Gencay Dergisi - Sayı 61 - Şubat 2017

Page 1


www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 6 Sayı 61 – Şubat 2017 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com


İÇİNDEKİLER GENCAY SÖYLEŞİSİ:

DERLEME EKİBİ 01

61. SAYI EDİTÖRÜNDEN 54

GENCAY SÖYLEŞİSİ: 03

PROF. DR. İSKENDER ÖKSÜZ İLE BİLİM, METOT VE POPÜLİZM ÜZERİNE…

İSMAİL AYHAN 59

BURÇİN ÖNER 09

AYDINLANMA VE AYDIN: BİLİMSEL VE POPÜLİST AÇIDAN BİR DEĞERLENDİRME

CELAL ŞENGÖR: DAHİ DİKTATÖR

64

TÜRKİYE'YE POPÜLİZM'İN GİRİŞİ: HALKA DOĞRU DERGİSİ ÖRNEĞİ

69

ARŞİV NOTLARI

72

42

TÜRKİYE'DE LİSANSÜSTÜ EĞİTİM BİLİMSEL MİDİR? ARŞ. GÖR. DOĞAN ÇOLAK İLE…

75

80

POZİTİF BİLİMLERİN SOSYAL BİLİMLERE YANSIMASI

GENCAY SÖYLEŞİSİ:

M. BATUHAN KAYNAKÇI

TÜRKİYE'DE LİSANSÜSTÜ EĞİTİM BİLİMSEL MİDİR? DOKTORA ÖĞRENCİSİ BURÇİN ÖNER İLE…

STEPHEN HAWKİNG: ZAMANIN KISA TARİHİ

BİLİM DÜNYASINDA BİR TÜRK AZİZ SANCAR

H. İBRAHİM KOÇ 52

TÜRKİYE VE ÇİN LİSANSÜSTÜ EĞİTİMİ

Z. ÜMİT NEKİŞ

84

FATMA ÖZDEMİR 49

BİR BİLİM OLARAK SİYASET VE POPÜLER KÜLTÜRDE ALGILANIŞ BİÇİMİ

ALİ ORHUN

GENCAY SÖYLEŞİSİ: 31

JARED DIAMOND: TÜFEK MİKROP VE ÇELİK

SERTAÇ EKEMEN

ÇAĞHAN SARI 28

MAKALE NASIL OKUNUR?

HANİFE YAŞAR

SERGEN ÇİRKİN 20

TARİHÇİNİN YÖNTEMİ VE DİPNOT KULLANIMI

A.NURİ SOMUNCUOĞLU

MİLLİ KİTAP 18

DOÇ. DR. TÜMEN SOMUNCUOĞLU İLE BİLİMSEL ARAŞTIRMA SÜRECİ ÜZERİNE

TOPLUMSAL NARSİZM VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ

MAHMUT ESAD KIRAÇ 87

MEDRESE EĞİTİMİ VE BİLİM


2012 yılında yayın hayatına başlayan Gencay Dergisi bugün 61. sayısı ile siz değerli okuyucularımızın huzurundadır. Bildiğiniz gibi Ekim 2016 tarihinden itibaren dergimiz, format değişikliğine gitmiş ve belli temaların işlenmesi kararı alınmıştır. Dolayısıyla bu ay, bir kavramlar kargaşası içinde boğulma tehlikesi içindeki ülkemizde “Bilim, Metot ve Popülizm” teması incelenmiş ve bir nebze olsun neyin ne olduğunun anlaşılmasına katkı sağlamak amaç edinilmiştir. Bilimi, evrenin ve evrene ait olan her şeyin yapısını deneysel, düşünsel ve/veya gözlemsel yöntemler eşliğinde sistematik bir şekilde incelenmesi eylemini içeren entelektüel ve pratik çalışmalar bütünü olarak tanımlayabiliriz. Bununla birlikte popülizm ise daha ziyade sosyolojik bir terim olmakla birlikte; ideoloji savunucularının bir kısmı tarafından takınılan tavır olduğunu belirtmek çok da yanlış bir ifade biçimi olmaz. Bu anlamda bilim ve popülist tavrı karşılaştırdığımızda; birinin daha rasyonel, nesnel ve somut kaynaklar barındırarak sonuca ulaştığını ancak diğerinin ise sübjektif, “duygusal” ve dahi yanlı bir bakış açısını benimsediğini söyleyebiliriz. Fakat ne yazık ki özellikle de ülkemizde bu iki forma birbirinin muadili muamelesi yapılmaktadır. İşte biz de bu sayımızda bu kavramların ve kavramların kendilerine yer bulduğu alanların incelemelerini yapmaya çalışırken bir taraftan da özellikle bilim dünyasında var olan bazı sorunlara değinmeye en azından farkındalık oluşması için bir mum yakmaya çabaladık. İçinde bilim dünyasının bir çelişkisi olan Tübitak’tan, Nobel ödüllü bilim adamımız Aziz SANCAR’a; bilimsel çalışmalardaki intihal probleminden, bilim dünyasında eleştirel düşünceye; Türkiye’de sınav sistemi eleştirilerinden, akademik çalışmaların bilimselliğine; Türkiye’de akademisyen profillerinden, bilimsel araştırma süreçlerine; Bilim felsefesi, bilimsel metotlar ve bilimde popülizmden, aydınlanmanın bilimsel ve popülist açıdan değerlendirilmesine; çeşitli bilim dalları özelinde bilimsel ve popülist değerlendirmelere ve çeşitli kitap incelemelerine kadar pek çok yazı ve söyleşi bulabileceğiniz Gencay Dergimizin 61. sayısını keyifle okumanızı dileriz. Bütün bunlarla birlikte bu sayının benim için ayrıca bir önemi olduğunu da belirtmek isterim. 2013 yılının Aralık ayında başladığım editörlük görevini, bu sayı itibariyle devrediyorum. Mutlaka insan dünyada hayal ettiği müddetçe yaşar ancak bu dünyadan göçtükten sonra nasıl yaşar? Geride bıraktığı eserlerle… Bu anlamda Gencay Dergisi benim için en özel 1


yere sahip olan bir eser olarak hep var olacak. Umudum odur ki bugün pek çok derginin çıkışının motivasyon kaynağı olan, pek çok yazar arkadaşımızın yazarlık kabiliyetlerini geliştirdikleri ilk mekteplerden biri olan Gencay Dergisi, varlığını nice sayılara ulaştırıp ileride hem akademik çalışmalara konu hem de cemiyet içerisinde örnek gösterilen bir yayın olarak yerini sağlamlaştırabilir. Bu hususta editörlük, koordinatörlük, yazarlık ve okurluk yapan topyekûn bir Gencay ailesine büyük görev düşmektedir. Herkes esas hedefini unutmadan; elinden, dilinden, aklından, kalbinden ve kaleminden gelenleri esirgemeden çalışmalıdır ve seslerimiz, büyük Türk Milleti’nin kut’lu uyanışına dek yükselmelidir. Yazarlardan bir yazarın hayatı kapsayan bir tanımı var. Şöyle der: ”Üç noktanın imâ ettiğini, yeri gelir bütün bir edebiyat şerhten aciz kalır. Nokta dediğimiz adı üstünde noktadır işte. Geometrinin başlangıç yeri, sözün sonudur. Kalemin kâğıtla vuslatının ilk meyvesidir. Onları yan yana getirerek çizgiye, üç boyuta kalbedebilirsiniz; arada dünyalar gizlidir. ‘İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttılar’ sözü, size noktanın basitliğinde gizlenen olgunluk ve mükemmelliği çağrıştırabilirse de sıradan üç noktanın imâ ettiği mutlaka daha fazla bir şeydir. Çünkü üç nokta arasındaki mesafeye kendinizi koyabilirsiniz; hayalhanenizi, hislerinizi ve tasavvurlarınızı. Üç noktalık bir hacmi siz inşâ eder ve orada kendinizi tarif edersiniz.” Bu vesile ile 2013 yılından bu yana yazıları, gerek dizgi gerek kapak tasarımı gerekse teknik konulardaki yardımları ve varlıkları ile bana, dergimize destek ve de katkı sunan tüm dostlara sonsuz teşekkürlerimi sunarken Gencay Dergisi’ndeki son görevimi şu sözlerle tamamlamak isterim: “…” DERLEYEN: Burçin ÖNER

2


1. Metodun bilimde önemi nedir ve aralarındaki ilişki nasıl olmalıdır? Bilimin bileşenlerini şöyle sıralayabiliriz: 1. Metot, 2. Her alandaki uzman camialar, 3.Birikim- veya literatür. Uzman camialar bilimin işletim sistemidir. Birikim veya literatür, RAM ve diskteki bilgiler… Metot CPU ve BIOS’dur. Çoğu zaman bilim dediğimizde sadece metodu kastederiz. (Biliyorsunuz CPU bilgisayarın merkezî işlem birimi, BIOS ise bilgisayarın kimlik bilgilerini taşıyan olmazsa olmaz hafızadır. RAM normal hafıza, disk uzun süreli hafıza ve arşivdir. ) 2. Metodun sosyal hayattaki yeri ne olmalıdır? Bu soruyu “günlük hayattaki yeri” diye anlıyorum; sosyal hayat da bunun içinde. Bilim metodu, ayaküstü düşüncelerimizin de metodu olmalı. Buna “akl-ı selim”, “sağduyu” diyoruz. Fakat psikologlar, daha doğrusu iktisatçı psikologlar, son zamanlarda, günlük hayatta insanların pek de bilim metoduyla, hatta mantıkla düşünüp karar vermediklerini keşfediyor. Bu konudaki araştırmalarıyla Nobel alan Kahneman’ın “Hızlı ve Yavaş Düşünme” kitabı buna örnektir. Aklı selim pratikte ne demek? Karar vermeden önce yeterli bilgiyi toplamak, yeterli bilgiyi henüz toplayamadığımızın şuurunda olmak… (Bu arada, “aklı selim ol” tarzında acayip kullanışlar yayılıyor. Aklı selim, “sağlam akıl”, “doğru akıl” demektir. Dolayısıyla adama “sağlam akıl ol” denmez. “Aklı selimle düşün” denir. ) 3. Felsefe ve bilim ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz? Bilim denildiğinde ne kastedildiği daha açık, bilimin sınırları daha belirli. Felsefe öyle değil. Bilimlere dışarıdan ve tepeden bir bakışa da felsefe diyoruz, sırf mantık üzerine kurulu, hatta mantıktan da kopuk ifadelere de. Bazen izlenimler ve öfkelere de felsefe deniyor. İnsan aklı mantık ile maluldür demiştim. Bir kısım felsefe de öyle, mantık ile malul. Fakat yine kendine felsefe demek isteyen bir başka grup mantıksızlıkla da malul. İşini seven bir bilim adamının zaman zaman felsefeye, özellikle bilim felsefesine girmemesi, okumaması düşünülemez. İşini sevmeyen bilim adamı da zor olunur. O halde bütün bilim adamları bir yerde felsefe ile temas etmiştir.

3


4. Bilimin popüleri olur mu? Hem de çok güzel olur. Öğrenciyken Türkiye’de ABD’deki Scientific American gibi popüler bilim dergilerinin yokluğuna üzülürdüm. Popüler bilim kitaplarının da. Şimdi bunlara epey sahibiz. Gayet başarılı bir popüler bilim Web sitemiz de var: bilimdili.com. Bunlar hem gençlerin ve yaşlıların bilimde ne olup bittiğini öğrenmelerine yarıyor hem de bir alanın uzmanı bilim adamlarının diğer alanlar hakkında fikir edinmesine. Bunların ne kadar önemli işlevler olduğu belli… Bilimin bulguları, birikimi, dünyayı anlamamız için bir referans çerçevesidir, bize nirengi noktalarımızı verir. Uzman olmaya gerek yok ama bilimin ne dediğini bilmezsek tutunacak yer bulunmayan bir boşlukta serbest düşüş hâlinde oluruz ve şarlatanlıkları gerçek zannederiz. 5. Bilimde etik nedir ve ne derecede önemlidir? Bilimde etik metodu hilesiz hurdasız uygulamak demektir. Bir de hırsızlık yapmamak. Bunları ihlal edenler hapse atılsa iyi olur aslında. Hapse atılacaklarına büyük adam yapılıyorlar maalesef. Eh Bekri’nin imam olduğu cemaat de Bekri gibi olur. Bekri’nin günahını almayalım. O hikâyede pozisyonunun acayipliğinin farkındadır ve öbür tarafa gönderdiği mesaj da gayet namusludur: Halimizi sorarlarsa, Bekri imam oldu dersin. Demek ki Bekri ahlâklıdır, etiği sağlamdır. 6. Yurt dışında hem eğitim almış hem de çalışmış biri olarak ülkemiz ve yurt dışı akademik eğitim sistemini karşılaştırır mısınız? Bu anlamda Türkiye’de bilimin gelişmişlik düzeyini ele aldığımızda hangi aşamada olduğumuzu söyleyebilirsiniz? George Basalla’nın 1967 yılında yayınlanmış, “Batı Biliminin Yayılması” başlıklı bir makalesi var. Gayet gerçekçi ve yararlı bir analiz, hâlâ değerini koruyor. Bakın bu da benim bilim felsefesine bulaştığımı gösteriyor… Basalla bilimi batıdan ithal zorunda kalmış ülkelerin bunu üç aşamada yaptıklarını söylüyor. Birincisi, dışarıdan ülkeye gelen yabancı bilim adamalarını görüp onları taklit, onlara teknisyenlik ve asistanlık yapmak yoluyla elde edilen bilgiler ve gelenek. Biz bu aşamayı geçen birkaç asırda geçirdik. İkinci aşamaya Basalla “koloni bilimi” diyor. Batıda okumuş veya batıda okumuşların yanında okumuş bilim adamları var ülkede. Bunlar basbayağı bilim adamı, teknisyen falan değil. Fakat onlar okudukları ülkenin problemleriyle meşgul. Basalla’nın benzetmesiyle biri Oxford’da, biri Texas’ta doktora yapmış ve diyelim ki İstanbul’daki bir üniversitede yan yana odalarda çalışan iki bilim adamı, birbirlerine değil Oxford ve Texas’a bağlıdır. Birbirlerinden Oxford ve Texas kadar uzaktır. Üçüncü aşamada, bilim adamları çevreleri, grupları oluşur ve kendi problemlerine odaklanırlar. Bilim de tıpkı yüksek teknolojiye dayanan endüstri gibi tek başına yapılamıyor. (Bu ikinciye Michael Porter, öbekler (clusters) diyor.) Mükemmellik 4


merkezlerinde, takım çalışmalarıyla gerçekleşiyor. Bilim adamı sürekli fikir alışverişine, tenkide muhtaçtır. Biz ikinci aşamadayız. Bu yüzden birinci sınıf bilim adamlarımız var, fakat bunlar ancak dışarıdaki takımların içinde kendilerini gösterebiliyorlar. Bu yüzdendir ki bir Sancar Hoca ancak dışarıda çalışıp Nobel alabiliyor. Sonra da biz, bir mucizeyi gözlemlemiş gibi, “Aa! Türk Nobel aldı!” diyoruz. At konuştu, balık uçtu der gibi! Hani Cahiz’in bir sözü var, “Türkler denizdeki inci gibidir, kendi ülkelerinde kıymetleri bilinmez, ancak dışarı çıktıklarında değerleri anlaşılır” diye. Hâlâ böyle galiba. 7. Türklerin geçmişte bilimde zirveye çıktığı dönemler var mıdır? Varsa bu dönemden itibaren ülkemiz bilime nereden başlamalıdır? Derek Price, “Büyük Bilim, Küçük Bilim” kitabında Büyük Bilim’in ilk örneği diye Uluğ Bey rasathanesini gösterir. Harezmî gibi matematik ustaları, Pirî Reis gibi coğrafya ve kartografi dehaları, İbni Sina gibi zirveler gösterilebilir. Ancak, o günkü bilim, bugünkü bilim değildir. Bugünün bilimi Batı Avrupa’da son birkaç asırda icad edilmiştir. Başlanacak yer de herhalde Basalla’nın ikinci aşamasından üçüncü aşamaya geçiş, Mümtaz Turhan’ın araştırma enstitülerinin kurulması ve Türkiye için çalışmaya başlamasıdır. Bugünün şartlarında, bugünün Türkiye’sinde bu düzinelerle TÜBİTAK çapında araştırma enstitüsü demektir. Sanayii destekleyecek mühendislik ve tabiat bilimleri uzmanlıkları kadar ekonomiyi, toplumu, insanlarımızı inceleyecek sosyal bilimler, psikoloji uzmanlıkları da bu enstitülerde bulunmalı. Turhan’ınkiler daha çok yereldi. Sosyoloji ve ziraat ağırlıklıydı. Bugün de bunlara ihtiyaç var ama yerel olmayan, dünyadaki bilim ve teknoloji seviyesini yakalayıp geçmeği hedefleyenler de olmalı. 8. Bir konuya yapılan bilimsel ve popülist yaklaşım nasıl ayırt edilir? İki yaklaşımın katkı ve zararları nelerdir? Çok kolay ayırt edilir. Popülist kendinden emindir; o kadar emindir ki söylediklerinden şüphe duyanlar ya aptaldır yahut hain. Zaten popülistin etrafı devamlı düşmanlar ve hainlerle çevrilidir. Popülist bugün ak dediğine yarın kara diyebilir ama zarar yok; bunu aynı kesinlikle ve aynı yüksek perdeden, aynı sertlikle söyleyecektir. Zavallı bilim adamı hiçbir zaman yüzde yüz emin değildir. Kırk yıl konu üzerinde çalışmış bile olsa kırk birinci yılda yeni bir buluş veya yeni bir incelemeyle söylediklerinin yanlışlanabileceğini bilir. Mümtaz Turhan popülisti şöyle anlatıyor: “… [O] kolay ikna edilemez, inandıklarını hakikat, kırık dökük ve irtibatsız müşahedelerini de, realite sanmaktadır. Onda ne ilim adamının müsamahası, ne de hakikat karşısında teslim olmaya hazır olma uysallığı vardır.” Aslında popülist hocamızın anlattığından daha kötüdür. Turhan’ın popülisti iyi niyetli gibidir. Bizim çağdaş popülistlerimiz inandıklarını değil inanmadıklarını da aynı şiddette savunur. Âdeta, savunulacaklar konusunda günlük emirler alır veya tespit eder ve onları 5


savunur. İnanmak veya inanmamak söz konusu değildir. Bu birkaç cephede yıkıma sebep oluyor. Bir kere insanlara yanlışlar doğruymuş gibi anlatılıyor ve o yanlışlarla hareket ettiklerinde kendilerine de çevrelerine de zarar veriyorlar tabi… İkincisi, bu yalancı emir kulları yalancılıklarını belli ediyorlar. O zaman, onları izleyenlerde, demek bilim, fikir ve siyaset böyle yapılırmış kanaati doğuyor; toplumun genel ahlâkı çöküyor… Herkes bir birini kandırmayı normal görmeğe başlıyor. 9. PISA VE PIAAC gibi beceri ve değerlendirme testleri ile ilgili yazılar da yazdınız. Bu tür sınavlar bir ülkenin bilimsel gelişmişlik düzeyini gerçekten de belirler mi? Gelişmişlik düzeyini değil de insan sermayesi düzeyini belirliyor. Zaten bu testlerin hedefi de insan sermayesini ölçmek. İnsan sermayesi olmadan gelişme olmuyor; gelişme, insan sermayesini yükseltiyor. Dolayısıyla PISA ve PIAAC ile gelişme arasında da ilişki var ama yüzde yüz değil. Meselâ Rusya’nın insan sermayesi epey yüksek fakat gelişmişliği öyle değil. Sosyal sermaye, toplum sermayesi insan sermayesinden daha önemli bir faktör. Fakat PISA ve PIAAC bunu ölçmeye yönelmiyor. Bunları yeni kitabım “Alt Akıl: Aptallar ve Diktatörler”de ayrıntısı ile ele aldım. 10. Hayatta bir şeyin bilimsel olduğunu anlayabilmek için yapılacak bir testin ilk 3 aşaması sizce ne olmalıdır? Dayandığı gözlem, deney ve delilleri açıkça anlatıyor mu? Bunlar istatistik anlam ifade edecek kadar çok sayıda mı, yoksa tek tek anekdotlara, hikâyelere mi dayanıyor? Daha da önemlisi iddialarıyla çelişen gözlem, deney ve delilleri aramış mı? Yoksa önce iddiasını ortaya atıp sonra onu destekleyen delilleri mi toplamış? Sözde bilimde en çok bu ikinci yolla hile yapılır. Dediklerinizi destekleyen gözlemleri anlatırsınız ve insanları ikna edersiniz. Hâlbuki sizin iddianızla çelişen haller de vardır ve siz onlardan hiç söz etmezsiniz. 11. Disiplinler arası çalışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu çalışma şeklinin akademik kadrolara yansıması konusunda ne düşünmektesiniz? (Alan dışı kadro alımları ile ilgili…) Bilimin alanları arasında kalın silo duvarları yok. Bilimin gelecekte bir noktada birleşeceği ideali bile var, buna consilience diyorlar. Fakat bu, bizim bölüm kimya ama hadi bir de tarihçi, alalım gibi bir saçmalık demek değil. Bir araştırma takımı vardır veya birkaç araştırma takımı vardır. Onlar yaptıkları işin bir noktasında falan alandan destek alma ihtiyacı duyarlar… Veya dışardan birisi onların yaptıklarından heyecanlanır ve kendi alanından katkı yapar. Bu gibi hallerde gayet tabiî birlikte çalışabilirler. Sorudaki “kadro” sözü kötü anlamda bürokrasiyi yansıtıyor gibi. 12. Bir kişinin belli bir sahada almış olduğu uzmanlık derecesi başka bir alanda çalışmasını ve ürünler ortaya koymasını etkiler mi? İyi yönde etkiler. Meselâ Kuantum Mekaniğinin babalarından, muayyeniyetsizlik ilkesinin mucidi Werner Heisenberg, fizikçi değil kimyacıdır. Böyle çok miktarda örnek bulunabilir. Bugün psikoloji, sosyoloji, ekonomi ve tarih iç içe geçmiş durumda. 6


Misal olarak iftihar ettiğimiz bir bilim adamı, Prof. Timur Kuran’ı Wikipedia şöyle tarif ediyor: “Timur Kuran, Duke Üniversitesi’nde İktisadî ve Siyasî Bilimler Profesörü ve İslami Çalışmalar Gorter Ailesi Profesörüdür. Çalışmaları iktisat, siyaset bilimi, tarih ve hukuku kapsar.” Prof. İlber Ortaylı’ya Timur Hoca’dan bahsederken, iktisatçı demiştim, hemen müdahale etmişti, “O tarihçi.”. Eh bu da göğsümüzü kabartan bir örnek. 13. Popüler yayınlar bilime zarar verir mi? Öyleyse bunlarla mücadele etmek gerekir mi? Popüler yayınlar vermez; yararlıdır. Popülist yayınlar, hızlı zayıflama reçeteleri, akşamdan sabaha güzelleşme formülleri, kansere, ülsere, her şeye şifa gibi şarlatanlıklar zarar verir. En iyisi ithal malı “popülist” kelimesi yerine başka bir kelime bulalım. Meselâ şarlatan, demagog falan diyelim. Onlar da ithal ama hiç olmazsa vatandaş olmuş ithal kelimeler. 14. Türkiye’de Türkler neden buluş yapamıyorlar? Bunu galiba yukarıda, Basalla’yı naklederken cevaplandırmıştım. Çünkü bilim problemlerimize çare bulacak, hatta yeni teknik tasarımlar yararlıdır anlayışı bile yok. Biz hâlâ Tevfik Fikret’in Promete’si marifetiyle ilerliyoruz. Gökten, Tanrılardan ateş dehasını çalmakla meşgulüz: Gör dâima önünde esâtir-i evvelin Gökten dehâ-yı narı çalan kahramânını… Promete tanrılardan ateşi çalıp insanlara getirmişti, bizim kahramanlarımız da dışardaki tanrılardan bilim, teknik, hatta siyasî fikir çalıp getirmekle meşgul. Bu kendi ocağını tasarlayıp yakıp büyütmekten daha kolay… Reklâmlardaki fikirlere kadar her şeyi tanrılardan alıyoruz; kendi imalatımıza gerek yok, üstelik yerli imalat kalitesiz oluyor. O yüzden apartman inşaatlarımıza bile yabancı isimler koyuyoruz ki kaliteli sanılsın. Buluş yok; çünkü buluşa ihtiyaç yok, yeterli talep yok. Ne zaman buluş yaparız? Milletlerarası alanda rekabet ihtiyacı hissettiğimiz zaman. Kendi problemlerimize çözüm aramaya başladığımız zaman. Bu arayışlar da doğmağa başladı bugünlerde. 15. Bildiğiniz gibi lise müfredatlarından Evrim konusu çıkarıldı. Bu konuyu bilimsel ve popüler açıdan değerlendirebilir misiniz? Bu konuda rezaletten başka bir şey söylemek mümkün değil. Rezalet, cehalet ve Hristiyanlığın Katolik mezhebinin etkisi. Evrim açıklama yapan üst düzey Millî Eğitim memurlarının sandığı gibi binlerce teoriden biri de değildir, eskimiş falan da değildir. Tabiat bilimlerinin merkezinde, artık şüphe edilmeyen, ancak mekanizmasında gittikçe daha ayrıntıya girilen bir bilim dalıdır. Evrim olmadan ne biyoloji yapabilirsiniz, ne tıp ne de canlı bilimlerinden herhangi bir şey. Hatta evrimin mutasyon-ayıklama mekanizması, canlı dünya dışında da mühendislik ve temel bilim simülasyonlarında 7


kullanılmaya başlandı. Evrime binlerce teoriden biri demek, dünyanın yuvarlaklığına, güneş etrafında dönmesine veya yerçekimine binlerce teoriden biridir, eskimiştir demeğe benzer. Allah rızası için baksınlar, kalkınmış ülkelerden hangisinin müfredatında evrim yok. Bir tane, lütfen bir tane misal bulsunlar! Bundan sonraki adım belki Adnan Hoca’yı Bilim Eğitiminin başına geçirmek olabilir. Onun kadrosu hâlihazırdan daha cazip. Teşekkür ederiz…

8


“Kendine has hiçbir fikri olmayan, formül haline gelmiş işporta fikirleriyle düşünen ayaklı kütüphanelere münevver demek zordur.” Peyami SAFA Giriş: Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde geçen tanımlamaların derlenmesi üzerine bilim “Evren veya olaylarla ilgili belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir amaca yönelen, deneysel ve gözlemsel yöntemler kullanarak geçerli sonuçlar üretmeye çalışan bilgiler bütünü”; popülizm “Politik durumu dramatize ederek halkın ilgisini uyandırmak amacıyla yapılan politika” ve aydınlanma ise “Bir sorun üzerine gereği kadar bilgi edinme, tenevvür” olarak tanımlanabilir. Bu bilgilerden hareketle bu yazıda aydınlanmanın genel değerlendirilmesi yapıldıktan sonra bilimsel ve popülist açıdan hangi görüşlerin var olduğu ve bu var oluşun Türk aydınlanmasına yansıması üzerinde durulacaktır. Ayrıca ikinci bir yazı başlığı olarak günümüz Türkiye’sinde aydın kesim olarak ifade edilen zümrenin aydınlanmayı algılayış biçimleri ve ülke üzerindeki etkilerinin ele alınması da hedeflenmektedir. Temel Olarak Aydınlanma Ve Eğitim Ama Nasıl? “Ne kadar aydınlanırsa insanlar, o kadar özgür olacaklar” Voltaire Modern ve Postmodern süreç içerisinde kendisine yer bulan aydınlanma, insanı ve toplumu ilgilendiren pek çok alanda (edebiyat, siyaset, ekonomi, sanat vb.) düşünce ve somut ürün ortaya koymuştur. Ortaya çıkan bu ürünler, günümüze kadar gelen süreçte değerini korumakla kalmamış yeni fikirlerin üretilmesinde temel oluşturan sağlam araçlar olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Dolayısıyla aydınlanma, popülist ve bilimsel araştırma sahalarının hemen tümünde etkindir; çok sayıda atıf almış; siyasal düşünce dünyasında fikir sistemlerinin geliştirilmesi ve bu fikirlerin savunucuları tarafından konum alma şekillerini belirlemede önemli bir düşünce geleneğini oluşturmaktadır. Aydınlanmanın terim olarak karşımıza ilk çıkış yerini “Batı Felsefesi” ve tarihini de kullanımındaki sıklaşma da göz önüne alınarak 18. Yüzyıl (17. Yüzyılda felsefesi detaylandırılmış; hatta 15-16 yüzyılda temelleri atılarak ilk eylemsel tepkilerini 9


vermeye başlamıştır.) olarak belirtebiliriz. İngilizce’de “enlightenment”, Fransızca’da “l’Age de lumiéres” Almanca’da “Aufklärung” ve İtalyanca’da “Illuminismo” olarak ifade edilen terim, Türkçe’de “Aydınlanma” olarak karşımıza çıkmasına rağmen zaman zaman “Entelektüalizm” şeklinde de kullanılmıştır ancak iki terimin birbirinden farklı muhtevalar içerdiği bir gerçektir ve bu farklılık, makalemize verilen başlıkla ilgili olmadığından bu konuya temas edilmeyecektir. Başlangıcının İngiliz Devrimi, zirve çağının Fransız Devrimi olduğu genel kabulü ile aydınlanma; toplumsal, siyasi ve kültürel açıdan Batı burjuvasında yapılması gereken köklü değişiklerin bütünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu toplumsal yapı değişikliklerine yapılan göndermelerin arka planında bulunan felsefe, insanın geleneksel görüşlerden, yetkelerden, bağlılıklardan vb. kurtulup yalnızca akla dayalı bir biçimde yaşamı kavrama ve düzenleme çabasını ifade eder [1]. Dolayısıyla aydınlanma için basitçe, bağımsız düşünme temeline dayanan aklı doğru kullanabilme eğitimi denilebilir. Aydınlanma felsefesine göre insanın mutlak anlamda tek rehberi akıldır ve akıl, mantık ve bilimle eğitilip geliştirilebilen ortak bir yetidir [2]. Fakat toplumu oluşturan bireyler, ortak bir akıl kullanma yetisine sahip olmalarına rağmen toplumsal ve kültürel -hatta son süreçte bunlara küresel de eklenebilir- çevrelerin otoriter etkilerinin olması, bu yeteneğin herkes tarafından özgürce kullanılmasını kişinin bilişsel rehavete olan isteğiyle doğru orantılı olarak engeller ve bunun sonucunda da bazı kimseler, kendilerini bu otoriteye teslim etmeyi tercih ederler. Bütün bunlarla birlikte, toplumda hâkim olan otoriteler arasında çıkar çatışmaları peydah olabilir. İşte bu noktada Cevizci (2002), “Bu otoritelerden bağımsız olarak kendi aklını özgür bir biçimde kullanan bir kimse, bireysel ve toplumsal mutluluğu elde eder.” der [2]. Dolayısıyla kişi, aydınlanma yolunda önemli bir adım atmış olur. Aydınlanmanın Alman temsilcisi olan Immanuel Kant’a göre; “aydınlanma, insanın kendi suçuyla düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan, kendi suçuyla düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil; fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapere aude! ‘Aklını kendin kullanmak cesâretini göster!’ sözü, Aydınlanma’nın parolası olmaktadır.” [3]. Aydınlanmanın sosyal, siyasal ve toplumsal açıdan değerlendirilmesini istersek; döneminin Prusya Kralı II. Friedrich’in aydınlanma çağına uygun icraatlarından da etkilenmiş olan Kant’a göre; “Özgür düşünme ve eyleme, yönetimlerin; yâni, hükümetlerin ilkelerini de etkileyecek ve

