardan beri itikatta Matüridî, fıkıhta ise Hanefi olarak kendilerini tanımlamaktadırlar. Matüridîlik, İmam Ebû el- Mâtüridî’nin fikirleri etrafında oluşturulmuş, akıl taraftarlarının benimsediği kelamî düşünce ekolüdür. Türkistan’da kurulan bu anlayış İslam’a yöneltilen “akıl, vahiy” eleştirilerinden hareketle oluşturulmuştur. Matüridîlik, aslında akılcı yorumlama ihtiyacının neticesidir. Amacı akıl ve vahiy arasında yaratılmak istenen çatışmayı ortadan kaldırarak dini bilgiyi yorumlamada aklın rehber edinmesini sağlamaktır. Bu açıdan birleştirici bir güce sahiptir. Ortaya çıktığı coğrafyanın Türkistan olması sebebiyle Türk kültürünün temel yapı taşı olan “hoşgörü” kavramıyla yoğrulmuştur. O halde Matüridîlik: Akılcılık + Hoşgörü = Türk Din Anlayışı = Matüridîlik Matüridîlik kavramını Yörükan ise şöyle tanımlamaktadır: “Maturidîlik, İslâm harsının Türk muakelesinden süzülmüş ve İslâm esaslarının Türkler tarafından işlenmiş din fikriyatına müstenid resmî mezheptir.” (Yörükan, 2005: 125) Matüridîlik, insan bilgisinin kaynaklarına yönelmektedir. Bu yönelimi sistematik bir çerçevede kelamcılıkla değerlendirilmektedir. Matüridîlik’in bu bilimsel alt yapısını hazırlayan en önemli husus “Bilgi Kuramı”dır. Bu kuram akıl, duyu, Doğru Haber’i Kuran’ın bilgi kaynaklarına dahil

41


etmektedir. Bu bağlamda tefsîr ve te’vîl kavramları da izah edilmektedir. “Tefsîr, Allah’ın muradının ne olduğu konusunda kesin bir fikir beyan etmektir. Te’vîl ise, Allah’ın muradının ne olduğu konusunda kesin hüküm vermeksizin muhtemel olanlardan sadece birisini tercih etmektir.” (Kutlu 2013: 370) Türkler arasında Matüridîliğin bu derece yaygınlık kazanmasının birçok sosyolojik sebebi de vardır. Bütün Müslümanların imam bakımından eşit olduklarını savunmuş, bu şekilde Arapların ayrımcı yaklaşımlarından kurtulmayı hedeflemişlerdir. Amelleri imanın özüne dâhil etmemiş, Tek Allah’a inanmanın müslim olmak için yeterli olduğu kanaatindedirler. Fakat imanın en önemli hususi onu gönülden benimsemektir. Bu şekilde uzak coğrafyalarda yaşayan, kendilerine ilahi mesaj bildirilmemiş olan Türklerde kurtuluşa erebilir, cennetle mükâfatlandırılabilirler. Matüridîlik, hikmetin ancak adalet ve lütufkârlıkla sağlanabileceğini savunmuştur. İmam Matüridi, aklî iman kavramının kullanmış, akıl ve iradeyle iman eden kişinin asla imandan uzaklaşamayacağını fikriyatındadır. Bu anlayışın temellendirdiği bir başka mesele iman – amel ilişkisidir. Günümüze kadar bu konu tartışılagelmiştir. Toplumumuzda kendisini dindar olarak tanımlayan tebaların insanları imansız, dinsiz, zındık kavramlarıyla tanımlamaları İmam Matüridi’nin dini anlayışını benimsememeleriyle alakalıdır. İmam Matüridi bu konuyu şöyle açıklamaktadır: “Bir insan Allah’ın birliğini, Hz. Muhammed’in resul olduğunu gönülden benimsemesiyle mümin ve Müslim sıfatını kazanır. Müslüman işlediği büyük günahı sebebiyle imandan çıkmaz ve küfre de girmez. O, bu dünyada hakiki mümindir. Yalnız işlediği günahı dolayısıyla fasık, yani ahlaksız mümindir.” (Kutlu 2013: 385) Bu ifadeden anlaşıldığı gibi amel imanın dışındaki farzlar olarak kabul edilmiştir. Bütün müminlerin imanı eşittir. Birinin imanı diğerinden daha üstün veya daha az değildir. Amellerin farz olduğuna inanmayan kâfir, inandığı halde yerine getirmeyen günahkâr Müslüman’dır. İman sahibi olmanın şartı amelinin olması değil Allah’ın varlığını kabul etmektir. Matüridîliğin üzerinde durduğu bir başka husus ise insan davranışlarının değerlendirilmesidir. İnsan davranışlarını yorumlamada Allah’ın kudreti ve insan faktörü olarak iki alt başlıkta ele alınmaktadır. İnsanın bir işi gerçekleştirmesi veya bir durumu tercih etmesi insan faktörüdür. Allah ise bu davranışları, tercihleri yaratandır. Bir davranışın icraatı insana, oluşturulması ise Allah’a aittir. Matüridîliğin temel görüşlerinde diyanet ve siyaset ayrımı da yapılmaktadır. İmam Matüridî siyasi ve dini yetkiyi birbirinden ayırmaktadır. Siyasi yetki, kralların, yöneticilerin elinde iken diyanet nebilerin elindedir. Bu durumdan yola çıkarak dini vasıf, o misyonu yürütebilecek, dini kabulleri en iyi şekilde temsil edip aktarabilecek kişiye verilirken siyaset, idari misyonu olan halk arasında saygınlığı ile öne çıkan seçkin kişilere verilmelidir. Bu temellendirmeden hareketle dini ve siyasi işlerin birbirinden ayrılması gerektiği

42


sonucuna ulaşılmaktadır. O halde laiklik din dışı bir kavram değil, aksine dini kapsayan İslâmı açıdan uygunluğu olan bir düşüncedir. Prof. Dr. Hasan Onat, “Matüridîlik” kavramını “akılcılık, medeniyet, uygarlık, ilerleme” anahtar kelimeleriyle birlikte kullanmaktadır. Medeniyet, bilimsel çalışmalarla, akılcı çözümlerle ilerlemeyi getiren bir yapıdır. Bir medeniyet kendinden önceki medeniyette edinilen bilgiler üzerine kurulmaktadır. Bu perspektifte Onat, Matüridi düşüncenin ideal bir başlangıç olduğunu ifade etmektedir. Onat, yukarıda terimsel anlamlarını ifade ettiğimiz amel – iman, din – siyaset ayrımının ana ilkelerinden hareketle bu tezi savunmaktadır. İslam’ın akılcı damarlardan beslenmesi gerektiğini savunan İmam Matürudi, Onat’ın ilerlemeyi sağlayacağını düşündüğü sacayağıdır. “Yeni Bir İslam Medeniyeti İçin Matüridi ve Matüridiliğin Önemi” adlı yazısında kaleme aldığı Matüridilik felsefesinin medenileşmeye katkısını şu şekilde ifade etmektedir: “İslam dünyasının içine savrulduğu sömürgecilik ve mağlup medeniyet travmasından beslenen Selefiliğin önüne geçebilmek için gerekli olan sağlıklı akılcılık ve eleştirel düşüncenin yeniden inşa edilebilmesinde Matüridi’nin din anlayışı ve tecrübesi yol gösterici olabilir.” Bu eleştirel bakış açısı Matüridîliğin kelam ilminden beslenmesiyle oluşmaktadır. Onat’ın üzerinde durduğu bir başka ifade ise yeni medeniyetin yeni epistemoloji ihtiyaç duymasıdır. İmam Matüridi’nin insan bilgisi ve belleğine başvurması bu bilimselliği sağlayabilecek yeterliliktedir. Aklın ve vahyin birlikte kullanılarak doğru habere ulaşılabileceği görüşü hem bilimsel hem de dini dogmalara ters düşmeyen kabullerdir. Sonuç olarak Türkistan coğrafyasında ortaya çıkan Matüridîlik akılcılığı temel alarak dinin eleştirel bir bakış açısına sahip olması gerektiğini ve Allah’a da ancak bu yolla ulaşılabileceğini ifade eder. Değişen, dönüşen, kültürsüzleşen dünyada Müslümanlığın içinde bulunduğu gerileme, körü körüne bağlanma psikozunun yerini akıl süzgecinden geçirerek özümsemek aldığı takdirde Müslümanlık kurtuluşa erecektir. KAYNAKÇA 1. 2. 3. 4.

Hasan Onat- Sönmez Kutlu (2013). “İslâm Mezhepleri Tarihi”, Ankara, Grafiker Yayınları. Yörükan, Y. Z. (2005). “Şamanizm” Ankara, Yol Yayınları. Onat, Hasan (2003). “Türkiye’de Din Anlayışı”, Ankara, Ankara Okulu Yayınları. Onat, Hasan . “İlahiyat Çalışmalarının Bilimselliği/ İslam Bilimlerinde Yöntem”, www.hasanonat.net. 5. Onat, Hasan . “Yeni Bir İslam Medeniyeti İçin Maturidi ve Maturidiliğin Önemi”, www.hasanonat.net. 6. Türk Dil Kurumu Güncel Sözlüğü. www.tdk.gov.tr

43


İnsanların zihinlerde bıraktıkları tesir, satırlara döktükleri ifadelerin izdüşümlerindedir. Gazetecilik hayatının ilk yazısına ''burada belki inandığım her şeyi söyleyemeyeceğim ama inanmadığım hiçbir şeyi de söylemeyeceğim.'' cümlesiyle başlamıştır Galip Erdem. Kaleme aldığı yazılarındaki cümlelerin, yaptığı konuşmalardaki ifadelerin yıllar sonra birer vecize haline geleceğini ön görmüş müdür, bu sorunun yanıtını bulmak artık imkânsızdır. Mütevazı kişiliği ile fedakârlık çizgisini Ağrı Dağı'na taşıyan bir adam, kendi kandilinden süzülen ışığın kudretine teslim olmayacak kadar vakar, o ışığın parıltısına kanmayacak kadar da selimdir. Gencay Dergisi'nin bu sayısında bir Galip Erdem biyografisi yazma gayretinde değiliz. Nitekim bu satırların yazarının haddini aşması demek olur. Galip Erdem'i anlatan birçok yazı, anma toplantısının video kaydı, yayınlanmış bir biyografisi mevcuttur. Ötüken Neşriyat, son yıllarda baskısı tükenen Galip Erdem kitaplarının da tekrar baskısını hazırlamış ve okuyucuya ulaştırmıştır. Onun hakkında söyleyecek sözler, sevginin, ülkünün, insanlık onurunun dillere pelesenk olmuş nakaratlarıdır. Bir vakıadır ki onu bilmemek, güdük kalmaktır. Noksan kalmaktır. İkmal edilmediği takdir de öyle uzaklaşılır ki gönül verilen yolun güzergâhından, aslında o güzergâh için bedel ödeyen çile çeken evvel zaman içindeki büyüklerin hatırası da gocunur. Bu yazımızda Galip Erdem'in bugün ebedi uykusunu yattığı Cebeci Asri Mezarlığındaki kabir taşında yer alan sözünün üzerine konuşacağız. Hala geçerliliğini korumuş olmasının acısını duyacağız. Türk siyasetinin sağ yelpazesinde yer almış değerler manzumesi olmuş Milliyetçi Hareket Partisi'nin ve seçmeninin son yıllarda yaşadığı bir sorunu tek bir cümlede özetleyen sözü şöyledir: ''Asıl noksanımız, yeterince sevmesini hâlâ öğrenememiş olmamızdır”. Cümlenin başında ise “başka noksanlarımız da elbette vardır.'' ifadesi bulunmasa kabir taşında yer almamaktadır. Sevgisizliğin, bir camiadaki illetin teşhisi olması, sosyal bilimler nazarında tartışıladursun, hayatın realitesinde karşılığını çoktan bulmuş bir teşhistir. Öyledir ki, Galip Erdem'in vefatının üstünden -12 Mart 1997 - 20 yıla yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen bu sözünü şuan hatırlatan hadiseler yaşanmıştır. Bu hadiseleri hatırlatmak, sadece yazının hacmini yükseltir. Başka bir amaca hizmet etmez. Ama şu fikrimizi beyan edelim ki, son aylarda yaşanan süreç, karşılıklı yanlış adımların atıldığı, samimiyetin olmadığı, çare bulmak için değil çaresizliği çare haline getirmek için çıkmazların sürüldüğü, polemiğin kişilik haklarını hedef aldığı bir süreçtir. Haklı haksız tartışmasından uzaklaşılmış, gürültü kavgayı doğurmuş, zıtlaşma ayrılığı beraberinde getirmiş, ötekileşme dünün dostluklarına rağmen uygulanmıştır. Bu minvalde, meselenin 44


özüne inmek şöyle dursun yarının ne olacağını kestirmek çok güç bir hal almıştır. Bir değişim meselesi olarak başlayan muhalif ve muktedir taraflarıyla belirlenen süreç boyunca yaşananların tamiratının nasıl olacağı sorusunun hala sorulamıyor olması görmezden gelinmemelidir. Türk milliyetçiliğinin iç tartışmalar tecrübesi yüksek bir mertebede değildir. Milliyetçi camianın en büyük ve yegâne temsilcisi olan Milliyetçi Hareket Partisi, öncesinde sadece bir defa genel başkan değiştirmiş; efsanevi, kurucu genel başkan Alparslan Türkeş'in vefatı üzerine bu değişiklik mecburi olmuştur. İç tartışmalarda, hizipleşmenin süratle görülmesi, iç huzurun yerini çabucak elektriklenen gergin bir atmosferin alması, şunu göstermektedir ki demokratik, istişare kültürünü yaşatan, sorgulayan ve tartışan yapı, ana program esasının eleştirilememesi ilkesi nedeniyle tesis olmuştur. Lider, teşkilat ve doktrin eleştirilemez prensibi asla şuna engel olmamalıdır ki, bir gün hakikat arayışından tutun kasıtlı bir nifak hareketine değin, eleştiri nereden gelirse gelsin murakabesi şiddet olmamalıdır. Şiddetin doğuracağı sonuç nefretin ve düşmanlığın bir sonraki hamlesini hazırlama istediği oluşturma olur. Peki, milliyetçiler birbirini sevmemekte midir? Burada Galip Erdem'in yıllar önce bir toplantıda ''Türk milliyetçiliğinin sorunu Türk milliyetçileridir.'' şeklindeki tarihi çıkışını hatırlıyoruz. Erdem, davanın dağın zirvesine çıkarılması yolculuğunu da yıllar sonra eleştirmiş, dağın zirvesine şahsımızı çıkartıp davayı dağın eteklerinde bıraktığımızı ifade etmiştir. Onun kandilinden süzülen sevgisizlik uyarısı, ciddidir. Sevginin beraberinde getirdiği tolerans, uzlaşma, sağduyu, barışabilecek kadar tartışabilme, metanet, merhamet, dış mihrakların uzattığı mızraklarına karşı kalkan olabilme gibi özetlenecek meziyetler, sorunların tahrip edici boyutunu asgariye indirebilir. Peki, işbu üzerinde tedavi belli iken bilinen bir hususken her şey bir yazıyla duru anlatılabilirken neden diyoruz. Milliyetçiliği tabi bir duygu ile çelik bir ideolojinin yanında siyasetin hesaplarına taşıma, sevgiyi de öldürme noktasına atılan ilk adım olabilir mi? Çıkarılacak onca ders ile evveliyat arkada dururken tekrar filizlenenlerin başka bir izahı olamaz. Galip Erdem, sağlığını önemsemezdi. Çok yaşlı addedilmeyecek bir yaşta vefat etti. Ömrü vefa etseydi şuan Dede Korkut'u olacağı bir hareketin evlatları arasındaki çarpışmaları görecek, yeni bir şey yok diyecekti. Hâlbuki onun yazdıklarını, bir de tatbik edebilsek; kişisel yaklaşımları, siyasetin hesaplarını, iç iktidar mücadelesini şöyle bir kenara ayırsak, eleştirmeyi küfretmeden, eleştiriye verilecek yanıtı sövmeden verebilsek çok mu zor, onun aydınlığı gösterdiği erdem bizleri beklerken üstelik?

45


Hafızasında on binlerce yıllık tarihin medeniyet ve fikir mirasına sahip kadim Türk milleti son medeniyet inşasında da her daim olduğu gibi kurucu unsur olarak; içtimai ve siyasi yapısında ölçüt olarak “Türk Milliyetçiliği Fikriyatı”nı benimsemiştir. İşte bu yazımızda “Türk Milliyetçiliğinin Manifestosu” nu kaleme almış, “Rusya-Fransaİstanbul” üçgeninde gelişen milliyetçilik anlayışı ile Cumhuriyetin kurucu felsefesinin temelini hazırlamış ve Türk Dünyasının aydınlanması uğruna bir ömür harcamış “Akçuralı Yusuf” un o büyük fikir dünyasına kelamımız yettiğince bir gezinti yapacak ve Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset ile kurduğu o denklemler içinde çözüm olarak “Türk Milliyetçiliği” temelinde oluşturduğu siyasetini ve Türk Dünyası arasında köprüler kurmak adına gerçekleştirdiği faaliyetleri izaha çalışacağız. Hadi başlayalım o hâlde… 1. Akçuralı Yusuf Kimdir ? 1876 yılında Volga kıyısında bulunan Simbir şehrinde dünyaya gelen Akçuralı Yusuf babası Hasan Bey’e ait çuha fabrikaları Rus Ordusuna kaputluk kumaş imal ettiğinden dolayı varlıklı bir aileye mensuptu.Babasını çocuk yaşlarda kaybedince fabrikaların yükü annesinin omuzlarına binmiş, kendisi altı yasında iken annesi yatalak duruma gelince doktorların tavsiyesi ile 1883 yılında annesi ile birlikte İstanbul'a gelmiştir. İlkokulu ve Askeri Rüştiyeyi bitirdikten sonra Pangaltı'daki Harbiye Mektebine yazılan Akçuralı Yusuf 1897 yılında Kurmay Subay oldu. Jön Türkler ile ilişkileri yüzünden tutuklanıp Harp Divanının kararı ile askerlikle ilişkisi kesilerek Fizan'a sürüldü. Bir süre sonra Trablusgarp'ta rütbeleri geri verilerek göreve başladı. Bir yıl aradan sonra 1899 yılında buradan kaçarak Fransa'ya yerleşti. Akçuralı Yusuf ve arkadaşı Ahmet Ferit, birlikte Paris'e geldikten sonra “Serbest Ulûmu Siyasiye Mektebi” ne kaydoldular ve burada ünlü tarihçiler “Albert Sarel, ve Emil Bautmey”den dersler alarak Batı medeniyetini yakından inceleme fırsatı buldular. “Osmanlı İmparatorluğu Müesseselerinin Tarihine Ait Bir Tecrübe” başlıklı bitirme teziyle 1903 yılında okulu üçüncülükle bitiren Akçuralı Yusuf, öğrenimi tamamlamış olarak Kazan'a amcasının yanına giderek, burada Muhammediyye Medresesinde tarih edebiyatı derslerinde öğretmenlik yapmaya başladı.

