www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 3 Sayı 33 - Ekim 2014 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
DAMGALARIN MASALI: TENGRİ’YE DOĞRU / Emre SEVİNÇ ZİYA GÖKALP ve YAKILAN / YAĞMALANAN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ / Metehan ÇAĞRI AMERİKA HİNDULARININ TÜRK RUHU / Aslıhan KAYA TÜRK KIYAMETİ İLE İSLAM KIYAMET ANLAYIŞININ BENZERLİKLERİ / Emre KUM ŞEHZADELER ŞEHRİ: AMASYA/ Canan CAVŞAK CAMİLERİN IŞIKLI GERDANLIKLARI: MAHYALAR / Cem Ozan AVCI SONBAHAR BUNALIMININ SONU: CUMHURİYET / Çağhan SARI KLASİK METİNLERİN ÖĞRETİMİNE DAİR BİR MESELE / Yunus Emre UYAR KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR: TÜFEK, MİKROP VE ÇELİK / Fatma Özge ÖZDEMİR EMPERYALİZMİN EĞİTİME UZANAN KOLU 3 / Ahmet Afşin KÜÇÜK BAĞIMSIZ GAZETE / Ahmet KANBUR KAZIZADELİLER / Merve KARAGÜL
GENCAY
DAMGALARIN MASALI: TENGRİ’YE DOĞRU Emre SEVİNÇ
Çizimin Notu: Servet Hoca’yı (Somuncuoğlu) Özleyerek…
1
GENCAY
ZİYA GÖKALP VE YAKILAN / YAĞMALANAN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ Metehan ÇAĞRI alalı 91 yıl olmuş. Öyle ki aramızdan ayrılalı da tam 90 yıl! Türkçülüğün esaslarını okumayan Türk Milliyetçisi / Türkçü var mıdır bilmiyorum ama Türkiye Cumhuriyetinin kurucu ideolojisinin Türk Milliyetçiliği olduğunu bilmeyen Türk Milliyetçisi yoktur herhâlde. Evet, Türkçülüğün esasları kaleme alınalı da, cumhuriyet kurulalı da 91 yıl oldu. Yaklaşık bir asır zamandır birçok badire atlattı bu cumhuriyet. Gençti, toydu ama küçük bir filiz olan cumhuriyet bir fidan oldu ve zorluklara rağmen büyüdü. Fakat son 10 yılda yaşadıklarımız belki de cumhuriyetin en uzun 10 yılıydı ki; genç cumhuriyetin genleriyle oynanmak istendi ve bu saldırı hala devam ediyor. Tek tek tek saymayacağım bu son yıllarda yaşanan badireleri. İşler o kadar çığırından çıktı ki en son gelinen noktada yeni bir anayasa yapılmak istenip “Türk” adı anayasadan çıkartılmak, yok sayılmak istenirken 300 Türk Aydını çıktı ve bu duruma müsaade edilemeyeceğini haykırarak bunu önledi.
Dünyada ilk defa sosyoloji kürsüsü Fransa’da kurulurken bunun ardından 1914’te İstanbul’da Ziya Gökalp tarafından kurulan Sosyoloji kürsüsünün dünyanın en eski ikinci sosyoloji kürsüsü olduğunu belki pek çoğumuz bilmiyoruzdur. Fakat Atatürk’ün; “Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin Namık Kemal, fikirlerimin ise Ziya Gökalp'dir.” dediğini duymayanımız, okumayanımız yoktur herhâlde.
Milli – Üniter Türk Devleti’nin genleriyle oynamak isteyen düşman o an yaşadığı şok ile belki bu durumdan bir süreliğine vaz geçti belki de bazı şeyleri yavaş yavaş sindire sindire yapmaya karar verdi. Fakat şu an öyle bir duruma gelindi ki Türkiye’nin Ortadoğu sınırı cayır cayır
Cumhuriyetin kurucu ideologlarından Ziya Gökalp “Türkçülüğün Esasları”nı kaleme 2
GENCAY yanıyor ve etnik bölücüler bu durumu fırsat bilip ayaklanma provaları yapıyorlar. Türk bayrağı indiriliyor, Atatürk büstleri yakılıyor!..
Milliyetçiliği tabelasında yazarak Türk Milliyetçiliği iddiasında olan parti yönetimi, genel başkanı, vekilleri ne yaptı ?! Bu devlet ki bir ocaklılar hareketi olarak kurulmuşken, bir asırlık çınar Türk Ocakları internet sayfasında bu durumu kınayan bir metin kaleme almaktan başka ne yaptı ?!
Ve son olarak Ekim 2014 (bu ay) yaşadığımız hadise; Ziya Gökalp’in Diyarbakır’da bulunan müze evi içindeki el yazması eserler, belgeler, koleksiyonlarla birlikte yağmalandı ve yakıldı!
Bizler kınamaktan başka ne yaptık?!
Kültür bakanlığından ses yok… Hükümetten ses yok… ( olmasını da beklemiyorum zaten, Türkçülüğü ayaklarının altına aldığını söyleyenler gereğini yapıyorlar/uyguluyorlar.)
Şu soruyu sorun kendinize; “Yakılan, yanan Ziya Gökalp’in Müze Evi midir yoksa Türk Milliyetçiliği midir ?!” “Yağmalanan Ziya Gökalp’in Müze evi midir yoksa devletin kurucu ideolojisi mi?”
Be hey Türk Milliyetçileri / Türkçüler !..
Dedik ya bizler ne yapıyoruz/yaptık diye…
Peki biz ne yapıyoruz?!
Evet, bizler provokasyona gelmiyoruz/gelmedik elhamdülillah…
Bu devletin kurucu ideologlarından, Türkçülüğün Esaslarını kaleme alan büyük Türk Milliyetçisi Ziya Gökalp’in hatıraları bölücüler tarafından çiğnenirken, yakılırken yağmalanırken biz ne yapıyoruz?!
Bölündüğümüzde de aynı tepkisizliğimizle buna devam edeceğiz! Sağlıcakla…
3
GENCAY
AMERİKA HİNDULARININ TÜRK RUHU Aslıhan KAYA Son devirlerde yapılan bir dizi teknolojik araştırmalar ortaya her gün yeni kuramlar atmaktadır. Öyle ki artık bazı dillerde Türk kökenli kelimelerin olduğu ve bazı halkların din ve mitoloji gibi milli unsurlarında Türk soylu obje, şahıs ve motiflerin mevcutluğu kabul edilmeye başlanmıştır.
yazmışlardır. Konu hala tam açılamamıştır lakin “Âlim” Batı dünyası için maceralı karakterler barındıran Hindu edebiyatı ve folkloru son derece iştah kabartıcı olmuştur. Bir kültürün nasıl inşa edildiğini öğrenmek, bu alanda kavramları aydınlatmak adına yapılacak çalışmalarda bu kültürün tarih boyunca dünyanın hangi halklarından etkilenmiş, hangileriyle iletişimde bulunmuş olduklarını izlemek birinci koşuldur. Araştırmacılar şöyle sonuçlara vardılar ki; Hindular Sibirya’dan, Alaska’dan ve Merkezi Asya’dan geçerek Amerika’ya gelmişlerdir ve bu, ilim adamlarının fikir hayatında Türklerle akrabalığını mümkün kılmıştır.
Dünyanın birkaç öncü Türkoloğu, Amerika Hinduları ile Türklerin menşei bağlılığı hakkında ilginç söylemlerde bulunmuşlardır. Hindu kabilelerinin dünyaya bakışlarında, dinlerinde, efsanelerinde, adet ve ananelerinde Türklerle fazlasıyla benzerlikler olduğunu görmüşlerdir.