10


kendilerine göre insanı kullanarak onu sömürebilecekleri ya da ondan yararlanabilecekleri düşüncesi, makineden fazla bir şey olan insanın onuruna uygun davranma düşüncesine dönüşecektir.” [3]. Daha da önceye, Rönesans dönemine gidersek, Batı dünyasını büyük bir baskıya alan kilise feodalitesinden kurtulma çabalarının da konumuzla doğrudan ilgisi olduğunu görürüz. Bu dönemde insanlar, bilginin tek bir yerden gelmediğinin, aksine daima var olan bilginin, ancak kişi tarafından düşünerek ve araştırarak ortaya çıkarabileceğinin farkına varmıştır. Bir anlamda bilgi, laikleşmiştir. İşte bu durum, kilisenin haricinde ve hatta onun bilgisine aykırı bilgilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu bilgileri ortaya çıkaranlar da modern anlamda “aydın” kişiliklerin ilk örneklerini teşkil edebilirler. Dönemde üniversiteler gelişmiş, kiliseden bağımsızlaşılmış, toplumun sınıf düzeyi genişleyerek farklı ortamlardan gelen kişiler, toplumda hakim sınıfı oluşturan feodal yapının dışında kendiliğinden bir sınıf daha oluşmuş ve buna da “aydın sınıfı” adı verilmiştir [4]. Aydın zümresindeki kişiler, bağımsız akıl ve onun ürünü olan düşüncenin mutlak savunucuları olmuşlardır; sürekli fikirler üreterek dönemin kilise ve egemen toplum sınıflarına karşı toplumsal eleştirinin önemli birer temsilcisi haline gelmişlerdir. Buradan çıkarılacak bir sonuç olarak diyebiliriz ki bilim, doğayla alakalı bir konuda ilgili verilerin elde edilmesi sonucu, deneysel ve gözlemsel metotlar yardımıyla belli çıkarımlar yapmayı ve genel doğa yasalarına ulaşmayı amaçlar. Bu noktada bilimi gerçekleştirebilmek için bir bilimsel düşünceye ihtiyaç vardır ve onun temelini de akıl oluşturur. Tıpkı doğa bilimlerinde olduğu gibi insanı (psikoloji) ve toplumu (sosyoloji) konu alan bilimsel sahalarda da aynı şey amaçlanmalıdır. Elbette aklın özgür ve doğru metotlar ile kullanılması sayesinde… Aklın özgür kullanımını temel alan aydınlanma, amaçladığı ürünlere ulaşabilmek için doğru metotlar kullanmalıdır. Bu metotların kullanımında ise eğitim, çok önemli bir belirleyici olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat bu eğitimin herkese eşit olarak arz edilmesi hususunda farklı görüşler mevcuttur. Örneğin; “Helvetius, insanların yetileri bakımından doğuştan eşit olduklarını ama ‘eğitim farklılığının zihinsel eşitsizliği doğurduğunu’ belirtip uygun ve yaygın bir eğitim yoluyla bu eşitliğin yeniden kurulacağını ileri sürerken Diderot, Helvetius’un bu görüşünü benimsemez. Çünkü ona göre, insanlar arasında beyinleri, darlıklar karakterleri bakımından doğuştan gelme farklılıklar vardır. İki insanın aynı eğitime aynı tepkiyi göstermemesinin nedeni bu farklılıklardır [5].” Sonuç olarak aydınlanma düşünürlerinin ortak kaygısı ve önem atfettikleri konu eğitimdir ama ‘kim eğitilmelidir?’ sorusuna verilen cevap değişkenlik göstermektedir. Kimi düşünürler bütün bir halkın eğitilmesinden yana iken bir kısmı ise çeşitli faktörlerle okuma-yazma oranı bile çok düşük olan bir halkın en azından yakın dönemde eğitilmesi çok zor olduğunu ve aydın zümresi için böyle bir enerji aktarımının, büyük bir 11


vakit kaybına neden olacağını savunmaktadırlar. Dolayısıyla eğitimle, o dönemde –belki de yer yer günümüzde de - ayak takımı‘, ‘bağnaz’ ve/veya ‘kitle’ olarak tanımlanan güruhtan herhangi bir olumlu geri dönüş beklentisi olmamaktadır ve bu noktada karşımıza seçkinci bir yaklaşım çıkmaktadır. Türk Aydınlanma Süreci: “Aydın, fedakârlığı öğretir ve topluma asıl yönünü gösterir; tereddütleri kaldırır, varoluş damgasını basar ve hareket yolunu aydınlatır.” Ali Şeriati Türk aydınlanma sürecinin Tanzimat Dönemi ile başladığını görmekteyiz. Öncesinde Osmanlı Dönemi’ni incelediğimizde bugünkü anlamıyla bir aydın sınıfından bahsedemeyiz. Orada sadece arif, âlim gibi sınıflandırılabilen düşünürler ile “halkla bütünleşmiş” bir ulema zümresi vardır. Halkla bütünleşmiş ifadesini Cemil Meriç şu şekilde ifade etmektedir: “Ulema, halkın vicdanı, arzusu, öfkesi, sağduyusu ve sesidir. Ulema ayrı bir sınıf değil; halkın kendisidir” [6]. Bu anlamda Türk aydınlanması dediğimizde anlamamız gereken üç farklı dönem olmalıdır. Bunlar; Tanzimat Dönemi, Cumhuriyet Dönemi ve Çağdaş Türkiye Dönemi şeklinde sıralanabilir. İlk iki dönem Türkler için aydınlanmanın temelini oluşturur. Yeni bir devlet kurmanın temellerinin atıldığı ve eylemin gerçekleştirildiği zaman diliminde yaşayan aydın zümresi, dönemlerinin tüm zorluklarını üzerlerinde ve aydınlanmanın gerçekleştirileceği her alanda hissetmişlerdir. Dönemle ilgili bilinen şey, Batı’nın toplum ve toplumun aydınlanma süreci üzerindeki baskıcı tavrının oldukça şiddetli olduğudur. Bu konuda Yaşar (2011)’a göre; “Tanzimat Dönemi ve sonrasında gerçekleştirilen bütün iyileştirme çabaları ve düşünsel mücadeleler mutlak bir mağlubiyetin ardından gerçekleştiği için dağılma sürecine sürekli millî değerlerin aşağılandığı ve bu değerlerden duyulan mahcubiyete çoğunlukla nefretin eşlik ettiği bilinmektedir. Aslında Türk aydının ortaya çıkmasında etkili olan olaylar Batı’da olduğu gibi geleneksel yapıya yerleşen radikal dinamiklerin sarsıcı etkileriyle değil, Batı karşısındaki mağlubiyetlerin sonucu geride kalmışlık hissinin yaygınlaşmasıyla birlikte gelişmiştir” [7]. Çünkü dönemde aydınlar belli bir takım düşünceler üretmek durumundadır; bu düşüncelerin üretilmesiyle ilgili olaylar Batı kaynaklıdır. Bu 12


da onların öncelikle menşei Batı olan eserler okumalarına neden olmuştur. Sonrasında halktan kopuşlar, beraberinde 19. Yüzyılda yönetim politikalarında batılılaşmanın benimsenmesi gibi durumlar Türk aydınında halktan ne kadar uzak durulursa o kadar çabuk Batı medeniyetine entegre olunacağı ve ilerleme sağlanacağı bu sayede de gelişmiş ülkeler seviyesine çıkılabileceği yönünde inanışlar meydana getirmiştir. Sonuçta da Tanzimat aydınları ile Anadolu insanı arasında kocaman bir duvar örülmüştür. Birbirini anlamayan iki gruptan biri boğaz kenarındaki yalılarında Batılılaşma hülyası içinde bohem bir yaşantı içindeyken Anadolu insanı gittikçe fakirleşmeye, sömürülmeye ve cehalete doğru savrulmuştur. Turhan, halkın tavır ve zevklerinden uzak durmayı marifet sayan dönem aydınlarının kültürel hoyratlığından bahsetmektedir. Başka bir ifadeyle halkın medeniyet anlayışı ile aydınların medeniyet anlayışı arasında büyük bir uçurum oluşmaktadır [8]. 20. yüzyıla gelindiğinde Türk aydınında hâlâ kimlik arayışının devam ettiğini görürüz. Dönemin aydınları, halktan kopuk bir aydınlanma mı yoksa halka doğru ve halkla iç içe bir aydınlanma mı, ikilemi içindedir. Halka doğru bir aydınlanma sürecini benimseyenler arasında Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Halide Edip, Hamdullah Suphi gibi isimleri ve dönemde kendisine yer bulan Türk Ocağı gibi kuruluşları görmekteyiz. Hatta dönemin görüşüne bir örnek vermek gerekirse; Yusuf Akçura "Halka" başlıklı yazı dizisinde "Biz Halka Doğru diye ad taktığımız bu cerideyi halk için, halka faydalı olmak için çıkarıyoruz" diyordu. Akçura'ya göre "halkın, yani köylü ve esnafın, mektepler, cemiyetler yapabilmesi için önüne düşüp yol gösterecek okumuş adamlara ihtiyaç" vardı [9]. Türk Ocağı ilk açıldığı günden beri gençleri Anadolu'ya yöneltmiştir. Oraya gitmek, gezmek, öğrenmek, anlamak ve sevmek yönünde telkinlerde bulunulmuştur. Bu noktada şiirler, yazılar kaleme alınmıştır. Dönemde edebiyattaki aydınlanmada da Ziya Gökalp’in başı çektiğine şahit oluruz. Bunun yanında Ömer Seyfettin, Ali Canip gibi isimlerin kendisine eşlik ettiği ve hedeflerinin dilde Türkçeleşme’nin sağlanması olduğu bilinen bir gerçektir. Çıkarılan Genç Kalemler Dergisi bunun en güzel örneklerinden biridir. Beraberinde Halka Doğru dergileri, Türk Yurdu dergileri de Türk aydınlanmasının halkla bütünleşik yapısının temel taşları olmuştur. Aydınlanma ve Popülizm: “İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlak yozlaştırır.” Lord ACTON Rusya, özellikle de 19. Yüzyılda dünya üzerinde gelişmekte olan ülkelerin ideolojilerinde insan kategorileştirmeleri yapmaları bakımından önemli bir kaynak olmuştur. Bu durumun kuramsal olarak şekillenebilmesi için iki temel ayak vardır. Bunlar entelektüel ayak ve siyasal ayaktır. Bu iki kesitte de birbiri ile kopukluk yaşayan halk ve burjuva kesimlerinden halk tarafının ön plana çıkarılmasında önemli bir politik duruş olarak popülizmi görmekteyiz. 13


Popülizm, temelleri Çarlık Rusya’sına dayanan bir tavır hareketidir. Bu anlamda Lenin’i ilgili geleneği, kuramlaştırıp himayesi altına aldığı Asya ülkelerinde pratik uygulamalarını yaptığını görmekteyiz. Hatta “İki Ütopya” isimli eserinde de benzer pratik çalışmalara yer verdiğini görürüz. Bununla birlikte her ne kadar popülizmin anavatanının Rusya olduğunu düşünsek de popülizm, özellikle 20. Yüzyıl Türkiye’sinde var olan “Halkçılık” hareketi ile ilk ve önemli örneklerini sunmuştur. Ayrıca popülizm terimi 1870-1890’lı yıllarda ABD’de meydana gelen çiftçi hareketleri ile karşımıza çıkmaktadır. Doğu ve Batı arasındaki bilime bakış yönünde bulunan farklılıklardan olsa gerek terimin kuramsallaştırılması Edward Shils, Peter Worsley, Jean Leca vb. birçok yazar sayesinde olmuştur. Bununla beraber London School of Economics and Political Science'da düzenlenen bir tartışmada da popülizm, enikonu irdelenmiştir [10]. Bununla birlikte popülizm kimi yazarlara göre farklı boyutları bulunması itibariyle bir tek tanıma indirgenemezken kimisine göre de geniş içerikli bir tanımlama yapmak mümkündür. Birkaç popülizm tanımı vermek gerekirse; “Popülist hareketler, hızlı ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal değişikliğin baskısına, var olan siyasal yapıdan yabancılaşmış entelektüeller başta olmak üzere, başkaldıranların ya da tepki duyanların tüm halkın çıkarları için iktidarı hedefledikleri hareketlerdir. Bu hareketler halktan, özellikle faziletin yuvası olarak değerlendirilen arkaik kesiminden, kaynaklanan basit ve geleneksel biçim ve değerlere dönme ya da bunları benimseme inancı bu hareketlerin temel niteliğidir.” Amerikalı sosyolog Shils'in Worsley'le paylaştığı bir başka tanıma göre popülizm iki ilkeye yaslanır: “Her türlü siyasal standardın üstünde "halkın iradesi"nin önceliği, liderlerin, ara siyasal kurumları aşarak kitleyle doğrudan teması. Fransız siyaset bilimcisi Leca popülizmin şu unsurlardan oluştuğunu savunur: “kentin, kent cazibesinin ve onun yozlaşmış liderlerinin "kirletmediği" basit insanın faziletlerine körü körüne bağlılık; her türlü iktidara güvensizlik; siyasetçiyi ve resmi kisve taşıyanı, bürokratı küçümseme.” [10]. Yukarıda da bahsettiğimiz, gelişen ve gelişmekte olan ülkeler açısından iki tür popülizmden biri “entelektüel popülizm” diğeri “siyasal popülizm”dir. Birçok yazarın “Nadorizm” olarak da ifade ettiği entelektüel popülizm, kapitalist gelişme sürecine geç entegre olan toplumlarda kendini gösterir. Kapitalistleşme, ABD’nin büyük katkısı sonucu toplumlarda kendini hâkim kılması geciktiği için sonradan eklemlenmeye çalışan toplumlarda bazı sancılara sebep olur. Siyasetten ekonomiye, kültürden ideolojilere kadar geniş bir yelpazede karmaşalara, düşünce çarpışmalarına ve ideolojik tepkilere neden olur. Dolayısıyla dönem içinde çeşitli sahalarda meydana gelecek olan değişikliklere karşı, kendi çağdaşlaşma algıları çerçevesinde milli reflekslere sahip modernistlerin tepkileri oluşur. Bu duruma en iyi iki örnek; II. Meşrutiyet yıllarındaki 14


ekonomik tabanlı yenileşmede İttihatçılar'ın Ankara'ya heyet gönderip Ahi örgütlerini inceletmeleri ve Gökalp'in siyasal yapıyı çağdaşlaştırma sürecinde loncaları Millet Meclisi'ne göndermesi gösterilebilir. Türk entelektüel popülizmine genel itibariyle “halkçılık” diyebiliriz. Popülizm araştırmaları içinde “Türk Halkçılığı” ne yazık ki uluslararası ölçekte kendisine hak ettiği ölçüde yer bulamamıştır. Fakat halkçılık, hem popülizm başlığına hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşuna büyük katkılar sağlamıştır. Bilim tabanlı bir bakış açısıyla diyebiliriz ki gelişmişlik düzeyi nispeten geride olan toplumlarda belli bir burjuva sınıfı oluşturulamadığı için adına intelijansiya denilen aydın zümresi, toplum üzerinde hâkimiyet açısından çok daha etkin bir rol oynayarak milletin yapı taşlarının oluşturulmasını sağlamaktadır. Türk Halkçılığı, Osmanlı Narodniği, Tanzimat Aydınları ya da “Halka Doğru Gidenler” bu çerçevede değerlendirilmelidir. Osmanlı Tanzimatı ve devam eden süreçte geleneksel elit denilen sarayın her geçen gün daha da güçsüzleştiği ve burjuva kesim denilebilecek güruhun da Gayr-i Müslim olduğu düşünüldüğünde siyasi ve sosyal hâkimiyet alanı otomatik olarak Türk İntelijansiyası’na kalmıştır. Bu dönemsel bir şans olarak nitelendirilebilir olsa da esasen doğru bakış açıları geliştiremeyen, millet faydasında düşünsel ürünler ortaya koyamayan ve etkili adımlar atamayan bir grubun elinde heba olan bir millete ve kaybolup giden bir tarihe de dönüşebilme ihtimali yüksektir. Şükür ki Gökalp, Akçura, Ağaoğlu, Köprülü, M. Şemsettin Günaltay, Memduh Şevket Esendal gibi bizim (bugün küçük sayılabilecek bir grubun fikirlerini devam ettirdiği) aydın zümremizin doğru tahliller yapıp doğru teşhisler koyduğu gerçeğini de göz ardı etmememiz gerekir. Siyasal popülizm ise “köylü severlik” ya da “halkı kutsama” olarak tabir edilebilir. Bizde buna “köycülük hareketi” örnek olarak gösterilebilir. Köycülük hareketinin entelektüel boyutu oldukça etkili olmuştur. Bizim toplumumuzdaki ekonomik sınıfsal düzeylere bakıldığında en geniş alanı köylülerin kapladığı görülmektedir. Aynı zamanda köylüler, milleti oluşturan kültürel geleneklerin en önemli taşıyıcıları hatta omurgasıdır denilebilir. Bu anlamda popülist tavır hareketi içinde köylüler oldukça büyük önem taşımaktadırlar. Dolayısıyla popülistler için ya da bizdeki ifade biçimi olan halkçılar yahut daha makro seviyede milliyetçiler (milliyetçiler popülisttir iddiasında bulunulmaksızın) için köycülük, bir milletin varlığının kabul ettirilmesi ve devamlılığı açısından elzem bir unsur konumundadır. Ülkemizde Türk siyasal popülizminin özelde de köycülük hareketinin en belirgin örneklerinden birkaçı; bu fikri ABD’de eğitim aldığı zamanlarda benimseyen Nusret Kemal Köymen’in çıkardığı Ülkü Dergisi, tek partili dönemde varlık gösteren Atsız Mecmua, Türk Yurdu, Halka Doğru ve Türk Sözü dergileri, Fethi Tevetoğlu'nun Samsun'da yayınladığı Kopuz Dergisi olabilir. 15


Özellikle Hüseyin Nihal Atsız’ın "İnkılap köyde olur, köyde doğar, köyde büyür”, "Damarlarımıza alnının terini ve midemize emeğinin ekmeğini veren köylümüzün izdırabına karışmak borcumuz" ve “demokrasiye inanıyor ve milletimizi yükseltmek istiyorsak halkımıza tapalım ve dediklerini yapalım.” gibi ifadeleri Cumhuriyet Dönemi Türk aydınının popülist yaklaşımlarına verilebilecek en iyi örneklerdendir [10]. Sonuç: “Cumhuriyet fikir serbestliği taraftarıdır. Samimi ve meşru olmak şartıyla her fikre saygı duyarız.” Mustafa Kemal ATATÜRK Esasen temelini eleştirel bakış açısının oluşturduğu aydınlanma, bu yazıda bilimsel ve popülist açıdan değerlendirilmiş, hem kavramsal olarak hem de eylemsel olarak dünya ve ülkemiz tarihinde yer alan örnekleri savunucuları ile birlikte incelenmiştir. Ayrıca özellikle Türk toplumundaki yansımaları daha da detaylandırılmaya gayret gösterilmiştir. 20. yüzyıl Türk aydınlanması, bir anlamda türlü zorluklar içinde yeniden inşa edilmeye çalışılacak olan bir devletin temellerinin atıldığı ve aydınlanmanın anlama ve biçimlendirilme aşamasında çeşitli akıl karışıklıklarının giderilmesi için bir umut ışığı olduğu bir aydınlanma hareketidir. Edebiyattan sosyal yaşama; ekonomiden siyasete hayatın her alanında kendini hissettirmeyi başarmıştır. Öyle ki dönemde var olan fikirler kurulacak yeni Türk Devleti’nin tartışmasız tek önderi olan Mustafa Kemal Atatürk’ün de rehberi olmuştur. Atanın “Benim fikirlerimin babası Ziya GÖKALP’tir.” Sözünden de bu durum anlaşılmaktadır. Türkiye’de aydınlanma, özellikle de popülist aydınlanma hareketini iki evrede incelemek gerekmektedir. Birincisi Cumhuriyet öncesinde başlayıp Tek Partili Dönem’in sonuna kadar devam eden süreçtir ki bu zaman diliminde ekseriyetle “entelektüel popülizm” denilen tavır sergilenmiştir. Aydınlanmanın eleştirel ve özgür akıl kullanımı olduğu bilincinden vazgeçmeden “halkçılık” olarak tanımlanan bir popülist refleks geliştirilmiştir. İkincisi “siyasal popülizm” safhasıdır ki bu da çok partili dönemle başlamıştır denilebilir. Demokrat Parti döneminden başlayan siyasal popülizm sürecini Demirel ve Özal dönemleri devam ettirmiştir. Bir takım kendine özgü formalara evrilse de siyasal popülizm günümüze kadar varlık sürdüren ve muhtemelen sürdürecek olan bir harekettir. Fakat her dönem kendi popülistik anlayışını devreye sokmuştur. Bu sebeple Türkiye’de popülizm irdelemesi yapabilmek için her bir dönemi kendi başına ele alarak değerlendirmek ve döneler arası karşılaştırma yapmak gerekmektedir. Bütün bunlarla beraber popülizmin entelektüel ve siyasal boyutu da karşılaştırmalı olarak incelemeye açık bir konudur.

16


KAYNAKÇA 1. AKARSU, Bedia, (1998). Felsefe Terimleri Sözlüğü, İstanbul: İnkılâp Kitabevi. 2. CEVİZCİ, Ahmet, (2002). Aydınlanma Felsefesi, Bursa: Ezgi Kitabevi. 3. KANT, Immanuel, (1984). “‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusuna Yanıt”, Seçilmiş Yazılar, İstanbul: Remzi Kitabevi. 4. ÖZLER, İbrahim, (2000). “Cemil Meriç’te Aydın Problemi”, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum. 5. AĞAOĞULLARI, M. Ali, ERGÜN, Reyda, ÇULHA ZABCI, Filiz, (2006). “Kral Devletten Ulus Devlete”, İstanbul: İmge Yayınevi. 6. AKÇURAOĞLU Yusuf, "Halka," Halka Doğru, cilt 1, sayı 22, 5 Eylül 1329. 7. YAŞAR, Ö. (2011). Ziya Gökalp, Hilmi Ziya Ülken ve Erol Güngör Örneğinde Dine Yaklaşımları ile Türk Aydını. (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi). Dumlupınar Üniversitesi, Kütahya. 8. Turhan, M. (2001), Kültür ve medeniyet, Türkiye Günlüğü, 67, 85-93. 9. TOPRAK Z., (1995). “Türkiye'de Aydın, Ulus-Devlet ve Populizm,” Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, der: Sabahattin Şen, İstanbul; Bağlam Yayınları, s. 39-81. 10. TOPRAK Z., (1992). “Popülizm ve Türkiye’deki Boyutları, “ Tarih ve Demokrasi Tarık Zafer Tunaya’ya Armağan, İstanbul; Cem Yayınları; Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği, s. 41-65.

17


"Atatürk hâlâ önemli mi bizim için? Çok önemli. Çünkü Atatürk adını sil, yerine akıl yaz, akılsız hiçbir şey yapamazsın, aklın olmadan atacağın her adım seni felakete götürür. Aklının seni iyiye götüreceğinin garantisi yoktur, ama orada adam gibi bir şey yapma ümidin, aklını paranteze alarak yaptığından çok daha fazladır. Atatürk, bunun için önemlidir. Atatürk bize aklın neler yapabileceğini göstermiştir. Bunun mümkün olduğunu göstermiştir; ama “Ben böyle diyorum, böyle yapın” dememiştir. Bilakis, “Ben hiçbir şey söylemiyorum” demiştir. Biliyor musunuz, Atatürk’ün bütün yazdıkları, yaptıklarından sonradır, “Onu yapacağım, bunu yapacağım” dememiştir. Marx gibi kâhinlik etmemiştir. Hitler gibi niyetlerini ortaya döken kitaplar yazmamıştır. Bütün yazdıkları, yapacaklarını yapıp işini bitirdikten sonra verdiği hesaptan ibarettir. Atatürk bugün önemli mi, Atatürk bugün ilgili mi bizimle, yani Atatürk’ü düşünmek zorunda mıyız? Tekrar ediyorum, Atatürk adını sil, yerine akıl yaz ve bu soruyu tekrar sor. Akıl önemli mi bizim için, aklımızı kullanmak zorunda mıyız? Buna verilecek cevap neyse, Atatürk’ün bugün bizimle ilgili olup olmadığı, onun adını hatırlayıp hatırlamamız, onun yaptıklarından ders alıp almamamız gerektiği ortaya çıkacaktır. Kendisinin de söylediği budur. Peki, Atatürk hata yapmadı mı? Çok. Bir tane de değil, pek çoğundan döndü, kendi keşfettiklerinden döndü, belki dönemedikleri de vardır ama bu bir insanın kötü niyetini göstermez. Aksine, fark edip döndüğü hatalar onun iyi niyetinin en açık işaretidir. Hataları var dedik Atatürk’ün. Kendisinden sonra yerine kimin geçmesini istediğini sorduklarında “hiç kimseyi” demiş. Bu çok önemli ve üzerinde düşünülmesi gereken bir cevaptır." Yukarıdaki satırlar Ka Kitap tarafından 2016’da yayımlanan A. M. Celâl Şengör'ün Atatürk'ü farklı yönleriyle anlattığı "Dâhi Diktatör" isimli tarih kitabında yer almaktadır. Yazar hayata bakış açısı olarak bilimi ön planda tutan ABD Ulusal Bilimler Akademisi'nin ilk Türk yabancı üyesi seçilmiş ve Rus Bilimler Akademisi'nin Fuat Köprülü'den sonra seçilen ilk Türk üyesi jeoloji profesörü olma hakkını da almıştır. Çok sayıda uluslararası bilim ödülüne de sahiptir. Ulu Önder’in farklı bir bakış açısıyla anlatıldığı kitap diktatörlüğün tanımıyla başlanıp Ulu Önder’in izlediği yol, tarihi ve bilimsel açıdan 18


değerlendirilmelerle ele alınmaktadır. Söyleşi tadında kaleme alınan tarih kitabı iki kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısımda Atatürk'ün düşünce yapısı, bilimsel yöntemleri anlatılırken olaylar karşısında izlediği yol örnekler verilerek anlatılmaktadır. İkinci kısımda ise daha çok yaptığı devrimlerden ve bu devrimlerin gerekçelerinden bahsedilmektedir. Yazarın kendi hatıralarının da yer aldığı satırlarda Atatürk'ün Türk algısının üzerinde sıklıkla durulmaktadır. Aralarda Atatürk fotoğraflarının da bulunduğu kitap Dahi Diktatör ’ün mükemmeliyetçi yönünden ziyade hatalar da yapabileceğini bizlere göstermektedir. Fakat kitapta hatalarında direten bir Atatürk'ten ziyade hatalarını gören ve düzelten bir liderden bahsediliyor olması da ayrıca önemlidir. Geniş bir perspektiften bakılarak yazılmış olan kitapta Atatürk için yerine göre eleştiriler yapılmakta, yerine göre de methiyeler dizilmiştir. Fakat kitap yazarın samimi anlatımıyla Atatürk'ü bilimsel anlamda tanımak isteyenlerin ellerinden bırakmak istemeyeceği bir kitaptır. İyi okumalar.

19


Orta Çağ’ın derebeylikleri Yeni Çağ’ın burjuvazisini doğurdu; Yeni Çağ’ın burjuvazisi Yakın Çağın halk hareketlerini… Bu tek tip bir zincirleme reaksiyon değil elbette, ancak birbirleri ile sıkı sıkıya bağlı neden-sonuç ilişkileri kurulu, her biri arasında. Avrupa’nın hâkim sözü olmaya çalışan İngiltere, bu uğurda çok güç ve para harcamış, kaybettiği gücü yenileyebilmek için gözünü kolonilere dikmişti. Altın yumurtanın kaynağı Amerika’ydı; bu nedenle Yeni Kıta, İngiltere’nin ağır vergilerine ve baskı yönetimine maruz kalıyordu. Tüm bu süreç Amerikan bağımsızlık hareketini tetiklemişti. Üstelik daimi düşman Fransa, Amerikan hareketini İngiltere’ye karşı için içten içe destekliyor, isyancılara para ve silah yardımı yapmaktan geri durmuyordu. Nihayetinde Benjamin Franklin ve Thomas Jefferson gibi bir avuç adam, 4 Temmuz 1776 tarihinde Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni ilan ettiler. Despotizme karşı halk direnişi, özgürlük ve adalet gibi kavramlar bu bildirge sayesinde Fransız aydınlar arasında yeniden can buldu. Ve sadece 13 yıl sonra, 14 Temmuz 1789’da Fransız İhtilali, ünlü Bastille Baskını ile vücut buldu (Sencer,1987, 88-97). Özgürlük, eşitlik, kardeşlik sözleri tüm dünyada ağır ağır ilerliyordu. Artık her şey “halk için” ve “halka doğru” olmalıydı… Türk Ocaklılarca Meşrutiyet yıllarında çıkarılan “Halka Doğru” dergisi, işte böyle bir düşüncenin ürünüydü… Popülizm Nedir? Etimoloji ve Tanımlama Latince “Halk” anlamına gelen “Populus” sözcüğünden kökünü alan Popülizm, en basit ifadeyle “Halkçılık” şeklinde nitelenebilir. Popülizm teriminin siyasal anlamda karşılık bulduğu ilk hareket, XIX. Yüzyılın son çeyreğinde ABD’de gerçekleşti. Cumhuriyetçiler ve Demokratlar karşısında üçüncü bir yol olarak ortaya çıkan “Halkçılar” grubu, işçi sınıfı vurgusu yapan siyasal bir parti haline dönüştü. Popülizm’in ilk gelişkin örneği ise Rusya’da ortaya çıkan “Narodnik” hareketi oldu. “Narod” yani halk sözcüğünden gelişen bu terim, “Halkçı” veya “Halk Dostları” gibi anlamlarda kullanılmıştır. Narodnikler, burjuvazinin ve otokrasinin yıkılmasını ve toprağın köylüye verilmesi gerektiğini savunuyorlardı. Narodnikler, devrimin esas gerçekleştiricisi olarak “Proletaryayı” değil köylüyü görüyorlardı. Çünkü proletarya, Kapitalist sistemin ücretli işçileriydi… Fakat Rusya, hiçbir zaman gerçek bir Kapitalist ülke olamazdı, bu nedenle kurtuluş ancak köylüdeydi… Bu açıdan Rus Narodnikleri, Popülizm’in bir kolu sayılabilecek Peasantism’e (Köycülük) daha yakındır (Toprak, 2013, 32-42). 20


Popülizm’in Türkiye’ye Girişi Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali Bey… Onlar, Jön Türklerin içindeki Rusya kökenli dış Türkler. Bu isimler, Popülist düşüncenin Türkiye’de yayılmasına büyük katkı sağladılar. Meşrutiyet yıllarında siyasal bir kimlik kazanan Türkçülüğün en önemli besin kaynaklarından biri Halkçılık olmuştu. Milliyetçilik, bir milletin geçmişinden geleceğine her dakikası ile ilgilenebilirdi; fakat halkçılık bugünün “milletin yaşayan dakikasının” meselelerini öne alırdı. Bu nedenle Meşrutiyet ve sonrasında Cumhuriyet, milliyetçi ülkünün yanı sıra güçlü bir “Halkçı” söylem de geliştirmişti. Ziya Gökalp, Yeni Mecmua’nın 40. sayısında yayınladığı “Türkçülük Nasıl Doğdu” başlıklı makalesinde, Türkçülüğün mürşidi olarak görülen Hüseyinzade Ali’yi şu cümleler ile ifade ediyordu: “Ali Bey, Petersburg Darülfünunu’nda iki tesir altında kalmıştı: Panslavizm, Sosyalizm. Ali Bey, Panslavizm’den Pantürkizm mefkûresini çıkardığı gibi, Sosyalizm’den de Halkçılık ahlakını aldı”. Hüseyinzade Ali Bey için Türklüğün temsilcisi Osmanlı devleti, Türkçenin temsilcisi ise İstanbul Türkçesiydi. Bu nedenle Petersburg’tan İstanbul’a gelip Tıbbiye’ye girdi. Tıbbiye sıralarında, Pantürkizm fikirlerini arkadaşlarına aktarmaya başlamıştı, ünlü Turan şiiri o günlerin mahsulüydü (Bayat,1998, 31). Bu dizeler, Turan üzerine yazılmış bilinen ilk şiire aitti. Sizlersiniz ey kavm-i Macar bizlere ihvan, Ecdadımızın müşterek menşei Turan, Bir dindeyiz, hepimiz hakperestan. Mümkün mü ayırsın bizi İncil ile Kuran? Cengizleri titretti şu âfâkı serâser, Timurları hükmetti şehin şahlara yekser Fatihlerine geçti bütün kişver-i kayser. Ziya Gökalp’in kendisi ise hiçbir zaman gerçek bir sosyalist olmadı; O, halk zümreleri arasında yardımlaşmayı ön gören Fransız Solidarizm’ini benimsemişti (Vayni, 2012, 41). Ancak Fransa’da bile Solidarizm, Sosyalizm ile devamlı dirsek teması halindeydi. Fransız ve Rus ekollerinin farklılıkları, genç Türkçülerin farklı akımlara kapılmalarına neden olsa da temel düşüncede “halk” vardı. Halka Doğru Dergisi Türkçülük fikrinin kalesi haline gelen Türk Ocakları, Halkçılık ilkesinin Türkiye’de ilk uygulayıcılarından biriydi. Türk Yurdu dergisi bu amaçla, doğrudan halka yönelen, halkı

21


eğitecek ve aydınlatacak yancıl bir dergi daha çıkartmaya karar verdi: “Halka Doğru Mecmuası”. İlk sayısı Nisan 1913’te yayınlayan Halka Doğru’nun künyesi şöyleydi: “Haftada bir Türk Yurdu tarafından çıkarılır. Yıllığı Osmanlı memleketi için 12 guruş, Rusya ve Acemistan için 2 ruble, başka memleketler için 5 frank. Sayısı on paraya. Müdürü Celal Sahir. İdarehane: İstanbul’da Nuru Osmaniye caddesinde 40 numerolu Türk Yurdu” (Özden, 2011, 112). Yusuf Akçura derginin amacını Halk’a başlıklı yazısında şöyle açıklar: “Biz Halka Doğru diye ad taktığımız bu cerideyi halk için, halka faydalı olmak için çıkarıyoruz”. Çünkü Akçura’ya göre “Halkın, yani köylü ve esnafın, mektepler, cemiyetler yapabilmesi için önüne düşüp yol gösterecek okumuş adamlara ihtiyaç” vardı. Derginin amacı Akçura’nın ifadeleri ile şu iki grubu buluşturmaktı: “Çalışan halk ve halk için çalışanlar”. Halkı eğiterek öğrenmeye, ilerlemeye, zenginleşmeye özendirmek; Halk içinde insani, milli, vatani duyguları yüceltmek gerekmekteydi. Bu sebeplerden ötürü ki Almanya’da, Rusya’da aydınlar yalnız kentlerde çöreklenmemiş; kasabalara, köylere giderek oralarda bu ateşi tutuşturmuşlardı. Türk aydını da bunu örnek almalı ve “Halka Doğru” gitmeliydi. Akçura’ya göre Osmanlı ülkesinde de halka doğru gidenler vardı. Ancak, bunlar Türkler değildi. Osmanlı’nın gayrimüslimleri, Sırplar, Bulgarlar, Rumlardı. Akçura, bir defasında halka doğru giden genç bir Sırp öğretmene rast gelmişti. Bu öğretmen Belgrad Öğretmen Okulu’nu bitirmiş, aynı okul mezunu eşiyle birlikte ücra bir köye giderek ilkokul öğretmenliğine başlamıştı. Aslında bu genç aydın, Sırbistan’ın büyük kentlerinden birinde kolaylıkla iş bulabilirdi. Fakat o köy öğretmenliğini yeğlemişti. Çünkü bu gencin görevi yalnız köy okulu hocalığı değil, tüm köyün, belki bütün o yörenin hocalığını yapmaktı. Bu Sırp genç yalnız yedi sekiz yaşındaki köylü çocuklara alfabe öğretmekle kalmıyor, o yörenin tümüne “adam olmayı, usullü çalışmayı, servet kazanmayı ve... Sırplaşmayı” öğretiyordu. İşte halka doğru gitmek böyle olurdu. Akçura, halka doğru giden Sırp gençlerinin çabalarının boşa çıkmadığını, son siyasal gelişmeler ile kanıtladığına dikkati çekiyordu. Osmanlı’nın Balkan Harbi’nde Sırplara yenik düşmesinin temel nedenlerinden biri, Türklerin böyle halka doğru giden, köy hocalığı eden Darülfünun mezunlarından yoksun oluşuydu. Türk toprağı alt-üst edilirken, şehit olan babaların kefenleri yırtılırken, Türk bu korkunç vahşete engel olamamıştı. Fakat artık bir ders alınmalı “halka doğru gidilmeliydi” (Toprak, 2013, 173174). Ziya Gökalp, Halka Doğru dergisinin XIII. sayısında şöyle sesleniyordu: “Yol ver bize kara Balkan, Selanik’e varacağız. Al kanları henüz akan, yaraları saracağız. Tuttu Garb’ı öç korkusu, Yürü Yürü Türk ordusu.”

22


Gökalp, “Türkçülüğün Esasları” adlı kitabında, birinci kısmın beşinci başlığını “Halka Doğru” olarak belirlemişti. Burada şunlardan söz ediyordu: “Türkçülüğün ilk esaslarından biri de şu ‘Halka Doğru’ umdesidir. Vaktiyle, bu umdeyi uygulamak üzere, İstanbul’da Halka Doğru adlı bir mecmua çıkarıyorduk… ‘Halka doğru gitmek’, ne demektir? Halka doğru gidecek olanlar kimlerdir? Bir milletin aydınlarına, fikir adamlarına o milletin ‘Seçkinler’i adı verilir. Seçkinler, yüksek bir eğitim ve öğretim görmüş olmakla, halktan ayrılmış olanlardır. İşte, halka doğru gitmesi lazım gelenler bunlardır. Seçkinler, halka doğru niçin gidecekler? Bu soruya bazıları şöyle cevap veriyor: ‘Seçkinler, halka, milli kültür götürmek için’ gitmelidirler. Hâlbuki önceki bölümde görüldüğü üzere, yurdumuzda ‘milli kültür’ denilen şey yalnız halkta vardır. Seçkinler henüz milli kültürden nasiplerini almamışlardır. O halde milli kültürden yoksun bulunan seçkinler, milli kültürün canlı bir müzesi olan halka, nasıl bir biçimde milli kültür götürebilecekler? Meseleyi çözebilmek için, önce şu noktalara cevap verelim: Seçkinler, neye sahiptir? Halkta ne vardır? Seçkinler medeniyete sahiptir. Halkta milli kültür vardır. O halde, seçkinlerin halka doğru gitmesi şu iki amaç için olabilir: 1) Halktan milli kültür terbiyesi almak için, halka doğru gitmek. 2) Halka medeniyet götürmek için, halka doğru gitmek” (Gökalp, 1968, 42). Gökalp burada seçkin olarak adlandırdığı aydın zümreyi bir “fabrika”, halkı ise milli kültürün esas sahibi olan “ham madde” olarak görüyordu. Her ikisinin buluşması, Türkçülüğün gerçek anlamda vücut bulması anlamına geliyordu. Aydının zihnindeki medeniyet fikri, halkın kültürüne muhtaçtı; ancak halk da medeniyete açtı. Halka Doğru Dergisinin İçeriği Dergi, 24 Nisan 1913 ile 16 Nisan 1914 tarihleri arasında toplam 52 sayı çıkmıştır. Derginin ilk sayısında, Halka Doğru’nun çıkarılış nedeni öyküleştirilerek anlatılmıştır. Sekiz on yazar bir rüya görürler. Rüyada yazarlar, tarlada çalışan yaşlı bir nine ile karşılaşırlar. Onunla uzun uzun konuşurlar ve neticede bu ninenin “Halk” olduğunu anlarlar. Nine yani Halk, onlara şöyle seslenir: “Ben sırası geldikçe, bütün suçları üzerine attığınız halkım. Kendi namına hüküm sürdüğünüz, hâkimiyetinin vekilleri olarak meydana çıktığınız ahaliyim, milletim. Siz, kâğıtlar içinde gömülmekten başka bir işe yaramayacak kanunlar, nizamlar yaptınız; ben kendi adetlerimi canlı kanunlar yaparak, hayatımı bu güne kadar sakladım. Siz, anlamadığım lügatlerle dolu yığın yığın kitaplar, cerideler çıkardınız… Siz beni aramadınız, ben sizi anlamadım. Artık sizden ümidimi üzdüm. Islahat diye yaptığınız, yapacağınız şeyleri dinlemeyeceğim; ben kendi kendimi okutacağım. Kendi kendimi ıslah edeceğim… Bu işi yapmak için bu gördüğünüz aç, çıplak, sıtmalı oğullarımla, zavallı yoksul kızlarımla çalışmaya niyet ettim. Siz de benim evlatlarım değil misiniz? Siz de yapma dilinizi, yalancı bilgilerinizi, boş ve faydasız gururlarınızı bırakarak bana gelir, 23


benimle beraber çalışır mısınız?” (Halka Doğru, 1329, 1-2). Yaşlı ninenin bu sözleri üzerine, derin uykudaki aydın, uyanarak halka gitmeye “Halka Doğru” dergisini neşre başlamıştır. Halka Doğru, haftalık bir dergiydi ve sekiz sayfan oluşuyordu. Türk Yurdu tarafından yayınlanan derginin müdürü Celal Sahir Beydi. Celal Bey, dergide “Uyanık” takma adını kullanmıştır. Balkan faciası üzerine yayınladığı Öç I ve Öç II şiirleri ilgi çekicidir (Karaca, 1993, 96). Derginin diğer yazarları arasında ise şu isimler vardır: Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Halide Edip, Hüseyinzade Ali, Hamdullah Suphi, Akil Muhtar, Köprülüzade Mehmet Fuat, Ziya Gökalp, Mehmet Emin, Memduh Şevket… Dergide toplam 66 şiir, 38 öykü, 3 mektup, 3 gezi, 14 tarih, 8 din, 6 sağlık, 14 eğitim ve 29 iktisat yazısı, ayrıca çeşitli haberler ve tanıtımlar yayınlanmıştır. Yayınlanan tüm içerik milliyetçi – halkçı gayeleri benimsemiştir (Güdek, 2007, 13). Türk Ocakları ve Köycüler Cemiyeti Türk Ocakları fiili olarak göreve başladığı 1911 yılından resmen kapatıldığı 1931 yılına dek iki farklı yaklaşımı daima bünyesinde barındırmıştır. Bu iki yaklaşımdan biri Türkçülüğü bir hars işi olarak ele alıp akademik olarak işleyen görüş, ötekisi Türkçülüğü Halkçı-Köycü çerçevede kitleler ile buluşturmak isteyen görüştür. Türk Ocakları bugün bu yaklaşımlardan ilkine daha yakın duran bir sivil toplum kuruluşudur. İstanbul’un işgali üzerine, salonlarda toplanmanın bir anlamı kalmadığına inan bir grup Türk Ocaklı, resmen 18 Mart 1935’te (1919) Köycüler Cemiyeti adı altında birleştiler. Cemiyetin merkezi, Cağaloğlu Acı Musluk Sokak’ta, Yunus Nadi’nin Yeni Gün Matbaası’nın üstündeki dairede idi. Cemiyet üyeleri, mütareke İstanbul’undaki sert istibdada rağmen Yeni Gün gazetesi ile iş birliği yapıp halkı bilgilendirmeye çalıştılar. Köycüler Cemiyeti’nin başkanı olan Halide Edip, amaçlarını şöyle açıklar: “Halka Doğru cereyanını bizde gazete sütunlarında, Türk Ocağı'nın salonunda, akıllı ve uslu görünmek istediğimiz dakikalarda süslü lâkırdılarımız arasında işittim… Hâlbuki ben isterim ki halkçılık bir fikir değil, bir fiil olsun.” (Üstel, 2010, 113). Cemiyet, örnek bir köy kurmayı bu köyde tarımın farklı çeşitlerini bilimsel yollarla yürütmeyi, zirai bilgiyi en iyi şekilde uygulamayı amaçlamıştır. Reşit Galip gibi pek çoğu Tıbbiyeli olan cemiyet üyeleri, Kurtuluş Savaşı sırasında halk arasına katılmış ve asker tedavisi ile ilgilenmiştir. Köycülerin bu girişimleri basında takdirle karşılanmıştır. İkdam gazetesinde yayımlanan bir makalede, XIX. yüzyıl Avrupa'sındaki Halkçı hareketler örnek verilmiş ve şöyle devam edilmiştir: “Bize gelince; Biz zaten halkçı bir memleket, umumi nüfusunun % 70'i köylerde olmasına nazaran köylerden müteşekkil bir hükümetiz. Şehir ve kasabaları bile bir büyük köy olan memleketimiz, şimdiye kadar serveti ve milli gayesini ziraatta ve köylüde olduğunu hâlâ anlamadı” (Üstel, 2010, 114-116).