46


1905 Rus Parlamentosunda Duma'nın kurulması üzerine, Türklerin burada nüfusları oranında temsil edilmesi için çalışmalar yaparak Türk Dünyası ileri gelenleri ile temas kurup “Rusya Müslümanları İttifakı” adlı siyasi partinin kurulmasına öncülük eden Akçuralı Yusuf Türkçülük konusundaki fikirlerini Türk Toplulukları arasında bu vesile ile yaymaya başladı. Türklerin gazete çıkarmasına izin verildikten sonra Kazan'da “Kazan Muhbiri” adlı gazeteyi çıkarmaya başladı ve Anadolu'da Abdülhamit yönetimine karşı çalışan yapılanmalar ile temaslar kurmaya devam etti. Akçuralı Yusuf Üç Tarz-ı Siyaset isimli ünlü manifestosunu Kazan'da yazmasına rağmen, Rus İdaresinden çekindiği için Kahire'de çıkan “Türk” gazetesinde yayımladı. Bu makalede; “Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük” fikirlerini tahlil ediyor ve en uygun fikrin Türkçülük mü İslamcılık mı olduğu kararını kendisi Türkçülük olarak görse de milletin iradesine bırakıyordu. Akçuralı Yusuf, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra diğer Türk düşünürleri ile birlikte İstanbul'a gelerek burada; “ Harp Akademisi, Dârü'ş - Şafaka, Medresetü'l Vâ'izin, Dâr'ül-Mu'allimin” ve Mülkiye mekteplerinde tarih dersleri vermeye başladı. Akçuralı Yusuf, 1908 yılının sonlarına doğru Mülkiye Mektebi Müdürü Celal Bey nezaretinde dönemin ünlü aydınları “Necip Asım Bey, Ahmet Mithat Efendi, Veled Çelebi, Köprülü Fuat” gibi isimler ile birlikte Türk Milliyetçiliği temelinde ilmi çalışmalar yapan “Türk Derneği” nin kurucularından oldu. 18 Ağustos 1911’de “Mehmet Emin Yurdakul, Ahmet Hikmet, Hüseyinzâde Ali, Âkil Muhtar” gibi isimler ile birlikte “Türk Yurdu Cemiyeti”nin kurucularından birisi oldu. 12 Mart 1912’ de kurulan Türk Ocağının ve 20 Haziran 1912’ de programı genişletilen dergisi Türk Yurdu'nu 1931 yılına kadar yönetti. 1919 Bolşevik İhtilâli ile I.Dünya Harbinden Rusya’nın çekilmesi üzerine Türk esirlerinin ana yurtlarına dönmesi için yürütülen faaliyetleri takip için Kızılay tarafından Rusya'ya gönderildi. Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul'un işgali sırasında tutuklanan Akçuralı Yusuf, daha sonra “Harp Yüzbaşısı” olarak Anadolu'ya geçti ve yaşına rağmen başarılı bir şekilde görevlerini yerine getirdi. 1923 yılında İstanbul Milletvekili olarak meclise girip yasama çalışmalarına katılan Akçuralı Yusuf 1934 yılında bu sefer Kars vilâyetinden milletvekili seçilerek mecliste yer aldı. 12 Mart 1935 yılında İstanbul’da vefat eden Akçuralı Yusuf Edirnekapı şehitliğine defnedildi. 2. Türk Milliyetçiliğinin Manifestosu: Üç Tarz-ı Siyaset Akçuralı Yusuf 1904 yılında Rusya'da kaleme aldığı ve Rusya’nın baskıcı idaresinden çekindiği için Kahire’de “Türk” gazetesinde yayımladığı, tarihe “Türk 47


Milliyetçiliğinin Manifestosu” olarak geçen “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü ve parçalanmasını engellemeye yönelik üç ana fikir üzerinde mukayeseli bir inceleme yapmıştır. Bunlar: a. Bir Osmanlı ulusu meydana getirmek (Osmanlıcılık) b. İslamcı anlayışa dayalı bir devlet yapısı kurmak. (İslamcılık) c. Irk esasına dayalı bir Türk Siyasal ulusçuluğu meydana getirmek (Türkçülük) Gelin bunlar hakkındaki fikirlerini makaleden hareketle izaha çalışalım ; a. Osmanlıcılık Siyaseti: Osmanlı İmparatorluğu'nu teşkil eden bütün kavim, cemaat ve milletlerin, din, mezhep, ırk farkı gözetilmeksizin adalet, hürriyet ve eşitlik havası eşliğinde tam bir kaynaşma ve dayanışma ile bir arada tutulmalarını ve yaşamalarını temin etmek gayesi taşıyan bir fikrî harekettir. Akçuralı Yusuf ise makalesinde; “Osmanlı memleketindeki müslim ve gayrimüslim halka aynı siyasi hakları tanımak ve vazifeleri yüklemekle, aralarında eşitlik sağlamak; fikirlerce ve dince serbestlik vermek ve bu eşitlik ve serbestlikten faydalanarak Amerikan milleti gibi bir Osmanlı milleti meydana getirmek ve devleti muhafaza etmek” olarak tanımlamış ve bu fikrin uygulanamayacağını şu şekilde izah etmiştir. 1. Osmanlı Türkleri altı yüzyıllık hâkimiyetleri altında bulunan reaya ile müsavat olmak istememektedir. 2. Müslim ve Gayrimüslim olanların İslamî açıdan müsavat olmalarının uygun olmayacağı düşüncesi. 3. Geçmişte istiklallerini savaş ve güç ile ellerine alan Türkler ile gayrimüslim reayanın birlik olmak ve oluşturulacak “Osmanlı” milleti içerisinde erimek istemeyişleri. 4. Rusya ve Avrupa ülkelerinin siyasi emelleri karşısında bu fikrin büyük bir tehlike olarak görülmesi sebebi ile bu ülkelerin karşı propaganda ve iç karışıklık arttırıcı faaliyetlerinin çoğalması sebeplerini madde madde sıralayan Akçuralı Yusuf, “Osmanlı milleti meydana getirmenin beyhude bir yorgunluktan öte mahiyetinin olmayacağı” şeklinde ifade ederek bu fikrin uygulanamayacağını savunur . b. İslamcılık Siyaseti: İslam’ı inanç, düşünce, ahlak, siyaset, idare ve hukuka hakim kılmayı amaçlayan Müslümanlar arasında birlik ve dayanışmayı tesis ederek İslam ülkelerini Batı karşısında geri kalmışlıktan kurtarmayı amaçlayan 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı aydınları tarafından savunulmaya başlayan siyasi bir fikir hareketidir. Akçuralı Yusuf'a göre bu siyasetin tatbiki ile Osmanlı tebaasındaki dini nifak artacak, gayrimüslimlerin bulunduğu topraklar kaybedilecek, Türklerin arasına da Müslim, Gayrimüslim farkı girecek, soydan gelen kardeşlik, din ihtilafı ile bozulacaktır. Fakat buna mukabil “Osmanlı idaresindeki bütün Müslümanlar ve onun bir parçası olan Türkler, pek güçlü bir bağ ile sımsıkı birleşecekler, böylece farklı bir cins ve dinden oluşmuş “ Osmanlı 48


Milleti” teşekkülüne nispet ile pek ziyade sıkı ve daha kuvvetli bir topluluk, İslam topluluğu meydana getirecektir.” Akçuralı Yusuf bu siyasetin açıkça karşısında durmamıştır. Ona göre bu siyasetin karşısında dâhili maniler az güçlü olsa da harici maniler pek kuvvetlidir. O hasepten yaşayarak bu fikrin geçerliliğini kendisinin belirleyeceğini düşünür. c. Türkçülük Siyaseti: Türkçü - Milliyetçi modernleşme hareketi, sosyal niteliğini Sanayi toplumu ve değişme sürecinden, siyasal niteliğini Fransız İhtilâli ile birlikte siyasal hayatta etkinliği giderek artan birey, özgürlük, milli devlet kavramından, kültürel beslenmesini ise gelenekten alan bir ideolojik inşadır. Bu hareketin amaçlarını şöyle özetleyebiliriz: 1. Tüm Türklere bir milliyet ve milli ülkü aşılanmalı. 2. Batı taklitçiliğinden öte mahiyette bir modernleşme başlatılmalı. 3. Türkçülük Islama aykırı bir düşünce değildir bu sebepten İslam dünyası ile iyi ilişkiler kurulmalıdır. 4. Kapitülasyonlardan kurtulunmalı, siyasal hedeflere varabilmek için ulusal bir ekonomi politikası izlenmeli. 5. Kültürel manada tam bir bağımsızlık sağlanmalıdır. 6. Tüm Türk Dünyasını birleştirecek bir çatı devletinin kurulmasında Osmanlı İmparatorluğu öncülük etmelidir. Akçuralı Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset adlı makalesinde Türk Birliği Siyasetinin tıpkı İslamcılık siyaseti gibi olduğunu, Osmanlı Devletinin hudutları ile sınırlanamayacağını ve Dünya Türklüğünün tüm meseleleri ile ilgilenilmesi gerektiğini vurgular. Türk Birliği siyasetinin faydaları ve önündeki engelleri hakkında ise şunları söyler: “Türk Birliği siyaseti ile Osmanlı ülkesindeki Türkler hem dini hem ırkî bağlar ile pek sıkı, yalnız dini olmakla sıkı, birleşecekler ve esasen Türk olmadığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş sair Müslim unsurlar da Türkleşebilecekti. Lakin asıl büyük fayda; dilleri, ırkları, adetleri ve hatta ekseriyetinin dinleri ile bir olan ve Asya kıtasının büyük bir kısmı ile Avrupa'nın şarkına yayılmış olan Türklerin birleşmesine ve böylece diğer büyük milletler arasında varlığını muhafaza edebilecek büyük bir siyasi milliyet teşkil eylemelerine hizmet edecek ve iş bu büyük toplulukta Türk toplumlarının en güçlü ve en medenileşmişi olduğu için Osmanlı Devleti en büyük rolü oynayacaktır… Bu faydalara mukabil, Osmanlı ülkesinde meskun, Müslim olup da Türk olmayan ve Türkleştirilmesi de mümkün olmayan kavimlerin Osmanlı elinden çıkması ve İslamiyet’in Türk ve Türk olmayan kısımlara ayrılarak,artık Osmanlı Devleti'nin Türk olmayan Müslümanlar ile ciddi bir münasebeti kalmaması mahzurları vardır.” Üç Tarz-ı Siyaset adlı makalesine: “Müslümanlık ve Türklük Siyasetlerinden hangisi Osmanlı Devleti için daha yararlı ve kabil-i tatbiktir.” diyerek son veren Akçuralı Yusuf nihai kararı okuyucularına bırakmış lakin ömrü boyunca Türkçülük fikrini izlemiş ve bu hareketin kutbu olarak tarihe geçmiştir. 49


3. Akçuralı Yusuf'un Milliyetçilik Anlayışı Türk Dünyasının içine düştüğü sıkıntıların idrakinde olan ve kuşatılan Türkiye’nin son kale olduğuna inanan Akçuralı Yusuf'un Türkçülük anlayışı üç farklı ortamda gelişmiştir: İstanbul, Rusya ve Fransa Türkçülük konusunda gelişip olgunlaştığı Paris'te Akçuralı Yusuf'a rehberlik eden ve bir Türk milliyetçisi olan Dr. Şerafettin Mağmumi'dir.Onun yanı sıra Albert Sorel ve Emile Boutmy gibi ciddi âlimlerden üniversitede aldığı dersler ile de milliyetçiliği ve Türkçülüğü ilk kez siyaset alanında düşünmeye başlamıştır. Akçuralı Yusuf'a göre milliyet fikrinin muhtevası şudur: “Bir millet meydana getirmiş olan insan toplulukları, bağımsız bir devlet halinde teşkilatlanarak yaşamak hakkına sahiptir.” Millet tanımını ise “Irk ve dilin esasen birliğinden dolayı sosyal vicdanında birlik ve beraberlik meydana gelmiş insan toplumu” diyerek yapar. Akçuralı. Yusuf, İslam medeniyetinin Arapların malı değil, bizzat Türklerin iştiraki ile vücuda gelmiş bir medeniyet olduğuna kanidir. “Ben Müslüman ve Türk'üm” diyerek de Türkçülük anlayışının maddi ve manevi temellerini ortaya koymuştur. Türk milliyetinin oluşması için çalışan ve ömrünü Türk milletine adayan Akçuralı Yusuf, Türk ocaklarında verdiği serbest yüksek dersleri üç kelime ile özetler: “Milliyetçilik,Halkçılık ve Aydınlık” Verdiği bu derslerde ve konferanslarında Türkçülük anlayışının iki tür olduğundan bahseder. Bunlar: 1. Demokratik Türkçülük: Milliyet esasının her millet için bir hak olarak telakki edildiği ve Türk milleti için talep edilen bu hakkı diğer milletlere de aynı derecede hak olarak gören Türkçülük anlayışı. 2. Emperyalist Türkçülük: Avrupa nasyonalistleri gibi hak olarak değil, sırf kendi kuvvetini arttırmaya yönelik aşırı pragmatist bir milliyetçilik anlayışına sahip baskın Türkçülük anlayışı. Kendisini Demokratik Türkçü olarak tarif eden Akçuralı Yusuf, Emperyalist milliyetçiliğin er ya da geç yok olacağını savunarak tüm Türkçü düşünce sahiplerinin Demokratik Türkçülük sancağı altında gayret göstermelerini ister. Görüldüğü üzere Akçuralı Yusuf'un Türkçülük anlayışı kesinlikle kuru bir ırkçılık noktasında değildir. Onun milliyetçilik anlayışı, insan haklarına saygılı, barış taraflısı, muasır medeniyete ulaşmayı hedefleyen bu benzerliği ile de Mustafa Kemal Atatürk’ün milliyetçilik anlayışına paralel bir anlayıştır. Akçuralı Yusuf'un milliyetçilik anlayışını gelin kendisinden öğrenelim. 50


“Milletimizin ilim sahasında ve diğer sahalarda yükselmesi için, her şeyden evvel milletimizi tanımaya ve öğrenmeye çalışmalıyız. Ve unutmamalıyız ki, hakikaten tanımak ve bilmek bütün ilmi usullere hakim olan ruhi bir kuvvet sayesinde kabildir : Sevmek …! Milletimizi yükseltmek için, ilk önce,Türk milletini sonsuz ve fedakâr bir muhabbetle,bir aşk ile sevmeliyiz.” Akçuralı Yusuf 4. Akçuralı Yusuf'un Milliyetçilik ve Din İlişkisi Hakkındaki Düşünceleri Akçuralı Yusuf'un tarih, dil, iktisâdi vs. meselelerden hangisini ele alırsak alalım hepsini temellendirdiği fikri sistemin Türk milliyetçiliği olduğunu görürüz. Bu bağlamda Akçuralı Yusuf’un milliyetçilik ve din ilişkisine bakışını iki noktada toparlayabiliriz: 1. Yaşlanmış ve kurumakta olan İslam ağacını milliyet aşısı yaparak yeniden ayağa kaldırmak. 2. Yaşlı ağaç benzetmesinin tam tersine çocukluk devresini yaşayan Türk Birliği hedefinin gerçekleşmesi için,teşkilatlı “pür hayat ve pür heyecan” olan İslamiyet’in ırklara, Türkler için ise Türkçülüğe “hizmet edici” olmasını sağlamak. Bunlardan hareketle Akçuralı Yusuf'un İslam dininin Türk milletinin milli benliğini muhafazada ve milli şuurunun gelişmesinde çok önemli bir yeri olduğundan dili, gelenek ve görenekleri, dini bir olan, bağımsız, güçlü bir Türk milleti teşekkülü için ömrünü harcadığını açıkça belirtmek gerekir. 5. Akçuralı Yusuf'un Din ve Devlet İlişkisi Bağlamında Laikliğe Bakışı Cumhuriyet döneminde medreselerin yenilenmesi üzerine düşüncelerine yazılarında ve konferanslarında açıkça yer veren Akçuralı Yusuf dini insanları terbiye edici bir unsur olarak görmekteydi. Genellikle dinin sosyolojik boyutu üzerinde durarak yazılarında kullandığı dini argümanları da buna göre seçerdi. Akçuralı Yusuf “Her türlü uhrevi düşünceden arınmış laik düşünce sahibi” olmamasına karşın siyasi her meselede keskin bir laik tutum içerisine giriyor, sosyal meselelerde ise bu keskinligini belirgin şekilde kaybediyor ve dini normları esas alan bir tutum içerisinde önerilerde bulunuyordu. Özetle Akçuralı Yusuf dini, devlet ile ayrıştırmış ve devletin demokratik olmasını, dinin ise daha bireysel kalmasını tercih ediyor ve öneriyordu.

51


Cumhuriyetin ilk yıllarında laik sisteme geçiş önünde büyük bir engel teşkil eden halifeliğin kaldırılması konusunda yazdığı yazılar ve yaptığı meclis konuşmaları ile laik sistemin en büyük savunuculuğunu yapmıştır. Sonuç Kelâmı Türk Düşünce tarihine ; Türk milliyetçiliğinin Kutbu olarak adını yazdıran Akçuralı Yusuf, Türk milletinin yaşam felsefesinin belirlenmesinde, özellikle Türk Cumhuriyetinin kuruluşunda ve milli devlet anlayışının teşekkülünde mihenk taşı olmuş büyük bir Türk aydınıdır. O, Türk milletinin içinde bulunduğu kaotik ortamda Osmanlı Devletini son kale, Türkçülüğü de tek çıkar yol olarak görmüş ve bu uğurda mücadele vermiştir. Aynı zamanda Milli Mücadele kahramanlarından birisi olarak Türkiye Cumhuriyetinin teşkilatlanması aşamalarında Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün yakın mesai arkadaşlarından olmuştur. Kendini Türklüğe ve Türkçülüğe adayan, ömrü boyunca bu fikre sadık kalarak gelişmesine tartışılmaz derecede yüksek katkısı olan Akçuralı Yusuf tarihçilerimiz tarafından “Moğolların Türk kabul edilmeyişi ve Sosyalist Düşünce karşıtlığı” sebebiyle hak etmediği şekilde bir dönem sansürlenmesine karşın son zamanlarda hakkının teslim edilerek hakkında ve fikirleri ile alakalı yapılan çalışmaların artışındaki yükselme bizleri sevindirmektedir. Vesselâm . Rahmet ve Dua ; Gök Kubbeyi Çadır, Güneşi Tuğ Eyleyenlere ! KAYNAKLAR 1. 2. 3. 4. 5.

AKÇURA Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset, Ötüken Neşriyât, İstanbul-2015 AKÇURA Yusuf, Türkçülüğün Tarihi, Ötüken Neşriyât, İstanbul-2015 AKÇURA Yusuf, Siyaset ve İktisat, Ötüken Neşriyât, İstanbul-2015 AKÇURA Yusuf, Suriye ve Filistin Mektupları, Ötüken Neşriyât, İstanbul-2016 AKÇURA Yusuf, Sürgünden İstanbul’a Dârülhilâfet Mektuplar, Ötüken Neşriyât, İstanbul-2016 6. AKÇURA Yusuf, Muasr Avrupa’da Siyâsi ve İçtimâi Fikirler ve Fikrî Cereyanlar, Ötüken Neşriyât, İstanbul-2016 7. DURAN Murat, Türk Milliyetçiliğinin Manifesto Yazarı : Yusuf Akçura, 21.YY Türkiye Enstitüsü Aylık Fikir Dergisi Aralık 2011 36.sayı

52


“Dünyada iki tür nitelik vardır: verimlilik ve verimsizlik… Ve iki tür insan vardır: verimli ve verimsiz…” George Bernard SHAW GİRİŞ: İnsan doğası gereği hayat bulduğu yeri ve zamanla da ötesini hep merak edegelmiştir. Evrende neler olup bittiğini, bunların içerdiği olayların ne olduğunu bilmek ve anlamak istemiştir. Sıradan insan, doğası gereği günlük yaşamını idame ettirecek ölçüde bilme ve anlama isteği içindedir. Bu faaliyet, çevresel ve içsel olabilir. Ancak insan, eğer bütün bunların üzerine bir de belirli konuların belirli amaçlara yönelik olarak uygun yöntemlerle sistematik şekilde ele alırsa ortaya faklı disiplinler çıkar. Bu amaca hizmet eden disiplinlerin tümüne kısa yoldan “(pozitif) bilim” denilebilir ve bilime ait disiplinlerin temelinde bir felsefe bulunmaktadır. Felsefe, değişik zaman ve yerlerde bu disiplinlerden her birinin içinde yer almıştır. Bilim dallarının henüz felsefeden ayrılmamış olduğu 17. yüzyıla kadar olan dönemlerde, bazı filozoflar ve bazı felsefe sistemleri günümüzde bilimsel olarak nitelendirilen amaç ve yaklaşımları sergilemişlerdir[1]. Felsefede bilim yaklaşımına Aristo ve Descartes’te rastlanabilmektedir. Ayrıca felsefe, formel disiplin, metafizik disiplin, sanat ve beşerî disiplin gibi alanlarda karşımıza çıkabilmektedir. Pozitif Bilimlerin sahip olduğu alt alanların ne zaman ve hangi şartlarda felsefenin bir ürünü olacağının kararı, Hegel’in meşhur ettiği bir tabir olan ve “zamanın ruhu” anlamına gelen “zeitgeist” sayesinde yine filozofların kararı olacağı savunulmakla birlikte felsefi düşünceler ile ilişkilendirilen pozitif bilimin neyi içerdiği ve ölçütlerinin neler olduğu konusu oldukça önemlidir. Temel ölçütler; olayların gözlenebilir ve ölçülebilir olması, araştırma hipotezinin oluşturulup sınanması, hipotez adımından sonraki tüm aşamaların nesnel olmasıdır. Bunun için de deneysel metotların kullanılması ve bu deneysel metotların “nedensellik” ilkesine uygun olması önemlidir. Ayrıca herhangi bir yanlı sonuca ulaşmamak için baştan alınan tedbir de bilim insanının kullanacağı yöntem ve teknikleri hangi olasılıkla test edeceğini belirlemesidir. Dolayısıyla denilebilir ki pozitif bilimlerde net çıkarımlar yapmak mümkün değildir. Çünkü her sonuç, sadece birer olasılıktır. Dolayısıyla sonuçlar,

53


zaman ve teknolojik gelişim –ki pozitif bilim için de bir teknolojidir, denilebilir.- doğrultusunda değişkenlik gösterebilir. Bu yazıda ele alınacak konu, yukarıdaki bilgiler ışığında, pozitif bilimin bir alt disiplini olan Sosyoloji ile Sosyoloji’nin esas unsurunu oluşturması gerektiği hâlde ancak son yıllarda iyi çalışmaların yapıldığı “Millet ve Milliyetçilik” kavramını ele alan bir pozitif bilimci ve bir felsefe profesörünün aynı isimli kitaplarının incelenmesi olacaktır. MİLLET VE MİLLİYETÇİLİK – İSKENDER ÖKSÜZ “Gerçekler, ancak sahtekâr ve geri zekâlıları korkutur. Bırakınız; korksunlar!” Erol GÜNGÖR Bir Kimya Profesörü olan İskender Öksüz Hoca, yazmış olduğu Millet ve Milliyetçilik kitabında amaç olarak şunu sunmakta: “Bilimin bir parçası olan Sosyoloji’nin ‘Millet ve Milliyetçilik’ hakkında pek çok şey söylediğini ve bu söylenenlerin sentezlenerek konunun uzmanı olmayanların da anlayacağı biçimde okuyucuya aktarmaktır” 1[2]. Yazar, kitabın giriş başlıklarından birinde bilime ait disiplinleri küçükten büyüğe doğru karmaşıklık sırasına sokar. Bunlar sırasıyla; Fizik, Kimya, Biyoloji ve Tıp, Psikoloji ve nihayet Sosyoloji’dir. İçlerinde en az karmaşığı Fizik’tir. Çünkü tek bir madde ile hatta madde demek de yanlış olabilir; onu oluşturan daha küçük parçalarla ilgilenir. En karmaşık disiplin ise Sosyoloji’dir. Çünkü Sosyoloji insana hatta toplumlara ait olan bir bilim dalıdır ve toplumlarla ilgilenen bir bilim dalı demek, sayısız parçacıklar ile ilgilenmek demektir. Dolayısıyla da insana ve toplumlara ait bilim dalları, doğa ile ilgilenen bilim dallarına göre kat kat daha karmaşıktır, denilebilir. Bu karmaşık sistematiği çözmek de oldukça fazla zaman almıştır ki tam anlamıyla çözülmüştür demek, bilime ihanet olabilir. Zira, doğa ile ilgili bilim dallarında Newton Kanunları, Periyodik Cetvel gibi sabit doğrulardan bahsedebilirken Sosyoloji gibi bilim dallarında böyle bir şey yapmak mümkün değildir. Uzun zaman boyunca böyle olması için çaba sarf eden kişiler olmuş olsa da her şeyin iyileşmesi ya da daha da kötüleşmesinin tek sebebi olan zaman ilerledikçe öyle olmadığı anlaşılmıştır. Bu düşünce yerini, toplum ile ilgilenen bilimlerde incelenen, insanların ne yaptıkları kadar neden öyle yaptıklarının anlaşılması gerektiği düşüncesi gelmiştir ve bu yaklaşıma ‘anlama’ denilmiştir.2 Bunun haricinde, toplum bilimlerinde belli kanunlar geliştirdiklerini iddia eden kişiler için yazar, “Onların doğa kanunları, doğanın kanunları değil; seçmece sosyoloji ve felsefe spekülasyonlarıydı.”3der.