Amerika Hindularının ve Türklerin dünya görüşlerindeki genel faktörlere bakılacak olduğu zaman esas rol kesinlikle totem ve tabulardan geçmektedir. Ünlü Türk Abide ve Yazıtlarının hemen hemen çoğunda görülen mes, tulu kuşu, gaba ağaç ve kurt yüzü Türk milleti için tarihin birçok döneminde mübarek sayılmıştır. Amerika kıtasında yaşayan Hinduların Türk soylu olduklarını söyleyenler çıkmışsa da bu etnik akrabalığın yahut aradaki kültürel ahengin mümkünlüğü ciddi bir ilmi problemdir ve ünlü araştırmacılardan Otto Reriğ, Ahmet Ali Arslan ve birkaç araştırmacı daha bu konuda ilginç fikirler söylemiş ve eserler
Sayılmış olan bu totem ve tabular içerisinde “ Kurt “ konusu büyük önem arz eder. Şöyle ki hem Türk Tarihi’nde hem de eski Hindularda Kurt, her zaman önemli ve kalıcı bir nitelik taşımıştır. Değişen durumlar, gelişen olaylar çeşitli kabile ve tayfaların günlük yaşamlarını değiştirmiş, 4
GENCAY totem ve tabularının bir kısmı değişmiş, bir kısmı silinmiş olduğu halde Kurt daha da derinlere kök salmıştır; zor anlarda yol gösterici olmuştur ve bu durum her iki halk için de geçerlidir. Türklerin kurda bağlılığı, bilindiği gibi cedlerinin kurttan türediği inancından gelmektedir. Bu konuyla alakalı olmak üzere eski Çin ve Türk kaynaklarında önemli ve değerli bilgiler mevcuttur. Rus Seyyah Biçuri, bu konuda derin araştırmalar yapmış; Türklerin Kurttan türemesi konusunu gözlemiştir. Ömrünün 20 yılını adadığı araştırmalarından birinde der ki “Türkyuk evinin cedleri Batı denizinin batısında yaşıyor ve tek bir toplum oluşturuyorlar. Bu Aşna denilen Kunn evinin dolu olmasıydı. Sonraları bu nesil komşu hükümdar tarafından yenildi ve tamamen kökü kesildi.
Hindu folklorunu araştıran Rus Vaşşenko bir yazısında şu cümleleri kullanır; “İnsanKurtlar Doğu ve Kuzey’e doğru ilerlediler.” ve “Görünür hemen, o insan kurtlar mogikanlardı. Kurtlar onların totemi idi.” Hinduların ünlü “Vallamolum” poemasında -Bizdeki manzum hikâyelere benzerKurt isimleri dikkat çeker; “Veliahtların arasında Güçlü Kurt vardı ve o kabilenin başıydı.”, “Beyaz Kurtların babaları ve Kartalların babaları uzun zaman balıkla zengin olan suların yanına yerleştiler. (Bilinmelidir ki kartalın Türk folklorundaki yeri de Hindulardaki kadar büyüktür.”
Onlardan yalnız 10 yaşlı ile bir oğlan sağ kaldı. Yaşı küçük olduğu için askerler ona acıdılar. Kollarını ve ayaklarını kesip onu bir göle attılar. Dişi Kurt oğlanı buldu ve onu etle besledi. Hükümdar duydu ki oğlan yaşıyor, oğlanı bulup öldürmesi için adam gönderdi. Gelen adamlar oğlanın yanında dişi kurt gördüler. O zaman, Çin rivayetinde denildiği gibi, bu dişi kurt Batı denizinin doğusundaki QaoÇan’ın kuzeybatısında olan dağlarda göründü. Dişi Kurt burada sığınak buldu ve oğlandan on çocuğu doğdu ve onlar da büyüdükten sonra evlendiler ve çocukları oldu. Sonradan her biri kendi neslini oluşturdu.”
5
GENCAY Hinduların masal ve efsanelerinde de Kurtlar sık sık kullanılmıştır; “Kuzey, güney ve doğunun adamlarını getirdiler. Daha sonra ilk avcılar, rehberler, şamanlar ve onların karıları, kızları, kurtları geldi.” “Kara kurt her şeyi anladı. Tayfanın adamları avdan döndüğünde büyük bir ateş yaktılar ve et kızardığında halkına yeni bir dans öğretti. Şimdi tüm Dakota tayfasının oynadığı ve Kara Kurt’a şöhret kazandıran bu yeni dans “onların dansı”ydı.”
Bu bir itibar sembolüdür. Ayrıca köpeği çok istekli süslerler ve bunu kendileri için hayırlı bir iş sayarlar. Süslenmiş köpek cesedi yerden sekiz lut yüksekliğe asarlar ve beş gün gece gündüz asılı kalır. Beşinci gün sabahı onu yakmak için indirirler ve cesedi yaktıkları zaman hemen hemen herkes ağlar.” Şair ve araştırmacı Longfello da kurtların değerini görür ve Hindu hayatını anlattığı ünlü poeması “Hayavatta Hakkında Nağmeler” isimli eserinde kurt derisinden olma şehirli torbayı şöyle anlatır:
“… O ansızın kıpırdamadan oturmuş. Gri Kurtla karşılaştı. Kurt dedi ki: Ben kutsal dağların bekçisiyim. Seni daha yukarılara götüreceğim.”
“Pok-kiviş tantomeyle Kurt derisinin torbasını Açıp ordan önce bir Cam çıkarttı sonra bir bir Çıktı çöle bu torbadan Pogasenin fikurları Tomagouk, ponkevogon Bir helaca balıg-kigo Bir çift yılan bir çift yaya!”
“Gri Kurt yolda yalnız başına giderdi. Kuyruğunu sallayıp, gözünü sahibinden çekmeden köpek de onun arkasından sürünürdü.” Türkler kurdu mübarek bulmuşlar lakin Amerika Hinduları işin boyutunu biraz değiştirmişler hatta büyütmüşlerdir diyebiliriz. Ünlü Türk tarihçi B. Ögel Kızılderilerin dini merasimlerini şöyle anlatır; “Önce köpeği iyice beslerler. Köpek şişmanladıktan sonra onun boynuna renkli ip bağlarlar. Ölünün ruhunun ona kurban edilen köpek tarafından korunacağına inanırlar.”
Sanılıyor ki kutsal torba yer kürenin kendisiydi ve yer küre kutsal sayıldığı için Kurt derisinden dikilmiş torbaya benzetmek uygun görülmüştü.
Bu adet aynıyla İronez kabilesinde de var; “Birinci gün köpeğin boğulması törenidir. Bunun için en sağlıklı ve beyaz köpek bulunur. Beyaz renk –İronezler için- temiz ve inanç sembolüdür. Köpeği boğdukları zaman yere bir damla kan düşmemesine ve kemiklerin kırılmamasına çalışırlar. Köpeğin boynuna beyaz renkli ip bağlanır. 6
GENCAY Tüm bu söylenenlerden sonra şu sonuca varıyoruz ki halkların kökenlerini açığa çıkarmak için antropolojik deneylerin yanı sıra günlük hayat ve dini semboller gibi birçok unsur göz önünde bulundurulmalıdır.
her satırına, her kelimesine işlemiş; kanımdaki Bozkurt ruhuyla ömrümün sonuna dek övünürüm. Bunu başka halklara da örnek olarak kanıtlamış olan:
Biraz araştırma yaptığımda sembolleri ayı, geyik, tilki, horoz, kanguru olan milletlerin nezdinde Bozkurt huylu bir Türk olmanın kesinlikle bir ayrıcalık olduğundan bir kez daha emin oldum. Bu konular deşildikçe bir Türkün soyuyla ve mazisiyle gurur duyması çok olağan… Niyetim kalkıp bir de kurdun özelliklerini saymak değil ama gerek destanlarımız gerekse tarihimizin
Bozkurtluk okumaktır, ülkü uğruna geceyi gündüze katmaktır.