24


Cumhuriyet’in Arifesinde Milli mücadele sonrasında yeniden teşkilatlanan Türk Ocakları, Anadolu’nun her yerinde halkla bütünleşmeye ve topyekûn bir halk aydınlanmasına çalıştı. Cumhuriyet’in arifesinde Köycülük faaliyetleri ile ilk dikkatleri çeken Ocak, Adana olmuştu. Adana doğumlu bir arkeolog olan Remzi Oğuz Arık’ın Türkiye Köylü Partisi’ni kurması, bu partinin 1958’de Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne ve 1969’da yine Adana’da yapılan bir kurultay ile Milliyetçi Hareket Partisi’ne dönüşmesi, yalnızca tarihi bir tesadüf olmasa gerekir. Adana Türk Ocağında Köycülük: Altın Yurt Dergisi Adana Türk Ocağı’nın yayın organı olan Altın Yurt, ilk sayısını 15 Mayıs 1923’te çıkarmıştır, derginin imtiyaz sahibi Güleklizade Ahmet Bedri, yayın müdürü ise Ferit Celal (Güven) dir. Derginin yayınlanması, eski Köycüler Cemiyeti’nin Adana ve Mersin’deki üyelerinin girişimi ile olmuştur. Bu nedenle Altın Yurt, tam anlamıyla bir Köycü politika gütmüştür. Dergi ancak 6 sayı çıkmış olmasına karşın, dolgun bir içeriğe sahiptir. Derginin en büyük girişimi, milli mücadele yıllarında Adana, İskenderun, Antakya ahalisinden şehit düşen kişileri tespit etmek, şehitlerin hatıralarını ve fotoğraflarını derlemeye çalışmak olmuştur (Bozdoğan, 2006, 44). Altın Yurt, yayın amacını 1. sayısında şu şekilde açıklamıştır: “Altın Yurt gelişigüzel intişar eden bir mecmua değil, her manasıyla Adanalı olacaktır. Köylüyle, halkla, güzel sanatlarla, Adana civarında yetişmiş halk şairleriyle, halk kıyafetleriyle, halk hikâyeleriyle meşgul olacak, en doğru tabiriyle Adana’nın harsını mümkün mertebe tespite çalışacaktır. Bunun için de Adana'nın mütefekkirleri ve gençleri Altın Yurt'un etrafında toplanmıştır”. Dergi ilk sayısında yaptığı açıklamaya sadık kalarak bu alanlarda çalışmıştır. Altın Yurt’un yayınını tetikleyen olay ise Atatürk’ün Adana Türk Ocağını ziyareti sırasında ahaliye sorduğu sorular olmuştur. Dergi bu olayı yine ilk sayısında şu cümleler ile anlatır: “Altın Yurt'un çıkarılışına bizi sevk eden başlıca saik, Gazi Paşa’nın bir konuşması olmuştur. Gazi Paşa, Türk Ocağında çiftçiler tarafından verilen ziyafet esnasında köylülerimizle sohbet ederken sözlerini tarihe naklettiler. Köylülerimize nereden geldiklerini, kimin çocukları olduklarını, buralarda kaç asırdan beri yaşadıklarını sordular. O zaman köylülerimizden birisi: ‘Ne yapalım Paşam bilmiyoruz, bizi okutmadılar ki’ dedi.

25


Gazi Paşa tarafından sorulan bu şeyleri yalnız köylülerimiz değil, birçoklarımız etrafıyla bilmiyorduk. Gazi Paşa, o gece nutuklarında sözü bu vadiye naklederek her şeyden evvel bir milletin kendisini tanıması icap ettiğini, tarihini, medeniyetini, harsını, yaptığı işlerin kudretini idrak edemeyen milletlerin, dürüst ve layıkıyla çalışamayacağını, kendisini ve mazisini bilmeyen milletlerin payidar olamayacağını izah buyurdular. Şüphesiz bu vazife de Adana gençliğine düşüyordu. Esasen Türk Ocaklarının başlıca gayelerinden birisi de her Türk’e kendi kendini iyice tanıtmasıdır. Ocaklar bunu neşriyatla, konferanslarla, sinema, kitap ve mecmualarla temine çalışacaktır. Adana Ocaklıları, bugün bu vazifeye Altın Yurt’la başlıyorlar. Mesaimizde Tanrı’nın inayetiyle, münevverlerimizin, gençliğin yardımıyla muvaffak olacağız”. Cumhuriyet’i Takiben Türk Ocakları, Cumhuriyet’in ilanı sonrasında hızla gelişen Türk devrimlerinin en önde gelen uygulayıcıları arasındaydı. Ocak, bu konuda, halkçılığın esas kurucusu ve uygulayıcısı olan Cumhuriyet Halk Fırkası ile işbirliği halindeydi. Modern tarımdan, halk sağlığına, okur-yazarlıktan, kılık kıyafete Ocaklar hemen her konuda halka yardımcı oldular, halk için çalışmayı milliyetçiliğin ön koşulu gördüler. Kurultay zabıtlarında Köycülük faaliyetleri için ayrı başlıklar ayırdılar (Türk Ocakları, 1931, 5). 1931 Yılında Ocakların kapanması ile bu görev Halkevleri tarafından sürdürüldü. Ocakların kurduğu teşkilatlanma yalnız köycülük - halkçılık alanında değil diğer tüm alanlarda Halkevlerine örnek olmuştu (Şimşek, 2002, 85). 1938 yılında Halkevleri genel kurulunca kabul edilen nizama göre, “Köycülük Şubesi” Halkevlerinin önemli bir organıydı. Bu şubenin görevleri ilgili yayında şu şekilde belirtilmişti: “Köycülük Şubesinin esas ödevi, köylerin sağlıksal, sosyal, bedii gelişimlerine ve evrimlerine, köylü ile şehirli arasında karşılıklı sevgi ve dayanışma duygularının kuvvetlenmesine çalışmaktır. Şube yakın köylüleri imkân olduğu kadar sık ve çok olarak Halkevi genel müsamerelerine ve Halkevi üyelerini de uygun mevsimlerde köylerde hazırlanacak kır bayramlarına çağırmak sureti ile sevişme ve anlaşma sebep ve araçları hazırlar.” (Halkevleri, 1938, 18). Türkiye’de Köycülük hareketinin zirvesi ise 1940’larda Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla yaşanacaktır.

26


Kaynakça Bayat, A. H. (1998). Hüseyinzade Ali Bey. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi. Bozdoğan, A. (2006). Türk Ocağının Taşra Dergileri. Ankara: Türk Ocakları Ankara Şubesi Yayınları. Gökalp, Z. (1968). Türkçülüğün Esasları. İstanbul: Varlık Yayınları. Güdek, O. (2007). Halka Doğru Dergisi, Tahlili, Fihrist, İnceleme, Seçme Metinler (YLT). İstanbul: Fatih Üniversitesi. Halka Doğru. (1329). “Halkın Dedikleri”. Halka Doğru, 1(1),s. 1-2. Halkevleri. (1938). CHP Halkevleri Örneği, Genyönkurul Tarafından Hazırlanmış Genbaşkurca Kabul Edilmiştir. Ankara. Receb Ulusoğlu Basımevi. Karaca, N. (1993). Celal Sahir Erozan. İstanbul: MEB Basımevi. Özden, M. (2011). “Bir Halkçı Münevverler Platformu Halka Doğru Dergisi”. Millî Folklor, (23) 89, 109-119. Sencer, M. (1987). “İnsan Hakları Açısından Amerikan Devrimi”. İnsan Hakları Yıllığı, Cilt 9, 85-126. Şimşek, S. (2002) Bir İdeolojik Seferberlik Deneyimi Halkevleri. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi. Toprak, Z. (2013). Türkiye’de Popülizm. İstanbul: Doğan Kitap. Türk Ocakları. (1931). Merkez, Murakabe, İlim Ve Sanat Heyetlerinin 931 Fevkalade Kurultayına Arzedilen Raporlar ve Plânçolar. Ankara: T.O. Matbaası. Üstel, F. (2010). Türk Ocakları. İstanbul: İletişim Yayınları. Vayni, C. (2012). “Ziya Gökalp’in İktisadi Görüşleri”. Sosyoloji Konferansları, 46 (2), 3543.

27


Siyasetin tarih üzerindeki ‘vesayeti’ni kıran yegâne unsur, tartışmalara nihayet verdirme gücü olan belgelerdir. Yıllardan beri süre gelen ve politikleşen çatışmalardan, uluslararası arenadaki birçok tarihsel açmaza kadar sıralanabilecek sorunlar sarmalının kesin çözüm noktası olarak belgeler gösterilmiş, bir manada hakem olarak arşiv gösterilmiştir. Türkiye’de de arşivler, tarih tartışmalarında bilirkişi laboratuarı misyonunu üstlenmektedir. Ancak arşiv meselesinde de binmesi gereken hususlar mevcuttur. Gencay Dergisi’nin bu sayısında henüz lisansüstü eğitim basamaklarında olup akademide öğretim katına geçmemiş olmamıza rağmen, kaleme aldığımız birçok çalışmada arşiv yolunu aşındırdığımız için sizlere bir takım notlarımızı aktarmaya çalışacağız. Arşiv meselesine ‘’araştırmacı’’ gözüyle bakacağız. Türkiye’de Turgut Özal dönemi kurulan Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü ile Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’da Başbakanlık Osmanlı Arşivi, cumhuriyetin başkent Ankara’da Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi sistematik bir yapıya kavuştular. Geçmişlerine uzanmadan bugüne bakalım ve ilk olarak arşivlerin nerede hizmet verdiğini açalım. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, tarihi mekânından ayrılarak Kağıthane’de inşa edilen bir komplekse taşındı. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi de açıldığı günden bu yana –yanlış anımsamıyorsak 1987- Ankara Demetevler’de hizmet veriyor. Her iki arşive de üye olmanız için lisansüstü eğitimde bulunmanız gerekmiyor. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olup 18 yaşından büyük olduğunuz takdirde arşiv binasına gelerek gerekli prosedürü tamamladıktan sonra arşivde araştırma yapmaya başlayabiliyorsunuz. İstanbul’daki binada salonda araştırmacı kartınızı bulundurmanız gerekiyor. Ankara’da ise kart uygulaması daha esnek ele alınıyor. Son yıllarda önemli ölçüde belgenin dijitale taşınmasıyla bankodan belge istemek asgari seviyeye inmiş durumda. Cumhuriyet arşivi belgelerinin neredeyse tamamına yakını dijitale aktarıldığından belgelerin aslını görerek çalışma yerine kısa sürede tarayıp cd formatında bir kopya temin edebiliyorsunuz. Osmanlı arşivinde ise çok önemli bir oranda belgenin henüz dijitale aktarımı tamamlanmadığı için bankodan belgenin aslı üzerinde çalışmanız gerekiyor ve bu çalışmanın kurallarını ihlal etmeniz durumunda üyeliğiniz sona erebiliyor. Arşivden çıkardığınız belgeler ile yayınlanan herhangi bir çalışmanızdan arşive de nüsha bırakmalısınız. Osmanlı arşivlerinde karşınıza çıkabilecek belge türevlerinin izahından ziyade dillere pelesenk olmuş ‘Bulgaristan’a belge satma’ anekdotunu ele alalım. Esas itibariyle bu yazı, arşivleri tanıtmak olmadığının altını çizmeliyiz. Rıfat Bali’nin aktardığı ‘çöpten 28


belge bulma’ anekdotu da ‘Bulgaristan’a belge satma’ anekdotu da maatteessüf doğruluğu su götürmez iki hadisedir. Ancak her iki anekdotta bahsi olunan belge miktarı, Osmanlı arşivlerindeki belge yekûnunun yüzde birini dahi karşılamamakta olduğunu belirtelim. Suistimal, gaflet gibi kelimelerle açıklanabilirliği söz konusu olan bu hadiseler maalesef vahimdir. Vahametinin ölçüleri ise tarih yazımına verdiği hasardan ziyade insanların milli hassasiyetlerindeki tahribatla esas alınmaktadır. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde ise karşınıza ‘çıkmayacak’ belgelerden bahsedelim. Ailenizin soy ağacıyla ilgili bir araştırma içerisine girmeyi düşünüyorsanız bunu sağlayabileceğiniz yer Nüfus Müdürlüğü’nün arşividir. Tasnif ve çalışma prosedürü hakkında malumatımız olmamakla beraber araştırmalara kapılarının mebzul açık olmadığı söyleyelim. Belgesel yapımcılarına ve özel hususlardaki araştırmacılara çalışma izni verildiğini yayınlardan görebiliyoruz. Ama Nüfus Müdürlüğü’nün arşivleri bugün için Cumhuriyet arşivi bünyesinde değildir. 6-7 Eylül 1955 ve 1 Mayıs 1977 gibi yakın tarihin önemli kırılma noktalarını aydınlatmak için de Cumhuriyet arşivinden edinebileceğiniz belgeler, hadiselerin çizgilerini göstermeyecektir. Bunun için söz konusu yılların istihbarat teşkilatı olan MAH ile Özel Harp Dairesi arşivlerine girmeniz gerekmektedir ki bu arşivler de araştırmacılara kapalıdır. Üzerinden 30 seneyi geride bırakmış, Başbakanlık ve bazı bakanlıklara ait belgelerin mevcut olduğu Cumhuriyet Arşivi’nde, Dış İşleri Bakanlığı, İç İşleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı arşiv belgeleri yer almamaktadır. Evet, bu başlıkların önemi ortadadır. Asayiş tarihinin yazımını mümkün kılmayan bu kapalılık üzerinde 50 sene geçen belgelerde bir tasnifle kaldırılırsa tarihe ve tarihçiliğe şüphesiz fayda saylayacaktır. Hapishaneleri konu alabilecek bir lisansüstü tezinden tutun yerel tarih yazımına kadar İç İşleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı belgelerinin noksan olmasına, Cumhuriyet arşivinde Bakanlar Kurulu kararıyla üzerindeki gizlilik kararlarının kalkmadığı belgeleri de eklemeliyiz. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’ndeki araştırmalarda elde etmemiz gereken ama artık var olmayan koleksiyonlardan da bahsetmeliyiz. Türk siyasal yaşamının ‘durakları’ olan askeri darbeler cumhuriyetin hafızasına ciddi hasar bırakmıştır. Özellikle bir hafızanın kalmamasına dahi sebebiyet vermişlerdir. 1960 sonrasında Demokrat Parti arşivinin muhafaza edilmemesi, 1980’de başta siyasi partiler olmak üzere birçok devlet kurumu arşivinin SEKA’ya kâğıt yapımına gönderilmesi, açılan tahribatı metaforla anlatılması halinde tarihin dar ağacına çıkarılması demektir. Bu saikle bugün Cumhuriyet arşivinde ‘olmalı’ dediğiniz birçok parti belgesi mevcut değildir. Başbakanlık Osmanlı ve Başbakanlık Cumhuriyet arşivlerinin yanı sıra diğer arşivlere de uzanalım. Cumhuriyetin eksikliğini bir nebze Basın arşivi gidermektedir. Elbette basın arşivindeki malzemelerin tetkiki ve tahlilinde metodolojik farklılıklar göz önünde tutulmalıdır. Ama misal vermek gerekirse Eskişehir’in bir nahiyesinde DP İlçe örgütünün kuruluş tarihi maalesef parti belgeleri mevcut olmadığından gazete arşivindeki haber kupürü ile sağlanmaktadır. Kendine özgü Basın Tarihi kürsüsünü ve metodolojisini oluşturan gazete arşivleri İstanbul ve Ankara başta olmak üzere birçok devlet kütüphanesi, üniversitesi kütüphanesi ve İl halk kütüphanesi koleksiyonlarında bulunmaktadır. 29


Siyaset tarihinin bilhassa seçimleri üzerinde ihtimam gösterdiği Cumhurbaşkanlık arşivi ise yerinde araştırma ve çalışmaya kapalıdır. Araştırma yapmak istediğiniz konuları yazışma yoluyla gerçekleştirebiliyorsunuz. Türk Tarih Kurumu arşivinden istifade etmeniz için lisansüstü eğitimde olmalısınız. Arşiv kataloğuna bakmak için ise internette tarama yapılabilecek bir sayfa mevcuttur. TİTE arşivi araştırmacılara çalışma imkânı sunarken TBMM arşivinde çalışma yapmak için yerine getirmeniz gereken kriterler mevcuttur. Son yıllarda ise Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde olduğu gibi TBMM arşivi de bünyesindeki belgeleri kitaplaştırarak yayınlamaktadır. Harp tarihine eğilmek istiyorsanız adresiniz Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Daire Başkanlığı, yani ATASE’dir. ATASE’nin handikabı ise uzun haftalara yayılan belge talebi, belgelerin kopyasını temindeki aksaklıklardır. Harp tarihine ilgi duyan birçok lisans öğrencisi, öğretim üyelerine danıştıklarında ATASE ile ilgili mevzuatın eleştiriye açık yanlarını duymaktadır. ATASE’nin söz konusu belgelerin üzerinden yarım asırdan fazla geçmesi ve sır teşkil edecek durumdan çıkmasına rağmen koruyucu tavrını muhafaza etmesi de eleştirilmektedir. Kızılay gibi kurum arşivlerinin sayısı yeterli değildir. Banka arşivleri de Osmanlı Bankası dışında tanzim edilerek araştırmacılara sunulmamaktadır. Özel kurumların arşivlerinin düzenlenerek belli yıları geçenlerinin araştırmacılara sunulması tarih araştırmalarına büyük katkı sağlayacaktır. Yalnız özel kurumlara gelene kadar belediye arşivlerinin bu ifadeye dâhil edilmesi tarih araştırmalarına fayda sağlamaktan da öte bir zaruretin yerine getirilmesi anlamını taşımaktadır. Tartışmaları arşive havale ederken arşivlerdeki mevcut belgelerin arttırılması, araştırmacılara sunulması, araştırmacıların çalışma ilkelerinin araştırmacı lehine düzenlenmesi, arşivleri güçlendirecektir. Arşivler sır küpleri değil hakikat kandilinin yakılmasını sağlayacak neft depolarıdır.

30


1. Türkiye’de lisansüstü eğitime kabul şartları ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Lisansüstü eğitim ile sadece tezli yüksek lisans ve doktora programlarını temel alalım. Tezsiz yüksek lisans bu söyleşinin dışında kalsın. Yüksek lisans ve doktora başvurularında temel olarak aranan iki kriter bulunmaktadır: ALES ve diploma notu/puanı. Yabancı dil puanı ise doktora başvurularında her üniversitede değişmez bir kuralken (YÖK yabancı dil eşdeğerlilik tablosuna göre en az 50 puana sahip olmanız lazım; ancak bu puan üniversiteler tarafından daha arttırılabilir ama 50’nin altına düşürülemez. ) yüksek lisans başvurularında üniversiteler arasında bir uygulama farklılığı görüyoruz. Üniversitelerin bir kısmı en az 50 puan şartı ararken diğer bir kısmı ise herhangi bir dil barajı uygulamasına gerek duymuyor. Eğer sıralamaya girebilmişseniz giriş sınavı ve mülakat puanları da hesaba katılıyor. Genel olarak başvuru koşullarında aranan nitelik ve niceliklere baktıktan sonra sırasıyla bu sınav ve uygulamaları değerlendirelim. ALES’ten başlayalım. Yıllardır hunharca eleştirilen bir sınavdır ALES. Eleştirilerin odak noktası ise yıllarca okunarak elde edilen diplomaya ait olan bir not/puan varken 3 saatlik bir sınavdan alınan puanın, başvurular esasında yüzdelik diliminin çoğu zaman diploma puanının yüzdelik diliminin iki katı olması. İşte böyle zamanlarda hep o meşhur soru gelir aklımıza: “Bunca sene boşuna mı okuduk?” Ne yazık ki ülkemizde bu ve benzeri durumlar için bir sistem geliştiremedik. Yani 8 yıl ilk ve orta okul tedrisatından geçiyoruz ama iyi bir lisede okumak için birkaç saatlik bir sınava tabi tutuluyoruz (liseye giriş sınavları birçok kez değişti. Bazen kademeli sınavlar yapılıyordu. O zaman hayatımız birkaç saatlik sınavlara göre şekil almayacak gibi bir izlenim oluşturuluyordu! En son lise giriş sınavları ne âlemde, bilemiyorum). 4 yıl lise okuyoruz (ki ben 3 yıl okudum. Benim zamanımda 3 yıldı; bu yüzden 3 yıl okudum. Benim gibi liseyi 3 yıl okuyan neslin daha zeki olduğunu düşünüyorum. Zira şimdikilerin 4 yılda bitirdiği okulu biz 3 yılda bitirdik  Buna bu şekilde inanmak istiyorum; yoksa kendimi çok eksik hissedeceğim!!! ). Ardından hayalimizdeki üniversiteye girebilmek için ortalama 2’şer saatlik 2-3 sınava giriyoruz (ki benim zamanımda 3 saatlik tek sınavdı. Şaka maka epey yaşlandım herhalde. Baksanıza ne kadar değişiklik olmuş). Daha ALES’e gelemedim ama şimdiden delirmeye başladım! Yıllarca ders çalışırsın, dershaneler, etüt merkezleri derken çocukluğun, ergenliğin test kitapları arasında sıkışıp kalır; sınav günü karnın 31


ağrır, sınav esnasında tuvalet ihtiyacın olur, moralin bozuktur vs. durumlar sebebiyle 1 yılın çöpe gider. Tabi sonra lisede, derslerle uzaktan yakından ilgisi olmadığını bildiğin arkadaşın Anadolu’nun ücra bir köşesinde bir üniversiteye yerleşir. Sosyal medya hesabından “üniversiteli fotoğrafları” paylaşır. Sen de onları bir yandan “beğen”’irsin bir yandan da delirirsin “ulan bu ne biçim iş!” diye… Üniversiteyi bitirdiğinde memur olmak için girdiğin KPSS’de de yine aynı zorluklar silsilesi… Şimdi ortada böyle bir durum varken ALES’i çok da yadırgamamak lazım, diye düşünüyorum. Yaklaşık 200 soru (160 soruydu ama son dönemlerde yine değiştirdiler sanırım). 100 matematik, 100 Türkçe sorusu. Bir sözelci/sosyal bilimci olarak matematik hakkında konuşmayı haddim olarak görmüyorum ancak çok da zor olmadığını sınava giren sayısalcı arkadaşlarımdan biliyorum (ve biraz da kendimden biliyorum. Bu kardeşinizin matematikte 32 doğru yapmışlığı var  ). Türkçe soruları içerisine gizlenmiş 10 tane de mantık sorusu. En sevdiğim. Keşke 200 soru da mantık sorusu olsa. Nedense böylesi daha mantıklı geliyor bana  Eğer bu sınavın, kişilerin ezberci mi yoksa muhakeme yeteneğine sahip biri mi olduğunu seçebildiğini düşünüyorsak, bence bu sınav kalmalı. Çünkü “Akademik Personel” olacak ve “Lisansüstü Eğitime” tabi tutulacak kişilerde olması gereken en önemli şey, muhakeme yeteneğidir (Yetenek diyorum ama bu elbette ki sonradan da kazanılabilecek bir şeydir). Ezberi yadsımam, o da ayrı bir yetenektir ancak akıl yürütmesini bilmezsen, iki veya daha çok şey arasında karşılaştırma yapamazsan niteliksiz bir “Akademik Personel”; başarısız bir “Lisansüstü” öğrencisi olursun. Bu açıdan ALES böyle bir ayrımı yapsın ya da yapamasın, bence bu ayrımı yapabilecek bir sınav gereklidir. Yıllarca okuyup büyük emeklerimiz neticesinde elde ettiğimiz diploma notları da çok önemlidir. Bu notun ALES’in gerisinde kalmasının eleştirilmesini de ziyadesiyle haklı bir durum olarak görüyorum. Fakat öğrenim süremiz boyunca tabi olduğumuz ezberci eğitim nedeniyle, not sisteminin zeki öğrencileri tespit etmede yetersiz olduğunu düşünüyorum. Bunun birçok nedeni var. Zekisinizdir ama dersin hocası ile yaşayabileceğiniz bir sorun çeşitli şekillerde sınavlardan alacağınız notlara yansıyabilir. Burada hoca, öğrencisine adil davranmaz demek istemiyorum (ki bu da bir etkendir); dersten soğur ders çalışmak istemezsiniz, dersi takip etmek istemezsiniz; hocanın anlatım metodu size ters geliyordur vs. gibi birçok etken var. Bu etkenler o dersten yüksek not almanıza mani olabilir. İşte böyle durumlarda hocanın derste yaptığı espriyi bile konu ile ilgili zannedip notunu tutan ve bunu idrak edemeyen bir öğrenci sizden daha iyi not alabilir. Sınavlardan düşük not almak için başka bir neden de sınav günü ve hemen öncesinde başınıza gelebilecek talihsizliklerdir. Her durumda ne yazık ki rapor alıp sınavınıza daha sonra girme hakkınız yok. Şimdi aklıma gelmeyen ama sizin ya da bu söyleşiyi okuyanların da aklına gelebilecek birçok durum/etken vardır zeki bir öğrencinin sınav(lar)ından düşük bir not almasına neden olan. Düşünsenize, işler o kadar ters gitti ki, gerçekten çok zeki birini düşünün, derslerinin ve sınavlarının çoğunda bu tür tersliklerle karşılaşsın. Çok ekstrem bir durumdan söz ettiğimin farkındayım ancak bunlar çeşitli şekillerde çok sık yaşanan durumlardır. Bunları kendimizden, 32


çevremizdekilerden görüyor, duyuyor ve biliyoruz. Bu yüzden bu hususlara bilhassa değinmek istedim. Ezberci eğitim sistemimizde çok sık karşılaşılan “ekstrem” bir örnek daha vereyim!!! Bana biri çıksın ve desin ki “arkadaş, ben şu kadar sene üniversite okudum ve notlarından, kitaptan, defterinden okuyarak not tutturan hocam hiç olmadı”. Bu şekilde ders veren hocalar yok mu? Sınav kâğıdında, kendi yazdırdığı notlara göre virgül atladığı için öğrencinin notunu kıran hoca, efsane değil gerçek ne yazık ki… Evet, bu çok “ekstrem” bir örnek. Abartmak bir kenara, genel olarak ezbere dayalı bir eğitim sistemimiz olduğu acı bir gerçektir. Diploma notu hususunda önemli bir husus da üniversiteler arasındaki eğitim ve sistem eşitsizliğidir. Ders geçme notu 40 ve bu notun 4’lük sistemdeki karşılığı 2.00’a denk gelen üniversitelerin yanında ders geçme notu 70 ve bu notun 4’lük sistemdeki karşılığı 2.00’a denk gelen!!! üniversitelerin aynı bölümlerinden mezun olan öğrencilerine aynı muamele yapılması çok mu adil! Ve dahi… X üniversitesinde A bölümünde alanında otorite hocalar tarafından yetiştirilen öğrenciler ile Y üniversitesinde A bölümünde doğru dürüst dersine bile girilmeden mezun edilen öğrencileri aynı kefeye koymak vicdansızlıktır, adaletsizliktir. Hele ki yukarıdaki not durumunu da bu durum ile birleştirince ortaya çıkan vahim tablo, diploma notu hususundaki acı gerçeği gözler önüne sermektedir. Bu yüzden, üzülerek söylüyorum, muhakeme yeteneği olanları ayırt edebilecek bir sınava kesinlikle ihtiyaç vardır. Öğrencinin aylarca, yıllarca hazırlanarak gireceği bir sınav değil; hiç hazırlanmadan da girse bir yılda hazırlanıp girdiği sınavla alacağı notun aynı olabileceği, adam akıllı bir sınav… Dil sınavına gelince… Yüksek lisans için çok elzem olmayabilir. Zira her ne kadar bilim adamı adaylığı için önemli bir mertebe olsa da yüksek lisansa başlayıp bitiremeyenlerin sayısı bitirenlerin sayısına göre oldukça fazla olması, dil sınavının önemini/önemsizliğini ortaya koyuyor diye düşünüyorum. Bazı yerlerde yüksek lisansta dil barajı uygulanması, bir manada olaya ciddi bakanları seçmek gibi düşünülüyor. Bu bakımdan da bu uygulama doğru görünüyor. Zira yukarıda yüksek lisansı bitirenler/bitiremeyenler oranında bitiremeyenlerin sayısının en düşük olduğu yerler dil barajı uygulayan yerler. Bu tablo günümüzde daha da netleşiyor. Çünkü yüksek lisans artık bir akademik basamak olarak değil “moda” olarak ya da “gizli işsizlik aracı” olarak değerlendiriliyor. Eskiden yüksek lisansa başvurular oldukça az iken günümüzde, özellikle dil barajı uygulamayan üniversitelerde, epey fazla. Öyle ki başvuru tarihlerinde enstitü önlerinde mahşeri bir kalabalık oluyor, başvurunuzu yetiştirebilmek için sağdan soldan birilerini arayıp araya sokma isteği duyuyorsunuz. Bu “mahşeri” kalabalığın amacının “bilim” olduğunu kimse iddia edemez. Amaç, yukarıda da dediğim gibi, modaya uymak ya da işsizlik psikolojisine kapılmamak. Ne yapıyorsun diye soranlara “master” yapıyorum demek. İşte bu durumu göz önüne aldığımızda dil barajı uygulaması bir kurtarıcı olarak yetişiyor. 33


Dil barajı günümüzde iyi bir uygulama gibi görünüyor ancak bu barajı aşmak için önümüze konulan YDS (başka dil sınavları da var ancak yaygın olduğu için YDS üzerinde duracağım) çok mu nitelikli bir sınav? İşte bu uzun uzun tartışılır ama buraya kadar meseleyi epey uzattığım için bir örnek verip YDS mevzusunu kapatacağım. Genelde yüksek lisans ve doktora için 50 puan istenir ya dil sınavlarından… Etrafınızda bu sınavdan 70 alıp da alanında İngilizce yazılmış bir makaleyi adam akıllı anlayabilecek, Türkçeye aktarabilecek biri var mı? Türkçe makaleyi İngilizceye çevirme meselesine girmiyorum. Herhalde bu yabancı dil sınavının niteliği hakkındaki düşüncem anlaşılmıştır. Ve son olarak giriş sınav ve mülakatları. Bazı üniversite/enstitü/bölümler yazılı sınavı yeterli görürken bazıları her ikisini bazıları da sadece mülakatı yeterli buluyor. Yazılı sınav daha nesnel gibi durduğundan öğrenciler tarafından daha çok tercih edilir. Fakat ilmî olma hususunu göz önünde bulundurursak, bana göre, mülakat kesinlikle olmalı. İster yazılıyla birlikte yapın ister sadece mülakatı yapın. Ama öğrenci hocanın karşısına çıkmalı. Hoca da elbette burada öğrencinin “ezber”’indekilerden ziyade muhakeme yeteneğinin olup olmadığını öncelikle tartması gerekir. Sonrasında, muhakkak suretle, lisans/yüksek lisans dönemi boyunca öğrendiklerinin yüksek lisans/doktora yapmaya yeterli olup olmadığını ölçüp değerlendirmesi gerekir. Yazılı sınavla da bu iki durum değerlendirilebilir ama mülakat bana her zaman daha münasip gelmiştir. Mülakat, adam kayırma meselesi ile çok sık örtüştürülür ancak bunu konuşacak yer burası değil. Bu bambaşka bir tartışmanın konusudur. Tamamen ilimlik ölçütlerin kullanılacağı bir mülakatı düşünerek yukarıdaki düşüncelerimi dile getirdim. ALES, YDS, diploma notu, giriş sınav ve mülakatları… Türkiye’de lisansüstü eğitime başlamak için aranan şartlar. Yukarıda tek tek her biri hakkındaki düşüncelerimi ifade etmeye çalıştım. Tüm bu söylediklerimi toparlamak gerekirse, bütün bunların, günümüz Türkiye’sinde, lisansüstü eğitime başlayacak öğrencilerin belirlenmesi için yeterli olduğunu düşünmüyorum. Tıpkı liseye başlayacak öğrencilere başlayacak öğrencilerin seviyelerini ölçen sınavlar gibi… Tıpkı üniversite okuyacak öğrencileri eleyen sınavlar gibi… Tıpkı memur olacak adayları eleyen KPSS gibi. Ben aslında sınavları gereksiz buluyorum ama… 2. Bir öğrencinin lisans eğitimini aldığı okul ve lisansüstü eğitime başladığı okuldaki eğitim seviyeleri arasındaki fark öğrencinin bilimsel gelişimini nasıl etkiler? Basit bir yaklaşımla kısa bir cevap vermek gerekirse: lisans eğitimini iyi bir okulda iyi hocalardan alıp da lisansüstü eğitimini diğerine nazaran vasat bir okulda/bölümde yapmışsa elbette ki bilimsel gelişime pek bir katkı sağlanabileceği söylenemez. Fakat tersi bir durum söz konusu olduğunda, yani lisansta vasat bir yerden mezun olup lisansüstü eğitimde iyi bir yere gelmişse (ki bu durum çok da kolay olmayacaktır. Çünkü tam manada yetişemeyeceği için nasıl iyi bir yerde lisansüstü bir programı kazanacağı sorusu gelir akıllara) bilimsel gelişimine oldukça katkı sağlayacaktır. Ancak bu sefer de 34


