Gencay Dergisi - Sayı 62 - Mart 2017

Page 1


www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 6 Sayı 62 – Mart 2017 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com


İÇİNDEKİLER

F. ÖZGE ÖZDEMİR

CANAN CAVŞAK 1

KÜLTÜR VE DİN İLİŞKİSİ

23

H. SUAT YILMAZER

ÇAĞHAN SARI 8

CUMHURİYET’İN İLK ASKERİ DARBESİ 27 MAYIS 1060

KAFKA VE “DÖNÜŞÜM” ÜZERİNE 26

NAMİ CEM İYİGÜN

DİLEK AKILLIOĞLU 15

BEN BİR KIZ ÇOCUĞUYUM

30

EREN TAŞTAN 18

SOĞUK SAVAŞSTRATEJİSİ: TOPYEKÛN MUKABELE

25. YILINDA HOCALI SOYKIRIMI

SERTAÇ EKEMEN AVRUPA’DA TÜRKLER VE MÜLTECİ AÇMAZI 33

MİLLİ KİTAP

ERTUĞRUL K. ÇAM 20

TÜRK ÇOCUĞUNUN BOŞA GEÇİRECEK VAKTİ YOKTUR

HAYALLER VE KAYGILAR ARSINDA

OĞUZHAN SAYGILI KİTAPLARLA SÖYLEŞİ I. 36


Bir toplumda yaşayan insanların dünyaya gelmelerinden başlayıp ömürlerinin sonuna dek devam eden, öğrendikleri ve paylaştıkları her şeyi kapsayan kültür, dil, din, yeme içme alışkanlıkları, sosyal hayat, bilgi, görgü kuralları ve manevi değerlerden oluşur (Kılıç, 2013: 25). Kültür, insanın değer ve anlam dünyasının somutlaşmış halidir. Kültür ile insanın anlam dünyası arasındaki ilişki şöyledir; bir yandan insanın anlam dünyası, yüksek oranda kültürü tarafından biçimlendirilirken diğer yandan insan da kültürü değiştirme kapasitesine sahiptir. Dolayısıyla insanın anlam dünyasını şekillendiren ve insanın yaratıcılığının bir ürünü olan kültür, yeniden şekillendirilmeye uygundur. Kültür, “bir taraftan, milletlerin kendi değerlerini tabiata nakşetmesi ve yüklemesidir; bir yandan da insanı, dolayısıyla da milleti etkisi altına alan ve onu farklılaştıran bir olgudur” (Özden, 2016: 40). Kişiliğin verili olmayıp, bireyin kendi toplumsal deneyimlerinin sonucunda gelişen bir şey bir şey olması gibi, kültür de ait olduğu toplumun kişiliğini oluşturduğu için, bulunduğu toplumun tüm tecrübelerinin sonuçları olarak ortaya çıkar. Bu bakımdan din, insanların bu dünyadaki konumunu belirleyen ve kişilik kazanmasında yardımcı olan bir sosyal olgudur (Özden, 2016: 40). Kültürün kurucu unsurları arasında din, kültürü besleyip etkileyen, kimi zaman da onu oluşturan ilahi bir kaynağa sahiptir. Bu yüzden dini olan birçok şey zamanla kültür haline gelir (Kılıç, 2013: 25). Örneğin, dini bayramlar, ramazan, kandil günleri dinin bir unsuru olmasına rağmen Türk toplumunun kültürel özellikleri ile birleşerek aynı dini benimsemiş diğer milletlerden farklı özellikler kazanmıştır. İnanca dayalı olan din, sosyal hayatta insanları mutluluğa götürmesi beklenen bir olgu olarak algılanır. Kültür ise, duygu yönü daha ağır basan, insan etkinliklerinden ortaya çıkan bir olgu olarak görünmektedir (Özden, 2016: 46). Din insanlara sonsuz bir hayat ve mutluluk sunarken, insanın bu dünyada ortaya koyduğu her şey kültür kapsamındadır. Keskin (2004: 10) her dinin, bir toplum içinde ortaya çıkıp geliştiği için bilinen tüm insan toplumlarında bir dine rastlandığını belirtir ve din ve toplum ilişkileri bakımından şu cümleleri kurar: “Dinin objektifleşip sosyalleştirici araç olması, bir topluma mal olması, bir cemaati ortaya çıkarması, dini olayların belli ölçülerde ve karşılıklı olarak öteki sosyal

1


kurumsal ve kavramsal yapılara, coğrafi faktörlere ve çeşitli değişkenlere bağlı bulunduğunu göstermektedir.” Kültürü oluşturan unsurların en önemlilerinden biri olan dine, bir hayat tarzı olarak bakıldığında, içinde bulunduğumuz dünyanın anlamlandırılması girişimi olarak da tanımlanabilir. Dini anlayış biçimimiz, dünyayı anlamlandırmamıza yardımcı olurken, dünyayı algılayışımız da dini anlayış şeklimize yön verir (Özden, 2016: 39). Bir yandan inanç sosyal yaşamı belirlerken, öbür yandan düşünme biçimimiz de dini algılama şeklimizi değiştirir. Bu yüzden dinin farklı yorumları yapılmakta ve aynı din içinde birbirinden farklı mezhepler bulunmaktadır. Din ile kültür arasında bir ilişki olduğu için, din içinde bulunduğu kültürün temel unsurlarından etkilenir. Örneğin mabetlerin mimari yapısı, büyük ölçüde kültür tarafından şekillenir (Kılıç, 2013: 25). Mesela Türkiye’de, Arabistan’da veya İran’da bulunan camiler yapı itibariyle birbirinden farklı olabilmektedir; çünkü her kültürün sahip olduğu bilgi birikimi ve teknoloji, iklim ve coğrafi yapı birbirinden farklıdır. Aynı din, farklı toplumlarda tamamen farklı şekillerde algılanır ve ona göre şekillenir. Çünkü kültür ile insanın anlam dünyası arasında bir ilişki vardır: “İslamiyet’in kendisine inanan farklı milletler tarafından farklı algılanarak farklı tarzda uygulanması da kaçınılmazdır.” (Özden, 2016: 111). Türk milletinin İslam anlayışı ile Arap milletininki birbirinden farklıdır, her millet kendi kültürel değerleriyle harmanlayarak bir din anlayışı oluşturur. “Değişim, bir olgunun ya da organizmanın bir durumdan başka bir duruma geçmesi ile meydana gelir.” Toplum da değişken bir yapıya sahiptir ve bu değişme onun farklı kültür ve dinlerle olan ilişkisi sonucu toplumsal kurumlarında ve insanlar arası ilişkilerinde meydana gelir (Armağan, 2013: 60). “Türk toplumunun tarihsel süreç içerisinde geçirdiği köklü değişimlerde dinin etkisi özellikle ilk dönemlerde kendini göstermektedir. Türkler karşılaştıkları dinlerden etkilenmek suretiyle toplumsal yapılarında köklü değişmelere yol açtılar.” (Songül, 2010: 54 ). Türklerin toplumsal yapılanmalarında meydana gelen değişikliklerde dinin etkisi oldukça yoğun görülür. Geçmişte farklı devirlerde Gök Tanrı, Şamanizm, İslamiyet gibi farklı inanç sistemlerini benimsemişlerdir. Türkler on ikinci yüzyıldan itibaren, yaşam koşullarında bir değişme olmadığı halde İslamiyet’i benimsemiş, böylece dünyaya karşı yeni bir bakış açısı, siyasi anlayış geliştirmişler ve toplum yapılarını da bu düşünceye göre değiştirmişlerdir (Kösoğlu, 2009: 67). İslamiyet’e geçen Türklerde, kültürün bir ögesi olan dilin de kabul edilen yeni dinden etkilendiği görülmektedir. Nevzat Kösoğlu, dinin dile yansıyan bu etkisini şu sözlerle belirtir: “Dil ki, bir kültürdür; onun hem sesi, hem içeriğidir. Bizim kelimelerimiz bin yıldır Müslüman olarak inanan, dünyaya Müslüman olarak bakan, kavrayan ve onu

2


Müslüman olarak yorumlayıp isimlendiren atalarımızın eseridir.” (Kösoğlu, 2009:132-133). Erol Güngör de yukarıdaki düşünceyi destekler nitelikte aşağıdaki bilgiyi verir: “Türkiye’de Türk isminin hemen hiç kullanılmadığı devirlerde Batılılar bu ismi ‘Müslüman’ kelimesine eş manada kullanıyorlar ve Müslüman olan bir batılı için, bu ihtida Fas’ta veya İsfahan’da dahi olsa ‘Türk oldu’ diyorlardı.” (Güngör, 2011: 104). Burada da yine kültür ile dinin birbirlerini nasıl etkilediği, hatta dini kimlik ile millet kimliğinin birbirlerinin yerine kullanıldığı görülmektedir. Din içine girdiği toplumun diline, konuşmalara da yansır, ‘inşallah, maazallah, maşallah’ gibi terimler günlük dilde sıkça kullanılır. Din-toplum arasındaki ilişkilerin ele alınış şekillerinden birincisi, dinin toplumsal yapıyı şekillendirildiği; ikincisi ise, birincisinin tersine, dinin toplumsal yapı ve şartların bir ürünü olduğu şeklindeki değerlendirmeler olmak üzere iki grupta toplanabilir. Her iki görüş de bu olgulardan yalnızca bir tanesini ön plana çıkarmaktadır (Keskin, 2004: 18). Ancak bu çalışmada daha çok ikisinin karşılıklı bir etkileşim içinde oldukları vurgulanmaktadır. Yukarıda da ifade edildiği gibi din-kültür etkileşimi bahis konusu olduğunda, Ziya Gökalp, ikinci görüştedir. Yani bu düşünceye göre din de kültürün alt birimi kabul edilir. Eliot’un düşüncesine göre ise, kültürü belirleyen unsurlar arasında din ön plandadır ve diğer bütün kültürel unsurlar dinin etkisiyle ortaya çıkmaktadır (Eliot’tan akt. Özden, 2016: 43). T. Stearns Eliot’un : “kültür, aslında herhangi bir toplumun dininin vücut bulmuş şeklidir” (Eliot’tan akt. Özden, 2016: 41) cümlesinde de görüleceği gibi burada asıl kaynak dindir. Gökalp, dinlerin hayatın sembolik bir ifadesini oluşturduğu düşüncesinden hareketle İslam ibadetinin akli açıklamasını şöyle yapar; “Dinin yasaları, mümini cismani arzulardan, bireycilikten yani hayvani yaradılıştan kurtarmak içindir.” Gökalp'a göre din; “Fertlere, insanüstü bir metanet, sabırlılık, şefkat ve metanet vererek, onlarının bazılarını manen evliyalar dercesine yüceltebilmektedir. Bu ferdin, insan olarak gelişmesinde önemli bir görev almaktadır.” Gökalp’a göre din hem bireylere hem de cemiyetlere şahsiyet verir (Gökalp’ten akt. Acet, 2014: 82-83). Gökalp’e göre din, hem manevi hayat için hem de milli kültür açısından da büyük önem taşımaktadır. “Milli harsın membaı deruni hayat olduğu için, birinciyi kuvvetlendirmek üzere behemehâl ikinciyi derinleştirmek lazımdır” diyen Gökalp’e göre din hem birey hem de toplum için manevi bir ihtiyaçtır (Gökalp’ten akt. Songül, 2010: 54). Bireysel olarak insanın yüce bir varlığa inanma, sığınma ihtiyacını karşılayan din, toplum için de gereklidir. Kültür ve din birbirini farklı oranlarda etkileseler de ikisinin birbiriyle etkileşim içinde olduğunu daha önce de belirtmiştik. Şöyle ki, din, kabul edildiği toplumun hem genel yapısını değiştirir, hem de o toplumun içinde bulunduğu çevre ve kültürel yapılanma 3


tarafından yeniden yorumlanır. Bu konuda Max Weber toplum-din ilişkisini “gerçekten de her din, amaçları ve vaatleriyle uygulandığı tabakayı belli boyutlarda etkiler” ifadesiyle belirler (Weber’den akt. Kılıç, 2013: 25-26) Bu yaklaşıma göre dini olan birçok şey zamanla kültürün bir unsuru haline gelir. Weber’e göre de din, insanların toplumsal çevresine yönelik tutum ve davranışlarını düzenleyici bir özelliğe sahiptir. Din ile toplum arasındaki etkileşim sosyolojik bir gerçektir. Her din, farklı bir toplum modeli oluşturarak bireylerin hayatını değiştirdiği gibi, topluma yeni bir zihniyet kazandırır (Weber’den akt. Armağan, 2013: 61). Sonuç olarak, her milletin kendine özgü dinî yaşayışı bulunur ve milletlerin dinî yaşayışları onların kültürünü de etkiler. Batıda kilise çanlarının ibadet için çalması, bizde ise namaz vakitlerinde ezanların okunması kültürel ve dinî yaşantıyı simgelemektedir (Kılıç, 2013: 28). Sonuç olarak, kültür toplumların devamlılığı açısından önemli bir yere sahiptir. Türk kültürünü nasıl oluştuğunu anlamak için de maddi ve manevi değerler birlikte ele alınmalıdır. Birçok kültür tanımı yapılıyor olsa da kültürün anlaşılması için meydana geldiği topluma bakmak gerekir. Türk kültürünün oluşmasında, milli bir kimlik kazanmasında dinin de etkisi vardır. Dinin, kültür üzerinde etkisi olduğu gibi kültürün de din üzerinde etkisi vardır. Dini kurallar kültürel yaşamın içine girip kültürün bir parçası haline gelmektedir. Sahip olunan kültür de dini etkilemektedir. Aynı dini kabul eden iki farklı toplumun, milletin kültürel özellikleri farklı olduğu için dini algılayış ve yaşayış biçimleri de farklılaşmaktadır. KAYNAKÇA Acet, M. (2014); “Ziya Gökalp’te Din ve Milliyetçilik” Yüksek Lisans Tezi, Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Diyarbakır. Armağan, E. (2013); “Max Weber’in Din Sosyolojisi” Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta. Güngör, E. (2011); Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 21. Baskı, İstanbul: Ötüken. Keskin, M. (2004); “Din ve Toplum İlişkileri Üzerine Bir Genelleme” iç. Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi Sayı: 2 Kılıç, M. (2013); “Yahya Kemal Beyatlı’da Kültür ve Din İlişkisi” Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta. Kösoğlu, N. (2009); Milliyetçilikte Yeni Arayışlar Yahya Kemal Hayatı ve Düşünce Dünyası, İstanbul: Ötüken. Özden, Ö. (2016); Bir İnanç ve Kültür Terkipçisi Yahya Kemal, 3. Baskı, İstanbul: Ötüken. Songül, A. (2010); “Prof. Dr. Erol Güngör’de Kültür ve Din İlişkisi” Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.