“Bozkurtluk erdemdir, ahlaktır.
Bozkurtluk yiğitliktir, cesarettir. Bozkurtluk gereğince barışçı, sonuna dek savaşçı olmaktır.”
7
GENCAY
TÜRK KIYAMETİ KALGANÇI ÇAK İLE İSLAM KIYAMET ANLAYIŞININ BENZERLİKLERİ Emre KUM İslamiyet öncesi Türk tarihinden bahsederken, hiç şüphesiz Türklerin eski inançlarından da bahis açmak gerekir. Gerek yapılan araştırmalar, gerekse o dönemden kalma ana kaynaklar, Türklerin eski inançlarını gözler önüne serer. Bozkır Türk topluluğunun asıl dini inancı "KökTengri" yani, Gök Tanrı'dır. Eski çağlarda başka hiçbir kavim ile iştirakı olmayan bu inanç sisteminde "Tengri" yani, Tanrı; itikadın merkezinde yer almıştı. Tanrı her şeyin yaratıcısı olup, yaratılmış her şeyin üzerinde tam bir iktidar sahibi ve mutlak hükümdardı. Çeşitli tarihçilere göre "Gök Tanrı doğrudan doğruya bütün Türklerin ana kültü durumundadır."
bitig ile kendisini "Gök Tanrı'nın tahta çıkardığını ve bütün zaferlerini Gök Tanrı'nın izni ve yardımı ile kazandığını" söylemiştir. Yine 328 yılında diğer bir Türk kağanı, bir başarısı üzerine kollarını semaya kaldırmış ve "Ey Gök(Tanrı)! Sana şükürler olsun!" demiştir. Bunların yanı sıra Türk kağanları antlarında Tanrı'nın adını zikrediyorlar ve Tanrı için kurban kesiyorlardı. Orhun Abideleri’nde ise "Türk Tengrisi" deyiminin geçmesi, Türklerin o dönemde Gök Tanrı'yı "Milli bir Tanrı" olarak kabul ettiklerini göstermesi açısından büyük önem arz eder. Yine Abidelerde Gök Türklerin kağanlık kurması onun isteği ile olmuş, kağanlığın yıkılması ise onun tasarrufu ile vuku bulmuştur.
Bu inancın esaslarını Çin kaynaklarından, Orhun Abideleri’nden, o döneme ait, bulunmuş Türk vesikalarından öğrenmek mümkündür. Eğer kısa örnekler verecek olursak; Asya Hun Devleti'nin Kağanı ve ölümsüz başbuğu Tanrı-Kut Mete Han, M.Ö 176 yılında Çin imparatoruna gönderdiği
(Gök'e yükselen ok adam. Cennete ulaşmayı temsil ediyor. Ankara-Güdül-Kabaoyuk)
Gök Tanrı kut verir, alır. İradesine uymayanı cezalandırır. Her şey onun iradesindedir; ölüm, yaşam, mevsimlerin 8
GENCAY düzeni, afetler... Peki, bu kadar kesin temelleri atılmış; kuralları ile Türkler üzerinde koşulsuz itaate sebep olmuş Gök Tanrı inancında, her şeyin sonu; yani kıyamet anlayışı yok muydu? Gök Tanrı inancına sahip olan Türkler şüphesiz ki her şeyin bir sonu olduğuna ve bu sondan itibaren yeni ve ebedi bir hayatın olduğuna inanıyorlardı.
bozulur. İnsan kara böcek gibi kanatlanıp, gözlerine kan dolar; kara su kanla karışıp akar, yer uğuldar, dağlar sallanır, çukurlar, hendekler yıkılır, gök gürler, göğün kenarı açılır, deniz çalkalanır dibi görünür, yerin altı üstüne gelir; yosunlar öğütülüp kül (toz) olur, gök sallanıp eteği açılır, deniz dalgalanıp dibi görünür..." Teleüt rivayeti:
Eski Türkler dünyanın sonunun geleceğini biliyorlardı ve çeşitli efsanelerle bunu anlatmışlardı. Kıyamet ve dünyanın sonu ile ilgili rivayetlerin başında Altay ve Telengit Türklerine ait efsaneler gelir. Bu efsaneler manzum şekilde olup, bir ana tema üzerinde şekillenerek birbirleri ile benzerlik gösterir.
"Kalgançı çak geldiği vakit gök demir, yer sarı bakır olur, hanlar hanlara saldırır, uluslar birbirine kötülük düşünür, katı taşlar ufalanır, sert ağaçlar kırılır, kişi bir dirsek (arşın) kadar küçük olur, başparmak kadar erkek olur. Erlerin dizgini kısa olur (güçlülerin elinde oyuncak olurlar). Ayaklar başa bey olur. Baba çocuğunu tanımaz, çocuk babasını tanımaz. Yaban soğanı pahalı olur. At başı kadar altına bir kap yemek verilmez, ayak altında altın bulunur, onu alacak kimse bulunmaz..." Altay Türklerine göre kıyamet: "...
(M.Ö. 500'lere tarihlenen Esik Kurgan'da çıkan Altın Elbiseli Adam ve ona ait eşyalar öteki dünyaya ait bir inancın olduğunu gösteriyor. Kılıç, kamçı, kepçe vb. malzemeler)
Deniz dibinde dokuz çatallı kara taş, Dokuz yerinden koparak ayrılır,
Efsanelerin belli başlı bölümlerinin manzum ve düzyazıya aktarılmış hallerinden kısaca örnekler verecek olursak bunlar şöyledir:
Demir atlara binmiş dokuz süvari hasıl olur,
Telengit rivayeti:
Gayet açık ve koyu sarıdır,
"Kalgançı Çak geldiği, kara yer ateşle kaplandığı zaman, büyük kağan Ata Tanrı kulaklarını tıkar, o çağda dünya bozulur; yer ve insan nesli mahvolur. Töre bozulur. Tepeler çalkalanır; demir üzenginin dibi delinir. Çuvaldızın deliği yırtılır. Soy
Ağaca hücum etseler keserler,
Bunların bindiği atlar,
Canlıya hücum etseler öldürürler, Ay ve güneşin ışığı yok olur..."
9
GENCAY
(Odalı kurgan. At, ok-yay gibi kişisel eşyalar ile gömülmüş.)
(Balbal mezar taşlarının öte dünyada ölüye hizmet edeceği düşünülmektedir.)
Altay Türklerine ait bir diğer efsane:
İşte bu yukarıda görülen çeşitli rivayet ve efsaneler, Gök Tanrı inancına sahip olan Türklerin dünyanın sonu düşüncesi üzerine meydana getirdikleri genel inanıştır. Eğer üzerinde biraz düşünülecek olursa, eski Türk kıyamet anlayışının, bazı kısımlar hariç, İslamiyet'teki kıyamet anlayışı ve çeşitli rivayetleri ile örtüştüğü görülür. Bu benzerlik dikkate ve takdire şayandır.