şöyle bir sorun çıkıyor karşımıza: vasat bölümde kazanılan eksik bilgiler lisansüstü eğitim sırasında öğrenciyi oldukça zorluyor. Öyle ki durum nedeniyle eğitimini yarıda bırakanların sayısı azımsanmayacak derecede fazladır. Bu öğrenciler derslerin seviyesini düşürebiliyor. Böyle olunca da dersin verimi de azalıyor. İşte bu noktada yazılı sınavın/mülakatın önemi ortaya çıkıyor. Derslerde eğitimin seviyesi düşmemesi için seçilen öğrencilerin seviyesinin birbirine yakın olması, yani belli bir düzeyde olması gerekiyor. İyi bir okuldan mezun olup lisansüstü eğitim için başka iyi bir okula devam edenleri daha şanslı buluyorum. Çünkü her iki okul arasındaki metot/ekol farkları öğrenciye bir zenginlik katacaktır. Mukayese/muhakeme yeteneğini daha da geliştirecektir. Yukarıda muhakemenin önemini belirtmiştik. Bu açıdan iki iyi okulun sentezlenmesi elbette ki daha iyidir, diye düşünüyorum. Bu arada hep okul okul diye tekrar ettik. Okuldan kastım bölüm, hatta hocalardır. Öğrenciyi yetiştiren okul değil, derslerini aldığı hocalarıdır. Elbette ki okulun sağladığı imkânların öğrencinin gelişimde yadsınamaz bir önemi vardır ancak hocasız okulun sağladığı imkânlar ne kadar iyi olursa olsun öğrencinin gelişimi vasatı aşamaz. 3. Lisansüstü programların ders dönemlerinde verilen eğitimler, öğrenciye ne derecede katkı sunmaktadır? Bu sorunun cevabı müfredata, dersi veren hocaya göre değişir. Lisanstaki derslerin tekrarı mahiyetinde dersler olabiliyor lisansüstü müfredatlarda. Doktorada bile karşılaşabilirsiniz bunlarla. Öğrenci bir dersi lisansta görmüş, artık belli bir seviyeye gelmiş ama aynı dersi tekrar gösterirseniz ona bir şey katamayacağınız gibi onu sıkarsınız ve derse karşı ilgisini azaltırsınız. Böylelikle hevesi kaçacak ve lisansüstü eğitim ona sıradan gelecek. Bu da nereden bakarsanız bakın bir kayıptır. İyi ders, iyi hoca ile karşılaşmışsanız, bunun katkısını kelimelerle ifade edemem. Dersten ziyade hoca çok önemli. Çünkü iyi bir hoca öğrencinin ufkunu açar, onu araştırmaya sevk eder, yazmaya teşvik eder. Ee, ilim yoluna koyulmuşsanız bundan kıymetli hazineniz olamaz sizin. 4. Bir lisansüstü öğrencisinin literatür tarama bilgisi ve beraberindeki metot bilgisi Türkiye’de ne düzeydedir ve nasıl geliştirilebilir? Bir lisansüstü öğrencisinin literatür tarama bilgisi ve beraberindeki metot bilgisi Türkiye’de ne yazık ki sıfırın altındadır. Sosyal bilimler için konuşayım: Yüksek lisansta seminer adında bir ders vardır. Bu dersi veren hoca sizi düşünüyorsa ne ala! O zaman, en azından, tez öneri projenizi nasıl yazacağınızı öğretebilir. Bizdeki seminer dersi anlayışı Araştırma yöntemleri nelerdir? Kaç çeşit araştırma yöntemi vardır? Bunlardan hangisi, hangi durumda tercih edilir? Bilimsel etik nedir? İntihal nedir? vs. birçok konu ele alınsın diye konulmuştur. Gel gör ki bu ders bölümlerde ne derecede ve nasıl 35


uygulanıyor, bu da bir tartışma konusudur. Böyle olunca da araştırma yöntemlerinden yoksun bir şekilde mezun oluveriyor öğrenciler. Tezler de mahalle bakkalı Hasan emminin kara kaplı veresiye defterinden öteye geçemiyor  Ancak yeni bir uygulama yaygınlaşmaya başladı son dönemde. Bilimsel araştırma teknikleri ile araştırma ve yayın etiği ile ilgili derslerin lisansüstü müfredata konulması yönünde yönergeler/yönetmelikler çıkarılıyor. Bunlar iyi gelişmeler elbette. Bu dersleri verecek hocalar da yetişirse bu uygulama yüzleri güldürecek seviyeye geldi demektir.  5. Bir yüksek lisans öğrencisi ile doktora öğrencisinin bilimsel yeterlilik seviyeleri arasında önemli bir farklılık var mıdır? Öğrenciden öğrenciye değişir bu durum ama şöyle bir örneklem ortaya koyarsam daha sağlıklı bir cevap verebilirim diye düşünüyorum. Yani bir A kişisi düşünelim. X üniversitesinden mezun olup aynı üniversitede yüksek lisans yapıyor olsun. Bir de B kişisi düşünelim. O da X üniversitesinden mezun olup yüksek lisansını da aynı üniversitede bitirmiş olsun. Hatta doktorası da X üniversitesinde devam ediyor olsun. Eğer A ve B kişilerinin ilgi ve bilgi seviyeleri aynı ise ikisi arasında bilimsel yeterlilik bakımından bir fark olması kaçınılmaz. Her şey bir yana, okudukları materyaller arasında bile ciddi bir fark olacaktır. Bu da elbette bilimsel seviye arasında bir fark meydana getirecektir. Bir başka örnek vermek gerekirse: ben yüksek lisansta okuduğum makaleleri ders ders klasörlenmiş bir vaziyette saklarım. Bunların içinde okuduğum kitaplardan çıkardığım notlar da vardır. Toplam 7 ders almıştım (seminer dersini saymıyorum). Ve 7 klasörüm var. Aynı uygulamaya doktorada da devam ettim. 8 ders aldım. 8 klasörüm de doktoradan var. Yani şu anda 15 klasör okunmuş makalem ve kitap notlarım var. Şimdi ben sorayım size: Yüksek lisans öğrencisi Doğan’ın bilimsel seviyesiyle doktora öğrencisi Doğan’ın bilimsel yeterlilik seviyesi arasında önemli bir farklılık var mıdır?  6. Her bir lisansüstü öğrencisi araştırma yöntemleri konusunda bilgi sahibi midir? Değilse etkileri nerelerde kendini gösterir? Her lisansüstü öğrencisi araştırma yöntemleri konusunda bilgi sahibi değildir. Sebebini yukarıda açıkladım. Araştırma yöntemleri konusunda bilgi sahibi olmaması tezini yazarken, makalesini yazarken, tebliğini hazırlarken, sunum yaparken ve dahi ödevlerini yazarken bile etkilerini gösterir. Hele tezini yazarken bunalımlara girer “ben nasıl çıkacağım bu işin içinden” diye düşünürken. Nihayetinde Karagöl’e balık tutmaya gitmiyorsun. Oltayı sallayacaksın, balık gelirse ne ala, gelmezse nasibimiz böyleymiş! Kaldı ki balık tutmanın bile tekniği varken tez, makale, tebliğ yazmanın tekniği olmaz mı?! İşte bu teknik araştırma yöntemlerini bilmekten geçer. Ve ne yazık ki -genelleme yapmadan ifade ediyorum- biz araştırma yöntemlerini bilmiyoruz.

36


7. Yüksek lisans ve doktora seminerleri, doktora yeterlilik sınavları ve tez izleme sınavları gibi süreçlerin her üniversitede farklı şekilde ilerliyor olması bir lisansüstü öğrencisinin motivasyonunu nasıl etkilemektedir? Benim motivasyonumu etkilemiyor. Başkalarının da etkilenmemesi gerek. Bu çalışmalarda en çok ihtiyaç duyduğumuz motivasyonu öyle pamuk ipliğine bağlamanın anlamı yok. Bunlar lisansüstü eğitim süresince motivasyonu etkileyecek en son şeyler olmalı. Motivasyon konusu bu eğitim sürecinde çok önemlidir ve bu sebeple motivasyonunuz öyle kuvvetli olmalıdır ki yüksek lisans ve doktora seminerleri, doktora yeterlilik sınavları ve tez izleme sınavları gibi süreçlerin her üniversitede farklı şekilde uygulanmamasından etkilenmemelisiniz. Bu gibi durumlarda kişinin kendi işiyle uğraşması en doğru olanı. 8. Enstitülerin belirlemiş olduğu tez yazım kuralları bilimsel yayın ortaya çıkarma noktasında öğrenciyi nasıl etkiler? Her üniversitenin, hatta aynı üniversite bünyesindeki enstitüler arasında bile tez yazım kuralları arasında bir birlik yoktur. Bu tamamen bir şekil işidir. Buna da çok fazla takılmamak gerek. Yani ben tezimi yazarken enstitünün belirlemiş olduğu atıf türlerinden metin içi ya da dipnotta veyahut da sonnot şeklinde referans gösterdiğim kaynaklara atıf yapmam, tezimi yazarken bana artı veya eksi olarak bir etki yapmaz. Enstitü sizden metin içi yöntemini mi kullanmanızı istiyor? Siz dipnotsuz yazamıyor musunuz? Dipnot şeklinde yazarsınız, teziniz bittiğinde 1 günü bu işe ayırıp dipnotları metin içi formatına çevirirsiniz. 500 günde yazdığınız teze 1 günlük de böyle bir emek vermek çok olmasa gerek. Evet, sinir olabilirsiniz bu 1 gün boyunca ama ne yapalım yani enstitünün tez yazım kuralları bizim kurallarımıza uymuyor diye bırakalım mı tez yazmayı! Türkan Şoray mıyız ki kuralları kendimiz koyalım  9. Bir lisansüstü öğrencisi ve/veya bir akademisyen olarak Türkiye’de intihâl sorunu hakkında ne düşünüyorsunuz? Kendinizi de bu konuda eleştirir misiniz? Hiçbir zaman bir mana veremiyorum intihal yapanlara. Herhalde aşırı hırs buna neden oluyor. Ben bir yazı kaleme alırken olabildiğince çok kaynak göstermeye çalışırım. Çünkü bilim ispata dayalıdır. Referans gösterdiğiniz kaynaklar da sizin ispatlarınızdır. Yani çok sayıda ve nitelikli kaynak kullanmak elinizi güçlendirir. Şimdi, elini güçlendirmek ve o bilginin sahibine emeğinin karşılığını vermek varken, bir düşünceyi neden çalarsın? Gerçekten buna verecek cevap bulamıyorum. Ben bilhassa tezlerde çok rastlıyorum buna. Çok basit bir kural vardır atıf yaparken: eğer bir cümleyi, paragrafı, yazıyı olduğu gibi alıyorsan tırnak işareti içerisinde göstereceksin. Çok basit bir şey. Ama birçok tezde alanında otorite sahibi kişilerin tanımlarının sanki kişilerin kendi tanımları, düşüncelerinin ise sanki kendi düşünceleriymiş gibi verildiğini gördüm. görüyorum. Tezi yazan arkadaş bunu belki isteyerek yapmamıştır ama öğrencisi bunları yaparken danışmanı ne yapıyormuş, diye merak etmiyor değilim!

37


Akademik teşvikle birlikte intihal olaylarının azalacağını düşünüyorum. Çünkü atıf ciddi bir kaynak akademik teşvik hesaplamasında  ve akademisyenler yılın 12 ayı atıf kontrolü yapmakta. Bu saatten sonra kimse kimseye kolay kolay teşvik ödeneğini peşkeş 10. Bir öğrencinin lisans ortalaması ile yüksek lisans ya da doktora ortalaması arasından genellikle olumlu anlamda var olan farklılığı neye bağlamaktasınız? Açıkçası ben pek bir fark gözlemlemedim. Genelde not ortalaması yüksek olan öğrenciler eğitimine devam ettikleri için aynı çalışkanlığı lisansüstü eğitimleri boyunca da sürdürdüklerinden lisans, yüksek lisans ve doktora ortalamaları genelde hep yüksek olur. Yine de şunu belirtmem gerekir ki, lisansüstü programlarda 4.00 (en yüksek not)’ı daha çok görmekteyiz. Bunu soruyorsanız eğer, öğrenci lisansüstü programlarda daha az kişilik dersler alıyorlar. Böyle olunca da derse katılma mecburiyeti ortaya çıkıyor. Lisans öğrencisi “çalışmadım/çalışamadım hocam” tabirini sık sık kullanabilir. Ama lisansüstü programlarda bunu iki kere derseniz hocanızın gözündeki durumunuz hoş olmaz.. Lisans eğitimi zorunlu olarak değerlendirilebilir ama lisansüstü eğitim işi gönül işidir. Kendi rızan ile başladıysan hakkını da vereceksin. Bir de hocalar lisansüstü derslerde lisanstaki gibi sıkmaz diye bir düşünce yaygındır. Belki bununla da ilgisi olabilir. Burada bir olumsuzluğa vurgu yapmak istemiyorum. Lisansüstü öğrenciler her ne kadar lisansta da çalışkan olsalar da lisansüstü derslerine olan ilgi her zaman daha fazla olmuştur. Bunda alınan ders sayısınız azalmasının da etkisi vardır. 11. Lisansüstü eğitimde danışman/öğrenci ilişkisi hakkında ne düşünmektesiniz? Türkiye’de bu ilişki nasıl yürütülmektedir ve nasıl olmalıdır? Danışman, öğrencisinin “yolbaşçı”’sıdır. İyi bir danışmanla yola çıkmak çok önemli. Ben danışmanı her zaman anne-baba/ağabey-abla olarak görmüşümdür. Kendi danışmanım benim babam gibidir. Danışman sadece tez konunuzu belirleyen ya da tez konunuzu belirlemenize yardımcı olan; tezinizi yazarken size yol gösteren kişi değildir. Yukarıda da belirttiğim gibi, anne-baba/ağabey-abladır, öyle de olmalıdır. Eğer böyle olmazsa, uzun soluklu bir iş olan tez yazım sürecinde çok sıkıntı çeker öğrenci. Danışman, öğrencisi tezini yazarken “ne hali varsa görsün” yaklaşımıyla vazifesini yürütürse, ortaya çıkacak iş berber çırağının yapacağı tıraşa benzer. Lisansüstü eğitim bir “pişme” işidir. Sizi pişiren teziniz değil, hocanızdır. Şöyle bir soru sorabilirsiniz: peki, danışmanım bana yardımcı olmadı ama ben gittim tanıdığım, bildiğim hocaların yardımıyla tezimi yazmaya çalıştım. Bu şekilde tezimi yazamaz mıyım? Elbette yazarsınız. Yalnız şöyle bir durum var: Annesi babası ölen çocuklar da büyüyor ama nasıl? Siz yazdığınız tez de siz de yetim/öksüz olmuş olursunuz. Ben çok duygusalımdır. Bu yüzden biraz abartıyor gibi görülebilirim sizin için. Ama gerçekten bu iş akademik anlamda da böyledir. İyi bir tez danışmanı ile tanışmayanlar bu dediklerimi anlayamaz. Bu açıdan da kendimi ziyadesiyle şanslı hissediyorum. Benim hocam ister akademik anlamda olsun ister başka meselelerde olsun ne zaman yardımını istediysem boş çevirmedi beni. Böyle bir hoca da 38


bırakılmaz. Beni kapısından kovsa penceresinden tırmanır yine girerim odasına  Bu ilişkinin de bütün lisansüstü öğrenciler ile danışmanları arasında olması gerektiği kanaatindeyim. Ve bunun böyle olmasını diliyorum. 12. Lisansüstü eğitim alan öğrencilerin eleştirel düşünce kabiliyetleri ne seviyededir? Yukarıda da değindiğim gibi ezberci eğitim metoduyla yetişmiş öğrencilerin eleştirel düşünce yeteneklerinin üst seviyelerde olmasını bekleyemeyiz. Sistem onları ezberci yetiştirirken bir konu hakkında muhakeme yapmasını beklemek onlara yapılacak en büyük haksızlık olur. Ancak, lisans dönemi sonuna dek böyle bir anlayış ile eğitilmiş olsalar bile, lisansüstü öğrencisi, kimse kusura bakmasın, saksıyı çalıştırıp bir şekilde mukayese/muhakeme yeteneğini geliştirmek zorundadır. Çünkü akademi ezbercilerin değil muhakeme yeteneğine sahip olanların yer alması gerektiği bir yerdir. Peki, Türkiye’deki bütün akademisyenler bu muhakeme yeteneğine sahip midir? Sahip olmadığı için akademilerimizin hali ortadadır. Eleştirel düşünebilen, muhakeme edebilen bireyler yetiştirmek eğitim politikaların/eğitimcilerin aslî görevi olmalıdır. 13. Türkiye’de akademik kadro alımları hakkında ne düşünüyorsunuz? Akademik kadro alımları, diğer bütün kadro alımlarında olduğu gibi sıkıntılı görülebilir. Ama içlerinde şaibesizi akademik kadro alımlarıdır. Yok artık diyeceksiniz ancak 7 yıldır bu meslek hayatı içerisindeyim. Sırf biri tavsiye etti diye, sırf referansı kuvvetli diye “boş” birisinin alındığını görmedim kadroya. Artık şöyle bir durum var: akademide kimse “boş” kişilere referans olmuyor. Rica ettiğiniz kişi her ne kadar sizi kıramayacak biri olsa bile gönderdiğiniz kişi “boş” çıkarsa “yahu gönderdiğin kişi de çok ‘boş’ çıktı” diyerek sizi mahcup edebiliyor. Bunun için “boş” kişilere artık kolay kolay kimse referans olmuyor. Bu sorunun altında yatan düşünceyi gayet iyi anlayabiliyorum. Liyakatin esas alınması gereken yerde “dayı”’nın dikkate alındığı bir ülkede, akademinin de günahsız olduğunu söylemek doğru olmaz. “Dayı” kavramı günümüzde çok farklı şekillerde karşımıza çıkabiliyor. Bunun en basit örneği fetödür. Adamlar öyle bir “kadrolaşma” yapmışlar ki ihraç rakamları 100 bini geçti ve hala devam ediyor. Öyle ki bazı kurumlardaki kadrolaşma oranı %70-80’lerin çok üzerinde. İktidara gelen partilerin yaptığı kadrolaşmalar da ayrı bir konu… Böyle bir ortamda hocalar, kendi yetiştirdikleri birini kadroya almak istiyorlarsa buna bir şey demem. He, genel olarak bu yanlış mıdır? Sadece bu değil, bunların hepsi yanlıştır! Liyakatin üstünde başka bir şeyi kale almak, yanlıştır. Dilerim ülke genelinde liyakat esaslı çalışma hayatına geçeriz.

39


14. Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitimi Sınavı (ALES) ve Dil sınavları gibi bilimsel olmayan sınavlar, lisansüstü öğrencilerin bilimsel çalışma motivasyonlarını nasıl etkilemektedir? Bu sınavları birinci soruda çok detaylı bir şekilde irdelediğimizi düşünüyorum. Motivasyon hususuna da yedinci soruda değindim. ALES’i açıkcası hiçbir zaman gözümde büyütmedim. Sınava girmeden önce çözdüğüm birkaç mantık sorusunu saymazsak sınava da hiç hazırlanmadım. Buna rağmen sözelden sınava giren biri olarak hiç de kötü puanlar almadım. Bu sınava giren diğer arkadaşlarda da gözlemledim bunu çoğu kez. Yani öyle kasılan, stres yapan birini görmedim ALES’ten düşük alacağım diye. Fakat YDS farklı. Sadece lisansüstü öğrencilerin değil, doktorasını bitirip doçentliğe başvuracak hocaların bile başının belasıdır. Eğer dil puanı barajı olmayan bir yerde yüksek lisansa başladıysanız ve kafanızda akademisyen olmak varsa bir yandan da yabancı dil çalışmak zorundasınız. İşte bu aşamada motivasyon filan kalmaz öğrencide. Açıkçası ben dersleri/tezi ve dil çalışmalısı birlikte başarılı bir şekilde götürebilen birini görmedim. İlla ki birinden taviz vereceksiniz. Dil çok ciddi bir çalışma gerektiriyor. Keza yüksek lisans dersleri de. Bunun için biriden feragat etmek zorundasınız. Bu da motivasyon kaybından çok daha fazlası demek. 15. Sizce her üniversite kendi öğrencisi ile mi lisansüstü eğitime ve/veya akademik meslektaşlığa devam etmelidir? Getirileri ve götürüleri neler olabilir? “Her üniversite kendi öğrencisi ile lisansüstü eğitime devam etsin” demek bilimsel bir faciayı da beraberinde getirir. Yukarıda, lisansta iyi bir okuldan mezun olup lisansüstü için yine iyi bir okula devam etmenin faydalarını belirtmiştim. Aynı okulda devam etmek kötüdür demiyorum kesinlikle ama bunu kural haline getirmek yanlış olur. Ama özellikle bazı bölgelerden mezun olan lisans öğrencileri kesinlikle büyük şehirlerde devam etmelidir. Çünkü üniversite insanın ufkunu açması gerek. Kimse kusura bakmasın ama Şırnak’ta, Hakkari’de kimsenin ufku açılmaz. Ve daha birçok vilayette. Doğudan örnek verdim ama batıda da böyle vilayetlerimiz var. Şimdi şöyle bir şey düşünün: Hakkari’de doğmuş büyümüş bir öğrenci Hakkari’deki üniversiteden lisans mezunu oldu. Yüksek lisansını ve doktorasını da yine aynı üniversitede yaptı. Yardımcı doçent kadrosuna atandı üniversitesinde. Doçent oldu, profesör oldu aynı üniversitede. Çeşitli amaçlarla kısa il dışı gezileri haricinde Hakkari’den çıkmayan bu kişi rektör olarak üniversitesine atandı. Ne katacak üniversitesine? Ya da ne katabilir diye soralım? Burada bir vilayeti, bir bölgeyi, bir kişiyi kötülemek istemiyorum. Dediğim gibi bir batı vilayetinden de bu örneği verebilirim. Burada anlatmak istediğim, bilim işi, akademi işi sadece bir odaya kapanıp kös kös kitap, makale okumak değildir. Aynı zamanda bir ufuk işidir. Bu açıdan büyük şehirlerde okumayı çok önemsiyorum. Türkiye’de büyük olarak nitelendirilebilecek şehirler de bir elin parmaklarını geçmez. Ben bu yüzden her üniversitede lisansüstü program açılmasına da karşıyım zaten. Akademik meslektaşlığa kendi öğrencileri ile mi devam etmelidir sorusuna on üçüncü soruda cevap vermeye çalışmıştım. Açıkçası, okulun, liyakati elden bırakmamak 40


koşuluyla kendi öğrencisi ile devam etmeninde bir sakınca görmüyorum. Likayata vurgu yapıyorum çünkü hiç tanımıyor diye gelecek vaat eden bir öğrenci harcanırsa her şeyden önce “bilim” çok zarar görür. Bunu gerçekten istemem. 16. Son olarak; konu ile ilgili başka neler söylemek istersiniz? Konumuz gerçekten çok kapsamlı. Yani 15-16 soruda özetlemeye çalıştık ancak bu konu üzerine bir külliyat yazılır. Sorular arttırılabilir, cevaplar genişletilebilir. Gerçekten benim de yaralı olduğum meseleler üzerinde durduk. Akademide bulunduğum süre boyunca bu sorunlarla mücadele edeceğim. Tabi ki seninle, benimle olacak iş değil bu. Uzaktan yakından bu iş ile ilgili kim varsa taşın altına elini koymalıdır. Dilerim bahsettiğimiz sıkıntılar tez zamanda hallolur. Böylesi önemli bir konuya değindiğiniz için öncelikle size ve Gencay Ailesine çok teşekkür eder, bu konuyu benimle konuşmak istediğiniz için de size ayrıca şükranlarımı sunarım. 60. sayıyı, 5. yılı geride bırakan Gencay Dergisinin başarılı yayın hayatının devamını dilerim.

41


1. Türkiye’de lisansüstü eğitime kabul şartları ile ilgili ne düşünüyorsunuz? CEVAP: Türkiye’de lisansüstü eğitim iki kademeden oluşur. Bunlar yüksek lisans ve doktoradır ve her birinin farklı şartları mevcuttur. Her iki eğitimi alabilmek için de benzer şartlar mevcuttur. Genel olarak ALES puanı, lisans ortalaması ve dil puanı (doktora için belli bir alt sınırı mutlaka vardır. Yüksek lisans için gerekliliği üniversiteden üniversiteye değişiklik göstermektedir.) için belli yüzdeler verilir ve bir sıralama yapılır. Sonrasında he üniversitenin kendi belirlediği bir şekilde ya sıralama yapılarak kontenjan sayısı kadar aday seçilir ya da yazılı veya sözlü bir sınavın yapıldığı ikinci aşamadan sonra kişiler lisansüstü eğitim almaya başlayabilirler. Bu noktada, Türkiye’de lisansüstü eğitim alacak olan öğrencilerin bilimsel düşünme kabiliyetlerinin olup olmadığının belirlenebilmesi için içinde mantık sorularının da olduğu Akademik lisansüstü Eğitime Giriş Sınavı’nın yapılmasını doğru buluyorum. Çünkü aynı zamanda bir akademisyen adayı olma potansiyeline sahip olan öğrencinin Türkçe ve temel matematikte de belli düzeyde bilgi sahibi olması gerektiğini düşünüyorum. Fakat doktora seviyesinde öğrenci kabul şartları içinde yalnızca lisans ortalamasının dâhil edilmiş olmasını çok da doğru bulmamaktayım. Kişi eğer yüksek lisans eğitimi almışsa orada elde ettiği puan ortalamasının da belli bir yüzde ile sıralamada etkili olması gerektiği kanaatindeyim. Zira, bu şekilde alınan yüksek lisans eğitimi bilimsel olarak olmasa da akademik gelecek açısından boşa gitmiş oluyor kanaatindeyim. 2. Bir öğrencinin lisans eğitimini aldığı okul ve lisansüstü eğitime başladığı okuldaki eğitim seviyeleri arasındaki fark öğrencinin bilimsel gelişimini nasıl etkiler? CEVAP: Öncelikle bahsedilmesi gereken sorun, Türkiye’de üniversitelerin eğitim seviyelerin birbirlerinden fazlasıyla kopuk seviyede oluşudur. Bu da aynı bölümde eğitim alan kişiler arasındaki bilimsel yetkinlik açısından ta lisans eğitiminde belli farklılıklara sebep olmaktadır. Sonrasında da bu durum devam edegelmektedir. Bununla birlikte ne yazık ki ülkemizde var olan eğitim seviyelerindeki farklılıklar, bir ortaokul öğrencisine kanaat kullanarak puan verme konumuna kadar düşmüştür. Bu da düşük seviyedeki üniversitelerden mezun olan öğrencilerin yüksek ortalamalara sahip olmaları sayesinde büyük üniversitelerde ön sıralarda yer almalarına sebep olmuştur. Ancak eğitim alırken aynı bakış açısına sahip olmayışları ve bazı bilgilerin temelindeki eksiklerden dolayı özellikle de tez dönemlerinde büyük sıkıntılar 42


yaşamaktadırlar. Dolayısıyla hem özgüvenlerinde hem de bilimsel yaşantılarında büyük sarsıntılar meydana gelir. 3. Lisansüstü programların ders dönemlerinde verilen eğitimler, öğrenciye ne derecede katkı sunmaktadır? CEVAP: Bazı derslerin ileri düzeylerinin veriliyor olması teoride önemli katkılar sunar algısı oluşturabilir. Ancak ülkemizde genel itibariyle lisansüstü eğitimlerin ders dönemleri, lise grup çalışmaları seviyesinde olduğu için verilen eğitim yerini ne yazık ki bulamamaktadır. Daha doğrusu lisansüstü ders döneminde, dersin öğrenciye katkısı, dersi veren ilgili öğretim üyesinin derse olan ilgisi ile doğru orantılıdır denilebilir. 4. Bir lisansüstü öğrencisinin literatür tarama bilgisi ve beraberindeki metot bilgisi Türkiye’de ne düzeydedir ve nasıl geliştirilebilir? CEVAP: Türkiye’de yayınlanan lisansüstü tezler incelendiğinde ortaya çıkan intihal sorunu düşünülürse bu bilgilerin ne düzede olduğu açık hâle gelecektir aslında. Bence bunun temel bilgisi, lisansta kütüphane araştırması olarak başlayıp lisans son sınıflarda literatür araştırmasına giriş şeklinde devam etmeli ve bir uygulaması lisans bitirme tezleri ile yapılmalıdır. Tek başına uygulamanın yeterli olmadığı görülmektedir. Hatta ileri düzeyi, özellikle yüksek lisansta bir uzmanlık alan dersi olarak uygulanmalıdır. Ancak bu şekilde kişiler kendini geliştirebilir. Bu konu oldukça önemli ve kanayan bir yaramız hâline gelmektedir. Danışman öğretim üyelerinin yoğun iş tempoları dolayısıyla lisansüstü öğrencisini yalnız bıraktığı çok zaman olmaktadır. Bu nedenle mesele daha öncesinde halledilmelidir. 5. Bir yüksek lisans öğrencisi ile doktora öğrencisinin bilimsel yeterlilik seviyeleri arasında önemli bir farklılık var mıdır? CEVAP: Bunu Türkiye şartlarında değerlendirirsek çok da büyük farklılıklar olduğunu düşünmüyorum. Belki bir asistan ile dışarıdan yüksek lisans ya da doktora yapan kişiler arasında bilimsel yeterlilik açısından ufak tefek farklılıklar olduğu düşünülebilir. Bu da asistanların uygulama derslerine girip sıkça temel konularda pratik yapabiliyor olma avantajlarından kaynaklıdır. 6. Her bir lisansüstü öğrencisi araştırma yöntemleri konusunda bilgi sahibi midir? Değilse etkileri nerelerde kendini gösterir? CEVAP: Her lisansüstü öğrencisi başlangıçta elbette bu bilgiye sahip olmayabilir ya da teorik olarak biliyordur ancak nasıl uygulanacağı konusunda eksikleri vardır. En önemli etkisinin de süreli çalşmalarda kendini gösterdiği kanaatindeyim. Milletçe son güncü olma özelliğimiz, maalesef akademik yaşantımızda da etkisini göstermektedir. Bir sunum bildirisi hazırlamada geçen aşamaların tümündeki “ben nasıl büyük adam olacağım?” sorusu ile “bu iş beni aşar hacı!” tavrı arasındaki çelişki tam da işbu bilgisizliğimizden kaynaklanmaktadır. Ancak yine de ben iyimser bir 43


tavır ile şunu söyleyebilirim ki tez çalışması sürecinde ve sempozyumlar, yayınlanan bilimsel makaleler sayesinde bunun pratiğini kazanabilir. Zaten bu da zamanla gelişen bir süreçtir diye düşünüyorum. 7. Yüksek lisans ve doktora seminerleri, doktora yeterlilik sınavları ve tez izleme sınavları gibi süreçlerin her üniversitede farklı şekilde ilerliyor olması bir lisansüstü öğrencisinin motivasyonunu nasıl etkilemektedir? CEVAP: Günümüzde sosyal medya ve teknolojinin gelişmesiyle birlikte insanların birbirlerinden haber alma avantajı artmıştır. Ayrıca artık insanlar, bir şeylere maruz kalmak yerine “burada bu neden böyle işliyor?” sorusunu henüz gizlice olsa da sormaya başlamıştır. Konumuz açısından değerlendirecek olursak; örneğin bir yeterlilik sınavı için bir üniversitedeki öğrenci aylarını harcarken bir diğerinde 20-30 günlük çalışma ile kolayca geçebiliyor olması ya da üniversiteler arasında dil farkı ile bu sınavların yapılıyor olması mutlaka öğrencilerin motivasyonlarını olumsuz yönde etkilemektedir. Her ne kadar bu aşamalar bilimsel yetkinlik için elzem olsa da günümüz akademi dünyasına da siyasetin bulaşmış olması ve “önce ben!” yarışının hâkim olması ister istemez kişilerin performansının yanında adaptasyon güdülerini de etkilemektedir. Fakat gün gelip her şey bir şekilde bittiğinde bütün bu gerginliklerin ne kadar da manasız olduğuna hepimiz şahit olmuşuz ve olacağızdır. Çok da etkilenmemeye çalışmak belki de en iyisi. Hani, kapat gözünü; yap işini gibi… 8. Enstitülerin belirlemiş olduğu tez yazım kuralları bilimsel yayın ortaya çıkarma noktasında öğrenciyi nasıl etkiler? CEVAP: Benim en sinir olduğum aşama bu kısımdır diyebilirim. Zira sayfanın orası şu kadar içeride olacak, alıntı bu kadar kelimeyi geçiyorsa tırak içine alınacak vs. kalıpların içine girmek beni fazlasıyla sıkıyor. Evet, belli bir görsel düzgünlük olması ve kişinin disiplin içinde yazması hoş ve olumlu olabilir. Ancak bence bu aşırılıklar, kişiden bilimsel çalışmanın içeriğine harcadığı zamandan fazlasını alıyor. Bana göre bir tezde en çok dikkat edilmesi gereken konu, farkında olarak ya da olmadan bilimsel hırsızlığın yapılıp yapılmadığının belirlenmesi olmalıdır. Ötesi vitrine manken yetiştirmekten başka bir şey değildir. 9. Bir lisansüstü öğrencisi ve/veya bir akademisyen olarak Türkiye’de intihâl sorunu hakkında ne düşünüyorsunuz? Kendinizi de bu konuda eleştirir misiniz? CEVAP: Aslında buna iki açıdan değerlendirme yapmak doğru olacaktır. Birincisi, bilinçsizce yapılan –bu özellikle tez çalışmalarında olur- intihaller… Burada ben öğrenciden çok danışman öğretim üyesini eleştiririm. Çünkü bir bilim adamı olduğunu iddia eden kişi, eline gelen bir metne baktığında yazılan cümlelerin kime ait olduğunu bilmekle yükümlüdür bence. Fakat yazık ki günümüz Türkiye’sinde yeni bir şeyler (!) çıkartmak adına danışmanın bilmediği bir konu seçiliyor ve öğrenci koskoca bir literatür deryası içinde kaybolup gidiyor. Onun yerine bilinen bir konu 44