1

Öksüz, İ., (2016). “Millet ve Milliyetçilik”, Panama Yayıncılık, Ankara, s. 10. İskender, Öksüz, a.g.e., s.40. “Anlama, iyi anlama” anlamına gelen yaklaşım ilk olarak Max Weber ve Georg Simmel tarafından “verstehen” ifadesiyle ortaya atılmıştır. 3 İskender, Öksüz, a.g.e., s.44. 2

54


Hegel’in, Marks ve Engels’in Diyalektiği’nin bilimdir diye sunulması ve özellikle Türkiye için konuşacak olursak; kendilerine aydın diyen ama aslında kapital dünyada süslü cümlelerinin hızla tüketilmesiyle ünlenmelerinden başka hünerleri olmayan bazı kişilerin ekseriyetle de milliyetçilik ile ilgili ifadeleri, Sosyoloji’nin sanal ya da daha temiz bir ifade ile henüz doğrulanmamış “teorileridir”. Oysa tarih bize, milliyetçiliklerin devamlı şaşaalı ama acı veren varlıkların sonunu getiren ve bütünleştirici yapıya sahip bir anlayış olduğunu göstermiştir. Klasik İmparatorluklar’ın çöküşleri ya da çöküşlerinden sonra doğan yeni devletlerin inşaları, Doğu Bloku’nun dağıtılması, SSCB’nin yıkılması, Çekoslovakya ve Yugoslavya gibi örneklerde milliyetçiliklerin etkin rol üstlendiğini biliriz.4 Dünyada her dönem milliyetçiliğe karşı çıkmak uğruna farklı görüşler ortaya atılmıştır. Komünizm dönemi, Çok Kültürlülük dönemi, Siyasal İslamcılık Dönemi… Hepsinin ortak görüşü, kendi düşüncelerinin artık dünyanın salt doğrusu olduğu ve bu dünyada milliyetçilik fikrinin ölmüş bir fikir olduğudur. Ancak bahsi geçen bakış açılarının kiminin yok olduğu, kiminin can çekiştiği gerçeği ile baş başa kaldığımız şu zamanda görüyoruz ki milliyetçilik fikri, dedikleri gibi yok olmamış aksine araştırmaların baş aktörü hâline gelerek bilim dünyasına girmiştir. Pekâlâ, bilim dünyasında araştırma konusu olmaya hak kazanmış olan millet kavramı ve türevi olan milliyetçilik hakkında kitap ne demekte? Evvelâ bahsedilen, bir milletin oluşumu… Milletlerin oluşumunun hangi kaynaklara dayandığına dair yapılan araştırmaların hatırı sayılır noktalara ulaşmasının Endüstri Devrimi’ne dayanmış olmasından yakınılsa da bu konuda sarsılmaz kaynaklar bulunduğuna vurgu yapılmaktadır. Bu kaynaklara göre bir milletin inşasında ona temel oluşturacak şeyler, milli destanlar, semboller, damga ve desenler, hikâyeler, dil, bir coğrafyaya olan sınırları5 gibi kültürel ve stratejik gerekliliklerdir. Fakat bunların bir ortak özelliği de millet olma bilincini ve millet varlığını oluşturması sebebi ile ondan önce var olmasıdır. Bunlar bir milletin etnik unsurlarıdır denilebilir. Dolayısıyla her milletin millet olmadan önce bir ‘etnisitesinin’ olduğundan söz edilebilir. Bu bir anlamda etnosembolistlerin 6 entisite anlayışıdır ve buna “milletlerin göbek deliği” ismi verilmektedir. Burada önemli olan bir milletin varlığının ırka dayalı olması değildir. Kendi içinde bir anlamda asimile olmayı başarmış ve kendisini o milletin bir ferdi olarak kabul eden herkesi kendi millet tanımlamasına dâhil etmektedir. Esas mesele, ırkî özellikler olmasından ziyade, milletin varlığının etnik bazı sembollere dayandırılmasıdır. Benzer şeyi, Hüseyin Nihâl Atsız’ın şu 4

Gerçi SSCB’nin ekonomik sebepler dolayısıyla kendi kendini yok ettiğini savunan görüşler de var olsa da genel kanı metindeki gibidir. 5 İskender, Öksüz, a.g.e., s.223. 6 Etnosembolistler, A. Amstrong ve A. D. Smith isimlerinin öne çıktığı bir gruptur ve kısaca milletleri modernite ile başlatırlar fakat moderniteden önce de milletlerin oluşmasında başat faktör olan etnisitelerin olduğunu savunurlar.

55


sözünde de görmekteyiz: “Türk, Türk ırkından gelenlerle, en az Türk ırkından gelmiş kadar kendini Türk hissedenlere denir.” Bunlarla birlikte elbette kitabın ana teması, her ne kadar genel bilgiler verilirse verilsin özelde “Türk Milleti ve Türk Milliyetçiliği” varlığından bahsetmektedir. Dolayısıyla ilgili bölümlerinden birinde, farklı ideolojik düşüncelerin “(Türk) millet(i) diye bir şey yoktur” tezlerinden bahseder ve bu teoriyi çürütecek bir takım kanıtlar sunar. Bu örnekler7, 15. Asırda Neşrî tarafından kaleme alınan “Kitab-ı Cihannümâ”da, Fransız İhtilâli’nden 400 yıl önce 1. Kosova Savaşı’nda (1389) 1. Murad’ın Sırp Kralı’na hitabında kullandığı “Türk erliği” ifadesinin Sultan 2. Beyazıd zamanında dikkate alınıp bilinç oluşturmuş olması; 1499 yılında Ali Şir Nevaî’ye ait olan Kuş Dili eserinde (günümüz Türkçesiyle) “Ne zaman ki Türk şiirinde bayrak kaldırdım; o memleketi yekkalem eyledim.” Gibi ifadeler, 1377 yılında yayınlanan İbn-i Haldun’un Mukaddime eserinde Türklerin, Allah’ın lütfu olduğunu belirten satırları, Halife Ma’mun’un 9. Asırda Türklerden bir ordu kurmuş olduğu bilgisi, 11. Asırda Kaşgarlı Mahmut’un Dîvânu Lugâti’t-Türk eserindeki ifadeler, 8. Yüzyıldan Göktürk Kitabeleri’nde bahsedilen milliyetçilik ifadeleri ve sıkı bir modernist olarak bilinen Wolker Connor isimli bir siyaset bilimcinin 8. Asırda Altay Türkleri’nin isimlerinin Moğol steplerindeki taşlara kazındığını ifade etmesi olarak sıralanabilir. Diğer yandan yazar, aslında millet ve milliyetçilik ile öyle ya da böyle sorunları olan kişilerin sorguladıkları temel şeyin “ırk milliyetçiliği mi yoksa kültür milliyetçiliği mi?” sorusu olduğunu söyler ve buna bazı cevaplar verir. Öncelikle bilimin tüm milletlerin Afrika’dan gelmiş olduğunu belirlemesinin ardından bu sorunun bütün güncelliğini kaybetmiş olduğunu söylemekle başlar. Sonra sırasıyla hâlâ milliyetçilik fikrinin ırkla ilgili bir fikir olduğunu iddia edenlerin var olduğundan söz eder ve bunların ya bir propaganda yöntemi uyguladıklarını ya da kavramlara verdikleri anlamlarla, onların gerçek manalarının çelişmesinden kaynaklandığını ifade eder. Oysaki Sosyoloji Bilimi’nde kendisine yer bulan millet teorilerinin içinde milleti ırk ile sınırlandıran herhangi bir şey yoktur. Sadece etnik bazı temellerin nesiller boyu aktarılmasından oluşan hâkim kültürlerden bahsedilir. Burada esas olan bir mensubiyet şuurudur. Aksi hâlde bugün İstiklâl Marşı’nı hiçbir karşılık beklemeden yazan Mehmet Akif’i Türk yapan, ırkı değil; zihninde ve gönlünde bulunan ve de vicdanını o kültüre karşı sorumlu hissettiren aidiyet duygusudur. Millet üzerine yapılan sosyolojik çalışmaların genel manada vardıkları ortak kanı, bir millet olma bilincinin oluşmasındaki başat faktörün iletişim olması gerektiğidir. Çünkü iletişim bir farkındalıktır ve insanların bir takım ortaklıklara sahip olduklarını idrak edebilmeleri için etkileşmeleri, etkileşebilmeleri için de iletişim kurmaları gerekmektedir. Dolayısıyla milletler çağının sona erebilmesi için de iletişimin tükenmiş olması gerekmektedir; herhalde adına “iletişim çağı” dediğimiz 21. Yüzyılda böyle bir şeyden bahsetmek, en hafif tabirle çılgınlık olur.

7

İskender, Öksüz, a.g.e., s.284 – 298.

56


Son olarak kitabın ilgilenmiş olduğu bir soru da “milletler yok edilebilir mi?”dir. Bu soruya tam olarak yazarın ifadeleri ile cevap vermek doğru olacaktır: “evet, milletler doğdukları gibi yok da edilebilirler. Çünkü millet, ırk değildir ve genlerde değil; akıllarda ve gönüllerde yaşar. Akıllarda ve gönüllerde yaşayan varlıkları güçlendirmek de, zayıflatmak da, diriltmek de, öldürmek de mümkündür.”8 MİLLET VE MİLLİYETÇİLİK – MİLAY KÖKTÜRK “Her eser eksiktir ve tamamlanmayı bekler. Tamamlanan her bir eksiklik düşünce dünyasının gelişimi yolunda atılan bir adımdır.” Milay KÖKTÜRK Bir felsefe profesörü olan Milay KÖKTÜRK, “Eleştirel Yazılar – 1: Millet ve Milliyetçilik” başlığını vermiş olduğu kitabında çeşitli dergiler ve sempozyumlar için kaleme almış olduğu makalelerini derleyerek bir araya getirmiştir. Bunu yapmasında da Cemil Meriç’in etkisi olduğunu söylemiştir. Meriç’e göre “dergiler, hür tefekkürün kalesidir ama çoğu bir mevsim yaşar; çiçekler gibi…” ve “eski dergiler, ziyaretçisi kalmayan mezarlıklar” gibidir. Dolayısıyla Milay Köktürk de yazılarının kalıcılığını sağlamak istemiş ve bu derleme kitabını yayınlamıştır. Ancak her kitapta olduğu gibi bu kitapta da belli bir hedef bulunmaktadır. O da: ”milleti yüceltmek ya da yerden yere vurmak, milletçiliği ret etmek ya da ona nümayişler düzenlemek niyeti gütmeden onu sosyal, siyasal ve kültürel açıdan tüm boyutlarıyla ele almaktır. Bu sayede de ne yapılırsa yapılsın ortadan kaldırılamayan bu olguyu anlamaya çalışmak ve ‘düşünce özgürlüğü’, ‘milliyetçiliğin ontolojisi’, gibi milliyetçilikle doğrudan bağlantılı olan ama hâlâ üzerinde konuşulmayan konuları tartışmaya açmaktır.” Yazar kitabında işe tanımlamanın önemi ile başlıyor. Biriyle tartışmak, o tartışmada haklı çıkmak için değil; öncelikle kendimiz için ilgili kavramı tanımlamamız gerektiğini savunuyor. Kavramı, konuyu ya da olguyu bize hatırlatan şeyin bu tanımlama olduğu bilgisi, aslında tanımlanan şeyden ziyade onu tanımlayan kişi için önem arz etmektedir. Çünkü tanımlama sayesinde kişi, kendi yerini, hedefini, bakış açısını, etki edeceği hinterlandı, kendine koyduğu etik kuralları ve bunların tamamıyla da kendi hayatını değiştirmiş olur ya da daha doğru bir ifade ile kendi hayatını tanımlar. Millet için konuşulacak olursa; esasta yapılması gereken yine tanımlamadır ancak bu zamana kadar millet, hep tasvir edilmiştir. Onun niteliklerinden bahsedilmiştir fakat bu niteliklerden fazla bir şey olduğu göz ardı edilmiştir. Daha önemli olan bir şey, bu tasvirlerin kişiden kişiye değişmemesi gerektiğidir. Çünkü bahsi geçen çok büyük bir kitle

8

İskender, Öksüz, a.g.e., s.367.

57


olduğundan tanımlanan ya da tasviri yapılan kavramın herkes tarafından aynı şekilde anlaşılması gerekmektedir. Millet eğer bazı müşterek değerlere sahip olan büyük sosyal topluluk olarak tanımlanır ya da tasvir edilirse bu topluluğun bazı ontolojik9 temellere sahip olması gerektiğinden bahsetmek gerekir. Bu temeli oluşturan unsurlar şunlardır [3]: a. Soy ya da biyolojik var oluş, bir coğrafyada yaşıyor olma yani, fiziksel temel. b. Kültürel var oluş yani, sosyal/tarihsel temel. c. Bilinç varlığı olarak (farkında olan olarak) ar oluş yani, bireysel bilinç temel. Bu unsurların tamamı bir milletin oluşumunda çok önemli yere sahip olmakla birlikte iç içe geçmişlerdir. Ancak içlerinde bilinç temeli, diğer hepsinden daha önemli bir yere sahiptir. Çünkü yazarın tabiri ile “dünya üzerindeki var oluş tarzımızı bilincimiz belirler.”10 Eğer sadece biyolojik temelli bir millet tanımı yaparsak ırka dayalı bir milliyetçilik algısı oluşturmuş oluruz ve bu tanımlama, sosyal bir gerçekliği oluşturmaz. Bu nedenle bir milletin ortak hayallerinin, ortak değerlerinin ve müşterek yaşama koşullarının sağlanabilmesi için bilinçsel bir temelde kendisini o millete ait hissetmesi gerekmektedir. Bununla birlikte tamamını toparlayacak olursak; milleti, sadece belli coğrafi sınırlar içinde yaşayan halk yığınları olarak tanımlayamayız. Çünkü millet olma bilinci, kendisini ilgili millete ait hisseden herkesi kapsar. Başka coğrafyalarda yaşayıp o millete karşı vicdani ve bilinç bakımından bağlılık hisseden herkes o milletin bir ferdidir. Bunun tersi bir düşünce etnik temelli bir aidiyete yol açar ki bu da ırk milliyetçiliğine kapı aralar. Ötesinde, millet bulunduğumuz zaman diliminde ve sınırlarda yaşayan kişilerden de ibaret sayılamaz. Eğer öyle olsaydı tarihi bir geçmişten bahsedilemez, kültürel bağlılıklar oluşturulamazdı. Bu konuda yazar şimdide yaşayanları, milletin cisimlenmiş şekli olarak görür ve somut bir gerçeklik olduğundan bahseder. Eğer milleti bu tanımlama ile sınırlı tutarsak milletin somut mu yoksa soyut bir kavram mı olduğu konusunda tartışmalar çıkabileceğinden söz etmektedir. Sonuç olarak da şunları söylemektedir: “millet bilinç ile oluştuğuna göre, zamansallık ve mekânsallıktan ayrılması söz konusu değildir. Bu bilinç; şimdi, geçmiş ve geleceğe ilişkin genel algılama ve tasarımlarla yüklüdür. Bütün bunları göz önüne aldığımızda, milleti derûnî/aşkın varlık alanı, var oluş biçimi olarak tanımlamak, hiç de yanlış olmayacaktır.”11 Sonuç olarak; milletleşme sürecinde bilinç oluşumunun sağlanabilmesinde en önemli adımların bir devletin, özellikle de cumhuriyet rejiminin varlığı ile ulus-devlet anlayışının hâkimiyetinin, bu sürecin hızlandırılmasında oldukça önemli yere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte yazar bir sonuç olarak şunu da iletmektedir: “milletleşme süreci dünya görüşleri kavgasına kurban edilmemelidir. Millet gerçekliği, sadece 9

Milay, Köktürk, a.g.e., s.15. Ontolojik temel kavramından, varlığın varoluşunun doğru, haklı, hakiki, ve kabul edilebilir/akıl düzenine uygun nedenleri, gerekçeleri; varlığı o varlık olarak var kılan, varlığın o varlık olarak var olmasına neden olan/mümkün kılan asıl ve en temeldeki yapı ve unsurlar; varlığın üzerine yükseldiği, adeta devamı gibi olduğu asıl zemin kast edilmektedir. 10 Milay, Köktürk, a.g.e., s.17. 11 Milay, Köktürk, a.g.e. s.25.

58


milliyetçilik ve görüşleri yorumlanmalıdır. oluşlarını tahrip eden (küreselleşme gibi) süreç başarıyla adım ise bireylerin içselleştirmeleri bilinç işidir.”12

ulusalcılık gibi dünya çerçevesinin dışında Milletlerin var dünya tasarımı değiştiği takdirde bu kapanacaktır. Son doğal aidiyetlerini olacaktır. Bu da bir

Milletleşme süreci boyunca ve dahi tamamlandığında ortaya çıkan başka bir durum da onun fikri boyutunu oluşturan, bir ideoloji olarak milliyetçiliktir. Entelektüel bakış açısı, çalışmalar ve araştırmalar çerçevesinde oluşturulmuş tanımlama metinlerini alıp söyleneni tekrarlamak yerine var olan bilgilerden yola çıkarak katkı sunulacak yeni tartışma boyutları kazandırmayı ve farklı perspektiflerden çıkarımlar yapabilmeyi hedeflemelidir. Bu manada milliyetçiliğin aslında sırasıyla şu durumların bir sonucu olduğu çıkarımını yapabiliriz; algılayış, kabulleniş ve buna göre tavır belirleyiş. Fakat daha da önemlisi, bütün bunların oluşmasını sağlayan bilinç durumudur. Dolayısıyla bilinç seviyemiz doğrultusunda kavramların, özelde de milliyetçiliğin ne demek olduğunu algılayabiliriz; algıladığımız kadarı içinden bir takım kabuller yapabiliriz ya da yapamayız ve kabullerimiz kadarıyla onun lehinde ya da aleyhinde bir duruş belirleyebiliriz. Bu minvalde milliyetçiliğin temelde bir duygu durumu olduğunu saptamak gerekir. Bunun yanında bu duygu durumunun bir takım bilimsel metotlar ışığında belli bir analitik form kazanmasıyla milliyetçilik aynı zamanda bir düşünce hâline de gelmiştir. Duygu bakımından incelersek milliyetçilik, kişisel yaşamlarımızda sevmek ya da nefret etmek gibi ifade edilen duygular kadar basit değildir. Çünkü bireyin, dünyaya bakış açısını ve yaşama biçimini etkiler. Bir kişiyi sevmediğinizde, onunla ilişkinizi kesersiniz ve bu kopma sizin hayatınızdan önemli şeyler kaybetmenize sebep olmayabilir ancak bir milleti sevmemek duygusu, topyekûn bir reddetme şekline bürünebilir. Bu da kişinin yaşam biçimini, değerlerini ve hedeflerini özellikle de toplumsal siyasallaşma bakımından tamamen değiştirebilir. Bu zamana kadar yapılan yanlışlardan biri de milliyetçilik fikrinin hep neden var olması gerektiği konusu üzerinde durulması ama milliyetçiliğin nasıl var olması gerektiğinin çok da gündem konusu olarak ele alınmamış olmasıdır. Hâlbuki bir fikrin varlığının önemi kadar geleceğe akarımı da önemlidir. Dolayısıyla milliyetçilikle ilgili öncelikle kabul edilmesi gereken şey, onun varlığını kanıtlamak olmamalıdır. Çünkü o zaten fikri değerlerini gündeme almaksızın doğal bir duygu durumu olduğu için varlığını kanıtlama çabası içine girmek bile beyhudedir; zira hep vardır. Ancak milliyetçilik, sadece yaşanılan ana sıkıştırabilecek bir düşünce değildir. O, varlığını milletin varlığından alır. Dolayısıyla millet için var olan ontolojik temeller, milliyetçilik için de geçerlidir. Bu konuları yazar şu

12

Milay, Köktürk, a.g.e. s.33.

59


şekilde sonuçlandırmaktadır: “Yaratılanların en şereflisi ya da sefillerin sefili olamamak, bireyin özgür seçimlerine bağlıdır. Kelimelerin gerçek anlamında insan olma kategorisi, öncelikli konuma getirilmedikten sonra bir etnisiteye, millete ya da ümmete aidiyeti yüceltmek, bireye yüksek bir ruh kazandırmaz. İnsan olmanın yolu, ahlak ve erdemlerle donanmaktan geçer. Bu donanımların sergileniş üslubu ise kültürü ve dolayısıyla milletleri oluşturur. Millet, kendimiz olarak ait olduğumuz, insanlık denilen bütünün bir parçasıdır ve siyasal formdan öte bir şeydir. Bu nedenle milliyetçiliğin geleceğiniz, onun içeriği belirleyecektir.”13 SONUÇ: Bütün bu anlatılardan sonra aynı başlık altında incelediğimiz iki kitabı değerlendirecek olursak; öncelikle şu gerçeği görmekteyiz: bir kitap tıpkı başta felsefeyi ifade ettiğimiz şekilde, millet ve milliyetçilik konusunda bizi doğru düşünmeye, düşüncelerimizi nasıl metodik olarak kullanmamız gerektiği yönünde bir algı yöntemi kullanmışken; diğeri bilimsel çalışmalardan elde edilen bulgular sayesinde okuyucuca bir takım kanıtlar sunmaktadır. Bu anlamda belki de esasta, özellikle de milliyetçiler olarak karşımıza çıkan problem, millet ile milliyetçilik kavramlarını, kavramsal açıdan birbirinden ayırmadan ve sadece siyasal bir düzende kendimize yer bulmak amacıyla dilimize pelesenk edişimizdir. İncelenen iki kitabın da özelde vermek istediği şeyin, milliyetçiliğin, millet için yapılması gerektiğidir. Milleti, onun varlık sebeplerini, onu oluşturan temel unsurları, neden dünya üzerinde milletler şeklinde gruplardan meydana gelindiğini anlamadan sadece pohpohlanmış, süslü edebiyat cümleleriyle duygulara hitap eden milliyetçilik anlayışının aslında bugün yaşanan sorunları gün yüzüne çıkarttığını görmekteyiz. Milliyetçilik savunucuları ile milliyetçiliği ret eden dünya görüşleri arasındaki çatışmaların bilinç seviyelerindeki benzerlikle ve farklılıklar duygu eksikliğinden mi yoksa anlama, kavrama probleminden mi kaynaklanmaktadır sorusunun cevabı aslında bu iki kitabın bir arada okunmasıyla gün yüzüne çıkmakta… Sözün sonu olarak; dünya üzerinde birbirinden farklı değerlere, kültürlere sahip olan milletler vardır. Aslında dünyadaki çeşitliliğin sırrı da burada gizlidir. Milletler varlıklarını kişilerin ya da grupların onları kabul edip etmemelerine göre kanıtlamazlar. O temelde bir duygu durumu olduğu için kendisini bir millete ait hisseden insanlar var olduğu sürece varlığını sürdürecektir. Hatta hiç kimse kabul etmese dahi tekrar ortaya çıkma potansiyeli olduğu için varlığından bahsedilecektir. Bu noktada önemli olan, bir milletin milliyetçiliğinin nasıl yapılması gerektiğidir. Varlığını sürdürebilmek için milliyetçilerin ortaya koyacağı tezlerin neler olacağı ve hangi düzeyde etki sağlayacağı, siyasi/toplumsal/kültürel problemlere karşı çözüm önerilerinin neler olacağı, geçmiş/şimdi/gelecek ile ilgili algılama biçiminin nasıl olacağı, ne tür planlamalar yapılacağı, düşünce şeklinin hangi edebi, sanatsal, estetik ve felsefi motiflerle ne türden entelektüel ürünler ortaya koyacağını belirlemeleri gerekmektedir. Aksi hâlde yapılan milliyetçilikler, süslü cümlelerin kişilerin beyninde serotonin hormonu salgılanarak, 13

Milay, Köktürk, a.g.e., s. 66.

60


duygusal doyum yaşamalarını sağlamaktan öteye geçemeyecek hamasi sözlemlerden ibaret kalır. Çünkü Ziya Paşa’nın da dediği gibi: “Ayinesi iştir kişinin; lafa bakılmaz.” KAYNAKÇA: 1. (Karataş, S., Bilmek, Pozitif Bilim Ve Felsefe) http://www.abecem.net/bilim/bilmek-pozitif-bilim-ve-felsefe.htm 2. Öksüz, İ., (2016). “Millet ve Milliyetçilik”, Panama Yayıncılık, Ankara. 3. Köktürk, M., (2016). “Eleştirel Yazılar- 1 Millet ve Milliyetçilik”, Ötüken Neşriyat, İstanbul.

61


Çoklu yapısı ve karmaşıklığıyla “Postmodernizm nedir?” sorusuna yanıt vermek oldukça güçtür. Kimilerine göre bir dönemin adı kimilerine göre de bir düşünme yöntemi olan postmodernizm, modernizmin açmazlarına karşı bir savaşım ve başkaldırma olarak da biliniyor. Şaban Ali Düzgün, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelâm Anabilim Dalı Başkanıdır. Kendisi dinin geleneğin tortularından kurtulması gerektiğini düşünen farklı bir ilahiyatçıdır. Düşüncelerinde ve söylediklerinde karşısındakini etkilemek gibi bir amacı bulunmayan Düzgün, söylediklerini düşünce bilimi olan sosyoloji ve felsefeyle destekliyor. Düşünmenin önemini göstermeye çalışan Düzgün, insanın tek başına kararlar verdiğinde daha ahlâklı olacağını savunuyor. Çünkü insanoğlu doğuştan bu yeteneğe sahip fakat bulunduğu çevre ve ortam bu yeteneğini zamanla köreltip yok olmasına neden oluyor. Bu bağlamdan yola çıkarak da ahlâk eşittir din, din eşittir akıl (Düzgün, 2012) iddiasını ortaya koyuyor. Ayrıca ahlâken keşfettiğimiz her şeyi din bize öneriyor. Din olarak keşfettiklerimizin ise aklımızla da keşfedebileceğimiz durumlar olduğunu belirtiyor (Düzgün, 2012). Alışılmışın dışında, daha önce rastlanılmayan tarzda bir ilâhiyatçı Şaban Ali Düzgün. O yüzden de postmodern dindar olarak anıyoruz kendisini. Hakkında pek çok reddiye yazılmış Şaban Ali hocanın fakat hiçbiri iddialarını gerçek zemine oturtabilmiş değil. Kimi Avrupalı olmakla; Avrupalı bilim adamlarının tarzına bürünmüş olmakla suçluyor kendisini. Kimi de bir Müslümana yakışmayacak davranışlar sergilediğini düşünüp Peygamberimiz Hz. Muhammed’in yolundan gitmediğini söylüyor (Hocaefendi, 2016). Fakat hiçbiri Peygamberimizin aklı kullanmayı öğütlediğini bilmiyor ya da bu durum çıkarlarıyla ters düştüğü için kabullenmek istemiyor. Bu konuyla alâkalı olarak da hocamız; “Değerlerin keşfi aklîdir, yapılması dinîdir. Bu durum iradeyle alâkalıdır. Yani din, insanın aklını eğitmeye, aklıyla keşfedemeyeceği şeyleri insana vermeye gelmiyor. Aklıyla keşfettiklerini iradesiyle de istemesini sağlamaya geliyor (Düzgün, 2012).” diyor. Prof. Şaban Ali Düzgün'ün "Din, Birey ve Toplum," "Sosyal Teoloji: İnsanın Yeryüzü Serüveni," "İnsan Hakları Eğitimi," "Allah Tabiat ve Tarih," "Varlık ve Bilgi: Aydınlanmanın Keşif Araçları," "Çağdaş Dünyada Din ve Dindarlar," "Dinî Düşünceyi Yeniden İnşa Alanları" adlı kitaplarının yanı sıra "Mâtürîdî'nin Düşünce Dünyası" adlı bir de derleme kitabı bulunmaktadır. En son yayımlanan Mâtürîdî'nin Düşünce Dünyası’nda İmam Mâtürîdî’nin her yönünden bahsedilmekte olup, özellikle dinde aklı kullanma ilkelerine geniş yer veriliyor. 62


“İnsan şunu da bilir ki eden his şeytani değildir; çünkü böyle bir olabilir, amacı da kişiyi alıkoymak, fırsatları arzusuna ulaşmasına kullanmak konusunda Kitabu’t-Tevhid, 172)

kendisine düşünmemeyi telkin vesveseden başka bir şey davranış ancak şeytanın işi aklının ürününü toplamaktan değerlendirmesine ve vesile olan bu ilahi emaneti onu korkutmaktır.” (Mâtürîdî,

Toplumsal yaşam içinde birçoğumuzun atladığı kuralları hadisler çerçevesinde felsefeyi de ekleyerek anlatıyor Şaban Ali Hoca. Diğer hocalardan farklı olarak toplum yaşamında daha kucaklayıcı ve güven verici olabilmek için Hz. Peygamber'in söylediği "Size nasıl davranılmasını istiyorsanız siz de öyle davranın." ilkesini rehber edinmek gerektiğini anlatıyor. Hz. Peygamber ile birlikte Kant’tan örnekler veriyor mesela... Alışılmışın dışında bir tarz ile söylenenlerin Kant'tan olsa Hz. Peygamber'den gelmiş olmasından daha ünlü olacağını belirtiyor (Düzgün, 2012). Şimdilerde en popüler konulardan biri de kimliğimizi öne çıkarıp hakikatin, bilimin peşinden ayrılıyor olmamız. Kimlik İslâm’ı diye belirtilen kavramla ortaya çıkan bu durum bizlerin ortak paydada toplanmasını engelliyor. Hâlbuki söylenen sözün kimliğinden ziyade hakikati olması gerekir. Şimdilerde dünyaya sadece kimlik olarak bakanlar gibi, sadece bölücülüğü düşünürsek emellerimize ulaşmış oluruz. Fakat dünyaya hakikat olarak bakar, aklın ve bilimin ışığında ilerlersek bölücülük olmaz. Çünkü Kur'an bizi ortak paydada buluşturmayı hedefler. Pek çok makalesi bulunan ve 2011 Mayıs'ında Ukrayna'da, Kasım'da ise Karadağ’da NATO toplantılarına çağırılan Şaban Ali Düzgün din ile şiddet arasındaki ilişkiyi, dinin uç kesimlerce kullanılan terimlerini ve gençleri esir alan Batı'nın kültürel şiddetinden pek çok programda bahsetmiştir. Dinde yeniden inceleme istediğini vurgulayan Düzgün, dinin laiklikten ayrı olmaktan ziyade laikliği dinde aramak gerektiğini söylüyor. Öz köklere dönüp dinin geleneğin tortularından arınmasıyla her şeyin çözüleceğini belirtiyor. O zaman karşılaşılan tablo şimdi görülen tablonun tam tersi olacağını -diğer düşünürlerden farklı olarak- iddia ediyor (Düzgün, 2012). Şaban Ali Düzgün’e göre reform dinî düşüncede mutlaka olması gereken tutumdur. Fakat ülkemizde insanlar reform lafından oldukça rahatsız oluyor. Çünkü reform deyince akıllarında hep önemli olanları literatürden çıkarma, kaldırma şekilleniyor. Allah inancının kaldırılacağını düşünüp savunmaya geçiyorlar. Oysa Şaban Ali hocanın da belirttiği gibi reform düşünce üretim biçiminde bir değişiklik yaratır. Bir şeyleri ortadan kaldırma gayesi yerine iyileştirme, yenileme gayesi güder. Şaban Ali hoca yıllarca öğretilenlerin aksine aklını kullanarak yorumlanacak durumları, çağın ihtiyaçlarına ayak uydurarak bir yenilenme ile yapmak gerektiğini vurguluyor. Unutmayalım ki Hz. Peygamber de “Kişiyi ayakta tutan aklıdır. Aklı olmayanın dini de

63


yoktur.” diyor. Ayrıca Mülk Sûresi 10. ayette “Ve derler ki: Eğer söz dinleseydik yahut aklımızı çalıştırsaydık şu çılgın ateşin dostları arasında olmazdık (Yaşar Nuri Öztürk)." Peygamberimiz gibi akıldan daha değerli bir şeyin yaratılmadığını düşünen ve akıl, din, ilime önem veren Şaban Ali Düzgün “âlim” olarak kabul edilecek statüde bir akademisyendir. Çünkü Hz. Peygamber'e sorulan "“Ya Resulullah! İnsanların en âlimi kimdir?" sorusuna Hz. Peygamber "Akıllı olandır." cevabını vermiştir. "En çok ibadet eden kimdir?" sorusuna ise "En çok akıllı olandır." (Sorularla İslamiyet, 2016) diyerek aranılan değerin ne olduğuna dikkat çekmiştir. Bizleri düşünmeye sevk eden hocalarımıza ve Şaban Ali Düzgün hocamıza teşekkür ediyoruz. KAYNAKÇA 1. Düzgün, Ş. A. (2012, Ocak 30). "Kuran telekulağı kınıyor". (K. Oğuz, Röportaj Yapan) 2. Hocaefendi, A. K. (2016). İhvanlar.net. www.ihvanlar.net: http://www.ihvanlar.net/2013/08/11/prof-saban-ali-duzgune-reddiye-ahlak-din-ve-akilkarmasasi/ adresinden alınmıştır 3. Sorularla İslamiyet. (2016). https://sorularlaislamiyet.com/allahin-akildan-daha-degerli-bir-aletyaratmadigi-ile-ilgili-hadis-var-mi adresinden alınmıştır

64


“Aksiyon” kelimesi, “eylem, iş ve hareket” anlamlarına gelir. Bir ideolojik dava, ancak sağlam bir irade, altyapı ve teşkilât ile aksiyoner bir güç hâlini alabilir. Atalet hâlinde kalmış, kurumsallaşamamış ve toplumla iç içe geçememiş bir dava, ne derece “meşru”, “doğru” ve “haklı” olduğunu iddia ederse etsin yaptırım kabiliyetinden mahrum olur. Böyle bir davanın idealist inananları da zaman içerisinde pasifleşir ve çözülürler. Bu sebeple bir davayı sürekli kılan ve ona toplum üzerinde etki gücü sağlayan unsur, mensuplarının niceliğinden ziyade aksiyoner niteliğinin gelişebilmiş olmasıdır. Aksiyon hâline gelebilen ideolojik oluşumların Türkiye’deki en somut örneklerinden biri, Ülkücü Hareket ve onun partisi konumundaki Milliyetçi Hareket Partisi’dir. Türk milliyetçiliği ideolojisinin aksiyoner yönünü temsil eden Milliyetçi Hareket Partisi’nin adında “Milliyetçi” ve “Hareket” kavramlarının yan yana kullanılması kesinlikle bir tesadüf değil, bilinçli bir tercih ve söz konusu partinin temel misyonunu yansıtan bir özettir. Onun niceliğinden ziyade niteliğiyle ön planda oluşu da kurulmasından itibaren nispeten düşük oy oranlarına ve az sayıda milletvekiline sahip olmasına rağmen Türkiye’nin en etkili siyasi aktörlerinden biri sayılması ve hiçbir toplumsal meselede görüşlerinin es geçilememesinden bellidir. Özellikle 1980 öncesi MHP’sinin o yıllarda oynadığı tarihî role ve MHP’nin kapısı çalınmadan hükümet bile kurulamadığı gerçeğine bakıldığında aksiyoner gücün bir siyasi yapıya verdiği özgül ağırlık iyice netleşir. Konjonktürel akımlar ve partiler, bir anda parlayıp bir anda sönerler; ama MHP örneğindeki gibi aksiyon haline gelebilmiş davalar, zaman zaman bugünküne benzer bazı darboğazlara düşseler de yollarına mutlaka devam ederler. İşte Ülkücü Hareket’in başbuğu ve MHP’nin kurucusu Alparslan Türkeş’in Türk milliyetçiliği davasının tarihindeki önemi burada yatmaktadır. Türk milliyetçiliğini salt bir fikir ve kültür meselesi olmaktan çıkartıp, aynı zamanda bir hareket ve parti meselesi haline getiren Alparslan Türkeş, böylece Türk milliyetçiliğinin eksik olan siyasi mücadele boyutunu üstlenmiş ve siyasi anlamda örgütlediği Türk milliyetçilerinin bir gün ülkenin iktidarında olma ihtimaline kapı aralamıştır. Hiç şüphesiz, modern anlamıyla Türk milliyetçiliğinin tarihinde Ziya Gökalp’in işin ilim/fikir yönündeki ve Nihal Atsız’ın işin edebiyat/duygu yönündeki önemi ne ise, Alparslan Türkeş’in işin aksiyon/hareket yönündeki önemi de odur. Esasen Alparslan Türkeş’in bizatihi şahsı aksiyonerliğin ete kemiğe bürünmüş halidir ve onun hayat hikâyesi bir aksiyon adamının hikâyesini anlatmaktadır. Milli duyguları bütün benliğinde hissetmeye başladığı çocukluk yıllarından itibaren hedeflerine kararlılıkla yürümüş ve etrafındaki herkesin yılgınlığa düştüğü zamanlarda dahi umudunu bir an 65


yitirmemiştir. Pek çok geçtiği halde, hayallerini yaşatmasını bilmiştir.

badireden ve ateş çemberinden daima birer hakikat olarak

14-15 yaşlarında, esaret altındaki Kıbrıs’ta, duvara asılı Atatürk portresini indirmeye yeltenen İngiliz öğretmenini bir et çuvalı gibi tutup pencereden aşağı fırlatırken karşımızda aksiyoner çocuk Türkeş vardır. Yıllar sonra genç bir teğmenken IrkçılıkTurancılık davasının sanıklarından biri olarak karşımızdaki, aksiyoner Turancı Türkeş’tir. 1960 ihtilalinin bildirisini radyodan okuyan sesin sahibi, o dönem “ihtilalin kudretli albayı” olarak nam salmış olan aksiyoner subay Türkeş’tir. CKMP’nin genel başkanı seçilir ve MHP’yi ortaya çıkartırken kaşımızdaki aksiyoner siyasi lider Türkeş’tir. 1990’larda Türk dünyası liderlerini bir ağabey edasıyla etrafında toplayan, aksiyoner Türk dünyası sevdalısı Türkeş’tir. Nihayet denilebilir ki, vefatı dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kabalık cenaze törenlerinden birinde milyonları Ankara’da buluşturan ve milyonlarca ülkücüye omuz omuza saf tutturan da olsa olsa aksiyoner ruh Türkeş’tir. Aksiyoner Çocuk Türkeş Aslen Kayserili olan Türkeş ailesi bir sebepten Kıbrıs’a göçünce, Alparslan Türkeş de Kıbrıs’ta doğmuş ve lise çağına kadar orada okumuştur. Türkeş’in Kıbrıs’ta bulunduğu yıllar, hemen bütün Türk dünyası için olduğu gibi Kıbrıs Türklüğü için de ıstırap dolu yıllar olmuştur. İngiliz işgali altındaki Kıbrıs’ta ilkokula başlayan Türkeş, İstiklal savaşını zaferle sonuçlandıran anavatan Türkiye’den Kıbrıs’a doğru esen bağımsızlık rüzgârının yarattığı atmosferde ve adeta Türkçülük şuuru ile bilemiş Kıbrıs Türkü hocalarından aldığı feyzlerle ilk defa milli duygularla tanışmıştır. Onlardan dinlediği Anadolu istiklal mücadelesinin menkıbeleriyle ürpermiş ve kurtuluş hayalleri kurmaya başlamıştır. [1] Türkeş’in Kıbrıs’taki hocaları sadece Kıbrıs ve Türkiye Türklüğü değil, aynı zamanda Türkistan, Azerbaycan ve Balkan Türklerinin yaşadıkları çileler konusunda da Türkeş ile arkadaşlarını bilgilendirip bilinçlendirmişlerdir. [2] Böylece bağımsızlık, milliyetçilik ve yeryüzündeki bütün Türklerin özgürlüğünü savunmak gibi Türkeş’i Türkeş yapan fikirlerin tamamı daha o yıllarda şekillenmeye başlamıştır. Artık birbirinin ardı sıra gelen ilkokul ve Rüştiye yılları boyunca Türkeş’in kafasında sadece, doğup büyüdüğü Kıbrıs toprakları da dâhil olmak üzere yeryüzündeki bütün Türklerin azatlığı ve istiklali için çalışmak vardır. Bunun için bağımsız bir Türk cumhuriyeti olan Türkiye’ye gitmeli ve düşmanlarla onların anladığı dilden konuşmak için de mutlaka subay olmalıdır. Türkeş’in bu hayallerle yaşadığı günlerde, okullarındaki müdürün tayini çıkar ve yerine bir İngiliz müdür atanır. Ülkücü araştırmacı Memduh Akkoyunlu’nun Kıbrıs’a gittiğinde o günlere dair olarak bizzat Türkeş’in ortaokuldan sınıf arkadaşı Ahmet Munis Bey’den dinleyip aktardıklarına göre, çam yarması gibi biri olan İngiliz müdür bir gün Türkeş’in olduğu sınıfa gelir ve gelir gelmez gözü dolabın üzerindeki ipe asılı Atatürk resmine 66


takılır. [3] Dişlerini sıkarak sınıfa döner ve eli ile Atatürk’ün resmini işaret ederek ‘çabuk şu resmi indirin!’ diye bağırır. Kimse kımıldamayınca İngiliz müdür aynı cümleyi üç defa tekrarlar ve son defa tekrarlamasıyla Türkeş ayağa kalkıp İngiliz müdüre “bize o resmi kimse indirtemez. Cesaretin varsa sen indir de görelim!’ diye bağırıverir. Öfkeden kıpkırmızı olan İngiliz, kocaman vücuduyla yay gibi fırlayarak bir sandalyeye çıkar ve tam ipi koparacağı sırada Türkeş oturduğu yerden kalkarak sandalyeyi hızla iter. İngiliz’i yere düşürür ve sınıf arkadaşlarına “Çabuk olun, ayaklarından tutun” diye bağırır. Arkadaşları Türkeş’in söylediğini yapar ve müdürü karga tulumba tutarak pencereden aşağı savururlar. Yine Ahmet Munis Bey’in anlatımıyla, olayın hemen ertesi günü, babası Türkeş’i İngiliz işgali altındaki Kıbrıs’tan kaçırmak zorunda kalır ve ailece anavatan Türkiye’ye doğru yola çıkarlar. Böylece bir sınıf çapındaki ilk aksiyonunu gerçekleştiren ve Atatürk’ün resmini asılı olduğu yerden indirtmeyen Türkeş, hür bir Türk memleketinde subay olma hayallerine de yelken açmış olur. İstanbul’a ayak bastığında vakit kaybetmeksizin Kuleli Askeri Lisesi’ne kaydını yaptıracak ve 1939 yılında Harp Okulu’nu bitirip Teğmen rütbesiyle Türk ordusu saflarına katılacaktır. Aksiyoner Turancı Türkeş Milliyetçi duygularla Kıbrıs’tayken tanışan Alparslan Türkeş’in düşünceleri askeri okullarda iyice pekişip olgunlaşmış ve teğmen olduğunda artık Türkçü-Turancı kimliğiyle bilinmeye başlamıştır. 3 Mayıs 1944’te Hüseyin Nihal Atsız ile Sabahattin Ali arasındaki dava öncesinde Türkçüler Ankara’da büyük bir nümayiş düzenlerler ve akabinde dönemin önde gelen Türkçüleri teker teker tutuklanıp “ihtilal yapmaya teşebbüs” suçlamasıyla mahkemeye sevk edilir. Böylece başlayan meşhur Irkçılık-Turancılık davasının tutuklu sanıklarından biri de, Hüseyin Nihal Atsız ve Reha Oğuz Türkkan’ın evlerinde yapılan aramalarda onlara hitaben yazılmış mektupları ele geçen genç teğmen Alparslan Türkeş’tir.[4] Zeki Velidi Togan, Hüseyin Nihal Atsız, Nejdet Sançar, Hasan Ferit Cansever, Hüseyin Namık Orkun, Fethi Tevetoğlu ve Reha Oğuz Türkkan gibi o dönemin en önemli Türkçü simalarıyla birlikte uzun işkencelerden geçirilen genç teğmen Türkeş’in Türkçülüğün ilk aksiyoner hamlesinin öncü isimlerinden biri olarak tarih sahnesine çıkışı bu süreçte gerçekleşir. Türklüğün ve Türkçülüğün yükselen bayrağının bir daha asla inmeyeceğini haykırdıkları için ihtilalcilik iftirasıyla yüz yüze kalan 23 tutuklu sanığın Türkeş’in de dâhil olduğu 10’u, belki de cumhuriyet tarihinin ilk siyasi kumpas davası olan Irkçılık-Turancılık davası sonunda çeşitli cezalara çarptırılırlar. Fakat Sıkı Yönetim Mahkemesi’nin verdiği mahkûmiyet kararları Askeri Temyiz mahkemesinde bozulur ve 1947’de sanıkların hepsi beraat ederler.

67


Yargılamanın devam ettiği sırada Askeri cezaevinde tutuklu bulunan genç teğmen Türkeş, her türlü baskı karşısında direnen, kendisine imzalattırılmak istenen kurgulanmış itirafnameyi imzalamayı reddederek ağır işkenceyi göze alan ve boyun eğmeyen tutumuyla bir ülkü ve aksiyon insanı olduğunu kanıtlar. Duruşmalarda kendisini “vatan haini” olmakla itham eden mesnetsiz savcıya verdiği “diğer sanıklar gibi bana da vatan hainliği isnat edilmiştir. Bunu şiddetle reddederim. Ben yeryüzünde her şeyden çok milletimi ve vatanımı severim” şeklindeki tarihi cevabı ise, Türkeş’in liderliğinde başlayacak büyük hareketin ilk kıvılcımları gibidir.[5] Aksiyoner Albay Türkeş İsmet İnönü yönetimindeki tek parti döneminin en fazla horlanan ve baskıya uğrayan kesimi Türk milliyetçileri olmuştu. 1950’de iktidarın değişmesi ve Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi de milliyetçiler açısından pek fazla şeyi değiştirmedi. Kısa sürede teşkilatlanmış ve yurt çapında şubeler açmış olan Milliyetçiler Derneği Demokrat Parti zamanında kapatıldı. Büyük iktisadi hamleler yapan Demokrat Parti iktidarı kültür ve eğitim alanını boş bıraktı. Türk okulları, önceki iktidar döneminde olduğu gibi yine büyük çoğunlukla milliyetçi olmayan ve hatta bir kısmı hümanizm adı altında milliyetçiliğe düşman bireyler yetiştiriyordu. [6] Sadece halka dayanarak ve iktisadi hamleler yaparak iktidar olunacağını düşünen Demokrat Parti, 1950’lerin sonunda hemen hemen ülkenin bütün milli aydın zümresini karşısında buldu. Elbette aydınlar ve basın, ülkede yaşayan subayları da etkiliyordu. 27 Mayıs 1960’ta ihtilal oldu ve ihtilali radyodan yurt geneline duyuran sesin sahibi, 1944’teki Irkçılık-Turancılık davasının tutuklu sanıklarından Alparslan Türkeş’ti. İhtilal sırasında albay olan ve kısa sürede “ihtilalin kudretli albayı” olarak ün kazanan Alparslan Türkeş’in ihtilal komitesindeki varlığı, Türk milliyetçilerinin yüreğine bir parça su serpmişti. Üstelik komitede Mehmet Özgüneş, Dündar Taşer ve Muzaffer Özdağ gibi milliyetçi olarak bilinen başka subaylar da vardı ve Türkeş’in etrafında bir küme oluşturuyorlardı. Türkeş ve diğer milliyetçi subayların, zaten kaçınılmaz olduğunu anladıkları ihtilal hareketine biraz da mecburiyet dolayısıyla dâhil olduklarını ve hiç değilse ihtilal sonrasının yeniden inşa döneminde milliyetçilerin aktif rol almasını temin etmek istediklerini düşünmek için birçok sebep vardır. Nitekim ihtilal sonrası Başbakanlık Müsteşarlığı görevini üstlenen Türkeş’in icraatları hep milliyetçi ve ülke çıkarlarını önceleyen reflekslerle hareket ettiğini gösterir cinstendi. Türkeş ve arkadaşları, sadece Halk Partisi katılacağı ve yargılanmakta olan Demokrat Parti temsil edilemeyeceği için adil olmayacak erken bir seçimi engellemeye çalışıyorlardı. Alparslan Türkeş, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü adıyla Türk dünyasını araştıracak ilmi bir dernek kurdurmuştu. Bir yandan da milliyetçiliği geniş kitlelere yayacak Türk Kültür Ocaklarını teşkilatlandırmaya çalışıyordu. Muhakkak ki Türkeş’in adı ve faaliyetleri, onu 1944 olaylarından iyi tanıyan Halk Partisi’nin lideri İsmet İnönü’yü endişelendiriyordu. [7] Neticede 38 kişilik Milli Birlik Komitesi bölündü ve “14’ler” olarak anılan Türkeş ile arkadaşları ordudan tasfiye edilerek yurt dışına sürüldü.

68


Türkeş ile etrafında kümelenen subayların ordudan emekli edilip çeşitli göstermelik görevlerle yurtdışına sürgün edildikleri tarih, Türk milliyetçiliğin aksiyoner bir nitelik kazanması açısından çok önemli bir tarihtir. Zira artık milliyetçilerin teşkilatlanmasında Türkeş’in adı ön plana çıkıyor ve o güne kadar sadece dernekler şeklinde teşkilatlanan milliyetçilerin siyasi parti olmaları gündeme geliyordu. Alparslan Türkeş’i siyasi hayatta bir önder olarak görmek isteyen milliyetçiler onun lehinde yurt çapında bir hava oluşturmaya çalışıyorlar ve özellikle genç kuşaklar üzerinde çok etkili olunuyordu. Türkeş, Yeni Delhi Büyükelçilik Müşaviri olarak Hindistan’a sürgün edilişinden tam 25 ay sonra, Gümülcine’den yurda geri döndüğünde kalabalık bir milliyetçi topluluk tarafından karşılandı. Artık hem 1944 olaylarında Türkeş ile kader arkadaşlığı etmiş olan Türkçülerin büyük bölümü, hem Türkeş ile beraber ordudan tasfiye edilen eski Milli Birlik Komitesi üyesi milliyetçi subaylar, hem de günden güne genişleyen bir milliyetçi gençlik kitlesi Alparslan Türkeş’in önderliğinde yeni bir hareket için bir araya gelmiş bulunuyordu. Türkeş’in liderliğinde Türk milliyetçilerinin aksiyoner yürüyüşü başlıyordu. Aksiyoner Siyasi Lider Türkeş Alparslan Türkeş, sürgünde olduğu dönemde 14’lerden çoğu ile sık sık mektuplaşarak ve fırsat buldukça bir araya gelerek dönüşten sonraki stratejisini belirleyici toplantılar yapmıştı.[8] Sürgünden döndükten kısa bir süre sonra da 14’lerden Dündar Taşer, Ahmet Er, Muzaffer Özdağ, Rıfat Baykal ve Mustafa Kaplan ile birlikte Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP)’ne girerek fiilen siyasi hayata atılmış oldu. Kısa sürede Türk milliyetçiliği ideolojisinin kalesi durumuna sokulacak olan bu partinin 1965 kongresinde genel başkan adayı olarak salona gelen Türkeş, aslında çoktan milliyetçilerin doğal siyasi lideri konumuna ulaşmış, Türkiye’de Türk milliyetçiliği Türkeş’in adı ile beraber anılmaya başlamış ve Türkeş sadece bu hakikati resmen tescillemek üzere salona gelmişti. Türkeş genel başkan oldu ve 9 Işık Doktrinini parti tüzüğüne ekletti. Şubat 1969’da Adana’da yapılan olağanüstü kongrede partinin CKMP olan adı Milliyetçi Hareket Partisi ve terazi olan amblemi de üç hilâl olarak değiştirildi. Artık Türkeş milliyetçilerin “başbuğu”, Türkeş’in liderliğindeki hareketin idealist mensupları “ülkücü” ve ülkücülerin işareti de “bozkurt”tu. 1970’li yıllarda Alparslan Türkeş ve ülkücüler, genişleme, güçlenme ve mücadele bağlamında büyük yollar kat ettiler. Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkü Ocakları, güçlü bir aksiyon haline dönüşmüş, bütün yurtta bir fırtına gibi esmeye başlamıştı. Bir taraftan partinin Milliyetçi Cephe hükümetlerindeki iktidar ortaklığı, diğer taraftan da Marksist sosyalizme kaymakta olan genç aydınların önemli bir kısmını bu akıma kaymaktan alıkoyarak ülkücü-milliyetçi düşünce etrafında toplamasını bilen Ülkü ocakları geleneği, Türkiye’yi belki de ikinci bir Afganistan olmaktan kurtarmıştı. Alparslan Türkeş, toplumcu ve ekonomik içeriğe sahip cazip bir siyasi programla Türk kamuoyunun karşısına çıkmış, teşkilatçı yeteneğiyle toplumun her kesiminde milliyetçi ve ülkücüleri teşkilatlandırmış, o ve onun peşinden gidenler 12 Eylülden önceki vahim günlerde Türk milletinin direnme gücünü temsil etmişlerdi.[9] 69


12 Eylül 1980 ihtilalini yapanlar, siyasi partileri kapatmış ve milliyetçileri de Marksistlerle aynı kefeye koymak suretiyle yargılayıp ağır işkencelere tabi tutmuştur. Mevcut düzeni yıkarak kendi diktatörlüklerini ilan eden darbecilerin, MHP ve ülkücüleri “Mevcut düzeni yıkarak faşist bir devlet düzeni kurmaya çalışmak” suçlamasıyla yargılayacakları ironik dava, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası olarak adlandırılmıştır.1944’teki Irkçılık-Turancılık davasından 37 yıl sonra cumhuriyet tarihinin ikinci büyük milliyetçi kırımı için açılan davanın sanıklarından biri yine Alparslan Türkeş’tir, ama bu defa genç bir teğmen değil, koca bir aksiyonun lideri olarak sanık olmuştur. İçi tamamen yalan ve iftiralarla doldurularak, Alparslan Türkeş dâhil 220 ülkücünün idamı istenen iddianamenin hazırlanmasıyla 19 Ağustos 1981 günü ilk duruşma yapılmış, yaklaşık 6 yıl süren dava sonucunda Alparslan Türkeş’e 11 yıl hapis cezası verilmiştir. Türkeş’in 4 buçuk yıllık tutukluluğu göz önünde bulundurularak serbest kalması ve kısa süre sonra siyasi haklarını geri kazanmasıyla Milliyetçi Hareket Partisi aksiyonunu yeniden canlandırma yürüyüşü başlamıştır. 1990’lar yaklaşırken Sovyetler Birliği’nin dağılacağı, dünyada sosyalizmin resmen mağlup olacağı, Türkçü ve Turancılar açısından uzun yıllar bir hayal olan “Türk dünyası” kavramının bir realite halini alacağı, milliyetçilerin tüm tezlerinde haklı çıkacağı, milliyetçi hareket için yeni bir dönemin başlayacağı ve siyasi lider Türkeş’in Türk dünyasının manevi liderliğine doğru yol alacağı bir ufuk çizgisi de yavaş yavaş belirmiştir. Aksiyoner Türk Dünyası Sevdalısı Türkeş 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla “elde kalan son Türk vatanı” denilen Türkiye artık tek Türk vatanı olmaktan çıkmış, 7 bağımsız ve 14 federe cumhuriyetle temsil edilen muazzam bir Türk dünyası gerçekliği uluslararası arenadaki yerini almıştı. Bu olağanüstü önemli gelişme, işgal altındaki Kıbrıs’ta doğan ve hayatını dünya Türklüğünün yükselişi ülküsüne vakfeden Türkeş için yeni bir mücadele sahasının açılması anlamına geliyor, zaten Türk coğrafyasıyla bağları her zaman mevcut olan Türkeş bu bağları yeni konjonktürde daha da güçlendirme ve Türk milliyetçiliği davasını bütün Türk dünyasını saran bir aksiyon haline getirme mücadelesine girişiyordu. Her alanda olduğu gibi Türk dünyası konusunda da işi sadece duygu ve düşünce boyutunda bırakmayıp, eyleme ve aksiyona döken Alparslan Türkeş, Türk ülkelerini birbirine yakınlaştırmak amacıyla ülkücülere Türk dünyası kurultayları düzenlettirmiş ve Türk dünyası liderleriyle de yakın dostluklar geliştirmişti.[10] Rauf Denktaş’a Kıbrıs meselesinde daima yardım ve destek sunan Türkeş’in Kırım’a, Azerbaycan’a ve Türkistan’a kadar da eli uzanmıştı. Birkaç yüz emekli Türk subayı ve ülkücü gönüllülerden kurdurduğu rüzgâr birliği adlı askeri timi Karabağ’a desteğe göndererek Ermenilere karşı Azerbaycan Türkleri yanında savaşmalarını sağlayan Alparslan Türkeş’ti. Kırım Türklerinin efsanevi lideri Abdülcemil Kırımoğlu da Azerbaycan’ın milliyetçi cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey de, Doğu Türkistan davasının yılmaz savunucusu İsa Yusuf Alptekin de hep Türkeş’in yakın dostları ve destek verdiği Türk liderlerdi. Türkeş, siyasi liderliğinin en olgun çağı ve ömrünün son baharı olan 1990’larda bütün enerjisiyle

70


Türk dünyasının birbirinden ayrı düşmüş kardeşlerini bir ağabey misyonuyla yeniden bir araya toparlamaya çabaladı. Türkeş’in ve ülkücü camianın Türk dünyası meselesinde yıllara dayanan birikimi ve cesur yaklaşımları, hiç şüphe yok ki Türkiye Cumhuriyeti’nin genel devlet politikasını da etkilemiş ve biçimlendirmiştir.[11] Özellikle Demirel-Türkeş ikilisinin ellerinde biçimlenen Türkçü ve Türk birlikçi bir devlet politikası, 1990’lar Türkiye’sinin dış politik reflekslerini belirlemiştir. Türkeş’in Türkiye ile Türk dünyası arasındaki ilişkiler noktasında oynadığı başat rol, onun ve partisinin alınan oy oranlarından çok daha büyük bir etki gücüne sahip aksiyoner niteliğinin de en temel göstergesi olmuştur. Aksiyoner Ruh Türkeş Cumhuriyet tarihinin yaklaşık 55 yılının en önemli dönemeçlerine damgasını vuran büyük dava ve ülkü adamı Alparslan Türkeş, 4 Nisan 1997’de Ankara’da geçirdiği kalp krizi sonucu 80 yaşında hayatını kaybetti. 8 Nisan 1997 günü Ankara’da gerçekleştirilen ve cumhuriyet tarihinin en kalabalık cenaze törenlerinden biri olan cenazesine 5 milyona yakın insan katıldı. Ölümü Türkiye’de ve Türk dünyasında büyük üzüntü yaratan Türkeş’in belki de son aksiyoner hamlesi, beş milyonluk mahşeri bir kalabalığın Ankara’da bir araya gelmesine vesile olan ve Nisan ayında lapa lapa karın yağdığı cenaze töreniydi. Onun var ettiği Ülkücü hareket, bütün gündelik kavga ve çekişmeleri unutmuş, başbuğunun cenazesinde omuz omuza saf tutmuştu. 1944’te Ankara’daki nümayişte bir avuç olan ve birkaç dernek/dergi dışında hiçbir örgütlü güçleri bulunmayan Türk milliyetçileri, 53 yıl sonra aynı Ankara’da Türkeş’in cenazesinde milyonlar idiler ve Türkeş’in liderliğinde yaratılan güçlü bir hareketin temsilcileri konumundalardı. Türkeş giderken arkasında teorisyeni, aydını, basın-yayın organları, sivil toplumu, sermayesi, yurt sınırlarından bile dışarı taşan örgütlenmesi, Türk dünyası kurultayları, ocakları ve partisiyle devasa bir aksiyonu Türkçü-milliyetçi-ülkücü camiaya miras bırakıyordu. Alparslan Türkeş olmasa idi, Türk milliyetçiliğinin o gün itibariyle ulaştığı aşamaya ulaşması mümkün olamazdı. KAYNAKÇA 1. Cengiz, O. (Yayına Hazırlayan), “Alparslan Türkeş ve Dokuz Işık”, Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul, 2015 2. Turgut, H., “Şahinlerin Dansı”, İstanbul, 1995 3. Alkan, F., “İngiliz Müdürü Pencereden Aşağı Atan Türkeş, 8 Nisan 2014 4. Türkkan, R. O., “Arayan Adam”, 2. Cilt, Pozitif Yayıncılık, İstanbul, 2011 5. Yıldırım, H., “3 Mayıs 1944 Irkçılık-Turancılık Davası”, Togan Yayıncılık, İstanbul, 2015. 6. Ercilasun, A. B., “Türk Milliyetçiliğinin Yakın Tarihinde Alparslan Türkeş’in Yeri”, Ankara, 1998 7. Ercilasun, a.g.m. 8. Akpınar, H., “Kurtların Kardeşliği: CKMP’den MHP’ye (1965-2005)”, Bir Harf Yayınları, İstanbul, 2005 9. Ercilasun, a.g.m. 10. Kirişçioğlu, F., “Alparslan Türkeş ve Türk Dünyası”, Devlet Dergisi, Haziran 2014 11. Dural, B., “Ülkücü Hareketin Analitik Yakın Tarihi”, 2011

71


Peyami Safa, edebiyatımızda çok farklı ve ilginç yönleriyle tartışılmayacak yere sahip bir yazardır. Doğu-Batı zıtlığını çok iyi işleyen Peyami Safa'nın kısa bir biyografik bilgisini verdikten sonra, edebi kişiliğine, üslubuna ve yazdığı eserlere değineceğiz. Doğu ile Batı'nın anlaşamayan iki öz kardeş gibi olduğunu düşünürsek, Batı her zaman kendisinden daha fakir ama daha mutlu gözüken Doğu'ya içten içe imrenmekte, Doğu ise Batı'nın konforlu hayatına özense de, kendisini mutlu edecek, mistik ögeleri bulmakta zorlanmamaktadır. Zaman zaman da Batı'ya özendiği anlarda, bulduğu güçlü değerler kayıp gitmektedir. Peki, Doğu ile Batı'yı yazar nasıl böyle tahlil edip, işleyebilmiştir? Peyami Safa, 1889 yılında İstanbul'da dünyaya gelmiştir. Çok küçük yaşta yetim kaldığı için Yetim-i Safa lakabını almış, yetimliğe bir de kemiklerinde ortaya çıkan sağlık sorunları eklenince, hem çileli hem de geçim sıkıntısıyla dolu bir gençlik geçirmiştir. 17 Yaşına kadar bu sıkıntılarla boğuşan Safa'nın, hem fiziksel hem de ruhi bunalımlar geçirdiği bilinmektedir. Eğitim hayatını maddi sıkıntılar yüzünden yarıda bırakmak zorunda kalır ve bir matbaada nota düzeltmesi işinde çalışmaya başlar daha sonra da Posta - Telgraf Nezareti'ne girer. 1.Dünya Savaşı'na kadar orada çalışmış ve ayrıldıktan sonra Boğaziçi'nde Rehber-i İttihat Mektebi'nde öğretmenlik yapmıştır. Peyami Safa her zaman kendisini kendi ile geliştirmenin mücadelesini vermiş, Fransızcasını da bu okulda görev yaparken ilerletmiştir. Biz İnsanlar isimli eseri, bu okuldaki izlenimleriyle oluşmuştur. Öğretmenlikten abisinin ısrarları ile ayrıldıktan sonra, 20.Asır isimli gazetede öykü yazarlığı ile gazeteciliğe adım atmıştır. Peyamî Safa'nın belirgin özelliği, kendi kendini yetiştirmiş, kültürlü, çok farklı alanlara merakı olan bir yazar olmasıdır. Bu nitelikleri dolayısıyla birçok alanda yazabilmiş, polemik yönünü kuvvetlendirmiştir. Peyami Safa'yı güçlü bir fikir adamı, romancı ve polemikçi olarak tanımlayabiliriz. Eserlerinde, Doğu-Batı kavramlarını ustalıkla çarpıştırmış, harmanlamış ve mistisizm, psikoloji, metafizik dallarındaki bilgilerini de birer baharat olarak kullanmıştır. Kimi zaman bu baharatların tadlarının, romanlarında baskın geldiği yönünde eleştiriler olsa da, bu dallardaki uzmanları dahi imrendiren tanımlamalar ve tasvirler, romanlarını ilgi çekici ve ufuk açıcı kılmaktadır. Ayrıca Safa'nın eserleri, okuduğu Batı kaynaklı eserlerin, kötü birer kopyası değil, bir Doğulu'nun, Doğu dışından Batı'ya bakarak naklettiği, özgün ve yeni halleridir. Çünkü bir senteze kavuşmuşlardır.

72


Peyami Safa Batıcı ve devrimcidir, fakat geçmişten gelen ve toplumu güçlü kılan bağların zayıflayıp, kopmasına karşıdır. Doğu-Batı sentezini, Doğu'nun Batılılaşmasından daha faydalı görür. Batı karşısında hissedilecek aşağılık duygusu ile gelişme gösterilemeyeceğini, tam aksine fertlerin şahsiyet sahibi olduğu ölçüde toplumun yükseleceğine inanır. "Ferdiyeti bir ata, şahsiyeti bir süvariye benzetebiliriz. İnsanın varlığından olan bu at, tabiatı temsil eder; süvari, cemiyeti temsil eder." sözü ile şahsiyetin ancak millileşmiş bir toplumda oluşabileceği fikrini özetler. Peyami Safa körü körüne bir taraf tutup, o görüşün savunuculuğunu yapmaz. Hemen bütün romanlarında bir mesele ortaya atar ve tarafları dilindeki ustalıkla zihnimizin önüne serer. Doğu-Batı çekişmelerini ve bunların çözüm tarzlarını; 1. ve 2. Dünya Savaşlarının getirdiği sıkıntıları ve çöküntüleri, çöküntülerde aydınların ve maddi olayların payını, ruh-madde, akıl-his, inanç-inançsızlık konularını işler. Tüm bu konulardaki görüşleri, tartışmalar halinde önümüze serer. Peyami Safa dinin ancak laiklikle mümkün olacağını söyler. Dindarlığı tek başına bırakarak cılızlaştırılmasından ziyade filozofluğu da şart görür. 1945'ten sonra Türkiye'de de meraklısı oldukça artmış olan ruh tecrübeleri ile yakından ilgilenmiştir. Bu konularda fıkralar, makaleler yazıyor, romanlarına da öyle bir doğrultu vermiş görünüyordu. Özetle şunu düşünmekteydi: "19. yüzyılda tekniğin gelişmesiyle manevi değerlerin çökmesi arasında gittikçe artan bir münasebet oldu. 20. yüzyılda Batı'nın kültür buhranını doğuran ve onu Doğu'nun eski manevi değerlerinde yeni kaynaklar aramaya koşturan sebep budur. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra 19. yüzyılın kapalı ilim zihniyetinin yıkılması ve tabiat bilgilerinin bile yepyeni metafizik imkanlar açması üzerine, kuvvetini yalnız felsefeden ve metafizikten değil, tabiat bilgilerinden de alan bir manevileşme havası doğdu." Sözde Kızlar romanıyla gündeme gelen Peyami Safa'nın, romanlarındaki yazar olarak en önemli özelliği, tahlil yönünün çok kuvvetli olmasıdır. Bedensel aksiyon yetmezliği, güçlü bir gözlemci olmasını sağlamıştır. Kişilere psikolojik olarak yaklaştığı gibi eşyaya da bu gözle bakabilmiştir. Maddi ve manevi ızdırapları, vicdan azaplarını, hasta ruh ve bedenleri, ahlaki bozulmaları, kişi-toplum çatışmalarını, önsezileri ve psikanaliz deneyişleri ustalıkla konu edinir. Bu eserlerinde, sadece olay değil, kişilerin ve eşyanın da dikkatle tahlil edilmesi gerekir. Böylece Batı tarzı, sinemaya benzeyen romanlardaki gibi olaya saplanmaktan kurtulmuş, insanın içsel maceralarını kullanabilmiştir. Zıt kavramları, duygu ve düşünce tezadını ustalıkla işleyerek, tek yönlü bakıştan kurtularak, çok farklı yönlerden bakışlar geliştirebilmiş, bunu da okuyucu ile buluşturmuştur. "Sanatkâr ister istemez sosyal bîr görüşün temsilcisidir. Romanda kahramanlardan biri, romancının sosyal görüşünü açıklayabilir." sözüyle Peyami 73


Safa, her eserinde kendi sosyal görüşlerini savunan bir kahraman bulundurur. Fakat romanın açıktan açığa bir dava tutmasını, bir iddiayı ispat, bir görüşü telkin için yazılmasını uygun görmez. Peyami Safa "Sadelik yerine göre meziyet, yerine göre kusur." demiştir. Cümleleri genellikle uzun ve karmaşıktır, ama bazen kesik, kısa hatta devrik de olur. Çok kelimeli, yeni bileşimlerle dolu, incelikleri bol sıfatlarla ve zarflarla ayrı ayrı dile getiren, canlı, bol imajlı, teşbihli, istiareli bir üslubun sahibidir. Kişileri kendi ağızlarıyla konuşturan Peyami Safa, söyleşme ve hitaplarda, her kahramanı, kültür seviyesine, ruh haline, mizacına ve zevkine göre söyletmek hüneri gösterir. Arada bir şive tespitleri de yapar. Fakat bunu meddah ağzı denecek kadar aşırıya götürmez. Peyami Safa’nın romanları konu bakımından üç başlık altında toplanabilir. Bunlar: 1. Toplumdaki çarpıklıkları dile getirdiği kitapları (Sözde Kızlar, Mahşer, Canan) 2. Hem toplumun sorunlarını ele alan hem de insanın kendi içinde yaşadıklarını anlatmaya çalıştığı romanları (Şimşek, Bir Akşamdı) 3. Bireylerin iç dünyasını anlatmaya çalıştığı, daha çok ruh çözümlemesi özelliği taşıyan eserleri (9’uncu Hariciye Koğuşu, Bir Tereddüdün Romanı, Fatih- Harbiye, Matmazel Noralya’nın Koltuğu) Eserlerine biraz detaylı göz atacak olursak: Gençliğimiz (1922), yazarın hikayeden uzun romandan kısa olan ilk eseridir. Sözde Kızlar (1923) romanında dönemin kızlarını ve onları mutlu ya da perişan edebilecek hususları birer ibret levhası gibi yansıtmaktadır. Mahşer (1924), yazarın görüşlerini değişik bir tarzda işlediği bir romandır. Şimşek (1928), yazarın ilk romanlarındandır. Yazar bunda da bütün eserlerinde işlediği konuları, bir başka tarzda yeniden işlemektedir. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930), Peyami Safa'nın kendisinin de çektiği acıları yansıtmaktadır. Yalnız ve hasta bir çocuğun ızdırabını, çocukça aşkını ve kıskançlığını; mutlu olmak isteyen bir genç kızın temiz sevgisini; inanmak arzusu bütün benliğini saran bir insaın kuruntularını ve çıplak hastahane duvarı gerisindeki hıçkırıklarını anlatır. Fatih-Harbiye'de (1931) yazar, Tanzimat'tan kopup gelen, Millî Mücadele'de ve sonraki yıllarda hız kazanan, Batılılaşma hareketlerinin Türk toplumu üzerinde yarattığı değişimleri incelemektedir. Türk İnkılabına Bakışlar (1938), isimli eserinde Atatürk İnkılâpları öncesindeki fikir hareketlerini en gerçek kaynaklarıyla ortaya koymaya çalışmıştır. Matmazel Noraliya'nın Koltuğu (1949) isimli eseri, Peyami Safa'nın mizac ve ruh yapısına uygun düşen bir konuyu işlemektedir. Roman,

74


bir sentezi işler. Ruhçu ve akılcı dünya görüşünün, yazarın anlayışı çerçevesinde birleştirilmesi esasına dayanır. Yalnızız (1951), romanında bizleri, materyalizmin oluşturduğu dar çemberden kurtulmaya ve kaybettiğimiz ruhumuzu tekrar bulmaya çağırmaktadır. Asrın sorunlarının düğümlendiği nokta olarak Allah'ı bilmemeyi görür ve O'nu bilmedikçe buhrandan buhranlara yuvarlanmaktan kurtulamayacağımızı anlatır. Biz İnsanlar (1959), isimli eserinde insan ruhunun derinliklerine ince ve sezgisel zekasınının ışığını tutmaktadır. Romanında asil bir ruhun, insan denilen varlığın anlaşılmazlığı ve karmaşıklığı karşısındaki bunalımları, ikiyüzlülük ve basitliklere karşı isyanı işlenmektedir. Savaş yıllarının getirdiği yıkıcı etki karşısında dürüstlüğün ve ülkücülüğün savunması yapılmakta, kozmopolitizm karşısında milliyetçilik, maddeciliğe karşı maneviyatçılık öne çıkarılmaktadır. Bütün Eserleri Romanları: Gençliğimiz (1922), Şimşek (1923), Sözde Kızlar (1923), Mahşer (1924), Bir Akşamdı (1924), Süngülerin Gölgesinde (1924), Bir Genç Kızın Kalbinin Cürmü (1925), Canan (1925), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930), Fatih-Harbiye (1931), Atilla (1931), Bir Tereddüdün Romanı (1933), Matmazel Noraliya'nın Koltuğu (1949), Yalnızız (1951), Biz İnsanlar (1959) Hikâyeleri: Hikâyeler (Halil Açıkgöz Derledi, 1980 ), Bir Mekteplinin Hatıtarı: Karanlıklar Kralı (1913), Gençliğimiz (1922), Siyah Beyaz Hikâyeler (1923), Ateşböcekleri (1925), İstanbul Hikâyeleri, Aşk Oyunları. Tiyatro: Gün Doğuyor (1932) İnceleme - Denemeleri: Türk İnkılâbına Bakışlar (1938), Büyük Avrupa Anketi (1938), Felsefi Buhran (1939), Millet ve İnsan (1943), Mahutlar (1959), Mistisizm (1961), Nasyonalizm (1961), Sosyalizm (1961), Doğu-Batı Sentezi (1963), Sanat-Edebiyat-Tenkid (1970), Osmanlıca-Türkçe-Uydurmaca (1970), Sosyalizm-Marksizm-Komünizm (1971), Din-İnkılâp-İrtica(1971), Kadın-Aşk-Aile (1973), Yazarlar-Sanatçılar-Meşhurlar (1976), Eğitim-Gençlik-Üniversite (1976), 20. Asır-Avrupa ve Biz (1976) Ders Kitapları: Cumhuriyet Mekteplerine Millet Alfabesi (1929), Cumhuriyet Mekteplerine Alfabe (1929), Cumhuriyet Mekteplerine Kıraat (I-IV, 1929), Yeni Talebe Mektupları (1930), Büyük Mektup Numuneleri (1932), Türk Grameri (1941), Dilbilgisi (1942), Fransız Grameri (1942), Türkçe İzahlı Fransız Grameri (1948)

75


“Kahrolayım sevmedim ülküden başkasını/Bir de seni seviyorum” Milli ve manevi değerlerle bezenerek yetişmiş veya yetiştirilmiş her Türk’ün ağabeyidir o. Dilaver Cebeci adını her duyduğumda veyahut hatırıma her düştüğünde rahmetli babamın bana ilk Dilaver Cebeci’yi anlattığı günü anımsarım. 90’ların başıydı, ne Ülkücü’yüm demek ne de Yıldızdoğan’ın bestelediği Türkiye’m şarkısı bu kadar modaydı. Ozan Arif ile birlikte Mustafa Yıldızdoğan isimli bir genç sanatçı Adana Mimar Sinan Açık Hava Tiyatro Salonuna konsere gelmişlerdi. Yıldızdoğan bir kot pantolon üzerinde bir ekose gömlek ile Türkiye’m şarkısını söylemiş ve binlerce Adanalıyı coşturmayı başarmıştı. Günlerce dilime dolanmıştı o şarkı, teneffüs aralarında Türkiye’min yoluna baş koyuyor, rüyalarımda ırmağının akışına ölüyordum. Bu kadar dilime düşen şarkı babamın da dikkatini çekmişti ve ona göre kuru gürültüden öteye gidemeyen bir şarkı hevesindeydim. Omuzuma elini koyup kitaplığın önüne getirdi ve Dilaver Cebeci ile ilgili duyduğum ve asla unutmayacağım şu cümleyi söyleyerek elini raftaki kitaplardan birine uzattı. ‘’Bu adam gibi kahrol da sevme ülküden başkasını’’ Raftan indirdiği kitabın sayfalarını çevirip elime tutuşturdu ve ‘’işte o şarkının şiiri, şarkı da olmayan kısımlarda var’’ dedi. Baş koymuşum Türkiye'min yoluna Düzlüğüne, yokuşuna ölürüm, Asırlardır kır atımı suladım. Irmağının akışına ölürüm. Deli sular, salkım-saçak söğütler, Kışlada kumandan, asker öğütler, Yaylalarda ata biner yiğitler, Bozkurt gibi bakışına ölürüm. Sevdalıyım, yangın yeri bu sinem Doksan yıldır çile çekmiş hep ninem. Pınarlardan su doldurur Eminem Mavi boncuk takışına ölürüm. 76


Düğünüm, derneğim, halayım, barım, Toprağım, ekmeğim, namusum, arım, Kilimlerde çizgi çizgi efkârım, Heybelerin nakışına ölürüm. O günden sonra Dilaver Cebeci benim için altın şairler listemin en üst sıralarında yer almaya başladı. Yaşımız ilerleyip de daha idrak çağına geldiğim zamanlarda bambaşka şiirlerinde kendimi buldum, ruhumun dillendirildiğine şahit oldum. Şimdiki Zaman Çekiminde Bir Mahkûma Mektup şiirinde ne de güzel anlatıyordu bizim gibi düşünen, bizim gibi hissedenleri… ‘’Benim kalemimden kan değil süt damlıyor, Geceler boyu böyle geleceği emziriyorum. Kahrolayım sevmedim ülküden başkasını Bir de seni çok seviyorum’’ Onun şiirlerinde iklimlerden iklimlere koşarsınız, bazı zaman Domaniç yaylarında doludizgin dörtnala kısraklar gibi kelimeleri koşturur, kimi zaman kaleminden damlayan sözcüklerle geleceği emzirir. Her yönüyle kendisini ülküsüne adayan bir adamdan bahsediyoruz. Şiirlerinde, hikâyelerinde, piyeslerinde, yazılarında hep bir amaç ve gayret görmemiz mümkündür. Tasavvur yeteneğinin zirvesini yaşayan ve yaşatan edebi bir kişiliktir. Sevdiğine Altaylar ’da yazdığı bir şiiri armağan ederken, sevdiğine sarı bürçeklim diyecek kadar da bu toprakların insanıydı. Bir röportajında kendisine ‘’şairliğe nasıl başladınız?’’ [1] sorusuna yine iklimler ötesinden hatta dünya ötesinden bir cevap vererek yine büyüklüğünü ortaya koyuyor. ‘’İnsan sonradan şair olmuyor, sonradan şair olunmuyor, insan şair yaratılıyor, ben o inançtayım’’ …ve nitekim de dediği doğruydu, ilkokulu Kırıkkale’de pekiyi derecede bitirip askeri okula geçiş yaptığında kendini askerlik mesleği ile özdeşleştiremeyip askeri tahsilini yarıda bırakıp diğer okul türlerine yönelerek tahsilini tamamladı. O günleri kendisi şöyle ifade ediyor ‘’ içime kapanık, melankolik bir halim vardı, oradan mezun olunca astsubay olacaktım ama kendimi hep bir köşede kitap okurken, şiir yazarken buluyordum’’ [2] diyor. 1996 yılında Adana’nın Cemal Gürsel Caddesinde yürürken Diyanet Yayınevi’nin camına asılmış bir afiş gördüm. Dilaver Cebeci Cumartesi günü saat 16.00’da Erciyes Sinemasında olacaktır yazıyordu. Yayınevinden içeri girip görevliye detayları sorup 77


öğrendim. Büyük bir Kitapevinin düzenlediği sohbetti. Katılım için bilet almak gerekiyordu. Cebimdeki para bilet ücretini karşılamıyordu. Zihnimden hesap ettiğimde cumartesi gününe 4 gün vardı, okul harçlıklarımı biriktirirsem bileti alabilirdim ama iki bilet almak için yeterli olmazdı. Çünkü babamla birlikte katılmak istiyordum. Babam iyi adamdı, durumu anlatırsam ‘’harçlıkların dursun, şu parayla iki bilet al gidelim’’ derdi. Öyle de oldu. Biletleri alıp ‘’…ve sığınırım içime’’ şiir kitabının içine koydum. Kırışmasına dahi tahammül edemezdim. Gün gelip çattığında babam ile birlikte sinema salonunun önünde hazır bulunuyorduk. Salona geçip oturduğumuzda Dilaver Hoca sahneye konulmuş masa da hazırlıklarını yapıyordu. Önünde kitaplar, defterler bulunur halde hâlâ bir şey karalıyordu. Ve herkes Dilaver Hoca’nın sesiyle sükût oluverdi. ‘’Sizleri selamların en güzeli olan Yüce Allah’ın selamı ile selamlamak istiyorum, Es-Selam ün Aleyküm Dostlarım’’ dediğinde sanki bir salonda bir konuşmacıyı değil de evimin balkonunda bir dost ile sohbet ediyormuş gibi hissettim. Uzun uzun anlattı, ara da şiirlerini okudu ve sohbeti şöyle tamamladı. ‘’ Genç arkadaşlara sesleniyorum, kalbinizden ülkü aşkını eksik etmeyin, ülkesini, ülküsünü sevebilen insan, bir kadını, bir erkeği, bir çiçeği, bir taşı daha başka manalarda sever, o zaman sevgi aşk olur. Cenab-ı Allah’ın rahmeti, bereketi üzerinize olsun ’’ diyerek kalktı masadan ve sağ elini kaldırıp tüm salonu selamlayıp perdenin arasından süzülüp çıktı. Fransız Şair Paul Valery ‘’Güzel olan hiçbir şey özetlenemez’’ derken Dilaver Hoca’dan bahsediyor adeta. Üzerine ne kadar yazılırsa yazılsın anlatmaya kelimeler yetmez o ülkü adamını. Dilaver Cebeci Ülküsünden Başkasını Sevmeyen Adam olarak gönlümüzde yerini hep koruyacaktır. Ruhun Şad Komşun Kür Şad olsun büyük Ülkü Adamı. KAYNAKÇA; 1. Ahmet Tevfik Ozan’la Dilaver Cebeci Sohbeti – 1990 2. Mehmet Aycı – Şiir Akşamları – 1991

78


Ziya Gökalp, Türk bilim tarihine etki eden önemli insanlardan birisidir. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerini görmüş, o dönem ortaya çıkan sorunlara karşı çözümler üretmiş birisidir. Kalemiyle keskin, fikirleriyle aydınlatıcı bir niteliğe sahip olan Gökalp, Türkiye Cumhuriyeti’nin de, Mustafa Kemal Atatürk’ün de fikir babasıdır. XX. yüzyılın keşmekeşinde, üst üste binen Balkan Harplerinin ve Dünya Savaşı’nın ardından çözümün nerede olduğunu dahi düşünemeyecek kitlelerin arasından özgün bir ses olarak yükselmiştir. Namık Kemal, Şinasi, Ahmet Refik Paşa, Rıza Tevfik Bölükbaşı ve Mehmet Fuat Köprülü gibi önemli fikir adamlarının Türk bilim dünyasına katkıları asla göz ardı edilemez ancak Gökalp’ın çağcılları arasındaki yerinin, onun özgün görüşleri ve eserleri göz önüne alındığında, çok daha farklı bir konumda olduğunu ifade edebiliriz. Ziya Gökalp’ın millet kavramına getirdiği tanıma bakmak; fikirlerinin özününün verilmesi bakımından önemlidir. Gökalp’a göre: “[M]illet, ne ırkî, ne kavmi, ne coğrafî, ne siyasî, ne de iradî tabir zümre değildir. Millet, dilce, dince, ahlâkça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bir topluluktur.” (Ziya Gökalp 1970: 22). “Türk” sözcüğünü ise şu ifadelerle özetliyor: “Türk olmak için yalnız Türk kanı taşımak, Türk ırkından olmak kâfi değildir. Türk olmak için her şeyden evvel Türk harsı [=kültürü] ile terbiye görmek ve Türk mefkûresi [=ülküsü] için çalışmak şarttır. Bu şartları haiz olmayanlara, kanca ve ırkça Türk olsalar bile [onlara] “Türk” unvanını veremeyiz.”(Ziya Gökalp 1923: 35). Bu kısa açıklamadan anladığımız üzere Gökalp, kültür milliyetçiliğini benimsemektedir. Avrupa’nın dönem olarak ırkçı bir süreçten geçtiğini düşünecek olursak Gökalp’ın bu fikirlerinin değeri çok daha net bir şekilde anlaşılabilir. Ziya Gökalp’ın bilim tarihimiz açısından kuşkusuz en büyük önemi; sosyolojinin bu topraklardaki öncü ismi olması ve folklorun ilk kez Türkçe bir karşılığını kullanmasıdır. Halk bilimi(folklor) 1846 yılından itibaren bir bilim dalı olarak Avrupa’da yer alırken; Osmanlı Devleti’nde halk edebiyatının bir kolu olarak görülmüştür. Alman düşünür J. G. on Heder’in (1744-1803) fikirleri Gökalp’ı de etkisi altına almıştır. Ziya Gökalp’te millet, milliyetçilik kavramları ile haşır neşir olması neticesinde kısa zamanda Herder’i okumaya başlamıştır. Herder insanların, yemeğe, içmeye, güvenliğe ve hareket özgürlüğüne ihtiyaç duydukları gibi, aynı şekilde “bir gruba ait olma ihtiyacını” da duyduklarını kaydetmektedir. Bunu gerçekleştiremeyen insanların kendilerini soyutlanmış, yalnız, zayıf ve mutsuz hissettiklerini belirtir. Dolayısıyla her grubun, “o gruba ait bir dizi anlayış ve davranış biçiminden oluşan kendi Volgeisti (halk ruhu) ya da Nationalgeisti (ulusal ruhu) vardır.” Herder için “ırk” ve “kan birliği” diye bir şey yoktur; o sadece “toprak, dil, ortak geçmiş”, “vatan” ve “âdetler”e vurgu yapmaktadır (Vatandaş 2004: 23-24). 79


Dolayısıyla, her ulusun kendine ortak bir ulusal ruhu vardır 2002: 96).

özgü bir ulusal karakteri ve (Wilson 1990′dan Çobanoğlu

Almanya‘da folklor disiplini, Herder’in ortaya koyduğu “romantik milliyetçilik” bağlamında gelişmiş ve Alman millî kimliğinin inşasını başarmıştır. Grimm Kardeşler ve diğer folklor derlemecilerine Herder’in fikirleri âdeta yol gösterici bir ışık olmuştur. Avrupa’da Almanya‘nın gerçekleştirdiği folklordan yararlanarak millî kimliğin inşası atılımını, XIX. yy.da İskandinav ve Slavlar milletleri de uygulayacaktır. XIX. yy.da henüz Osmanlı toprağı olan Balkanlarda Sırplar, Bulgarlar, Yunanlılar ve Arnavutlar da aynı yolu izleyerek birer birer bağımsızlıklarını kazanırlar (Wilson 1990′dan Çobanoğlu 2002: 2). İşte tüm bu gelişmeler de Gökalp’ın fikir dünyasının olgunlaşmasını sağlar. Herder’in de etkisiyle Halka Doğru dergisinde 1913 yılında “Halk Medeniyeti I Başlangıç” adıyla bir makale kaleme alır. Bu yazısında Türkiye’de halk biliminin varlığından ilk kez söz edilmiş olur. Makalede ayrıca folklora Türkçe karşılık olarak halkiyat sözcüğü önerilir. Bu makalede halkiyatı şu şekilde tanımlar: “Her kavmin iki medeniyeti var: Resmî medeniyet ve halk medeniyeti. O halde kavimlerin medeniyetlerinden bahseden bir ilim olan içtimaiyatın halk medeniyetini tetkik eden bir şubesi olmak gerek. İşte kaideleri yazılı olmayan ancak ağızdan ağza geçmek suretiyle bir soyda uzayıp giden bu ananevi medeniyeti mütalaa eden ilme halkiyat adı verilir.”(2010: 46.) Gökalp’a göre, medenî milletler içinde de “halk” namı verilen şifahî ananelere malik bir kısım vardır. Bu zümrenin bütün ananeleri satırlara geçmemiş [=yazıya aktarılmamış] sadırlarda [=yüreklerde/gönüllerde] kalmıştır. İptidaî cemiyetler gibi bu halk zümreleri de kavmiyatın mevzuunu teşkil ederler. Fakat kavmiyatın [=etnolojinin] bunlardan bahseden kısmına, Avrupalılar ayrı bir isim takarak “[f]folklor” derler. Biz de bu kelimeyi “halkıyyât” kelimesiyle lisanımıza nakleyledik” demektedir. (Ziya Gökalp 1982). Ziya Gökalp, halk biliminin, gelenek bağlamında incelenmesi gerektiğini savunmuştur. Ona göre gelenekler (ananeler) şu şekilde tasnif edilebilir: 1. Ustûreler, 2. Menkıbeler, 3. Masallar, 4. Efsaneler, 5. Alelâde ananeler. Gökalp’a göre ustureler ve menkıbeler, dinî ayinlerden doğduğu gibi, ananelerin en yüksek derecesini ustureler temsil eder. Ustureler, zayıflayınca menkıbe, kutsiyet kaybına uğrayan menkıbeler ise masal ve efsane adlarını alır. Masal ve efsane hâlini alan menkıbeler, artık dinî ananeler grubundan çıkıp edebî ananeler zümresine dâhil olurlar (Filizok 1991: 71-72) Ziya Gökalp, anane kapsamında değerlendirdiği halk edebiyatını dinî veya edebî ananelerden ibaret bir şube olarak kabul etmiştir. Ona göre mitler ve menkıbeler, dinî ananeleri; masal, efsane, atasözü, bilmece, türkü ve destan ise edebî ananeleri temsil eder (Filizok 1991: 277). Gökalp, folklorla ilgili görüşlerini, fikirlerini çeşitli eserlerle ortaya koymuştur. Bu eserlerinin başlıcaları ise şunlardır: “İçtimâî İlimler ve Marifetler” (1916),“Türkçülük 80


Anlayışı Nedir? Millî Harsımızı Nasıl Geliştirmeliyiz?”(1919), “Tarih ve Kavmiyat” (1922), “Millet Nedir?” (1922), “Halkiyat ve Masallar” (1922), “Tandırname”(1922) “Türk Kimdir?”(1923) başlıklı yazılarında açıklamış, daha sonra Türkçülüğün Esasları isimli kitabında bu görüş ve düşüncelerini daha sistematik hâle getirmiştir. (Filizok 1991). Ziya Gökalp, halk bilim çalışmalarında kültür kavramına da önemli bir yer verir. O, kültür sözcüğü yerine hars sözcüğünü kullanmaktadır. Ona göre hars, “ferdin doğuştan itibaren çevresinde bulduğu, terbiye vasıtasıyla kazandığı şeylerden ibarettir. O, gelenek vasıtasıyla nesilden nesle geçer.”(Kaplan 1988: 286). Ayrıca, harsın “halkın ananelerinden, teamüllerinden, irfanlarından, şifahi veya yazılmış edebiyatından, lisanından, musikisinden, dininden, ahlakından, bedii ve iktisadi mahsullerinden ibaret” olduğunu ileri sürerek hars ile gelenek arasında da bir ilişkinin olduğunu söylemiştir. (2001a: 230) Halkın yükselmesi için içerisindeki kültürel değerlerin ortaya çıkartılması ve yaşatılması gerektiğine inanan Gökalp’a göre; milletin gerilemesi de halka ait unsurların unutulması neticesinde ortaya çıkar. Osmanlı Devleti’nin düşüşünü de buna bağlayarak şunları idade etmiştir: “[K]üçük Balkan devletleri ruhlu milletler halinde çalıştılar, yükseldiler. Biz ise gittikçe inhitata sürüklendik: Çünkü bizim ruhumuz uyuşmuştu. Milletler uzviyetler [=organ/canlı/organik] gibi değildir. Bir uzviyet ihtiyarlarsa bir daha gençleşmez. Hâlbuki bir millet halk teşkilatını yeniden diriltebildiği için gençleşmek iktidarına maliktir.” (Z.Gökalp 1913). Turan fikrinin ateşli bir savunucusu ve Türklerin tek bir bayrak altında toplanmasını arzular. Daha sonra ise Turan fikrinin uzak ülkü olarak belirler e yakın ülkünün milli bir devlet kurmak olduğunu belirtir. Turan fikri ile de Türk dili arasında bağlantı kuran Ziya Gökalp, Yeni Hayat isimli şiir kitabında yer alan (İst. 1334/ 1918, s. 11): “Turan’ın bir ili var/ Ve yalnız bir dili var/ Başka dil var diyenin/ Başka bir emeli var” ve “Türklüğün vicdanı bir/ Dini bir vatanı bir/ Fakat hepsi ayrılır/ Olmazsa lisanı bir” dizeleriyle de; “ Ben bir Türk’üm dinim, cinsim uludur.” diyen Mehmet Emin Yurdakul ile ortak bir noktada buluşur. İsmail Görkem’in Ziya Gökalp’ın Folklor Olgusuna Bakışı adlı makalesinin sonunda yakın zamanda kaybettiğimiz Dr. Halil İnalcık’ın Ziya Gökalp ile ilgili tespitlerine şu şekilde yer verilmiştir: “Türk toplum ve siyasetinin, saltanat döneminden Türk millî devletine geçiş döneminde radikal hızlı değişimleri bir sosyolog olarak gözlemlemesi, onun sosyolojik analizlerine ve hükümlerine kuşkusuz orijinallik kazandırmıştır. Yeni 81


Türkiye doğarken, millet, devlet, hukuk, kadın hukuku, devlet-din ilişkileri, modern ekonomi ve millî eğitim, Türk kültür tarihi ve sosyolojisi, özellikle millî devletin ideolojisini formüle etmekte Ziya Gökalp gibi bir düşünür-sosyoloğa sahip olmak, Türkler ve Türk dünyası için gerçekten bir şans eseri olmuştur.” (İnalcık 2005: 91). KAYNAKÇA 1. DOĞAN, D. Mehmet (1981) “Halka Doğru” maddesi, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, c. IV, İstanbul: Dergâh Yayınları, s. 65-66. 2. DUNDES, Alan (2003) “Halk Kimdir?”, (Çav: Metin Ekici), Halkbiliminde Kuramlar ve Yaklaşımlar içinde, Yay. Hzl. Gülün Öğüt Eker d. Ankara: Millî Folklor Yayınları, s. 1-30. 3. FİLİZOK, Rıza (1991) Ziya Gökalp’ın Edebî Eserlerinde Halk Edebiyatı Tesirleri Üzerine Bir Araştırma, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay. 4. (1913) “Halk Medeniyeti-I, Başlangıç”, Halka Doğru, S. 14, 10 Temmuz 1329 (1913). 5. GÖKALP, Ziya (1923/1980) “Türk Kimdir?” (1339/1923), Makaleler-IX : Yeni Gün-Yeni TürkiyeCumhuriyet Gazetelerindeki Yazılar, (Hzl.: Şevket Beysanoğlu), Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., s. 3237. 6. GÖKALP, Ziya (1970) Türkçülüğün Esasları, (Hzl.: Mehmet Kaplan), İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yay. 7. GÖKALP, Ziya (1982) “Halkıyyat I. Masallar” (1922), Makaleler VII (Küçük Mecmua’daki Yazılar) içinde, (Hazırlayan: M. Abdülhalûk Çay), Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., s. 267-270 8. GÖKALP, Ziya. Türkleşmek İslâmlaşmak Muasırlaşmak. İstanbul: Kum Saati Yayınları, 2001a. 9. GÖKALP, Ziya. Türkçülüğün Esasları. İstanbul: Kum Saati Yayınları, 2001b. 10. Gökalp, Ziya. “Halk Medeniyeti I Başlangıç”. Türk Halk Edebiyatı El Kitabı, Ankara: Grafiker Yayınları, 2010: 465-467 11. İNALCIK, Halil (2005) “Ziya Gökalp: Yüzyıla Damgasını Vuran Düşünür”, Doğu Batı: Makaleler-I, Ankara: Doğubatı Yay., s. 85- 110. 12. YILDIRIM, Dursun (1998a) “Türkiye’de Folklor Araştırmalarının Gelişme Devreleri”, Türk Bitiği: Araştırma/İnceleme Yazıları içinde, Ankara: Akçağ Yay., s. 43-60. 13. YILDIRIM, Dursun (1998b) “Türk Folklor Araştırmalarının Problemleri”, Türk Bitiği: Araştırma/İnceleme Yazıları içinde, Ankara: Akçağ Yay., s. 65-75.

82


"Öğrendim." dedi kendi kendine. "Dava kadar hayatın da değerli olduğunu… Öğrendim küçük şeyleri ıskalayanların lafların altında ezileceğini." sözleriyle biten bir kitaptan bahsetmek istiyoruz sizlere. "Bu ülkenin suyu arayan çocuklarına..." ithaf edilen kitap Faruk Kurtbaş tarafından yazılmış olup 2010 yılında Tibyan Yayıncılık tarafından yayımlanmıştır. Yazarın ilk romanı “Çocuktum Ülkücüydüm…”. Kitap, şimdiye kadar Türk Milliyetçiliği adına yazılmış tüm romanlardan farklı bir içeriğe sahip. Anadolu çocuğunun çileyle yoğrulmuş düşünsel yolculuğunun bir örneğidir. Karakterler idealize edilmeyerek tüm zaafları, kırılmaları, erdemleri ve yanılmalarıyla kitaba konu olmuş. Kitap, hayatın içinden gerçek kesitleri içeriyor. Okuduğumuzda kendimizden çok şey bulacağımız bir eser. Milliyetçi gençliğin okul dönemlerini, geçim sıkıntılarını, ruhunda açılan yaraları ve yapılan onca zulüm ve hakarete karşı sahip olunan ideolojinin sınırlarını psikolojik tahlillerle anlatıyor. Ayrıca yazar, bu zamana kadar milliyetçi camiada değinilmeyen kadın-erkek ilişkilerini, insan-ideoloji ilişkileriyle karşılaştırarak farklı bir yaklaşımı gözler önüne seriyor. Milliyetçi camiada bulunan farklı kişilerin, kişiliklerin, düşüncelerin ve hareketin içindeki değişimin boyutunu okuyucularıyla paylaşıyor. İnsan hikâyeleri üzerinden Türk milliyetçiliğinin 80-95 yılları arasındaki çatışmalarını sorgulayan, kendince o dönemlere ait çözümler üreten ve o dönemde yaşayanların ruh dünyasının anlatıldığı bizlerin de analiz ederek okumamız gereken önemli bir roman. Roman tekniği açısından kitabın bazı kusurları olsa da, bu çalışma yazarın fikrî sorgulamalarındaki cesur tavrıyla öne çıkıyor. “Ey Ulu Gökalp, Yüce Akçura, Bilge Ağaoğlu” diyenlere inat, “en bedava kimlik” haline geldiği için milliyetçi olan yumurta topukluları, insan akınını işleme kapasitesi ve dönüştürme becerisi sınırlı teşkilatları; 1980 sonrasında, milliyetçiliğe musallat olan liberalizm ve dincilik virüslerini eleştiriyor. Kitabında yazar, Türk milliyetçilerinin lügâtinden çıkarılan niçini, ülküyü, ülküyü algılayış ve anlayış biçimini yüreklice soruyor, sorguluyor. Roman kahramanının Talat Paşa’ya yazdığı mektup aslında birçoğumuzun serzenişini dile getiriyor. Ruhumuzun yaralarına mektubun son satırları şahitlik ediyor:

83


“Tarihle yüzleşmekten bahsediliyor; mahkûm ziyaretine gitmekten bahseder gibi. Acılarla yüzleşmekten bahsedenlerin lütfedip de bizim acılarımızı gördüğüne şahit olamadık. Size ilk mektubumda yazdığım gibi, belki de ağlamadığımızdandır. Oysa bilmiyorlar ki Türk ağlamıyorsa vakarındandır; acı çekmediğinden değil. Büyük milletler ağlamaz ve dertlerini anlatmazlar. Egemen yaşamak da asla suç değildir ayrıca. Zincire vurulmadık diye dövünmemizi kimse beklemesin. Son olarak Sevgili Paşam, Hayatınız bizim için ibrettir. Hürriyet şiarıyla demokrasi ve bağımsızlık kavgası veren yürekli bir neslin; ayaklarının altına döşenen mayınlarla infilak etmesi hikâyesidir, sizin hikâyeniz. Sizleri sevmeye devam edeceğiz ama düştüğünüz yanlışlara düşmeden… Saygı ve rahmetle… Eski ülkücü yeni Jöntürk Cemal…” İyi okumalar.

84


“Dünya tarihine damgasını vuran 100 lider’’ adında bir liste yapılsa ilk 10 kişiden birisi olacağı kesin. Bu listeyi sadece 20.yüzyıl ile sınırlandırdığımızda ise tartışmasız 1.sıraya onun ismi yazılır. Türk’ün son başbuğu, Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten bahsediyoruz. Peki, 8 yıl süren ve ülkeyi ve milleti manen ve madden çökerten bir savaş döneminden sonra Türklük şuur ve gururunu dahi kazanamamış bir milleti nasıl yeniden ayağa kaldırarak ortaçağ karanlığından uygar medeniyet seviyesine çıkardı. Şimdi gelin Ulu önderin hayat hikâyesini inceleyerek bu sorularımızın cevabını arayalım. İNANÇ VE MİLLİ ŞUUR Her lider uğrunda mücadele ettiği ülküsü ve inancını hayata getirebilmek için çalışır. Bu ülkü en güç durumlarda dahi mücadele azmini kuvvetlendirir. İşte ulu önderin en güç durumlarda mücadele azmini kuvvetlendiren ülküsü katıksız Türk milliyetçiliği idi. Doğup ilk gençlik yıllarını geçirdiği Makedonya coğrafyasında; Sırp, Bulgar, Yunan devletleri ve onların destekçisi Düvel-i Muazzama tarafından oluşturulan çeteler Türk milletini bölgeden çıkarmıştır. Yok etmek için giriştikleri faaliyetler özellikle Askeri Okul yıllarında çoğu İttihat ve Terakki cemiyeti üyesi olan öğretmen, subaylarının verdiği tarih derslerini etkisi ile milli bir şuura ulaşmıştır. Yıllar sonra Şam’da sözde kurmaylık stajı(!) yaptığı sürgün yıllarında Türk asıllı bir çavuşa Arap asıllı bir askere tokat atması yüzünden hakaret eden bir Arap binbaşısının sözlerine tepki göstererek onun susturmuştur. Daha sonrasında bu olayı şu şekilde anlatmaktadır. “Orduya ilk katıldığım günlerde, bir Arap binbaşısının 'Kavm-i Necip evladına sen nasıl kötü muamele yaparsın' diye tokatladığı bir Anadolu çocuğunun iki damla gözyaşında Türklük şuuruna erdim. Onda gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük benim derin kaynağım, en derin övünç membaım oldu. Benim hayatta yegâne fahrim, servetim, Türklükten başka bir şey değildir.” Daha sonraki yıllarda Türk Tarihi ve Dili hakkında gerek kendisinin yapmış olduğu araştırmalar, gerekse bu konuda araştırmalar yapılması için Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi gibi kurumları kurması, bununla birlikte Türklük şuurunu dillendirdiği birçok sözü bu durumu ispatlamaktadır. Ne mutlu Türk'üm diyene Türk, çetin işler başarmak için yaratılmıştır! Türk, öğün, çalış, güven. (1934)

85


Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ile geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır. CESARET VE FERAGAT Bir lider, başında bulunduğu topluluğu maruz kalacağı her türlü tehlike ve zorluklara karşın hedefe ulaştırmakla sorumludur. Bu türde bir sorumluluğu taşıyan liderin en önemli meziyetlerinden birisi de cesaret ve feragattir. Lider büyük bir cesaret ile karşılaşacağı her türlü zorluğun üzerine atılmalı ve onları aşarak hedefe ulaşmalıdır. İşte Atatürk bu tür tehlikeleri aşacak mücadelelere girişmekten kaçınmayan bir ruh yapısına sahip idi. Bu meziyetini yine kendi hayat hikâyesinden iki hikâye ve kendi sözleri doğrultusunda inceleyelim. 25 Nisan 1915… Çanakkale Kara Savaşlarının henüz birinci günü. Alman komutan Liman Von Sanders’ in uyguladığı, askeri taktik ve stratejik anlayışa tamamen ters düşen savunma planı dolayısı ile çıkarma yapılan kıyılardaki zayıf Türk birlikleri, kendilerinden katbekat üstün İngiliz, Fransız ve Anzak kuvvetlerine karşı ecel terleri ve ondan daha fazla kan döküyorlar; mevcut silah durumlarına aldırış etmeden bir gözleri düşmana nişan alırken diğer gözleri geriden gelecek takviyeleri bekleyerek savaşıyorlardı. Arıburnu bölgesinde muharebe eden 9.Tümen komutanı Sami Bey aralarındaki dostluk münasebeti sebebi ile Biga’da bulunan 19.Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal Bey’den Arıburnu bölgesinde bulunan 27.Alayı bir tabur ile takviye etmesini rica ediyor fakat 19.Tümen o esnada ordu ihtiyatı olarak geride tutulduğu için Mustafa Kemal ancak General Von Sanders’in emirleri doğrultusunda hareket edebiliyordu. Mustafa Kemal aldığı haberleri harita üzerinden değerlendirdiğinde düşman ilerleyişinin sadece bir taburluk bir kuvvet ile durdurulamayacağını görünce son derece cesur bir karar aldı. Bağlı bulunduğu ordu komutanına haber vermeden ve kendisinden emir almadan, 57.Alay ile birlikte Arıburnu bölgesine intikal etti ve duraksamadan bölgedeki Anzak kuvvetlerine karşı taarruza geçerek onları sahil şeridinde sıkıştırdı. Eğer yapmış olduğu bu hareket dolayısı ile askeri mahkemeye verilse idi emre itaatsizlikten suçlu bulunabilir, ordudan atılabilir hatta bu suçu muharebe esnasında işlemiş olması dolayısı ile idam cezasına dahi çarptırılabilirdi. Fakat o açık bir biçimde görülen tehlikeyi önlemek için bütün sorumluluğu üstüne alarak harekete geçti ve tehlikeyi önledi. Böylesine cesur ve cüretli bir hareketi ancak yüksek ve sağlam karakterli bir insan gerçekleştirebilirdi. 8-9 TEMMUZ 1919-ERZURUM Erzurum Vilayet konağının telgraf odasındaki gerilim gözle görülüp elle tutulacak kadar somuttu. 9.Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa İstanbul’dan gelecek telgrafı bekliyordu. Nihayet payitahttan beklenen telgraf geldi. Telgraf Paşaya 86


askeri görevlerinden azledildiğini ve derhal İstanbul’a dönmesini bildiriyordu. Paşa bir yol ayrımına gelmişti; Ya çok sevdiği askerlik mesleği ya da vatanın ve milletin kurtuluşu için çıkmış olduğu bu yolda sonuna kadar ilerlemek… O ikinci yolu seçti ve aşağıda orijinal hali ile sunulan telgraf ile askerlik mesleğinden istifa etti. Erzurum Vilayeti Aliyesi’ne (Yüce Erzurum Valiliğine) 9 Temmuz 1919 - Erzurum Mübarek vatan ve milleti parçalanmak tehlikesinden kurtarmak, Yunan ve Ermeni isteklerine kurban etmemek için açılan milli savaşmalar uğrunda milletle beraber serbest surette çalışmağa askeri ve resmi sıfatım artık engel olmaya başladı. Bu gaye-i mukaddese (kutsal amaç) için milletle beraber sonsuza kadar çalışmağa mukaddesatım (kutsal şeylerim) adına söz vermiş olduğum cihetle, pek aşıkı bulunduğum yüce askerlik mesleğine bugün veda ve istifa ettim. Bundan sonra milli ve kutsal gayemiz için her türlü fedakârlıkla çalışmak üzere sine-i millette (milletin bağrında) bir ferd-i mücahit (savaşçı kişi) suretiyle bulunmakta olduğumu tamimen arz ve ilan eylerim. Mustafa KEMAL1 Anadolu’da giriştiği ve sonu belirsizliklerle dolu bu kavgayı, üzerindeki üniformanın kudreti ile yürütmüştü. Şimdi o kudrete de sahip değildi. Sinesine döndüğü millet ise aç, yorgun ve bitikti. Şimdi emaneten aldığı bir sivil kıyafet içerisinde hiçbir makam ve rütbeye sahip olmadan yalnız yurdu işgal eden düşmanlara değil 600 yıllık devlet düzenine karşıda isyan bayrağını çekmişti. Tutuklanıp İstanbul’a gönderilebilir ve orada Nemrut Mustafa divanında idam cezasına çarptırılabilirdi ki kendisi ve yanındaki arkadaşları için yazılan idam fermanı çoktan Karabekir Paşaya gönderilmişti. Hiçbir korku belirtisi göstermeden bir bölük süvari ile bulunduğu yere gelen Karabekir Paşayı karşılarken birkaç dakika içerisinde bulunduğu odadan ya her şeyini yitirmiş, yenik bir komutan olarak zincire vurulmuş bir şekilde sürüklenecek ya da hayatının en büyük zaferini kazanmış mağrur bir komutan olarak toplanan kongreye katılacaktı. Karabekir Paşa önünde durdu, esas duruşa geçti ve ‘’Kolordum ile ben Milli Mücadelede emrinizdeyiz Paşam’’ diyerek bağlılığını bildirdi. Mustafa Kemal tıpkı İttihat ve Terakki’nin yiğit silahşoru Yakup Cemil’in söylediği gibi ‘’Ölümün üstüne yürümesini bilmişti. Çünkü ölüm, üzerine yürüdükçe sizden kaçar.’’ Daha sonraki yıllarda Falih Rıfkı Atay’ın ‘’ÇANKAYA’’ adlı eserinde Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı yıllarını kendisi için tek bir cümle ile özetlemişti ‘’Ben Erzurum’dan İzmir’e sağ elimde tabanca, sol elimde sehpa, öyle geldim.’’2

1

http://www.isteataturk.com/haber/3600/mustafa-kemalin-askerlik-mesleginden-istifa-telgrafi-09071919

2

Falih Rıfkı, Atay, a.g.e. s.85.

87


SABIR, AKIL VE KÜLTÜR Harp okulu öğrencisi olduğu yıllarda komutanının söylemiş olduğu bir sözü hayatı boyunca kendisine bir ilke haline getirdi ‘’Sabır ikinci akıldır.’’ Bu söze hayatı boyunca bağlı kaldı öyle ki cumhuriyet rejimine geçme isteğini kafasında ilk olarak 1910’lu yıllarda şekillendirmeye başladığı halde bu fikri Kurtuluş Savaşı sonrasına kadar açık bir şekilde dile getirmeden şartları ve imkânları doğru değerlendirerek sabırla bekledi. Bu esnada asla tamamen kendisine bağlı kalmadı, düşüncesine değer verdiği insanları hep yanında tuttu, sürekli onlarla fikir alışverişinde bulundu, yeri geldi onlarla fikir ve yol ayrılığına düştü. Fakat sonunda ideallerini gerçekleştirmesini bildi. 600 yıllık bir devletin enkazı içerisinden yeni bir devlet yaratmak ve bu devleti 15 yıl içerisinde bütün dünyada saygı duyulan bir devlet haline getirmek kolay bir iş değildir. Berrak bir zihin, sağlam bir irade ve cesaretin yeterli olmadığı bir durumdur. İşte bu noktada devreye yaşadığı devrin de üstünde bir kültür birikimi yatmaktadır. Gerek Selanik gerekse Avrupa’nın diğer ülkelerinde geçirdiği zaman zarfında yapmış olduğu gözlemlerle ve okumuş olduğu 4000’e yakın kitap ile geliştirdiği muazzam bilgi birikimi sayesinde; normalde Avrupa’nın 300 yılda gerçekleştirdiği reformları, Türkiye gibi bir ülkede 15 yıl gibi çok kısa bir zamanda gerçekleştirebilmesi, tarihte çok nadir görülebilen bir olaydır. Asıl mesleği olan askerlik ile ilgili yayınların yanı sıra başta dil, tarih, müzik, resim gibi birçok sanat ve bilim dalı ile birlikte mühendislik ve hatta biyoloji ile ilgili kitapları dahi okuması kendini akademik olarak en üst düzeye taşımak için ne kadar büyük uğraş verdiğinin bir göstergesidir. Sonuç olarak Atatürk, bugün bile zekâsı, bilgi birikimi, cesareti ve milliyetçiliği ile Türk gençliğine örnek olmaktadır ve Türklük bilinci daim olduğu müddetçe yani sonsuza kadar örnek olmaya ve Altaylardan Adriyatik’e kadar bütün Türk milletinin kalbinde yaşayacaktır. KAYNAKÇA 1. ATAY, F.R., (2004), Çankaya, 2. Baskı, Pozitif Yayınları, İstanbul. 2. http://www.isteataturk.com/haber/3600/mustafa-kemalin-askerlik-mesleginden-istifa-telgrafi09071919

88


Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra söndürülmek istenen Türklük ateşini ve ocağını yeniden alevlendiren doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün Türk Dünyasında önemli bir yere sahip olan Atsız Beğ’in hayatına dair fazla bir şey yazacağımızı sanmıyoruz. Çünkü bu güne kadar binlerce şey kaleme alındı. Yani onun 1905 yılında doğumu ile 1975’te ölümüne değin biyografisini vermektense, daha çok onun Türklüğü ve Türklüğe kazandırdıkları üzerinde durmayı düşünüyoruz. Mustafa Kemal Atatürk, Nihal Atsız ve Ebulfez Elçibey, son yüzyılda Tanrı’nın Türk milletine rehber olmaları için gönderdiği üç abide şahsiyet. Ama şu bir gerçektir ki, Türk milleti olarak hiçbirisinin değerini henüz yeterince anlamış değiliz ve onların ülkülerini hakikat yapmak uğruna ciddi bir gayretimiz de yok. Çocukluğu Osmanlı Devleti’nin çöküşüne ve Cumhuriyetimizin kuruluşuna rastlayan Nihal Atsız, o vakitlerde Türklere reva görülen kötü muamelelere tanık olmuş, belki de Türkçülük, Türk milletini sevme, onu yeniden ihtişamlı günlerine döndürme ülküsü böylece doğmuş, bu yüzden etrafındaki insanları da teşvik etmiştir. Öğrencilik hayatı talihsizlikler içinde geçen Atsız Beğ’in ilk yüksekokul deneyimi Harbiye olduysa da, her Türk milliyetçisinin bildiği sebeplerden dolayı buradan ayrılarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde kendini bulmuştur. Edebiyat Fakültesindeki bu öğrenim hayatı Atsız’a hem iyi bir edebiyatçı, hem de tarihçi olmasının yolunu açtı. Okulunun başarılı talebeleri içindeki Atsız, 1926’da girdiği Edebiyat Fakültesinde de komünistlerle yaptığı mücadelelerle dikkati çekiyordu. Daha talebelik yıllarında hocalarıyla yaptığı tartışmalar, onların Türk dili ve tarihi konusundaki yanlışlarına dikkat çekmeler gibi birtakım nedenlerden ötürü üniversitedeki asistanlık hayatı da kısa sürdü. Türkiye’deki ilk edebiyat tarihi çalışmalarından birisini gerçekleştiren Atsız Beğ, Türk tarihine de çevriler ve telif eserleriyle katkıda bulunduğu gibi, kendisinden sonra “Milli Tarih Akımı” diye söylenecek olan yeni bir anlayışı yerleştirmeye gayret etti. Bugün tarihi bir ilim ve milletlerin hayatında hız verici bir vasıta olarak gören tarihçiler tarafından örnek alınmaktadır. Atsız Beğ’e göre, Türk tarihi bir bütündür. Mesele onu sistemleştirmekten ibarettir. O, “milli menfaatlerimiz ve bugünkü bilgilerimiz ışığı altında Türk tarihini ikiye ayırabiliriz” deyip, şöyle bir izahta bulunuyor: 1. Anayurttaki Türk tarihi. 2. Yabancı illerdeki Türk tarihi. Anayurttaki Türk tarihi en eski çağlardan 11. yüzyıla kadar, Doğu Türkilinde geçer. Bu Doğu Türk-ili veya Türk yurduna Mogolistan ve Doğu Sibiryada girer. 11. asırda batıda 89


ikinci bir anayurt daha kurulmuştur ki, bunun adı Türkiye’dir. Bu vatanın sınırlarına bugünkü Türkiye, Kafkasya ve Azerbaycan, Irak ile Kuzey Suriye dâhil olmaktadır. Doğu Türk-ili ve Türkiye tarihleri aralıksız bir bütün halinde halâ sürmektedir. Üstelik zaman zaman bu iki yurt birleşmişlerdir (Çingiz, Temür ve Osmanlı). Yabancı illerdeki Türk tarihi ise, Türklerin yerli ahaliler üzerinde üstünlük kurdukları devletlerin tarihidir. Bunlar sürekli olmamış, sonunda bu Türkler hükmettikleri milletlerin arasında erimişlerdir. Bunun çeşitli sebepleri vardır; en belli başlıcaları nüfus meselesidir. Mesela bugünkü Mısır devleti, Türk askerlerine dayanan bir hanedan tarafından kurulduğu halde, günümüzde Mısır tamamıyla bir Arap devleti olmuştur. Buna benzer olarak, Orta Avrupa’daki Avar ve daha sonraki Kuman-Kıpçak hâkimiyetleri gösterilebilir. Bütün bunlardan sonra söyleyebileceğimiz şey, Türk tarihi bir bütünlük içerisinde değerlendirilip, olayları buna göre yorumlamak milli menfaatlerimiz açısından tek çıkar yoldur, diyen Atsız Beğ’in bu doğrultuda kaleme aldığı Türkiye Tarihi, maalesef kayıptır. Atsız Beğ’in romanları ile hikâyeleri de Türk edebiyatının klasikleri arasına girmiştir. Özellikle Bozkurtlar (bu ilk önce iki kitap halinde neşrolunmuştur: Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor) ve Deli Kurt gibi tarihi romanları Türk gençlerine vatan ve millet sevgisinin verilmesi yanında, bu aşkın her şeyden üstün olduğunu vurgulayan harikulâde eserlerdir. Tabi ki onu bu konuda başarılı kılan tarih bilgisiyle, edebiyatçılığını birleştirmesidir ki, bugün Türkiye ve Türk Dünyasının her yerinde Atsız’ın eserleri üzerine çalışmalar yapılmaktadır. Çünkü o, bu yüce milleti karşılıksız sevmiştir. Bununla birlikte edebiyatımızda “Ruh Adam” misali psikolojik bir roman örneği çok azdır. Ünlü Türk sosyoloğu Z. Fahri Fındıkoğlu onu; “Türklük davası yolunda yılmadan çabalayan tek bir adam” olarak tarif ediyor. İşte Türk ve tavizsiz Türkçü olması nedeniyle, kasıtlı biçimde Atsız Beğ’in tarihçiliğine, edebiyatçılığına ve Türkçülüğüne birtakım densizler dil uzatmaktadırlar ki, bunu yapanların çoğunun soyunun bozuk olduğunu biliyoruz. Kendisini bir halt sanan ve ünlü kılmak isteyen zavallı insanlar ona saldırarak bir yerlere geleceklerini sanıyorlar. Atatürk’e şimdilik açıkça dil uzatmaktan çekinen yaratıklar, Atsız Beğ gibi Türk milliyetçilerine yüklenerek Türklüğü yıpratmak düşüncesindeler. Onun şiirleri de, yine milli havayı yansıtması bakımından bu konudaki tek numunedir. İstisnasız bütün Türk milliyetçileri bu manzum eserlerden etkilendikleri gibi, pek çok sıradan kişinin de içindeki Türklük ateşinin parlamasına vesile olmuştur. Atsız Beğ’in gözden kaçtığını sandığımız bir hususiyeti de, Türk milliyetçiliğini sistemleştirme çabalarıdır. O, Mustafa Kemal’in altı ilkesi de içinde olan dokuz ülkü belirlemişti ki, bu daha sonra Türk milliyetçilerinin 9 Işık’ı haline geldi. Atsız aynı zamanda bir Türkçü nasıl olmalıdır, onu da tarif etmiştir. “Türkçü, Türk soyunun üstünlüğüne inanmış olan kimsedir. Türkçü, milli çıkarları şahısların üzerinde tutan, milli 90


mukaddesata ve geçmişe saygı gösteren, görev ahlakı yüksek olan, haksızlıklarla savaşta korkusuz bir insandır”, diyordu. Atsız Beg her şeyden önce bir Türk milliyetçisiydi. Kanında Küçük Yabgu’nun, Kür Şad’ın genlerini taşıdığına inanan, Türk gibi yaşayan, Türk gibi düşünen bir şahsiyet idi. Onun Ülkü ve Ülkücü tarifi de başkadır. Dolayısıyla günümüzde kendisini Ülkücü olarak vasıflandıranların bunu çok iyi öğrenmeleri gerekir. Ben Ülkücüyüm demekle Ülkücü olunmuyor! Ülkücülüğün ne anlama geldiğini dahi bilmeyenler, herne hikmetse kendilerine böyle bir elbise biçiyorlar. Atsız Hoca milli ülküyü şöyle tarif eder: “Milletleri savaşa hazır bulunduran iki vasıta vardır. Biri maddidir, buna teknik diyoruz. Biri ruhidir, ülkü adını veriyoruz. Türk ülküsü, Türk büyüklüğü, Türk kudreti isteği ve inancıdır. Milli ülkü insanları sürükleyen, güçlendiren, asilleştiren duygu ve düşüncedir”. Bütün bunlar bir yana Ülkücü görevini en iyi yapan kişidir. Aslında o da Mustafa Kemal gibi, Türklere ve Türk milliyetçilerine çağdaş medeniyetlerin üstüne çıkmayı hedef gösteriyordu. Atsız, Atatürk’ün izinden giden büyük bir Turancı’dır. Turan’ı gerçekleştirmek için, bugün ille de sınırları ortadan kaldırmak gerekmediğini vurgular. Dünyadaki devletlerin ve ülkelerin yaşaması için gerekli herşey Türk topraklarında yeterince bulunuyor. Bir cumhuriyet veya bölge diğerindeki eksiklikleri çeşitli şekillerde tamamlayabilir. Ancak bunun için bir Türk ortak pazarının kurulması şarttır. İstenildiği takdirde bunun gerçekleşmemesi için de bize göre hiçbir neden yoktur. Ama ne yazık ki Türkler bu avantajlarını kullanamıyorlar. Yıllardır bu konu defalarca dile getirilmesine rağmen kimse de meseleye ciddi anlamda eğilmiyor. 1993’lerde Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan böyle bir girişimde bulunduysa da, sonunu getiremediler. Bugün Avrupa’da ekonomik ve siyasi arenada tek bir çatı altında biraraya gelip, ortak para birimi kullanmaya ve bunu daha da ileri götürüp, müşterek bir ordu meydana getirmeye kadar işi vardırıyorlarsa, neden Türkler yapamasın. Bunun ırkçılık veyahut da Turancılıkla da hiçbir ilgisi yoktur. Bizim iş adamlarımız ta Güney Afrikalarda yatırım gerçekleştirirken, Türk Cumhuriyetlerine gidip, orada iktisadi teşebbüslerde bulunmuyorlar. Büyük dediğimiz şirketlerimiz bile süpermarket işletmeciliğinden öteye geçmiyor. Dünya bir yandan birbirine yaklaşırken, bir yandan da yeni iktisadi ve siyasi teşekküller ortaya çıkmaktadır. Ancak bunların da yapılarına bir baktığımızda umumiyetle dilce, dince, soyca birbirlerine yakın insanlardan oluşmaktadır. Dünyada haysiyetli bir şekilde ayakta durabilmek ve söz sahibi olabilmek için birbirleriyle kenetleniyorlar. Avrupa Topluluğu, Arap Ülkeleri Birliği, İngiliz Devletler Topluluğu, Latin soylu memleketlerin birbirlerine yakınlığı bunun en güzel göstergeleridir. Türk dilinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasında son derece duyarlı olan Atsız Hoca, yazılarında da dilimizi en mükemmel şekilde kullanmaya gayret göstermiştir. Mümkün olduğu kadar öz Türkçe yazan Atsız, her ne olursa olsun dilin korunması 91


taraftarıdır. Elbette ki dile sahip çıkmak, dildeki kelimeleri kendi kaynaklarıyla zenginleştirme ve kullanmayla mümkündür. İnsanlar hangi kültür çevresinde bulunurlarsa bulunsunlar veyahut da hangi dine girerse girsinler, bu o kadar mühim değildir. Ancak bir milletin dili yok olduğu an, o toplumdan söz etmek de imkânsızdır. Türkler dünyada yazısı, yani kendilerine ait bir alfabesi bulunan ender milletlerden birisidir. Büyük medeniyetler ve kültürlerin temelinde de yazı olduğuna göre, biz Türkler bu açıdan oldukça şanslı bir milletiz. Atsız Bey, sosyal devletin toplumun bütün problemleriyle ilgilenmesi gerektiğini düşünüyordu. Milli gelirin adaletlice dağıtılmasını söylerken; sosyal sınıflar arasındaki uçurumun milleti felakete sürükleyeceğinin de altını çizmiştir. Türkiye’nin bugünkü halini belki de yıllar önce görmüş, bu konuda yetkilileri uyarmış, Kürtçülüğün ileride milletin başına bela olacağını dile getirmiş, ama bunları ifade etti diye, hapse atılmıştır. Atsız’ın Türklüğe yönelik tehditlerin neler olduğunu belirttiği hususlar bugün birer birer başımıza dolanmaktadır. Maalesef zamanında büyük Atatürk’ün, Atsız Beğ’in bizi uyardığı bu meseleler için tedbirler alınmadığından, Türk milletinin kuyusu kazılmaya çalışılıyor. Dışarıdan Türkiye’nin düşmanları, içeriden bir kısım hainler dayanışma halindeler. Mustafa Kemal Atatürk: “Yüksel Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur”, derken; Atsız Beg de: “Yüzde yüz Türk olduğun gün cihan senindir” diyerek, milli ülkümüzün mihenk taşını belirlemişlerdir. Türk milliyetçileri için tek gerçek budur ve birilerinin sürekli ırkçılıkla suçladığı bu adam Türkleri şöyle tarif ediyor: “Türkler, Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelmişler kadar Türkleşip kendini o soya bağlayan ve beyninde hiçbir yabancı ırk düşüncesi bulunmayan fertlerin topluluğudur”. Bugün Türkçüler, Atatürk’ün ve Atsız’ın fikirlerinden ilham alarak, dimdik ayakta duruyorlar. Ve onlar hem Türkiye’nin hem de bütün Türk Dünyasının muhafızlarıdır. “Türk Tarihinin Kahramanları: 59- Nihal Atsız”, Orkun, Sayı 123, İstanbul 2008 www.sozkonusu.net sitesinden alıntılanmıştır. KAYNAKÇA 1. http://www.bilinmeyenturktarihi.com/pdf/nihal-atsiz.pdf

92


Bütün Gencay dergilerine www.gencaydergisi.com adresinden ulaşabilirsiniz.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.