"Nebat mahvolacak, tohum tükenecek, anne sevgilisinden ayrılacak, yerden 'köngül' denilen nebat bitecek; (bu) nebattan çekirge çıkacak; (bunlar) davara rastladığında davarı mahvedecek, insana rastladığında insanı mahvedecek. O zaman Şal-Yime haykıracak; 'buraya bak Mangdışire, bana bir yardım et!' Diyecek; 'köngül denen nebata elim yetişmedi!' diyecek; 'köngül denilen nebatın kökü, sarımtırak bir yılandır!' diyecek. Mangdışire susacak. Bunun faydası olmadığından, Şal-Yime haykıracak, 'büyük Han, halkını terketti, iyi aygır, sürüsünü terketti, sahil çöktü, sular çekildi, yakalı kürk eskidi, yakası yırtıldı, idare edilen halk, kanunsuz kaldı, dünya cansızlaştı, yuvalı kuş, yuvasını terketti, durağı olan geyik, durağını terketti, çocuklu kadın, çocuğunu terketti.' MayTere susacak. Bunun üzerine Erlik'in bahadırları, Karaş ile Karayıl, yeryüzüne çıkacak, bunlar yeryüzüne çıkınca Ülgen (Tanrı)'nın bahadırları, Mangdışire ile Maytere, onlarla mücadele için, gökten inecek. Maytere'nin kanından, dünya ateşler içinde kalacak, işte o zaman Kalgançı Çak olacak!"
Kalgançı Çak, kelime manası olarak "Kalacak olan çağ" demektir yani, efsanelerde bahis konusu olan yıkım gerçekleşince ve dünya yok olunca yeni bir zaman başlayacak ve bu çağ ebediyen kalacaktır. İslam inancının üç temel esasından birini oluşturan kıyamet konusu ise sayısı yüzü aşan, çok değişik ve etkileyici üsluplar taşıyan ayetlerde ve müstakil surelerde ele alınmıştır. Kıyamet koptuktan sonra insanlar diriltilecek ve hesapları görüldükten sonra ebedi mekanları olan Cennet ya da Cehenneme yerleştirilecektir. Eski Türk inancında ise Cehennem "Tamu", Cennet ise "Uçmağ" kelimeleri ile karşılanır. Kozmik anlamda kıyametin ne zaman kopacağı bilinmemektedir. Kuran'da kırk yerde geçen "Saat" kelimesi ile anlatılan kıyametin gerçekleşmesinin -jeolojik 10
GENCAY zaman çerçevesinde- Yakın olduğu, ansızın geleceği ve alametlerin belirdiği (Muhammed 47/18) ifade edilmektedir. Kuran'da kıyametin fiilen kopması "Sura üflemek" eylemi ile ifade edilmiştir. Ancak Sur'a üflenmeden önce meydana gelecek bazı hadiseler vardır ki bunlar, az önce yukarıda bahis konusu olan "Kalgançı Çak" efsaneleri ile birbirlerine benzerlik gösterir.
Hz. Peygamber'e atfedilen bazı hadisler vardır. Bunlara örnek olarak kıyamete yakın Yec'üc Mec'üc'ün çıkışı ile Hz. İsa'nın gökten dünyaya inişidir. Eski Türk inancına göre yerin altında Tanrı tarafından hapis edilen Erlik'in bahadırları Karaş ile Kerey de yer altından çıkacaklar ve Tanrı tarafından gökten indirilen Mangdışire ve Maytere onlarla savaşacaklardır. Hadis zayıf olsa da bu benzerlik de göz ardı edilmemelidir. Yine İslam'da kıyamet alametleri arasında yer alan "Zekat verilecek kimse bulunmayacak kadar servetlerin çoğalması" hadisesi ile Kalgançı Çak rivayetlerinden olan "Yerde at başı kadar altın olup da onu alacak kimsenin bulunmaması", "Aynı davayı güden toplulukların birbiri ile savaşması" alameti ile "Hanların hanlara saldırıp, ulusların birbirlerine kötülük düşünmesi" rivayetleri birbirleri ile paralellik gösterir.
Kuran'da kıyamet alametleri ile ilgili fazla bilgi verilmemiş, sadece Ye'cüc ve Me'cücün gelişinden (El-Enbiya 21/96), Dabbet'ül-Arz'ın çıkışından (El-Neml 27/82), göğün insanları saracak bir duman (duhan) yayacağından (Ed-Duhan 44/1112) ve ayın yarılacağından (El-Kamer 54/1) bahsedilmiştir. Burada dikkat çekmek istediğimiz husus Dabbet'ül-Arz olmakla beraber, bu mesele İslam alimleri tarafından uzun uzadıya tartışma konusu haline getirilmiştir. Zira Neml suresinin 82. ayetinde geçen "O (azab) söz(ü) başlarına geldiği (kıyamet yaklaştığı) zaman ise, onlara yerden bir dabbe (hareketli bir canlı) çıkarırız." bilgisine göre bazı alimlerin yorumu; bu dabbenin tek bir varlık olamayacağı, çünkü her yere aynı anda yetişemeyeceği, o halde dabbenin yerin altından çıkan milyonlarca hayvan olup, insanlara musallat olacağı konusunda şekillenmiştir. Burada bahis olan konu, Kalgançı Çak efsanelerindeki "Yerden köngül denilen bir ot bitmesi ve dibinde sarı çekirgenin, yahut konur yılanın olması" rivayeti ile benzeşmektedir. Çünkü dabbe ve köngül otu da yerden bitecek ve insanlara musallat olup onları mahvedecektir.
Hz. Muhammed'e göre; "Seviyesiz ve şahsiyetsiz kişilerin yönetici olması, çocukların ana ve atasına isyankar olmaları ve onları tanımamaları (saymamaları)" gibi olaylar kıyamet alameti olarak görülmüş, bu olaylar da Kalgançı Çak'ta "Ayak takımı bey olur, çocuk babasını tanımaz" rivayetlerinde yer bulmuştur. Kuran-ı Kerim'de geçen, kıyamet esnasında meydana gelecek olan yıkımlar da Kalgançı Çak'da konu 11
GENCAY edinilmiştir. Kuran'da geçen bazı ayetlerde "Güneşin dürülmesi, göğün yarılması, yerin şiddetle sarsılıp dağların ufalanıp, yayılıp, toz toprak haline gelecek olmasından" söz edilir. Bu da verdiğimiz Türk kıyamet efsanesindeki gerçekleşmesi öngörülen olaylarla örtüşmektedir. Daha fazla örneklerle açıklamak mümkün olsa da buradaki asıl amaç İslamiyet'teki kıyamet anlayışının, eski Türklerde de çok yakın benzerlikler ile bulunduğunu göstermektir.
gayet ciddi olması, Gök Tanrı inancının ritüel ve ibadet anlayışı, İslamiyet ile nasıl bu kadar benzerlik gösterebilir? Oğuz Kağan destanının son kısmında yer alan Oğuz Kağan'ın çok savaşıp, çok ülkeler alması ve bununla "Gök Tanrı'ya olan borcunu" ödediğini söylemesi; İslam’daki "Gaza ve Cihad" anlayışının, Gök Tanrı inancında da var olduğu anlamına gelmez mi? O halde, bütün bu benzeşmeler, örtüşmeler ve uyuşmalara bakarak, tamamının şayan-ı tesadüf hadiseler olduğunu mu söylemek; yoksa Kuran'da yer bulan "Her kavme bir peygamber gönderilmesi" konusundan yola çıkarak, Eski Türklerin de semavi bir din anlayışına sahip olup, peygamberlerinin bulunduğunu, ancak bunun belge, kaynak ve delil yetersizliğinden bir türlü ispatlanamadığını mı söylemek gerekir?