üzerinde yeni bir şeyler üretme durumuna yönelim olsa sanki en azından tezlerde daha az intihal sorunu ile karşılaşılır. Bir diğeri, bilinçli olarak yapılan intihal… Burada amaç nedir; inanın ben de kestiremiyorum. Hırs desem hırs değil, cahillik desem müthiş bir entelektüel ortamdan bahsediyoruz cehalet olmasın diye varlar. Esas sebep, sanırım topyekûn hırsızlığı meşru hâle getiren bir yaklaşımın benimsenmiş olması. Bu tür insanlar, sosyal yaşantılarında da benzer şekilde yaşıyorlar herhalde diye düşünmeden edemiyorum. Ah! Tabii kural, kanun düzenimizin mükemmel (!) oluşunu da hesaba katmamak olmaz.  10. Bir öğrencinin lisans ortalaması ile yüksek lisans ya da doktora ortalaması arasından genellikle olumlu anlamda var olan farklılığı neye bağlamaktasınız? CEVAP: Bunun birinci cevabı kesinlikle lisansüstü derslerinin tam bir tembellik havası içinde geçmesidir. Verilen ödevler, sunumlar, defter kitap açık sınavlar – bazılarında o bile yok- ve lisans döneminde “cebinden mi not veriyorsun sanki? Ne var bir 5 puan daha verseydin?” denilen hocaların birden “not benim için önemli değil; önemli olan konuyu anlamanız” şeklinde pamuktan bir şekere dönüşmüş olmaları, pek çok açıdan bu yükselişin sebepleri olarak sıralanabilir. Doğru mu? Hem evet hem hayır… Ancak bu başka bir tartışmanın konusu olsa gerek. 11. Lisansüstü eğitimde danışman/öğrenci ilişkisi hakkında ne düşünmektesiniz? Türkiye’de bu ilişki nasıl yürütülmektedir ve nasıl olmalıdır? CEVAP: Ben özellikle Türkiye’de bu durumun laçkalaştırıldığı kanaatindeyim. Laçkalıktan kastım belli bir standardın olmayışı… Bu biraz danışmanın karakteriyle alakalı da olsa yine de belli başlı şeylerin gerçekleştirilmesi gerekir. Bizde kimisi abla/ağabey-kardeş, kimisi anne/baba-evlat, kimisi birbirine yabancı iki kişi… Hatta siyasi olarak yakın ya da uzak ayrımı yapan bile var. Oysa olması gereken düzen düzenli bir plan çerçevesinde lisansüstü eğitim ne demektir konusundan başlayarak literatür incelemesine, tez yazımına, bilimsel düşünme metodolojisine, makale yazımına kadar her konuda rehber olmakla yükümlü olmalıdır bir danışman. Öğrenci istediği her saat olmasa da günün belli zamanlarında danışmanına ulaşabilmelidir. Ayrıca bir işin başarılı olabilmesi için yapılan işin ve takım arkadaşlarının sevilmesi çok önemlidir. Bu nedenle danışman ile öğrenci arasındaki samimiyet ve güven de büyük ölçüde başarıyı etkilemektedir. Eğer danışman yeni bir konu çalışılıyor ve konuyu bilmiyorsa tıpkı öğrencisi gibi oturup o konuyu çalışmalı ve öğrencisine yol göstericilik yapabilmelidir. Aksi halde bugün git yarın gelci bir tavırla ya da yapılan çalışmanın takibinin yapılacağı saatlerde danışmanın başka işler peşinde olması hem öğrencinin motivasyonunu hem de başarısını etkilemektedir. Ne yazık ki bizde lisansüstü eğitim anlayışı, öğrenciler için ya akademide unvan kapma yarışının başlangıç aşaması ya da emeklilik için avantaj olarak görülmekte; danışmamlar 45


içinse ekstra para kazanılacak bir ticari alış-veriş şeklinde algılanıp üzerine nazının geçeceği jüri ayarlamalarıyla vicdanının rahatlatıldığı zannedilen bir eğitim(!) süreci olarak görülmektedir. Halbuki bunun yerine gerekli tüm bilgiler, detaylı bir şekilde verilse ve öğrencinin tabir-i caizse falso vermesi baştan engellense karşısında hangi jüri olursa olsun korkusuzca savunmasını yapabileceği bir mecra olur. Hem özgüveni yüksek bireyler hem de bilgi birikimine güvenilir akademisyenler yetişmiş olur. 12. Lisansüstü eğitim alan öğrencilerin eleştirel düşünce kabiliyetleri ne seviyededir? CEVAP: Bilim adamı denildiğinde kitaplarda geçen ilk maddeler arasında “sorgulayıcı olmalıdır, her şeye şüpheyle yaklaşmalıdır ve eleştirel bir düşünceye sahip olmalıdır.” ifadeleri geçmektedir. Ancak ülkemizde bu durumun pratiğe dökülmüş hâli oldukça sıkıntılı durumdadır. Aslında bir ülkenin içinde bulunduğu sosyal ve siyasal yaşam şekilleri sanırım hayatın her alanına ve dâhi akademiye de yansımakta… Türk tarihi, kahramanlık ve liderlik öyküleri ile dolup taşan bir mecra… Cemil Meriç’in ifadesindeki gibi sanki bizim buralarda insanlar düşünmüyor; maruz kalıyor. Pek tabii herkes öyledir demiyorum ama ekseriyet için şöyle söyleyebiliriz; kendi kendine yemeğe, sinemaya bile gidemeyen; tek başına alış-veriş bile yapamayan bir toplumda insanların önceden yapılanlara şüpheyle yaklaşmalarını ya da yapılan bir çalışmanın sonuçlarını doğrulama kısmıyla ilgilenmenin başlangıç aşaması olan eleştirel bakış açısına sahip olmalarını beklemek herhalde geceleri yatağa gidip olmayacak hayaller kurmaya benzemektedir. Belki çok umutsuz olduğumu düşüneceksiniz ama şu bir gerçek ki insanı ve toplumu ilgilendiren bilim sahalarının gelişmediği, bu yönde siyasal ve sosyal düzenlemelerin yapılmadığı yerde mevcut siyasi düzene ayak uydurmaya çalışan akademisyenler, bilim adamları yetişir. Gelecekten yana tek kaygı, herhangi bir yere olan adaylıklarında ya da seçilmiş yahut seçtirilmiş makamlarında otururken isimliklerinde yazan akademik unvanlarının altın sarısı tablaya mı yoksa cama mı yazdıracakları ile ilgili kararsızlıkları olsa gerektir. 13. Türkiye’de akademik kadro alımları hakkında ne düşünüyorsunuz? CEVAP: Bu soruya evet sıkıntılıdır ya da hayır bir problem yoktur diye geçiştirebileceğimiz bir şekilde cevap vermemiz çok da doğru olmaz. Çünkü verilecek olan cevap pek çok şeyle bağlantı kurulduğunda ortaya çıkan bir sonuç olacaktır. Tümden gelim yaparsak; kısaca cevabım elbette akademik kadro alımlarında büyük oranda sorun vardır, olur. Bir diğer yanda hangi alımda sıkıntı yok ki de diyebiliriz. Fakat akademik alımlardaki sorunun diğer alım problemleriyle eşit düzeyde değerlendirmenin doğru olmadığı kanaatindeyim. Her şeyden önce belirtilmesi gereken bir gerçek var ki Türkiye’de akademi dünyası özellikle son dönemlerde hem eğitimi alan hem veren kişiler açısından hem de bu (iş) saha(sı)nın laçkalaştırılmıştır. Peki, nasıl yapıldı bu? Öncelikle ülkede herkes üniversite mezunu olmak zorundaymışçasına bölümlerin kontenjanları arttırıldı. 46


Ciddi puanlar alarak girilmesi gereken bölümlere, vasatın üzerinde puan alan herkes girdi ve “üniversiteli” oldu. Hatta “… üniversiteli” olarak “ayrıcalıklı” oldu(!). Sanki bilim patlaması yaşayacakmışız gibi birbirine benzeyen şekilsiz, mimari estetikten ve gerekli iç donanımdan yoksun binalarla 81 ilimiz dolduruldu; adına da üniversite dendi. Hemen peşine lisansüstü eğitim kontenjanları arttırıldı. Artık lisansüstü eğitim, üniversiteden mezun olan kızlar için kendini ispatlama alanı, erkekler için de askerlik tecili için bir kurtarıcı pozisyonuna gelmişti. Bahsettiğimiz üniversitelerde öğretim üyesi eksiği vardı. Nasıl giderilecekti bu eksik? Tabii ki akademisyenlik alternatif meslek olarak gösterilecekti. Öyle de yapıldı. Eskiden sadece alınan diploma ile başvurulan ilanlara artık ALES ve Dil puanları da eklenmişti. Eskiden her üniversite kendi alım sınavını yaparken şimdi bu duruma bir de ÖYP denen şey eklenmişti. Neydi ÖYP? Açılımı Öğretim Elemanı Yetiştirme Programı olan sistemde yukarı saydığımız puanlar ve diploma notu için verilen yüzdelikler ile sıralama yapılıyor ve açılan kontenjan sayısı kadar eleman araştırma görevlisi olarak güzel ve entelektüel hayata adım atabiliyordu. Tabii başta mükemmel gibi görünen ve kişiye pek çok hak da tanıyan sistem zamanla kendi devrimini yarattı ve her devrim gibi o da kendi kendini bitirdi. Bu süreçte sadece ataması yapılan akademik görevliye getirdiği pek çok olumlu etkisi olsa da bence akademi dünyasından çok şey götürdü bu sistem. Başta cari alımlarda ciddi bir azalma görüldü. Eskiden daha çok dekanlık kadroları ya da bölümlere öğretim görevlisi kadroları açılırken şimdi bir bölüme taş çatlasa yılda 3 ya da 4 tane ilan veriliyor o da 50/d ilanı oluyordu. Dahası açılan ilanlar, özel şartlarla doldurulup taşırılıyor; bir tek girecek kişinin ismi yazmıyordu. Bu not ortalaması nispeten düşük gençler için yıllarca sürecek bir zulüm süreci oluyordu. Öte yandan ÖYP ilanları da zamanla özel şart furyasından nasibini almaya başlamıştı. Öğrenciler, ALES ve Dil puanlarından sınırı zorluyorlar yüksek ortalamalar elde ediyorlar ama hem kontenjanların azalması hem de özel şartlar dolayısı ile orada da hüsran ile sonuçlanan zamanlar yaşıyorlardı. Şimdilerde bütün bu sorunları FETÖ’ye bağladılar. Her şeyi onlar yapmış. Doğrudur. Malum terör örgütü cemaatten referansı olmayana kadro vermiyorlardı. Nihayet liyakat sahibi olan kişiler kadrolara alınacakmış. Oysa ben hâlâ rektör danışmanlarının bacanaklarının kızları için ya da ağaçkakan sevenler derneği başkanının oğlu için açılan ilanlar biliyorum. Liyakat… Sanırım Türkiye’de “Vefa” gibi bir semt olmayı bile becerememiş Arapça kökenli bir sözcük olmanın ötesine geçemeyecek. Korkum o ki çocuklarımız “üff… Liyakat ne yaaa? Çok banal konuşuyosun sus be slq” diyecekler bizlere. Allah korusun! 14. Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitimi Sınavı (ALES) ve Dil sınavları gibi bilimsel olmayan sınavlar, lisansüstü öğrencilerin bilimsel çalışma motivasyonlarını nasıl etkilemektedir?

47


CEVAP: Aslında ALES ile ilgili görüşümü daha önce belirtmiştim. Üzerine ekleyebileceğim fazla bir şey olduğunu sanmıyorum. Ancak Dil sınavları için birkaç şey söylemek yerinde olacaktır. Dil, bir akademisyen için dünyadaki bilimi anlama noktasında olmazsa olmaz bir ihtiyaçtır. Bu kesinlikle tutucu bir milliyetçilik ile göz ardı edilebilecek bir konu değildir. Bu kadar romantik olmak yarardan çok zarar getirir diye düşünüyorum. Ancak özellikle bizim ülkemizde verilen dil eğitimi vasatın altında bir düzeyde olduğu için belli bir düzeye gelmiş kişilerin bu tür dil sınavlarında yaşadıkları sıkıntılar da kaçınılmaz oluyor maalesef. Eğer akademisyenlik düşünen arkadaşlar varsa tavsiyem odur ki mutlaka lisans dönemlerinde bu işi halletsinler. Aksi halde büyü bir zaman kaybı olarak karşılarına çıkar. Beraberinde enerjilerinin sömürülmesini hiç hesaba katmıyorum. 15. Sizce her üniversite kendi öğrencisi ile mi lisansüstü eğitime ve/veya akademik meslektaşlığa devam etmelidir? Getirileri ve götürüleri neler olabilir? CEVAP: Aslında cevabı en azından benim açımdan zor olan sorulardan biri de bu. Çünkü bir yanım “evet öyle olmalı” diyor diğer yanım “olur mu öyle şey ne saçmalık” diyor. Doğrusu sistem o adar bozuk ve temelden eksiklikler barındırıyor ki bu soruya ne cevap versek hep bir tarafı hatalı olurmuş gibi geliyor. Ancak şu açıdan bakarsanız; küçük, taşra bir üniversitede olan bir gencin (yukarıdaki sorulardan birinde de cevaplamış olduğum gibi) yüksek ortalamalar alarak belki son senesinde yatay geçişle belki mezun olduktan sonra lisansüstü eğitim için büyük üniversitelerde bulunması hem o büyük üniversitelerden mezun olan ya da olacak olan öğrencinin önüne geçmiş olmasıyla bir haksızlık ortamı oluşturuyor hem de eğitim almaya gelen öğrencinin aslında o kadar da yetkin olmadığını kısa zamanda ona çeşitli şekillerde öğreterek motivasyonunu ve özgüvenini tepetaklak ediyor; bir anlamda öğrencinin burnu sürtülüyor. Bu anlamda ya eğitim kalitesinde eşitlemeye gidilmeli ya da eğitim kalitesinde sınıflama yapılmalı ki bu da farklı sorunlara yol açabilir, tehlikelidir. Büyüklerimiz deneye deneye mutlaka en iyisini bulacaklardır. Tabii arada kaybolup giden nice nesiller ve enkaz haline gelmiş bir ülke bırakmazlarsa…  16. Son olarak; konu ile ilgili başka neler söylemek istersiniz? CEVAP: Her lisansüstü öğrencinin fırsat bulduğu her ortamda konuştukları temel meselelere değindiğiniz için teşekkür ederim. Bu söyleşide yer alan soruların ve belki daha da kapsamlılarının akademik unvan sahibi hocalarımıza da yöneltilmesini tavsiye ederim. Zira bunlar, akademi dünyasında öğrenci ve/veya öğretici olarak yer alan herkesin her zaman söyleyecek bir sözünün bulunduğu konulardır. Farklı statülerdeki kişilerin aynı meselelere bakış açılarını karşılaştırmak Türk Bilim Dünyası’na mutlaka katkı sunacaktır. Saygılarımla…

48


"Bilim öğrenmeye çalışın. Günlük dedikodularla, politikalarla uğraşmayın. Memlekete hizmet için, Avrupa ve ABD seviyesinde olmak için bilim lazım. Saygı istiyorsanız, önce kendinize saygı göstereceksiniz. Herkesten üstün değiliz ama kimseden de aşağı değiliz. Kendimizle iftihar edelim ki başkası da bize saygı göstersin." Bu satırlar 2015 Nobel Kimya Ödülüne layık görülen Prof. Dr. Aziz Sancar'dan. Peki, akademik alanda 40 taneden fazla makalesi bulunan ve Nobel Kimya Ödülü'nü almasa kimsenin kendinden haberdar olmayacağı bu Aziz Sancar kimdir? Aziz Sancar 1946’da Mardin’in Savur kasabasında, çiftçilikle uğraşan orta gelirli bir ailenin yedinci çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. İlk ve orta öğrenimini, Savur’da tamamlamış, liseyi ise Mardin’de okumuştur. Kendisinin verdiği röportajlarda ilköğretimde çok iyi bir eğitim aldığını, lisede ise sınıfından 20 taneye yakın profesör çıktığını söylemektedir. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden birincilikle mezun olan Aziz Sancar TÜBİTAK bursuyla gittiği ABD’de birkaç yıl biyokimya eğitimi almış fakat bazı sosyal uyum sorunları nedeniyle yurda geri dönerek memleketi olan Savur’da bir süre hekimlik yapmıştır. Ancak gönlü hâlâ bilimsel çalışmalarda olduğundan dolayı tekrar ABD’ye giderek Dallas’taki Teksas Üniversitesi’nde moleküler biyoloji alanında doktoraya başlamıştır. Doktora sonrası araştırmalarına Yale Üniversitesi’nde devam eden Aziz Sancar burada çok önemli buluşlar yapmış ve bu başarılı çalışmalarından dolayı da ABD’deki Chapel Hill North Carolina Üniversitesi’nden teklif almıştır. Çalışmalarına orada da aynı hızla ve özenle devam eden ve yine önemli buluşlara imza atan Sancar, yaklaşık kırk yıllık araştırma kariyeri boyunca pek çok ödüle layık görülmüştür. DNA onarım mekanizmaları konusunda yaptığı buluşlar nedeniyle de 2015 Nobel Kimya Ödülü’nü alarak kendisinin tabiriyle "Ülkesine olan vefa borcunu" ödemiştir. Bilim ve Teknik Dergisi Kasım 2015 sayısında Aziz Sancar'ın bilim dünyasına sağladığı altı katkıdan bahsetmiştir. Bilim dünyasına yaptığı katkılar şöyledir: 1- Bakteri hücresi içindeki kromozomun UV ışınlarının etkisiyle yok edilip plazmidin sağlam ve tek başına hücre içinde bırakıldığı Maxicell yöntemini geliştirmiştir. Aslında bu yöntemi DNA onarımındaki görevleri enzimleri saflaştırmak için geliştirmiş fakat yöntem literatüre geçmiştir. Hatta Aziz Bey'in bu yöntemi anlattığı makalesi 1000'in üzerinde atıf almış ve Maxicell terimi Oxford Biyokimya ve Moleküler Biyoloji Sözlüğü'ne girmiştir.

49


2- Bakterilerde UV (morötesi) ışımadan hasar görmüş DNA’yı onaran fotoliyaz enzimini kodlayan geni klonlamayı ve bakterinin bu enzimi fazladan üretmesini sağlamayı başarmıştır. Bakterideki fotoliyazın DNA'yı onarma mekanizmasını açıklığa kavuşturmuştur. Ayrıca fotoliyazın insanlarda kirkadyan saati adı verilen biyolojik vücut saatinin bir karşılığının işlenmesinde rol oynadığını göstermiştir. 3- 1964 yılında tespit edilip detayları bir türlü çözülemeyen nükleotid kesip çıkarma ve onarım mekanizmasını en büyük memnuniyeti olarak adlandırıyor Aziz Sancar. Çalışmasına önce bakterilerle başlayan Sancar bu enzimin, bakteri DNA’sındaki hasarlı nükleotidleri çıkarırken bu nükleotidlerin çevresindeki 12 nükleotidi de kesip attığını keşfetmiştir. Bu onarımın insanlarda gerçekleşen sürümünü de araştırarak insanlardaki durumun biraz daha karışık olduğunu geliştirdiği bir testle, insanlardaki DNA'da bulunan hasarlı nükleotidlerin çevresindeki 27 nükleotidin nasıl kesilip atıldığını ve “doğru” nükleotidlerin bu boşluğa nasıl yerleştirildiğini bulmuştur. Bu mekanizmanın 16 gen tarafından sentezlenen 16 protein ile işlediğini keşfeden Aziz Sancar Nobel Ödülü’ne özellikle bu konudaki başarılarından dolayı layık görülmüştür. Ayrıca 2015 Mayıs ayında ekibiyle birlikte insan genomundaki DNA onarım genlerinin bütün bir haritasını yayımlayarak bilim dünyasının unutulmaz bilim adamlarından biri olmuştur. 4- Transkripsiyona bağlı DNA onarım mekanizmasını açıkladığı çalışması için "Yunus Emre destanım" diyen Sancar, çalışmalarına verdiği isimlerle Türklüğünden vazgeçmediğini ve söylediği gibi her şeyi ülkesi için yaptığını bizlere bir kez daha göstermektedir. Sancar ve asistanı transkripsiyona bağlı DNA onarımına başlayan enzimi saflaştırıp mekanizmasını çözerek tüm mekanizmayı tek bir makalede açıklamışlardır. 5- Moleküler biyolojinin en temel konularından biri olan protein-DNA bağlanması konusunda yaptığı araştırmalar sonucunda bilime bir katkı daha yapmış ve “moleküler arabulucu protein” kavramının literatüre girmesini sağlamıştır. Proteinlerin vücutta DNA’ya bağlanabildiğini ancak bunun laboratuvar koşullarında, bir deney tüpünde gerçekleşmediğini görmüştür. Bunun üzerine proteinin DNA’ya bağlanması için aslında devreye başka bir proteinin girmesi gerektiğini fark etmiş ve bu proteine de “moleküler arabulucu” adını vermiştir. Moleküler arabulucu proteinler, DNA’ya bağlanacak olan proteinin üç boyutlu yapısında değişiklik yaparak DNA’ya bağlanmasını ve böylece yarıkararlı bir DNA-protein kompleksinin oluşmasını sağlamıştır. 6- Bir Türkiye-ABD seyahatinde uçakta okuduğu bir makaleden bilim dünyasına yapacağı önemli bir araştırma hakkında keşif kapısını aralıyor. Çeşitli metabolik olayların düzenlenmesinde rol oynayan 24 saatlik bir iç saat olan biyolojik saatin insanda DNA onarımının etkinliğini göstermeyen fotoliyaz benzeri genler hakkında insan genleriyle karşılaştırma yaparak fotoliyaz benzeri genlerle kodlanan 50


proteinlerin biyolojik saatimiz ile ilişkisinin olabileceğini düşünmüştür. O sıralarda sadece tek bir biyolojik saat geninin varlığı bilinmektedir. Sancar fotoliyaz benzeri bu gene kriptokrom (CRY) adını veren Sancar bu konudaki ilk makalesini sadece hipotez olarak yayımlamıştır. Bu hipotezin ispatlanmasında ise CRY1 ve CRY2 genlerinde mutasyon oluşturduğunda biyolojik saatin bozulduğunu gözlemlemiştir. Biyolojik saatle ilgili bu keşfi Aziz Sancar’a 1998 yılında Science dergisinin yılın molekülü yarışmasında ikincilik ödülünü kazandırmıştır. Bazıları imkânsızlıklarını kanat, azimlerini rüzgâr, inançlarını katık yaparak uçarlar. Amerika Ulusal Bilimler Akademisi’ne kabul edilen üç Türk’ten bir tanesi olma gururunu bizlere yaşatan Aziz Sancar bilim alanında Nobel Ödülü olan ilk Türk bilim insanıdır. Verdiği demeçlerde bizlere ülkemizi daha ileriler taşımak için üç tavsiyede bulunmaktadır Aziz Bey; 1- Çok çalışmak 2- Kendi konularımızla alakalı etrafta olan biten her şeyi takip etmek 3- En yeni teknolojiyi kendi branşlarımızda uygulamak Kendi kaynaklarıyla Aziz Sancar ve eşi Gwen Sancar'ın yurt dışına eğitime gelen Türk öğrencilerin kalması için "Carolina Türk Evi" adını verdikleri bir yaşam merkezini hayata geçirmişler. Yine eşi ile birlikte kurdukları Aziz-Gwen Sancar Vakfı ile geleceğin bilim insanlarını yetiştirmeyi hedefliyor Sancar çifti. Bize bu gururu yaşattığı için Aziz Sancar’a teşekkür ediyor ve yeni nesilden ülkemize gelecek nice Nobel Ödülleri’ni sabırsızlıkla bekliyoruz. KAYNAKLAR Bilim ve Teknik Dergisi – Kasım 2015 - İlay Çelik Sezer & Dr. Özlem AkÇelik Sezer - Dr. https://www.youtube.com/watch?v=B0gLS500sVg https://www.youtube.com/watch?v=BJ8PTZyqZE8 https://www.youtube.com/watch?v=9ajJJDPbtqA https://www.youtube.com/watch?v=SySQSMJ0TwM

51


Narsisizm, Yunan mitolojisindeki Narkisisos hikayesinden adını alan bir psikanaliz terimidir. Hikayeye göre genç ve yakışıklı Narkisisos, hiçbir aşığına karşılık vermeyen ve kendisini beğenen biridir. Birgün nehrin kenarında su içerken berrak ve temiz suda kendi yansımasını gören Narkisisos, güzelliğinden kendisini alamamış ve orada öylece kalarak hayatını kaybetmiştir. Narkisisos'un bulunduğu yerde bir Nergis çiçeği çıkmıştır. Mitolojiye göre Nergis çiçeğinin doğada bulunma hikayesi de bu şekildedir. Bu hikayeden yola çıkarak ortaya çıkan Narsisizm, ilkin cinsel bilimcilerin ilgilendiği bir terim olmuştur. Daha sonra psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, bu terimi psikanalitik bir hüviyete kavuşturarak bugünlere gelmesine ön ayak olmuştur. Narsisizm, Freud'un 20. yüzyılın başlarındaki makalelerinde libidonun (hayat enerjisi) nesne'den ego'ya dönmesini açıklamak amacıyla kullanmıştır. Nitekim Freud'a göre eşcinselliğin temelinde narsisist bir durum söz konusudur. Öyle ki eşcinsel, doyurulmamış ego sebebiyle libidinal itkisini dış çevreden içe, yani benliğe, çevirmektedir. Bu şekilde ortaya eşcinsel durumlar çıkabilmektedir. Narsisizm daha sonra, psikanaliz literatüründe sadece cinsel düzlemde değil ruhsal enerji esasında da kullanılmaya başlanmıştır. Freud, narsisizmi kişiliğin gelişimindeki evreler olarak açıklamıştır. Bu görüşe göre narsisizm, egonun gelişiminde ilk evredir. Freud bu evreyi "birincil narsisizm" olarak ifade etmektedir. Bu evrede çocuk, dış çevreyi kendi egosuyla bütün olarak görmektedir. Lacan da bu evre için "ayna evresi" kavramını kullanmaktadır. Annesiyle birlikte aynaya bakan bebek, annesini başka bir kişilik olarak değil kendi egosunun bir parçası olarak algılamaktadır. Bu doğrultuda bakıldığında birincil narsisizm, egonun gelişiminde doğal evre olarak durmaktadır. Daha önemli olan ve olgun dönemdeki kişilik yapılanmasında etkin yere sahip olan ise "ikincil narsisizm" evresidir. Bu evrede benlik (ego), doyurulmamış ve hatta 'örselenmiş kendilik' olarak nitelendirilebilir. Birey, egonun ilk gelişim seyrinde yeterince ebeveyn sevgisi görmediyse yahut tam tersi aşırı şekilde görüp de bunu daha sonraki yaşamında yaşamadıysa, ortaya narsisistik kişilik yapılanmaları çıkmaktadır. Eşcinsellik gibi çatışmaların yanında özellikle kendini beğenme, üstünlük çabası, ilgi odağı olma ve dış çevreye duyarsızlık bunun görünümlerini teşkil etmektedir. Ancak bu noktada en önemli husus, doyurulmamış ya da örselenmiş bir benliğin söz konusu olmasıdır. Buraya kadar anlatılanlar narsisizmin bireysel zeminde ele alınmasıdır. Bunlar dışında narsisizmin psikanaliz içerisinde farklı kuramlar içerisinde ele alınışı olduğu gibi, narsisizmin kültürel bir durum olduğunu iddia eden yaklaşımlar da bulunmaktadır. 52


Ancak bu çalışmada narsisizme bireysel zeminde giriş yapılıp bu olguya Fromm'un toplumsal narsisizm görüşü çerçevesinde yaklaşılacaktır. Erich Fromm, narsisizmi "Bireysel Narsisizm" ve "Toplumsal Narsisizm" olarak ele almaktadır. Fromm, toplumsal narsisizmi, ulusçuluk, ulusal nefret, savaş ve yıkıcılığın temelindeki ruhsal dürtüler temelinde ifade etmiştir. Bu yazıda ise toplumsal narsisizm, Türk milliyetçiliğinin popülist ve şovenist görünümleri açısından değerlendirilmiştir. Öyle ki Fromm, tüm milliyetçiliklerin kökeninde narsisist bir tutum olduğunu düşünse de, Türk milliyetçiliği kökleri daha eski ve modern ulusçuluktan daha farklı bir içeriğe sahiptir. Fromm, milliyetçilikten 18. yüzyıl sonrası modern ulusçuluğu temel almaktadır. Toplumsal narsisizmin toplumsal işlevi, bireysel narsisizmin biyolojik işlevine koşut bir durum taşımaktadır. Çünkü ego'nun devam etmesi bir yere kadar narsisist enerji gerektirir. Örgütlü toplulukta da topluluğun üyelerinin başka topluluklara besledikleri karşıtlık ve Öteki duygusu üzerinden varlığını devam ettirme söz konusudur. Günümüzde özellikle Batı'nın egemen paradigması ve ideolojik aygıtı olan medyanın politikaları bu düzlemde görünüm kazanmaktadır. Nitekim Batı, tıpkı Huntington'ın Medeniyetler Çatışması tezinde olduğu gibi, Öteki ve karşıt olma duyguları üzerinden kendi varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Özellikle İslamofobi bunun en somut örneğidir. Hâlbuki bireysel narsisizmde olduğu gibi burada da içsel bir kompleks durumu vardır. Günümüz Batı merkezli dünyasında toplumsal narsisizm, milli his ve dindaşlık duygularının en önemli faktörü olarak görünmektedir. Türkiye ve Türk milliyetçiliği ise bu durumdan özerk veya uzak durmamaktadır. Nitekim Türk milliyetçilerinin dayandığı üstünlük duygusu, referansın daha çok şovenistçe tarihi olaylara yapılması bunun en belirgin örnekleridir. Günümüzün Türk milliyetçiliği, kendi varlığını Öteki karşıtlığı ve üstünlük duygusu üzerinden sürdürmektedir. Ancak bu Türk milliyetçiliğinin özünü yadsımakta ve ortaya "biz onlardan daha iyi Türk'üz" gibi durumları dahi çıkarabilmektedir. Üstelik bu durum, hastalıklı narsisizm durumuna da işaret etmektedir. Öyle ki hastalıklı narsisizm durumu, sahip olunan nitelikler üzerinde yükselmektedir. Bu narsisist tutumun sonu tehlikelidir ve psikoz ve hatta şizofreni durumlarına kadar gidebilmektedir. Bu vesileyle Türk milliyetçiliğinin halihazırdaki toplumsal narsisist temelli durumu terk edilmeli ve daha sağlam fikri temeller üzerinde milliyetçi düşün ve sanata dayalı milliyetçi his ve duygular esas alınmalıdır. Kaynakça FREUD, Sigmund (2015), Cinsiyet Üzerine, Say Yayınları, 15. Baskı. FREUD, Sigmund (2012), Narsizm Üzerine ve Schreber Vakası, Metis Yayınları, 4. Baskı. FROMM, Erich (1990), Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, Payel Yayınları, 5. Baskı. TUNA, Saffet Murat (1996), Freud'dan Lacan'a Psikanaliz, Ayrıntı Yayınları, 2. Baskı.

53


GENCAY: Değerli Hocam öncelikle dergimizin söyleşi teklifini kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. İlk sorumuz şöyle olacak: Bilimsel çalışmalarda gördüğünüz başlıca sorunlar nelerdir? DOÇ. DR. TÜMEN SOMUNCUOĞLU: Asıl ben teklifiniz için teşekkür ederim. Sorunuza bakacak olursak; Bu bahsettiğiniz sorunlara biraz genel bakmak en iyisi olacak. Ama bu araştırmalarda gördüğümüz sorunlardan ziyade bilimsel araştırma yapmakla ilgili sıkıntılar dersek daha doğru olur. Bilimsel araştırmalarla ilgili Türkiye’de altyapı problemi var bunun yanında kaynaklara ulaşma problemi var. Kütüphanelere baksak yeterli fonksiyonlara sahip değiller. Bu kütüphanelerin işleyişinde de bazı aksaklıklar var. Kaynak -eser sayısı da yeterli olmuyor çoğu kez. En önemli problemlerin başında bunlar var. Bunların dışında araştırmalarla ilgili burslar ve fonlar pek yeterli değil. Araştırmalar maalesef desteklenmiyor. Destekler olsa bile bunların önünde birçok bürokratik engeller duruyor. Bazı üniversitelerde BOP projeleri kesiliyor, bazılarında kısıtlanıyor, bazılarında kapatılıyor. Bu araştırmaların devamlılığını etkileyen etkenlerden birisidir. Bunların dışında belki en önemli durum bilimsel çalışmanın bilimsel muhitin olduğu bir zeminde yapılması gerekliliğidir. Türkiye’de bilimsel muhit yok diyemeyiz ama bu muhitle ilgili çok fazla problem var. Mesela eleştirinin ve tenkidin rolü yadsınamaz. Bir bilimsel çalışma ile ortaya çıktığınızda bunu birçok uzmanın okuyacağını düşündüğünüz zaman otokontrolünüz ve kendini geliştirme motivasyonunuz çok daha fazla olur. Kitap yahut makale olsun, bilimsel bir eser yazarken ne kadar zayıf, eksik ve yetersiz olursa olsun çalışmanızın hiçbir tenkide tabii tutulmayacağını düşünürseniz tenkide maruz kaldığınızda motivasyonunuz azalır. Sadece tenkit değil bilimsel muhit güçlü olsa “Kütüphaneleri nasıl daha iyi yaparız?” diye yahut “Çalışmalar yapalım, destek sağlayalım.” diye arayışlar olur. Bilimsel çalışmalarda ihtiyaç düşüncesi gelişir. Muhit bilimsel çalışmaları yönlendirir. Bunlar bilimsel akademik muhitte bulunması gereken olgu veya fonksiyonlardır diyebiliriz. Türkiye’de bu bilimsel muhit zayıf olduğu için bu gibi motivasyon ve arayışların eksik olduğunu hissediyoruz. Bu da bilimsel çalışmaların kalitesini etkiliyor. Ama şu da var ki; Türkiye’de çok fazla üniversite açılıyor. Mastır ve doktora programlarının sayısı artıyor. 54


Bu programların sayısının artması bilimsel dergilerin de artmasına kısmi olarak yansıtılabilir doğrudan olmasa da. Bunların dışında her bilimsel çalışmanın ayrı problemleri var tabii ama biz genel problemler üzerinde duruyoruz. Genel problemlerin içinde metodoloji problemini de söyleyebiliriz. Metodolojide, Türkiye’deki bilimsel araştırmalar genelde betimleyici oluyor. Makale olsun kitap olsun; araştırma eserinin daha yola çıkarken bir sorusu, hipotezi, çürütmeye çalıştığı bir düşünce yok. Yani sadece o konuyla ilgili mevcut bilgiyi belli miktarda toplayıp, özetini çıkarıp araştırma diye ortaya koymak amacıyla yani derleme yapmak amacıyla araştırma yapılıyor. Zaten başlangıçta amaç doğru belirlenmezse sonucunda bir analizin ortaya çıkması da beklenemez. Ama şunu da göz ardı etmeyelim: Betimleyici çalışmalara ihtiyacımız yok, diyemeyiz onlara da ihtiyacımız var. Özellikle Türkiye’de boş ve zayıf olan alanlarda alt yapının oluşması için başlangıçta betimleyici çalışma önemlidir. Fakat zaten belli bir bilgi birikiminin oluştuğu, ortalama seviyede yayının olduğu alanlarda hala eski çalışmaların derlenerek yeni çalışma gibi takdim edilmesi yanlış. Bu alanlarda artık biraz daha soru sorarak soruların cevaplarını aramak lazım. Bunların dışında insanların uzmanı olmadıkları konularda bilimsel araştırmaya kalkışmaları da bir problem. O da yine muhitle alakalıdır. Hakkını verdikten sonra herkes her konuda yazı yazabilir ancak hakkını vermeden yazmaya cesaret eden, uzman olmayan insanlar çok fazla. Bu kişiler muhitten hiç çekinmiyor. Tenkit geleceğini düşünmüyor. Bunları düşünseydi en azından yeterli seviyeye geldiğinde bu işe kalkışmaya cesaret ederdi ama bizde mikrofonu uzattığınızda televizyona çıkıp yarım saat- 45 dakika konuş, denildiği zaman birçok insan hiç uzmanı olmadığı konularda konuşmaktan çekinmiyor, canı gönülden konuşuyor. Uzmanı olmadığı konularda ders vermeyi yayın yapmayı göze alabiliyor, tabii dediğim gibi bu da muhitle alakalı. GENCAY: Peki Hocam; sıkıntılardan sonra, bu bilimsel araştırmalar ortaya çıkarılırken dikkat edilmesi gereken en önemli şeyler nelerdir? DOÇ. DR. TÜMEN SOMUNCUOĞLU: Bu konuda şöyle bir şey söylemek lazım. Her bilim dalının kendisinin ayrı ayrı öncelikleri var. Günümüz ile ilgilenen bilim dallarının imkânları daha fazla. Kaynağa ulaşma şansları oldukça yüksek. Anket metodu, röportaj metodu… Bire bir insanlarla iletişime geçerek de bilgiye ulaşmak çok mümkün. Kısacası Sosyal Bilimlerle ilgili bilim dallarının genel ortak özellikleri olsa da her birinin farklı yanları olması çok doğal bilgiye ulaşırken. Tarih dalı için önemli olan tarihi materyallerdir. Kaynaklar, arşivler, dönemin durumunu anlatan ana kaynaklar, varsa gazete dergi yani süreli yayınlar. Aslında üretilmiş olan her bilgi geçmişte kalan, bir açıdan tarihi materyaldir. Bilimsel araştırmaya başlarken önce tabii ki araştırma konusunun tespiti, sorunu, sorunun tespiti önemlidir. Daha sonra çerçevenin oluşturulması önemlidir. Ondan sonra genel bir plan yapılması gerekir. Kaynakçanın oluşturulması ve toplanması, fişlenmesi. 55


Fişlendikten sonra tabii başa dönüp tüm bilgileri baştan kontrol etmek gerek çünkü başlangıçta konuyla ilgili bilgiye sahip olmadan düşündüğümüz öngörülerde, planda ve çerçevede sonraları değişiklik olması normaldir. Bilgiler bu şekilde ele alındıktan sonra yazım aşamasına geçilmesi söz konusudur. Yazarken de kaynaklar ve kaynaklardaki bilgi belirli süzgeçten geçirilmelidir. Tarih bölümü lisansta bu durum sıklıkla kullanılıyor; iç tenkit ve dış tenkit. Yani, kaynak ele alındığı zaman; hem yararı, hem kaynağın özellikleri, kaynağın hangi dönemde yazıldığı göz önünde bulundurularak, kaynağı bir süzgeçten geçirdikten sonra o bilgiyi kullanıyoruz. Bazen bir kaynaktaki bilgilerin büyük bir kısmını doğru kabul ederken diğer kaynaktaki bilgi şüpheli olduğu için yahut çelişkili olduğu için ya da yazıldığı dönemden dolayı dış sansüre yahut oto sansüre tabii tutulmuş olma ihtimali olduğu için bunlardaki bilgiyi kullanırken dikkatli oluyoruz. Bunlar işte bilimsel çalışmanın kalitesine etki eden unsurlardır. GENCAY: Hocam, ülkemizde bir bilimsel araştırma ortaya çıkarılırken dikkat edilmeyen en bariz şeyler nelerdir? DOÇ. DR. TÜMEN SOMUNCUOĞLU: Yine ilk baştaki soruda söylediğimiz gibi uzmanı olmayan insanların uzmanı olmadıkları alanda çalışma yapması, insanları çok fazla hataya sürüklüyor. En bariz hataların başında ise; o konuyla ilgili en önemli kaynakların görülmemiş olmasını söyleyebiliriz. Yani araştırma yapacağınız konuda sizden önce yazılmış çeşitli kategorilerde 500 kaynak varsa bu uzman olmayan kişi, uzman olmadığı alanın araştırmasını yaparken bu 500 kaynağın en önemli 50 tanesinden belki 5 tanesini ancak görebiliyor. 2. Derece kaynaklara ya da daha önemsiz kaynaklara dayanarak araştırmasını yapıyor. Böylece daha başlangıçta kaynakta hata yapmış oluyor. Esas önemli kaynakları göz ardı etmiş oluyor. Bu da araştırmadan ortaya çıkacak olan eserin kalitesine büyük etki ediyor. Bunun dışında araştırmayı yapan kişinin metodoloji bilgisi ve uzmanlık seviyesi yeterli olmadığı zaman, kaynakları kullanımı ve eserin yazımındaki metodolojik gereklilikleri yerine getirmediği için kaynakta metodolojik hatalar da olmuş oluyor. Mesela tarihte sık kullanılan bir şey: anakronizm. Yani bugünün algısı ve değer yargılarıyla geçmişteki bir olayı değerlendirmek. En bariz hatalardan biri budur. Bunu bazı araştırmacılar bilmeden yapıyor, bazıları ise günümüzde siyasi, maddi, manevi çıkarlar elde etmek için bunun tarih metodolojisine uygun olmadığını bile bile yapıyor. GENCAY: Hocam doğru kaynakların tespit edilmesinin önemli olduğunu vurguladınız. Peki, iyi kaynak-yetersiz kaynak ayrımını okuyucu nasıl yapabilir? DOÇ. DR. TÜMEN SOMUNCUOĞLU: Aslına bakarsanız herkeste bir içsel süzgeç vardır. İçsel bir metodoloji vardır. Örneğin; karpuz almaya gittiğimiz zaman en iyi karpuzu 56


seçmeye çalışırız. Vururuz, elleriz, bakarız, inceleriz. Bazen satıcının da bize yardımcı olmasını isteriz. Aslında bu bizde zaten bir metodolojinin olduğunu gösteriyor. Yani insanların aslında -akademisyen yahut uzman olmasına gerek yok- özünde var. Yani herhangi bir konuda harekete geçerken muhakeme sürecini kullanmamız ve metodolojik yaklaşmamız gerekiyor, karpuz seçerken bile… Kitaba gelecek olursak; kendisi araştırmacı olmasa bile kitabı okuyacak insanın da kitaba metodolojik olarak yaklaşması lazım. Çünkü insanların parası ve zamanı kısıtlıdır. Bu kısıtlı unsurların daha verimli kullanılabilmesi için okuyacağımız kitapların metodolojik olarak bir süzgeçten geçirmemiz gerekiyor. Orada da kitabın içindekiler kısmı, yazarının kim olduğu ve kaynakçası, başlangıçta -kısa sürede- kitap hakkında karar vermek konusunda bizim için yararlı olabilir. Kitabın yazarı daha önceden tanıdığımız, eserlerini bildiğimiz, güvendiğimiz bir insansa, o insanın bir diğer kitabını almak bizim için daha mantıklıdır. Onun dışında kitabın içindekiler kısmı da kitap hakkında kısa zamanda fikir sahibi olmak için incelememiz gereken başlangıç alanlarından birisidir ve yazarın konuya nasıl yaklaştığı hakkında bilgi verir. Daha sonra kaynakçası önemlidir. Kaynakçasında önemli eserlere yer vermiş mi yoksa vermemiş mi, bakmak lazım. Tabi bunları yapabilmek için de belirli bir seviyede konuya hâkim olmak gerekiyor. Hiçbir bilginiz yoksa bu ölçümleri yapmanız pek mümkün değil. Onun için kitabın okuyucusu da profesyonel araştırmacı olmasa bile aslında o dünyanın bir parçası olmak zorunda çünkü iyi-kötü eksik-hatalı diyebilmek için belirli bir bilgi seviyesi ve gelişmiş bir muhakeme süresi elzemdir. GENCAY: Değerli Hocam, son iki sorumuz intihal sıkıntısı ile ilgili olacak. Öncelikle; bilimsel çalışmalarda özellikle de tez çalışmalarında gündeme gelen intihal sorunu ile ilgili siz ne düşünüyorsunuz? Bu konu ile ilgili sunulan kriterler sizce yeterli mi? DOÇ. DR. TÜMEN SOMUNCUOĞLU: Batı toplumlarındaki ile Türkiye’deki intihalin yaygınlığını ve intihal algısını karşılaştırdığımız zaman Türkiye’deki problemin çok büyük olduğunu görüyoruz. Çünkü normal insanları, öğrencileri, master ya da doktora öğrencilerini bırakın; akademisyenlerin bile büyük bir kısmı intihalin ne olduğunu,çerçevesini ve kapsamını bilmiyor. Burada da akademisyenlerden çok biraz da sistemin kendisinde problem var. Bizde genel olarak başka birisinin eserinden bir bölümü alıp kendi eserinde kullanıp kaynak göstermemek intihal olarak biliniyor. Ama intihal bundan çok daha kapsamlı bir konu. Batıda liseden itibaren intihalin ne olduğu öğretiliyor. İntihalin ne olduğu, intihal yapılmaması gerektiği ve intihal yapılırsa başınıza ne geleceği, bedelinin ne olacağı insanlara öğretiliyor, duyuruluyor. Üniversitedeki ödevlerinizde de intihal yaparsanız bunun cezası var. Özellikle akademik hayata atılırsanız, profesyonel araştırmacı olursanız bu bedel gittikçe artıyor. Ama Batı’da önce insanlara öğretiliyor ve bu 57


kurallara uymaları gerektiği bildiriliyor sonra yükümlülüklerden sorumlu tutuluyor. Bizim intihalle ilgili ya da intihalin ne olduğu kapsamı ve sınırlılıkları, intihal yapılınca ne gibi sıkıntılarla karşılaşılacağına dair bilgilendirme konusunda çok yetersiz olduğumuzu düşünüyorum. Öncelikle kesin, net ve açık bir bilgilendirmenin olması lazım ve bu eğitimin doktora sonrası değil lisans hatta liseden itibaren verilmesi lazım. Toplumda bu algının oluşturulması lazım yani. Batıda kanun güçlü. Teori ile pratik arasındaki, uçurum bizdekine nazaran daha az. Bizde insanlar trafik kuralına da uymuyor, intihal kurallarına da uymuyor. İntihalle ilgili sıkıntıyı tek başına gidermek biraz zordur. Genel olarak insanlardaki kanun ve kural bilincinin gelişmesi lazım. İntihalle ilgili bilgilendirme yapmak lazım denetimi sıklaştırmak lazım. Ondan sonra birden olmaz ama zaman içerisinde bu algının toplumda artacağını düşünüyorum. Ama müeyyide şart, önce ilgilendirme sonra müeyyide şart. GENCAY: Son olarak; bir akademisyenin intihal programları kullanması sizce ne kadar doğrudur? Bilim adamı olarak önüne gelen bir çalışmada nelerin intihal olduğunu anlayamamak ne tür akademik sorunlara sebep olmaktadır? DOÇ. DR. TÜMEN SOMUNCUOĞLU: İntihal programlarını kullanmadığım için onların teknikleri ve yeterlilik, verimlilik seviyeleri hakkında bir bilgim yok. Fakat bir insan özel olarak kendi çalışma konusundaki eserlerin içinde intihal olup olmadığını ayırt edebilir, diye düşünüyorum. Bir uzman, bir araştırmacı, bir akademisyen kendisinin doğrudan çalıştığı konuda yazılan eserlerin içinde intihal olup olmadığını bir programa ihtiyaç duymadan ayırt etmelidir. Bu programlar hakkında pek bilgim yok ama şu da önemli: Bu programlar dünyadaki tüm dilleri kapsıyor mu? Yabancı bir kaynaktan intihal yaptığına bakılmak için çeviri programı kullanılmışsa o çeviri programının başarısı ne? İntihal programlarının zaten şu aşamada %100 başarı gösteremeyeceğini düşünüyorum. Bu nedenle biz intihali tespit etmek konusunda insana muhtacız. Ama genel olarak insanların üzerinde bir yaptırımın ve oto sansürün olmadığı şu zamanda çıkarılmış bir motivasyon kaynağı olarak düşünülürse o zaman fonksiyon sahibi olabilir. Ama bir programın intihali yakalayıp yakalamamasından ziyade bizim genel olarak intihale nasıl yaklaştığımız çok daha önemli. GENCAY: Bize zaman ayırdığınız için tekrar teşekkür ederiz Hocam. DOÇ. DR. TÜMEN SOMUNCUOĞLU: Ne demek, ben teşekkür ederim…

58


Tarihçinin Yöntemi Çağımızda bilginin önemi ve aktarılması, teknolojinin hızla gelişmesiyle çok kolaylaşmıştır. Uygarlık seviyesinin sağladığı bu kolaylıklar, tarihe ve tarihçiye düşen görevi asla geri plana atmamalıdır. Bu nedenle her dönemde tarih araştırmalarında belli disiplinler içinde hareket etmek ve yeni yaklaşımları dikkate almak çok mühimdir. Tarih bilimi de, diğer bilimlerde olduğu gibi kendi yöntemine sahiptir. Tarih yönteminin, en çok da tarihçiden etkilendiğini söyleyebiliriz. Çünkü tarihçi de doğup büyüdüğü ve eğitimini aldığı bir çevrenin ürünüdür. Dolayısıyla tarihçi, bunlardan tam olarak bağımsız hareket edemeyeceğine göre, objektif bir tarih yazımı mümkün müdür, iyi bir tarihçi olmayı sağlayan kıstaslar nelerdir gibi sorulara cevap vermek, bu çalışmamızın amacını oluşturmaktadır. Tarihin birçok tanımı yapılmış olsa da Mübahat Kütükoğlu, tarihi sadece “geçmişin bilimi” olarak tanımlamanın eksik kalacağını belirtmiştir1. Geçmişten kalan miras/olay veya kalıntıları bir kimyager gibi senteze tabi tutamayan tarihçiler, akademik bir bakıştan uzak kalmış olurlar. Arkeolojik ve Antropolojik veriler tarih biliminin kullandığı temel kaynaklar olsa da özelikle yazının bulunması ile kayıt altına alınan her belge ve olay, günümüz tarihçilerinin en çok faydalandığı kaynaklardır. Bu belgeler, tarihçilerin eliyle yeniden anlamlandırılmaktadır. Tarihçi, konusunu belgelerle en iyi şekilde müşahede edebilir. Önemli bir nokta da şudur ki tarihin konusunu sadece geçmişte yaşanmış olaylar değil; doğa olayları, sosyolojik ve ekonomik etkenler de etkiler. Bu nedenle tarihçi, sadece olaylarla ilgilenmeyip bu olayları oluşturan duygu ve heyecanı da anlayabilmelidir. Bir tarihçi zengin bir perspektif açısına sahip olmakla beraber eleştirel bir tavrı da sergileyebilmelidir. Bu zenginliğin içini iktisadi, felsefi ve sosyolojik bakış açıları ile doldurabilmelidir. Böylece tarihçi, geçmişteki olayları nesnel bir sorgulama tavrı ile ele alabilsin. Nesnel ve eleştirel tavır, sadece diğer kaynaklara değil kendi çalışmalarımızda da yapılmalıdır. Böylece ele alınan konu objektif bir sentezle ortaya çıkabilsin. Tarihçi, sahip olduğu donanımını kullanarak incelediği konuya başlamadan toplumla mekân ilişkisini anlamlandırabilmelidir. Unutulmamalıdır ki tarih, geçmiş olayların Mübahat Kütükoğlu, Tarih Araştırmalarında Usul, TTK Yay., 2. Baskı, Ankara, 2014, s. 1. Ayrıca Bkz. A.g.e., E.H. Carr “ geçmişle günümüz arasında bitmeyen diyalog”, Voltaire “ bir nesilden öbür nesle intikal eden hikayeler”, March Bloch “ zaman içinde insanların ilmi” gibi tanımlar yapılmıştır. 1

59


neden ve sonuçları ile ilgilenir. İyi bir tarihçi, neden ve sonuçları “eleştirel” ve “anlama” tavrı ile yaklaştıkça bu olaylar hakkında daha sağlam bir sentez ileri sürebilecektir2. “Eleştirel” ve “anlama” tavrı, doğru ve yanlışı ayırmada da çok faydalıdır. Peki, bu tavırlar en çok nerelerde kullanılmalıdır? Bu soruya, belgelerin güvenirliğinde ve çalışmanın ortaya koyduğu sentezde diye cevap verilebiliriz. Kısacası yapılacak bir çalışma hakkında önceden bir takım sorulara cevap verilmeli ki çalışma sorun yumağı haline gelmesin. Tarihi bir çalışmada izlenecek yöntemi şu şekilde sıralayabiliriz: 1. Literatür Taraması. Çalışmaya yönelik en temel eserler okunur. Bunlar öncelikle, tanınmış meşhur kişilerin kitap ve araştırma ve makaleleridir. Örneğin, Osmanlı eğitim tarihi çalışılacaksa Osman Ergin, Yahya Akyüz ve Mustafa Ergün gibi önemli bilim insanlarının eserleri tetkik edilmelidir. Böylece konuya ilişkin teorik çerçeve kafamızda şekillenmiş olur. Ayrıca, bu eserler problemler ve tartışma konularından bizi haberdar ederek farklı eserlere ulaşmamızı kolaylaştırır. 2. Araştırma Konusunun Belirlenmesi ve Araştırma Sorusunun Formüle Edilmesi Burada, Prof. Dr. Fatma Acun hocamızın şu sözünü aynen aktarmak da fayda görüyorum “Zoom yapar gibi. Şehri kuşbakışı görme, sonra, semte, mahalleye, caddeye, sokağa ve bir eve odaklaşma gibi, sırasıyla gidilmelidir.”3 Genelden özele inmek tarihi bir çalışmada işimizi çok kolaylaştırır ve konumuzun daha çok irdelenmesi için imkân sağlar. Araştırma soruları çalışmayı zaman, mekan ve kaynakça olarak daraltarak kolaylık sağlar. “Bu çalışmanın konusu, vakıflar ve medrese eğitimi arasındaki ilişkilerin Osmanlı modernleşme sürecinde nasıl bir değişim yaşadığı ve bu alanlarda yapılan ıslahatlar neticesinde vakıflar ve medreselerin, Türkiye Cumhuriyeti’ne ne şekilde intikal ettiğidir. Bu çalışmayla ayrıca şu sorulara da cevap aranmıştır: Osmanlı eğitim sisteminde çok yaygın olan medreseler, niçin artan Batılılaşma çabalarına rağmen yeni eğitim sistemine uyum sağlayamamıştır? Var olan onlarca medrese ve vakıf binaları, neden modern okul sistemine dönüştürülmemiştir? Bunun devamında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla uygulanmış olan milli ve lâik politikalar karşısında vakıflar ve medreseler nasıl bir değişim yaşamıştır?” 3. Kaynak Materyalin Belirlenmesi ve Çözümlenmesi Seçilen kaynağın, yapılacak çalışmanın her türlü sorunsalına cevap verecek nitelikte olması gerekir. Enerjimizin belki de en önemli kısmını birincil yani temel kaynakların bulunmasında harcamalıyız. Devamında konuyla ilgili esas ve ikinci ve üçüncü dereceden önemli kaynaklar belirlenmelidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi kaynakların, 2 3

Bekir Biçer, Tarihe Giriş, Dem Yay., İstanbul, 2008, s.35. Fatma Acun, Lisansüstü Semineri, Süleyman Demirel Üniversitesi,29 Nisan 2010.

60


güvenilir ve geçerli olmasına dikkat edilmelidir. Kaynakların tenkidi araştırmada çok önemlidir. Dış tenkit ve iç tenkit olarak iki şekilde kaynaklar sorgulanmalıdır. Dış tenkitte dikkat edilen husus, eserin adı ve yazarının bilinmesi, kaleme alındığı tarih, birinci ve ikinci elden kaleme alınıp alınmadığı, eserin müstensihi ve istinsah tarihi4, eserin orijinalliği, en iyi nüsha olup olmadığı, belgelerin hakikati gibi özelliklerdir. İç tenkitte ise, müellifin tarafsızlığı, verilen bilgilerin doğruluğu gibi hususlar yer alır. Tarih’te ana kaynak varken birinci ve ikinci kaynaklar pek önem arz etmezler. Ana kaynağın özelliği devrinde vücuda gelmiş olması yani olaylara bizzat iştirak etmesi veya yakından takip etmiş olmasıdır. Devletlerin resmi evrakları, zaferlerden sonra dikilen anıtlar, kitabeler gibi eserler ana kaynaklardır. Ana kaynaktan faydalanılarak ortaya çıkan eserler ise birinci elden kaynaklar olurlar. Kaynaklar tasnif edilirken sözlü, yazılı ve kalıntılar olarak ele alınır. Şiirler, hikâyeler, efsaneler, destanlar, menkıbeler, mitolojiler, fıkralar ve atasözleri sözlü tarih grubunda yer alırlar. Yazılı kaynaklar fermanlar, berat, emir, hüküm, ahitname, kanunnameler, nizamname, haritalar, süreli yayınlar, video ve CD’ler, hatırat, seyahatnameler gibi eserlerden oluşur. Kalıntı veya Müzelik eserler arasına da kitabeler, abideler, heykeller, lahitler, mezar taşları, geleneksel malzemeler, dil, para, arma ve mühürler girer. 4. Araştırma Metodunun Belirlenmesi Bir çalışmada kullanılan metot, o çalışmanın diğerlerinden farkını ortaya koyar ve bu metot sayesinde bilginin sistemli halde aktarılması sağlanır. Her usta aşçının kendine has bir yemek tarifi vardır. Ama bütün aşçılar ekseriyet itibari ile aynı malzemeyi kullanırlar. Tarihi bir belge de böyledir. Bir belge, dikkatli bir şekilde incelendiği takdirde birden fazla makalenin yazılmasına sebep olabilir. Bir belgeden azami ölçüde faydalanmak için diğer belgelerle karşılaştırmasının yapılması da önemlidir. Sahip olduğumuz felsefi, sosyolojik ve siyasi bilgilerimiz sayesinde bu belgeyi anlamlandırabildiğimiz zaman çok önemli teoriler ile çalışmamızı amacına ulaştırabiliriz. 5. Verilerin Analiz Edilmesi Bu aşamada araştırmacı, elde ettiği verilerden çabasının sonuçlarını almaya başlar. Önceden belirlediği sorulara cevap vermeye başlar, hatta yeni sorular da üretebilir. Bu sorulara, belgelerine sadık bir şekilde cevap vermek çalışmanın en güzel taraflarından biri olsa gerek. 6. Bulguların Değerlendirilmesi Bu aşamada elde edilen tüm verilerden bulgular çıkarılır ve çalışmanın sonucu için sentezler yapılır.

4

Müstensih ve İstinsah Tarihi: Eseri çoğaltan ve ne zaman çoğaltıldığı.

61


7. Araştırmanın Yazımı Araştırmanın belki de en çok zaman alan kısımlarından biri de yazımdır. Adeta nakkaş edasıyla her cümle dikkatlice seçilip, imla kurallarına çok dikkat edilmelidir. Arapça ve Farsça’dan alınan kelimelerin mutlaka Türkçeleşmiş halleri yazılmalıdır. Örneğin “sadr-ı âzam”, “reisü’l küttab” yerine “sadrazam” ve “reisülküttab” şeklinde yazılmalıdır. Ayrıca “Hâlâ” ile “Hala” arasındaki anlam farklılığı olan diğer benzer kelimelere de dikkat edilip aksan konulmasına dikkat edilmelidir5. Ciddi emek harcanarak elde edilen verilerin yazıma dökümü hatalı olursa, ortaya anlamsız bir eser çıkmasına sebep olabilir. Araştırmacı, yazım esnasında kendi düşüncelerine ağırlık vermelidir. Hangi kaynaklardan beslendiğini de mutlaka dipnotla açıklamalıdır. Yazımın akıcı olması ve okuyucunun kafasında konu bütünlüğünün korunabilmesi de mühimdir. Dikkat edilmesi gereken bir nokta da bölümler arasındaki sayfa sayılarının orantılı olmasıdır. Örneğin 1. Bölüm 100 sf iken 2. Bölümün 15 sayfa olması uygun değildir. Tarihte Dipnot Kullanımı Akademik bir çalışmanın denetlenebilir olması çok önemlidir. Bu da araştırmacının çalışmasının hangi kaynaklara dayalı olduğunu açıkça göstermesi ile olabilir. Bilginin nerelerden alındığının anlaşılması Kütükoğlu’na göre eserin iki mühim noktasını teşkil eder. Biri, çalışmanın sağlam kaynaklara dayandırıldığının gösterilmesi, diğeri ise bilginin doğruluğunu denetlemek veya aynı konuda daha fazla bilgi almak isteyenlere yol gösterilmesi6. Dipnot kullanımı bu açıdan hem araştırmacı hem de okuyucu için önemli kolaylıklar sağlar. Dipnotlar sayfanın alt kısmına (1)’den başlanarak numaralandırılarak verilir. Günümüz bilgisayar programları bu konuda araştırmacıların işini kolaylaştırmaktadır. Akademik bir çalışmada dipnotun kullanılabileceği yerler şunlardır: a. Açıklanması gereken isim ve tabirler varsa kullanılır. Okuyucu paragrafta geçen ismin künyesini, kavramın ne anlama geldiğini veya hangi kitaptan alındığını bilmeyebilir. Eserin ve kavramın üst kısmına önceden belirlenen yazım kurallarına göre dipnot numarası verilmelidir. “Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitabevi Yay., 4. Baskı, İstanbul, 1993.” “Lucien Febvre ve Marc Bloch: 1929 yılında Strasburg’da Annales d’histoire e’conomique et sociale adlı derginin kurucuları olup yeni bir tarih anlayışının doğuşuna öncülük yapmışlardır.” b. Paragraf veya cümle içerisinde birden çok bilginin peş peşe gelmesi durumunda her bilginin üzerine dipnot numarası verilmelidir. “Batıda bu dönemde ortaya çıkan tıp tarihinin gelişmesinde etkili olan başlıca kişileri şöyle sıralayabiliriz: Padovalı Victor Dramberg (1817-1872)12 , Max Neuburger (1868-1955)13, Max Meyerhof (18741945)14, Laigvel Levastuie (1875-1953)15, A. Castiglioni (1874-1953)16, Karl Sudfroff

5 6

Kütükoğlu, a.g.e, s. 92. Kütükoğlu, a.g.e., s. 96.

62


(1853-1938)17,Hery Sigerist (1891-1957)18” örneğinde olduğu gibi her isim için açıklama gerekebilir. c. Önemli bir isim veya kavram noktasında kaynaklar arasında farklı bilgiler olabilir. Bunlara eleştirel açıdan yaklaşılıp tenkidi yapıldıktan sonra o kaynaklardan biri çalışmada kaynak olarak gösterilebilir. Lakin diğer kaynaklar da numaralandırılarak verilmelidir. d. Kendimize ait olmayan düşüncelerin belirtilmesinde yazara ve esere atıf yapmak için dipnot kullanılmalıdır. Genel olarak, tarihçinin ortaya koyduğu objektif ve bilimsel çabalar ile toplumun, tarih biliminden istifade kabiliyeti arasında doğru orantı olduğu kanısındayım. Lakin, binlerce akademik çalışmalar olmasına rağmen halk nezdinde bu eserlerin ne derece tetkik edildiği de malumdur. Halkımız magazin tarihçilerinden öğrendiği dakikalık bilgilerle ecdadımız hakkında çok ağır konuşabilmekte ve nefretle geçmişe bakabilmektedir. İttihatçılar ve özellikle de Enver Paşa en çok hedef tahtasına oturtulanlar arasındadır. Oysa tablonun bütününe bakılsa ve hangi hareketin ve düşüncenin Osmanlı’da yönetime gelmesi fark etmeyecek ve Osmanlı Devleti’nin sonunun aynı olacağı anlaşılacaktır. İşte tarihçilere düşen görev, tablonun bütününü gösterebilmek ve tarafsızca yorumlar yapabilmek ya da ön yargılarını minimize ederek eserler ortaya koyabilmektir. KAYNAKÇA 1. KÜTÜKOĞLU, Mübahat, Tarih Araştırmalarında Usul, TTK Yay., 2. Baskı, Ankara, 2014. 2. BİÇER, Bekir, Tarihe Giriş, Dem Yay., İstanbul, 2008. 3. ACUN, Fatma, Lisansüstü Semineri, Süleyman Demirel Üniversitesi,29 Nisan 2010.

63


Her ne iş yapılırsa yapılsın yapılış yöntemi çok önemlidir. Doğru yöntemi bulamazsanız, yapmak istediğiniz şeyi gerektiğinden çok daha fazla enerji harcayarak yapmak durumunda kalırsınız ve hatta enerjiniz kalmazsa yarıda bırakmak zorunda kalabilirsiniz. Bunun basit bir örneği yüzme sporunda görülebilir. Yüzme tekniği bilmeyen bir kişi epeyce çaba harcayarak belli bir mesafe kat eder. Ancak enerjisi bitmiştir, yola devam edemez. Öte yandan yöntem bilen bir yüzücü yüzmesi gereken mesafeye göre uyarladığı teknik ile enerjisini düzgün harcamasını bilir. Hesaplandığında yöntem bilmeyen insandan daha az enerji harcayarak çok daha fazla mesafe gittiği görülebilir. Dünyada “Türk gibi başla, Alman gibi bitir”, “Türk gibi başla İngiliz gibi bitir” benzeri sözlerin türemesi ve dünyaya şöyle bir bakmamız bize biz Türklerin teknik bilmek ve ona göre hareket etmek yerine var gücümüzü telef ettiğimizi göstermektedir. Bu durumun her alanda önüne geçmemiz gereklidir. Bu yazının geri kalanı Kanada Waterloo Üniversitesi profesörü Srinivasan Keshav’ın akademik çalışmalarda makalelerin nasıl okunacağını anlattığı “How to read a paper” isimli makalesinin Türkçeye tarafımdan çevirisidir. Bu makale yıllardır birçok insanın geribildirimleri ile geliştirilen bir çalışmadır. Ben de 17 Şubat 2016 yılında güncellenmiş sürümünü dilimize kazandırmak istedim. Mümkün olduğunca aslına sadık kalarak yaptığım bu çeviriyi ileriki zamanlarda daha veciz ifadelerle iyileştirmek söz konusu olabilir. Makale nasıl okunur? Özet Araştırmacılar makale okurken önemli ölçüde zaman harcarlar. Ancak doğru okuma becerisi nadiren öğretilir ve bu nedenle çok fazla gereksiz çaba harcanır. Bu yazı makale okurken kullanılacak üç aşamalı, pratik ve verimli bir yöntemin ana hatlarını çizmektedir. Aynı zamanda bu yöntemin literatür taraması yaparken nasıl kullanılacağını da açıklayacağım. 1. Giriş Araştırmacılar bir takım sebeplerle makale okumak zorundadırlar. Bunlar: bir konferans veya bir ders için onları gözden geçirmek, kendilerini alanlarında güncel tutmak ya da

64


yeni bir alanda literatür taraması yapmak için. Tipik bir araştırmacı her yıl aşağı yukarı yüzlerce saatini makale okuyarak harcar. Etkili bir biçimde makale okumayı öğrenmek çok önemlidir ancak bu, nadiren öğretilen bir beceridir. Bu nedenle lisansüstü öğrencilerinin kendi kendilerine deneme yanılma yolu ile öğrenmeleri gerekir. Öğrenciler bu süreçte çok fazla çaba harcarlar ve sıklıkla hayal kırıklığına uğrarlar. Ben yıllardır bir makalenin ayrıntılarında boğulmamı engellemesi için kuşbakışı bakış yapmadan önce üç aşamalı yaklaşımı kullanıyorum. Bu, bir dizi makaleyi gözden geçirmek için gerekli olan zamanı tahmin etmeme izin veriyor. Dahası, makaleyi ihtiyacıma ve sahip olduğum zamana bağlı olarak hangi derinlikte değerlendireceğimi belirleyebiliyorum. Bu yazı, yöntemi ve bunun literatür taramasındaki kullanımını açıklar. 2. Üç aşamalı yaklaşım Temel fikir; makaleyi başından başlayıp sonuna kadar nefessiz okumak yerine üç aşamada okumaktır. Her aşama özel bir hedefi başarır ve bunu bir önceki aşamanın üzerine inşa eder. İlk aşama makale hakkında size genel bir fikir verir. İkinci aşama makalenin içeriğini kavramanızı sağlar, ama detaylarını değil. Üçüncü aşama makaleyi derinlemesine anlamanıza yardımcı olur. 2.1. İlk aşama İlk aşama makalenin kuşbakışı bir görünümünü elde etmek için hızlıca bir tarama yapmaktır. Ayrıca daha fazla aşamaya ihtiyacınızın olup olmadığına da karar verebilirsiniz. Bu aşama yaklaşık olarak 5 ile 10 dakika arasında sürmelidir ve aşağıdaki adımları içermelidir: 1- Başlığı, özeti ve giriş bölümünü dikkatlice okumak 2- Bölüm ve alt bölümlerin başlıklarını okumak ama diğer her şeyi göz ardı etmek 3- Altında yatan teorik temelleri saptamak için eğer varsa matematiksel ifadelere göz atmak 4- Sonuçları okumak 5- Referanslara göz atmak ve daha önce okunanları zihinsel olarak işaretlemek Birinci aşamanın sonunda şu beş C’ye cevap verebilir olmalısınız: 1- Kategori (Category): Hangi tipte bir makale? Bir ölçüm makalesi mi? Mevcut bir sistemin analizi mi? Bir araştırma prototipinin açıklaması mı? 2- Bağlam (Context): Diğer hangi makaleler ile ilişkili? Problemin çözümlemesi için hangi teorik temeller kullanılmış? 3- Doğruluk (Correctness): Varsayımlar geçerli görünüyor mu? 65


4- Katkılar (Contributions): Makalenin ana katkıları nelerdir? 5- Açıklık (Clarity): Makale güzel yazılmış mı? Bu bilgileri kullanarak makaleyi daha fazla okumamayı seçebilirsiniz (böylece onun çıktısını almazsınız ve ağaçları kurtarırsınız). Bu şu nedenlerle olabilir; makale sizin ilginiz çekmiyordur, makaleyi anlayabilecek kadar bu alanda bilgi sahibi olmayabilirsiniz, ya da yazarlar geçersiz varsayımlar yapmış olabilirler. İlk aşama, araştırma alanınızda olmayan ama bir gün alakalı olabileceğini göstermesi için yeterlidir. Bu arada, bir makale yazarken hakemlerin (okuyucuların) çoğunun sadece bir aşama ile onu geçebileceğini bekleyebilirsiniz. Bölüm ve alt bölümlerin başlıklarını seçerken tutarlı olmaya çalışın ve veciz ve kapsamlı bir özet yazmaya önem verin. Eğer bir hakem/eleştirmen ilk aşamadan sonra ana fikri anlayamazsa makale reddedilecektir, eğer bir okuyucu makalenin ilginç noktalarını beş dakika içinde anlayamazsa, makale muhtemelen hiçbir zaman okunmayacaktır. Bu nedenlerle makaleyi güzel seçilmiş bir şekille özetleyen grafiksel bir özet mükemmel bir fikirdir ve bunun kullanımı bilimsel dergilerde gitgide fazlalaşmaktadır. 2.2. İkinci aşama İkinci aşamada makaleyi daha dikkatli bir şekilde ancak ispatlar gibi detayları önemsemeden okuyun. Bu, anahtar noktaları not almanıza veya kenardaki boşluklara yorumlar yazmanıza yardımcı olur. Augsburg üniversitesinden Dominik Grusemann “anlamadığınız terimleri veya yazara sormak isteyeceğiniz soruları not alın” şeklinde tavsiye etmektedir. Eğer makale hakemi olarak davranırsanız bu yorumlar inceleme yazınızı yazarken size yardımcı olur ve program komite toplantısında size destek olur. 1- Makaledeki şekilleri, diyagramları ve diğer gösterimleri dikkatlice inceleyin. Grafiklere özel bir dikkat gösterin. Eksenler düzgün bir şekilde etiketlenmiş mi? Sonuçlar hata çizgileriyle birlikte gösterilmiş mi, sonuçlar istatistiksel olarak önemli mi? Bu gibi sıkça yapılan hatalar acele yapılmış kalitesiz işleri mükemmel olanlardan ayırır. 2- Konu ile ilgili okunmamış kaynakları daha sonra okumak için işaretlemeyi unutmayın (bu, makalenin arka planı hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak için güzel bir yoldur). Tecrübeli bir okuyucu için ikinci aşama yaklaşık bir saat sürmelidir. Bu aşamadan sonra, makalenin özünü kavrayabiliyor olmalısınız. Bir başkasına makalenin ana saplamasını destekleyici kanıtlarla özetleyebilmelisiniz. Bu detay düzeyi sizin ilginizi çeken ancak ihtisas alanınız içinde olmayan bir makale için uygundur. Bazen ikinci aşamanın sonunda bile bir makaleyi anlayamayabilirsiniz. Bu durum, konu sizin için yeni olduğundan, terminolojiye ve kısaltmalara uzak olduğunuzdan olabilir. Veya yazarlar sizin anlayamadığınız bir ispat veya deneysel bir teknik kullanmış olabilir, 66


böylece bu kayıt yığını sizin için anlaşılmaz bir şey olabilir. Belki makale asılsız iddialar ve çok sayıda referanslar ileri sürerek kötü bir şekilde yazılmış olabilir. Veya sadece gece vakti ve siz yorgun olabilirsiniz. Burada şunlardan biri seçilebilir: (a) makaleyi bir kenara koyun ve bu materyali anlamamış olmanızın meslek hayatınızda başarılı olmak için gerekli olmaması için dua edin, (b) makaleye belki arka plandaki materyalleri okuduktan sonra tekrar dönün, (c) direnin ve üçüncü aşamaya geçin. 2.3. Üçüncü Aşama Bir makaleyi tamamıyla anlamak için bilhassa eğer bir hakemseniz üçüncü aşama gereklidir. Üçüncü aşama için anahtar, makaleyi gerçeğe yakın bir şekilde yeniden uygulamayı denemektir. Bu, yazarların yaptığı kabulleri yaparak çalışmayı yeniden yapmaktır. Yeniden yaptığınız çalışmayı makalenin kendisi ile karşılaştırdığınızda makalenin getirdiği yenilikleri tanımlamakla kalmaz aynı zamanda makalenin saklanmış hatalarını ve kabullerini de belirlersiniz. Bu aşama detaylara büyük dikkat ile bakmayı ister. Her varsayımı her durum için tanımlamalı ve tartışmalısınız. Dahası, kendi kendinize böyle bir fikri nasıl sunabileceğinizi düşünmelisiniz. Yeniden oluşturduğunuz ile makalenin kendisinin bu karşılaştırılması size makalenin kullandığı ispat ve sunum tekniklerine keskin bir bakış açısı ile baktırır ve büyük olasılıkla bu yöntemleri kendi repertuarınıza ekleyebilirsiniz. Bu aşama boyunca gelecek çalışmalar için çeşitli fikirleri de not etmelisiniz. Bu aşama yeni başlayanlar için saatlerce, tecrübeli bir okuyucu için bir saatten fazla veya iki saat bile sürebilir. Bu aşamanın sonunda makalenin bütün yapısını güçlü ve zayıf yönlerini de tanımlayarak hafızanızdan yeniden inşa edebilmelisiniz. Özellikle örtülü varsayımları, ilgili çalışmalardaki eksik atıfları ve deneysel veya analitik tekniklerle ilgili potansiyel sorunları kesin olarak saptayabilmelisiniz. 3. Literatür taraması yapmak Literatür taraması yapılırken makale okuma becerileri teste tabi tutulur. Bu, belki de alışılmadık bir alanda, onlarca makale okumanızı gerektirir. Hangi makaleleri okumalısınız? Size bu konuda yardımcı olması için üç aşamalı yaklaşımı nasıl kullanmalısınız? Öncelikle, Google Scholar veya CiteSeer gibi bir akademik araştırma motoru ve alanda fazlaca atıf almış yakın zamanda yazılmış üç beş tane makale bulmak için bir miktar iyi seçilmiş anahtar kelime kullanmasınız. Çalışmalara dair fikir edinmek için her bir makaleye ilk aşamayı uygulayın, daha sonra onların ilgili çalışmalar kısımlarını okuyun. Gündemdeki çalışmaların özetinin bir küçük resmini ve belki eğer şanslıysanız gündemdeki çalışmaları taramış olan bir makale bulabilirsiniz. Eğer böyle bir tarama makalesi bulabilirseniz, işi bitirdiniz. Onu okuyun ve kendinizi bu güzel şansınız için tebrik edin. Aksi takdirde, ikinci adımda, kaynakçada paylaşılan atıfları ve tekrar eden yazar isimlerini bulun. Bunlar alandaki önemli makaleler ve araştırmacılardır. Bu önemli 67


makaleleri indirin ve bir kenara koyun. Daha sonra bu önemli araştırmacıların internet sitelerine gidin ve en son nerelerde yayım yaptıklarına bakın. Bu size alandaki üst düzey konferansları tanımlamada yardımcı olacaktır. Çünkü en iyi araştırmacılar genellikle üst düzey konferanslarda yayım yaparlar. Üçüncü adım bu üst düzey konferansların internet sitelerine gitmek ve son çalışmalarını incelemektir. Hızlıca bir tarama genellikle gündemdeki yüksek kaliteli ilişkili çalışmaları saptayabilir. Bu makaleler, daha önce kenara koyduklarınızla birlikte taramanızın ilk sürümünü oluşturur. Bu makalelere iki aşamayı uygulayın. Eğer hepsi sizin daha önce görmediğiniz bir kilit makaleye atıfta bulunuyorsa, onu bulun, okuyun ve bu işlemi gerektiğinde yineleyerek devam ettirin. 4. Alakalı çalışma Eğer bir makaleyi eleştiri yazmak için okuyorsanız Timothy Roscoe’nin “Sistem konferansları için incelemeler yazma” isimli makalesini de okumalısınız. Eğer teknik bir makale yazmayı planlıyorsanız Henning Schulzrinne’nin kapsamlı internet sitesine ve George Whitesides’in sürecin mükemmel genel görünümüne başvurmalısınız. Son olarak, Simon Peyton Jones’un araştırma becerilerinin tüm yelpazesini kapsayan bir internet sitesi bulunmaktadır. Iain H. McLean of Psychology A.Ş. deneysel psikoloji makaleleri için üç aşamalı yaklaşımı kullanarak makale incelemeyi kolaylaştıran, indirilebilir bir ‘inceleme matrisi’ni oluşturmuştur. Bu muhtemelen küçük değişikliklerle başka alanlardaki makaleler için kullanılabilmektedir. 5. Teşekkürler Bu dokümanın ilk sürümü öğrencilerim Hossein Falaki, Earl Oliver ve Sumair Ur Rahman tarafından hazırlanmıştır. Onlara teşekkür ediyorum. Ayrıca Christophe Diot’un algısal yorumları ve Nicole Keshav’ın kartal gözlü metin düzenlemesinden de yararlandım. Bu dokümanı canlı bir belge yapmak istiyorum ve aldığım yorumlarla güncelliyorum. Lütfen bir dakikanızı ayırın ve bunu geliştirmek için yorumlarınızı ve önerilerinizi bana e-posta ile gönderin. Yıllardır birçok kişiden gelen bütün teşvik edici geribildirimler için teşekkür ederim.