4


Türkiye'de çok partili hayata geçiş daha Milli Kalkınma Partisi’nin birkaç önce tarih sahnesine çıkmış olmasına rağmen nitelikleriyle beraber Demokrat Parti'nin kurulması ile başladı.1 Kurucuları Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan olan parti kısa zamanda ilgi topladı.2 Bu ilgi sonucunda iktidarı elinde tutmak arzusunda olan CHP, 1947'de yapılması gereken seçimleri öne aldı. İlk tek dereceli seçimler 21 Temmuz 1946'da yapıldı.3 Seçimi CHP kazandı. Ancak seçim kanununda açık oy gizli tasnif uygulaması ve tek parti yönetiminden kalma parti devlet anlayışının taşrada devam etmesi seçimlere gölge düşürdü. 4 Demokrat Parti, seçimlerin bir yıl öne alınmasıyla hazırlıksız bırakılmıştı. Seçimlerde yeterli aday da çıkaramamıştı.5Ancak seçimler Demokrat Parti'nin halk nazarında destek bulduğu sonucuna ulaşıldığını gösterdi. Dört yıllık muhalefet dönemi boyunca Demokrat Parti, toplumun farklı kesimlerinden destek toplamaya başladı. 1950 seçimlerine yaklaşılırken demokrasinin gelişmesi için adına bir takım adımlar atıldı. Seçim kanunu değiştirildi, gizli oy açık tasnif ilkesi kabul edildi.6 14 Mayıs 1950'de yapılan seçimlerde, Demokrat Parti seçimleri kazandı. Tek parti yönetiminin seçimle değişmesi Avrupa kamuoyunda da dikkatle takip edildi. 'Beyaz İhtilal’ olarak nitelendirilen seçimlerin demokrasi bayramı olarak kutlanılmasını önerenler oldu.7 Seçimlerden sonra Cumhurbaşkanlığı'na Celal Bayar seçildi. Celal Bayar, Cumhurbaşkanı olarak hükümeti kurma görevini Adnan Menderes'e verdi.8 Menderes on yıl süreyle Başbakan olarak bu dönemin en önemli aktörlerinden oldu 9 Demokrat Parti, 1954 ve 1957'ye yapılan seçimlerde de sandıktan kazanan parti olarak Bkz: Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, İmge Kitabevi, İstanbul 2003; Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti, Phoenix Yayınları, Ankara 2004; Tanel Demirel, Türkiye'nin Uzun On Yılı - Demokrat Parti İktidarı ve 27 Mayıs Darbesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2011. 2 Nadir Nadi, Perde Aralığından, Çağdaş Yayınları, İstanbul 1979, s.326-328. 3 Feroz Ahmad, a.g.e. s.129; Karpat, a.g.e. s.166. 4 Nihat Erim, Günlükler, c.I, haz. Ahmet Demirel, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2005, s. 157. 5 Mehmet Ali Birand, Demirkırat, Doğan Kitap, İstanbul 2007, s. 34. 6 Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul 1967, s. 443; Karpat, a.g.e. s. 167. 7 Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, c.IV/I, Bilgi Yayınevi, Ankara 1999, s. 281. 8 Eroğul, a.g.e. s.84. 9 Bkz:Orhan Cemal Fersoy, Bir Devre Adını Veren Başbakan Adnan Menderes, Garanti Matbaası, İstanbul 1971; Şevket Süreyya Aydemir, Menderes'in Dramı, Remzi Kitabevi, İstanbul 2007. Şerif Demir, Türk Siyasi Tarihinde Adnan Menderes, Paraf Yayıncılık, İstanbul 2010; Celal Bayar, Başvekilim Menderes, der.İsmet Bozdağ, Tercüman Yayınları, İstanbul 1985. 1

5


çıktı. Ancak 1957'de oy oranlarındaki düşüş, iktidar yıpranmasını ve seçmenin memnuniyetsizliğini ifade ediyordu.10 Toplumdaki kaynaşma ordu içerisinde yankı buluyordu. Ancak ordu içerisinde darbe için oluşan cuntaların kuruluş adımı, darbenin hemen öncesinde aranmamalıdır. 1. 27 Mayıs Öncesi Cuntaların Kurulması Demokrat Parti'ye kuruluşunda destek veren kesimlerden biri de askerler idi. Birçok DP'li milletvekili, tıpkı CHP'de olduğu gibi asker kökenli idi. DP, ilk yıllarında Fevzi Çakmak'ı DP listesinden aday olmasına ikna etmiş, ardından Mareşal'i, TBMM'de İnönü'ye karşı Cumhurbaşkanı adayı göstermişti.11 DP'nin iktidarından sonra bu destek yitirilmeye başladı. Adnan Menderes, henüz görevinin birinci ayını tamamlamadan 5 Haziran 1950'de ordudaki Kuvvet Komutanlarını değiştirdi.12 DP, ilk icraatı olarak 18 yıl boyunca Türkçe okunan Ezan hakkındaki kanunu değiştirdi. Türkçeden başka bir dilde ezanın okunmasını yasaklayan kanunun kaldırılması sırasında CHP’li vekillerde lehte oy kullandı. Bu atılan adım toplumda olumlu karşılanmasına rağmen ordu içerisinde alerji yarattı. Ordu içerisindeki birçok subay, bunun Atatürk İnkılâplarından verilen bir taviz olarak nitelendirdi.13 Ezan meselesinden sonra, ordu ile hükümet bu kez, Milli Savunma Bakanı Kurtbek’in orduda reform tasarısı yüzünden karşı karşıya geldi. Tasarıda Genelkurmay Başkanlığı'nın MSB'ye bağlanması ile askeri yargının kaldırılıp ordu içerisindeki davaların sivil mahkemede görülmesini öngören maddeler vardı.14 Tasarının yarattığı huzursuzluğu fark eden Menderes reformu hayata geçirmedi ve bakanını görevden aldı. Ayrıca Marshall yardımı kapsamında orduya eğitim amaçlı gelen Amerikan subaylar da orduda memnuniyetsizlik kaynağıydı.15 DP'nin ilk yıllarındaki başarılı ekonomik ve sosyal politikaları 1955'den sonra gerilemeye başladı. Devalüasyon ile Türk parasının değeri düştü. Menderes'in İnönü ile girdiği polemikler16 de ordu içerisinde bazı subaylarda huzursuzluk yaratıyordu. Çünkü bu subaylar İnönü'yü CHP Genel Başkanı olarak değil, Milli Mücadele Kahramanı İsmet Paşa olarak görüyordu.17 Basın ile kötü ilişkiler, 1954 seçimleri sonrası Kırşehir'i ilçe Metin Toker, DP Yokuş Aşağı, Bilgi Yayınevi, İstanbul 1991, s.259. Rahmi Akbaş, Mareşal Fevzi Çakmak, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2008, s.386. 12 DP'nin 14 Mayıs'ta seçimleri kazanması üzerine seçim akşamı, ordu yüksek komuta kademesi toplandı. Seçimlere hile karıştırıldı bahanesi ile iktidarın DP'ye bırakılmaması önerisi İnönü'ye iletildi. İnönü kabul etmedi. Bu hususu DP'nin emekli Albay olan Milletvekili Seyfi Kurtbek'in öğrenip Celal Bayar'a iletmesi ile ordu içerisinde DP karşıtlığından haberdar olan Adnan Menderes görevinin hemen başında komuta kademesinde değişiklik yaptı. Bkz: Birand, a.g.e. s.55-56; Eroğul, a.g.e. s. 99-100; Ümit Özdağ, Menderes Döneminde Ordu Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali, Boyut Kitapları, İstanbul 2004, s.23-27; Ali Fuat Başgil, 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, Yağmur Yayınları, İstanbul 2011, s. 151. 13 Bayar, a.g.e. s.111-112; Sami Küçük, Rumeli'den 27 Mayıs'a, Mikado Yayınları, İstanbul 2008, s. 64-65; Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, c. IV/II, Bilgi Yayınevi, İstanbul 1999, s. 44. 14 Şevket Süreyya Aydemir, İhtilalin Mantığı ve 27 Mayıs İhtilali, Remzi Kitabevi, İstanbul 2000, s. 229-230; Seçil Karal Akgün, 27 Mayıs, ODTÜ Yayıncılık, Ankara 2009, s.14. 15 Birand, a.g.e. s.77. 16 Bkz: Şerif Demir, Düello - Menderes ve İnönü, Timaş Yayınları, İstanbul 2011. 17 Birand, a.g.e. s.77; Başgil, a.g.e. s.152. 10 11

6


yapması,18 Vatan Cephesi'ni kurması,19 darbe iddialarını soruşturmak için Tahkikat Komisyonu'nu kurup Yetkiler Kanunu'nu çıkarması,20 Uşak ve Topkapı olayları,21 27 Mayıs darbesine giden yolda DP'nin gidişatı değiştiremediğini göstermektedir. İsmet İnönü'nün bu dönemdeki kritik demeçleri cunta içerisindeki subaylar tarafından dikkatle takip edilmiştir.22 Ayrıca İnönü'nün damadı Metin Toker'in de bu dönem çıkardığı Akis dergisi cuntaya dâhil olan subaylar tarafından yakından izleniyordu. Darbeyi gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi’nin ilk nüvesi 1954 senesinde İstanbul Tuzla Uçaksavar Topçu Okulu'nda Dündar Seyhan ve Orhan Kabibay tarafından kuruldu. 23 Bir yıl sonra Ankara'da da bu çalışmanın konusunu teşkil eden Talat Aydemir'in yer aldığı cunta kuruldu.24 Osman Köksal, Talat Aydemir önderliğinde kurulan örgüt, Aydemir'in İstanbul Harp Akademisi'ne gelmesi sonunda İstanbul örgütü ile tanıştı ve birleştirildi. İlk başta darbe amacını açıkça dile getirmeyen örgüt bu dönemden sonra ihtilal cemiyeti hüviyetine büründü.25 24 Aralık 1957 günü, örgütün lideri konumundaki Yarbay Faruk Güventürk, Milli Savunma Bakanı Şemi Ergin'e liderlik teklifi yaparken aynı saatlerde İstanbul'da Samet Kuşçu adında bir Yarbay, örgütü ihbar etti. 26 İhbardan sonra dokuz subayın tutuklanmasından dolayı Dokuz Subay Olayı olarak isimlendirildi.27 Delil yetersizliğinin yanı sıra Menderes'in isteksizliği nedeniyle de soruşturma sonucunda darbe örgütü ortaya çıkarılamadı. İhbarcı Yarbay Samet Kuşçu ordudan atıldı.28 Bu olaydan sonra örgüt kendisini korumaya aldı. 2. Darbenin Gerçekleşmesi 1959 yılından itibaren örgüt, darbe planları yapmaya başladı. Öncelikle önemli gördükleri mevkilere atanmalarını sağladılar. 1960 senesine gelindiğinde Ankara'da iyice güçlenen örgüt, 27 - 28 Nisan olayları ile 555 K'ın ardından siyasi ortamı kollayarak harekete geçti. Bu sırada emekliye ayrılmaya hazırlanan Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, Adnan Menderes'e, Milli Savunma Bakanı Etem Menderes aracılığı ile bir mektup yazarak, kendisinin istifa ederek Cumhurbaşkanı olmasını, ordu içerisinde huzursuzluk yaratan politikalara son verilmesi gerektiğini tavsiye eden bir mektup yazdı.29 Mektuptan sonra Menderes istifa etmeye kalktıysa da Bayar buna karşı çıktı.