Burada sorulması gereken bazı sorular şu yönde olmalıdır: İslam dini gelmezden asırlar evvel rivayet edilen ve efsaneleştirilen Kalgançı Çak, kendisinden asırlar sonra gelecek olan İslam dininin kıyamet alametleri ile nasıl bu kadar benzeşebilir? Üstelik İslamiyet'in zuhur ettiği coğrafya ile o dönemde Türklerin yaşadığı bölgeler arasında binlerce kilometre mesafe bulunurken bu benzerlik gayet doğaldır diyebilmek mümkün müdür? Yine Kalgançı Çak efsanesinin
12
GENCAY
ŞEHZADELER ŞEHRİ: AMASYA Canan CAVŞAK Sırtını Harşena Dağı’na yaslayıp, Yeşilırmak boyunca uzanan, tarihi olaylara olduğu kadar Ferhat ile Şirin’in dağlara kazınan aşkına tanıklık etmiş özge bir diyardır Amasya... Yeşilırmak boyunca inci gibi dizilmiş Yalıboyu evleri ise yakın tarihin en değerli mirasıdır. Şehrin her tarafında tarihi eserlere rastlamak mümkündür. Selçuklu, İlhanlı ve Osmanlı dönemlerinden kalan camii, külliye, medrese, türbe, darüşşifa, han, hamam, köprü, saat kulesi şehrin tarihi hazineleridir. Bunlardan en önemlisi 2. Bayezid Camii’dir. Bu camii şehrin kalbi gibidir. Camii 2. Bayezid Han’ın isteği üzerine onun adına 1481-1486 yılları arasında, o esnada Amasya valisi olan oğlu Şehzade Ahmed tarafından yaptırılmıştır. Külliyenin geniş bahçesinde camii, medrese, imaret, şadırvan, çeşme ve başta Hz. Osman (ra)’nın yazdığı Kur’an-ı Kerim olmak üzere birçok el yazması eser vardır. Bahçesindeki ulu çınar ise tarihin canlı bir şahidi gibidir (1a).
“Aziz Amasyalılar; Hep beraber aziz vatanımızı ve istiklalimizi kurtarmak için bütün gayretimizle çalışacağız. Vatanı en son kayasına kadar müdafaa edeceğiz. Allah milletimize mağlubiyeti gösterirse bütün evlerimizi, mallarımızı ateşe vererek ve vatanı bir harabeye çevirerek boş bir çöl halinde düşmana bırakacağız. Amasyalılar, buna hep beraber yemin edelim. Zaferi kazanacağız, vatan kurtulacaktır.” “ Bütün Amasyalılar yemin ettiler, emirlerinizi bekliyoruz paşam.”
Memleketin dört bir yanında bulunan vatanseverler gibi Amasyalılar da işgalden kurtulmak için mücadele edeceğini Mustafa Kemal’e verdikleri bu yeminle göstermişlerdir. Milli Mücadele’nin beyni durumundaki Amasya, hem mücadele hem de daha önceki dönemlerde tarihi açıdan önemli bir konumda bulunmuştur. 7500 yıllık tarihi boyunca pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış; Anadolu’nun küçük ama örnek bir şehridir. Birçok tarihi yapı ve günümüze kadar ulaşan sanat eserlerine sahip olduğu gibi kültür birikimi de oldukça zengindir.
Önemli eserlerden diğeri ise 2. Bayezid’in Kapıağası Hüseyin Ağa tarafından yaptırılan Büyük Kapıağa Medresesi’dir. 13
GENCAY Medrese, sekizgen plan üzerine inşa edilmiştir. Ön Asya ve Selçuklu türbelerinde görülen bu şekil Türk mimarisinde istisna teşkil eder (1b).
Amasya bölgesi On-Hun olarak anılmıştır. Roma ve Bizans döneminde ise şehir, farklı devletler tarafından birçok kez fethedilmiş; Müslümanlarla Bizanslılar arasında sürekli el değiştirmiştir. Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’da Bizans hâkimiyeti zayıflamış ve Amasya 1075 yılında Alp Arslan’ın emirlerinden Melik Ahmed Gazi (Danişmend Gazi) tarafından fethedilmiştir. Böylece 700 yıllık Bizans hâkimiyeti Amasya’da sona ermiş ve Türk-İslam hâkimiyeti başlamıştır (2).
Diğer önemli eserler ise şunlardır: Burmalı Minare, Çilehane Camii, Gökmedrese, Yakup Paşa Tekkesi, Gümüşlü Camii, Mehmet Çelebi Camii, Bimarhane, Pir Sücaaddin İlyas Türbesi, İsmail Sıraceddin Şirvani Hazretleri Türbesi, Torumtay Türbesi, köprüler, saat kulesi ve konaklardır (1c). Amasya yalnızca Türk tarihinden değil; çeşitli devirlerin izlerini taşıyan birçok yapıta da ev sahipliği yapar. Bunların en eskisi Harşena Kalesi ve Pontus Krallarına ait kaya mezarlarıdır (1d).
Danişmentliler döneminde Anadolu’ya gelen haçlı ordusuna karşı Selçuklu Sultanı Kılıç Arslan ile Danişmend Ahmed Gazi’nin birlikleri 5 Ağustos 1101’de AmasyaMerzifon arasında yapılan savaşta Haçlı ordusunu bozguna uğratmıştır. Danişmentliler dönemi Anadolu Selçuklu Sultanı 2. Kılıç Arslan’ın 1175’te Amasya’yı ele geçirmesiyle sona ermiştir. Anadolu Selçuklu Devleti’nin 1243 Kösedağ Savaşı’nda Moğollara yenilmesi ve Amasya’da yaşanan Baba İshak Olayı Amasya ve çevresini etkilemiştir. Selçukluların yıkılışının ardından Anadolu’ya tamamen hâkim olan İlhanlı Devleti’nin Amasya’daki hâkimiyeti 1243’ten 1341’e kadar sürmüştür. İlhanlıların son hükümdarlarından Ebu
Amasya’nın 7500 yıllık –belki de daha eski- bir tarihi olduğunu söylemiştik. Amasya’nın tarihi Hititlere kadar uzanmaktadır. M.Ö. 1260 yıllarında Amasya’da hükümdarlık yapmış olan Karsan Han, Turani kavimlere mensup bir hükümdar idi ve o dönemlerde Amasya’nın da içinde bulunduğu bölgelerde yaşayan halk, Turani kavimlerden oluşmaktaydı. Turanilerden Anadolu’ya ikinci defa gelen ise Uygur Türkleri olmuştur. Amasya’ya ise On Uygurlardan Bozoklar yerleşmiştir. 14
GENCAY Said Bahadır Han’ın ölümü üzerine İlhanlıların Anadolu valisi olan Sultan Alaeddin Eratna bağımsızlığını ilan edip Eratnalılar Devleti’ni kurmuştur. 1341 yılında Amasya Eratnalıların egemenliği altına girmiştir. Sultan Eratna’dan sonra gelen sultanların zayıf olmaları, zevk ve sefaya düşkünlükleri devlet otoritesinin sarsılmasına yol açmış ve şehir 1393 yılında Osmanlı idaresine girmiştir (3).
antlaşmalardan biri olan Amasya Antlaşması da yine burada imzalanmıştır. XVIII. yüzyıldan sonra, Milli Mücadele dönemine kadar Amasya, sakin bir şehir görüntüsü sergilemiştir (5a). I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti, İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmeye başlanmış; Türk devletinin içinde bulunduğu zor durumdan kurtulmasının çaresini millette gören Mustafa Kemal ve arkadaşları önce 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmış, ardından Amasya’ya geçmiştir. 22 Haziran 1919 tarihinde ise Saraydüzü Kışla Binası’nda hazırlanan, Amasya Tamimi olarak bilinen kurtuluş genelgesini tüm yurda Amasya’dan ilan etmiştir.
Osmanlı döneminde Amasya, şehzadelerin ve padişahların yetiştiği, sancak beyliği yaptığı bir merkez olmuştur. Bu yüzden Amasya, ‘Şehzadeler Şehri’ olarak anılır. Amasya’da 12 tane Osmanlı şehzadesi valilik yapmış, eğitim almıştır. Amasya’nın şehzadelerin yetiştirilmesi için bir merkez olarak seçilmesinin sebebi; 15. yüzyılda Amasya’da 18 tane medresenin bulunmasıdır yani, şehzadelerin iyi bir eğitim alması için Amasya, uygun bir ortam sunmaktadır. Amasya bünyesinde eğitilen şehzadelerden 7 tanesini padişah olarak yetiştirmiş, cihan sultanı yapmıştır. Bunlar sırasıyla; Yıldırım Bayezid Han, Çelebi Mehmed Han, 2. Murad Han, Fatih Sultan Mehmed Han, 2.Bayezid Han, Yavuz Sultan Selim Han ve 3. Murad’dır (4).
Anadolu ve İstanbul arasındaki farkı gören Mustafa Kemal ve arkadaşları Sivas Kongresi’ne davetiye niteliği taşıyan ve öncülüğünü ettikleri Amasya Tamimi ile ulusal birlik ve beraberlik sağlanırsa her şeyin üstesinden gelinebileceği fikrini hayata geçirmişlerdir. Milletin harekete geçmesini sağlayan bir uyarı ve uyanış niteliğindeki Amasya Tamimi, ulusal birlikteliği sağlayarak Türk milletinin kurtuluş mücadelesinin başladığını tüm dünyaya göstermiştir (5b).
Amasya, Osmanlı döneminde yaşanan Fetret Devri ve Celali İsyanları gibi tarihi olaylara tanıklık etmiştir. Kanuni Sultan Süleyman döneminde, 1555 yılında İranSafevi Hanedanıyla yapılmış ilk ve önemli
Amasya Tamimi bir bağımsızlık bildirisidir. Milli egemenliğin ve onu gerçekleştirebilecek tek gücün millet olduğu önemini vurgular. Amasya 15
GENCAY Tamimi’nin diğer bir önemi ise Türk Milliyetçiliği’nin, inkılabın temel bir prensibi olarak değerlendirilmesidir. Milliyetçilik, Amasya Tamimi’nden itibaren milli mücadelenin özü, milleti harekete geçiren, ona milli şuur farkındalığı sağlayan bir prensip olmuştur. Tamim’de millet, milli vicdan, milli irade, milliyet, bağımsızlık ve egemenlik kavramları üzerinde sıkça durulmuştur. Amasya Tamimi, Türk milletinin haksız işgal ve katliamlara karşı milli isyanının bildirisi olmuştur. Hâkimiyetin kayıtsız şartsız Türk milletine ait olduğu yine Amasya Tamimi ile ilan edilmiştir (6).
Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ruhunu yansıtmaktadır (7).
Amasya Tamimi Türk milletinde demokrasi şuurunun yerleşmesine de katkıda bulunmuştur. Halk, demokrasi kavramını işgallere karşı yapılan ve yayınlanan kongre ve bildirilerle anlamaya başlamıştır. Zaten sonrasında da demokrasinin önemli bir unsuru olan seçim sonucunda Büyük Millet Meclisi açılmış ve ardından Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. Amasya Tamimi’nde “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” sözleriyle ifade edilen tam bağımsız Türkiye ideali, Cumhuriyet döneminde yapılan anayasaların da temel felsefesi olarak kabul edilmiştir. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Sözü, bugün de
KAYNAKLAR:
Görüldüğü üzere geçmişte sergilediğimiz milliyetçi duruşumuzu bugün de göstermeli, gerek Türkiye’de gerekse tüm Türk dünyası için bütünlüğümüzü korumaya çalışmalı, bir olduğumuzu göstermeliyiz. Bunun için Türk dünyasının merkezi konumundaki Türkiye’de ülkemizin ve bize umutla bakan Türk devletlerinin geleceği için milletimizin doğru kararlar alması gerekmektedir. Özellikle günümüzde bunu yapmaya çok ihtiyacımız var. Son zamanlarda şiddetini artırarak devam eden; Kerkük’te, Telafer’de Türkmenlere yapılan zulüm bu kanaatin bir kanıtıdır. Hem oralardaki öz kardeşlerimize umut olabilmek için hem de kendi vatanımız için tüm gücümüzle çalışmalı, mücadele etmeli, gerekirse Amasya’dan bir ateş daha yakıp tüm yurdu harekete geçirmeliyiz.
1. Değişen Türkiye Programı TGRT BelgeselAmasya http://www.youtube.com/watch?v=AA9xXVuBoIU 2. Erdoğan, İsmail. (1996); “XX. Yüzyıl Amasya Tarihi ve İnanç Coğrafyası” Yüksek Lisans Tezi, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Ana Bilim Dalı Dinler Tarihi Bilim Dalı. 3. Er, Fırat. (2009); “XV ve XVI. Yüzyılda Amasya” Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Tarihi ve Sanatları Ana Bilim Dalı İslam Tarihi Bilim Dalı. 4. Amasya Belediyesi-Amasya Tarihi http://www.amasya.bel.tr/icerik/245/30/amasyatarihi.aspx 5. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Amasya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü-Tarihçe http://www.amasyakulturturizm.gov.tr/TR,59475/t arihce.html
16
GENCAY
17
GENCAY
CAMİLERİN IŞIKLI GERDANLIKLARI: MAHYALAR Cem Ozan AVCI İslam dünyası cami süslemeciliğine çok ilgi göstermiştir. İslam’ın ilk zamanlarında olmasa bile, ilerleyen zamanlarda karşılaşılan kültürlerin de etkisiyle camileri süslemeye ihtiyaç duyulmuş, farklı tarzlar yaratılmıştır.
eserler ortaya koymuşlardır. Müslüman dünyasında mübarek kabul edilen dini gecelerde kandil yakma geleneği de bize has sanatlardan olan ‘mahyacılığı’ doğurmuştur.
Müslümanlığın ilk zamanlarında yapılan yapıların basitliği göze çarpmaktadır ancak Emevi döneminde Bizans; Abbasi döneminde İran kültürünün etkilerini camilerde görmek mümkündür. Ayrıca hattan tezhibe; çiniden minyatüre birçok farklı sanat da camilerin içine veya dışına işlenmiştir. Farklı sanatlar kullanılarak yapılan cami süslemeciliği, zamanla değişik arayışlar doğurmuş ve kendine özgü sanatlar ortaya çıkarmıştır. Tabiî ki bu arayışlara İslam kültürünün yanı sıra her Müslüman ülkenin kendi sahip olduğu kültür değerlerinin de etkisi büyüktür.
Mahyacılık ilhamını İslam’dan alan ancak diğer Müslüman ülkelerde olmayan, topluma dini ve sosyal mesajlar veren, sadece bize has bir ışıklandırma sanatıdır. Türk zevk ve kültürünün İslam değerleriyle sentezi sonucu ortaya çıkmıştır. Türk buluşudur ve yalnız bizim topraklarımızda yapılmaktadır. Kandille ışıklandırmanın İslam kültürüne girişine bakacak olursak; İslam dünyasında kandil yakma geleneği hicretin dokuzuncu yılına dayanmaktadır. Müslüman olmak için Medine’ye gelen Yemenli bir Hıristiyan Hz. Muhammed’e hediye olarak kandiller getirir. O zamana kadar kuru hurma dalları yakılarak
Türkler, cami süslemeciliğinde ölümsüz eserler ortaya çıkarmışlardır. Kültürün ve dini inancın da birbirini etkilemesiyle farklı sanatlar üzerinde çalışmış ve önemli 18
GENCAY aydınlatılan Mescid-i Nebevi, o günden sonra getirilen kandillerle aydınlatılır. Bu kandilleri Hz. Muhammed çok beğenir ve Müslüman olmak isteyen bu kişiye ”Mescidimizi aydınlattın; Allah da seni münevver etsin. Eğer bir kızım olsaydı sana verirdim.” diyerek iltifatta bulunur.
Diğer rivayete göre ise “Koca Mustafa Paşa’daki Sünbül Efendi Tekkesi şeyhi Necmettin Hasan Efendi, bir mevlit gecesinde caminin minaresini kandillerle süsler. I. Ahmet bunu görünce beğenir ve bundan böyle mübarek gecelerde mahya asılmasını ister.” Her iki rivayette de I. Ahmet dönemine işaret edilmektedir. Bu da ilk mahyanın bu dönemde asıldığını göstermektedir. Ancak 1578’de İstanbul’a gelen bir seyyahın seyahatnamesinde yer alan mahya resmi, bu sanatın daha önce de yapıldığını göstermektedir. Anlayacağınız üzere mahyacılık tam olarak şu tarihte ortaya çıktı diyemiyoruz. İlk mahyanın hoşa gitmesinden sonra III. Ahmet devrinde sadrazam İbrahim Paşa tarafından bir ferman çıkarılır. Lale Devri’nde çıkarılan bu fermanda bütün selatin camilerinde mahya kurulması emredilir. Selatin camileri, birden fazla minaresi olan camilerdir. Zaten mahya da çift minare arasına kurulabilir. Ferman çıktıktan sonra halk o kadar sevmiştir ki mahyayı, Eyüplüler mahya kurulamadığı için Eyüp Camii’nin kısa minarelerini uzattırmış, Üsküdarlılar ‘biz de mahya isteriz’ diye ısrar edince tek minaresi olan Mihmirah Sultan Camii’ne bir minare daha yaptırılmıştır.
Bizim kültürümüzde, bu gibi önemli gecelerde evlerin kapılarının önlerine kandiller asılır, minareler ve camiler de kandillerle süslenirmiş. Hatta kandiller dizilerek asılan mahyalardan dolayı da mübarek gecelere “kandil gecesi” deriz. Dini gecelerimizle mahya o kadar özdeşleşmiştir ki birbirimizin gecesini kutlarken “geceniz mübarek olsun” yerine ”kandiliniz mübarek olsun” deriz. İlk mahyanın asılışıyla ilgili iki farklı rivayet vardır. Fakat kesin bir bilgi yoktur. Yaygın olarak bilineni ise şu şekildedir: “1614 yılında Fatih Cami müezzinlerinden Hattat Hafız Kefevi, iki minare arasına ortası yazılı son derece sanatkârane bir levha işler ve dönemin padişahı I. Ahmet’e hediye eder. Bu durum, genç sultanın çok hoşuna gider. Dini adabın dışına çıkılmamak şartıyla bunun gibi mahyaların kurulması arzu edilir ve ilk mahya 1617 yılında padişahın kendi yaptırdığı Sultan Ahmet Camiine kurulur.”
Yalnız minarelerin arasına değil, bazen camilerin içine de iç-mahyalar kurulmuştur. Süheyl Ünver, Ayasofya, Sultan Ahmet, Süleymaniye gibi birçok camide iç-mahyayı gördüğünü anlatır. Bir başka mahya şekli de minarelere kaftan giydirilmesidir. Bu tür mahyalarda da hazırlanan kandiller yine iplerle birbirine bağlanır ama minarelerin arasına gerilmez, minarelerden aşağıya doğru 19
GENCAY sarkıtılır. Ayrıca gezdirme mahyalar da yapılmıştır ki bunlar öyle her mahyacının yapabileceği mahyalar değildir; beceri ister.
Hatta Halide Nusret Zorlutuna anlatır: ”Mahyalar içinde bir mahya vardır ki unutamam. İstanbul’un mütareke içinde bunaldığı bir ramazandı. İstiklal savaşı Anadolu ufkundan bir umut güneşi gibi kâh parlıyor, kâh sönüyordu. Bir gece, teravih namazından çıkanlar Beyazıt Camii’nin minareleri arasında bir şaheser beyit gördüler. Yahya Kemal’in Akifane bir beyiti, karanlık gökte ışık ışık parlıyordu:
Mahyacılığın büyük isimlerinden Abdüllatif Efendi, bir gezdirme mahya yapar; çok ilgi çekicidir. Bu mahya da Unkapanı Köprüsü’nü ve Azaplar Camii’ni resmeder. Üç halat çeker. Ortadaki esastır. Üst halata bir araba, üçüncü ipe de balıklar ve kayıklar yapar. Arabayı iki minare arasında götürüp getirir. Yalnız köprü ve camii sabittir; diğerleri yürür. Düşünün güzelliği.. İstanbullular bu sanatkârane yapıtı görmek için günlerce beklemişlerdir.
‘Ta ki yükselsin ezanlarla müebbed namın Galip et! Çünkü bu son ordusudur İslamın’
Mahyacı, yapacağı şekil veya yazıları ilk önce bir kâğıt üzerine planlar. Sonra yapılacak düğümleri hesaplar ve kandilleri iplere dizer. Bu şekilde mahyalar minareler arasındaki yerini alır. Eskiden her mahyacı büyük bir hüner ve gizlilik içinde mahyasını hazırlar, diğer mahyacılarla bir rekabet havası yaşardı. Her gece farklı mahyalar kuranlar olduğu gibi teravihten önce kurduğu mahyayı herkes namazda iken değiştiren mahyacılar da vardı.
Binlerce Müslüman o gece bu duaya hıçkırarak amin dedi.” Şeklindeki satırlarla Türk Milletinin istiklal mücadelesini bu iki mısralık mahyada hisseder. Bu Türk sanatı yazarlara ilham, gezginlere unutulmaz anı olmuştur. Mahyayı gören yabancı bir gezgin demiş ki: ”Dünya yüzünde sevilmeğe ve sayılmaya layık Türklerin hiçbir medeni eserleri olmasa bile, yalnız şu gökten yıldızları toplayıp minareler arasında yazı yazmayı akıl edişleri ve bunda muvaffak olmaları, onların medeniyette ne kadar ilerde olduklarının bir ifadesidir.” Yahya Kemal de mahyaları gören bir yabancının ”Bu şehir Türk’tür ve Türk olmasa insaniyet güzelliğinden bir âlem kaybederdi” dediğini anlatır.
Bu işin de kendine özgü kuralları vardır. ”Maşallah”, ”Bismillah”, ”Ya Şehr-i Ramazan”, ”Dua ibadetin özüdür” gibi dini içerikli yazılar olduğu gibi “Kızılay’ı unutma”, ”İçkiden kaç”, ”Temizlik imandandır”,” Vergi namustur” gibi nasihat ve sosyal mesaj veren mahyalar da asılmıştır. Savaş zamanlarında da “Yaşasın gazimiz”,” Yaşasın İstiklaliyet”, ”Yüce Fatih ruhun şad olsun”,” Vatan sevgisi imandandır” gibi mahyalar asılmıştır. 20
GENCAY sorar. Mebani-i Hayriye müdürü verdiği cevapta, “Bu milli bir sanattır; elektrikle olmaz. Mahya yalnız göstermelikten ibaret değildir; halka heyecan da vermektir. Halk arasında bugün nasıl bir mahya yapılacak şeklinde bir heyecan, bir bekleyiş vardır. Elektrikle mahya aynı şeyi yazar” der. Anlayacağınız üzere ilk elektrikli mahya girişiminde pek başarılı olunamamıştır.
Mehmet Gökalp mahyalar karşısındaki duygularını şöyle ifade ediyor: “Bir şehrayin var. İki minare arasında Ayet ayet kalbimize yazar, Mukaddes gecelerin manasını; Bu nokta nokta ışıklar. Lacivert zemine işlenmiş Allah'a İman'ın her harfi Kamaştıran böyle gözlerimizi Işık dolu, şanlı, büyük gecenin İçimize doğan parlak güneşi”
Mahyacılığın devrin şartları da göz önüne bulundurulduğunda ne denli zor ve beceri isteyen bir iş olduğu açıktır. Devrin mahyacılarında tulumbacı Sami Reis bir röportajında şöyle anlatıyor: “Öyle günler bilirim ki bütün gün sırtımda tulumba ile altı saatlik yolu koştuktan ve yangını söndürdükten sonra, akşama tek yardımcımla beraber 300 kandillik mahya kurar ve gene gık bile demezdim. (...) Bunun için bilek ister. Bir saat içinde 500 kandilli mahyayı kuracak yiğit göremiyorum ben. Hem fırtınalı havada bir kaza çıkarmadan kandilleri toplamak da yürek ister.”
Mahya o kadar beğenilmiştir ki talep üzerine Süleymaniye mahyacısı Mısır’a gitmiş ama minare araları yeterli derecede açık olmadığında iyi mahya kuramamıştır.
Günümüz mahyacılarından Kahraman Yıldız da işin zorluğundan bu işi yapacak adam bulamadığında yakınıyor: “Mahyacılık biraz zor iş. Yaz, kış, soğuk, tipi demeden minare tepelerine çıkacaksınız. Yerden 100 metre yukarıda hava şartları çok daha sert oluyor. Buna dayanmak kolay değil. Sabır ve sevda isteyen bir iş… Bizim yanımıza yardımcı eleman veriliyor ama fazla dayanamıyorlar. Bir yolunu bulup ya başka bölümlere geçiyorlar ya da bu işi yapamayacaklarını söylüyorlar.” Her ne kadar şu an ampullerle yapılıyor da olsa mahya kurmak çok zahmetli ve emek gerektiren bir iştir.
20. yy’nin başlarında elektrik kullanımının da yaygınlaşmasıyla bir ara elektrikle mahya kurmak da denenmiş ancak kandillerin verdiği zarafeti veremediğinden ve ampullerin fazla parlamasından dolayı da yazılar okunamaz hale geldiğinden halk tarafından da beğenilmeyince çok geçmeden kaldırılmıştır. Bunun üzerine Mebani-i Hayriye (hayır amaçlı binalar) müdürü, Meclis-i Vükelâ(bakanlar kurulu)’dan çağırılarak, “Niçin zeytinyağı ile mahya kuruluyor da fennin ihtiraından istifade edip elektrikle kurmuyorsunuz?” diye 21
GENCAY Elektriğin hayatımızın her alanına girmesiyle birlikte kandillerle yapılan mahyacılık da zamana ayak uydurarak yerini daha kolay olan elektrikli mahyalara bıraktı. Elektrikle yapılıyor olması da sanatsal yönünü zamanla yitirmesine neden olmuştur. Sadece teknik olarak değil; uygulamalar da değişmiştir. Eskiden mübarek gecelerde de asılan mahyalar yalnız ramazana ait olup yalnız ramazanlarda asılmaya başlanmıştır. Eskiden yapılan minarelere kaftan giydirme, resimli ve gezdirme mahyalar unutuldu ve elektrikli mahyayı dahi yapan çok kişi kalmadı.
KAYNAKÇA:
ÜNVER, Süheyl, ’Mahya ve Mahyacılık’ Türk Folklor Araştırmaları, İstanbul, 1965, Sayı:186 AKYAVAŞ Ragıp, Mahya ve Kandilin Tarihi, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni, İstanbul, 1958 sayı:201 ŞAPOLYO, Enver Behnan, ’Türkler’de Mahyacılık’ Eski Ramazan Adetlerinden Çınaraltı, İstanbul, 1943 sayı:105 Temel Britannica Ansiklopedisi, Ana Yayıncılık, 1988, Cilt:12 Büyük Larausse Ansiklopedisi, Milliyet Gazetecilik AŞ., Cilt:15 Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlas Gazetecilik AŞ., İstanbul, 1994, Cilt:13 Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Ana Basım AŞ., İstanbul, 1994 cilt:5 http://www.kto.org.tr/tr/dergi/dergiy azioku.asp?yno=1409&ano=86 *Yrd. Doç. Dr. Hasan ÖZÖNDER, Konya Ticaret Odası Dergisi, Mübarek Gecelerde Gökyüzünde Altın Kolyemiz: Mahya, 01.09.2008 http://www.tumgazeteler.com/?a=409 4519 http://www.milliyet.com.tr/2005/10/ 18/guncel/gun04.html http://yenisafak.com.tr/Ramazan/?t=2 0.10.2006&i=7595 http://www.tgrthaber.com.tr/news_vie w.aspx?guid=cb76ab8b-3bc9-4e69-b68f1c433acfdb38 http://www.diriklik.net/eskiistanbul/e kler/skylife/skylife_2/mahya.htm
Eskiden halkın heyecanla sabırsızlıkla beklediği mahya şölenleri günümüzde unutulmaya yüz tutmuştur. Şimdi bu eşsiz Türk sanatından bihaber olanlar, ismini bilmeyenler bile var. Yaklaşık dört yüz yıllık geçmişi olan bu kültürün yeniden canlandırılması, yeni mahya ustaları yetiştirilmesi gerekli. Mahyacılık için bir şeyler yapılmadığı takdirde sadece bu ve bunun gibi yazıları okuyup ah edeceğiz. Ya ışıkların arasında fark edilemez oldu mahyalar, ya da biz bir değerimizi daha karanlığa gömdük.
22
GENCAY
SONBAHAR BUNALIMININ SONU: CUMHURİYET Çağhan SARI Ekim ayının şüphesiz en önemli başlığı Cumhuriyet'in ilanıdır. Bu yıl 91. yaşını dolduracak Cumhuriyet'in kuruluş gününün izlerine bakalım…
edilince cephede savaşı kazanan Ankara, Mustafa Kemal'in ataklığıyla saltanatı kaldırdı. Takvimler 1 Kasım 1922'yi gösteriyordu. Aslında görüşmeler bir gün önce başlamıştı. Saltanatın kaldırılmasını engellemek isteyen muhalifler söz konusu kanun teklifinin Anayasa Adalet ve Şerriye Komisyonları'ndan oluşan bir ortak komisyonda görüşülmesi için bir önerge vermişlerdi ve bu önerge kabul edilmişti. 1 Kasım sabah saatlerinde ise saltanat kaldırıldığında bu günün milli bir bayram olarak kutlanılması da kabul edilmişti. 1 Kasım Milli Egemenlik bayramı olacaktı ama şimdi yeni bir sorun ortaya çıkmıştı. