www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 5 Sayı 58 – Kasım 2016 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
İÇİNDEKİLER SELİM UYSAL
A. AFŞİN KÜÇÜK 01
HASBİHAL YA DA BİZE DAİR
39
BATUHAN KAYNAKÇI 04
YAŞAMA (BİR KAÇ) SEYİR NOTU
H. SUAT YILMAZER 42
AÇELYA OĞUZ 07
SARI KIZIN VE TAHTACI TÜRKMENLER DİYARINDAN GEZİ NOTLARI
OD
44
17
GEÇENLERE 46
ASLIHAN KAYA 48
SERDAR NASİP 22
HAYÂLÎ BEY’İN SÛR-İ İBRAHİM PAŞA’SINDA YER ALAN SOSYAL UNSURLAR
51
53
GENCAY SÖYLEŞİSİ:
36
57
FATMA ALİYYE HANIM (RÜZGÂRGÜLLERİ)
Y. YILMAZ ARAÇ İLE TAŞLARIN HAKANI SERVET SOMUNCUOĞLU
ANIL ÇİLOĞU
LEVENT KAYA İLE
DİLEK AKILLIOĞLU
TÜRKİYE’NİN ETNİK YAPISI
GENCAY SÖYLEŞİSİ:
LOZAN MÜLAHAZASI
31
ÜNİVERSİTELERDE NELER OLUYOR?
MİLLİ KİTAP
ÇAĞHAN SARI 28
ÇİÇEK KIZ MASALI
BATUHAN KAYNAKÇI
CANAN CAVŞAK Y. KEMAL BEYATLI’DA KÜLTÜR VE DİN İLİŞKİSİ
SULTAN MELİKŞAH İLE HALİFE EL MUKTEDÎ
FATMA ÖZDEMİR
EMRE SEVİNÇ 10
GÖRÜNMEZ ADAM
KÜRESELLEŞME SÜRECİ İE DEVLETİN YAPISAL VE İŞLEVSEL DEĞİŞİMİ
Elimize bir puzzle parçası alıp bu kötüdür diye bağırmamız esasında anlamsız bir olaydır; eğer o puzzle parçalarının tamamının birleşmesinden doğacak büyük resim daha korkutucu boyutta ise. Fertleri bir bir ele almak, toplum kaygısına düşmemek, toplumu ve medeniyeti var eden kurucu paradigmalardan uzaklaşmak veya hiç tanımamak... İçtimai meseleleri iptidai ele almak gibi daha büyük dertlerimiz var. Örneğin tecavüz vakaları var. Bu konuda yapılan en yaygın yanlış ise mağdur kadına telkin ve nasihatlerde bulunmak. Kadına nas veren toplum, kadınla empati kurmaya zorluyor kendisini; çünkü erkekle empati kurabilecek kuvvette değil. Ben yapmamın garantisini veremiyor. Neden? Doğduğu günden itibaren profesyonel bir ahlaksız olmak için eğitilmiş olabilir mi ya da yaptıkları şeyler toplumda ona statü kazandırıyordur yahut da daha sert bir soru sormak lazım; toplumun bu fikirler üzerine bina edilmiş olma ihtimali var mıdır? Reklamında, filminde, iş yerinde, kahvesinde, sokağında, dergisinde, müziğinde, içtimai hayatında ve aile hayatında bu davranışı kabul ve makbul bir davranış olarak görülüyor mu? Kast ettiğim olay sadece cinsel tatminsizlik olayı değil. Toplumumuzun romantik hayallerle ululadığımız kurucu paradigmalarında sıkıntı var mıdır yok mudur olayıdır. Tecavüz gibi olaylar, 40 yılda bir yaşanıyor ise o kişide sorun bulabilirsiniz; ancak bu daimi bir hal almış ise toplumun tamamı hastadır veya hastalıkla mücadele edebilecek direnci yoktur denilebilir. Örneğin toplumda infial etkisi yaratmasını öngördüğümüz bir olayın “atasözü”leşebilmesi, “deyim”leşebilmesi ruhsal ve mantıki açıdan ne derece vicdanlarımızı rahat bırakabilmektedir? Şimdi sağınıza, solunuza, internetinize, kitabınıza, reklam tabelalarına, gözünüzün gördüğü, kulağınızın işittiklerine dikkat kesilin; bu hastalığın bağrışmalarını duyacaksınızdır. Kadın vücudunun nasıl metalaştığına, bunun nasıl “normalleştiğine” tanık oluyoruz. Tecavüz kültürünün tuğlasını oluşturan küfrün sıradan olduğu bir toplumda “ahlak” bir o kadar sıra dışı bir mefhumdur dersek şayet yanlış mı olur? Dediğim gibi; olay sadece ve sadece tek bir parça ile kendini gösteren bir olay değil. Peki, ya bu puzzle parçaları birleşince, ortaya daha büyük bir rezalet çıkıyor mu? Ne dersiniz? Başımızdaki en büyük dert kendi olmak zorunda olduklarımızla, olamadıklarımız arasındaki makas açıklığından kaynaklıdır ve olmak zorunda olduklarımıza dair en ufak bilgimizin olmayışındandır. 1
Herhangi bir konuda ilgi sahibi iseniz o konuda ahkâm verenlerin, o konuyla ilgili herhangi bir bilgisinin olmadığını hemen kavrar ve sezinlersiniz. Telkin ve nas’ın kurucu paradigmalar yerine geçtiği çarkımızda mesnedi ve mantığı olmayan nas’lardan başka aktarımın olmadığını müşahede etmenizle birlikte fikri sancılarınızın başlaması pek tabiidir; ancak bir şartla! Bilmeliyiz ki bir hastalık, direnci kırılmış bir vücudun en zayıf düşmüş yerinde kendini gösterir. Toplum olarak içinde bulunduğumuz durum bir Palindromu andırıyor. Başarısızlıklarımız ödüllendiriliyor. Bu durum birçok konuda böyle; milli takımdan tutun da akademilere, oradan siyasete ve hukuka, hatta aile yapısından içtimai hayatı şekillendiren öğelere kadar… Toplumun gerçeklerinden uzaklaşılıp romantik kaygılarla bakınca “milliyetçilik” kavramının günümüzde maalesef yüksek bir seciyenin tezahürü değil; içi boş bir narsisizmin neticesi olduğunu itiraf etmekte zorlanıyoruz. Bir çeşit dilemmadayız. Bazılarımız bu durumun farkında ve çarkı kırmaya karşı mücadele verirken kendisini saldırgan, kırıcı ve ötekileştirici bir tutum içinde buluyor. Bazıları için durum tamamen farklı; bu dilemmayı hiper realite olarak kabul edip, kendilerine bir simülasyon evreni yaratıyorlar. Simulakrlarıyla realitenin bütün kaygılarından uzak, idrak ve sırat kaygısından ziyade yaşantısının en önemli yönlendiricisinin hissi kablel vuku olduğu bir anlayışla hayatını birilerinin şekillendirmesine teslim etmiş durumda. Toplum birkaç ferdin davranışlarını sergiliyor adeta, bu konuda her cenah kendi ferdini hem zihnen hem de şeklen teşekkül ettirmiş durumda. Toplum, cenah cenah birbirine muhalefet ederken, ortak hasletlerin egosantrik ve antroposantrik kaygılarla kurulduğu bir mutlak. Örneğin Avrupa’da olduğu gibi etnisite övgüsüne dayalı narsist bir ırkçılık anlayışı ülkemizde dalga dalga yayılırken hâlâ ve hâlâ çok kültürlülüğe, bilimsel bilgiye, istatistik verilerine, realizme ve ekolojik kaygılara karşı olanca direnç trajikomik ve anlaşılamaz bir boyut almış durumda. Histerik kişilik bozukluğu bir fıtrat olarak fert fert üzerimize giydirilmiş durumda. İçi doldurulamayan ve sadece rant eksenli inşa edilen Gnostik bakış; ferdi, tefekkür zemininden uzak tutmakta. Mefkûresiz ve tefekkürsüz kalan bireyin tutarsızlıklarının hepsi esasında bir tutar arz etmekte. Sorun odaklı değil çözüm odaklı bakamadığımız sürece, “neden”e değil “nasıl”a odaklanamadığımız sürece, kaygısını güttüğümüz Meritokrasi’nin yerini elbette mediyokrasi’ye terk etmek mecburiyetinde kalacağız ya da Polybius’un üç siyasî rejiminin oluşum ve devinim sürecini mükerreren yaşayacağız. Elbette bu realitenin farkında olmakla birlikte eğer herkesten ve her şeyden tiksinerek ve karanlığa söven bir duruş sergileyerek yaşarsak; ümit var düşüncelerden ve tutumdan vazgeçersek, bu dilemmayı kırıp Namık Kemal gibi Merkez-i hâke atsalar bizi, küre-i arzı patlatır çıkarız diyemezsek şayet aydınlığı getirmek şöyle dursun bu aydınlık için mum yakanların da şevkini kırarız. 2
Vicdanı ve mantığı terk etmeyerek, ümit var yarınlara uyandığımız günlere olsun. Dipçe: Puzzle: Yapboz bulmacalar. Nas: Dogma Narsizm: Özseverlik Palindrom: tersinin de aynı olduğu şey. Dilemma: mantık konularında yaşanılan ikilem Simülasyon: Bir şeyin ikamesi, benzetileni ya da sahtesi,gerçek olmayan gerçeği temsil eden göstergelerdir. Sümulakr: bir olay veya nesneyi varmış gibi yapmak. Ayrıca yazar önerisi Jean Baudrilland İdrak: Algılama Hiper realite: Gerçeğin yerini alan şey İçtimai hayat: Toplum yapısı Hissi kablel vuku: önsezi, 6. hisse göre karar vermek, davranmak Egosantrizm: her şeyi kendine dayandırmak, kendine bağlamak, kendine indirgemek, her şeyde kendi görüş açısından hükümde bulunmak, her şeyde kendini esas almak Antroposantrizm:insanın her şeyin merkezinde olduğunu öne sürmek. Evrendeki her şey insan içindir ya da insana hizmet etmek için vardır. Haslet: huy Sırat: Yol, hedef Teşekkül ettirmek: biçimlendirmek Gnostisizm: din ve aklın yetersiz olduğu sadece sezgilerle ve ezoterizm ile bilginin bilinebileceği anlayışı Mefkûre: ideal, ülkü Tefekkür: Düşünce Meritokrasi:yönetim gücü, yetenek ve kişilerin bireysel üstünlüğüne, yani liyakata dayandığı yönetim biçimi Mediyokrasi: yönetme becerisinden yoksun çevrelerin iktidarda egemen olduğu yönetim şekli. reh-güzâr: Geçilen yol, yol üstü turfa: acemi, yeni yetme, ham, olmamış müneccim: yıldız ilmi ile uğraşan kişi
3
-IBir sükût akşamı, insanlar; yaşamak adlı atölyelerde, yalnızlık isimli projelerini yontuyor. Bir yaşamak gailesi portresini, ölmüş kadavralardan alınmış mürekkeplerle, o mürekkeplerden yapılma pastel renklerle, şöyle ya da böyle çiziyorlar. İnsanların elinde hiçlik isimli tükenmez kalemler... İnsanların elinde, varlık zücaciyecisinden alınmış, hiçlik isimli kalemler… Biraz deniz karıştırıp kavanoz diplerine sonsuzluk lafsını altın hatlarla nakşediyorlar. Görseniz, anarsın bir ihtilal akşamı, Fransa’da namünasip bir kasaba… Namünasip kelli felli bir kadın, caddede salına salına elindeki parşömen kâğıdını, kâğıtta adı yazılı insanlara pazarlıyor. Cadı avı, akşam polosunu oynayan polo oynayıcıları arasında başlamış. Başlamak ne kelime, gündüzden arta kalan kelimelerle, geceleyin gökyüzüne sual mahkemeleri kurulmuş. Bilirsiniz sual insandır, insan sualden yapılma… Toplumlar sualin pangea halidir. Pangea ise insanların en kısır döngüsü… Darwin’i tanımam ama balkondaki sinekkapan çiçeğinin flört ettiği sivrisinekte öğrendim doğal seçilimi. İnsanın hangi virajı alamayacağını, o virajları hangi usta Çinli mühendislerin yaptığını, Çinli mühendislerin hangi lüks yanan mekteplerde okuduğunu… Bana soracak olursanız, insanlar ellerindeki hiçlik kalemini atmamalı. Hiçlik kalemini ve Metro duraklarında geçirilen zamanı… Evet atmamalı. Atölyelerin kepenkleri inik, insanlar sanmayın ki uyumada. Kimisi bir filozof ile hoşbeş ediyor; kimisi okeye döndüğü okeyde muvaffak(!). Kepenkler inik, sanmayın insanlar uykuda. İnsanların ki sohbetim yoktur birçoğuyla. Meşguliyetleri var. Mecburiyet isimli meşguliyetleri... Akşam olunca yalnız akşam çöküyor topluluklara. Ötesini hiç tanımadım. -IINe öz çekim ne öz yaşam öyküsü. Hepimiz fizik adlı deccal diktatörün bir köşesinden tutunmuş gidiyoruz. Yonttuğumuz taşlar avuç içlerimizde tuz buz. Gitmek üzere çıktığımız yolda yaşanıyor zaman kırılması. İnsanları az çok tahmin edebiliyorum. Kimisi ertesi sabah yapacağı kahvaltıyı dert ederek uykuya dalıyor; kimisi dün yaptığı kahvaltıyı dert ederek… Sadece çok az bir kısmı rüyasından terler ve kâbuslar içinde kalkıyor ve kalan bazı azları, gece geçirdiklerini gündüze değişme hülyasında…
4
Zaman bize sertçe bir blok koyuyor. Ne adım atacak yerimiz kalıyor ne de geride pas atacağımız bir adam. İşte o sıralarda oturup sadece bize; toplumu, topluma ait olan şeyleri seyretmek düşüyor. Bakıyoruz; insanlar zamanla büyük bir mücadele içinde. Sanki o büyük patlama sırasında, bir kaos içinde savrulan tozlar, bu yaşayanların ataları değilmiş gibi bir mükemmel elense denemesi zamana karşı. Hadi diyelim ki zaman geriye bir adım atacak; bize bırakacak o umduğumuz şeyleri… Peki, bulabilecek miyiz kelliğe çareyi ve Londra Konferansı orada görüşülürken elimizdeki cımbızı bir kenara koyabilecek miyiz? Hayır, düşündüğümüz şeyler apaçık bir hengâme. Akşam olunca bunları düşünmeden edemiyor insan. Diğer insanlar ne düşünür bilmem. Dediğim gibi sohbetim yoktur pek çoğuyla. Şikâyet edeceğim konuları bitirdim sanıyorum. Bir tek insanlar kaldı; diktatörlerden, sinekkapan çiçeğinden ve heykeltıraşlardan bahsettim. -IIIİnsanlar, bulundukları toplumun hukuku, etiği ne olursa olsun yalnız yaşıyorlar. Doğdukları gün, ergenliğe girdikleri gün, yirmili yaşları ve nicesi… Tek kişilik kâbuslar görüyorlar. Sabahları tek başlarına kaçırıyorlar sabah otobüslerini. İşlerine ve okullarına tek başlarına geç kalıyorlar. Öğlen molasına yahut ders arasına tek başına çıkıyorlar. Sıhhiye’den Kızılay’a giderken çarpıştığım insanlar, o yolu tek başlarına yürüyorlar. Kitapçılara tek başlarına uğruyor ve hatta bir milyon satan bir kitabı tek başlarına okuyorlar. Bir milyon satan bir kitabın yazarı o kitabı tek başına yazıyor. Şayet yazar kısmında iki isim varsa o iki kişi, tek başına yazıyor o kitabı. Kitabın editör ekibindeki her bir kişi, işin kendine düşen kısmını tek başına yaptı. Tek başınalıktan kurulu bir insan yığını, yığınlığını tek başınalık ile muhafaza ediyor. Ne garip bir şey, ne normal bir şey… İnsanlar ölüyorlar, insafsızca. Geçen gece sabahladığım Gazi Hastanesi’nin acilinde bunu fark ettim. Duvara sırtını yaslamış, dizlerine değin bükülmüş, biri en fazla kırk, biri en fazla yetmiş yaşında iki kişi... Birisi evladı için, birisi torunu için gözyaşı döküyor. Anneyi soracak olursanız fenalaştı; yoğun bakımda. Evladının ölüm nedeni nedir; bilmiyorum. Ölüm, ölümdür işte. Ansızın, insana dair… İnsafsızca dedim; bu sert bir kelime olabilir. Ancak o an aklıma gelen ilk şey ve belki de tek şey buydu. Koşar adım uzaklaşmak istedim oradan. Ölümden uzaklaşmak istemek garip bir seyir cümlesidir aslında. Her ne kadar ruhum o sırada bunu buram buram arzulasa da ayaklarım tek bir adım atamadı. Hayat, fizik, doğa kanunu ne derseniz deyin adına. Dedim ya ‘’insanlar; yaşamak adlı atölyelerde, yalnızlık isimli projelerini yontuyor. Bir yaşamak gailesi portresi ellerinde...’’ Ne garip! Gerçekten hayatın kısa özeti bu olabilir benim için. İlk çağlarda simyacıların sıkıntısı, ötesinde Kavimler Göçü, ötesinde Konstantin’in Fethi... Dahası ve saire… 5
Ne garip! Bir ‘yığın’ kişinin aklına bulaşmamış bir düşünce, tek bir kişinin beyin damarlarında tohumlanabiliyor. O tohum, kurak toprağını yarıp kıtlıktan kırılmak üzere olan bir halka ağaç oluyor. O ağaç ise sırasıyla fotosentez ve hayat oluyor. Doğa için ve doğaya dâhil olan insan için fotosentez neyse toplumlar için ve topluma dâhil olan insanlar için de fikirler aynı şey değil midir?