Erdoğan Günal, Türkiye'de Demokrasinin Yüz Yıllık Serüveni, Karakutu Yayınları, İstanbul 2009, s. 140. Şerafettin Turan a.g.e. s.188; 20 Cem Eroğul, a.g.e s.241-243; Turan, a.g.e. s.214 21 Cem Eroğul, a.g.e s.231-235; Turan a.g.e. s.198 22 'Sizi ben bile kurtaramam'; 'Şartlar tamam olduğunda milletler için ihtilal haktır'. bkz: Şerafettin Turan, İnönü - Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, Bilgi Yayınevi, Ankara 2003; Şerif Demir, a.g.e. s.386. 23 Özdağ, a.g.e. s.75; Kemal H. Karpat, Osmanlı'dan Günümüze Asker ve Siyaset, Timaş Yayınları, İstanbul 2010, s.323; Abdi İpekçi - Ömer Sami Çoşar, İhtilalin İçyüzü, İşbankası Kültür Yayınları, İstanbul 2007, s.32. 24 Özdağ, a.g.e. s.77; Birand, a.g.e. s.79. 25 Özdağ, a.g.e. s.88; Birand, a.g.e. s.80. 26 Özdağ, a.g.e. s.98; Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, Hil Yayın, İstanbul 2007, s.200. 27 Cem Eroğul, a.g.e s.220; İpekçi - Çoşar, a.g.e s. 58. 28 Özdağ, a.g.e. s.100; İpekçi - Çoşar, a.g.e. s. 77. 29 Cem Eroğul, a.g.e s.247; Aydemir, a.g.e. s,325-326; Birand, a.g.e. s.119. 18 19

7


Hiç bir yazılı planı olmayan örgüt son toplantısını 26 Mayıs günü yaptı. Ordu üst kademesi ise o gün hükümete bağlı olduğunu ve bir darbe girişiminin bulunmadığı teminatını vermek üzere bir aradaydı.30 26 Mayıs'ı, 27 Mayıs'a bağlayan gece saat 03.00'te Ankara'da ve İstanbul'da darbe hazırlığı yapmış olan birlikler harekete geçti.31 O sırada Eskişehir'de olan Menderes, Kütahya yolu üzerinde Muhsin Batur tarafından tevkif edildi. 32 Köşk Muhafız Alayı komutanı olan Osman Köksal, Celal Bayar'ı tevkif etti.33 Direnen Bayar bir intihar girişiminde bulunsa da başarıya ulaşmadı. İstanbul'da 04.00 sularında girişilen hareket nihai sonucu aldıktan sonra Ankara'dan radyo bildirisini beklemeye başladı. Saat 05.45 itibari ile Albay Alparslan Türkeş'in radyodan okuduğu bildiri ile darbe açıklanmış oldu.34 Harekât sonrasında gün boyunca İstanbul ve Ankara'da sıkıyönetim komutanlıklarına DP’liler tutuklanarak getirilmeye başlandı. İstanbul'da Harp Okulu'nda tutuklu olan Namık Gedik, pencereden atlayarak intihar etti.35 Darbe günü Ankara'da Tümgeneral Madanoğlu, emekli olduktan sonra İzmir'e yerleşen Orgeneral Cemal Gürsel'e, harekâtın liderliği yolunu açtı. Gürsel uçakla Ankara'ya getirildi. Daha sonra Sıddık Sami Onar gibi Menderes ile kavgalı üniversite hocaları Ankara'ya getirildi. Üniversite hocalarının önerisi üzerine derhal seçimlere gitmek yerine darbenin meşruiyetini sağlamak için devrilen DP iktidarının yargılanmasına karar verildi.36 3. Yassı Ada Mahkemeleri 12 Haziran 1960'ta kabul edilen bir yasayla DP yöneticilerinin ve bunların suçlarına katılanların yargılanması amacıyla Yüksek Adalet Divanı'nın kurulması kararlaştırıldı. Sanıkların sorumluluklarını araştırmak ve Yüksek Adalet Divanı'na verilip verilmemelerinin gerekip gerekmediğine karar vermek üzere de Yüksek Soruşturma Kurulu oluşturuldu. Yüksek Adalet Divanı'nın kararları kesin olduğundan hiçbir itiraz ya da temyiz imkânı olmayacak, ama ölüm cezalarının infazı Milli Birlik Komitesi'nin (MBK)37 onayına bağlı olacaktı. 6 Ekim1960'ta MBK'nın kararıyla Yüksek Adalet Divanı başkanlığına Yargıtay 1. Ceza Dairesi başkanı Salim Başol, Yüksek Adalet Divanı başsavcılığına da Yüksek Soruşturma Kurulu üyesi Altay Ömer Egesel getirildi.38 Yassıada Yargılamalarına14 Ekim1960'ta başlandı. Eski Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, eski Başbakan Adnan Menderes, son Bakanlar Kurulu üyeleri ile milletvekilleri, eski Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun'un da aralarında bulunduğu pek çok sanık, Özdağ, a.g.e. s.188; Emin Aytekin, İhtilal Çıkmazı, Dünya Matbaası, İstanbul 1967, s.7-8. Özdağ, a.g.e. s.191; Turan, a.g.e. s.220. 32 Özdağ, a.g.e. s.197; Muhsin Batur, Anılar ve Görüşler, Milliyet Yayınları, İstanbul 1985, s. 84. 33 Özdağ, a.g.e. s.199; Örsan Öymen, a.g.e. s. 252. 34 Özdağ, a.g.e. s.201;Turan a.g.e s.222. Başgil, a.g.e. s.159. 35 Aydemir, a.g.e. s.362-365; Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, c.V, Bilgi Yayınevi, Ankara 2002, s.20. 36 Günal, a.g.e s.147; Turan a.g.e. s.71. 37 27 Mayıs Darbesi sonrası ülke idaresini eline alan, 38 subaydan oluşan komitenin adı; İpekçi - Çoşar, a.g.e. s.237. 38 Günal,a.g.e s.161; Turan, a.g.e s.72 30 31

8


anayasayı ihlal ve öteki suçlardan yargılandılar. Adnan Menderes bir vesile ile savunma hakkının kısa kesildiğini belirttiğinde, mahkeme başkanı Salim Başol'un, "Sizleri buraya tıkan irade böyle istiyor" dedi.39 Başlangıçta, anayasayı ihlal davasının iddianamesi hazır olmadığı için yargılamalara diğer dosyalardan başlandı. Ancak Bebek Davası, Köpek Davası gibi kamuoyunda isimlendirilen dosyaların içerikleri çok hafif bulundu. Mahkemenin adalet kurallarını işletme yöntemlerinin kusuru tartışılmakta iken maksatlı dosyaların bulunulduğu görüldü.40 15 Eylül1961'de mahkeme kararları açıklandı. Celâl Bayar, Adnan Menderes, TBMM eski başkanı Refik Koraltan, eski dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu, eski maliye bakanı Hasan Polatkan başta olmak üzere 15 sanık ölüm cezasına, 402 sanık ömür boyu hapse ya da başka ağır hapis cezalarına çarptırıldı.41 135 sanık aklanırken beş sanığın da davası düştü. Kararların açıklandığı günün sabahında Menderes, intihar girişiminde bulunduğu için mahkeme salonunda değildi.42 Milli Birlik Komitesi, idam cezalarına karşı yoğun bir kampanya ile karşı karşıya kaldı. Celal Bayar'ın cezası yaş haddinden ötürü müebbet hapse çevrildi. Zorlu, Polatkan ve Menderes dışında kalan 11 idam cezasını da MBK affederek müebbet hapse çevrildi. Hükümlülerin Kayseri Cezaevine gönderilmesi kararlaştırıldı.43 Cezaları affedilmeyip onaylanan Zorlu ve Polatkan 16 Eylül sabaha karşı infaz edildi. Menderes’in sağlık durumunda iyileşme görülmesi üzerine 17 Eylül günü İmralı Adasında hakkındaki hüküm yerine getirildi.44 4. 27 Mayıs Sonrası 27 Mayıs Darbesi'nden sonra en çok tartışılan kavram İkinci Cumhuriyet oldu. 45 Bir buçuk yıla yakın askeri yönetim devam etti. 15 Ekim 1961 tarihi seçim günü olarak belirlendi. Darbeden sonra DP kapatılmış bulunuyordu. DP'nin yerine Ekrem Alican'ın Yeni Türkiye Partisi ile 27 Mayıs sonrasında emekli edilen Org. Ragıp Gümüşpala başkanlığında kurulan Adalet Partisi siyaset sahnesine çıktı.46 Bu iki partinin dışında Osman Bölükbaşı'nın CKMP'si de seçimlere giriyordu. CHP ise darbenin siyasi sorumluluğundan kaçmaya çalışmış ancak tabanda bu görüş etkili olmamıştı. CHP seçimlerden kazanan parti olarak çıkacağını hesaplıyordu. Ancak 27 Mayıs Darbesi'nde sessiz kalan çoğunluk tepkisini sandıkta gösterdi. CHP, %36; AP, %35 aldı.47 DP'nin diğer mirasçı partilerin oy oranları da toplandığında netice itibari ile darbeyle indirilen Ilıcak, a.g.ec.I, s.114. Bkz: Nazlı Ilıcak, 27 Mayıs Yargılanıyor, c.I-II, Kervan Yayınları, İstanbul 1975, Mehmet Arif Demirer, 27 Mayıs - Masallar ve Gerçekler, Toplumsal Yayıncılık, İstanbul 2012; Hulusi Turgut, Yassıada'da Yaptırılmayan Savunmalar, Doğan Kitap, İstanbul 2003. 41 Günal, a.g.e. s.163. 42 Orhan Cemal Fersoy, a.g.e. s.516; Birand, a.g.e s. 189. 43 Günal a.g.e. s.164. 44 Fersoy, a.g.e. s. 525-526; Birand, a.g.e 198. 45 Kemal H. Karpat, Türk Siyasi Tarihi,Timaş Yayınları, İstanbul 2011, s.154. 46 Turan a.g.e s.66-69; Karpat, Kısa Türkiye...s. 175. 47 Turan, a.g.e. s.83; Tevfik Çavdar, Türk Demokrasi Tarihi, c.II, İmge Kitabevi, İstanbul 2008, s.113. 39 40

9


bir partinin sandıkla geri geldiği görülüyordu. CHP dışında kalan bir koalisyon hükümetinin kurulmasının matematiksel imkânı vardı. İşte bu ihtimal cuntaları hareketlendirdi. Bu aşamadan sonra 27 Mayıs'ın ilk artçı sarsıntısı gerçekleşti. Darbenin boşuna yapıldığı hissine kapılan subaylar, seçim sonuçlarına yönelik farklı düşüncelerde bulunuyorlardı.48 27 Mayıs'ın gerçekleştiği tarihte Kore'de olan Talat Aydemir, darbeden sonra ülkeye dönmüş ve silahlı kuvvetler birliği adı altında yeni bir cuntanın içerisinde yer almıştı. Şimdi bu cunta en etkili bir şekilde tavır almaya başlamıştı. 21 Ekim günü İstanbul'da Vali ve Belediye Başkanı Korgeneral Refik Tulga başkanlığında İstanbul Cuntasını topladı.49 Toplantı derhal bir müdahale hazırlığı toplantısı halini aldı. Sonunda İstanbul Sıkıyönetim Komutası Cemal Tural'a müdahale kararının protokolü sunuldu. Bu protokole göre partiler kapatılıp meclis açılmadan feshedilecekti.50 Protokol İstanbul'da imzalandıktan sonra Ankara'ya bildirildi. İlk imzalayan Talat Aydemir ve arkadaşları oldu. 23 Ekim günü Ankara'da komutanlar ve parti liderleri, Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı'nın girişimi ile toplandı. Nihayetinde hükümetin İsmet İnönü başbakanlığında kurulması, Cumhurbaşkanlığı'na da Cemal Gürsel'in seçilmesi şartıyla protokol geri alındı.51 AP'nin cumhurbaşkanlığı için adayı olan Ali Fuat Başgil ise 24 Ekim'de Ankara'ya geldi. Sıtkı Ulay tarafından ikna edilerek apar topar Ankara'dan uzaklaştırıldı.52 25 Ekim 1961'de TBMM tekrar açılırken, 27 Mayıs sonrasında bu ilk artçı sarsıntının izlerini taşıyordu. Hükümet, CHP ve AP koalisyon hükümeti idi.

Aytekin, a.g.e s.116; Mehmet Ali Birand, 12 Mart, İmge Kitabevi, İstanbul 2008, s.24. Aytekin, a.g.e. s.122; Birand, a.g.e. s.26; Çavdar, a.g.e s.114. 50 Aytekin, a.g.e. s.131; Birand, a.g.e. s.28; Çavdar, a.g.e. s.115. 51 Aytekin, a.g.e. s. 134; Birand, a.g.e. s.32; Çavdar, a.g.e. s.116. 52 Birand,a.g.e, s.33. 48 49

10


Ben bir kız çocuğum. Doğduğumda uzunca avazlar attım. Attıkça bir kız çocuğu olduğumu hissettirecek çığlıklar. Tarih boyunca bu çığlıklardan rahatsız olanlarda ortaya çıktı, sahip çıkmak isteyenlerde. Dünyaya geldiğimde varlığımın ikinci anlamı olduğu öğretisiyle işe başlanılacaktı. Kız olmanın kattığı diğer anlam ile savaşmaya başlayacaktım. Kadın-kız olmanın yeşil ve kırmızıçizgileri ile büyütülecektim. Ölmeden mezara konulduğum vakitlerde doğmadığım için belki minnettar olmalıyım derken kıskançlıkların fazla olduğu yeryüzünde sevgi, aşk, bağlılık, ahlak bahane edilerek öldürülecektim. Üstelik çoğunlukla haklı olduklarını düşündükleri sebeplerle canımdan olacaktım. Veyahut tam tersi anlık zevkleri sebebi ile. Ayrıca bunu büyükken değil tam da kız çocuğuyken banareva görenler bile olacaktı. Aksine bir kız çocuğu sahibi olduğu için bahtiyar olan aileler dahi beni yetiştirirken kendince özgür ama kızlara ait olan sınırlar belirleyecekti. Bunlar için onları suçlamak imkânsız çünkü var olan her şey tüm zamanlarda çeşitli biçimlerde vardı. Ben bir kız çocuğum. Üç soru takıldı aklımın köşelerine. Cevaplarını yazarak gittiğim üç soru sordum sizlere. Sırf kız olduğum için sınırlamalarım var mıydı? Her zaman… Dünya kız çocuklarının sınırlamaları ile çizilmiş bir yer gibi sanki. Çizgiler her yer de her rol de vardı, kızlarda iki tane üst üste var gibiydi. Sürekli… Yaradılışımla çizgilerimin aslında sadece insan diye isimlendirilmesi gerekirken ben kız çocuğu diye adlandırıldım. İçine biri sürü sorumluluk sıkıştırılan bir isimle arkamdan seslenildi. Bana olmam gereken gibi olmayı zorlu bir şeyler yapmamayı öğreteceklerdi. Birini gerçekten kurtaramayacağımı, bir şeyleri çizemeyeceğimi, başlatamayacağımı, hikâye yazamayacağımı, hikâyedeki esas kahraman olamayacağımı göstereceklerdi. Bir kutu gibiydim. İçime sürekli kalıp cümleler yazılacaktı. Üzerime terzilerin belirlediği elbiseler giydirilecekti. Aslında bu durum ufak bir çocukken o derece kendini hissettirmeyecekti. Fakat büyümeye başladıkça kutudaki cümleler ağırlaşacaktı; 11


Kızlar güzel, mükemmel olmalı! Kızlar güçlü değildir! Kızlar savaşamaz! İşte böylesine direktiflerle öz güvenim düşmeye, adımlar geri gitmeye başlayacaktı. Yeni şeyler düşünür ve denerken sınırlar aklımı kurcalayacaktı. Her başarı kısıtlı gibi görünecekti. Nasıl davranacağıma dair yazılmış kurallar var olacaktı. Duyduğum bir sürü emir cümlesi... Kız gibi gülmek, kız gibi koşmak, kız gibi konuşmak. Gerçekten ne kötülüğü var ki kız gibi olmanım diye başlayan sorular üretecektim. Erkek gibi istediğim sokağa dalmanın veya bir fikrin arkasından koşmanın nasıl olabileceğini sürekli düşünecektim. Kutuyu gerçekten kimlerin ne istediğine göre doldurmak gerekiyor sayıklamaları ile kendimi aramaktan vazgeçecek, istenilene göre şekil verecektim. Bir kız çocuğu ideallerimizde durdurulmalı mıydık? Çoğunluğa göre elbette! Hakaretler, tacizler, küçümsemelerin yüzümüze vurulmasını istemiyorsak durmalıydık. Öğretilenlerin ötesine geçmemeliydik. Haksız değillerdi. Zira toplum böyle inşa edilmişti. Ama haksız olan nokta standart kuvvetin veya yeteneğin dahi kullanılması çoğu kez kız çocuğunun canından olmasına sebep olacaktı. Bizler hep kız gibiydik. Kız gibi olmak da kulağa zayıf bir şeymiş gibi gelecekti. 10-12 yaşında kim olmayı istediğimi bulmaya çabalarken kız olmamın oyunumu tamamen değiştireceği gösterilecekti. Zor yolların yerine bana yakışanı yapmam gerektiği fısıldanacaktı. Siyasetçi olmam zor olacaktı. Futbolcu olmam da bir kıza yakışmayabilirdi! Yapmaya devam ettiğim şeyden tam tersi yönde yürüdüğüm ilk zaman işte bu çağ olacaktı. Çünkü kız gibi davranmalı, belirli yerlerde sessizce durmalıydık. Ben bir öğretmen olabilecektim ama bir halterci olmamam gerekirdi. Yakışmazdı. Gerçekten eksik miydik? Çoğu zaman öyle… Kendimizin eksik olduğunu kabul ederek büyütüldük. Oyuncaklarımız, giysilerimiz, bu kabule göre düzenlenmişti. Saçlarımız, bakışlarımız bile büyürken öğretilmişti. Nasıl yapmamamız gerektiği gösterilmişti. Kitaplarda, resimlerde, reklamlarda birçok yerde kızlar hep aynı kare içinde yer almıştı. Basketbol, dağ tırmanışı, güreşçi, kadın polis, kadın avukat, bir kadın yerine öncelikle erkeklerden alınmıştı. Seçmeye fırsatımızın olmadığı zamanlar bile vardı. Seçerken de değişmedi bir şeyler. Seçtiklerimizin yanında kadın oluşumuz vurgulanmıştı hep. Yemek takımı, tarif defterleri, pembe bir gözlük, simli ayakkabılar. Diğerlerinden eksik birçok şey… Her kızın her şeyi yapabileceğinden uzak olacağımız yerlere konulduğumuz için eksiktik. Eksik olarak büyütüldüğümüz içim eksik olacaktık. 12


Bizler, kız çocukları soramadığımız sorular hep var olacak. Yerinde olmadığımız meslek, kurmadığımız hayaller. Prenslerin, erkeklerin kurtardığı sevimli kız çocukları olacağız. Kuvvetsiz, cesaretsiz. Varlığımız hayat karşısında yenilgiyle başlamıştır. Testimiz kırılmıştır. Anlamadığımız bir kız çocuğu olmayı öğrenmişizdir. Verilenlerin çoğunu savaşarak elde etmişken, yazılanlar onların zaten görünürde hep kız çocuklarının elinde olduğunu göstermiştir. Oysa aklımdaki kız çocuğu yıkılmayan, sönmeyen bir yıldız idi. En iyisini yapan. Yenilmeyen Tomris, ileri atılan Clara Zetkin. Korktuğu zamanlarda aklına Halide Edip’i getiren… Düştüğü zaman Şerife bacıların kollarından kaldırdığı kızdı. Geçemez engelleri dediklerinde Sabiha Gökçen uçururdu yüreğini. Aklımdaki kız çocuğu olmaz diyenlerin arasından Halime Çavuş’un elinden tutarak koşardı. Afet İnan gibi kahraman aklımdaki çocuk. Vazgeçmediği anların rüzgârıyla dalgalanan bir bayraktı benim kız çocuğum.

13


Soğuk savaşın ilk yıllarında taraflar mevzilerini pekiştirip döneme uygun yeni araçlar geliştirirken dikkat edilmesi gereken iki olay meydana geldi. Bunlar gelişmelere yeni bir yön verdi ve yeni stratejiler geliştirilmesine neden oldu. ABD, savaşı izleyen ilk yıllar boyunca nükleer silah tekeline sahip olduğundan, konvansiyonel güçlerde büyük bir azalmaya gitmiş ve özellikle kara kuvvetlerini işgal görevi yapan birkaç kolordu dışında neredeyse çekirdek kadrolara indirmişti. Büyük bir savaş çıktığı takdirde atom bombaları kullanılacak, Rusya pes ettirilecekti. Buna ‘’topyekûn mukabele’’ denildi. Ama ya büyük bir savaş çıkmazsa ne olacak, ABD elindeki zayıf konvansiyonel güçleriyle, herhangi bir sınırlı saldırıya nasıl karşı koyacaktı? 1948’de çıkan ve 1949’da devam eden Berlin krizi, ertesi yıl başlayan Kore Savaşı ve yine 1949’da Rusların atom bombasını patlatması yeni stratejik düşünce arayışlarına yol açtı. Bir kere en başta çevreleme stratejisinin daha net bir şekilde ortaya konulması gerekiyordu. Kennan’ın yerine geçen Paul Nitze başkanlığında ve savunma ile dışişleri yetkilerinden oluşan bir ekipbu stratejiyi nasıl geliştirecekleri üzerinde çalışarak NSC-68 adı verilen belgeyi hazırladı. Bu belge ABD’nin Soğuk Savaş stratejileri üzerinde belirleyici bir etki yapacaktı. Evvela, Sovyet yayılmacılığına karşı sadece askeri ve siyasi değil, aynı zamanda politik, ekonomik, kültürel ve psikolojik alanlarda da bir bütün olarak mücadele edilmesi öngörülüyordu. Kennan da bunları söylemişti, ama yeni formülasyonun farkı, öncelikli tehdit altındaki bölgelerin savunulmasıyla yetinilmemesini, hiçbir yerde geri adım atılmamasını, itibar kaybına uğranılmamasını ve her yerde komünizme karşı daha fazla güçle mücadele edilmesini öngörmesiydi. Ne var ki, hiçbir alanda zaaf gösterilmemesi konvansiyonel askeri kapasite başta olmak üzere savunma harcamalarında devasa artışlar gerektiriyordu. Çevreleme politikasının başlıca unsurlarının şunlar olması savunuluyordu; 1- Sovyet gücünün daha fazla yayılmasını önlemek, 2- Sovyetler ’in gerçek niyetlerini teşhir etmek, 3- Kremlin’in denetim ve etkisini azaltmaya çalışmak, 4- Kremlin’in, davranışlarını genel olarak kabul edilen uluslararası standartlara uydurmasını sağlamak üzere Sovyet sistemini içeriden yıkacak tohumları ekmek.

14


Belge askeri tedbirlere Kennan’a göre çok daha fazla önem veriyor ve toplam askeri güç üstünlüğünü sağlanmadan çevrelemenin bir blöf politikasından ibaret kalacağını ifade ediyordu. Kısacası, yeni belge J. L. Gaddis’in, ‘Strategies of Containment’inde de dediği gibi çevreleme politikalarının daha sert ve güçlü bir şekilde sürdürülmesi iradesini taşıyordu ve Berlin ile Kore krizleri adeta tam da bu yaklaşımı destekleyecek zamanlamaya sahiplerdi. Berlin ablukasına karşı ABD Hava Kuvvetleri, Rusların öngöremediği ölçüde büyük bir hava köprüsü oluşturmuş, 26 Haziran 1948 ile 30 Eylül 1949 arasında tam 277.264 uçuşla 2.343.313 ton yükü Berlin’e ulaştırmıştı. Her gün 600’e yakın uçağın Berlin’e indirilmesi, boşaltılması, geri gönderilmesi, bunların ikmal ve bakımı inanılmaz bir başarıydı ve bunun karşısında itibar yitirdiklerini gören Ruslar, geri adım atarak ablukayı kaldırdılar. Fakat 1949’da kendi atom bombalarını patlatmayı başardılar. Bu durum konvansiyonel güçleri son derece sınırlı olan Amerikalıların telaşa kapılmasına neden oldu. 1950’de Kore Savaşı başlayınca, çıkmazları daha belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Topyekûn mukabele stratejisi topyekûn bir savaş dışındaki her türlü durum için geçersiz kalıyordu. Buna rağmen NSC-68’de öngörülen yaklaşımın da yardımıyla, Amerikalılar kısa sürede Kore’de önce Kuzey’i, sonra da onlara yardıma gelen Çin ordusunu 38.paralelin kuzeyine sürüp orada tutabilecek bir ordu hazırlayabildi. Bu arada Avrupa ve Uzakdoğu’daki konvansiyonel güçlerini bir ölçüde takviye edecek yeni birlikler de hazırladı. Fakat dünyanın her yerinde güç bulunduramayacaklarından bu yükü paylaştıracak yöntemler geliştirmeye başladılar. Bu yönde yapılan başlıca girişimler Batı Almanya’nın silahlandırılması, 1949’da NATO’nun kurulması ve 1955 yılında Federal Almanya’nın da bu kuruluşa üye yapılmasıdır. Diğer taraftan 1950’lerin dünyasında, Federal Alman ordusu bir düzine tümenle NATO’ya katılmasına rağmen Orta Avrupa’da hiçbir zaman 28 tümenden fazla sayıda birlik bulundurulamadı. Bu, 1955’yılında NATO’ya karşı kurulan ve aynı yıl Federal Almanya’nın NATO’ya alınmasına tepki olarak oluşumu hızlandırılan Varşova Paktı’nın konvansiyonel kuvvetleri karşısında yetersizdi, ama Avrupa’da çıkacak bir savaşın kısa sürede topyekûn savaşa tırmanacağı ve gerisinin ABD’nin nükleer şemsiyesi tarafından halledileceği varsayılmaktaydı. Doğal olarak, en azından taktik nükleer silahların hedefi olacaklarını düşünen Almanlar herhalde bundan pek memnun değildi, ama yapacakları pek fazla da bir şey yoktu. Berlin’den sonra krizlerin daha çok Avrupa dışında çıkması(Kore 1950, Musaddık 1953, Guetemala 1954, Süveyş 1956) muhtemelen Almanların endişelerini azaltmıştır… Daha çok uzatmadan burada bırakalım… Bölgesel paktlar sayesinde çevreleme politikaları da geliştirildi. Teorik olarak topyekûn misillemeden vazgeçmek kolay değildir, ancak bunun için de muazzam konvansiyonel silahlanma harcamaları da gerekiyor.

15


Mart ayındayız. Türk milletinin Çanakkale’de tarihe damga vurduğu aydayız. Herkesin bitti dediği anda ayağa kalkmasını her zaman bilen Türk milletinin, teknolojinin gücü ile birlikte küstahça Çanakkale Boğazı’na giren Batı’yı, kendine güvenen mağrur duruşu ile Boğaz’ın dibine gömdüğü aydayız. Yeniden büyük Osmanlı olmak, yeniden dünyaya Türk’ün nizamını kurmak ümidi ile girdiğimiz savaşta Türk milletinin yazdığı en büyük destandır Çanakkale Zaferi. İmkânsızlığa karşı, Allah’tan ümidi kesmeyen imanın zaferidir bu zafer. Lakin ben bu yazıda ne Çanakkale Zaferi’nden ne Kut-ül Amare Destanı’ndan bahsedeceğim. Türk milletinin Enver Bey’in düşlerini neden paylaştığını ve neden gerçekleştirmek için kanının son damlasına kadar mücadele ettiğini, kalemim yettiğince ifade etmeye çalışacağım. Türk milleti tarih sahnesine ilk çıktığında göçebe topluluklardan oluşan bir millettir. Boy dediğimiz bu göçebe toplulukların bir araya gelmesi ile devletler kurmuş, kurduğu devletlerle fetihler yapmış ve töresini uygulayarak nizam sağlamıştır. Peki, bu boylar nasıl bir araya gelmiştir? Bu boyları bir araya getiren vizyonlu bir lider, yeni ufuklara, yeni düşlere doğru milleti kanalize eden söylemlerdir. Orhun Kitabeleri’nden Bilge Kağan Yazıtı’nda; ‘’Tanrı öyle buyurduğu için, devletliyi devletsiz bırakmış, hakanlıyı hakansız bırakmış, düşmanları bağımlı kılmış, dizlilere diz çöktürmüş, başlılara baş eğdirmiş. Babam hakan, öylece devleti yasaları koyup ölmüş. Babam hakan öldüğünde ben 8 yaşımda kaldım. Ey Türk Oğuz beyleri, halkı işitin! Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, Türk halkı senin ilini, töreni kim yıkıp bozabilir idi?’’ ifadeleri geçmektedir. Töreyi hâkim kılan, boyları tek bayrak altında toplayacak vizyonu ortaya koyan Bilge Kağan sayesinde Türk devleti şanlı günler yaşamış ve Orta Asya’nın en güçlü ve büyük devleti haline gelmiştir. Bu vizyonu yine Bilge Kağan Yazıtı’nda buluyoruz; ‘’Babamızın, amcamızın kazandığı halkın adı sanı yok olmasın diye Türk halkı için gece uyumadım, gündüz oturmadım; kardeşim Kül Tigin ile iki şad ile ölesiye yitesiye çalıştım, çabaladım. Halkı besleyip doyurayım diye kuzeyde Oğuz halkına doğru, doğuda Kıtay, Tatbı halklarına doğru, güneyde de Çin’e doğru 12 sefer ettim, savaştım. Ondan sonra Tanrı öyle buyurduğu için, bahtım, talihim olduğu için, ölecek halkı diriltip doyurdum. Çıplak halkı giyimli kıldım, fakir halkı zengin kıldım, az halkı çok kıldım, güçlü devleti olandan, güçlü hakanı olandan daha iyi kıldım.’’

16


Türk milletinin genetik kodları işte görüldüğü gibi güçlü devlet olmak, büyük devlet olmak ülküsünü çabucak sahiplenmektedir. Bu yolda yürüyen liderine itaat edip, bu yolda her türlü çileye göğüs germektedir. Enver Bey’in Turan coğrafyasını da kapsayan Büyük Türk-İslam Devleti fikri bu sebeple sahiplenilmiş ve I. Dünya Savaşı’nda Türk milleti, müttefiki Almanya’yı dahi korkutacak derecede, büyük bir özveri ile savaşmış ve birçok cephede destanlar yazmıştır. Peki, Türk milletinin en imkânsız zamanda dahi zaferden ümidini kesmemesini ve kendine güvenmesini sağlayan nedir? Türk milleti tarihinin hiçbir döneminde ümitsizliğe kapılmamıştır. Bunda sanki ona, sürekli teşkilatlanmasını ve devletleşmesini emreden esaret kabul etmez genetik kodların yanı sıra, İslam inancının da büyük etkisi vardır. İslam inancında mümin için asla ümitsizliğe yoktur. Al-i İmran suresi 139. Ayette Cenabı Hak: ‘’(Ey Mü’minler).Gevşemeyin, üzülmeyin(hüzünlenmeyin).Eğer(gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz, üstün olan sizlersiniz.’’ buyuruyor. İşte Malazgirt’te kendisinin üç katı sayıdaki düşman karşısında ak kefenle duran, İstanbul’un surları geçit vermezken yese düşmeyip gemileri karadan yürüten, her şey bitti denilirken Sakarya’da garbın çelik duvarını attığı yumrukla paramparça eden Türk, bu inançtan beslenmektedir. ‘’Gün doğmadan neler doğar’’ diyerek her zaman ümidini zinde tutan millet bunu, futbol maçlarında bile, hayatının her alanına nakış gibi işlemiştir. Türk bitti demeden bitmez. Yukarıda bahsettiğim kendine güven, ümitsizliğe kapılmama ve her daim büyük mefkûrelerin peşinden koşma durumu Türk milletinin tarihe damga vuran bir millet olmasını sağlayan en önemli unsurlar olsa da aynı zamanda Türk milleti için büyük acıların müsebbibi olmuştur. Büyük söylemlerin altını dolduramazsanız, kurduğunuz büyük düşler yerini büyük kâbuslara bırakır. Çünkü büyük hedefleri olan insanların düşmanları da büyük olacaktır. I. Dünya Savaşı’na büyük iddialarla giren Türk milleti, Polatlı’da direnemeseydi belki de bir sömürge devleti olacak ve Anadolu’da eriyip gidecekti. Bugün de mevcut siyasi iktidarın milletin yarısından teveccüh görmesinin ve inanmış bir tabana sahip olmasının en önemli sebebi büyük söylemlerde bulunması, Türk milletini yeniden mazideki şaşalı günlerine döndüreceğine inandırmış olmasıdır. Devletin en üst makamından ortaya atılan ‘’Dünya 5’ten büyüktür.’’ söylemi şüphesiz büyük bir meydan okumadır. Sürekli ecdadın yazdığı destanlara yapılan vurgu, Türk milletinin yüreklerini kabartmaktadır. Bunların iktidarın devamını sağlamak için atılmış hamasi nutukları olduğu ihtimalini bir kenara bıraksak dahi söylemlerin altı doldurulamazsa Türk milleti yeniden buhranlı günlerle karşı karşıya kalabilecektir. Askeri teknoloji alanındaki millileşme hamlesi, ekonomi alanında yapılan reformlar hayallere ulaşma yönünde toplumu ümitlendirse de şahsi fikrim hala kat etmemiz gereken çok yol olduğu yönündedir. Beş yıl önce sanık olarak yargıladığını bugün mağdur ilan eden adalet mekanizmasına güven olmaması; liyakatli kadrolar yerine kandırılmaya müsait, siyasi tercihlere göre belirlenmiş kadroların makamların 17


doldurulması; bir türlü istikrar sağlanamayıp, adeta deneme tahtasına çevrilen eğitim alanında verilerle ispat olmuş geri kalmışlığımız düşünüldüğünde kaygılarım daha da artmakta. İşte Türk milletinin 16 Nisan 2017 tarihinde vereceği kararı ortaya konulan büyük hedeflere duyulan arzu ile bu hayallerin altının doldurulamayacağı kaygısından hangisinin ağır basacağı belirleyecek. Türk milletinin genetik kodları ve inançları düşünüldüğünde tercihinin büyük hedeflere yürümek olacağı düşünülse de yaklaşık bir asır önce yaşanan felaketler hala hafızalarda yer almaktadır. Bu nedenle ne “Evet” ne de “Hayır” tercihini asla bir ihanet nazarı ile değerlendirmemek gerekir. Mazisine bakıldığında bu milletin hayaller kurmaya da son bir asırlık tecrübesi ile kaygılı olmaya da hakkı vardır. Ben büyük hedeflere yürümek arzusunu paylaşan Türk milletinin vatan ve bayrak kaygısı taşıdığından da, kaygıları ile sandığa gidecek Türk milletinin yeniden büyük ve güçlü bir şekilde dünya milletleri arasında yer almak istediğinden de eminim. Dileğim o dur ki; Türk milleti “Evet” tercihini yaparsa ben kaygılarımda haksız çıkayım, atılan doğru adımlarla dünya milletleri arasında hak ettiği yere ulaşsın, medeniyetler mücadelesinin galipler tarafında yer alsın. “Hayır” tercihini yaparsa da hayallerimizden ve bir gün yeniden dünyaya nizam verme gayemizden asla vazgeçmeyelim. Ayakları yere basarak ve sağlam adımlarla hedeflerimize yürüyelim.

ALLAH, TÜRK MİLLETİNİ KORUSUN VE YÜCELTSİN!

18


Hiç aklınıza esip de bugün televizyonda acaba ne var diye merak ettiniz mi bilmiyorum. Sadece birkaç dakikanızı ayırarak televizyon programlarının içinde bulunduğu durumun vahametini anlayabilirsiniz. Ya da anlamak isteyenler anlayabilir demek daha doğru galiba. Ülkemizde kitaba verilen değerin azalması ölçüsünde, hatta kat ve kat fazlası televizyon programlarına hayranlık olarak geri dönüyor. Artık günümüzde düşünen, üreten beyinlerden ziyade zapt edilmiş, saçma sapan programların esiri beyinler moda olmuş da belli bir kesim olarak haberimiz yok. Şu sıralar televizyonlarda gençlerin tüm yaşam tarzlarını değiştiren ve gençleri sürekli bir hayal dünyasına, para aşkına ve entrikalı zenginlik tutkusuna sürükleyen programlar moda. Oysa Oxford Üniversitesi tarafından yayımlanan ‘Bilim Kadınları-Düşünceler, Zorluklar ve Sınırları Aşmak’ kitabında Türkiye’den Prof. Dr. Sezer Şener Komşuoğlu, Prof. Dr. Gülsün Sağlamer ve Prof. Dr. Ayhan Ulubelen isimli üç bilim kadını yer alıyor (1) ve ekranlardaki moda programları kadar rağbet görmediklerinden hala bu kişilerden kimsenin haberi yok. Aziz Sancar Nobel Kimya Ödülü'nü alarak ülkemize gurur yaşatıyor ama medyada bir adada hayatta kalma yarışı veren yarışma programından çok atıf almıyor. Kaliteli müzik anlayışımızın dahi değiştiği bu dönemde seslerinden ve müziğin kalitesinden çok sanatçıların sosyal hayatlarıyla ilgilenir oluyoruz. Önemli olan sanata bir şeyler katabilmek değil, sanatçının neler yapabildiğini takip etmek oluyor. Televizyonlardaki hepsi birbiriyle aynı olan ve kan, intikam, şehvet, zarafet, aldatma gibi konuları içeren dizilerin Türk toplumunda açtığı derin yaraların farkına varmak çok zor olmasa gerek. Duruma biraz bilinçli yaklaşanlar evlilik programlarıyla çöken Türk aile yapısının farkına varacaktır. Gençleri tamamen bu duruma özendirme amaçlı bu programlar Türk gencinin akli, vicdani ve ruhi melekeleriyle oynayıp, elektronik bir cihazın ayarlarının bozulması gibi toplumun ayarlarını bozmaktadır. Yeni evlenen çiftlerin aile ortamlarının, evlerinin içlerinin sergilendiği programlar kapitalizmin bizleri ne kadar esir aldığının da ayrıca bir göstergesidir. Aile mefhumu özel bir kurumdur. Dışarıdan yapılan her müdahale bu kurumun temeline bir dinamit koymak olup, aile içindekilerin de değişik yaşamlara özenmesi aynı yıkıcı etkiyi yaratmaktadır.

19


Bilginin günümüzde bir tuş kadar uzağımızda olması kullanıma göre faydalı ya da zararlı hale gelmektedir. Teknolojiyi takip etmek ne kadar çağın gerekliliğiyse, teknolojiyi doğru kullanmak da o derece önemlidir. Yazılı, sesli ve görsel medyanın ulaşımının çok kolay olduğu günümüzde, bu kaynakları faydalı bir şekilde sonuna kadar kullanmak ve faydasız bir eyleme dönüşmesini engellemek durumundayız. Teknolojiyi takip etmek ne kadar gerekliyse teknolojiyi doğru kullanmak da bir o kadar önemlidir. Boşa geçirilen zamanla yitip giden hayatlara bir dur demenin vakti geldi de geçiyor bile. Toplumun bilgisayar başında geçirdiği zaman artarken, ortaya koyduğu yararlı işler bir o kadar azalıyor. Bu durum da teknolojinin ne kadar yanlış kullanıldığını gösteriyor bizlere. Oysaki Türk çocuğunun boşa geçireceği vakti yoktur. Haytalık etmeye zamanı yoktur. Bunlar çok çabuk unutuluyor bizim ülkemizde. Ya da sürekli hatırlatılmak isteniyor, bilemiyorum. Ama bildiğimiz bir şey var ki, Türk çocuğunun etrafında bilge insanlar olmalı. Türk çocuğu etrafına bilge insanları toplamalı, onları kendine örnek almalı. Bu insanlara her yerden ulaşabilecek teknolojiye sahipsek bu durumu kendi gelişimimiz için kullanabiliyor olmalıyız. Unutulmamalı ki her Türk çocuğu özgün Atatürk olmalı. Görüntüde sevgiyi göstermek yerine Atatürk'ün dehasını günümüz şartlarına uygun olarak bilimin, teknolojinin ışığında geliştirerek kendimize rehber etmeliyiz. İdealleri, ülküleri olan ve ülkesini çağdaş medeniyetler seviyesine yetiştirebilecek idealist gençler olarak kendilerini geliştirebilmeli ve geleceğin gençlerini de yetiştirecek olan bugünün toplumsal yapısını ayakta tutabilen insanlar olmalıdır. Teknolojinin ruhsal zararlarından bahsedip de bedensel zararlarına değinmeden olmaz. Kişisel Gelişim Merkezi'nin internet sitesindeki habere göre Minnesota’daki Mayo Clinic hastanesinden araştırmacılar, hobilerin bunama başlangıcını geciktirdiğini, ancak televizyon karşısında vakit geçirmenin hafıza kaybı gibi sorunlar yarattığını belirledi. Araştırmada, 70 ila 89 yaşlarında, hatırlama sorunu yaşayan yaklaşık 200 kişi, bu sorunu yaşamayan bir grupla karşılaştırıldı. Araştırmacılar, katılımcılara son bir yıl içinde günlük faaliyetleri ve 50 ile 65 yaş arasında zihinsel olarak ne kadar aktif oldukları hakkında sorular sordu. Orta yaşta okuyan, oyun oynayan veya dikiş dikmek, örgü örmek gibi el sanatı ile uğraşanlarda hafıza kaybı riskinin yüzde 40 oranında azaldığı belirlendi. İlerleyen yaşlarda ise aynı faaliyetlerin bu riski yüzde 30 ila yüzde 50 oranında azalttığı sonucuna varıldı. Araştırmada ayrıca günde 7 saatten az televizyon seyredenlerin, ekran karşısında daha fazla oturanlardan yüzde 50 oranında daha az hafıza kaybına uğradığı sonucuna varıldı (2). Ayrıca Dünya Mental Sporlar Federasyonu (Memoriad) Türkiye Başkanı Melik Duyar, beyinde milyarlarca hücrenin, hücreler arasında da sinaps denen kanalların bulunduğunu, hafızanın güçlü kullanımında ise bu kanalların güçlü bağlar haline geldiğini anlatarak cep telefonları ve akıllı cihazların hafızayı zayıflattığını belirtti (3). Uzmanlara göre, 0-2 yaş arasındaki bebeklerin günde 2 saatten fazla televizyon izlemeleri otizm belirtilerinin artmasına neden oluyor (4). Sosyal etkileşimde ve iletişimde bozukluklarla, tekrarlayan davranışlar ve ilgi alanlarının sınırlılığı ile karakterize gelişimsel bir bozukluktur. Ancak; bazı annebabalar çocuklarını susturabilmek ve sakinleştirmek için gün içerisinde 2 saat ve daha fazla televizyon karşısına oturtmakta ve çocuklar tüm günlerini televizyon izleyerek 20


geçirmektedirler. Bu örneklerden sonra bazı çocuklardaki otizm belirtilerinin artması, okul döneminde dikkat eksikliklerinin görülmesi ve özel öğrenme güçlüklerinin de eşlik etmesi ile “televizyon otizmi” denilen bir kavram türemiştir. Televizyondaki renkli uyaranlara çocuklar bebeklik döneminden itibaren maruz kaldıklarında ekrandaki aksiyona odaklanıyorlar ve beyinleri normalden çok daha fazla yoruluyor. Bu durumda çocuklarda bebeklik döneminde sosyal uyaran eksikliğinden dolayı zayıf göz kontağı, dikkat dağınıklığı ve sosyal ilişkilerde yetersizlik gibi otizminde belirtileri olan faktörler kendini göstermektedir (5). Her ne kadar bedensel zararları da önemli olsa ruh dünyasına verdiği zararlardan fazla olamaz. İçinde bulunduğumuz dönemde daha çok çalışkan ve üretken olmamız gerekirken kendimizi amaçsız eğlenceler ve anı geçirmek peşinde heder etmemeliyiz. Bir amacımız olmalı yaşamaya ve ülkemizi daha ilerilere götürmeye dair. Türk çocuğu tarihini iyi bilmeli ve bu yolda emin adımlarla yürümeli. O yüzden Aziz Sancar'ın gençlere öğüdünü unutmadan yinelemek istiyorum: 1- Çok çalışmak 2- Kendi konumuzla alakalı etrafta olabilen her şeyi takip etmek 3- En yeni teknolojiyi kendi branşlarımızda uygulamak (6).

Kaynak: 1. http://www.hurriyet.com.tr/uc-turk-bilim-kadini-oxford-universitesi-ninkitabinda-29841088 2. http://www.kigem.com/televizyon-seyretmek-hafiza-kaybina-nedenoluyor.html 3. http://www.ntv.com.tr/saglik/cep-telefonu-hafizayizayiflatiyor,kfIsMdS7l0iDIrAyax7xTw 4. http://www.haber7.com/anne-cocuk/haber/1026502-televizyon-otizmitetikler-mi? 5. http://www.algiozelegitim.com.tr/teknoloji-otizmi-tetikler-mi/? 6. https://www.youtube.com/watch?v=B0gLS500sVg

21


“Dönüşüm” dünya edebiyatının özgün ve özel yazarlarından biri olan Franz Kafka’nın kaleminden çıkmış bir uzun öykünün adıdır. Önceleri “Değişim” olarak da çevrilen eser, daha sonra anlamı itibariyle “dönüşüm” kelimesinin öyküyü daha doğru tanımlayacağı yönünde düşünülmüş ve bu ad ile çevrilmiştir. Baskılardaki isim değişikliklerinin eserin geniş okuyucu kitlelerine ulaşmasında herhangi bir olumsuz etkisi de olmamıştır. Güçlü kalemlerden çıkmış olan eserlerin zaten böylesi etkenlerden hasar göreceğine de pek inanmıyorum. Geçmiş zamanda yaptığım; “belirlemiş olduğum şu zaman aralığında sadece Kafka okuyacağım” minvalli planımı veyahut hayalimi -okuma listeme aniden giriveren kitaplar neticesinde- sadece “DAVA”yı okuyarak gerçekleştirememiş ve bu duruma üzülmüş hatta içten içe kendime kızmıştım. Bu üzüntüm veya kızgınlığımın görünen sebebi, yapmış olduğum planı gerçekleştirememek olsa da görünmeyen esas sebebi ise Kafka’yı tanımakta giriştiğim o heyecanlı ve “akşamüzeri karanlığı” benzerindeki yolculuğumun sekteye uğramasıydı. “Dava”yı okurken ve okuduktan sonra gayriihtiyari dudaklarımdan dökülen ilk sözcük; “garip/acayip” olmuştu. Gerçekten de o dönem garip gelmişti. Halen de zihnimdeki o garipliği tam manasıyla çözümleyebilmiş değilim fakat ilk zamana göre Kafka hakkında birkaç adım da olsa ilerleme kastettiğimi düşünüyorum. Bu düşünceme de “Dönüşüm” ü okurken zihnimde canlananlar üzerinden ulaştım. Zihnimde canlananları tıpkı “Dava”yı okuduktan sonra sosyal yaşantımda edebiyat ile alakalı olan tanıdıklarımla paylaştığım gibi ama tek farkla –yazı ile- sizlerle paylaşacağım. Nasıl tarih yazıcılığında tarihçiyi yaşadığı toplumsal çevresinden ayrı düşünemiyorsak, eserini de yazarından ayrı düşünemeyiz. Dönüşüm’ ü okurken aklımızın bir kenarında mutlaka Kafka’yı bulundurmalıyız. O her ne kadar kendini bu öyküsünde okuyucunun gözü önünden uzaklaştırmaya gayret göstermiş olsa da amacına tam anlamıyla ulaşamamıştır.

22


Dönüşüm’ün her bir satırında Kafka’nın fısıltıları kulak duvarlarımızı dövüyor. Tek başına Kafka’nın ruh durumu incelemesini yapmak gibi bir niyetim olmadığından, Dönüşüm üzerine yazacaklarımdan hareketle zihnimizdeki toz bulutu içerisinde bekleyen Kafka’yı biraz daha aydınlığa birlikte eriştirebiliriz. *** Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde yayımlanan Dönüşüm, yazarı Kafka’nın ruh halini anlamamızda bizlere çok yardımcı oluyor. Eserlerini okuyanlarının zihninde iki Kafka beliriyor. Birisi ete kemiğe bürünmüş sosyal hayat içerisinde konumlanmış olan Kafka, diğeri ise ruha benzeyen ve genelde “insan Kafka”nın çevresinde dolaşıp yaşamını gözlemleyen ve sadece okurlarının görebildiği Kafka. İkinci Kafka zaman zaman “insan Kafka” dışında kalan diğer insanları da gözlemliyor ve bu gözlemleri sonucunda “insan Kafka”yı değerlendirebiliyor. Bu değerlendirmelerini yaparken sanki biraz söylenenlerden de etkileniyor. İkinci Kafka, “insan Kafka”yı yapmış olduğu gözlemler ve değerlendirmeler sonucunda bir böcek olarak görüyor. İddia odur ki böcek gibi görmesinin sebebi; babası, oğlu Kafka’nın yararlı işler! Peşinde koşmadığını ve edebiyata ilgi duyduğunu kastederek;“ Sen ailenin sırtında parazitsin, böceksin.” Sözlerinden Kafka’nın çok etkilendiğidir. Dönüşüm’ün metaforunun da böcek olması belki de bu sebeptendir. Gregor Samsa adını verdiği hayali karakter bizzat Kafka’nın kendisini yansıtıyor. Gregor Samsa öykünün hemen başında yatağında uyandığında kendisini böcek olarak buluveriyor. Aslında tam olarak da böcek olamıyor. Zira bedeni böcek gibi görünse de zihni halen insan Gregor Samsa’nın. Çevresinde yaşananları bir insan olarak algılayabiliyor fakat böcek gibi hareket ediyor. Bu durumu beden ile zihin arası kopukluk şeklinde nitelendirebiliriz. Fakat bu durum bir süre sonra bazı değişikliklere uğruyor. İnsani yapısını devam ettiren zihni yavaş yavaş bedeniyle uyum sağlamaya başlıyor. Bu değişimi veyahut direniş kırılmasını da “bedenimizin zihnimizi şekillendirmesi” olarak tarif edebiliriz. Öykünün bir diğer öne çıkan tarafı ise “yabancılık” mevzuu. Öykünün başkarakteri olan ve anne babası ve kız kardeşiyle birlikte yaşayan Gregor Samsa’nın bir sabah böceğe dönüşmesinin beklenilen şaşkınlığı yaratmaması. Garip bir şekilde aile üyeleri bu durumu yadırgamıyorlar. Fakat biz okuyucular bu yadırgamama durumunu yadırgıyoruz. Yadırgamayan birisi daha var ki o da; Kafka’nın bizzat kendisidir. Aile içi ilişkilerinde sorunları olduğunu, iletişim kurmakta zorluk çektiğini veya kurmamayı tercih ettiğini ve buna karşın ailesi dışında kimsesinin olmadığını düşündüğümüz Kafka bu öyküsünde kendisini Gregor Samsa hayali karakteri ile gizlemeye çalışıyor. Gregor Samsa’nın böceğe dönüşmesini ailesinin 23


yadırgamayacağından emin olan Kafka bu durumu Gregor Samsa’ya da aşılıyor ve öyküde Samsa da ailesinin böceğe dönüşme hadisesini kabullenişini kabulleniveriyor. Bu bağlamda Gregor Samsa yani Kafka, içe kapanık bir yaşam tercih etmiş ve ailesinden herhangi bir sebeple manevi olarak uzak yaşamayı tercih etmiş olsa da onları çok iyi tanıyor, yani ailesine karşı yabancı değil. Aslında bu yabancı karşılamama durumunu “insan Kafka” değil de ikinci Kafka gerçekleştiriyor gibi. Çünkü “insan Kafka” hayat şartlarının içinde sıkışmış, birbiri ardına gerçekleşen irili ufaklı hadiseler arasında ezilmemek için çaba harcayan bir psikolojiye sahip. Bu sebepten ötürü çevresinde olup bitenleri ancak ikinci Kafka gözlemleyebiliyor. Fakat ikinci Kafka’nın da sağlıklı bir psikolojiye sahip olduğunu düşünemeyiz. Dönüşüm başta olmak üzere diğer eserlerinde de bu durumu fark edebiliyoruz. Bu noktada psikolojik tespitimizi destekler mahiyette Kafka’nın aforizmalarından birisini eklemek istiyorum; “ Dünyanın acılarından uzak tutabilirsin kendini, böyle yapmakta özgürsün ve senin doğana kalmıştır bu, ama kaçınabileceğin bir acın varsa işte bu da belki bu kendini uzak tutuştur.” 1 *** Franz Kafka’nın bu ölümsüz eserini anlatım tekniği açısından da incelemekte fayda var. Mesela öykünün tematik yapısı yani niyeti veyahut vermek istediği mesajı, fikri, duygusu nedir? Dönüşüm’ü bu açıdan düşünürsek belki biraz çıkmaza girebiliriz. Kafka, normal yaşam süren bir insanın uyandığında kendisini böceğe dönüşmüş şekilde bulma durumu ile okurlarına ne düşündürmek veyahut ne hissettirmek istemiştir? Bu sorunun cevabını aklımızın bir ucunda vermeye çalışırken, diğer unsurlara da değinelim. Müzikten edebiyata ve daha çok roman türüne geçen bir kavram olan “Leitmotiv” açısından düşünelim Dönüşüm’ü. Leitmotiv, bir şarkının veya daha geniş şekliyle bir müzik parçasının tekrarlanan kısmıdır. Roman türünde ise, mevzubahis eserde çok tekrarlanan sözcük/ler, cümle/ler şeklinde oluyor. Peki, Dönüşüm’de sık tekrarlanan sözcük veya cümle olarak karşımıza ne çıkıyor? Kaynak metinde yer alan “Bett” sözcüğü, Kafka’nın bu eseri başta olmak üzere, diğer roman ve öykülerinde sıkça kullandığı bir “Leitmotif” özelliği göstermektedir.2 (Burada “Bett” kelimesi “yatak” anlamına geliyor.) Anlatım tekniğinin bir diğer unsuru ise; iç monologdur. Roman, hikâye veyahut öykünün kahramanının aklından geçen düşünceleri açığa vuran anlatı tekniği şeklinde

1

Franz Kafka, Aforizmalar, İstanbul: Altıkırkbeş Yay., 1998, s.34 Sevtap Konmuş, “TÜRKÇE’DE FRANZ KAFKA VE DÖNÜSÜM” ÇEVİRİBİLİMSEL KARŞILAŞTIRMALI BİR İNCELEME (Yüksek Lisans Tezi), Ankara Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü Batı Dilleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı, Ankara, 2007, s. 275. 2

24


açıklayabiliriz iç monoloğu. Dönüşüm’ü okurken aslında birçok satır arasında öykünün kahramanı Gregor Samsa’nın aklından geçenleri sezinleyebiliyor ve öğrenebiliyoruz. *** Sonuç olarak; Franz Kafka’nın başta “Dönüşüm” ve “Dava” olmak üzere eserlerinin dikkatle ve sindirerek okunulması ve üzerine düşünülmesi taraftarıyım. Dünya Edebiyatında okunması gereken yazarlar ve eserleri adlı bir listeniz var ise bu listenin içinde mutlaka Franz Kafka da yer almalıdır.

25


1980’lerin ikinci yarısında Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecine girmesi, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki gerilimi tırmandırmıştı. Yakında bağımsızlığını kazanacağını bilen ve bağımsızlığa giderken sınırlarını mümkün olduğunca genişletme gayretinde olan Ermenistan SSC, Azerbaycan SSCB’ye bağlı Dağlık Karabağ özerk bölgesinde Ermeni nüfusunun fazla olduğundan bahisle bölgenin kendisine bağlanması gerektiğini iddia ediyor ve bu iddiasına nüfus sayımı verilerini dayanak gösteriyordu. Bölgede Ermeni nüfusunun yüzde 70’e yüzde 30 nispetle Türk nüfusundan fazla olmasının sebebi, Sovyetler Birliği’nin yıllarca uyguladığı kasıtlı iskân politikalarıydı ve güncel nüfus yapısı nasıl olursa olsun Dağlık Karabağ, uluslararası örgütlerin de teyit ettiği minvalde tarihi ve hukuki olarak Azerbaycan’a ait bir bölgeydi Dağlık Karabağ’daki gerilim 1988 yılında bölge Ermenilerinin Ermenistan SSC sınırlarına katılmak istemeleri ile had safhaya ulaşmış ve çatışmalara yol açmıştı. Dağlık Karabağ Ermenileri, Ağustos 1989’da, devam eden çatışmalar sırasında ulusal meclislerini seçtiler ve meclisten çıkarttıkları bir kararla bölgeyi Ermenistan’a bağladıklarını ilan ettiler. Öyle olunca Azerbaycan da Ermenistan’ın diğer Sovyet cumhuriyetlerinden yaptığı ithalatın %90’ını temin etmekte olan hayati yakıt ve besleme hatlarına karşı ekonomik ablukaya yöneldi. Karışıklığa son vermek isteyen SSCB Yüksek Sovyeti, Dağlık Karabağ bölgesinin özerklik statüsünü kaldırma ve bölgeyi doğrudan Bakü’ye bağlama kararını Kasım 1989’da açıkladı. Karabağ’daki Ermeni Ulusal Meclisi’nin buna cevabı bağımsızlık referandumu oldu ve bölgede yaşayan Azerbaycan Türklerinin katılmadığı referandumdan bağımsızlık kararı çıktı. Bu arada 1991 yılının Ekim-Kasım aylarında Azerbaycan ve Ermenistan Sovyetlerden resmen ayrılıp bağımsız devletler halini almışlar ve Dağlık Karabağ bölgesinde cereyan eden çatışmalar Azerbaycan ile Ermenistan devletlerinin milli orduları arasında topyekûn bir savaşa dönüşmüştü. Rus desteğini arkalarına alan Ermeniler Dağlık Karabağ bölgesine girmiş ve bölgeyi işgal etmişlerdi. Daha önce gerçekleştirilen referandumda bağımsızlık kararı çıkan Dağlık Karabağ’da işgali takiben ‘de facto’ bir Ermeni devleti kurulması girişimlerine hız verilmiş ve 6 Ocak 1992’de sözde Dağlık Karabağ Ermeni Cumhuriyeti

26


kurulmuştu. Ermeni kuvvetlerinin Rus desteğiyle kısa bir zaman zarfında Azerbaycan topraklarının yaklaşık yüzde 25’ine tekabül eden Dağlık Karabağ bölgesi ve etrafındaki reyonları işgal ettiği savaş, 1994 yılındaki ateşkes anlaşmasına dek sıcak çatışma şeklinde ve 2017 yılına dek de dönem dönem alevlenen çatışmalar şeklinde süregeldi. Hocalı katliamı ise 1991-94 yıllarındaki sıcak savaşın henüz başlarında yapılmış ve savaş kapsamındaki birçok katliamdan sadece bir tanesi olmasına rağmen korkunç derecede vahşet içeren niteliği dolayısıyla o yılların simgesi olacak bir katliamdı. Hâkim konumuyla Dağlık Karabağ’ın en önemli tepelerinden biri olan ve yoğun Türk nüfusun yaşadığı Hocalı kasabası, Ermeni kuvvetleri bakımından kilit bir askeri hedefti. Aralık 1991’de Karabağ’ın başkenti olarak kabul edilen Hankendi şehrini işgal eden Ermenilerin bir sonraki adımı Hocalı’ya girmek olacaktı. Kasaba aylarca top ateşine tutulmuş ve kuşatılmak suretiyle dışarıyla bağlantısı kesilmişti. 1992’nin Ocak ayının başlarından itibaren elektrik de verilmeyen Hocalı’nın savunması sadece hafif silahlara sahip yerel savunma güçleri ve az sayıdaki milli ordu askerinden ibaretti. Günümüzde Ermenistan Cumhurbaşkanı olan Serj Sarkisyan’ın komutasındaki Ermeni kuvvetleri, 1992 yılının 25 Şubat’ını 26 Şubat’a bağlayan gece bölgedeki Rus 366. Mekanize Alayının da desteği ile Hocalı kasabasına üç koldan saldırdı ve 83’ü çocuk, 106’sı kadın ve 70’den fazlası yaşlı toplam 613 Azerbaycan Türkünü katletti. Saldırıda 487 kişi rehin alınmış ve 1250 civarında kişi de yaralanmıştı. Ağır silahların kullanıldığı bu saldırı başladığında evlerinde korunmasız uyumakta olan sivil Türkler, sanki cehenneme uyanmışlar, top atışlarıyla yıkılan evlerinden can havliyle kaçışmışlar, sağa sola koşuştururken de kurşun ve süngülerle öldürülmüşlerdi. Ermeni kurşun ve bıçaklarından kurtulmayı başaran insanlar, tipi altında 12 km mesafedeki Ağdam kasabasına varmayı başardıklarında çoğunun ayakları donmuştu ve daha sonra kangren olup kesilecekti. Hocalı’dan Ağdam’a uzanan 12 kilometrelik karlı orman boyunca kadın, çocuk ve ihtiyar insanların cesetleri dizilmişti. Cesetlerin incelenmesi vahşetin boyutunu gözler önüne seriyor, birçok insanın diri diri yakılmış veya gözlerinin oyulmuş olduğu tespit ediliyordu. İhtiyarların yüzleri jiletlerle doğranmış, genç kadınların göğüsleri kesilmiş, hamilelerin karnından bebekleri çıkarılmış ve küçücük çocukların kafa derileri yüzülmüştü. Ermeniler adeta ibret olsun diye kurbanlarına büyük bir zulüm uygulamışlar ve cinayetlerini akıl almaz işkencelerle işlemişlerdi. Bölgede Türklerin sahibi olduğu okullar, mezarlıklar, mimari abideler, fabrikalar ve iş yerlerinden oluşan maddi-manevi kültür varlıkları da hunharca yerle bir edilmişti. 25 yıl önce Hocalı’da kelimenin tam anlamıyla bir etnik temizlik ve hukuk tabiriyle söyleyecek olursak bir soykırım örneği yaşandı. Belli bir etnik grubu ve o grubun kültürel varlıklarını hedef alan sistematik imha operasyonu oluşuyla Hocalı olayı, kasıt unsuru dâhil tüm unsurlarıyla 1951 tarihinde 27


yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde öngörülen soykırım şartlarını açıkça taşır. Başta Azerbaycan ve Türkiye olmak üzere Türk cumhuriyetlerinin her biri, Hocalı’da yapılanın soykırım olduğunu dünya kamuoyuna anlatmaya ve tanıtmaya çalışmak zorundadır. Dünyada pek çok ülkenin parlamentosu hukuki unsurların yokluğuna aldırmadan 1915 olaylarını soykırım olarak tanımakta çekince hissetmezken, Türk cumhuriyetlerine düşen ilk görev, Hocalı olayının soykırım olduğunu kabul eden kanunları ardı ardına meclislerinden geçirmektir. Türk dünyası, geçen 25 yılda Hocalı olayının soykırım sayılması ve Karabağ’daki haksız işgalin sonlandırılması gibi Türklüğün ortak davalarını el birliğiyle savunamadığı için hâlihazırda Türkmeneli’nde, Kırım’da ve Doğu Türkistan’da benzer acılarla yüz yüzedir. Şu andan itibaren tek yumruk olmayı ve ortak davalarda ortak hareket etmeyi beceremezse maalesef yarın da yeni acılarla yüzleşmeye mahkûm kalacaktır. Kaynakça: Özkaraman (D. Y.), “Hocalı Soykırımı”, Togan Yayınları, İstanbul, 2015 Abbaslı (N.), “Yüzyılın Soykırımı Hocalı”, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul, 2011 Aziz (B.), Hocalı Soykırımı – Rus-Ermeni Birliklerinin Türk Soykırımı”, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2014 Demirtepe (T.), “ Dağlık Karabağ Sorunu – Dar Alanda Büyük Oyun”, USAK Yayınları, İstanbul, 2011 Abdullahzade (C.), “Hukuki Yönleriyle Dağlık Karabağ Sorunu”, Adalet Yayınevi, Ankara, 2014

28


Hollanda’daki bakan Krizinin ardından gelişen ve Türk asıllı Hollandalıların protesto gösterileri karşısında çok sert müdahale de bulunan Hollanda polisine karşın, yükselen Irkçılıkla beraber gelişen Mülteci ve Avrupa’daki Türk işçiler paradoksu tekrardan gündeme gelmiştir. 2008 yılından itibaren başlayan ve etkisi hala devam etmekte olan küresel ekonomik krizin bir yansıması olan işsizlik ve 1990 sonrası giderek azalan refah Avrupa devleti anlayışı, ülkelerine gelmiş olan asli kurucu unsur olmayan insanlara karşı anti-patinin de ötesinde nefret duygularının oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bu durum günümüzde kürevi, olan mülteci ve yabancı düşmanlığı ile göçmen işçileri aynı kotada eritmiş; 1960’lı yıllarda Türkiye Yunanistan Yugoslavya ve İtalya’dan ayrılıp Kapitalist Batı ülkelerine göç eden insanlar üzerinde mülteci ve sığınmacı algısı oluşmasına neden olmuştur. Bu sorunu ve anlam karmaşasını ulusal bazda da çözmek adına bazı hatırlatmaları yapmak yerinde olacaktır. Birinci olarak Türkler, mülteci gibi kendi talepleri doğrultusunda değil, Avrupa talebi ile Batı Avrupa’ya intikal etmişlerdir. Bugün Türkiye için büyük bir kriz teşkil eden ve sosyo-ekonomik kaosa sebep olan “Suriyeli” realitesi gibi ülke sınırlarına yığılmamışlardır. Türkiye’den işçi göçü ile ilgili ilk anlaşma Türk Dışişleri Bakanlığı ile Szhleswig-Holstein Çalışma Bakanlığı arasında 1957’de yapılmıştır. Bu anlaşma sonucunda Nisan 1957’de 12 “zanaatkar”, aileleriyle birlikte Kiel şehrine gitmiştir. Türk devlet yetkilileri 1961’de F. Almanya, 1964’de Avusturya, Hollanda ve Belçika,1967’de Fransa ve 1968’de Avustralya ile bu tür ikili anlaşmalar imzalamışlardır.1 Görüldüğü üzere Avrupa’da yükselen faşizmin tanımladığı gibi Türkler ülke ekonomisinde bir girdap değildir. Aksine Türkler, Keynezci iktisat yaklaşımının refah devleti pratiğinin yükselen arza karşı talep dengesini karşılayamayan, Batı Avrupa ülkelerinin istihdam problemlerine karşı bir reçete olmuştur Türkler Almanya’ya değil, üretim ekonomisinden ötürü Avrupa Türk emek gücüne yönelmiştir.

1

ULUSLARARASI EMEK GÖÇÜ “Almanya’ya Türk Emek Göçü” Av.Hakan YILDIRIMOĞLU Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları A.Ş. Endüstri Đlişkileri Müdür Yard.

29


Fransa aşırı sağcı ırkçı parti Ulusal Cephe’nin Lideri Marine Le Pen’in yeğeni aynı zamanda Parlamenter olan Marion Pen’in yabancı karşıtlığını ifade eden tweeti; Avrupa Türklerinin geleceği Türkiye’dir. İkinci olarak, Türkler işgal edilen bölgelerden akın etmiş göçmenler değildir. Avrupa’da “immigration” veya “immigrant” denince akla gelen ilk isimler Fransa Belçika ve İngiltere’nin eski sömürge ülkelerinden gelen sırası ile Kuzey, Güney Afrika ve Hindistan göçmenleridir. Temel olarak Irkçılık bu bölgeden gelen insanların etrafında çerçevelenmiştir. This is England (İşte İngiltere Bu) Filmi ilgili kökenlere olan hedefe karşı örnek bir filmdir. Günümüz Avrupa Faşizminin hedef aldığı Türkler ise belirli skalaları tamamlamış olan; kazanımlarını elde etmiş olan insanlardır. Sömürge sonrası gelerek bir lütuf olarak statü almış insanlar olmaktan ziyade, gerek emek, gerek isse insani çabalarından ötürü vatandaş olma hakkını kendi inisiyatifi ile elde etmiş olan bireylerdir. “ Emperyalizm sonrası vatandaş olan göçmenler kesinlikle haksız yere vatandaş olmuştur tanımlaması çıkarılmamalıdır, Avrupa’yı bugünkü refah düzeyine getiren köleciliğin unsurları olarak, kendi inisiyatifi ile olmasa da, atadan soy bağı ile bu yaşam ve vatandaşlık hakkını çoktan elde etmişlerdir”. Hollanda Bayrağı içerikli Flemenkçe Hollanda bizim ülkemiz yazılı, Özgürlükler Partisine ait bir Propaganda afişi. Alttaki görsel ise Türk kökenli siyasilerin kurmuş olduğu DENK partisinin Amsterdam’da Irkçı Özgürlükler Partisini geçtiği yönünde bir sosyal medya hesabı Üçüncü olarak ise Türkler artık bulundukları bölgenin vatandaşı olmuş, asli kurucu unsur ile arasında yasal olarak hiçbir fark kalmamıştır. 1960’lı yıllardan itibaren yoğun göç alan ülkelerden olan ve benzer bir politikayı diğer Avrupa ülkeleri gibi uygulayan Belçika’ya bakılacak olursa; 9 Haziran 2007 yılına kadar 18 yaşının üzerinde olup soy bağı gereği “göç edilen” başka bir ülke vatandaşlığını elde edenler Belçika vatandaşlığını kaybediyorlardı.2 Yani bu tarihe kadar yaşadığı ülkede doğmuş olan 2. /3. Jenerasyon kişiler, atalarının gelmiş oldukları ülke ile aralarında tercih yapmaya zorlanmışlar ve bunun sonucunda da belirsiz olan statülerinde son noktayı koymuşlardır. Bu sebepten ötürüdür ki Hollandalı Özgürlükler Partisi başkanı Geert Wilders, Türk Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan gibi düşünen Hollanda ve ya Belçika vatandaşlarını istese de istemeseler de hukuki olarak kolayca Türkiye’ye kovamayacaktır.

2

Avrupa’da Yaşayan Türklere Yönelik Çifte Vatandaşlık Uygulamaları: Belçika Örneği Cahit Gelekçi∗

30


İsviçre ırkçı partisinin yetkilisi olan Naveen Hofstetter, Hindu kökenli bir İsviçreli. Özellikle 1990’lar sonrasında, sınıf siyasetinin yerini kimlik siyasetine ve düşman sosyalist bloğun yerini dolduran oryantalist İslamcı kimliğe sahip yeni düşman kavramının, popülist politikalar ile bezenerek yerli halka pompalanan ırkçılık, son dönemde rengini iyice belli etmeye başlamıştır. Bunun öncesinde de gerek 60’lı yıllarda gelen göçmenlere ve 2000’li yıllara kadar yabancılara karşı mesafeli olanlar, Hristiyan demokrat partileri içeresinde varlıklarını göstermişler ve “tutarlı” bir biçimde göçmenleri zapturapt almaya çalışmışlardır.. Şansölye Merkel’in Türkçe haricinde Almancada öğrenin ve entegre “ bir nevi asimile” olun çağrısı3 bu zapturapt taleplerinin başında gelir. Ancak Alman toplumu içerisindeki yabancı karşıtları hiçbir dönem içerisinde; hortlatılmaya çalışılan Nazizim’den yana bir tercihte veya siyasal düşünce eylem içerisinde olmamış, kendine merkez sağda yer edinmiştir. Fransa’da gerek 1960 sonrası davet edilen İşçiler olsun, gere ise sömürge sonrası göçmenlere mesafeli yaklaşan insanların muhafazakâr parti lideri Chirac etrafında birleştiğini ve minimum düzeyde Ulusall Cephe’ye “Le Pen’e” kaydığını görmek mümkündür. Sosyalistlerin 2000 yılı seçimlerinde sevmedikleri Chirac’ı Jean Marie Le Pen’e karşı gönülsüz destekleri Avrupa’da faşist bir yönetim modeline karşı duruş olduğunu, ürkütücü ırkçılığa karşı cephe oluşturulmasına örnektir4. Bu cephenin devamlılığı ise zaman içerisinde kendini gösterecektir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesi, meselenin Avrupa açısından sosyo-ekonomik boyutunu da ifade etmektedir.

3 4

http://www.turkiyegazetesi.com.tr/Genel/a354113.aspx http://bianet.org/bianet/siyaset/9741-chirac-ikinci-kez-cumhurbaskani

31


TÜRKAV Gaziantep Şubesi'nin “Kitap Hediye Ediyoruz Kampanya”sını duydunuz mu bilmiyorum. Eğer duymayanlar varsa Gaziantep TÜRKAV Vakfı sosyal medya üzerinden her hafta belli şartları yerine getirme vaadinde bulunan takipçilerine birbirinden farklı kitaplar hediye ediyor. Tek derdi kitap okumak ve kitap okutmak olan bu güzel insanlar ayrıca “Okuduğumuz Kitapları Anlatıyoruz" etkinliğini de hayata geçirmişler. Bu etkinliğin fikir babalarından biri olan Oğuzhan Saygılı hocamızın yeni çıkan kitabıyla Milli Kitap olarak bu hediye kitap kampanyasıyla tanışmış olduk. İlgi Kültür Sanat Yayıncılık tarafından yayımlanan kitap, en büyük silahın fikir olduğu ve fikirlere ev sahipliği yapan kaynakların başında kitap geldiği için gençlerimize yol gösterir niteliktedir. “Kitaplarla Söyleşi-1” kitabı “Başarı Hikâyeleri, Batının Gözüyle, Osmanlı Çökerken ve Dost Acı Söyler” başlıklarıyla dört bölümden oluşmaktadır. Kitabın içeriğinde yazarın yıllardan beri yazmış olduğu kitap tenkitleri ve kitap tanıtımlarının çeşitli yayın organlarında yayımlanmış ve tekrar üzerinden geçilmiş yazılarından derlenmiştir. Çeşitli başarı hikâyelerinin de bulunduğu kitapta, yazar özgüven eksikliğine dikkat çekerek başarının ne olduğunu, başarmak için neler yapmak gerektiğini en güzel örnekleriyle okurlarına göstermektedir. Bilgisayarlardaki verilerin sıkıştırılarak depolandığı dosyalar gibi hocamızın da kitabında pek çok kitap tanıtımının aynı anda yer aldığı yazılar bulunuyor. “Neyi, nasıl ve ne zaman okumam lazım?” sorusuna cevap verecek nitelikte yazıların bulunduğu kitap, kitapseverlerin mutlaka taraması gereken bir kaynaktır. Kitapta yer alan tanıtımlarının şekli genel olarak kitabın içeriğinden sayfalar, satırlar ve makaleler paylaşılıp kitapların önemli noktalarına parmak basılmış daha sonra da kitap hakkında kısa bir değerlendirme yapılarak sonlandırılmıştır. Hatta tanıtımlarda farklı kitaplarla karşılaştırmalar yapılarak dipnotlara yer verilmiştir. Kitabın isminden de devamının geleceği görülmektedir. Yazarın seçtiği kitapların tarih ağırlıklı olması ve özellikle Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemini ve Türk tarihindeki Balkan bozgunu, Ermeni tehciri vb. konular üzerine olması dikkatleri çekmektedir. Yazara naçizane bir tavsiye olarak sadece belli bir alanda kalmak yerine farklı alanlardan kitap eleştirilerinin de yapmasını söyler, kitap seçmekte zorlananların başucu kitabı olacak “Kitaplarla Söyleşi – 1” i yayın hayatına kazandırdığı için teşekkür ederiz. İyi okumalar. 32


Bütün Gencay dergilerine www.gencaydergisi.com adresinden ulaşabilirsiniz.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.