68


1972 yılında kuşların evrimini incelemek için gittiği Yeni Gine’de Yali adında tanınmış bir siyasetçi Diamod’a şu soruyu sormuştu: “Neden siz beyazların bu kadar çok kargosu var, bunları Yeni Gine’ye neden getirdiniz ve biz siyahların kargosu neden bu kadar az?” Yeni Ginelilerin sahip olmadığı ve daha sonra beyazlar tarafından ülkeye getirilen yeni şeylere “kargo” adı verilirdi. Yali’nin sorusu da dünya genelindeki bu kargo eşitsizliğinin dile getirilmesiydi. Jared Diaond, basit gibi görünen ancak yanıtlaması oldukça güç olan bu soruyu, kendi eklediği daha birçok soruyla beraber Tüfek, Mikrop ve Çelik adlı bu kitapta yanıtlamaya çalıştı. -“Neden Avrupalılar Amerika’yı keşfetti de Amerikalılar Avrupa’yı keşfetmedi?” - “İnsanlar neden farklı kıtalarda farklı hızla gelişti?” *** Coğrafyanın etkisi yüzyıllardır insanların gelişiminde temel rol oynamış, tarihsel yazgılar da eksenler çevresinde dönmüştür. Kıtaların doğu-batı doğrultusunda uzandığı aynı iklime sahip alanlarda yaşam koşulları insanların gelişimine kolaylık sağlarken (Avrasya); kuzey- güney doğrultusunda genişlemesi (Amerika ve Afrika) iklim geçişlerinin hissedilmesi açısından yaşam koşullarını zorlaştırmıştır. Eksenlerin yönü tarım bitkilerinin ve hayvan topluluklarının, yazının, tekerleğin ve başka icatların da yayılma hızını etkilemiştir. Avcı/toplayıcı yaşamdan yerleşik yaşama geçiş evresi dünya tarihinde yeni bir dönemi başlatmıştır. Hayvanların ve bitkilerin evcilleştirilmesi ve ilk tarım ürünlerinin yetiştirilmeye başlanması özellikle Bereketli Hilal ve Çin bölgelerinde yerleşik nüfusun oluşmasına sebep olmuş ve böylelikle bugün dahi önemlerini koruyan bu bölgeler tarih sahnesindeki yerini almıştı. Yerleşik yaşama geçişle bir arada yaşama gereksinimi “toplum” bilincini geliştirirken diğer yandan yeni oluşan bu toplum bir arada yaşadığı ortam içerisindeki mikroplara karşı bağışıklık da kazanılmış oluyordu. Toplumun gereksinimleri giderek artmaya başladı ve böylelikle coğrafyanın imkân verdiği ölçüde medeniyetlerin ilk geliştiği yerler teknolojik gelişmelerin de yaşanmaya başladığı yerler oldu. Yeni icatların ortaya çıkması toplumun onları kullanabilecek hale geldiği zaman kabul edildi ve bu icatlar ihtiyaca binaen ortaya çıktı. Örneğin atı evcilleştirmemiş olan yerlerde tekerleğin icadının çok büyük bir öneme sahip olmadığı görülürken atı yük 69


taşımada kullananlar için tekerleğin bulunması yeterince büyük bir icat olarak kabul edilebilirdi. Yerleşik yaşamın getirisi olarak teknoloji de bu bölgelerde gelişecekti. Diğer yandan Amerika, Afrika ve Avusturalya kıtalarında durum aynı değildi. Coğrafi konumları itibariyle tarıma geçiş sağlanmış durumda değildi. Evcilleştirmeye elverişli bitki türü azlığı ve evcilleştirilecek hayvan türlerinin bulundukları coğrafyalarda olmaması nedenleriyle yerleşik yaşama geçmeyip avcı/toplayıcı olarak yaşamlarını devam ettirdiler. Yani çoğu yerlerde yerleşik yaşama geçme ihtiyacı duymadılar. Batılı izah tarzıyla anlatılanların aksine bu kıtalarda gelişme düzeyinin yavaş olması hatta hayli geç meydana gelmesi oradaki halkların biyolojik etmenlerden dolayı değil coğrafi koşulların etkilediği ölçüde tarih boyunca gelişmelerini daha yavaş sürdürdüklerinden dolayı meydana gelmiştir. Bu şekilde gelişim evrelerinin farklı olduğu bölgelerden iki medeniyetin karşılaşması, Jared Diamond’un kitabında verdiği örnekle daha da aydınlığa kavuşmaktadır. Kitapta 16 Kasım 1532’de Avrupa ile Amerikan yerlileri arasındaki ilişkilerin en dokunaklısının göstergesi olarak Cajamarca’da İspanyol kralı Pizarro ile İnka İmparatoru Atahualpa arasında yaşanan olaydan bahsedilir. Pizarro 168 İspanyol askeriyle yeni ve hiç bilmediği İnka topraklardaydı. Atahualpa ise daha yakın zamanlarda yerlilerle yaptığı bir savaşı kazanmış, 80.000 askerin koruması altındaydı. Ancak Pizarro ile karşılaşmasından birkaç dakika sonra esir düşmüştü. Nasıl oluyordu da 80.000 kişilik ordu, 168 kişi karşısında yenik çıkıyordu? İşte bu sorunun cevabı da aslında Yali’nin sorusunun cevabıydı. Atahualpa dünyada İspanya diye bir yer olduğundan, hatta diğer ülkelerden gelen istilacılar olduğundan dahi haberi yoktu. Çünkü daha önce hiçbir yerde böyle bir tehditle karşılaşmış bir topluluk olmamıştı. Bu karşılaşmada Pizarro’nun başarısında etkili olan nedenler arasında da tüfeklere, çelik silahlara ve atlara dayalı olan teknolojileri; bunların yanında Avrupa insanının bağışıklık kazandığı ama topraklarına yeni geldikleri İnkaların henüz karşılaşmadığı mikroplarla karşılaşmamış olması gibi sebepler yatıyordu. Diğer yandan Pizarro’yu az kişiyle güçlü kılan denizcilik teknolojisi vardı, Avrupa devletlerinin merkezi siyasal örgütlenmeleri vardı, yazı vardı… Bunların hepsi birden Atahualpa’nın halkının olduğu gibi diğer yerlerde de pek çok yıkımlara neden olmuştu. Hepsinin nedeni de bu bölgelerde yaşayan insanların daha önce tanıklık etmedikleri ve ihtiyaç duymadıkları icatların diğer topluluklarda gelişmiş şekliyle karşılaşmalarından kaynaklanmıştı.

70


Bu örneği verilen karşılaşma aslıda yeni dünya ile eski dünyanın karşılaşmasıdır. Son 13.000 yıl içinde farklı anakaralarda karmaşık insan toplulukları farklı biçimde gelişmiştir. Bu gelişmelerin farklı olmasını Diamond kitabında Tolstoy’un Anna Karenina’sının ilk cümlesiyle açıklığa kavuşturur: “Mutlu ailelerin hepsi birbirine benzer; mutsuz ailelerin mutsuzluğuysa kendine özgüdür.” “Gelişmiş” toplumların hepsinin birbirine benzer nedenleri vardır ancak “gelişmemişlerin” sebepleri kendilerine özgüdür. “Tarihsel açıklamanın ne işe yarayacağı konusu açıklamanın kendisinden apayrı bir konudur. Anlamak çoğu kez sonuçları tekrarlamak ya da ebedileştirmek amacına değil, o sonuçları değiştirme amacına hizmet eder. İşte bu yüzden psikologlar katillerin ve tecavüzcülerin ruhlarını anlamaya çalışır. Bu araştırmacıların amacı cinayeti, tecavüzü, soykırımı, hastalıkları haklı göstermek değildir. Tam tersine onlar, zincirleme nedenleri anlayarak bu zinciri kırmak isterler.” Diamond’un Yali’nin sorusuna aradığı cevapta ortaya çıkanlar dünya tarihinin yeniden sorgulanmasını da beraberinde getirmiştir. Batı mantığıyla ırkçı bakış açısı altında bu insanların yok sayılması ya da geri kalmışlığın biyolojik nedenlere bağlanıp onların geri plana itilmesi insanlık tarihine aykırı bir durumdur. Onları yok saymak yerine dünyadaki bu eşitsizliğe neden olan birbiriyle bağlantılı sebeplerin incelenmesi gerekmektedir. Diamond, Yali’nin sorusuyla çıktığı yolculukta bu sebepleri incelemiş ve kitabında derlemiştir.

71


Post modernizm, modern dünya paradigmasının yerini alması ile birlikte geleneksel birçok siyasal ekonomik ve sosyo-kültürel bakış açısında değişimler yaşanmıştır. Politik bakış açısında değerlendirilecek olursa, günümüzün hala devam eden siyasal geleneksel kurumların varlığını devam ettirse bile, siyasi alışılagelmiş doktrinsel yaklaşımların yerini daha pragmatist ve popülist politikalar yerini bırakmıştır. Günümüzde Popüler kültür olarak anılan kültürel deformasyonun temelinde gelişen teknolojik yapılar ile ortaya çıkmış olan hegemoni tek bir kültürün, diğer kültürler üzerinde yaratmış olduğu melez ama hiç birine ait olmayan bir yapıyı doğurmuştur. Siyasal geleneksel kurumlar ise bu durumundan nasibini almış ve siyaset içerisinde olumlu ve olumsuz etkileri doğurmuş ve doğurmaya devam etmektedir. Popüler kültürün getirmiş olduğu düğün konseptleri ve düdük makarnasına gelen Penne Arabiatta kavramının yanında, siyasi açıdan gelişen sistematik kurumlar al aşağı olmuş ve kendine yeni aktörler edinmiştir. Bu aktörler dönem içerisinde ortaya çıkar ve herkes bir günlüğüne de olsa ünlü olacak şiarı ile devam eder. Popüler kültürün en büyük deformasyonu ilgili döneme ait kavramların lugatsal çarpıtmasıdır. Yıllarca Düdük Mkarnası olarak tanımlanan görseldeki yemek, günümüzde Penne olarak kavramsallaşmış, anadilde ifade edilen “düdük” ön eki yadırganmıştır. Pop art olarak tanımlanan akımın duayeni Andy Warhol Herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olacaktır. Sözü ile akıllarda yer etmiştir. Örnek verecek olursak, zamanında çok büyük bir sansasyon yaratan yazar kasa fırlatan esnaf profili, ileri ki bir dönem de ortaya çıkan “gezi parkı içreisinde daha çok değineceğimiz” duran adamlar talcidmanler ve vandetta şapkası giyip sokağa çıkan yaşlı nineler gibi, örgütsel herhangi bir çıkış sağlamayan anlık gelişen ve bir anda tüm kamuoyunda bir çok siyasi figürün ortaya çıkmasına neden olan fakat bir yıllık zaman periyodunda yok olan imgelerdir. Öte yandan örgütsel bir platformdan çıkmayan ve 72


sonradan yok olan bu yapı var olan siyasi kurumlar içerisinde bir çöküş yaratmaktadır.

2001 krizinde ve gezi parkında ortaya çıkan bu siyasal figürler, tıpkı popüler kültürün ön gördüğü gibi 15 dakikalık prime time kuşağında yer almışlar ve misyonunu tamamlayıp sahadan çekilmişlerdir. Popüler kültürün kişiler nezdinde, siyasal kurumlar açısından bir yan etkisi bulunmamakta ve hatta popüler kültürel kurumları istem dışı propagandasını oluşturmaktadır. Fakat popüler kültürün getirmiş olduğu bilgi kirliliği ideolojik ve doktrinsel bir takım yanlış anlaşılmalara neden olmaktadır. Oryantalist figürlerle popüler kültürün odak noktası olan aktörler ortaya çıkardıkları mottolar ile siyasal düşünsel arenada yanlış bilgilere sebep olur. Lozan’ın gizli maddesi ve bir gecede cahil kaldık gibi tanımlamalar gerek devletin resmi ideolojisinin öğreniminde gerek ise alternatif dünya görüşleri açısından anomie doğurur. Popüler kültür var olan mekanizmaları anlık kullan –tüket ilişkisini barındırdığından, yenilikçiliği özgünlüğü ve üretim mantığına ket vurur. Bunun en önemli sebebi yeni propaganda ve siyaset yöntemlerinin gelişmemesidir. 1970 ve ‘60’lı yıllarda hüküm süren üretken siyaset ve politika anlayışı yerini ’90-2000 ve ‘10 ‘lu yıllarda devşirme siyasetini doğurmuştur. Örnek verecek olursak Bülent Ecevit’in başlatmış olduğu topluma indirgenememiş Kemalist ilkeler eleştirisine alternatif sunduğu ortanın solu doktrinine nazaran, günümüz politik söylem ve analizler salt eleştiri ve geçmişin durumuna eleştirmekte öteye gidememektedirler. Popüler Kültürün, anlık gelişen ve o andan öteye gidemeyen politik aktörleri zaman içerisinde kendi kurumsal alt yapılarını da oluşturmaya başlamıştır. 2010 ‘un başlarında toplumun geneline nüfus etmeyi başarmış olan sosyal medya ile; var olan medyadan çok daha hızlı ve kolay biçimde kitlelere ulaşmayı başaran popüler kültürün siyasi figür ya da aktörleri bu süreç içerisinde aynı 2000’li yılların başında olduğu gibi toplum sahnesine çıkıp yok olmuştur. Bu durumu iyi gözlemleyen ve propaganda unsuru olarak kullanmaya başlayan resmi siyasal kurumlar, toplumsal propaganda mekanizması olarak popüler kültürü çok iyi manipüle etmeyi başarmışlardır. İstenilen gündemi oluşturma ve ya var olan gündemi değiştirmede oldukça başarı olan bu “Twitter trolleri”, yükselen bir ivme ile var olan politik mekanizmaları etkili bir biçimde yönetmeye başlamıştır. Burada karşımıza çıkmakta olan çelişki ise, hali hazırda medya gücünü elinde bulunduran ve havuz medyası olarak da belirtilen iktidar yanlısı odakların, alternatif iletişim araçlarını olağanüstü gündem haricinde daha baskın olarak kullanması ve ülke kamuoyunda ses getirmeyi kat be kat daha başarı sağlamasıdır. Bu da popüler kültürün yaratmış olduğu siyasal figürlerin aslında var ola iletişim biliminden çok da uzak olmadığını ve belirli sistematik iletişim kültürü ile hala içli dışlı olduğunu göstermektedir. 73


Özellikle Twitter üzerinde etkin olan ve aktroll olarak tanımlanan politik gündem ile alakalı olarak paylaşımlar yapan grup, politik muhaliflerine karşın gündemi daha baskın ellerinde tutmaktadırlar. Görsel de görülen Twitter Türkiye gündeminde; Siyasi içerikli 3 paylaşımın, 2’ye 1 oranında ilgili grubun baskınlığını ifade etmektedir.

Popüler Kültürün Dışa Vurumu: Gezi Sosyal bilimsel araştırmalarda ve politik olayların açıklanmasında yeni bir obje kabul edilen gezi parkı olaylarını; üzerinden geçmiş olan 4 yıllık zaman zarfı sonrasında popüler kültürün yaratmış olduğu bir hareket olarak söylemek mümkündür. Gezi Parkı olayları olarak anılan ve özellikle bir aya varan uzun süreli eylemlerin sebep olduğu irili ufaklı ulusal eylemler bütünü haline gelen bu yapı, ilerleyen dönemlerde oluşturamadığı geniş bir kitle; ve zamanla enerjisini yitiren bir toplumsal hareket olması bu duruma işarettir. Gezi Parkı sürecinin ardından Haziran Hareketi adı altınsa sol havuzda oluşturulmaya çalışılan bir takım değerler ve siyasal platform çabaları ise 2013 Haziranında olduğu gibi bir etkinin devamlılığını sağlayamamıştır. Bu dönem zarfı içerisinde başlayan Mısır Devrimi protestoları ve 68 ruhu gibi geniş ve sadece politik olmayıp, bir kültürü değiştiren akımlara benzeyememesi; genel örgütleyici birkaç ismin ön plana çıkıp daha sonradan bu önder isimlerin ortadan kalkması neticesinde, gezi parkı eylemleri popüler kültürün içini doldurmayı başaramadığı siyasal boşluğu bir aylık süre içerisinde var edip tüketmiştir. Bütün bu tanımlamalar ve örneklerden yola çıkacak olursak, bir siyasal kurum ve ya yeni bir akım yaratmak gibi bir ideası olmayan popüler kültürün toplum içerisinde oluşan negatif ve pozitif politik algılara karşı anlık oluşan tepkimelerin önüne geçemeyeceği, geleneksel siyasal tanımlamalara efektif tepkimeler haricinde yenilik getiremeyeceğini söylemek mümkündür.

Gezi Parkı Olayları sırasında, ulusal bazda eylemlerin birliğini temsil eden ve sözcülüğünü yapan Mehmet Ali Alabora ve Şebnem Sönmez, Gezi Parkı sürecinin etkinliğini yitirmesi ile ilgili politik kimliklerini yitirmişlerdir.

74


Atatürk Dönemi Milli Eğitim Politikası Milli Mücadele hareketinin başarıyla sonuçlanmasından sonra Türk toplumunu çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırmayı isteyen Atatürk, bu amacını gerçekleştirmek için ülkede köklü inkılâp hareketlerine girişmiştir. Bu hareketleri engelleyecek her şeyin ortadan kaldırıldığı bu dönemde, hedef alınan ana düşünce milli, çağdaş ve laik bir toplum meydana getirmektir. Bütün bunlar ise ancak milli bir eğitim sayesinde gerçekleşebilirdi. Milli Mücadelenin kazanılmasında etkili olan milli birlik ve milli şuur anlayışı yen devletin eğitim politikasının da esasını oluşturmuştur.6 Zira Osmanlı'dan farklı olarak üniter milli bir devlet olarak kurulan Cumhuriyet'in eğitim politikası da milli olmalıydı. Bu konu ile ilgili olarak, daha milli mücadelenin devam ettiği yıllarda1921'de Ankara'da milli bir eğitim programının oluşturulması amacıyla Maarif Kongresi toplanmıştır. Atatürk kongrenin açılışında yaptığı konuşmasında, önceki eğitim sistemini eleştirerek, ülkenin geri kalmasında oynadığı role dikkatleri çektikten sonra, yeni devletin eğitim politikasının Osmanlı'daki gibi gayr-i milli olmayıp, doğu ve batı tesirlerinden uzak milli bir politika olacağını vurgulamıştır. Çin ekonomisi son otuz yılda tarihte benzeri görülmemiş bir hızla büyümektedir. Dünya Bankası verilerine göre de Çin ekonomisi 1978’den bu yana 10 kat büyümüştür. 2010 yılındaJaponya’yı geçe-rek dünyanın ikinci büyük ekonomisine sahip olmuştur. Hatta Çin’in Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı en önemli rekabeti sergileyen ve ABD’nin tek süper güç olma özelliğini her geçen gün biraz daha kaybetmesine neden olan bir ülke olduğu ileri sürülmektedir. Çin’in bu süper güce başkaldırıp kaldırmayacağı artık en çok tartışılan konular arasında yer almaya başlamıştır. Goldman Sachs’ın baş ekonomisti Jim O'Neill, 2027 yılında Çin ekonomisinin Amerikan ekonomisini geride bırakacağını belirtmektedir. Çin’in ekonomik kalkınması ve ekonomik büyümesi artık tüm dünyanın çok yakından takip ettiği bir konu. Çoğunlukla Çin ekonomisi üzerine kafa yormaktayız ve global büyümeye destekmi köstek mi olacağını konuşuyoruz. Ancak Çin’in son otuz yıldaki kalkınma başarısının son derece elle tutulur sonuçları olmakta birlikte bundan sonraki otuz yılını belirleyecek olan faktör, yetişmiş insan gücü ve büyük nüfusunu nasıl inovasyon yapan bir topluma dönüştüreceğidir. Öncelikle Çin’in eğitim sistemi de ekonomisi gibi dinamik bir yapıda ve önemli bir değişim baskısı altında. Ülke genelindeki eğitimin kalitesinde de ciddi farklılıklar olabilmekte. Örneğin Çin her yıl

75


yapılan uluslararası öğrenci seviyesi değerlendirme sınavında (PISA) düzenli olarak birçok alanda en üst sıralarda yer almakta. Çin’in bu güce sahip olmasının en önemli nedenleri arasında; politikalarında eğitim sisteminever-dikleri önem, eğitim alanında yaptıkları önemli reformlar, bilim adamlarının yaptığı çalışmalarve katkılar ile doğrudan ilgilidir. Çin Cumhurbaşkanı Xijinping, 13 Temmuz 2015 tarihinde Pekin’de yapılan Çin Eğitim İşleri Toplantısı’nda eğitimin,sosyal yapıyı geliştirmenin, aynı zamanda ülkenin ve toplumun kalitesini arttırmanın, vatandaşların her yönden gelişmesini sağlamanın en temel yolu olduğunu ve ayrıca ülkeyi güçlendirmek içinmutlaka eğitimi de güçlendirmenin gerektiğini; bunları yapabilmek için de Orta ve Uzun Vadeli Eğitim Reformu ile Çin Ulusal Kalkınma Planı’nın tam yapılması ve tüm toplumu ülkenin eğitiminin gelişimine destek olmaları için seferber edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Başbakan Li KeQiang da eğitim harcamaları yükseltmek amacı ile planda 2017 yılına kadar GSYH' nın yüzde4’ünü ayırmayı öngördüklerini belirtmektedir. Eğitim reformu ve gelişmesini teşvik etmek için, eğitimde fırsat eşitliği sağlamak, eğitim sektöründe çeşitlendirmeleri teşvik etmek, öğrencilerin her yönüyle geliştirilmesi konusunda eğitimin odağına almak, eğitim sisteminin reformunu derinleştirmek ve ülkedeki okullar için iyi öğretmenler yetiştirilmesini sağlamak şeklinde beş hedef belirlendiğini vurgulamaktadır. Bu hedefleri gerçekleştirmeyi amaçlayan Çin, 1988’de yaklaşık 2 milyon ve 1998’de 3,6milyon, 2007’de yaklaşık 25 milyon öğrenci ve 3 bini aşkın yükseköğretim kurumuna sahip olmuş ve her yıl Amerika Birleşik Devletleri ve Hindistan’daki üniversitelerden mezun olan lisans öğrencisi toplamı kadar öğrenci mezun etmektedir. Çin Eğitiminin Temel İdeolojisi Çin imparatorluğunun hemen hemen tüm kurumları, gelenekleri, eğitimi Konfüçyüs’ün erdemli birey, erdemli toplum ilkelerine göre biçimlenmiştir. Konfüçyüs’ün düşünce yapısını anlayabilmek için, öncelikle ortaya koyduğu ilkeleri bilmek gerekmektedir. Nedir Konfüçyüs’ün hedefi? Barış ve Refah içinde bir ülke. Mutlu insanlar. Bu hedefe ulaşmak için ne yapmak gerekiyor? Konfüçyüs’e göre öncelikle yöneticilerin birer “Chün Tzu” olmaları gerekiyor. Konfüçyüs, “Chün Tzu”adını verdiği ideal yöneticiyi aramaktadır aslında. Bu insan, öyle biri olmalıdır ki, onun yönettiği ülkede huzur ve barış olsun. Savaş, kargaşa ve acı olmasın. İnsanlar refah içinde yaşayabilsinler. “Chün Tzu” terimini böyle açıklayınca, Konfüçyüs’ün hedef kitlesinin öncelikle yöneticiler olduğu anlamı çıkmaktadır. Bizce, böyle bir görüş hiç de yanlışdeğildir. Çünkü başka beyliklerin topraklarına göz dikenler, merkezi otoriteyi dinlemeyerek savaş çıkaranlar, halkı savaşlarda telef edenler ve savaş giderlerini karşılamak için durmadan vergileri artıranlarda yöneticilerdir. Yöneticiler “Chün Tzu” olmalıdır ki, ülkede huzur ve barış olabilsin. Daha sonraki dönemlerde, Konfüçyüs’ün öğrencileri beyliklere dağıldıktan sonra, Konfüçyüs öğretileri daha geniş kitlelere ulaşmıştır.

76


Çin Eğitim sistemi Çin’de temel eğitim, okul öncesi eğitim, ilkokul eğitimi, ortaokul eğitimi ve lise eğitimi şeklinde, dört kategoriye ayrılmıştır. İlkokul eğitimi ile ortaokul eğitimini kapsayan 9 yıllık zorunlu eğitim 1986’dan beri "Zorunlu Eğitim Yasası" doğrultusunda yapılmaktadır. İlkokulun zorunlu olması nedeniyle Çin’deki okulların çoğu devlet okuludur ve öğrenciler okul masraflarından muaftır.9 yıllık zorunlu ilköğretimin yanında, okula devam edememiş işçiler için 2 ve 3 yıllık ilkokullar davardır. Çin’in bazı bölgelerinde, özellikle kırsal kesimlerde 5 yıl zorunlu ve kademeli olarak 9 yıla çıkarılarak uygulanmaktadır (www.ogretmeninsesi.com/sistemler/cin5.htm). Nüfusun yaklaşık%95’i zorunlu eğitimi almaktadır. Çin'de ortaöğretim genel, mesleki ve teknik ortaokullar olmak üzere üç tiptir. Bunlar üçer yıllık iki devreye ayrılırlar. Çin’de eğitim sisteminin süreleri ilköğretim 5 veya 6 yıl, ortaokul 3 yıl, lise 2 veya 3 yıl, Ziraat ortaokulu 2 veya 3 yıl, meslek okulları 3 yıldır. Genel ortaokullar, öğrencilerin siyasi doktrin eğitimine önem verirler ve en çok memuriyete ve ticarete hazırlayıcı eğitim verirler. Ayrıca bu genel ortaokulların başka bir işlevi de öğrencileri yükseköğretime hazırlamaktır. Teknik okullarda 2 veya 3 yıllık eğitim yapılır. Uzman yetiştiren ortaokullar 3 veya 4 yıl eğitim vermektedir. Yetişkinlere yönelik orta eğitim okullarının süresi 2 veya 3 yıldır. Genelde 4 yıllık, bazı dallarda 5 yıllık eğitim yapan yükseköğretim üniversiteleri ve kolejler ile eğitim süresi 4 veya 5 yıl olan açık devre televizyon yayınları ile açık öğretim yaparak yüksek eğitim veren okullar vardır. İkinci öğretim ise 5 veya 6 yıllık eğitim süresine sahiptir. Eğitim almak veya devam etmek isteyenlere dışarıdan sınavlara girerekdiploma alma imkânı da sunulmaktadır. Yüksek lisans ve doktora derecelerinde eğitim süresi genellikle 2 veya 3 yıldır. Çin’in Eğitim araştırma enstitülerinin uluslar arası çalışmalara katkı sağlayabilecek ve rekabet edebilecek seviyeye getirilmesi hedeflenmektedir. Ülkedeki bilimsel ve teknolojik araştırma için Çin Bilimler Akademisi, Devlet Konseyi, yerel yönetimlerin bilimsel araştırma kuruluşları ve üniversiteler kurulmuştur. Bunların yanına yükseköğretim kurumlarına bağlı 3400 araştırma enstitüsü de hizmet sunmaktadır. Lisansüstü eğitim sistemi Lisansüstüne devam etmek isteyen öğrenciler için çeşitli yükseköğrenim kurumları, Çin Bilimler Akademisi, Çin Sosyal Bilimler Akademisi ve öteki araştırma kuruluşları eğitim hizmeti sunmaktadır. 1979 yılından itibaren akademik derece sistemi uygulanmaktadır. 12 Şubat 1980'deUlusal Halk Kongresi Akademik Derece Yönetmeliğini, 20 Mayıs 1981’de de Devlet Konseyi de Akademik Dereceye İlişkin Yönetmeliğin Uygulanması için Geçici Hükümleri yayınlamıştır. Bu eğitim sistemi Akademik Derece Komitesi tarafından yürütülür ve bu komitenin üyeleri çeşitli alanlarda tanınmış öğretim üyelerinden oluşmaktadır. Yayımlanan her iki belge de tüm üniversiteler, kolejler ve enstitüler için akademik derecelerin uygulanışını belirleyen yasal bir rehber niteliği taşımaktadır. Müfredat ve öğretim materyallerinden öğrenci kabul kriterlerine, kimlik işlemlerinden genel olarak üniversitelerin bütün öğretim ve araştırmalarına yönelik bütün 77


çalışmaların yol göstericisidir. Ayrıca Çin’de üniversite diploması, mastır ve doktora dereceleri Devlet Konseyi tarafından yetkili kılınan okullar ve bilimsel araştırma kurumlarınca verilmektedir. Çin’in 2015 yılı itibarıyla “US News” tarafından yayınlanan global en iyi 500 üniversite sıralamasında 30 üniversitesi bulunmakta. Benzer şekilde İngiliz “Times Higher Education” sıralamasına göre Pekin ve Tsinghua Üniversiteleri dünyanın en iyi ilk 50 üniversitesi arasına girmiş bulunmakta. Birçok sıralama kriterine göre Çinli üniversiteler son on yılda çok ciddi bir yükseliş sergilediler. Özellikle uluslararası yayınlarda, eğitim kalitesinde ve uluslararası öğrencilere cazibeli imkânlar sunmasında hızlı bir atılım içerisindeler. Bu başarının arka planında devletin koyduğu belli hedeflerin varlığını ve bu hedeflere ulaşmaları için üniversitelere gerekli kaynakları sağlayıp üniversite yönetimlerini kendi isleyişlerinde özerk bırakmasını görebiliriz. Elbette buradaki özerklik siyasal ve ideolojik bir anlamda değil. Demek istediğimiz operasyonel anlamda devletin üniversitenin işleyişine müdahalesinin olmadığı. Üniversite sisteminin Türkiye’ye göre en büyük avantajı daha az merkeziyetçi olması ve üniversitelerin kendi ücret politikaları dahil olmak üzere akademik konularda daha serbest olmaları. Örneğin akademisyenlerin maaşları üniversite tarafından belirlenirken yabancı öğretim üyeleri de yine üniversitenin kişiye göre belirlediği ücretlere göre esnek kontratlarla çalıştırılabiliyor. Üniversitelerin ücret politikasının esnek olmasının en önemli sonucu da beyin göçünün tersine çevrilebilmesine olanak sağlaması. Çinli üniversiteler parlak genç akademisyenleri çekebilmek için ABD ile rahatlıkla yarışabilen ücretler önermekteler. Buna ilaveten yüklü miktarda araştırma fonu vadedip üniversitelerinin uzun vadeli başarısına yatırım yapıyorlar. Çinli devlet üniversiteleri de ABD’deki üniversiteler gibi birçok dalda öğretim görevlilerine yıllık 100.000-200.000 ABD doları arası bir maaş önerme kapasitesine ulaşmış durumdalar. Elbette bu durum Çin’in geneli için olmasa da dünya sıralamasına girmiş olan yukarıda bahsettiğimiz tüm üniversiteleri için geçerli. Türkiye’den farklı olarak Çin’deki üniversitelerde akademik unvanlar üniversitenin kararına tabi. Yani doçentlik ve profesörlük değerlendirilmesi üniversitenin kendisi tarafından yapılıyor. Bu politikanın etkili olmasının esas sebebi yine ücret politikasının da esnek olması. Kısacası üniversitelerin hemen hemen hepsi devlet üniversitesi olmasına rağmen üniversiteler için konan hedefler var ve buna göre üniversitenin başarısı değerlendirilmekte. Üniversiteler de kendi alanlarda en iyi akademisyenleri bulmak için rekabet ediyor ve sonucunda rekabetçi ücretler önermek zorunda kalıyorlar. Çin’deki üniversite sistemi Türkiye’deki sistemin daha az merkeziyetçi hâle getirilmesi için model olarak incelenebilir. Çin’de başarılı olan noktalar üniversitelere belli alanlarda hedefler verilmiş olması ve devletin birçok ARGE projesinde üniversiteleri görevlendirmiş olması. Yine devlet tarafından üniversitenin performansı denetlenmekte. Ancak üniversitenin kime ne kadar ücret verdiği, bütçesinin nasıl hangi şekilde değerlendirdiği (yolsuzluk olmadığı sürece) ve akademik tercihleri hangi yönde kullandığı devletin ilgi alanında değil. Devlet, üniversitenin kendisine verilen 78


kaynaklarla kendi koyduğu hedefe ulaşmada ne kadar başarılı olduğunu değerlendirmekte; operasyonel tercihlere ücret politikasında aşırı bir dengesizlik olmadığı sürece karışmamaktadır. Yurt Dışında Okumak İsteyen Türk Öğrenciler Çin’de Bir Üniversite Tercih Edebilir Mi? Üniversite tercihi elbette kişiye özel ve birçok faktöre bağlıdır. Örneğin öğrencinin okumak istediği alan ve o alanda en iyi eğitimi veren Çinli üniversitelerin araştırılması ve yurt dışındaki benzerleriyle karşılaştırılması doğru olur. Genel olarak Çin’de okumanın öğrenciler için önemli avantajları var. Örneğin Çin’deki birçok iyi üniversite bahsettiğimiz gibi zaten dünyanın en iyi üniversiteleri arasına girmiş durumdalar. Yani teknik bilgi anlamında yurt dışında başka bir ülkeye gitmek ile Çin’e gitmek arasında pek fark yok. Belki daha büyük bir avantaj Çin gibi büyük bir ülkeyi çok daha yakından tanıma fırsatı bulup bunu kişisel gelişiminin bir parçası haline getirebilmek. Çin’de okuyacak öğrencilerin Çince öğrenmeleri ve aynı zamanda okudukları alanda uzmanlaşmaları kendi geleceklerini de garanti altına almalarına imkân tanıyacaktır. Özellikle işletme, ekonomi, uluslararası siyaset, uluslararası ticaret gibi alanlarda Çin’deki bir üniversitede eğitim almak isabetli bir karar olur. Ancak Çince öğrenmek zor bir şeydir. Yine en önemli meselelerden biri yemek olur. Çin yemekleri dini açıdan ve tadından dolayı Türk öğrencilere hiç uyumaz. Çin’de, Uygur Türklerinin veya Çinli Müslümanlar dediğimiz Dunganların yemeklerinin yiyebilirsiniz. Ancak o yemekleri bulmak çok zor. Bu dil ve yemek meselesi Çin’de okumak için iki büyük engel olabilir.

79


Pozitif bilimlerin sosyal bilimlere olan etkisini inceleyebilmek için öncelikle bu iki bilim kavramının tanımını yapmakta ve ikisi arasındaki benzerliklerle farklılıkların ayrımını yapmakta fayda vardır. Buradan hareketle pozitif bilimi “Konuları, sınırları önceden belirlenmiş olan somut varlıkların incelendiği alanlar”(1) olarak tanımlayabiliriz. Pozitif bilimler diye tanımlanan bilim alanları evrenin belli özellikleri olan bir bölümünü ele alırken, soyut kavramlar üzerine araştırma yapmazlar, deneylenemeyen konuları ele almazlar. Araştırma – inceleme tekniği olarak da ağırlıklı olarak tüme varım yöntemini kullanırlar. Sosyal bilimler ise “dünyanın ve yaşamın insanî ve toplumsal yönlerini inceleyen bir akademik disiplinler grubuna”(1) verilen addır. Sosyal bilimler araştırma ve inceleme tekniği olarak tümden gelim yöntemini kullanırlar. İki tür bilim de bilme ihtiyacından doğmuştur. İnsanın kendisini ve yaşadığı dünyayı anlama ve açıklama çabasıyla ortaya çıkmıştır bilimler. Pozitif bilimler dünyayı anlama ve açıklama amacı taşırken sosyal bilimler ise insanın ve insan kitlelerinin, yani toplumların yaşayışlarının çözümlenmesini hedeflemekteydi. Pozitif bilimlerle sosyal bilimler hem araştırıp inceledikleri “şey”ler açısından, hem kullandıkları yöntemler açısından, hem de ulaştıkları sonuçların kesinliği / genel geçerliği bakımından birbirinden farklıdırlar. Pozitif bilimlerde ulaşılan sonuç zamana, mekâna vb. değişkenlere göre hep aynı olurken, sosyal bilimlerin sonuçları zamana, mekâna, yaşandığı topluma, ekonomik ve sosyokültürel farklılıklara göre değişkenlik gösterebilir. Bu da uluslararası bilim camiasında sosyal bilimlerin güvenilir olmadığı, hatta sosyal bilimlerin sonuçlarının geçerliliği bakımından metafizik yahut uydurma gibi ithamlara maruz bırakıldığı da zaman zaman görülmüştür. Azımsanmayacak oranda bilim insanı sosyal bilimleri bilim olarak görmemekte, bu yüzden de sosyal bilimlerin dünya üzerindeki herhangi bir “şey”in çözümü konusunda faydalı olamayacağına inanmaktadır. Fakat tabii ki tersi durum da mevcut olup, sosyal bilimlerin de geçerli bir bilim alanı olduğunu iddia eden bazı bilim insanları, dünyadaki birçok sorunun sosyal bilimlerin yardımı olmadan çözülemeyeceğine inanmaktadır. Bu noktada sosyal bilimlerin ortaya çıkışına bakacak olursak, kavramın temellerinin Fransız Devrimi tarihine dayandığını görürüz. Fransız Devrimi ile birlikte yöneticiler, siyasetçiler, aydınlar, “toplum” denen “nesne”nin kavranması, anlaşılması, bir düzene kavuşturulması, bu düzen temelinde yönetilmesi ve yönlendirilmesi gibi ihtiyaçların giderilmesi için sosyal bilim terimi ortaya atılmıştır. 19. yüzyıl pozitivizminin kurucusu Auguste Comte tarafından temelleri atılan sosyal bilim kavramı, tümelci söylem içinden 80


hareketle, tarihin ve toplumun genel-geçerli yasalarını bize verecek ve bunun için Newton fiziği örneğinde doğa bilimleri modeline göre geliştirilecek olan bir tümelci bilim peşindeydi. (2) Comte’a göre, toplumda konsensüsün, ancak iyi temellendirilmiş pozitif bilimin verileriyle mümkün olacaktır. Comte’un pozitif bilimlere yapmış olduğu bu vurgu en yaygın biçimde, sosyal bilim yöntemlerinin doğa biliminin yöntemleri gibi modelleştirilmesi, doğa bilimlerinin keşfettiği yasa benzeri düzenliliklerle paralellik gösteren toplumsal yasaları keşfetme çabası ve olgularla değerlerin birbirlerinden ayrılması konusunda mutlak bir ısrar anlamına gelmektedir. İnsanlığın düşünce evrimi (teolojik-metafizik-pozitif) ile pozitif bir evreye gelindiğini ve dolayısıyla da toplum bilimin bulgularına ve öngörülerine göre teşekkül edecektir. Bu yeni oluşacak olan topluma düzeni verecek sosyolojidir. (3) Pozitif bilimlerin uyguladıkları teknikleri, vardıkları sonuçları uygulayarak bir toplum düzeni oluşturma çabası içinde olan Comte’cu yaklaşıma cevaben Dilthey, tarih ve toplumu konu alan bilimlerin anlama yöntemi ile hareket etmeleri gerektiğini önermektedir. Çünkü toplumsal/kültürel gerçeklikte doğa bilimsel anlamda yasalar yoktur. Toplumsal/kültürel alanda anlaşılması gereken yasalar değil, toplumsal özgünlüğe ait olan değerler, normlar, simge ve anlamlardır. Söz konusu anlamlar, doğa bilimlerinin genel geçerliliğine sahip değildirler. Bu anlamlar toplumdan topluma, devirden devire sürekli değişebilirler. Dolayısıyla sosyokültürel bir fenomen, sebep sonuç bağlantısı içinde değil, anlam-eylem bağlantısı içinde anlaşılabilir. (…) Her toplumun, her ulusun kendine ait bir simge/sembol dünyasının varoluşu nedeniyle de, toplum bilimleri doğa bilimlerinde olduğu gibi tümevarım/genelleştirme yöntemiyle çalışamaz.(3) Dilthey’in bu görüşünü benimseyen bilim akımları sosyal bilimlerin pozitif bilimler gibi çalışılamadığını, sürekli değişkenlik gösteren zaman, mekân ve insan kavramının hesaba katılarak toplumlarla ilgili sorunların anlaşılabileceği ve çözüme ulaştırılabileceğini savunmaktadırlar. Hatta toplumsal konuların çözümlerine katı bilimsel yaklaşımlarla yaklaşmanın insanların ve kültürlerin tamamıyla yok olmasına varacak ölçüde kötü sonuçlar doğuracağını iddia etmektedirler. 1960lı ve 70’li yıllarda pozitif bilimlere doğan tepkinin temelinde de bu tür bir düşünce yaklaşımının olduğu söylenebilir. “İlk olarak modern bilim ve onun uygulaması olan teknolojinin ortaya çıkardığı ekolojik dengenin tahribatı gibi istenmeyen sonuçların kamuoyunun tepkisini sürekli olarak arttırarak toplumsal bir boyut kazanmasıdır. İkincisi, Doğu etkisidir. Modern bilimin gelişip teknolojik devrimleri gerçekleştirmesiyle batılı toplumlarda meydana gelen değişimlerin karşısında aynı şekilde gelişemeyen Doğulu toplumlar etno-santrik yaklaşımla medeni olmayan toplumlar olarak görülüyor ve bir doğu biliminin olabileceğine ihtimal verilmiyordu. doğu kültürünün ve özellikle Hint ve Çin’in kapıları batıya açılınca değişik kültür ve bilim anlayışının varlığı görülmeye başlandı. Örneğin, Çin’in tarih ve uygarlığı üzerinde çalışan Needam, Batıya özgü bilim anlayışını, evrensel bilime akan ırmaklardan yalnızca biri olduğunu ve geleceğin müreffeh dünya toplumunun, ancak, bütün kültürlerin bugün halen göz ardı edilen tarihsel katkılarının bir senteziyle mümkün olabileceğini ifade etmektedir.”(3)

81


Tarihsel süreçte bu iki tür bilimin önderleri sürekli olarak fikirsel anlamda çatışmaya devam etmiş, ancak bu çatışmalar özellikle sosyal bilimleri olmak üzere pozitif bilimlerin de gelişmesine katkı sağlamıştır. Söz konusu fikirsel çatışmalar değişik argümanlarla desteklenmiş, bu da hem iki bilime farklı gelişim pencereleri açmış hem de dünyanın ve insana dair şeylerin çözümüne yeni kapıların aralanmasına yardımcı olmuştur. Pozitif bilimlerle sosyal bilimler alanında çalışan bilim insanları bugün gelinen noktada “bütün disiplinlerdeki bilgi üretimine bilimsel yöntem adı altına tek bir yöntem önerirken, temelde fizik biliminden türetilen model, bütün bilimler için geçerli kılınmıştır (Nalbantoğlu, 1983: 3). Ne var ki, söz konusu yönteme bağlı olarak üretilen bilgi, sosyal bilimler için sorunlu olmuştur. Sosyal bilimler için bu sorunlu bilgi, disiplinlerin henüz yeni olmamasına dolayısıyla da gelişmelerini devam ettirmekte olmalarına bağlanmıştır. Dolayısıyla sorun zamanla ilgili olmaktan ziyade, epistemoloji ve metodoloji ile ilgilidir. Pozitivist bilginin üretimine, pozitivist metodolojiye bağlı kalarak katkıda bulunmaya çalışan sosyal bilimciler, daha çok nesnel bilgiye önem atfederken, XX. yüzyılda, sosyal bilimlerin bu nesnellik vurgusu, bilgi sosyolojisi bağlamında eleştiriye tabi tutularak bilginin öznel boyutu ön plana çıkarılmaya çalışılmıştır. Öznel bilgiye atfedilen bu rol, nesnel/objektif bilginin sosyal bilimler için uygun olup olmadığını sorgulayarak öznel/subjektif bilginin sınırlarının sosyal bilimlerin sınırlarıyla çakıştığı ve bundan dolayı da sosyal bilimlerin görevinin öznel bilgiye yönelik çalışmalar olması gerektiğini vurgulamışlardır.(3) Sonuç: Araştırdıkları şeylerin ve kullandıkları tekniklerin farklılığı pozitif bilimlerle sosyal bilimleri birbirinden tamamıyla ayırmaya yetmemektedir. Pozitif bilimlerle sosyal bilimler her ne kadar birbirinden ayrı alanlar gibi görülse de aslında birbirini etkileyen, birbirinden beslenen bilim alanlarıdır. Sosyal bilimlerin temelinde de pozitif bilimlerde genel geçerliği kabul edilmiş bazı temel doğa yasaları bulunmaktadır. Nasıl ki yaratılmış doğa belli bir işleyişe, düzene sahipse; o doğa içerisinde yaşamını sürdüren insanlar da bu doğal düzenin el verdiği imkân ve sınırlar içinde bir yaşayış ve düzene sahiptir. İnsanların, dolayısıyla toplumların ekonomik, psikolojik ve sosyokültürel yapılarının oluşmasında bulundukları coğrafyanın etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Buradan hareketle, bölgenin coğrafyasını ve kimyasını inceleyen bilim insanları, aslında bölge insanının karakteristik yapısına dair de önemli ipuçları vermektedir bize. Tıpkı sert kış koşullarında yaşayan insanların çoğunun hem bedenen hem de ruhsal açıdan güçlü bir yapıya sahip olmaları gibi. Öngörülen şu ki, gerek pozitif bilimlerde görülen değişiklikler, yeni şeylerin keşfi ve açıklanması, gerekse de sosyal bilimlerin konusu olan toplumların, yani insanın yaşadığı bedensel ve ruhsal değişiklikler dünya var olduğu sürece birbirini etkilemeye devam edecektir. Bu iki farklı bilim (araştırma) alanının birbirinden ayrılma çabası yahut birinin diğerini yok sayma, geçersiz sayma çabası, doğanın onlara verdiği birlikteliği, kardeşliği ortadan kaldırmalarına yetmeyecektir.

82


Kaynakça: (1) www.turkcebilgi.com (2) Akman N. Sosyal Bilimler / Doğa Bilimleri Ayrımı, 2015. (3) Hira İ. Sosyal Bilimler: Yasa Koyucu Tasarımdan Yorumcu Tasarıma. Bilgi (3), 2000/2: 81-96

83


Biliyorum ki derginin okuyucu kitlesi büyük oranda Sosyal Bilimci yani, aslında hepimiz bir büyük puzzlenin ufak bir parçası ile ilgileniyor ve araştırıyoruz. Ancak ufak parçalarla uğraşırken büyük tabloyu görmemiz, görüyorsak da unutmamamız lazım. İşte Stephen Hawking "Zamanın Kısa Tarihi" kitabında bu büyük tabloya dair bir kaç önemli soruya fizik ışığında cevap arar. O, uğraştığımız ufak parçaların büyük puzzlesinden bahseder; hatta o puzzleyi içine koyduğumuz çerçeveden, kutudan, o kutunun yapılışından bahseder. Peki, ne işe yarayacak bahsedilen bunca 'şey'? İşte bu sorunun cevabı bilimdir. Aynaya bakınca saçını taraman fiziktir ya da "çay içerken" demliğe bakınca gördüğün... Amfi de otururken profesör doktorun okuduğu slaytı duyamaman fiziktir mesela. Aynı şekilde sen bu slaytı duyamazken paralel evrende o profesör koltuğunda oturma ihtimalin de bilime dâhil... Finaller yahut sorumluluklar yüklenirken dört yandan kapılma isteği gelir bir Karadeliğe... O karadeliğin mahiyeti, karadeliğin öte tarafı, oluşumu da bilime dâhildir. Bunca karmaşık meselenin yanında zamanın kırılabilmesi, düz bir çizgi olmaması, Köktürk kültürü çalışırken, 7. ve 8. yüzyıldan geçip o otağda bağdaş kurup oturabilme ihtimali bile fiziğe dâhil. Yerinde seyredebilmek, icat olunurken dünyanın bir eksen etrafında döndüğünü kanıtlayan Foucolt sarkacını… Bunlar da fiziğe dâhil. Darmadağın ve karmakarışık bir sürü şeyin bir büyük kosmoz oluşturması… Bir Nebula'nın oluşması... Hani AA aldığında en zor dersten, patlaması gibi kalbinde büyük yıldızların, patlaması süpernovaların… Hatta senin de o süpernovaların birinde zerrelerinin birbirine kavuşması ihtimali bile bilime dâhil. Kepler'in adını anman, Newton'un bir devri yıkan düşüncelerini tartışman... Sizin bir rüyadan uyanmanız ya da uyanmak istememeniz de bilime dâhil. Bir insanın atomlardan oluşması kimyaya dâhildir. Atomların sonucunda bir hücrenin, o hücreden dokuların, dokulardan organların, sistemlerin ve nihayetinde senin oluşman biyolojiye dâhil. Senin onca kökten sonra Freud okuman psikolojiye dâhildir sonra senin gibi atomdan oluşan bir sürü kişinin başka yerlerde başka bir hayat sürmesi sosyolojiye dâhil. Onlardan birinin Kostantin'i fethetmesi tarihe dâhildir mesela. Bütün bunların sayısal bir hayat denklemi olması… Kısacası yaşadığın yaşam bilime dâhildir.

84


Yaşamın ve evrenin siyah maddesinden bahseder Stephen Hawking, Zamanın Kısa Tarihi ismini verdiği kitabında. Hapşırsan; biraz mikrop, biraz da bilim saçılacaktır etrafa, ayrılsan sevgiliden, biraz ateş biraz da bilim saracaktır vücudunu. Bu satırlar okurken biraz kelime biraz da bilim işgal edecektir zihnini. Yürürken bir karanlık sokakta, bir sokak lambası altından geçerken; önce ufak bir gölgen belirir yerde; kaynaktan uzaklaştıkça büyümesi gölgenin, biraz gölgen devrilir yere biraz da bilim… Ankara ayazı da, Venüs iklimi de dâhildir bilime. Bir kavanoz dibine sığdırabilmek mehtabı… Kanatlarını evrimsel bir çırpınışla açan güvercin, sonu gelmeyecek bir sonsuzla çarpmak son eksi bir en kareyi. Aruz da dâhildir bilime, Orhan Veli de... Okuduğum kitaba 1996 yılında kaleme aldığı güzel bir önsözle başlar Hawking. Bu kitapta hangi sorulardan bahsettiğini anlatır. 40’tan fazla dile çevrilmiştir kitap. Satır aralarından popilizmin kapital kitaplarını iğneler, haklıdır da... İnce ve gayet anlaşılır bir dili vardır Hawking'in; bu biraz da çevirmenin başarısı diyebiliriz herhalde. - Daha evvel izlediğim "Hawking belgesellerinden" ve okuduğum kitaplarından, Hawking 'in rahat ve ince dilini biliyorum- Kitapta Hollywood filmlerine konu olan birçok komplo teorisine bilim kurgu filmine sayılarla cevap arar ve parantez içlerine saklar; olabilir mi diye soru işaretini. Evrenin bir kaç fizik kuralıyla yönetildiğinden bahseder. Güzel bir anıyla başlar kitabın ana kısmına “dünyanın kaplumbağa kulesi üstünde durmadığını nasıl iddia edebiliriz?” diye sorar; “aslında bunun yalan olduğunu biliriz ama nasıl biliriz?”, kitabın kalanında da bu sorudan hareket eder. İlk değindiği konu da dünyanın şeklidir elbette; en kadim konulardan… Bu soruya ilk cevap veren Aristoteles’ten alıntılarla cevap verir. Onun kutup yıldızı ve güneş tutulması kanıtlarından bahseder. Aristoteles’in yanıldığı kısımlara da değinmeden geçmez. Kısacası kitap uzay gözlemlerinin tarihçesinden başlar. Stephen Hawking kitabında bilimin ne olduğunu anlatır; neyin bilim neyin bilim olmadığı ayrımından bahseder; kuramı anlatır; hipotezi anlatır; bir şeyin nasıl iyi bir kuram ve iyi bir hipotez olacağından bahseder. Örneğin; bir yerinde Aristoteles’in dört elementinden (ateş, su, toprak, hava) bahseder; buna karşılık Newton'un cisimlerin birbirlerini kütle denilen nicelikleriyle orantılı ve aralarındaki uzaklığın karesiyle ters orantılı bir kuvvet çektiğini söyleyen "Kütle Çekim Teorisi"nin daha basit bir modele dayandığını anlatır. Kitabın ikinci bölümü uzay ve zaman başlıklıdır. Bu bölüme cisimler ve kuvvetler ile ilgili görüş ve kuramlardan bahsederek başlar. Bu bölümün başında Aristoteles, Galileo ve Newton'un kuramlarını kıyaslar. Hawking kitabın satır aralarında Tanrı ile ilgili görüşlerinden de bahseder. Kitaba bir bilim tarihi kronolojisi diyebiliriz. Hawking, 85


bir konu hakkında kuram ileri sürenlerden bahseder ve onların kuramlarını, aralarındaki ilişkiyi, farklılıkları kendine has bilimsel üslubuyla irdeler. Aslında bütün önemli sorulara gerçekten ustalıkla cevap verir; kurulan kuramlar üzerinden. Kitapta kaybolma olasılığınız bir hayli fazladır bu yüzden. Yanınızda ikinci bir kitap bulundurmanızı öneririm. Üçüncü bölüm “Genişleyen Evren” başlığını taşımakta; burada ekseriyetle, zaten başlıkta sözü edilen konudan bahseder. Hawking, kuramlar üzerinden anlattığı bilimi evren kuramları üzerinden devam ettirir. Kitap, on iki bölümden oluşmaktadır. Tüm bölümlerini anlatmayacağım elbette diğer bölümlerin sadece başlıklarını vereceğim. Dördüncü bölüm, “Belirsizlik İlkesi”, beşinci bölüm “Temel Parçacıklar ve Doğadaki Kuvvetler”, altıncı bölüm “Kara Delikler”, yedinci bölüm “Karadelikler Ne Kadar Kara?”, sekizinci bölüm “Evrenin Kökeni ve Kaderi”, dokuzuncu bölüm “Zamanı Oku!”, onuncu bölüm “Solucan Delikleri ve Zaman Yolculuğu”, on birinci bölüm “Fiziğin Birleştirmesi” ve on ikinci bölüm ise her şeyin sonuçlandığı, “Sonuç” bölümüdür. Kitapta en uçuk fikirlerden basit meselelere sayılarla değinir; Hawking. Bunu ustalıkla yapar. Uzay zamandan; kara deliklerden solucan deliklerine evrenin yapısından evrenin ucunda değin birçok konuya fizik kurallarıyla değinir. Bu tür Fizik ve Astronomi meraklıları için ilk okunacak kitaplardandır. Kitabı okurken sayıların ve denklemlerin içinde kaybolmayız. Fizik’teki temel kuram ve kanunlardan ustalıkla bahseder. Kuantum Fiziği’ne bir başlangıç arıyorsak; Stephen Hawking 'in Zamanın Kısa Tarihi kitabı iyi bir başlangıç olacaktır. Elbette birçoğumuz iki kere okuyacağız kitabı Çünkü biz, sözelciyiz.

86


Kıymetli okurlar, aslında benim gayem böyle bir yazı yazmak değil; günümüz üniversitelerinde ve eğitim sistemimiz içerisinde bilime karşı olan tutumu örnekleriyle değerlendirmek olacaktı. Fakat yaptığım birkaç araştırma, okuma neticesinde daha evvel bu tarzda yazılan yazılarda gördüğüm üzere günümüz eleştirildikten sonra çözüm önerisi olarak kimi kesim kendi siyasi görüşüne göre medreseleri önermiş bir diğer kesim ise Batı’nın tam örnek alınmasını savunmuş. Ben de bunun üzerine bu yazıya temelden başlayıp evvela medreseleri ardından üniversiteleri ve en son olarak günümüz eğitimini çözüm önerilerimle birlikte değerlendireceğim. Bir yazı serisi şeklinde yayınlayacağım bu konuların ilkini keyifle okumanızı diliyorum. Medrese tedris (öğretim) yapılan yer demektir. Medrese esasen onuncu yüzyılda Orta Asya’da kurulmaya başlanan, Türk-İran kökenli bir kurumdur. 1067’de Bağdat’ta kurulan Nizamiye Medresesi ilk teşkilatlanmış medrese kabul edilmektedir. İslami eğitim, İslami ilimleri kapsar ve mektepler ile medreselerde yapılır. Akli ilimler (bilim) kapsamındaki konular, İslami eğitim kurumlarının kapsamı dışındadır. Felsefe ve doğa bilimlerindeki çalışma ve incelemeler, kütüphane, müze, hastane ve rasathanelerde, zaman zaman aydın hükümdarlar ve vezirlerin sağladığı himaye ve maddi destekle, bilim insanlarınca münferiden veya usta-çırak ilişkisi içinde yürütülmüş, hiçbir zaman sistematik olarak eğitim-öğretim konusu haline getirilmemiştir. Yani dünyaca tanınan Müslüman bilim insanlarının medreselerde görev yaptığına dair herhangi bir kayıt maalesef yoktur. ‘’İslam Rönesansı,’’ ‘’İslam Aydınlanması’’ çok önemlidir çünkü günümüzde üniversiteyi ya da sistemi eleştirenlerin çoğunluğu çare olarak bu dönemdeki uygulamaları gerçekleştirmek olarak görmektedir. Bu dönem Yunan felsefesinin özellikle Atinalı Plotinius ve Proclus’un eserlerinin Arapça’ya tercüme edilmesiyle, Eflatuncu ve Aristocu felsefenin bir karışımı olarak zamanla İslam dünyasına yayılmasıyla başlıyor. Müslümanlar Eflatun ile Aristo arasında kişisel ayrım yapmayarak, eski Yunan felsefesini bir bütün olarak ele aldılar. ‘’İslam’ın Altın Çağı’’ böylece başladı. Halife Harun Reşit ve Bağdat kenti, İslam Rönesansı denilince akla gelen isimlerdir. Harun Reşit deyince doğal olarak hepimizin aklına onun en önemli eseri olan, Bağdat’ta kurduğu Beytülhikme (Akıl Evi) adlı bilim ve tercüme merkezi gelmektedir. Hangi din ve milletten olduğuna bakılmaksızın bilim insanları bu merkezde toplanıyor ve çalışmalarını sürdürüyorlar. Beytülhikme kütüphane ve aynı zamanda tercüme merkezi olarak kullanılıyordu. İslam Rönesansı bağlamında bir hususu daha zikretmek 87


gerekiyorsa bu dönemin Bağdat’taki entelektüel itici gücü Bermeki ailesidir. Aslen Budist ve zengin tüccar bir aile olan Bermekiler, Belh’ten önce Merv’e ardından Bağdat’a göç ettikten sonra Müslüman oluyorlar. Bağdat şehrinin ilk planı Halit Bermeki tarafından yapılmıştır. Ağırlıklarını Abbasilerden yana koyan ailenin politik gücü zamanla arttı. İlk üç Abbasi halifesine vezirlik ve danışmanlık yapan Bermekilerin etkisi Harun Reşit döneminde zirve yaptı. Harun Reşit daha ziyade müzik ve şiirle ilgilenip Arap şair ve müzisyenlerini himaye ederken, Yahya Bermeki hastanelerin ve kâğıt fabrikalarının kurulmasına öncülük etti, ticareti geliştirdi ve Orta Asyalı Türk ve İranlı bilim insanlarının fen ve sosyal bilimler alanlarındaki çalışmalarına destek oldu. İslam Rönesansı’nın şahikasına ulaştığı yıllarda dahi perde arkasında Orta Asyalı Türk ve İranlılar vardır. Harun Reşit, zamanla Bermeki ailesinin gücünün artmasından rahatsız oldu. Uzun süren askeri seferlerin maliyetini vergileri artırarak karşılayan Harun Reşit bunun halka yarattığı rahatsızlığın faturasını da Bermeki ailesine kesmeyi çare olarak görünce Yahya Bermeki ve diğer aile fertlerini 803’te idam ettirdi. Bu döneme değinerek başladım ne yazık ki bu dönemde verilen eğitimin medrese eğitimi olduğu düşüncesi büyük bir yanılgıdır. Bunu belirtmek istedim. İslam Rönesans’ına kısaca değindikten sonra asıl meselemiz olan medreselere Nizamiye Medreselerinden başlayalım. Medrese deyince akla gelen ve daha sonraki İslami yükseköğretim kurumlarına model oluşturan kurum, Büyük Selçuklu Veziri Nizamümülk’ün kurduğu Nizamiye medreseleridir. Nizamiye Medreselerinin özellikleri şöyle özetlenebilir: 1- Bu medreselerin amacı, ucu açık, sorgulayan bir eğitim vermek değildir. Amaç Şiilik, İsmailiye ve Mutezileciliğe karşı, katı doktriner Sünni eğitimdir. 2- Nizamiye Medreseleri’nde Eşariyye itikadı ve Şafi fıkhı esastır; felsefe ve fen bilimlerine, insan aklına dayalı, ucu açık tartışmalara müfredatta yer yoktur. 3- Temel amaç devlete bağlılık olduğundan, Nizamiye Medreseleri esasen devlet kurumlarıdır. Medreseler söz konusu olduğunda kuşkusuz akla gelen ilk isimlerden biri Gazali’dir. Nizamümülk 1092’de Alamut Kalesi’nde yerleşmiş İsmailiye mensuplarınca öldürülmeden kısa bir süre önce Bağdat Nizamiye Medresesi müderrisliğine Gazali’yi atadı. Gazali, akla dayanan tüm düşünce akımlarına, felsefeye hatta doğa bilimleri, matematik ve mantığa karşıdır. Diyalektiği bir yöntem olarak kabul eder ve fıkıh öğretiminde uygular ama felsefeyi gereksiz bulur. Ona göre, insan aklı ile itikadı uzlaştırmak mümkün değildir. Gazali Bağdat Nizamiye Medresesi’nde sadece dört yıl müderris olarak görev yapıyor fakat bu dört yıl ne yazık ki bilimsel manada büyük bir yıkıma sebep oluyor. Günümüzde Gazali dendiğinde onu yere göğe sığdıramayanların aslında onun sadece İslami bir kişilik olduğunu düşündükleri için okumadan yargıya varmaktadırlar. Görüyoruz ki felsefe, matematik ve fen bilimleri zaten hiçbir zaman, günlük hayattaki faydalarının ötesinde kendi başlarına insan zihnini geliştirmeyi hedefleyen, ucu açık 88


disiplinler olarak medreselerde okutulmuyor. Matematik, mesafe ve zamanın ölçülmesi, namaz vakitlerinin ve takvimin belirlenmesi, özellikle de veraset sonucu malların bölüştürülmesinde işe yarayan bir yöntem olarak okutulmuştur. Hüseyin Atay, Gazali ile ilgili olumsuz noktaları belirtirken ‘’Sadece hocalık ettiği Nizamiye Medresesi’ne değil, bütün millete ve efkar-ı umumiyeye çok dar ve kısır bir program vermiştir’’ diyerek eleştirmiştir. Müslüman zihninin kapanmasında Gazali büyük etkiye sahiptir. Bugün dönüp baktığımızda İslam âleminin geri kalmasında bu denli etkili olan bir başka olay da Moğol istilasıdır. Tanınmış bilim tarihçisi ve filolog Eduard Sachau’ya göre, ‘’ Eşari ve Gazali olmasaydı, Araplar (Müslümanlar) arasından Galile, Kepler ve Newton düzeyinde bilim insanları çıkabilirdi’’. İslam âleminin zihni, Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet’in hükümdarlığı sırasındaki kısa süren aydınlanma dönemi dışında, on dokuzuncu yüzyıl ortasına gelene kadar kapandı. Fatih Sultan Mehmet, ileri görüşlü, aydın Osmanlı padişahlarının başında gelir. Padişahlık dönemi aydınlanma dönemidir. Fatih, eski Yunan medeniyetine, tarihe, özellikle Büyük İskender’e ve coğrafyaya meraklı, küresel düşünen bir padişahtı. Çok sayıda Bizanslı düşünürü sarayında işe almış, kendine özel bir kütüphane kurmuştu. Fatih döneminden itibaren ülke dışında eğitime gerek kalmıyor, İstanbul İslam âleminin eğitim merkezi oluyor. Ancak, matematik ve fen bilimleri, Fatih döneminde dahi müstakil dersler olarak müfredatta ne yazık ki yer almıyor. İslam âleminde Selçuklulardan sonra Osmanlılarda da bilim ve gözleme dayalı olarak araştırma yapan müstakil kurumlar olmamıştır. Mesela Fatih döneminde saray kütüphanesinin yöneticisi olan, Edirne ve Sahnı Seman medreselerinde müderrislik yapan Tokatlı Molla Lütfi, ‘’Geometri bilmeyen kadılar doğru karar veremez’’ şeklinde zamana göre çok aykırı bir görüşlere sahipti. Aynı zamanda sert hicivler de yapıyordu. Lütfi, Sahnı Seman’daki dersleri esnasında Şiiliği övdüğü ve namaz kılmayı ‘’kuru eğilip bükülme’’ olarak nitelendirdiği için idama mahkûm edilmiştir. Fakat Fatih dönemi yine de büyük bir örnek teşkil etmektedir. Batı’daki ‘’saray matematikçileri’’ne benzer, bilim insanlarını himaye eden hükümdar ve üst düzey devlet görevlileri İslam âleminde yaygın değildir. Orta Asya’da Uluğ Bey ve Osmanlılarda Fatih Sultan Mehmet dışında İslam âleminde bunun örneği yoktur. Kanuni dönemine baktığımızda ise İbni Teymiyye’nin görüşlerini benimseyen, Birgili Mehmet Efendi adlı bir yobaz, tüm doğa bilimleri ve felsefeyi İslamın özüne aykırı, olarak nitelendirdi ve sonuçta bu konular ve hatta kelam dahi medrese müfredatından tamamen dışlandı. Osmanlılardaki ilk rasathane, 3.Murat döneminde müneccimbaşı Takiyuddin Mehmet’in önerisi ve Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın desteğiyle kuruldu. İstanbul Rasathanesi olarak bilinen bu rasathane, gerek personel gerekse teçhizat bakımından çağdaşı Tycho 89


Brahe’nin yönettiği rasathaneden aşağı düzeyde değildi. Ama rasathaneyi kurma iradesini gösteren padişah, daha sonra rasathanenin uğursuzluk getirdiğini öne süren Sokullu’nun düşmanı Şeyhülislam Ahmet Şemsettin Efendi’nin tavsiyesine uyarak, 22 Ocak 1580’de bu kez rasathanenin yakılıp yıkılmasını emretti. Rasathane, Kaptanı Derya Kılıç Ali Paşa’nın komutasındaki donanma tarafından bombalanarak yıkıldı. Osmanlı’da bilim dediğimiz zaman bu tarz örneklerin oldukça fazla olduğunu görmekteyiz. Mesela Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ilk matbaa Museviler tarafından 1494’te, yani İspanya’dan göç ettikten hemen sonra kurulmuştur. Ermeniler 1567’de, Rumlar ise 1627’de ilk matbaalarını kurdular. Buna karşılık matbaa, icadından 273 yıl sonra Müslümanların hizmetine girebildi. 3.Ahmet’in basımevi kurulmasına izin veren fermanı, işlerini kaybetme endişesiyle direnen hattatların direnişini kırmaya yeterli olmayınca, Şeyhülislam’dan da fetva almak gerekti. Ancak bu kez de dini kitapların basılmasına izin çıkmadı. İbrahim Müteferrika’nın kurduğu matbaada 17 kitap daha basıldıktan sonra, matbaa 1742’de kapandı. Matbaanın tekrar açılabilmesi için 1748’de yeni fermanlar çıkarıldı ve 1830’a kadar sadece doksan yedi kitap basıldı; ilk Kuran ise 1871 yılında basıldı. Yalnızca medreseler değil bunları da göz önüne aldığımızda Osmanlı Devleti’nde bir bilimsellikten söz etmek gerçekten afakî bir söylemdir. Bugün medrese eğitimine ve bilime baktığımızda neresini tutsak orası elimizde kalmaktadır. Dini eğitim bilimsel hayata engel teşkil edecek şekilde tasarlanınca ne yazık ki yukarıdaki örnekler daha da artabiliyor. Bana Osmanlı Devleti’nde büyük bir kadın bilim insanından söz edebilir misiniz? Ya da bana medreselerden yetişmiş büyük bir bilim insanından söz edebilir misiniz? Bizim bu sorularımız cevapsız kaldığında aslında Osmanlı Devleti niçin yıkıldı gibi soruları sormamız oldukça mantıksız bir hal almaktadır. Medreselerde eğitim ve bilime kısaca değindik. Bir dahaki yazımızda Üniversitelerde Eğitim ve Bilimi değerlendireceğiz. Tanrı Türk’ü Korusun ve Yüceltsin.

90


Bütün Gencay dergilerine www.gencaydergisi.com adresinden ulaşabilirsiniz.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.