6
Sarıkız’ın diyarı, Kaz Dağları, Balıkesir – Güre... “Bu gençler, eğlence, deniz, güneş gibi sosyalleşme imkânlarının bulunduğu yerler varken; burada ne yapıyorlar?” Yöre halkının akıllarından geçen soruyu tahmin etmek zor olmadı. Türkoloji ile ilgili yapılan bir öğrenci sempozyumu için toplanan bu gençler, akademik çalışmalarının yanı sıra bir de kendi kültürlerine, kendi milli geleneklerine sahip çıkma hevesi içinde bütün bir toplumu en temiz milli ve manevi hislerle kucaklıyorlar. Bildiri, akademik çalışmalar, bilimsel faaliyetler bir yana; Balıkesir başlı başına o ortamda bulunmak için yeterli bir sebep aslında. Işıl ışıl deniz, ormanlarla kaplı Kaz Dağları’nın buluşması görsel bir şölen oluşturuyor. Yöre insanı Türk misafirperverliğini fazlasıyla yansıtıyor. İletişime açık, canlı, kültürel ögelerle süslü bir toplum düşünün. Arkadaşlarımızla çıktığımız keşif gezilerinde hiç tanımadığımız insanlarla muhabbet etme fırsatını yakaladık. Sarıkız Efsanesini merak eden üç kafadar düştük yollara. Sırtımızda heybemiz, arkamızda güneş, içimizdeki kıpırtı... Bir derleme çalışması için gereken üç şey bizdeydi. Teknolojinin nimetlerinden de yararlanmayı ihmal etmedik tabi ki... Bilgi edinmeye yöre esnafından başladık. Sarıkız Efsanesini, inançlarını, ritüellerini kimden öğrenebileceğimizi sorduk. Alınan cevap “Tahtacı Türkmenleri” oldu. Türklüğün, Türk gibi yaşamanın sembolü Tahtacılar… Birkaç kişiden isim aldık; yola koyulduk. Bahçivanlık yapan iki Tahtacı Türkmeni Yusuf ve Şahin Beyleri muhabbetteyken yakaladık. Bizler de muhabbete dâhil olup Sarıkız Efsanesini birinci ağızdan dinledik. Efsane şu şekide: “Sarıkız civarın en güzel kızıymış. İpek gibi altın sarısı saçları varmış. Bu yüzden ona Sarıkız derlermiş. Köylüler Sarıkız’ın güzelliğine hasetlenmişler. İftira atmışlar; ahlaksız diye… Bu sözler babasının kulağına gitmiş. O da inanmamış ama içten içe kızına kırılır olmuş. Sarıkız, babasının bu haline içerlemiş. Almış başını Kaz Dağları’nın zirvesine kaçmış. Köylüler, babayı kışkırtmaya başlamışlar. Namusunun kirlendiğini kızını öldürmesi gerektiğini söylemişler. Baba dayanamamış Kaz Dağları’na çıkmış. Kızını kazları beslerken bulmuş. ‘Kızım bir su getir de abdest alayım.’ demiş. Sarıkız elini uzatıp denizden su getirmiş. Babası kızının erenlere karıştığını anlayıp oradan ayrılmış. O gün bu gündür Sarıkız yolda kalanlara yardım eder, yol 7
gösterirmiş.” (01.10.2016) Kendilerinden efsaneyi öğrendikten sonra tekrar yollara düştük. Acaba bu Sarıkız’ın türbesi nerede? Gideceğimiz yerin uzak bir dağ yamacı olduğunu bilmeden oraya yüreme kararı aldık. Yoldan arabasıyla bizi Şahin Bey durdurdu. Sadece bir kere gördüğü, muhtemelen de bir daha hiç göremeyeceği bu insanları arabasına aldı; yola revan olduk. Bir an durup düşündük. Türk gibi yaşamak böyle bir şey olsa gerek… Şehirlerin çıkarcı, egoist havasından gelip böyle temiz (Refüjdeki heykellerden biri) niyetli birini tanımak bizi çok duygulandırmıştı. Arabasıyla rotamızı “Tahtakuşlar” köyüne çevirdi. Kendimizi “Alibey Kudar Etnografya Galerisi” önünde bulduk. Denizi gören şirin bir dağ köyünde görmeyi umduğumuz en son şey müzeydi herhalde. Bölgenin kültürel motiflerinin sergilendiği bir köyün medeniyetin kendisi olduğunu söyleyebiliriz. İnsanların kocaman bir gülümsemeyle hiç tanımadığı insanları kucaklaması, ormanla iç içe yaşamaları, sabahları denizin ferah kokusu... İşte bunlar Tahtakuşlar köyünü yaşanabilir kılıyor. Bizi aracıyla hiçbir karşılık beklemeden köye götüren Şahin Bey ile müzeyi ziyaret ettik. Müze müdürü Selim Kudar’ı girişte yakaladık. Kendisi atalar diniyle yakinen ilgileniyor. Müzede Kök Tengri Dininin izlerini taşıyan birçok öge tesbit ettik. Müze, bölgenin giyim kültürü, çadır düzeneği, büyüsel işlemlerde kullanılan objelerle dolup taşıyordu. Kendisiyle birkaç saat muhabbet ettikten sonra oradan ayrıldık; kampımızın yoluna koyulduk. Yol boyunca Şahin Bey ile yaptığımız muhabbetler bölgede halk inanışlarının canlılığını koruduğu fikrine götürdü bizi. Bölgede yatır, türbe gibi kutsal sayılan mekânlar ululanmaktadır. Sarıkız’a dua etmek için dağa çıkan köylüler şu ritüelleri gerçekleştirmektedirler: “15 Ağustos’ta Sarıkız’a gidilir; çadırlar kurulur. İki türbe var; biri baba biri kızı.. İki yatırın arasında kurban kesilir. Türbelere mumlar yakılıp dua edilir. Babanın türbesine biz Cılbak Baba Türbesi deriz. Sarıkız’ın tılsımı var. Orada çadırlarda on beş gün konaklanır. Orası serindir. Kalbi kötü adam oraya çıkarsa fırtına çıkar. Temiz bir kalple gidilmesi gerekir.” (01.10.2016) “Bölgede Sarıkız’dan başka türbe yok mu?” sorusuna Şahin Bey: “Kıbrıs savaşında asker Şıpşıp Dede adında biriyle tanışır. Birlikte çarpışırlar. Savaştan sonra Balıkesir’de gel bul beni der. Savaş bittiğinde asker Balıkesir’e gider köylülere dedenin nerede olduğunu sorar. Herkes ona ‘burası Şıpşıp Dede yatırıdır’ der. O gün asker savaşta onunla çarpışan kişinin kim olduğu öğrenir.” (01.10.2016) Araştırma yaptığımız Güre ve çevresinde ateş kültü de (Selim Kudar’ın Annesi önemli bir yere sahiptir. Ateşin arındırıcılığına inanılıyor. Geleneksel Kıyafetleriyle) Şahin Bey bu arındırmayı şu şekilde aktarmaktadır: “Kesilen et ateşe tutulur. Öyle verilir. Çiğ et verilirse kaza bela gelir. Et ya haşlanır ya kavrulur.” (01.10.2016)
8
Türklerin ata toprağından günümüze kadar taşıdığı bu inanışların hala bir yerlerde değerli olduğunu bilmek mutluluk vericiydi. Yol boyunca refüjlerin arasında antik dönemlere ait heykeller gözümüze çarptı. Yöre insanı mitolojik anlatılara oldukça hakim ve meraklı… Türk kültürü dışındaki bütün kültürel unsurlara, tarihi kalıntılara büyük bir sevgiyle bağlı olan yöre insanına hayran olmamak elde değil. Yol bittiğinde keyifli sohbetimiz de sona erdi. Araştırma arkadaşlarım Mehmet Batuhan Kaynakçı ve Serdar Nasip ile çıktığımız bu keyifli çalışmadan çok şey öğrendik. Müzesinin kapılarını sonuna kadar açan Selim Kudar Beyefendi’ye, hiç tanımadığı üç kişiye bildiği her şeyi anlatan, aracıyla köy köy gezdiren Şahin Bey’e, kocaman gülüşleriyle bütün Tahtacı Türkmenleri’ne teşekkürü bir borç bilirim.
9
Yıldızların ışıklara yenilmediği Güneşin kışın karları eritmediği Irmakların daha zehirlenmediği Gecelerin tek ay ile ışıldadığı bir çağda Eymür, geceyi dağ başında geçirmiş, uyuyakalmıştı. Gördüğü düşün etkisi ile kan ter içinde uyandı. Kayı sordu: -Ne oldu Eymür böyle? Eymür: Gökten yıldızlar Dünya'ya inmiş Uzatsam ellerimi, tutacağım sanki Yıldızların arasından alkış çıkageliyor Bir geyiğin üzerinde Işıklar saçıyor kahverengi gözleri, Öyle parlıyor ki yaklaşan yıldızlar sönük kalıyor Karanlık gece aydınlanıyor Gözlerim kamaşıyor ışıltısından.
10
-Tamam Eymür. Şu suyu iç şimdilik. Yolda Ulu Kam'a anlatırız. Kağan çok kızdı, bizi bekliyorlar. Ata ruhlardan haber gelmiş, Saymalı'dan konuk geliyormuş, onu karşılayacağız... Eymür Saymalı sözünü duyunca gözlerini kahverengi bürüdü. Alkış geldi aklına... ... Kayı ile Eymür Kağan'a ulaşmadan önce dağlarda tek başına yaşayan Ulu Kam'ın yanına uğramak dilediler. Henüz tün, küne yeni dönüyordu. Ulu Kam, yeni korladığı ateşinin etrafında davul çalarak koşuklar söylüyor, gelen erleri bekliyordu. Onları görür görmez: Gök içre, Umay'a teng Bal içre, bukuklara teng Kor içre, kargulara teng Gelür bir Karuk Yılduzu Ulu Kam'ın koşuğu Kayı ile Eymür'ü içten içe coşturdu. Eymür utana utana sordu: -ulu Kam, ata kam, bir düş görd… derken, Ulu Kam sözünü kesti: ‘’Gök içre, Umay'a teng Bal içre, bukuklara teng Kor içre, kargulara teng Gelür bir Karuk Yılduzu Düşün koşukta Eymür'' dedi. İki yoldaş yollarına bu koşuğu düşünerek devam ettiler. ... Kayı ile Eymür, Kağan'ın yanına vardıklarında onun şiddetli bakışlarını üzerlerinde hissettiler: -Neredesin sen yine Eymür? Konuklar gelecek... ivedi yola çıkın! Kayı ile Eymür, titremekten söz edemediler. Hemen kuşanıp yollandılar. Ata ruhlar onlara yol gösterecekti. ... ‘’Ateş, Yaz olmasına rağmen hala oldukça soğuk olan Saymalıları ısıtıyordu. Ay Abla, ateşin etrafında tüm kutsallığıyla dansa durmuş, çevresinde Saymalı halkı elleri Gök'e açmış alkışa tutmuşlardı. Eymür ile Alkış da bambaşka bir boyutta birbirlerinin 11
gönlünde buluşmuşlar Tengri'den birbirlerini diliyorlardı. Şimdi doğa ritim tutarken tüm Saymalı, Eymür ile Alkış'ın gözlerinin dansını izliyordu... İşte Eymür aylardır bu anları hatırlayarak dağlarda sabahlıyordu. Geçen Yaz konukluk için yoldaşı Kayı ile Saymalı'ya gitmiş, burada tanıştığı Alkış'a aşık olmuştu. Gök rengi gölün hemen kıyısında, Eymür yine bu anısını düşünüyor Kayı da Saymalı'dan gelecek Er'in heyecanıyla yıldızları izliyordu. Derken bir atın ayak sesleri duyuldu, sonra görüntüsü belirdi. O da neydi? Ay gibi parlayan, gözlerinden kahverengi ışıklar gönderen, bir anda geceyi aydınlatan Gök gibi bir kız. Kara saçlı, bal yanaklı-minik dudaklı, kan şakaklı; kaşları yay çekip bakışları ok atıyor bir kız. Dudakları büzük büzük, gözleri yumuk yumuk; sözleri hançer olup konuştukça kalbe saplanıyor bir kız. Her gülüşünde çiçekler saçıyor, öyle tatlı meleklerle yarışıyor, tanrı olsa Umay’a yaraşıyor; kılıç olmuş can alıyor bir kız… Yoldaşlar donakalmıştı. Atın üzerindeki kız Alkış'tı... Eymür, Saymalı'dan bir Er geleceğini beklerken karşısında Alkış'ı görünce de bir zaman konuşamadı... Alkış da pek değişik sayılmazdı. Gözlerini tüm cilvesiyle Eymür'ün gözleriyle oynaştırdı ama ağzı söz söyleyemedi. Eymür yüzünün tomurcuklarından gülücükler eken bu kara kızı izleyekaldı. Söz söyleyim dedi utandı, şöyle bir bakayım dedi çarpıldı. Ne yapabilirdi ki? Sessizliği ilk bozan Kayı oldu: -eheheyyy! Alkış, kız başına teaa! Saymalı'dan nasıl geldin buralara? Alkış Saymalı'dan Güdül'e konukluğa gidileceğini işitince hemen atılmış ve gönüllü olmuştu. Kayının 'kız başına' sözüne içerleyerek:
12
Yüz ajun kezdim On ceng ötleştim Anda menge ajung kavuştum Bir kız başıma!!! Eymür, hemen atılarak bir eliyle Alkış'ın ak atının eyerinden kavrarken diğer eliyle onun inmesine yardım etti. Aylar sonra eli sevdiğinin sıcak eliyle ısınınca dağlarda soğuttuğu gönlündeki kor da tekrar ateşlenmişti. Üç arkadaş o gece yaktıkları ateşin çevresinde sabahın ilk ışıklarına kadar özlem giderdiler. Alkış, Saymalı’dan, Ay Abla’dan, Servet Kağan’a-Asya cana olan özlemden söz etti; Kayı, Güdül’den, Saymalı’ya özlemden, Ulu Kam’dan söz etti. Uyku vakti geldiğinde sessizliği tek bozan Eymür ile Alkış’ın kalp sesleri idi. Güdül'e ulaşmaları günler sürdü. Eymür ile Alkış yolda birbirlerini izlemekten başka bir şey yapamadılar. … Kağan Güdül’ün avcılarına Saymalı’dan konuk Alkış için avlanmalarını emretmişti. Geyikler kendi aralarında konuşmaya başladılar: -
Uzaktan konuk gelmişş. Kağan avcıları üzerimize gönderdi. Kaçacak delik lazım…
Bunlara da konuk gelir, olan bize olur. Bak bak nasıl dört nala geliyor avcılar yine… Durun durun şimdi atlatırız onları, gitsinler teke yakalasınlar. Hep geyik mi yiyecekler? Şu Eymür’ün Alkış’ı geliyormuş, hani bu kız Saymalı’daki hayvanları kollar, mecbur kalınmadıkça avlanmalarına izin vermezdi? -
Ama bırak, bunların hepsi aynı…
Geyikler, konuşurken avcılar onlara gitgide yaklaşıyordu. Bu anda Güdül Kağanı Alkış’a avcıların geyik avlamaya koştuğunu söyleyiverdi. Alkış, üzüldü. Yumru yanakları süzüldü, kahverengi ışıkları söndü.
13
Kağan: -Ne oldu kızım? Alkış: -Ata kağanım, biz Saymalı’da hayvanları mecbur olmadıkça avlamıyoruz. Benim için bu seferlik avlatmasanız onları? Kağan: -Tamam Alkış, Şimdi haber gönderiyorum avcılara, Atlıllarrr! avcılar avsız geri dönsün! Bu sırada avcılar çoktan geyiklere yaklaşmıştı. Geyikler, her zaman olduğu gibi, konuşmayı bırakamamış avcılara yakalanmıştı. Seslerini duyar duymaz kaçmaya başladılar… Avcılar tam peşlerinde. Geyikler kaçıyor, onlar kovalıyor. Geyikler her zamanki gibi yakalanıyor, oklar tepelerinde vızır vızır. Yolun sonu yaklaşmıştı geyikler için. Avcılar, arkadan kovalarken geyiklerin önüne başka avcılar çıktı. Geyiklerden biri de tökezleyip yere kapaklanmıştı. Durum onun av olacağını gösteriyordu. Usta okçular yaylarını ona çektikleri sırada, ‘’heeeeheeheyyyy’’ diye bal bir ses duyuldu, sonra balın kendi belirdi. Alkış, avcılara emir geç gider diye atlanıp yetişmişti. Tökezleyen geyiğin etrafında dolanıp boynuzunu okşadıktan sonra geyik topallaya topallaya kaçtı. Alkış, avcılara kağanın avsız dönülmesi emrini iletti. Alkış, avcılara bu kadar zamanda nasıl yetişmişti? Kim bilir. Geyik, Alkış’a borcunu nasıl ödeyecekti? Kim bilir. … Gün boyu süren ağırlamanın ardından Eymür ile Alkış, Ulu Kam'a ulaşmak için yola çıktılar. Ay, geceyi henüz aydınlatmaya başlamış, yıldızlar ise dansa tutuşmuştu. Ulu Kam, onların geleceğini ata ruhlardan haber almış ateşi güçlendirmişti. Eymür atını hemen Alkış’ın atının yanında sürüyor gözleri ise Alkış'ı izliyordu. Ay'ın şavkı Alkış'ın minik şakaklarını ışıldatıyor, siyah uzun saçları Eymür'ün aklına sarmaşık oluyordu. Tam bu anda Alkış'ın bakışları ona yöneldi. Güdül sessizliğe büründü, geceden beri uluyan kurtlar susakaldı, binlerce güneştir akan nehir duruldu, börtü-böcek-kuşlarçiçekler doğadaki işlerini bırakıp onları izlemeye başladı, Eymür Alkış'ın buz bakışlarından çekindi. Sesi çıkmadı. Çıkaramazdı da. Sessizlik üzerlerine çökmüştü ki Alkış söze girişti: -Saymalı’da koşuk okumuştun ya bana, belki şimdi de okursun… Eymür’ün gözleri parladı, sözleri canlandı:
14
Bakışın tomurcuk baharlara Gülüşün bal arılara Sözlerin can ruhlara Tengri vergisi ay Alkış’ım… …Gecenin sessizliğinde onlar şiirler söylüyor tüm doğa onları dinliyordu. Bu durum Ulu Kam'ın ateşini görene dek sürdü. Ulu Kam, ateşin hemen başında dönüşe durmuş, onları bekliyordu. -Saymalı'nın Kün kızı, Ay'ın yoldaşı, Gök yansılı, sütten Arı, kordan odlu, Eymür'ün yoldaşı can kızım, Güdül'ü kendine bezedin, hoş geldin. Alkış'ın aklı Eymür'de miydi hala yoksa Ulu Kam'ın bu ani sözlerine şaşkınlığından mı bilinmez bir müddet susayazdı. Sonra sözü o sürdürdü: -Güdül'ün Kut oğlu, Ata Ruhlar'ın yoldaşı, Ulu Kam, hoş buldum. Ulu Kam, ateşe tüm gücüyle üfledi. Sağa sola yayılan kıvılcımlar göğe doğru yükseldi, bir od halini alarak yıldızlara uzandı. Yıldızlar sanki ellerini ateşe uzatır gibi kaymaya başladılar. Ve ateş ile yıldızlar birleşti. Tüm bunlar olurken, Ulu Kam değişik değişik sesler çıkarıyor ve sanki birşeylerin olabilmesi için son gücünü harcıyordu. Alkış ve Eymür şaşakalmış olanları izliyorlardı. Birden yerden göğe uzanmış ateş yolunun üzerinden bir şey çıkageldi yıldızların arasından. Bu bir geyikti. Yıldızların ışıltısını vücudunda toplamış olan bu geyik ateş yolundan kaya kaya yeryüzüne inerken, Alkış ve Eymür'ün kalp atışları da iyice hızlanmış, Ulu Kam'ın çağırışları gürlenmişti. Geyik geldiğinden daha hızlı bir şekilde yıldızlara doğru koşmaya başladı. Kan ter içinde kalan Ulu Kam, sanki son nefesi verircesine bir sesle onlara 'Eymür, Alkış peşine koşunn' diye bağırdı. Eymür, Alkış'a bakakaldı. Hızlı davranmaları gerektiğini anlayan Alkış, Eymür'ün elinden tutarak koşmaya başladı. Bu sırada Ulu Kam'ın gücü tükenmiş ve yere yığılmıştı. Alkış ile Eymür geyiğin peşinde Ulu Kam'ın ateşinden oluşan yoldan koşuyorlardı. Alkış bir ara geriye baktı. Geçtikleri yolun ateşinin sönüp havaya dönüştüğünü gördü. Artık geyiği yakalamaktan başka çareleri yoktu. Alkış, geriye dönüp Ulu Kam’ı gözlediğinde onu göremedi, sesi de kesilmişti üstelik. Alkış geyiğe yetişemeyip güçten düştüğü sıra geyiğin gürlemesini duydu. Gözlerine inanamadı. Geyik durmuş onları bekliyordu, Ulu Kam’ın az önce çıkardığı garip sesleri şimdi de geyik çıkarıyordu. Son kuvvetleri ile geyiğe koşmaya devam ettiler. Arkalarından gelen boşluk onları tam yutacakken geyiğe kavuşmayı başardılar. Alkış bir yandan geyiğin boynuzunu kavramışken bir yandan da Eymür'ü kavrayıp tutuyordu... Artık geyik nereye götürürse oraya gideceklerdi. Birden tekrardan yere doğru yöneltti geyik onları. Ateş hızıyla yöneldiler gökten yere, nefesleri hava ile dolmuştu. Geyik, ateşin açtığı yolda ilerliyor; yol ulu kağanın kurganına gidiyordu. Eymür, gözleri yaşlanarak bağırdı:
15
-Alkış, yol Ulu Kağan kurganına(mezar) gidiyor! Alkış sözünü başlayamadan bayılayazdı. Kurgan’a ulaştıklarında kıvılcımlardan bir yol belirdi önlerinde, korkudan titreyen Eymür, kolları arasındaki Alkış’ı izlemekten bu durumda bile kendini alamıyordu. Kıvılcımlar, girdap olmuş bu aşıkları içine çekiyordu… Geyik ise onları bırakmıştı artık… Bu geyik, dün Alkış’ın kurtardığı geyik miydi kim bilir? Kıvılcımlar, Alkış ve Eymür’ü adeta kurgana çekti. Bundan sonrasını Eymür de hatırlamıyordu. O da bayılmıştı. Kurganda ayıldıklarında Alkış, Eymür’ün kolları arasındaydı. Ulu kağan ise tam karşılarında… Kurgan’da onları ne bekliyordu? Kim bilir? Ulu kağan, onlara ne görev verecekti? Kim bilir?
16
Yahya Kemal, sadece edebiyatçıların çalışmalarına konu olarak kalmaması gereken, Türk düşünce dünyasının tamamını ilgilendiren bir şahsiyettir. Sadece şiirleri ile değil kültür ve din hakkındaki yazı ve düşünceleriyle de bilinmesi ve anlaşılması gerekmektedir. Kültür ve din unsurlarını bir arada ele alan Beyatlı, tarih, vatan, din, kültür hakkındaki düşüncelerini şiirlerine de yansıtmıştır. Kendi ifadesi ile “ahiret havasıyla dolu” İslam’ın oldukça yoğun hissedildiği bir Türk şehri olan Üsküp’te dünyaya gelen Yahya Kemal için Üsküp önemli bir yere sahiptir. Üsküp’e olan hasretini ömrü boyunca dile getirir. 18 yaşında Paris’e yani kendi deyişiyle “nurlu bir alem”e giden Beyatlı, ekonomik zorluklarla geçirdiği dokuz yılın ardından vatan, millet, tarih gibi konularda yeni bir bakış açısı kazanarak İstanbul’a geri döner. Dönüşünü “Bu uzun Avrupa hayatından dönerken Müslümanlaşmış, kendi vatandaşlarım için fazla mütehassis bir ruha rücu etmiştim” diyerek dile getirir (Beyatlı, 2015: 125). Küçük yaşlarda şekillenmeye başlayan kişilik oluşumunda aile ve çevre çok önemli bir role sahiptir. Bunun yanında din de kişilik oluşmasında aile kadar etkili bir kurumdur (Özden, 2016: 76). Hatta çocuklara, öğrenmesi daha kolay olacağı için küçük yaşlarda Kur’an eğitimi verilir. Yahya Kemal’in de dini duygularının temeli çocukluk yıllarını geçirdiği Üsküp’te ailesi ve çevresinin etkisiyle oluşmuştur. Yahya Kemal’in din konusunda üzerinde en etkili aile bireyi annesi olmuştur. Annesinin namaz kılıp, Kur’an okumasından, annesi ile din üzerine yaptığı sohbetlerden çocukluk anılarında söz eder. Din konusunda, aile üyeleri arasında en çok annesi onu etkilemiştir ve annesinden aldığı eğitimin izleri hayatı boyunca silinmemiştir. Bu yüzden annesinin ölümü onu derinden etkilemiştir. Yahya Kemal, çok sevdiği annesini henüz çocuk yaşlarda kaybetmesine rağmen annesinin ölümünden duyduğu üzüntüsünü dinî değerlere bağlanmakla aşabilmiştir (Kılıç, 2013: 42). Dini inanç konusunda, inancın milli boyutuna önem veren Beyatlı, “Ben Türk milletinin inandığı Allah’a ve yine Türk milletinin inandığı Peygamber’e inanırım. Ben, bu imanın Müslümanıyım ve ben,
17
Türk ve Müslüman olarak doğdum. Türk milletinin dinine ve itikadına sahibim” sözleriyle bu duruma açıklık getirmektedir (Beyatlı’dan akt. Özden, 2016: 116).
Beşir Ayvazoğlu, Yahya Kemal’in çocukluk yıllarından başlayıp Paris’e gittiği zamana kadar olan din anlayışından “Müslümanlık” başlığı altında bahseder: “Frenk hayatı alışkanlıklarından kurtulamayan, hem de millî hayatı yaşanası güzellikte bulan Yahya Kemal, zamanla iki hayatın da çizgilerini taşıyan bir Müslüman tipi çizecektir” (Ayvazoğlu, 2013: 339). “Dinin algılanıp anlaşılmasında, milletler arasında farklılıklar bulunmaktadır ve bunu sağlayan da milli kültür veya özgü kültürdür.” (Özden, 2016: 92). Yahya Kemal, “Ezansız Semtler” isimli yazısında da dini duygu ile milli duyguyu bir arada inceleyerek şunları ifade etmektedir: “Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköyü, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerde ki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?” (Beyatlı, 2014: 101). Dinin, insanı ahlaki açıdan da olgunlaştırması beklenir ve samimiyetle yapılan ibadetler bu düşünceye katkı yapar. Yahya Kemal de ibadetin gönülden gelerek yapılması gerektiğini, ancak bu şekilde ibadetin insana zevk vereceğini düşünür (Özden, 2016: 124). “Ezansız Semtler” başlıklı yazısında, Büyükada’da oturduğu zamanlar bir bayram namazına gitmeye niyetlendiğini, fakat sabah uyanamamak korkusuyla o gece hiç uyumadığını, vakit gelince abdest alıp camiye gittiğini ve sonrasında yaşanılanları şöyle anlatıyor: “Ben kapıdan girince bütün cemaatin gözleri bana çevrildi. Beni, daha doğrusu bizim nesilden benim gibi birini, camide gördüklerine şaşıyorlardı. Orada, o saatte toplanan Ümmet-i Muhammed, içine bir yabancının geldiğini zannediyordu. Ben içim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Muhammed sesi kulağıma geldiği vakit gözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yek dil, yek vücut olarak gördüm. O sabah, o Müslümanlığa az aşina Büyükada’nın o küçücük camii içinde, şafakta aynı milletin ruhlu bir cemaati idik.” (Beyatlı, 2014: 103).
18
Yahya Kemal, “Atik-Valde’den İnen Sokakta” şiirinde bir ramazan günü uğradığı Üsküdar’ın Atik Valide semtinde, ramazan ayına ait duygularını ve izlenimlerini yansıtmaktadır (Kılıç, 2013: 44): “Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler, Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer; Bakkalda bekleşen fıkara kızcağızları Az çok sezdiriyor top ve iftarı. Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün; Bir top gürültüsüyle bu sahilde bitti gün.” (Beyatlı, 2008: 19). Yahya Kemal’in ailesinden ve okulda çok iyi bir dini eğitim almadığını, hem anne hem de baba tarafının Müslümanlığın Ramazan, bayram ve kandillerinden başka şartlarıyla ilgilenmediklerini anılarından anlıyoruz (Beyatlı, 2015: 33). Ancak manevi havanın yoğun olduğu Üsküp ve annesi onun manevi yönü üzerinde etkili olmuştur ve bu maneviyat onun şiirlerine de yansımıştır. Yahya Kemal’e göre dinin, bir toplumun bir araya gelmesinde, aynı değerleri paylaşmasında, nesillerin yetişmesinde, onların dinî ve milli bir kimlik kazanmasında önemli olduğunu “Ben, Türk milletinin inandığı Allah’a ve yine Türk milletinin inandığı peygambere inanırım. Ben, bu imanın Müslümanıyım. Ve galiba Paris’te iken de böyle bir iman bende gizli gizli yaşardı” (Kılıç, 2013: 49) ifadelerinden de anlayabiliyoruz. Ortak kültürel değerlerin üretilmesine katkı yapan din, milli duyguların hissedilmesine engel olmaz. Çünkü “Kültür dinin özünü, din de kültürün getirdiklerini kabullenmek mecburiyetindedir.” Örneğin din, aralarında vatan birliği bulunan insanların, kültürel açıdan da bu birlikteliği hissetmelerini sağlar. Vatan sevgisinin dini önemi açısından Hz. Peygamber “vatan sevgisi imandandır” hadisini ifade etmiştir. Fakat aynı dine inandıkları halde kendi milli özelliklerinden dolayı kültürleri farklı milletler bulunmaktadır; çünkü her millet, kendi milli kültür yapısına ve ihtiyacına uygun bir din seçip, kabul ettiği dini de kendine uygun hale getirmektedir. Yahya Kemal’e göre Türkler de “İslamiyet’i kendi mizacına göre kabul etmiş ve çok eski putperestliği ile karıştırmış ve öyle sevmiştir.” (Özden, 2016: 101). Yahya Kemal’e göre her milletin din anlayışı kendine özgüdür ve kendi milli özelliklerine göre şekillenir. Türkler tarafından benimsenen ve yaşanan İslamiyet’in başka milletlere uygun olmadığı gibi, başka milletlerin benimsediği İslam anlayışı da Türklere uygun değildir. Yani din, nasıl ki kültürün şekillenmesinde etkili ise,
19
millet farklılıkları da dinin o millete göre şekillenmesini sağlamaktadır. “Türk kültürünü ele aldığımızda, bir yandan İslam dininin Türk kültürü üzerinde etkili olduğunu, diğer taraftan da Türk milletinin, kabul ettiği bu yeni dine kendi kültürel özelliklerini ve kültürel birikimini aktararak onu kendine özgü bir hale getirdiğini, başka bir ifadeyle İslamiyet’i özümsediğini müşahede etmekteyiz.” (Özden, 2016: 110). Yahya Kemal’i, yaşadığı iman sarsıntılarından kurtaran Türk milleti olmuştur. Yahya Kemal’in Türklükle Müslümanlığı birlikte ele alması onu, “Türk Müslümanlığı” kavramına ulaştırmıştır (Özden, 2016: 161). Dönemin İslam bilginlerinden Babanzade Naim Bey ile Yahya Kemal arasında geçen bir olaya Nevzat Kösoğlu, Yahya Kemal’in hayatı ve düşüncesini ele aldığı kitabında yer verir: “Naim Bey, Yahya Kemal’in kullandığı Türk’ün Müslümanlığı tabirini şiddetle eleştirmişti; Arap’ın, Türk’ün Müslümanlığı olmaz, Müslümanlık Müslümanlıktır, diye. Bu yüzden aralarına bir soğukluk girmiş. Bir Ramazan günü Naim Bey Fatih’ten geçerken, caminin çevresindeki çoluk çocuk, kalabalık grupları bir bayram havası içinde görüp pek hoşlanmış ve seyre dalmış. Biraz ötede Yahya Kemal de kalabalığı seyrediyormuş. Babanzâde yanına giderek kolunu tutmuş ve “Sen haklıydın Kemal” demiş; “Türk’ün Müslümanlığı gerçekten başkadır.” (Kösoğlu, 2009: 81-82). Yahya Kemal, “Türk Müslümanlığı; Arap Müslümanlığı değil, daha yeni bir iman sentezi, velhasıl daha yeni bir imandır ve birçok cepheleriyle millidir” (Beyatlı’dan akt. Özden, 2016: 162) sözüyle her toplumun sahip olduğu milli kıymetler dolayısıyla aynı dini paylaşsalar bile, dine farklı bir yorum getirileceğini belirtmektedir. Sonuç olarak söyleyecek olursak, kültür toplumların devamlılığı açısından önemli bir yere sahiptir. Türk kültürünün nasıl oluştuğunu anlamak için de maddi ve manevi değerler birlikte ele alınmalıdır. Birçok kültür tanımı yapılıyor olsa da kültürün anlaşılması için meydana geldiği topluma bakmak gerekir. Türk kültürünün oluşmasında, milli bir kimlik kazanmasında dinin de etkisi vardır. Dinin, kültür üzerinde etkisi olduğu gibi kültürün de din üzerinde etkisi vardır. Dini kurallar kültürel yaşamın içine girip kültürün bir parçası haline gelmektedir. Sahip olunan kültür de dini etkilemektedir. Aynı dini kabul eden iki farklı toplumun, milletin kültürel özellikleri farklı olduğu için dini algılayış ve yaşayış biçimleri de farklılaşmaktadır. Yahya Kemal’e göre İslam, Türk milletinin sosyal yaşantısı, kültür ve medeniyet anlayışı üzerinde etkili olmuştur. İnsanlar günlük hayatta dinin bütün şartlarını pratiğe aktarmasa da ömrünün sonuna kadar İslam’a bağlı kalarak hayatlarını sürdürmektedirler. Yahya Kemal, Türk milletini oluşturan kültürel ve dini değerlere önem vermesine rağmen gündelik hayatta kendisinin de tam anlamıyla uygulayamadığını; ancak duyduğu hissiyatı “Atik- Valde’den İnen Sokakta” adlı şiirinde “Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür. Mademki böyle duygularım kaldı, çok şükür” (Beyatlı, 2008; 19) sözleriyle anlatmaktadır.
20
Yahya Kemal, dini, ibadet bağlamında tam anlamıyla yaşamıyor olsa da, o Türk milletinin inandığı değerlere olan sevgisi ve duygularından dolayı dine bu kadar önem vermektedir. Beyatlı’ya göre Şişli, Kadıköy, Moda gibi ezansız, minaresiz, ramazan günlerinin yaşanmadığı semtlerde büyüyen çocuklar milletin birlik ve beraberliğini sağlayan Müslümanlığın çocukluk rüyasını göremezler. Yahya Kemal şiirlerinin ana kaynaklarından biri dini değerlerdir. Camii, ezan, ramazan, oruç, namaz gibi kavramları şiirlerinde sık sık işlemesi bu düşünceyi kanıtlar niteliktedir. Örneğin, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiirinde dinin milli birlik ve beraberliğin sağlanmasında önemli bir yere sahip olduğu görülmektedir. “Atik Valde’den İnen Sokakta” şiirinde ramazanı, “Koca Mustafapaşa” şiirinde ise milli ve manevi değerleri birlikte ele almaktadır. Yahya Kemal’in şiirinin bir diğer kaynağını ise vatan sevgisi oluşturur. Bu bakımdan İstanbul sevgisine şiirlerinde sık sık rastlamak mümkündür. Ona göre, İstanbul Anadolu ve Rumeli’yi kapsayan, vatanın tümünü temsil eden, kültürel ve dini yaşantıya örnek teşkil eden bir merkezdir. Yahya Kemal ‘e göre, kişi içinde bulunduğu toplumun kültürel ve dini özelliklerine sahip çıkmalıdır aksi halde o topluma karşı bir yabancılaşma hisseder. Dolayısıyla Türk milletini meydana getiren şey, aynı maddi-manevi kültürel değerleri, duyguları ve idealleri paylaşmaktır. Böylelikle bir toplumda milli birlik ve beraberlik yaşanabilir. KAYNAKÇA Ayvazoğlu, B. (2013); Yahya Kemal Eve Dönen Adam, 2. Baskı, İstanbul: Kapı. Beyatlı,Y. K (2008); Kendi Gök Kubbemiz, 29. Baskı, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti. Beyatlı,Y. K (2014); Aziz İstanbul, 15. Baskı, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti. Beyatlı,Y. K. (2015); Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım, 7. Baskı, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti. Kılıç, M. (2013); “Yahya Kemal Beyatlı’da Kültür ve Din İlişkisi” Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta. Kösoğlu, N. (2009); Milliyetçilikte Yeni Arayışlar Yahya Kemal Hayatı ve Düşünce Dünyası, İstanbul: Ötüken. Özden, Ö. (2016); Bir İnanç ve Kültür Terkipçisi Yahya Kemal, 3. Baskı, İstanbul: Ötüken.
21
Divan şiiri toplumdan kopuk, yüksek zümreye hitap eden bir şiirmiş gibi görünse de, bakıldığında günlük hayatın temposuna ve toplumsal yaşama dair pek çok yansımaları bünyesinde barındırmaktadır. Bu yansımalar kendini daha çok toplumsal değişimlerin yaşandığı XVIII. Yüzyılda kendisini gösterse de diğer yüzyıllarda da bulunmaktadır. Sosyal unsurlar divan şiirine bazen yer adları, bazen düğün-dernekle ilgili unsurlar, bazen eğlence meclisleri, bazen giyim kuşam kültürü, bazen de mutfak kültürü olarak Divan şiirinde kendine yer bulmaktadır. Biz yazımızda ilk olarak “Surname” türü hakkında kısaca bilgi verdikten sonra kasidedeki sosyal unsurları incelemeye başlayacağız. Kasidede yer alan sosyal unsurlar, yer adları, çalgı aletleri, yiyecekler, içecekler, eğlence unsurları ve savaş aletleri şeklinde tasnif edilmiştir. SÛRNÂME TÜRÜ VE KONUSU "Sûr"kelimesi, "düğün, velîme, ziyâfet, şehrâyin, şenlik" anlamlarına gelmektedir. "Nâme" kelimesi ise "mektup, risâle, kitap" anlamlarının yanında; "yazılı belge, küçük kitap, konusunda yazılmış kitap" anlamlarıyla da birleşik kelimelerin yapımında kullanılmaktadır. Böylece "Sûrnâme", "düğün, ziyafet, şenlik ve benzeri konularda yazılmış mansur eserlerdir." şeklinde tanımlanabilir. Sûrnâmeler, padişahların erkek çocuklarının sünnet düğünlerini, kızlarıın veya kız kardeşlerinin evlenme düğünleri vesilesiyle yapılan "Sûr-ı Hümâyun"ları anlatan edebi eserlerdir. Bu eserlerin bazıları yalnızca sünnet düğünlerini; bazıları yalnız evlenme düğünlerini, bazıları da hem sünet hem evlenme düğünlerini birlikte anlatıyorlar. Bizim ele aldığımız Sûrname ise, Kânunî Sultan Süleyman'ın kız kardeşi Hatice Sultan ile sadrazam Pargalı İbrâhim Paşa'nın düğününü anlatmaktadır. 1. YER ADLARI: 1.1. AT MEYDANI: Osmanlı İmparatorluğu zamanında İstanbul’da Sultan Ahmed cami önünde bulunan meydana verilen addır. Bizans İmparatorluğu döneminde ise bu meydan at yarışlarının yapıldığı ve çeşitli siyasi olaylara da ev sahipliği yapmış olan Hipodrom ismi ile anılmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde de Atmeydanı özellikle XVII. ve XIX. yüzyılda yeniçeri ayaklanmalarına ev sahipliği etmiştir. Bu ayaklanmalara örnek olarak Atmeydanı Vak’ası gösterilebilir. 22
İstanbul’un fethinden sonra Hipodrom’un bulunduğu bu alan Atmeydanı adı ile at yarışlarının ve cirit oyunlarının yapıldığı bir yer olarak varlığını sürdürmüştür.Osmanlı İmparatorluğu döneminde meydanın saraya yakın olmasından dolayı önemi artmıştır. Çevresine inşa edilen önemli yapılarla meydan yeni bir görünüm kazanmış, bayram şenlikleri, saray düğünleriyle şehir hayatının merkezi duruma gelmiştir. Bu meydanın Divanyolu girişine 1491 yılında Firuz Ağa Cami, batı kısmına XVI. Yüzyıl başında İbrahim Paşa Sarayı, doğusuna 1553’te Haseki Hamamı ile 1617 yılında tamamlanan Sultanahmet Külliyesi yapılmıştır. Sultanahmet Külliyesinden önce bu meydanda vezir saraylarının yer aldığı bilinmektedir. Bu yapılaşmaların meydana eklenmesiyle meydan daralmıştır. Gözüm tuş oldı eylerken seher vaktinde seyrânı Semend-i nâza binmişlerle tolmış At Meydanı "Seher vaktinde düğün şenliğini seyir ederken gözüm ilişti; At Meydanı naz atına binmişlerle dolmuştu." Şair bu beyitte At Meydanı'nın kalabalık olduğunu güzellerin nazlanarak at üzerinde gezdiğini anlatıyor. Bu durumu anlatırken de, güzellerin naz atına bindiğini söyleyerek söz sanatına başvuruyor. 2. ÇALGI ALETLERİ 2.1. VURMALI ÇALGILAR 2.1.1. KÛS Kelime olarak Farsçadan dilimize geçen ve "kös" diye telaffuz edilen bu çalgı, Türk musikîsinde bir usul vurma aletidir. Askerî musikîde, mehterhanelerde kullanılmıştır. Çifttir. İki elde tutulan iki eşit büyüklükte tokmakla usul vurulur. Yarım yumurta şekline benzer ve üst kısmı, en geniş yeridir. Kösler haşmetli görünüşleri ve dağları inleten sesleriyle, Osmanlı ordusunun maneviyatını yükselten ve düşmanınkini de perişan eden bir aletti (Öztekin: 2006). Dem-i sûrnâ sadâ salmış bu mehterhâne-i çarha Döğülür kûslar güm güm kurulmuş taht-ı sultânî (Tarlan: 2012) "Zurna sesi bu felek mehterhanesinde yankılanıyordu; padişahın tahtı kurulmuştu, kösler (büyük davullar) güm güm dövülüyordu." Şair bu beyitte zurna seslerinin yankılandığını ve davulların tıpkı günümüzde de olduğu gibi güm güm dövüldüğünü anlatmaktadır. Beyitten dönemin padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın da düğüne teşrif ettiğini anlamaktayız. Ayrıca günümüzde de olduğu gibi davul ve zurna birlikte kullanılmaktadır.
23
3. YEMEKLER 3.1. EKMEK Türkçe olan bu sözcğün "etmeh", "etmeyh", "etmak" gibi söylenişleri de vardır. Halkın en temel gıdasıdır. Una su ve tuz katılarak hazırlanan mayalı veya mayasız hamurun pişirilmesiyle yapılır. (Öztekin: 2006) Felek gûyâ döşenmiş sofra idi ol konukarda Kim anun olmış idi kurs-ı mihr ü meh iki nânı (Tarlan: 2012) "Felek sanki o konuklukta döşenmiş sofra idi; ayın ve güneşin tekerleri iki ekmeği olmuştu." Şair bu beyitte gökyüzünü döşenmiş bir sofraya; gökyüzünde bulunan ayı ve güneşi de yuvarlak olduğu için ekmeğe benzetmiştir. 3.2. PİLAV Farsça bir sözcük olan pilav, çoğunlukla pirinçten bazen de bulgurdan yapılmaktadır. Yağ ve su ile pişirildiği gibi; domatesli, nohutlu, bezelyeli, şehriyeli, tavuklu, kuşbaşı etli çeşitleri de vardır. Pirinç çok fazla kaynatılırsa lapa, sade pilava üzüm, fıstık, veya badem konulursa düğün pilavı olur (Öztekin: 2006). Pilavun günbedin saru yağını çünki seyr itdüm Temâşâ eyledüm er türbesinde nûr-ı yezdânı (Tarlan: 2012) "Pilavın kubbesini, sarı yağını seyir ettim; (sanki) bir eren türbesinde Tanrı'nın nurunu gördüm." Bu beyite baktığımızda, o dönemin düğünlerinde de tıpkı günümüzde olduğu gibi, düğünün ana yemeği pilavdır. Pilavın tabaklara konulduğunda kubbbe şeklini aldığını öğrenmekteyiz. Ayrıca üzerindeki sarı yağın da tereyağı olma olasılığı yüksektir. 3.3. KUZU KEBABI (BÜRYAN) Büryan, kuzunun bütününün (organları alınmış şekilde) yaklaşık iki-üç metre derinliğinde kapağı çamur ile kapatılmış bir kuyuda odun ateşi ile pişirilmesiyle olur. Büryan genelde yazın tüketilen bir et yemeğidir. Et çengellerle önceden kızdrılan yeraltı kuyularına sarkıtılır ve kuyunun ağzı kapatılır. kuyudan alınan pişmiş etler, askılarda satışa sunulur (Öztekin: 2006). Tekellüfsüz yinürsin sen didüğiyçün ana iller Hacâletden kızarmışdur be-gâyet kuzı biryânı (Tarlan: 2012) "Herkes ona sen kolayca yenirsin dediği için kuzu kebabı utançtan adam akıllı kızarmıştı."
24
Şair bu beyitte ise, "kuzu kebabının utançtan kızarması" diyerek teşhis sanatına başvurmuştur. Ayrıca kızarmasının nedenini "herkesin ona sen kolayca yenrsin" demesine bağlayarak da hüsn-i talil yapmıştır. Sosyal açıdan baktığımızda ise, O dönemin düğünlerinde de bugün olduğu gibi pilavın yanında bir et yemeği verildiğini görmekteyiz. 3.4. BADEMLİ ÇÖREK Çörek, az yağlı, yumurtalı, bazı çeşitleri şekerli bazıları ise tuzlu, gevrekçe bir hamur işi türü. En bilinen örnekleri ay ve paskalya çörekleridir. Çörek, Eski Türkçe kökenlidir ve "yuvarlak ekmek" anlamına gelir. Bu ad Osmanlı coğrafyası ve komşularında da küçük farklılıklar taşıyan şekillerde kullanılır: Tsoureki (Yunanca τσουρέκι), choreg (Ermenice չորեկ), çörək (Azerice) gibi. Çörek bir buğday anlu lâle-ruh mahbûbdur gûyâ K'anun bâdâmı olmışdı yüzinde çeşm-i fettanı (Tarlan: 2012) "Çörek bir buğday benizli, lâle yanaklı güzeldi sanki; onun bâdemi, yüzünde, insanı büyüleyici bir göz olmuştu." Şair bu beyitte, "çörek bir buğday benizli" derken; çöreğin buğday unundan yapıldığına işaret etmiştir. Bademlerin de çöreğin üzerinde durduğunu söylemektedir. 4. İÇECEKLER 4.1. ŞERBET Arapça bir kelime olan şerbet, Osmanlı'da sudan sonra en çok içilen içecektir. Şerbetin orta halliler için basit, zenginler için teferruatlı çeşitleri vardır. Birinci durumda, sadece bal ve şeker kullanılır. İkinci durumda ise limon ya da portakal suyu, ağaç kavunu, menekşe, gül, safran, ıhlamur suyu vb. katılır. Eğlencelerde ve mevlitlerde şerbet ikramı âdettir (Öztekin: 2006). Bu ni'metler yinüp çinküm içildi safî şerbetler Şebîhûn atdi şâh-ı rûza ceyş-i leyl-i zulmânî (Tarlan: 2012) "Bütün yemekler yenilip saf şerbetler içildikten sonra, karanlık gecenin askeri gündüz padişahına gece baskını yaptı." Bu beyitte ise, günümüzde de bazı bölgelerde devam eden, "yemeğin üzerine tatlı bir şeyler içme" âdetinin var olduğunu görmekteyiz. 5. EĞLENCE UNSURLARI 5.1. GAZELHAN Bezm meclisinde gazel okuyanlara verilen isimdir. Sözi çün istimâ' itdüm o rind-i pâk meşrebden 25
Bu şi'ri okıyup oldum bu bezmün bir gazelhânı (Tarlan: 2012) "O temiz yaradılışlı rindin sözünü duyunca bu şiiri okuyup ben de bu bezmin gazelhânı oldum." Şair, temiz yaradılışlı sözünü duyunca gazelhan olmak; yani gazel okumak istediğini söylüyor. Buradan da günümüzde nasıl ki maddi durumu iyi olan inanlar cemiyetlerinde şarkıcı vs. getiriyorlarsa; Bu düğünde de gazel okuyanların olduğunu anlamaktayız. 5.2. HAVAYİ FİŞEK Estetik ve eğlence amaçlı kullanılan düşük patlayıcı güçlü piroteknik aygıtlardır. Havayi fişeklerin değişik formlarının ortak özelliği ışık, ses, duman çıkarmaları ve havada hareket edebilmeleridir. Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, mor, gümüş renkli kıvılcımlar çıkarırlar. İlk olarak Antik Çin'de 2000 yıl kadar önce şeytani ruhların kovulması amacıyla karabarutun icadının bir uzantısı olarak keşfedilmiştir. Şu denlü âsumânîler her yanadan kim Şirâr-ı âsûmânîlerle çarhun toldı dâmânı (Tarlan: 2012) "Her yandan o kadar havayi fişek atıldı ki, feleğin eteği (ufuklar) o fişeklerin kıvılcımlarıyla doldu." Şair yukarıdaki beyitte, günümüzde de devam etmekte olan havai fişek atımını anlatmaktadır. "O kadar havai fişek atıldı ki" diyerek mübalağa sanatına başvurmuştur. 6. SAVAŞ ALETLERİ 6.1. KILIÇ Tarih boyunca birçok uygarlık tarafından kullanılmış, metal veya başka malzemelerden yapılmış çeşitli boyutlarda olabilen, keskin kenarlı, sivri uçlu, delici ve kesici olan ateşsiz silahtır. Kılıç genellikle bele asılarak taşınır. Ayrıca, özel bir kemer yardımı ile omuza da asılabilir (Öztekin: 2006). Meh-i bürc-i şeref Sultân Süleymân sâye-i Yezdân Ki tîğiyle güneş gibi tutupdur rûy-ı devrânı (Tarlan: 2012) "Ululuk burcunun dolunayı, Tanrı'nın gölgesi o Sultan Süleyman ki, gökleri kılıcıyla güneş gibi tutmaktadır (feth etmektedir). Sultan Süleyman’ı överek yaptığı fetihleri anlatmaktadır. Ma'âni mülkini tîğ-i zebânum birle feth itdüm Olaldan padişahum sen serîr-i mülk sultânu (Tarlan: 2012) "Pâdişâhım, sen memleket tahtının sultânı olalı beri dilimn kılıcıyla mânâlar ülkesini ele geçirdim."
26
Burada da şair dilini bir kılıca, kendisini komutana manalar ülkesini de somut bir ülkeye benzeterek manalar ülkesini fethettiğini söylemektedir. Şairin asıl söylemek istediği şey, ilminde ilerlediğidir. 6.2. KALKAN Ateşli silahların icadından önce vurucu, delici ve kesici silahlara karşı vücudu korumak için, deriden, madenden yapılmışkçşeli veya yuvarlak formla elde taşınan bir savunma aracıdır. Sol elle tutulur. dikdörtgen, yuvarlak veya kabarıktır (Öztekin:2006). Siper gibi kaşın çîn etdiğiyçün ol kemân-ebrû Hâdeng-i âh ile deldüm bu tokuz çarhî kalkanı (Tarlan: 2012) "O keman kaşlı, kaşını kalkan gibi çattığı için bu dokuz yuvarlak kalkanı (dokuz kat gökyüzünü) bir âh ile deldim." Sonuç: Sonuç olarak, yukarıdaki beyitlerden de anlaşılacağı üzere Divan Edebiyatı toplumdan ayrı bir edebiyat değildir. Divan şairlerinin eserlerini anladıımız da bunu daha net ortaya koymaktayız. yukarıdaki kasidede Hayalî Bey Osmanlı Devletinde gerçekleştirilen bir düğünü anlatmıştır. Bu kasideye baktığımızda sosyal hayata dair çok fazla öge ele geçmektedir ki bunlar sadece otuz altı beyitlik bir kasideden elimize geçenlerdir. Bu nedenle de "divan şiiri yüksek zümreye hitap eder, şairleri yüksek kesimin insanlarıdır" gibi genellemelerden kaçınılmalıdır. KAYNAKÇA ARSLAN, Mehmet, Osmanlı Makaleleri, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2000. DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ak Aydın Yayınları, İstanbul 2012. ÖZTEKİN, Özge, " XVIII. Yüzyıl Divan Şiirinde Toplumsal Hayatın İzleri Divanlardan Yansıyan Görüntüler, Ürün Yayınları, Ankara, 2006. PALA, İskender, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Kapı Yayınlrı, İstanbul, 2012. TARLAN, Ali Nihat, Hayali Bey Divanı, Akçağ Yayınları, Ankara, 2012. E-KAYNAKLAR AKALIN, Yunus, At Meydanı, https://istanbul.academia.edu/YunusAkal%C4%B1n http://tr.wikipedia.org/wiki/Havai_fi%C5%9Fek http://tr.wikipedia.org/wiki/K%C4%B1l%C4%B1%C3%A7 http://tr.wikipedia.org/wiki/Kalkan_(silah)
27
Bir devrenin tartışmalarının hâlâ sürüp gitmesini sağlıklı tahlil etmek için bilgiyle müyesser olmak gerekir. Ancak siyasetin demagojisine katık edilen bu devir ile ilgili bilgiler değil de sloganlar ve ithamlarla dolu yaklaşımlar, zahmetli bir yolu geride bırakmadan kalemi elinize almanıza imkân tanıyabilir. Gencay Dergisi'nin yenilenen yüzüyle 2016 Kasım sayısı için çalışma masasına oturduğumda, bu dergide dolu dolu üç yılı geride bıraktığımı fark ettim. Evvela sert bir geçiş yaparak, bu çatı altında sizlerle buluşmama vesile olan Burçin Öner'e bir kere daha teşekkür etmeliyim. Sonra da bu yazının kaleme alındığı sırada ülke gündeminin Musul'la, dolayısıyla Lozan tartışmalarıyla gark olduğu evresinde Lozan'a dair bir kısa mülahaza ile bu ay huzurlarınıza varalım. Siyasal İslamcı çevrenin, ağzının suyunu akıtarak derin bir hayranlıkla dinlediği püsküllü, resmi deli raporlu Kadir Mısıroğlu'nun seneler önce yayınladığı, “Lozan, Zafer mi Hezimet mi?” kitabı (eser demeye kalem erbaplarının yüreği yetiyorsa buyursunlar) değindiğimiz kesimce bir parola halinde kin ve nefret politikasının işareti olmuştur. Bu parola neticesinde Lozan'ın hezimet olduğu, Ege adalarının Yunanistan'a bırakıldığı, Lozan'ın 100 yıllık olduğu, gizli maddeler içerdiği, inkılapların Frenk mukallitliği olarak Lozan'da verilen sözlerle gerçekleştirildiği iddia edilmektedir. İddiaları ciddiye alıp ta öyle miydi değil miydi sorusuna cevap vermeyeceğiz. Yine bir kesimce de detaylara inilmeden üstün körü bir tek parti mirasını savunma gayretlerindekilerin Lozan'ı zafer olarak nitelendirmesi de ilki kadar olmasa da bir hakikat tahribatıdır. Bu cümleden nalına da mıhına da çakacağımız anlamı gelebilir. Ancak bu yazıda, satırların sahibi sadece Lozan Barış Antlaşması ile ilgili görüşlerini sizlere aktarmaya gayret edecektir. Sürc-i lisan edersek affola... Lozan Barış Antlaşması'nın vardığı netice üç yıldan fazla süren bir Milli Mücadele'nin taçlandırılmasıdır. Ordunun malum olunan zor şartlar altında, bir anlamda kefenine sarılıp savaşması, Lozan'da lehte olan atmosferi inşa etmiştir. Ancak Büyük Taarruz'un henüz hazırlık safhası sırasında İngiliz istihbaratının bir raporunda geçen, ''inisiyatif Türk ordusundadır, Musul'a yahut İstanbul'a yürüyebilirler'' ifadesi önemlidir. O günün koşullarında iki Türk yurdunu birden bilekle kurtarma imkânı namevcuttur. Türk ordusu Batı Anadolu'yu işgalden temizlemiş, Boğazlar ve Doğu Trakya'yı kurşun atmadan teslim almıştır. Bu hususta Atatürk düşmanlığını, Milli Mücadele'nin emeğini küçülterek yaşatanların eğer biraz metodoloji yönünde bilgileri olsa idi, Yunan ve İngiliz kaynaklarından konuyu araştırıp, mukayese ederek bir düşmanlık gütmeleri gerekirdi. 28
Öyle olduğunda da Milli Mücadele'nin değerinin ne kadar yüksek olduğunu, Yunan ve İngiliz belgelerinden anlayacaklar, güttükleri düşmanlığa bir temel bulamayacakları için bozguna yahut hüsrana uğrayarak savlarından vazgeçecekleri gerçeği, fazla iyimser yaklaşımdır. Lozan Barış Antlaşması'nda masaya oturan Türk tarafı, Batı Anadolu'yu işgalden kurtarıp, ülkesini tehdit eden silahlı güçleri savuşturmuş olmanın gücüne dayanırken, II. İnönü Savaşı sonrası Anadolu'daki bu savaşı tarafsız(!) izlediğini duyurup Yunanistan'a silah satışı gerçekleştiren İngiltere, yenilginin kendi siyasi hesabına yazılmasını böylelikle engellediği tezini işlemeye çalışıyordu. İtilaf bloğunda müzakereler çoğunlukla birlik halinde yürütülmüyor, Türk tarafının tezleriyle uyuşması söz konusu olmadığı için tartışmalar çıkmaza saplanıyordu. İlk görüşmeler Şubat 1923'de kesildi ve heyetler ülkelerine geri döndü. TBMM'de muhalif grup barut fıçısı halindeydi. Görüşmelerin kesilmesini, barış treninin kaçtığı şeklinde yorumluyorlar ve sorumluyu Türk tarafının baş delegesi İsmet Paşa olarak gösteriyorlardı. Nihayetinde Nisan 1923'de Lozan'da görüşmeler tekrar başladı. 24 Temmuz 1923'de antlaşma imzalandı. Peki, Lozan Barış Antlaşması'nı tanımlarken hangi kelime müsavi olacaktır? Prof. Dr. İlber Ortaylı, Lozan için ''uzlaşmadır'' ifadesini tercih ediyor. İnkılap tarihimizin keskin çizgileri içerisinde, Atatürk'ün ''Türk Milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı zannedilmiş bir suikastın yıkılışını ifade eden bir belgedir'' cümlesi, Lozan'ı tanımlamada yeterlidir. Çünkü Lozan, kapitülasyonları kaldırmış, ülke içinde piyasayı millileştirme yolunda bir kapının açılmasını sağlamış, Osmanlı Devleti'nden intikal eden borçları tanzim etmiş ve altın yerine kâğıt para ile ödenmesini sağlamış, silahla kurtarılan Batı Anadolu'nun yanında Doğu Trakya ve İstanbul'un idaresinin Türkiye'ye bırakılmasını sağlamış, ordu üzerindeki mevcudiyet sınırlamasını kaldırmıştır. Bununla beraber Patrikhane'nin Türkiye sınırları dışına çıkarılmasını başaramamış, Hatay'ı kurtaramamış, Musul ve Kerkük'ün akıbetini belirlemek için başka bir uluslararası toplantıya bırakılmasını önleyememiş, boğazlardaki özel statüyü kaldıramamıştır. Ancak temcit pilavı gibi ısıtılıp duran Adalar teranesinde Lozan'ın bir mesuliyeti yoktur. Yunanistan'a bırakıldığı ithamındaki adalar, Uşi Antlaşması ile İtalya'ya geçici bir süreliğine verilmiş, İtalya anlaşma hükümlerine uymayarak adaları ilhak etmiştir. Lozan'ın imza edildiği sırada İtalya'nın kontrolünde olan bu adaları geri isteme söz konusu olmamış, İkinci Dünya Savaşı'nda Mihver çatısındaki Faşist İtalya'nın yenilmesi üzerine Yunanistan'a işgal altında kaldığı için bir tazminat kabilinden bu adalar verilmiştir. Türkiye İkinci Dünya Harbi'ne girseydi, bu adaları kılıç hakkı olarak alabilir miydi bilemiyoruz, bu yazının da kapsamı dışında kalıyor, ancak vakıa hadise Lozan'la münasebetli değildir. Lozan uzlaşmadır. Sevr'in rövanşıdır. Peki, yeterli midir? Zafer nidasına da vakıf olabilir mi? Bu soruya dikkatli cevap vermek gerekiyor. Lozan'ın başlı başına Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin tapusu olduğunu henüz bir kaç ay önce vurgulayan Cumhurbaşkanlığı makamının bu sözlerini haklı çıkartan tarih süreci, aynı şekilde Lozan'ın olağanüstü bir zafer değil, dönem içerisinde yapılabilecek en iyi anlaşma 29
olduğu şeklinde yorumlamayı getiriyor. Meselelerin ekseriyetinin çözülmesiyle beraber Lozan'ı imza edenler de yeterli görmemiş olmalı ki, Montrö Boğazlar Sözleşmesi'yle boğazlar idaresinin ele alınışı sağlanır ve 1939 'da plebisitle Hatay, Türk yurduna katılır. Musul ve Kerkük başlığında maalesef dünya lobisi tesir altına alınamaz. Burada bir başarısızlık söz konusudur. Ancak tek parti rejimiyle hesaplaşma içerisinde olunan siyaset akımının tenkit ettiği her hususu dayandırdıkları yerin Lozan olması tartışmaları sulandırmış, Lozan zafer mi hezimet mi sorusu yerine Lozan yeterli miydi yetersiz miydi sorusunun yöneltilmesine imkân vermemiştir. Tarihin aralıksız demagojilere ve tıkanmaz polemiklere arena kılındığı her siyaset tartışmasında bu ve buna benzer sahneleri göreceğimiz için hakikatleri beklememeli, hakikatlerin araştırılmasında, yazılmasında ve okunmasında daha çok inisiyatif almalıyız. Saygılarımla.
30
GENCAY: Bize kendinizi anlatır mısınız? LEVENT KAYA: Gençliğimden beri thrash ve death metal dinlemeyi seviyorum. Ayrıca Sibirya’nın doğasını ve yerli halklarının yaşam biçimlerini çok seviyorum. Kırın yarı göçebe kültürünü çok seviyorum ve bu alanda çalışıyorum. Gencay: Sizce Tarih nedir? Nasıl yapılmalıdır? Türkiye’de, Avrupa’da ve Türkistan’da nasıl yapılmaktadır? L.K.: Sıralı gelen sorulardan burada tarih bilminin sorulduğunu anlıyorum. Tarih bilimi tarihte olan olayların ortaya çıkarılması, bunların geçmişi öğrenmemize ve geleceğe bakarken yorumlamamıza yarayacak biçimde işlenmesi diye düşünüyorum. Bunun için belge olması gerekir. Yani tarih belge demektir. Belge tek başına eksiksiz bir tarih yazmaya yetmez ama belge olmadan da tarih olmaz. Türkiye’de genellikle Avrupa’da ortaya çıkan gelenekler üzerine yapılıyor. Avrupa’da yakın zamanlara kadar kilise misyonerlerinin kurduğu ekollerce, çoklukla da toplumsal hiyerarşinin tepesinde bir Aryan olgusunun olduğu bir kurama göre yapılıyordu. Ama yakın zamanlarda tarih bilimini tanımına uygun biçimde tarafsızca yapan kuşakların ortaya çıktığını görüyorum. Türkistan ve genelde Doğu Asya bu Avrupa ekolünden uzak, daha gerçekçi. Yine de mesleğini dürüst, ilkeli, adanmış çalışmalarla yürüten çok iyi tarihçiler dünyanın her yerinde var. Gencay: Türk tarihini aydınlatmada Dil’in önemi nedir? Dönemlere göre anlatır mısınız? L.K.: Hun döneminden başlamak üzere Uygur Kağanlığı bitene kadar Çince olmazsa olmaz. Turpan İdikut devleti için Çince yanında klasik Uygurca da gerekir. Karahanlı’dan başlayarak Harzemşah bitene kadar Farsça çok büyük önem taşıyor. Bundan sonra İlhanlı için de Farsça gerekli olmakla birlikte Altın Ordu ve Çağatay için Farsça’dan çok Çağatay Türkçesi bilmekte yarar var. Farsça yine Babür Hanedanı için birinci önemdeyken, Osmanlı için Arapça yanında eski Anadolu Türkçesi bilmek gerekir. Kuşkusuz İlhanlı sonrası İran’a hâkim olan hanedanların tarihi gibi Azerbaycan tarihi için de iyi bir Farsça bilgisi gerekir. Sonuçta çalışacağı bölge ve döneme göre tarihçinin Türkçe, Farsça ya da Çince’nin dönem dilini bilmesi gerekir.
31
Gencay: Bize şaşıracağımız, bilinmeyen 5 adet tarihsel gerçek söyler misiniz? Ama şaşıralım… Kanıtları ile söyleyin ki inanalım da… L.K.: 1. Türkler göçebe değil yarı göçebe idi ve şehir kültürleri vardı. M.Ö. 250 yılına tarihlenen Hunlardan başlayarak kurulmuş birçok kale şehir var. Baykal’a 50 km kadar bir uzaklıkta böyle bir kale var ve adı bilinmediği için günümüzde “Hun Şehri” diye tanınıyor. Arama motorunuzda “Hun city” diye yazarsanız bilgi edinebilirsiniz. Yaklaşık sekiz ay kar altında kalan bir coğrafyada kışı tek başınıza geçiremezsiniz. Bunun için kışlak denen yerlerde toplanılır. Toplanırken de her yıl aynı yere gelinir. Burası yaşanılan bölgeye göre bir şehir ya da kasaba büyüklüğünde olabilir. 2. Türk toplumunun ilk kutsal hayvanı bugün kar leoparı diye bildiğimiz “irbiş” idi. Hun döneminden başlayarak günümüze ulaşan pek çok ağaç ve metal işçiliğinden it türünden çok kedi türüne benzeyen süslemeler vardır. Bunlar da ancak “tuŋa” yani kaplan ya da “irbiş” olabilir. Bunun kanıtı yakın zamanda Maihan Uul’da MoğolKazak ortak kazı ekibinin bulduğu, Mukan Kağan dönemine ait kurganın giriş galerisinin duvarlarına işlenmiş, Avrasya’nın en büyük duvar resmindeki irbiş bezemesi idi. Ama bildiğimiz üzere iki Aşına hanedanının ara (fetret) döneminde ne olmuşsa kurt kültü toplumsal yapıya girmiş. 3. Cengiz Kağan ya da annesinin Türk olduğu iddiası doğru değil. Moğolca “Cengiz Çadığı” adlı klasik dönem eserinde aktarılan bir olayda bir Nesturi keşiş Ögöödei Kağan’a babasını rüyasında görüp konuştuğunu anlatır. Ögöödei adamın doğruluğunu sınamak amacıyla rüyasında babasıyla hangi dilde konuştuğunu sorar. Keşiş rüyasında Cengiz Kağan ile Uygurca konuştuğunu söyleyince Ögöödei keşişin yalan söylediğini anlar ve “Babam Moğolca’dan başka dil bilmezdi,” der. Nasıl olmuşsa bu bilgi Türkiye’ye “Moğolca ve Türkçeden başka” biçiminde gelmiş ama eserin aslında böyle bir bilgi yok. Yine Gizli Tarihçe’nin anlattığına göre Yesühei Bağatur öldürülünce ailesini bir süre Öelün Ana idare etmek durumunda kalmıştır. Hepimiz çok iyi biliriz; anneler çocuklarıyla kendi dillerinden konuşurlar. Eğer Öelün Ana oğluna Türkçe öğretmediyse nasıl bir Türk anadır? 4. Hun dönemi ile Uygur Kağanlığı arası Türklerin yoğun olarak yaşadığı ve hâkim olduğu bölge Orta Asya değildir. Bunlar teknik bilgiler ama yine arama motorunuza herhangi dilde “orta asya” yazarsanız önünüze Hazar Denizinin doğusunda, Kazakistan ve Kırgızistan’ın Çin sınırına kadar giden bölgeyi gösteren bir harita çıkar. Coğrafi olarak düşünürsek belki Kaşgar da bu bölgeye katılabilir. Bu saydığım topraklar, Türklerin Karahanlı’dan sonra yoğun olarak yaşadığı ve hâkim olduğu bölgelerdir. Klasik dönemin yaşandığı bölge ise orta değil “Doğu” Asya’dır. Ben bu bölgeyi daha çok “Güney Sibirya” diye tanımlamayı tercih ediyorum, çünkü Gobi Çölünü Sibirya’nın güney sınırı olarak kabul etmek yanlış olmasa gerek. Gencay: Bize doğru bildiğimiz, ama yanlış olan, 5 adet bilginin doğrusunu söyler misiniz? Daha çok şaşıralım? Kanıtları ile söyleyin ki inanalım da… 32
L.K.: 1. Selçuk Beyin torunlarının adı Tuğrul ve Çağrı olduğu için pek çok kişi bu ikisinin aynı kuş olduğunu sanmıştı. Çağrı diye halk arasında “çakırdoğan” diye bilinen kuşa denir. Bu Kınık boyunun tözüdür. Tuğrul ise Halk Bilimcilerin çok iyi bildiği üzere gerçekte olmayan, efsanevi bir kuşun adıdır. Altay halk söylencelerinde betimlendiğine göre Hun dönemi el işçiliklerinde gördüğümüz göğsünden üstü kartala, altı ise aslan ya da kaplana benzeyen, kulaklı, zoomorf bir varlıktır. Anka gibi, Simurg gibi, Garuda (Türkçeye Garudı diye geçmiş) gibi adeta ölümsüz, çok yükseklerde ve çok süratli uçan bir kuştur. Bu özelliğiyle de Türklerin efsanevi kuşudur. Buradan Tuğrul beyin torunlarına ya da Aslan Yabgu’nun oğullarına kendi milleti ile boyunun töz kuşlarının adını verdiğini anlarız. 2. Kaşgarlı’nın İstanbul’da ele geçirilen Divanında verilen Oğuz damgalarında Kayı damgasının IYI biçiminde olduğunu görürüz. Kapak içi mühründen de bu kitabın bir süre Saray Kütüphanesinde kaldıktan sonra, belki oradan kaçırıldığını anlarız. Ebü’l Gazi Bahadır Han’ın yazdığı Şecere’de ise Kayı damgası başka türlüdür. Benim gibi konuyu bilen kimseler doğru kayı damgasının bu olduğunu kabul eder. Diğeri büyük olasılıkla kitap sarayda bulunduğu dönemde değiştirilmiş olmalı. Burada önce Osmanlı soyunun Oğuz’un en kıdemli boyu olan Kayı’dan geldiği uydurulmuş, sonra da uzun yüzyıllardır Anadolu çevresinde çok yaygın kullanılan damga meşruluğu sağlamak amacıyla benimsenmiş olmalı. Buna benzer örnekler dünya tarihinden pek çok başka hanedanda da görülmüştür. 3. Asya’daki göçebe kültürün barınağı olan yapıya yaygın olarak “yurt” denmesi zamanında yabancı dilli araştırmacıların yaptığı bir yanlış ve şimdi bunu kendileri de dile getiriyorlar. Bu yapıya Hazar’ın doğusundaki bütün Türk boyları “Ev” der ve belli etmek için de “keçe/kiyiz ev” ya da “kara/boz/ak ev” gibi tanımlamalar yapar. Diğer yandan hâlâ birçok kişi buna yaygın biçimde çadır diyor ki bu daha korkunç bir yanlış. Adından da anlaşılacağı üzere çadırın çatılan bir iskeleti olması gerekir. Bu konuyla ilgili daha güzel bilgi Türkmen, Kazak ve Kırgız kaynaklarından bulunabilir. Hepsinde de bizde ev anlamına gelen “öy/üy” sözlerinin yazdığını görürüz. Çadır ise “çatır” ya da “şatır” gibi biçimlerde geçer ve onların yapısının keçe evle benzerliği yoktur. Terlemeye başladım. Sayı arttıkça iş zorlaşıyor. Gencay: Sizce tarihi roman nedir? L.K.: Zaman olarak tarihin belirli bir zaman diliminde belirli bir bölgede geçen bir olay örgüsü anlatan kurgudur. Gencay: Nasıl olmalıdır? L.K.: Geçtiği bölge ve dönemin yaşam biçimine kesinlikle uygun olmalıdır. Diyelim Uygur Kağanlığı ile ilgili yazılmış bir roman okurken gözümde Mel Gibson’ın Cesur Yürek adlı filminin görüntüleri belirmemeli ya da okuduğum olayda anlatılanların ondan ne farkı olduğunu bilmiyorsam bile öğrenmeliyim. Olay gerçek kişiler arasında gerçekleşen tarihi bir olaysa ayrıntılara sadık kalınmalı; kurgu kahramanlarla kurgu bir öykü anlatılıyorsa da geçtiği söylenen yer ve dönemin tarihi gerçekleriyle çelişen ayrıntılar içermemeli.
33
Gencay: Türkiye’de nasıl yapılmaktadır? L.K.: Türkiye’de tarih romanları 1400 yılından sonraki dönemi anlatıyorsa sorunsuz denecek kadar başarılı. Ama daha öncesine gidince, eldeki örneklerin neredeyse tamamı kapağında tarihi roman yazmasına karşın edebiyat teorisinde efsane ya da masal diye tanımlanan türlere benziyor. Yakın zamana kadar bunun nedeni yazanların yazdıkları dönemi iyi bilmemesiydi. Şimdi ise birçok yazar bu geleneğin ardına saklanarak tarih romanı adı altında masal ya da efsane anlatmayı sürdürüyor. Gencay: Sizin de tarihi romanınız var… Romanınızı yazarken yöntemleriniz ne oldu? Nelere dikkat ettiniz? L.K.: Romanım iki yerde geçmişe gönderme yapmakla birlikte anlattığı olay örgüsü 1020 ile 1029 arasında İdikut devletinin yazlık başkenti olan Beşbalık şehrinde geçiyor. Amacım o bölgenin o dönem aralığını iyi biçimde tanıtmaktı. Bunun için dönemin Uygur toplumunu ve sanatlarını anlatmayı tercih ettim. Aslında yazdığım her şeyde toplumun sözlü ya da yazılı edebiyatına ve müziğe örnekler vermeyi seviyorum. Burada da kapsayıcı özelliklerinden dolayı “dor”u anlatmayı tercih ettim. Kitabı yazmaya başlamadan önce notlarımı aldım. Turpan ve çevresini daha önce baharda, yazın ve güzün görmüş, ama kışın görmemiştim. Kışın en soğuk dönemi Ocak’ın 20-25i arasıdır. Bu amaçla Ocak’ın 20si ile 26sı arasında yeniden Doğu Türkistan’a gittim. Turpan’ı, Bin Buda Mağaralarını, Turpan’daki Tarih ve Arkeoloji Müzesini gezip yetkililerden bilgi aldım. Yine Cimsar’a gidip Beşbalık’ın harabelerini gördüm. Ayrıca Ürümçi’de Tarih Enstitüsünde tarihçi akademisyenlerle görüşüp Türkiye’deyken aldığım notları sorup cevaplarını aldım. Bütün bu süreç sonunda eksik kalmadığından emin olunca Türkiye’ye döndüm ve kısa süre sonra Çölde Dor’u yazmaya başladım. O aralar çalıştığım başka işlerim de vardı ama yine de romanı yazma işini bir ay içinde bitirdim. Yakın zamanda çıkacak olan ikinci romanım “Ölüöne” güncel bir konu ele alıyor olmasına karşın üç ayımı aldı. Belki de Çölde Dor’a çok iyi hazırlandığımdan tez yazmışımdır. Şu anda da ikinci tarih romanımı yazıyorum. Bununla ilgili olarak gerekli tüm bilgiyi Moğolistan’da bulunduğum sürede edindiğim için bir yere gitmek zorunda kalmadım. İsterseniz bunun ayrıntılarını kitap çıkınca konuşalım. Gencay: Türkiye’de tarihi romanlar düşünüldüğünde seviye sizce ne durumdadır? Sizce tarihi romanlara ne gözle bakılıyor? Örnekleri ile anlatır mısınız? L.K.: Konu Türkiye’de yazılan tarihi romanlarsa birkaç iyi örnek dışında seviye hiç de iyi değil. Zaten roman diye anlatılanların aslında fantezi formatında olması bir yana, bazıları açıkça hamaset edebiyatı yaptığı için okumak aklı ve vicdanı olan insanlara acı veriyor.
34
Gencay: En sevdiğiniz tarihi romancı kim? Neden? L.K.: Benim. Çünkü çok iyi yazıyorum. Şaka bir yana, Bahaeddin Özkişi’nin Köse Kadı adlı romanı 1400 sonrası olsa da harika. Yine Erkan Göksu’nun Berzem adlı romanı, noktalama işaretleriyle ilgili eleştirim saklı kalmak üzere harika. Yukarıda dile getirdiğim eleştirilerin hepsi açısından harika kurulmuş gerçek bir tarih romanı. Gencay: En eleştirilecek tarihi romancı kim? Neden? L.K.: Kitabının kapağında tarih romanı diye yazıp içinde fantezi edebiyatı yapan kişidir. Kitabının kapağında tarih romanı diye yazıp içinde fantezi roman anlattığı için. Gencay: Tarihi romanların geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? L.K.: Birçok konuda sayı artarsa iyi olacağı düşünülür. Bizde sayı arttı ama kalite artamadı. Çünkü ilkinden başlayarak örnekler çok iyi değildi. Tarih romanlarının okuyucusu çoklukla gençler. Yazarlar da çoklukla gençlerin duygularını sömürmeye yönelik gaza getirici sloganlarla dolu, ama çok da doğru bilgi ile doğru olmayan öyküler anlattılar. Dediğim gibi, kapağına tarih yerine fantezi ya da kurgu roman yazsalardı sorun olmazdı. Bu nedenle de tarih romanının gerçekte ne olduğu hiç anlaşılamadı. Şimdi bence sayı artmadan önce içeriği oluşturan bileşenlerin artmasının kaçınılmaz olduğu bir konuma geldik. Ama yine de örneğin Erkan Göksu’nun Berzem’i gibi doğru romanlar ve bu konudaki bilinç arttıkça seviye yükselecek ve gelecek daha iyi olacak. Gerçekçi insanlar iyiyi umup kötüye hazırlanır. Kötüye zaten hazırız; iyi olmasını umalım da olsun.
35
Haziran ayında başlangıcını yaptığım Feminizm konusuna rüzgârgülleri olarak isimlendirdiğim kadınlar ile devam etmek için bir nevi tanıtım sayılabilecek bu yazıyı kaleme almaktayım. Fatma Aliye Hanım… Bir tarihçi kızı... Yazıları ile fikir dünyasına atılan ilk kadın yazarımız; ayrıca Aşk-ı Vatan adlı romanı ile Osmanlı’daki ilk kadın romancımız... Birçok yönden eleştirdiğim bir düşünce yapısına sahip olmasına rağmen ilk önemli kadınlarımız arasında olması sebebiyle onun hakkında yazmak istedim. Yazı boyunca onun hayatı üzerinden bir kadın yazar olmanın güçlüklerine ve başarısına değinmeye çalıştım. Fatma Hanım 9 Ekim 1862 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir; tarihçi Ahmet Cevdet Paşa’nın kızıdır. Edebiyat ve fikir hayatına küçüklüğünden beri ilgi duyan bu hanım, okula devam etmemesine rağmen evde aldığı özel ders ve kendi öğrenme çabası ile ufkunu geliştirmiştir. Fatma Aliye Hanım Fransızca, Arapça, Tarih, Edebiyat, Matematik, Hukuk, Arap tarihi ve Arap Felsefesi konusunda ilim yapmıştır. Babasının evinde, kendini bu denli başarılı bir şekilde geliştiren Fatma Hanım, çok erken bir yaşta, 17 yaşında evlenmiştir. Bu evliliğiyle fikir hayatında gelişmeler, aydınlanmalar aksamıştır. Evliliğinin başladığı yıllarda eşinden gizli olarak kitaplarını okuyabilmiştir. O dönemin erkek egemenliğinden kaynaklı olarak eşi onun evinin hanımı olmasını sadece ev yaşamını ilgilendiren işler ile ilgilenmesini beklemiştir. Çocukluğundan beri okumaya meraklı olan Fatma Hanım ise böyle bir beklentiye belirli süre sonra cevap verememiştir. İnatla araştırmalarını, yazılarını devam ettirmiştir. Aliye Hanım’ın eşi, ancak ilk 10 yılın sonunda eşini anlamış, ona izin vermiş, okumasını, araştırmalar yapması konusunda onu özgür bırakmıştır. Burada bir parantez açmak gerekirse; bir kadının evlilik yaşamının sorumluluğunun farklı olmasıyla birlikte o dönemde de bu dönemde de kadınlarından beklentiler hem kişiler hem toplum açısından maalesef benzerdir. Aliye Hanımınkine benzeyen azim ve çabalar çok kısırdır. Bu büyük çabalar ile zor zamanlarda kadınlar nadiren sivrilebilmiştir. Yazı konusunda yıllarca öksüz kalan romancı bu özgürlüğe kavuşmasıyla kendini aşmaya başlamıştır. Edebi yaşantısı 1889 yılında Georges Ohnet’in Volante adlı romanını ‘Meram’ adıyla çevirmesiyle başlamıştır. Bundan sonra çıtasını üst düzeye çıkaran bu kadın, zamanın kadın yazarı olmuş ve araştırmacı sıfatına hazır olmadığını bildiği için çalışmalarını ‘bir hanım’ imzasıyla eserlerini yayınlamamaya karar vermiştir. Bu imza birkaç yazı, çeviri boyunca böyle devam etmiştir. Fatma Aliye Hanımın çalışmaları 36
yukarıda bahsettiğimiz Meram çevirisiyle babasının dikkatini çekmiş, desteğini almıştır. Fatma Aliye Hanım’ın tek başına kaleme aldığı eserler ise dört tanedir. Bunlar; Muhadarat (1891-1892), Refet (1896,1897), Udi (1897-1898) ve Enin (1910) isimli eserlerdir. Babasının desteğinin ardından ise Ahmet Mithat Efendi ile arasında bir bağ oluşmuş; Mithat Efendi, Fatma Aliye Hanım’ı çalışmalarında desteklemiştir. Mithat Efendi ile kurdukları yakınlıktan ilk olarak HayalHakikat eseri doğmuştur. Ahmet Mithat Efendi, Aliye Hanım’a çalışmalarında sahip çıkmış hatta bazı yazılarında övgüyle bahsetmiştir. Daha da ileriye gidip övgüsünü Tercüman-ı Hakikat gazetesine taşımış, gazetede Aliye Hanım’a yer vermiştir. Tanzimat Dönemi’nin eserlerini medya aracılığı ile topluma işittiren bu kadın, kendisine kadar erkeklerin tartıştığı konuştuğu konuları bir kadın olarak şekillendirmeye çalışmıştır. Bu hanımın eleştirildiği nokta ise onun yazılarında, romanlarında kadın sorunlarına yer verirken aşamadığı kör kanunların, sınırlarının olmasıdır. Feminizmi savunmadığı söylenmiş, onun sadece içinde bulunduğu kısır döngü ile kadının yerini betimlediği sonucuna varılmıştır. Muhafazakâr kadın yazar olarak kabul görmüştür. Tanzimat Dönemi’nin isimlerinden olan Aliye Hanım, batı ile başlangıçların yapıldığı bir çağda romanlarını kaleme almıştır. Bence Batılılaşma süreci paralel gelişmeyi başaran eserler, döneminde etkisi yüksektir. Yani kadın haklarının konuşulmaya başlandığı geçiş onun başarıya ulaşmasında avantaj oluşturmuştur. Toplum bu konulara eskisi gibi bakmayı bırakması gerektiğini yavaştan gördüğü için Aliye Hanım üretkenliğini artırabilmiştir. Fatma Aliye Hanım’ın en çok tanındığı romanı Ahmet Mithat Efendi ile yazdığı HayalHakikat’tır. Romanında kadın sorunlarını ele almış ama yeterince özgün yazmak yerine bulunduğu dönemin kalıplarına yakışan bir tipte kadın çizmiştir. Aliye Hanım, kadınların daha fazla eğitilmesi ve aydınlatılması üzerinden vurgulamalar yapmaya gayret etmiştir; bu ve benzeri konular için en dikkat çeken eseri de Nisvan-ı İslam olmuştur. Kişiler, yazdıkları eserleri elbette bulundukları çağlar düzeyinde o dönemin özelliklerinden, kültürlerinden etkilenerek yazacaklardır. Aliye Hanım’ın bir Feminizm savunucusu olarak kabul edilip edilemeyeceği tartışması bu eksende yapılabilir. Yani o yaşadığı çağ çerçevesinde kendi hayatını da kimi zaman romanlarına yansıtarak kadınlar adına yorumlar yapmış olabilir. Buna örnek verecek olursak bir romanında genç bir kızın öğretmen olabilmek için verdiği çabayı yazmıştır. Eğitim ile ilgili adımların daha çok atıldığı o dönemde böyle bir dikkat çekmenin önemli olabileceğini ya da kadın haklarına fayda sağlayabileceğini düşünmüş olabilir. Diğer taraftan da bu gibi çabalara rağmen çok eşliliğe açtığı kapı ve bu gibi savları onun doğal olarak eleştirilmesine neden olmuştur. Aliye Hanım, kadının üst medeniyetler seviyesine çıkabileceğini ama bunu kaideler kapsamında yapabileceğini, çoğu vakit yine yerini bilerek hareket etmesi gerektiği mesajını yansıtmıştır. Erkek egemenliğinin üzerine çıkılması için kemik bir 37
direniş ve çözüm bulmamıştır. Batı ağızıyla bir savunma onun eserlerinde kesinlikle yoktur. Avrupa’daki kadın konusu ile ilgili gelişmelerden haberdar olan bu yazarımız, Feminizm konusunda ve gelişmeleri hakkında elbette fikir sahibidir. Aliye Hanım bu gelişmeleri, içinde bulunduğu toplumsal statü ile yoğurarak yorumlamıştır. Hal böyle olunca üst sınıf bir ailenin kızı olan bu hanım, alt tabakadaki kadınların yaşadığı toplumsal sorunlarla ilgili çıkarımlar yapma konusunda yetersiz kalmıştır. Cariyelik, kölelik, boşanma konuları hakkında söyledikleri bunlara örnektir. Boşanma konusunda yetkinin erkekte olabileceğini söylemiş; dönemin, kadına bu konuda özgürlük sağlamasının doğru olmayacağını savunmuştur. Eğitim alanında da kadının eğitilmesi gerektiğini her fırsatta her konferans ve yazısında belirtmiştir. Babası onun eğitiminde İslamcı ve geleneksel bir yöntem izlediği için yine babasının tesiriyle eğitim konusunda kadını şekillendirmiştir. Döneme vurgusunu eserlerinde görmek net olarak mümkün olmasa belki de bu derece tedbirli adımların ana kaynağı dönem olabilir yorumu yapılabilir. Diğer yandan bu kadar yeniliğe açık olmaya başlayan toplumda her yönüyle gür ses çıkarmak da etkili olurdu. Fatma Aliye ismi bugün kendinden söz ettirirken; ilk romancımız olması, feminist olarak kabul edilip edilmediği tartışmaları ile anılır. Aliye Hanım’ın verdiği mücadele dinamik hale gelmek isteyen bir yürüyüşe bayrak olmuştur. Onun hayatının değerlendirmesini bu katkıya dikkat çekerek tamamlamak doğru olacaktır. Kaynaklar •CANBAZ, Firdevs, “Fatma Aliye Hanım’ın Romanlarında Kadın Sorunu,” Türk Edebiyatı Bölümü, Bilkent Üniversitesi, Ankara, Haziran 2005 •DEMİR, Hilal, “Fatma Aliye Hanım’ın Çerçevesinden Kadın Haklarının Sınırları,” Fatih Üniversitesi, Ankara, 2013 •KARACA, Şahika, “Fatma Aliye Hanım’ın Türk Kadın Haklarının Düşünsel Temellerine Katkıları,” Karadeniz Araştırmaları, Güz2011, Sayı: 31
38
Oldukça önemli bir toplantıya katılmak için hazırlanıyordu. Traşını olmuş, epey iyi bir fiyata aldığı takım elbisesini ve uzaktan bile göz kamaştıran gıcır gıcır ayakkabılarını giymiş, aynanın önünde kendisine bakarak son rötuşları yapıyordu. Şık olmalıydı. Zira bu toplantıya çok önemli isimler katılacak, herkesin gözü kulağı bu toplantıda olacaktı. Dahası, toplantıda o önemli isimlerle tanışma, kürsüde söz alıp kendisini tanıtma ve önemli bulduğu fikirlerini de herkese aktarma fırsatı bulacaktı. Gerçi toplantıyla ilgili bir husus zihnini meşgul etmiyor değildi. Tanıdığı, bildiği bazı kişilere davetiye geldiği halde ona hâlâ ulaşmamıştı. Bu durum içten içe huzursuzluk yaratsa da “elbette mantıklı bir açıklaması vardır” diye düşünüyordu; ya postada bir karışıklık oldu ya da tertipleyiciler büyük bir hata yaparak kendisini unuttular. İlkiyse sorun değildi ancak eğer ikincisi ise oraya gittiğinde ve kendisini gördüklerinde ne kadar da mahçup olacaklar, hatalarını telafi etmek için ne kadar çok çabalayacaklardı kim bilir. O da ufak ufak laf çarparak memnuniyetsizliğini belli edecekti. Aynanın karşısında kendisine şöyle bir baktıktan sonra artık hazır olduğuna kanaat getirdi ve evden çıktı. Son model arabasına atlayarak yola koyuldu. Büyük bir otelde düzenlenen bu yemekli toplantıya doğru yol alırken kürsüde neler söyleyeceğini düşünüp aklında kurguluyordu. Liderlikten, yönetim becerilerinden, insan ilişkilerindeki meziyetlerinden bahsetmeyi düşünüyordu. Ne de olsa kendisi çevresinde yüzlerce insanın ağzına baktığı, bir sözüyle binlerce kişiyi harekete geçirebilecek, saygıyla karışık bir korku duyulan, başarılı biriydi. Zaten öyle olmasa bu makam ve mevkileri elde edebilir miydi? Otele geldiğinde arabasının kapısını açacak bir vale bekledi ancak gelen giden olmayınca kendisi iniverdi arabadan. Sanki bir film festivalinde kırmızı halıda yürüyormuş da bütün kameralar ona çevrilmiş edasıyla yürüyerek otelden içeri girdi. Girişte konukları karşılamak için bekledikleri belli olan biri kadın biri erkek iki görevliden, kendisini gördüklerinde bir karşılama hamlesi bekledi ama o hamleyi göremedi. Fark etmediklerini düşünerek biraz daha yaklaştığında görevlilerin kendisine doğru dönerek güler bir yüzle “Hoş geldiniz” dediklerine şahit oldu. Gergin yüzü gevşemiş, gülümsemeye başlamıştı ki arkasından gelen “Hoşbulduk” sesini işitti. Gayri ihtiyari arkasını döndüğünde pek de hoşlanmadığı, hatta hoşlanmamak değil de hiç sevmediği birini gördü. “Bunun ne işi var ki böyle bir toplantıda?” diye düşünürken, arkasından gelen o kişi yanından geçerek görevlilerle selamlaştı ve içeri girdi. Görevliler 39
de onun geçişinin ardından kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı. Kendisinin görmezden gelinmesine gerçekten çok kızmıştı. ‘Davetiye sorunu yaşar mıyım?’ diye düşünürken, canını daha fazla sıkan bir muameleyle karşılaşmıştı. “Sizinle hesaplaşacağız” diyen bakışlarla görevlilerin yanından geçerek içeri girdi. Salona girdiğinde gördüğü manzara, özel hazırlandığı belli olan bir sahne, sahnenin üstünde bir kürsü, onlarca masa ve oldukça kalabalık bir davetli topluluğuydu. Konukların çoğu ondan önce gelmiş ve yerlerine oturmuşlardı. Masalarda herkesin oturacağı yer önceden belirlenmiş ve isimlerinin yazılı olduğu kâğıtlarla belirtilmişti. Masaların arasında dolaşarak kendi yerini ararken, kendisinden sonra gelen birkaç kişiye yerlerinin görevliler tarafından gösterildiğini farketti. Bu da canını epey sıkmıştı. “En iyisi gidip şu görevlilerle konuşayım, biraz da azarlayayım” diye düşündü. Onlara doğru ilerlerken, “Saygıdeğer misafirler! Programımız az sonra başlayacaktır, lütfen yerlerimize geçelim” anonsunu duyunca durdu. Etrafına bakındı, biraz kenarda kalmış, isimlerin olmadığı bir masa gözüne çarpınca oraya yöneldi ve oturdu. Bir yandan yemek servisi devam ediyor, diğer yandan da kürsüde konuşmalar yapılıyordu. Hepsinin isimlerinin önünde büyük ünvanları vardı ve büyük laflar ediyorlardı. Konuşmacıların biri iniyor diğeri çıkıyor ama sıra bir türlü ona gelmiyordu. Üstelik kendisine hâlâ yemek servisi de yapmamışlardı. Birkaç kez garsonlara eliyle işaret etmeye çalışsa da kendisini göstermeyi başaramadı. Davetiye gelmemesi, kapıda karşılanmaması, salonda yer gösterilmemesi ve yemeğin gelmemesi... Canı ciddi anlamda sıkılmıştı ancak hepsine rağmen asıl odak noktası kürsüde yapacağı konuşma olduğundan sabrediyordu. Bunlara moralini bozup da kürsüde kötü bir konuşma yapmak istemezdi elbette. Kafasının içinde bu düşünceler dönüp dolaşırken duyduğu anons, çizmenin taşması anlamına geliyordu. Çünkü sunucu, programın bittiğini söylüyordu. Sinirden kıpkırmızı olmuş halde ayağa fırlayıp bağırarak “İtiraz ediyorum. Burada büyük bir saygısızlık var.” demesiyle, kalabalığın sunucuyu alkışlaması üst üste binmişti. Kimse onun bu haykırışını duymadı bile. Çileden çıkmıştı. Hızla sahneye doğru yürüdü, kürsüye çıktı. Mikrofonu eline alarak, “Bu salonda büyük bir saygısızlık yapılıyor. Şahsıma yapılan bu saygısızlığın hesabını mutlaka soracağım” diye bir kez daha haykırdı. Hiç kimseden, bir tek kişiden bile tepki gelmedi. Salonda çatal bıçak sesleri, konuşma ve gülüşmeler devam ediyordu. Şok olmuştu. “Bana bakın, beni dinleyin” diye bağırdı. Kimse umursamıyordu. Sahneden indi; çıldırmış bir vaziyette masadan masaya koşup “Bana bakın, size diyorum. Beni duymuyor musunuz? Beni görmüyor musunuz?” diyordu. Sinirden ağlayacak hale gelmiş, adeta yalvarıyordu: “Görün beni, bana bakın. İşitmiyor musunuz? Neden umursamıyorsunuz?” Çaresizlik ve kızgınlığın karıştığı ağlamaklı bir halde “Ben... Ben...” diyerek adını ve ünvanını tekrar tekrar söyleyerek dışarı çıktı koşar adımlarla. Otelin kapısından kendisini dışarı attığında sağanak bir yağmur vardı. Okkalı bir küfür savurdu. Arabasını bıraktığı yere yöneldi, arabası yoktu. Valelere baktı fakat göremedi. 40
Henüz birkaç dakikadır dışarıda olmasına rağmen sırılsıklam olmuştu bile. O pahalı takım elbisesi perişan olmuş, parlak ve marka ayakkabılarının içi su dolmuştu. Telefonunu çıkardı ama çalışmıyordu. Ya şarjı bitmiş ya da sırılsıklam olan pantolonun cebinde su almıştı. Elini cebine attığında adeta bir asalet simgesi olarak gördüğü ve yanından hiç ayırmadığı tesbihini de masada unuttuğunu fark etti. Sinirden küplere binmiş halde yola çıkarak taksileri durdurmaya çalıştı. Taksiler birer birer, üstelik boş halde geçmelerine rağmen durmuyorlardı. “Görmüyor musunuz ulan?” diye bağırdıktan sonra kısık bir sese “Allah’ım bari sen gör şu halimi...” dedi. O an arkasından omzuna dokunan elle irkildi. Üstünde eski püskü iki parça elbise ve elinde bastonumsu bir sopayla saçı sakalı birbirine karışmış, yaşlı mı yaşlı bir adam gülümseyerek ona bakıyordu. “Amca git işine, Allah versin Allah” dedi. Yaşlı adamın “Evlat...” diye başladığı sözünü yarıda keserek, “Amca! Uğraşamam şimdi seninle, git belanı benden bulma” diye tersledi. Yaşlı adam buna rağmen bakmaya ve gülümsemeye devam ederek “Boşuna uğraşma, seni göremezler” deyince beyninden vurulmuşa döndü. Şaşkın bir halde tek söyleyebildiği “Ne?” oldu. Yaşlı ve garip adam devam etti: “Seni göremezler çünkü sen görünmezsin. Sebebini sen de iyi biliyorsun. Artık görünmezsin. Artık duyulmazsın. Bunu kabul et evlat. Boşuna çırpınma, kabul et. Sen görünmezsin. Kabul et. Kendine itiraf et. Anla bunu. Görünmezsin...” “Hayır! Hayır! Hayır, ulan hayır! Ben ki... Beni nasıl görmezler, beni nasıl duymazlar? Hayır! Yalan söylüyorsun. Defol ihtiyar, defol! Hayır...” İşte o gece yine böyle terler içerisinde sıçrayarak uyanmıştı. Kaçıncı kez gördüğünü unuttuğu o kâbuslardan biri daha... Senelerdir süren, bitmek bilmeyen kâbuslar dizisinin son bölümü... Mekânlar farklı, zamanlar farklı, kişiler farklı ama kâbusların konusu hep aynı... O gece de rüyasında insanlar onu görmüyor, onlara sesini duyuramıyor, önlerinde hoplayıp zıplasa da türlü şekillere girse de avazı çıktığı kadar bağırsa da kendisini fark ettiremiyordu. Sebebini iyi biliyordu ancak kendisine itiraf edemiyordu.
41
Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in başlangıç dönemi sonrasında Türk edebiyatının; roman, şiir, hikâye, tiyatro, destan gibi dallarına yeterli ilginin gösterilmediğini ve bunun sonucunda da edebi eserler açısından bereketli bir hasat toplamanın gerçekleşemediğini görmekteyiz. Bir milletin mazisindeki övünç kaynaklarının ve değerler bütününün geleceğe taşınmasındaki en etkili güzergâhın edebiyat olduğunu düşünenlerdenim. Milleti bir insan bedenine benzetecek olursak, edebiyatı da o insanın beyni olarak düşünebiliriz. Verdiğim bu örneği tahayyül ettiğimizde edebiyatın milli kültür içerisindeki konumunu çok daha iyi kavrayabiliriz. Usta bir şairin kaleminden çıkmış bir şiir, o milletin duygularını en doğru ve anlamlı şekilde ifade etmesine bir vesiledir. Hakeza yüzyıllardır kulaktan kulağa anlatılarak günümüze kadar ulaşan ve yazılı hale getirilen destanlarımızın da milletimizin özünü unutmama konusunda önemli bir edebi hamledir. Kültür muhafazası ve idamesi noktasında edebiyatın güçlü konumunun farkındayız. Edebi türlerin her biri çok etkili ve her birinde de çok başarılı, ölümsüz eserler verilmesine karşın, romanın özellikle son dönemde bir adım daha öne çıktığını görmekteyiz. Bir romancı olmamdan mütevellit bu alana haliyle özel bir alakamın olduğunu ve yakından takip ettiğimi dile getirebilirim. İşbu noktada roman ve romancılık üzerinden düşünce akışımı başlattığımda, roman türlerinden hem geniş yelpazesi olan hem de her geçen zaman ilginin ve buna bağlı olarak okur sayısının arttığı “tarihi roman” karşıma çıkıyor. Umman olarak nitelendirilebilecek bir kavram olan “tarih” ve güçlü bir tür olan “roman” birleşmesini düşünmek bile okurların kalp atışlarını hızlandırmasında etkili oluyor. Şiirleriyle; Arif Nihat Asya, Dilaver Cebeci, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti… “Bozkurtların Ölümü – Bozkurtlar Diriliyor” romanlarıyla kanımızı kaynatan Nihal Atsız, “Kilit – Anahtar- Kapı- Konak” ile başlayan başarılı ve fevkalade güzellikte olan roman serisiyle Mustafa Necati Sepetçioğlu ve sonraki yıllarda Emine Işınsu’nun muhteşem tarih kokulu romanları ve daha niceleri… Kültürel ve tarihi mirasımızı muhafaza edebilmek ve geleceğe estetik değer yargılarıyla birlikte taşıyabilmek adına, adı geçen ve şuan aklıma gelmeyen çok kıymetli yazarların 42
payı büyüktür. Günümüzde de başarılı tarihi romanlar vardır. Yakın zamanda kaleme aldıkları tarihi romanlarıyla kültür ve tarihi birikimimizi birkaç kuşak sonraya taşıyacak olan Hasan Erdem ve Erkan Göksu’nun da payları tartışılmayacak noktadadır. Mart 2016’da ilk baskısını yapan ve “muhteşem çağın mütevazı çocuklarının hikâyesi” olarak nitelendirilen ve Selçuklu tarihi, Selçuklu kültür ve medeniyeti hakkında okuruna “doğru” bilgi pompalayan Berzem, akademik kariyerini Selçukluları araştırmakla sürdüren Erkan GÖKSU’nun kaleme aldığı bir tarihi romandır. Erkan Hocanın Berzem’inin, hem doğru tarihi bilgiyi veren hem de milli duyguları okşayan ve aynı zamanda aklı harekete geçiren bir yönü var. Romanda altını çizeceğiniz ve üzerinde uzun uzun düşüneceğiniz yerlerin çokluğu da eserin zenginliğini göstermektedir. İşte size Berzem’den üzerinde uzun uzun düşünebileceğimiz ve ders çıkarabileceğimiz bir bölüm; (Selçuklu Sultanı Melikşah Bağdat’ta bulunan Halife el Muktedi’nin bazı uygulamalarından rahatsız olur ve Bağdat üzerine harekete geçer. Bu gelişin kendileri için sıkıntı doğuracağını anlayan Halife el Muktedi, Sultan Melikşah’ı gösterişli şekilde karşılar. Bu karşılama töreni sırasında Sultan Melikşah’ın yaptığı konuşma şöyledir…) “İmam-ı Azam Ebu Hanife “Kılıç Türklerin elinde olduğu müddetçe bu dine zeval yoktur” demiştir. Gerçekten de o günden bu yana kılıç hep bizim elimizde olmuş ve din düşmanlarının, devlet düşmanlarının ve dahi Halife Hazretlerinin düşmanlarının karşısında hiç inmemiştir. Emin olunuz ki, bundan sonra da kılıç bizim elimizde olacak ve ne dine ne devlete ne de Hilafet makamına zeval gelecektir. Lakin herkes bilmelidir ki, gün gelir de durum değişir ve kılıç Türklerin elinden düşerse, bunun sonuçları çok ağır olur. Selçuklu çetrinin, Selçuklu sancağının gölgesinde rahat ve huzur içinde hayat süren İslam beldeleri, emniyet ve asayişe hasret kalır… Yollar gidilmez, sular içilmez, toprak ekilmez, çocuklar büyümez olur. Sonra zaman geçer tarih yazar.”1 diyor. “Kılıç Türklerin elinde olduğu müddetçe bu dine zeval yoktur” cümlesi dahi başlı başına düşündürme potansiyeli yüksek ve okurun beyninde şimşekler çakmasına vesile bir cümledir. Eee; o zaman buyurun düşünmeye…
1
Erkan Göksu, Berzem, İstanbul: Bilge Kültür Sanat, 2016, ss.103-104.
43
Bir varmış bir yokmuş evvel zamanlarda bir Çiçek Kız yaşarmış. Bu Kız kökleriyle dere kenarından ihtiyacı olan suyu alırmış. Yapraklarının ihtiyacı olan güneş içinse ülkenin en yüksek zirvesine çıkarmış. Güneşi gördüğünde o güler yüzünü güneşe çevirir onu selamlarmış. Yapraklarını açar onu selamladığı için güneşin gönderdiği hediye ışınları kabul edermiş. Bu şekilde normal bir hayat süren Çiçek Kız günlerden bir gün yol kenarında güneşlenirken yanından geçen Değirmenciye âşık olmuş. İlk görüşte aşk dedikleri bu olsa gerek diye düşünmüş. Hâlbuki Değirmenci onun farkında bile değilmiş. Onu yol kenarında açan diğer çiçeklerden farklı olduğunu bile anlamamış. Değirmenci de sevdiği kıza kendini nasıl affettiririm derdine düşmüş. Bu düşünce kafasını sürekli meşgul ettiğinden baya dalgınmış yürüyormuş. Kendisini takip eden çiçeğin farkında bile değilmiş. Sürekli kendi kendine konuşuyormuş. Bir çözüm arıyormuş ama çözüm bulamıyormuş. Birden bir ses ile irkilmiş. Hemen etrafına bir göz atmış ama kimseyi görememiş. Önünde zıplayan ve kendisine seslenen Çiçek Kız'ı fark etmemiş ve ses duymuş gibi hissettiğini düşünüp yoluna devam etmiş. Başlamış yine konuşmaya... Ne yaparsa yapsın işin içinden çıkamıyormuş. Tekrar bir ses duymuş, yine etrafına bakınmış ve bu kez Çiçek Kız'ı görmüş. Görmüş ama konuşan bir çiçeğe inanamamış. Hayal gördüğünü hatta kafayı yediğini düşünmüş ama Çiçek Kız onu korkmaması için ikna etmiş. Derdine ortak olmak istediğini söylemiş sevdiği adama. Değirmenci derdinin büyük olduğunu, bir çıkar bulamadığını söyleyerek oturmuş yol kenarına. Nasıl anlatsam diyerek başlamış sözlerine. Bir kız sevdiğini söylemiş ve o an Çiçek Kız’ın bir yaprağı aniden sararmış. İçine bir şey oturmuş sanki sözler boğazına düğüm olmuş ama sabırla dinlemiş sevdiğini. Aralıksız, nefes almadan anlatıyormuş Değirmenci. Sanki Çiçek Kız’dan bir çare bekliyor gibiymiş. Anlattıkça anılar birer birer gözünde canlanmaya başlıyormuş. Birden ağzından sevdiği kızın bir gün konuşan bir çiçek istediğini çıkarmış. İrkilmiş ve karşında konuşan bir çiçek olduğunun farkına varmış. “Buldum!” demiş ve Çiçek Kız'ın topraktan köklerini tuttuğu gibi çıkartmış. “Dur yapma; onun sevgisini değil benim sevgimi al.” demiş Çiçek Kız ama nafile. Kökler topraktan çıkmış bir kere. Koşarak sevdiği kıza bu konuşan çiçeği vermek istemiş. Kan ter içinde kalana kadar koşmuş, koşmuş. Sevdiği kızın kapısına geldiğinde başka biriyle evlendiğini görmüş. 44
Meğer sevdiği kızın tüm derdi bitmek bilmeyen arzularını yerine getirecek birini bulmakmış. Bu durumun farkına varınca hemen Çiçek Kız'ı bir toprağa yeniden dikmiş ama ne fayda... Gün geçtikçe solmuş Çiçek Kız ve bir daha eskisi gibi ne açmış ne konuşmuş ne de koşulsuz sevmiş Değirmenci’yi. Her gün ona su taşımış Değirmenci ama bir anlık düşünmeden verdiği kararının kurbanı olmuş. Bir daha da ne öyle bir dost, ne de öyle onu sevene rastlamış. Bizi koşulsuz sevenlerin kıymetini bilmek temennisiyle...
45
Vatanın her karışında Bizim şarkılarımızdır okunan Gencay'ın nağmelerinde Timur’dur, Yıldırımdır Otağı kuran Ve Ansızın üflenen sûrdan Ordular, çadırlarını derip geçtiler Bu sokaktan atlılar geçtiler Geldiler bu zamana ad koyup Bir devran oldular geçtiler Tuğrullar kalktılar dişlilerden Sessizce usulca uçup geçtiler Şairler fısıldıyordu her akşam Gencay'ın idil kokan duvarlarında Şairler Tanrı Dağları’ndan geliyordu O rüyanın şan dolu dört bucağında Irkımın bahçelerinde bir soluk olup Atlılar şiirlere konuk olup geçtiler.
46
Ati'nin o zafer sarhoşu insanları Atlarını bu divanda suladı Fatihin gemilerini çeken erler Yine bu sokaktandı Göğün o gök yeleli ulu kurtları Gencay'a el verip uçmağa geçtiler Gemiler yakan da Şehirler kuran da... Bizdendir neşesine Orhun’u katan Yörük Türkmen adımlı diyardan Marşları duyulan bala Selam hey! Kervanına bizim atımızı katanlar Türklükten başka sapağa varmayanlar Ve dahi bu ufukta yüz yıllaşanlar Gencay'ın odunda köze geçtiler
47
Türkiye’de kaç üniversite var? Bunların kaç tanesi gerçekten eğitimi, kapasitesi ve yetkinliği bakımından “Üniversite” olabilecek düzeyde? Her üniversitede kaç yetkili, kaç dekan, kaç eğitimci var? Üniversiteler siyaset meydanı mı olmalıdır, bilim yuvası mı? Üniversitelerdeki kavgaların sebebi nedir? Üniversitede bıçaklanan, yaralanan, öldürülen genç beyinler nasıl bir düzenin mağdurlarıdır? Harcanan, elinde diplomasıyla heba olan bir neslin hesabını kim verecek? Yıllardır hepimizin gerek kendine gerek çevresine sorduğu lakin cevabına bir türlü ulaşamadığı sıkıntılardır bunlar. Evet, bir sıkıntı var. Sıkıntının ne olduğu da ortada, çözüm ise muamma. Bir ülkedeki üniversite sayısı kuşkusuz o ülkenin kalkınmışlık, gelişmişlik seviyesinin bir kanıtı olmalıdır. Öyle ki; üniversiteler bilim yuvalarıdır ki, buralarda ülkenin en seçkin bilirkişileri, ülkenin özenle seçilmiş genç beyinlerine alanlarının en iyisi olabilmeleri için çok özel bilgileri verirler ve öğrencilerine hem yeni bir nesle kaynak olabilecek hem de ülkenin refahı-huzuru için ilelebet çalışabilecek yetkinliği aşılarlar. 2015 yılı sonunda Türkiye’de 193 üniversite olduğu söylenmişti. 109 Devlet Üniversitesi, 76 Vakıf Üniversitesi, 8’de Vakıf Meslek yüksekokulu.1 Peki, bunlardan kaçı kütüphanesi, laboratuvarı, çalışma odaları, derslikleri, akademik kadrosu ve öğrenci kalitesi ile gerçek bir “üniversite” olabilecek düzeyde? 5 mi? 10 mu? Daha fazla olmadığı kesin. Geri kalan üniversiteler diplomalı işsiz yetiştirmeye yarıyorsa da buralar şüphesiz başka pek ehemmiyetli çirkinliklere de ev sahipliği yapıyor. Taşrada açılmış bir okulu kazanmış genç bir kızın, şehirlerarası otobüste başına gelenleri yakın zamanlarda haberlerde gördük.
1
http://blog.milliyet.com.tr/hokandurmus
48
Yine taşrada kendi evlerinde kalan ve kıt-kanaat geçinip okullarını bitirmeye çalışan kız-erkek öğrenciler, bölge halkının gözünde pek alçaklarda… Kızlar çoğu kez hafif meşrep, peşine takınılası; erkekler ise delikanlılıklarından gelen bir coşkunlukla çapkınlığa açık ve güvenilmez… Okullardaki yetersizlikler nedeniyle; yine yetersiz ve kendi içinde tutarsız yetişen öğretmenler, mühendisler her yıl akın akın mezun oluyor. Lise eğitiminden hallice eğitimler verilen bu okullarda düşünmeyi öğrenememiş kimseler, bir sonraki nesle yine düşünmemeyi öğretecek şüphesiz. Yetersiz kalanlar yetersizliği, tutarsızlar tutarsızlığı öğretecek. Peki, taşrada durum böyle de büyük şehirlerdeki üniversiteler nasıl? İstanbul ve Ankara’nın seçkin üniversiteleri yeterli laboratuvar, kütüphane, derslik ihtiyaçlarını karşılıyor, öğrencileri alanlarının en iyi hocalarıyla bir araya getiriyorsa da belki de yukarda eleştirdiğimiz yetersiz üniversitedekilerden çok daha çirkin oyunlara sahne oluyor. 1960’lardan bu yana devam eden sağ-sol kavgaları artık yerini daha büyük bir kavgaya bırakmış durumda. “Vatan kavgası”. Okullarda, artık “ülkücüler ile solcular” kavgası yaşanmıyor. Birileri Hüseyin Nihal Atsız’dan alıntı yapıp, Ziya Gökalp ile aşka gelirken karşıdan bir fikir çıkıp Marks’tan yahut Hegel’den bahsetmiyor ama okullarda bir kavga yapılıyor ve bu kavga öncekinden daha büyük, daha derin ve daha zorlu… Büyük şehirlerdeki seçkin okullar içlerinde apaçık terör örgütü sempatizanları barındırıyor. İstanbul Üniversitesi, ODTÜ, Hacettepe Üniversite ve Ankara Üniversitesi, Ege Üniversitesi bunların en başlıca örnekleri… Yıllardır terör örgütü PKK’nın reklamının göz göre göre yapıldığı bu okullarda milliyetçi hassasiyetleri yüksek öğrencilerin tepkisi ile meydana gelen kavgalar artık haddinden fazla büyümüş, terör sempatizanlarına haddinden fazla değer verilmiş ve üniversitelerdeki terör propagandalarına direnen vatan-milletperver öğrenciler haddinden fazla yalnız bırakılmış durumda. Bilim yuvaları olması gereken Türkiye’nin en seçkin bu okullarında yönetim binasının karşısına terör örgütü başı, hapis cezasına çarptırılmış Abdullah Öcalan’ın afişleri asılıyor, bu afişin önünde okul güvenlik görevlileri bekliyor ve afişi indirmeye yeltenen öğrenciler tartaklanıyorsa; okul birincisi olmuş bir öğrenci diplomasını almaya elinde Atatürk’ün 6 ilkesinden biri olan Milliyetçilik kavramına esasen “Milliyetçi Türkiye” yazan bir afişle çıkmak istediğinde engellenip yine tartaklanıyorsa; PKK sempatizanlarını okulunda istemeyen ve tamamen legal yollar ile bu kimselere karşı mücadele eden bir öğrenci fakültesinin ortasında kaç yerinden bıçaklanıp öldürülüyorsa ve üzerinden bir yıl geçmesine rağmen, failinin belli olmasına rağmen, katil hala bir cezaya çarptırılmamışsa; Ankara’nın en güzide okullarından birinde ders arasında kantinden çay almak isteyen Milliyetçi olduğu bilinen iki öğrenci, kantinin ortasında 49
palalarla saldırıya uğruyorsa, kollarını parmaklarını kaybediyorlarsa ve belli olan failler tutuksuz yargılanıyorsa; yine vatansever olduğu bilinen kız öğrenciler güya “kadın hakları savunucuları” tarafından türlü tacizlere maruz kalıyorsa ve tehditlerle karşılaşıyorsa; bu Türkiye’nin en seçkin, en büyük kampüsleri, fakülteleri ne işe yarar? Bilim yuvası olacak okullardan öğrenciler yaralı hatta ölü çıkıyorsa; derdi “bayrak” olan bir avuç vatan evladına, boynu kravatlı ithal takım elbiseli yöneticiler “Yapmayın, arkadaşlarınızı tahrik ediyorsunuz.” Diyorsa; siz söyleyin orası okul mudur yoksa bir neslin kıyıma uğradığı, bir neslin yok edildiği, fikirlerin köreltildiği, Atatürkçülüğün ve hatta vatanseverliğin “boş hevesler” olarak nitelendirilip düşmanca bakıldığı ve milli değerlerin aşağılandığı tabutluklar mıdır? Kanunlarla yasaklanmış, terör örgütlerinin tezgâhtarlığını yapan beyni yıkanmış kimseler, bilim yuvası olan üniversitelerden derhal temizlenmez ise bir nesil daha yok olup gidecektir. Üniversitelerde kendi imkânları ile millete hizmet edip bir yandan da vatanın bütünlüğüne kast etmiş ve eline bir de diplomasını alıp iyice halka sirayet etmek gayesindeki bu bölücü toplulukları engellemeye çalışan milliyetçi hassasiyetleri yüksek gençlere, yardım eli uzatılmazsa bir nesil daha yok olup gidecektir. Okul yönetimleri; apaçık yapılan siyasi propagandaları, Türk devleti aleyhinde yapılan çalışmaları görmemeye veyahut göz yummaya devam ederse bir nesil daha yok olup gidecektir. Bir nesli var edecek olan şüphesiz eğitimcilerdir, öğretmenlerdir, geleceğin bilirkişileridir. Af ile üniversitelere yerleştirilmiş, gerçek öğrencilerle bir sıraya oturtulmuş öğrenci kılıklı teröristlerin, okullarda bir yandan terör sempatizanlığı yapıp bir yandan da diploma alıp, öğretmen olarak atanmaları Türk milletinin gövdesine vurulmuş bir balta, köklerine sarılmış bir yılan etkisi yapacaktır. Yetiştirecekleri kimseler kendilerinden çok da farklı olmayacak, Türk milliyetçilerinin tüm uğraşlarına rağmen bir kesime etki edecek ve Türk Milleti’ni yok etmek amacıyla atılmış her adım hedefe varmış olacaktır. Bir nesil değil bir millet yok olup gidecektir. Tehlikenin farkında mısınız?
50
Tarih yazmak, tarih yapmak kadar ehemmiyetlidir. Eğer yazan, yapana sadık kalmazsa, değişen hakikat şüpheli bir şekil alır ki, beşeriyetin yolunu değiştirir. Biz daima hakikati arayan ve onu buldukça söylemeye cesaret gösteren insanlar olmalıyız. M. Kemal ATATÜRK Batı'nın kendine tehdit olarak gördüğü meseleler üçüncü dünya ülkelerine dayatılmaya çalışılarak "zenginlik" yalanlarıyla etnik bölünmelere zemin hazırlanmaktadır. Bu yüzden bu ülkelerde yazılı ve görsel medyada etniklik konusu özel olarak işlenmektedir. Her türlü yayın organı ve sosyal medya toplumların bilinçaltına hitap eden incelikteki yayınlarla etnik ayrımcılığı körüklemekte ve insanların alt yapısını bu ayrımcılığa hazırlamaktadır. Etnik grupların yanı sıra son zamanlarda dini gruplar da azınlık halinde gösterilmektedir. Bu oyunların arkasında çok uluslu küresel sermayeler bulunmaktadır. Bu küresel sermayeler, dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yönetmeyi arzulamaktadırlar. Bu dev güçler hedeflerine ulaşabilmek için ulus devletleri etnik temellerinden bölmek istemekte, böylece direnci azaltmaya çalışarak, ulusal sınırları göstermelik kılıp küresel sermayenin önünü açmayı hedeflemektedir. Bunları kendine strateji olarak benimseyenler, sahip olduğu kaynaklarla ve Orta Doğu ile Avrasya coğrafyasındaki stratejik konumu itibariyle tüm dünyanın dikkatini çeken Türkiye'yi hedef almıştır. Ayrıca bulunduğu konum itibariyle Türkiye'nin Asya Türk Cumhuriyetleri lideri olarak düşünülmesi de küresel sermaye için ayrı bir tehdit oluşturmaktadır. Bir araştırma ve inceleme ürünü olarak ortaya çıkan Ali Tayyar Önder’in “Türkiye'nin Etnik Yapısı” isimli eseri Kripto Yayınevi tarafından yayımlanmıştır. Kitap; Etniklik, Üst Kimlik, Etnik Mozaik, Çokkültürcülük, Anadolu ve Türklük, Kaşgarlı Mahmud, Ön Türkler, Aleviler, Türklük ve Kürtler, Kürtler, Zazalar, Araplar, Çerkezler, Lazlar, Gürcüler, Balkan Kökenliler, Nusayriler, Yenidünya Düzeninin Hedefleri ve Türkiye başlıklarından oluşmaktadır. Kitabın içeriğinde yer alan belgeler yazarın ne kadar geniş araştırmalar yaptığının da bir göstergesidir. Ülkemizin sorunlarının birkaç yıllık değil, geçmişe dayanan sorunlar olduğunun dikkatini çeken yazar, 1950’li yıllarda etnik mozaiklik durumunun bilinçli olarak kabullenilmesinin ardından ülkemizin önüne hemen TürkKürt meselesinin dayatılmasına dikkat çekmektedir. Batıya diş geçiremeyeceğini anlayan hükümetlerin ise iktidarda kalma arzusu yüzünden taviz vermeyi tercih etmelerini eleştirmektedir.
51
Ülkemizin gündemini değerlendirmek, daha farklı açılardan olaylara bakmak adına Ali Tayyar Önder’in “Türkiye’nin Etnik Yapısı” isimli eserini okumak sizlere önemli bir katkı sağlayacaktır. İyi okumalar. Eser hakkında bilgilerin bulunduğu, Milli Kanal tarafından yayınlanan videoya aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz. https://youtu.be/wkEpKd4QVxQ
52
GENCAY: Servet Somuncuoğlu ile dostluğunuzu anlatır mısınız? YUSUF YILMAZ ARAÇ: Servet Somuncuoğlu ile kırk yıla ulaşan dostluğumuz onbir yaşından itibaren başladı. 1975 yılında, altı yıl yatılı okuduğumuz Sakarya Arifiye Öğretmen Lisesinde tanıştık. Müşterek hatıralarımız, aldığımız feyz, milli terbiye ve idealizm bizi birbirimize kaynaştırdı. Aynı değerlerle bezenmiş yüzlerce arkadaşımızla ilişkilerimiz halen devam etmektedir. Yaşadığımız muhit itibariyle yollarımız hep kesiştiği için Servet ile irtibatımız kesintiye uğramadı. Servet Somuncuoğlu’nun ve devamında Somuncuoğlu ailesinin güven, sevgi ve teveccühüne mazhar olmak iftihar vesilem olmuştur. GENCAY: Servet Somuncuoğlu Armağan Kitabı, nasıl bir çalışmanın ürünüdür? ARAÇ: Ailesi, dostları, çalışma arkadaşları ve sevenleri olarak çeşitli vesilelerle hep bir araya geldik. Sohbetlerimizde ortak bir kanaat doğdu. Şehriyar’ın gönlünden geçen, her insanın içindeki dilektir aslında. Heyder Baba, ıldırımlar şakanda, Seller, sular şakkıldayıb akanda, Kızlar ona saf bağlayıb bakanda, Selâm olsun şefkatize, elize Menim de bir adım gelsin dilize. Biz de onun adını dilimize getirelim ve ruhunu muazzez kılalım istedik. GENCAY: Eserde sizinle beraber emeği geçen kişiler kimlerdir? ARAÇ: En çok vefakâr eşi Nevin Somuncuoğlu alakadar oldu. Kitap esasen muhterem hanımefendinin eseridir. Bu kadar geniş kadronun harekete geçerek eline kalem alması ancak kendilerinin nazik çağrısıyla mümkün olabilirdi. Hazırlayan kısmında teknik gereklilikten dolayı ismim yer almıştır. Ayrıca Sencer Burak Somuncuoğlu ve Yasin Cemal Galata üstün gayretlerini esirgemediler. Matbuat Yayın Grubu yönetmeni Onur Yılmaz kitabın mükemmel olması için seferber oldu. Dizgi safhasında Mehmet Yılmaz haftalarca emek harcadı. Kitapta bolca fotoğraf 53
kullanıldı. Fotoğrafların yazılarla uyumlu olması ve kompozisyonun güzel olmasına dikkat edildi. Ve tabii ki en büyük emek yazılarıyla katkıda bulunan dostlara aittir. GENCAY: Kitabın editörü olarak en hoşunuza giden yazı hangisidir? ARAÇ: Bu kabil sorulara muhatapları genelde net cevap vermezler. Onlara şimdi hak veriyorum. Ayrım yapmak hakikaten zor, hepsi birbirinden değerli yazılar. Fakat şahsen ilk gençlikten itibaren rehber saydığım sevgili ağabeyim M. Metin Kaplan’ın yeri farklıdır. Milliyetçi Ülkücü Gençlere tanımalarını, yazdıklarını söylediklerini izlemelerini öneririm. GENCAY: Kitabın editörü olarak sizce kitaptaki en etkileyici söz hangisidir? ARAÇ: Kitap etki yönüyle çok zengin. Bütün yazılar gönülden geldiği için duygu dolu. Çünkü bu bir dostluk ve sevgi kitabı... Her yazı geldikçe mendilimle gözlerimi sildim, burnumun direği sızladı. Nevin Hanım da aynı hali yaşadığını belirtti. “Sabah ezanları okundu az önce...” Burada yarini yitirenin yürek yangınını görürüz. Geceler boyu sabah ezanlarına kadar uyumamış. Kapı gıcırtısından gelenin ağabeyi olduğunu sezen bir kardeş görürüz. “Kapuyu çalan kimdir, Aç bahım gelen kimdir, Yaram derine düştü, Belki gelen hekimdir” demektedir Mukim Tahir. Kimi kısa ve öz, yarım sayfa. Kimi sayfalarca sürüyor. Koştura koştura bir yere yetişmeye çalışan lise talebesi. Kürşad’ın Çin Sarayı’nı bastığı gece yağmurda koşarak arkadaşlarına yetişmeye çalışan Göktürk erinin ayak sesini duyar gibiyiz. Kafeye, şuraya buraya koşmuyor, Taştaki Türkler’i dinlemeye koşuyor. Bu insanın gözünü yaşartan bir tablodur. Bir başkasında haritaya damlayan gözyaşı Orhun Irmağı’na karışıp gidiyordur. “Servet ağabey, keşke bir kırlangıç ömrü daha yaşayabilseydin” diyor bir başka dostu. Bu ne kadar naif iç çekiştir. Saymalıtaş’a gelen atlı... Dağ keçilerinin üzerindeki karları eliyle silen Bilge Adam... “Buradan bir atlı geçti” türküsünü yakan muhayyile ile o kaya resimlerini çizen elin aynı olduğu daha güzel nasıl canlandırılabilir. GENCAY: Kitapta akademi camiasından kimlerin yazıları var? ARAÇ: Elbette an başta birlikte uzun yıllar saha çalışmalarında bulunduğu Göktürk Dönemi Türk Tarihi otoritesi Ahmet Taşağıl Hoca. Aynı şekilde Türk Damgaları mütehassısı Mustafa Aksoy… Türkoloji’nin Başbuğu unvanıyla andığı muhterem Dursun Yıldırım Hocamız. Nakış Karamağaralı hanımefendi. Değerli büyüğümüz Sevgi Kafalı. Cengiz Saltaoğlu. Abdulhamit Avşar. Dursun Şahin. Ve büyük üstad Alev Alatlı.
54
Ayrıca Ozan Arif’ten Rasim Ekşi’ye çok sayıda ilim, kalem ve gönül erbabı katkıda bulundular. Hoş Sada kısmında çok sayıda hocamızın ve dostunun ardından söylediği duygu dolu ifadelere yer verdik. Hepsine müteşekkiriz. GENCAY: Bu kitapta gençlere yer verildi mi? Gençlerin Servet Somuncuoğlu'na ilgisini nasıl değerlendiriyorsunuz? ARAÇ: Kitabın güzelliği insan zenginliğinden kaynaklanıyor. En saygın üniversite hocalarından, istikbal vaad eden genç üniversite öğrencilerine kadar geniş bir yelpaze yer aldı. Şüphesiz daha zengin olabilirdi. Kusurlar ve noksanlıklar bize aittir. Gençlerin Servet Somuncuoğlu’na ilgisi Türk Milletinin ebediyen bu topraklarda yaşayacağına ve Türk Devletinin dünya durdukça var olacağına dair inancımızı güçlendirmektedir. Allah yollarını açık etsin. Türkçülük, Türk Milliyetçiliği ve Türk İslam Ülküsü Davası yolunda güç kuvvet versin. Bunların hepsi aynıdır, boş isim tartışmalarına kulak asmadan ve dosdoğru çizgiden sapmadan mücadelelerinde muvaffak kılsın. GENCAY: Servet Somuncuoğlu'nun vefatının ardından yapılan çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? ARAÇ: Sevgili oğlu Sencer Burak Somuncuoğlu yurtdışında. Yardımcıları Yasin Cemal Galata ve Selda Hanım da yurt dışındalar. O yüzden yarım bekleyen çalışmalarının tamamlanması konusunda istenilen hıza kavuşamadık fakat kısa zamanda hızlanacağız. Buna rağmen Servet Somuncuoğlu ismi etrafında doğrusu derinliğini bizim de tam fark edemediğimiz çapta geniş bir sevgi halesi oluştuğunu gözledik ve bundan son derece memnun olduk. İlgi zamanla ortaya çıkmaya devam ediyor ve halen de genişliyor. Üç yıl boyunca gün geçmedi ki onunla ilgili bir etkinlik yapılmamış olsun. Bazen hızına ayak uydurmakta zorlandık. Titiz bir çalışmayla bütün faaliyetler derlenmeye çalışılmış ve kitabın sonunda bibliyografya kısmında detaylı olarak verilmiştir. Özellikle Emre Sevinç kardeşimizin önderliğinde çeşitli illerde gerçekleştirilen Taştaki Türk Günleri, resim sergileri, konferanslar, Cemil Söylemezoğlu rehberliğinde Güdül Seyahatleri, Servetinkaya’nın keşfi ve buraya isminin verilmesi dikkate değer çalışmalardır. Yine Gencay Dergisi üç yıl üst üste Servet Somuncuoğlu Özel Sayısı yayınlayarak büyük vefa örneği sergilemiştir. Türk Ocakları Genel Merkezi ve İstanbul Ülkü Ocakları tarafından onur ödülüne layık görülmüştür. En son Türk Dünyası Belgesel Film Festivali’nde Servet Somuncuoğlu adına ödül ihdas edilmesi mutluluk verici gelişmelerdir.
55
Bursa Türk Ocakları da sürekli gündemde tuttu. GENCAY: Kitabın çıkış tarihi nedir? Nasıl bir ortamda tanıtımı yapılacak? ARAÇ: Kitap inşallah İstanbul Tüyap Kitap Fuarı’na(12-20 Kasım) yetişecek. Özel bir tanıtım programı düşünülmedi. Dostluk ve gönül zincirinin en etkili tanıtım olacağına inanıyoruz. GENCAY: Son olarak neler söylemek istersiniz? ARAÇ: Gencay Dergisi’ne Servet Somuncuoğlu’na gösterdiği ilgi ve bu söyleşi için teşekkür ediyorum. Taşların Hakanı kitabı inşallah daha ilmi ve kapsamlı çalışmaların başlangıcı olur. Servet Somuncuoğlu bilindiği üzere mütevazı bir insandı. Çok çalışkandı. Zamanının fazla olmadığını sanki biliyordu. Arada elini göğsüne götürür, yorgunluğundan bahsederdi. “Bir gün Tanrı Dağlarında kalırsam sakın beni getirmeyin, orada bırakın, abartılı törenler filan da istemem” derdi. Ancak işinde ciddiydi ve yaptığı çalışmaların Türk Milleti için ne derece hayati değer taşıdığının farkındaydı. Türk Kaya Resimleri ve Yazıtları konusunun tanınması, işlenmesi, sahip çıkılması onu mutlu edecektir. Bu manada yapılacak her çalışma onun arzusunun, vasiyet ve temennisinin yerine getirilmesi kabilinden düşünülebilir. Gençler onu örnek alarak şevkle çalışmalı ve Türk Milletinin şanına layık büyük eserler ortaya koymalıdır.
56
GİRİŞ Küreselleşme dünya üzerindeki kitlelerin ekonomik, kültürel ve siyasal anlamda bütünleşme sürecini ifade eden çok kapsamlı bir kavramdır. Küreselleşme bir anlamda maddi ve manevi değerlerin ulusal sınırları aşarak dünya çapında yayılması anlamına gelmektedir(1). Küreselleşme süreci temel anlamda ekonomik, kültürel ve siyasal anlamda gerçekleşse de hemen hemen her anlamda entegrasyonu gerektiren reform çalışmalarının temel argümanını oluşturmuş, yaygınlaşmış ve küresel bir boyut kazanmıştır. Geleneksel yönetim anlayışından kaynaklanan sorunların giderek büyümesi, devlet bütçelerinin kapatılamayacak açıklar ortaya çıkarması ve akabinde yaşanan yönetsel sorunların çözümü, küreselleşme kavramının olgunlaşmasına ortam hazırlamıştır. Küreselleşme süreci, geleneksel yönetim anlayışını zayıflatmış, devletin yapısal ve işlevsel anlamda köklü değişikliklere gitmesine neden olmuştur. Bu süreç ile birlikte yapısal ve işlevsel değişiklere uğrayan devlet, yeni kamu yönetimi anlayışını benimsemiş, katılım, hesap verilebilirlik, saydamlık ve şeffaflık gibi temel argümanlar yönetim anlayışı içerisinde temellendirilmiştir. Küreselleşme süreci bu denli geniş çaplı etkilere neden olurken, kamu hizmet ve sunumunu üstelenen devlet anlayışında da değişiklik ve dönüşümler meydana gelmiştir. Bu çalışmada küreselleşme süreci ile birlikte yapısal ve işlevsel değişime uğrayan devletin benimsediği yeni kamu yönetimi anlayışı, kamu hizmet ve sunumunda yaşanan dönüşümler üzerinde durulacak, küreselleşmenin yarattığı değişim ve dönüşümler irdelenecektir. KÜRESELLEŞME SÜRECİ VE YENİ KAMU YÖNETİMİ Küreselleşme süreci, ulus-devletin gücünü kaybetmesi, devlet yapılarında, işlevlerinde ve yönetsel anlamda entegrasyonu gerektiren reformların yapılmasına ortam hazırlamıştır. Ulus-devlet anlayışında ve yönetsel anlamda yaşanan sorunların çözümü, devletin yapısal ve işlevsel anlamda değişimini gerektirmiş, bunun üzerine yeni kamu yönetimi anlayışı benimsenmiş ve yaygınlaşmaya başlamıştır. Yeni kamu yönetimi anlayışının yaygınlık kazanması ile birlikte, geleneksel yönetim anlayışı ve yönetsel hantallık terk edilmiş, yönetimde etkinlik ve verimlilik esaslarına dayanan bir sistem öngörülmüştür. 57
Yeni kamu yönetimi anlayışı ile birlikte devlet, küçülmeye gitmiş ve bazı alanlardan çekilmiş, üretici rolü sınırlandırılmış ve sadece düzenleyici ve denetleyici bir rol üstlenmiştir. Yeni kamu yönetimi yaklaşımı devletin ekonomik, kültürel ve siyasal anlamda yükünün hafiflemesi ve bazı alanların özel sektör girişimcileri tarafından yürütülmesi gerekliliği üzerinde durmuştur. Yeni kamu yönetimi anlayışı, kamuda işletme usul ve yöntemlerinin uygulanması gerektiğini, rekabetin, performansın, hizmette kalitenin sağlanmasını ve kamuoyu odaklı, sivil toplum ve devlet işbirliği içerisinde etkin ve verimli bir yönetim anlayışını öngörmektedir. Küreselleşme süreci ile birlikte yapıları ve işlevleri değişime uğrayan devlet, yeni kamu yönetimi anlayışı ile birlikte kendine yeni görev ve sorumluluklar üstlenmiştir. Bu görev ve sorumlulukları şu şekilde sıralayabiliriz (2); • Devletin teknolojik altyapı ve insan sermayesi oluşumu çerçevesinde stratejik görevi • Devletin piyasaları düzenleyici ve rekabeti arttırıcı işlevi • Devletin bölüşüm alanındaki rolü Yeni kamu yönetimi anlayışı devletin yapısal ve işlevsel özelliklerini, profesyonel yönetim, performansa bağlı üretim, çıktı odaklı, rekabetçi bir piyasa mekanizmasına sahip, özel sektör yönetim tekniklerini kullanan, kaynak kullanımında disiplinli ve tutumlu bir sistem içerisinde temellendirmeye çalışmıştır. Yeni kamu yönetimi anlayışı, geleneksel yönetim anlayışından kaynaklanan etkinsizlik ve verimsizliğin doğurduğu hantal yapının ortadan kaldırılarak, yönetimde özel sektör, devlet ve sivil toplum örgütlerinin ortak çalışmalarını öngören yönetişim kavramı ve yerelleşme olgusunun yaygınlaşmasını öngörmektedir. Yönetişim, toplum-devlet ilişkilerinde karşılıklı etkileşime dayalı yeni bir yönetim tarzını ifade etmektedir (3). Yönetişim bireyin toplumsal ve politik rollerini de yeniden tanımlayarak bireyi pasif himaye edilen bir konumdan çıkarmakta kamusal alanda etkin ve eylemde bulunma gücüne ve sorumluluğuna sahip bir konuma getirmektedir (4). Bu bağlamda yönetişim kavramı, geleneksel yönetim anlayışından kaynaklanan karar verme ve uygulama süreçlerinin tek elden yapılmasının önüne geçmiş, devlet, özel sektör ve sivil toplum işbirliğini ortaya çıkarmıştır. Yönetişim kavramının olgunlaşması ve yaygınlaşması ile birlikte, devlet küçülmeye gitmiş, bazı alanları özel sektör girişimcilerine bırakmıştır. Kamuda özel sektör girişimini sağlayan yönetişim kavramı ile birlikte, yönetimde etkinlik ve verimlilik esas alınan bir anlayış kendini göstermeye başlamıştır. Yönetişim, yeni kamu yönetimi anlayışı içerisinde bir süreç olarak ele alınmış ve iyi bir yönetişimin özellikleri ve ilkeleri ortaya konulmaya çalışılmıştır. İyi bir yönetişimin, özelliklerini ve ilklerini şu şekilde sıralayabiliriz (5); • Şeffaflık • Hesap Verilebilirlik • Katılımcılık
58
• Cevap Verilebilirlik • Hukukun Üstünlüğü • Etkinlik • Eşitlik • Stratejik Vizyon Yeni kamu yönetimi anlayışı için bir diğer önemli kavram ise yerelleşmedir. Yerelleşme, geleneksel yönetim anlayışından kaynaklanan aşırı merkeziyetçilik, kaynak kullanımına eşitsizlik gibi sorunların çözümü için, yetkinin ulus üstü kuruluşlara ve yerel yönetimlere devredilmesi gerekliliğini savunan bir yönetim tarzını ifade etmektedir. Yerel yönetimlerin yetkilerinin artması ile yönetimde kaynak kullanımının daha etkin ve verimli olacağı, yönetişim ilkelerinin uygulanmasında daha başarılı bir ortam hazırlayacağı düşünülmüştür. Yerelleşmede, yönetişim gibi yeni kamu yönetimi için önemli bir kavram olma özelliği göstermiş ve yerelleşmenin temel özellik ve ilkleri ortaya konulmaya çalışılmıştır. Yerelleşmenin temel özeliklerini ve ilklerini şu şekilde sıralayabiliriz (6); • Yerelleşme, yerel yönetimlerin yetkilerini korumaktadır. • Özerk yönetim garantisinin güçlendirilmesine katkı sağlamaktadır. • Üst birliklerin, alt düzey üzerindeki ve kendi sorumluluğu içindeki görevlerinin yerine getirilmesini desteklemek ve tamamlamak şeklinde dayanışmacı davranmasını yani rekabeti teşvik etmektedir. KÜRESELLEŞME SÜRECİ, KAMU HİZMET VE SUNUMUNDA DÖNÜŞÜM Kamu hizmet, ne kadar üretileceği siyasal iktidar tarafından belirlenen, faydalarının pazarlanamadığı, ortak tüketimin geçerli olduğu, hizmetten yararlananların birbirine rakip olmadığı hizmetlerdir (7). Kamu hizmeti, kamuoyunun ekonomik, kültürel ve siyasal anlamda yararını gözeten hizmetlerdir. Kamu yararı tek üstün değerdir ve farklı çıkarların bir araya gelmesi ile oluşur; kamu, özel sektör ve sivil toplum örgütleri arasındaki ortak ihtiyaçları karşılayan bir koalisyonu ifade eder (8). Kamu hizmet ve sunumunda kamuoyu yararı gözeten kamu kurum ve kuruluşları görev yapmaktadır. Kamu hizmetleri kendi içlerinde organik, maddi ve biçimsel olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Küreselleşme süreci ile birlikte yapıları ve işlevi değişen devlet, kamu hizmet ve sunumunda kendine bazı ilke ve özellikler benimsemiştir. Bunları şu şekilde sıralayabilir (9); • Değişkenlik ve Uyarlama
• Eşitlik ve Nesnellik • Süreklilik ve Düzenlilik 59
• Bedelsizlik. Kamu hizmet ve sunumunda benimsenen bu ilkeler, kamu hizmetlerinin ekonomik, kültürel ve siyasal gelişmeler ile doğru orantılı şekilde değişimini ve uyarlama göstermesini, hizmet sunum ve kalitesinde kamuoyuna eşit ve nesnel dağılmasını, kamu hizmetlerinin kesintiye uğramadan düzenli bir şekilde devam etmesi gerektiği ve kamu hizmetlerinin bedelsiz olması gerektiğini ifade etmek için ortaya konulmuştur. Ortaya konulan bu ilkeler ile kamuoyunun istek ve ihtiyaçları cevap vermede daha etkin, verimli bir yapının oluşturulması sağlanmaya çalışılmıştır. Yönetişim ve yerelleşme kavramları da bu noktada kamu hizmet ve sunumunun daha etkin ve verimli olması yolunda temellenmiştir. Küreselleşme süreci ile birlikte yapıları ve işlevleri değişen devlet, kamu hizmet ve sunumunda çeşitli entegrasyonu gerektiren reformlar yapmak zorunda kalmıştır. Geleneksel yönetim anlayışından kaynaklanan bütün bu hizmetlerin devlet eliyle yürütülmesi, yeni kamu yönetimi anlayışı ve yönetişim, yerelleşme olguları ile birlikte zayıflamış, kamu hizmet sunumda özel sektörde kendine bir yer bulmuştur. Yeni kamu yönetimi anlayışı ile birlikte, devlet sadece korunma, sağlık, güvenlik gibi temel ihtiyaçlara cevap veren bir kurum haline dönüşürken, kamu hizmet ve sunum noktasında özel sektör ile birlikte etkinlik ve verimlilik arttırılmak istenmiştir. Yaşanan ekonomik, kültürel ve siyasal gelişmeler küreselleşme harekeleri ile birlikte, teknolojinin gelişmesine, istek ve ihtiyaçların çeşitlenmesine ve çoğalmasına neden olmuştur. Yaşanan bu gelişmeler doğrultusunda yapısal ve işlevsel değişime uğrayan devlet, yeni kamu yönetimi anlayışının öngördüğü temel özelikler ve ilkeler doğrultusunda hizmet sunum ve kalitesini değiştirmek zorunda kalmıştır. Kamu hizmet ve sunumunda dönüşüme uğrayan yapı, teknolojinin gelişmesi ile birlikte özelleştirmeler, e-devlet uygulamalarının yaygınlaştırılması, devlet, özel sektör ve sivil toplum işbirliğini öngören yönetişim ve yerelleşeme olgularını etkin ve verimliliği arttırmak için kullanmışlardır. Bu süreçte her ülke kendi koşullarını da dikkate alarak küresel güçlerin çıkarları yerine hem vatandaşın hem de devletin çıkarlarını gözetecek yol ve yöntem geliştirmesi gerekmektedir. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Küreselleşme süreci ile birlikte geleneksel yönetim anlayışının zayıflaması, yönetsel sorunların büyümesi ile birlikte devlet yapısal ve işlevsel bir değişime uğramıştır. Uğradığı bu değişim sonucu geleneksel yönetim anlayışından vazgeçen devlet, yeni kamu yönetimi anlayışını benimsemiş ve sadece düzenleyici ve denetleyici bir rol üstlenmiştir. Değişimin sonucu olarak yeni kamu yönetimin benimsenmesi ile birlikte kamu hizmet ve sunumunda da belirli dönüşümler meydana gelmiştir. Yeni kamu yönetimi anlayışının yönetimde etkinlik ve verimlik esasına dayanan rekabetçi, piyasa yönelimli, hizmette kaliteyi hedefleyen bir yapı ortaya konulmak istenmiştir. Yeni kamu yönetiminde ve kamu hizmet ve sunumda yaşanan değişim ve dönüşümler yönetimin ve
60
hizmet sunumunun etkin, verimli, şeffaf, saydam, katılımcı, eşit, değişken, düzenli, sürekli ve bedelsiz olmasını öngörmüştür. Kaynaklar 1- TURAN, Erol., Kamu Yönetimde Reform, Konya, (2015: s.193). 2- GÖKÜŞ, Mehmet., Kamu Hizmet: Kuram, Politika, Uygulama, Konya (2011: s.35-36). 3- ERDAĞI, Şükrü Metin., Kamu Yönetimi Genel İlkeleri, Konya (2011: s.12). 4- GÖKÜŞ, Mehmet., Kamu Hizmet: Kuram, Politika, Uygulama, Konya (2011: s.44). 5- KAYIKÇI, Sabrina. Mülkiye Dergisi, Küreselleşmenin Kamu Yönetimi Pradigmasına Etkisi ve Türk Kamu Yönetimine Yansımaları, (2015: s.181.). 6- ÖZER, Mehmet Akif., Türk İdare Dergisi, Küreselleşme, Yerelleşme ve Kamu Yönetimi, (2015: s.156). 7- ENER, Meliha – DEMİRCAN, Esra., Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Küreselleşme Sürecinde Değişen Devlet Anlayışında Kamu Hizmetlerinin Dönüşümü: Sağlık Hizmetlerinde Piyasa Mekanizmaları, (2008: s. 57-58). 8- GÖKÜŞ, Mehmet., Kamu Hizmet: Kuram, Politika, Uygulama, Konya (2011: s.31). 9- GÖKÜŞ, Mehmet., Selçuk Üniversitesi Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, Küreselleşme Sürecinin Kamu Hizmetine Yansıması, (2010: s. 196-199).
61
Bütün Gencay dergilerine www.gencaydergisi.com adresinden ulaşabilirsiniz.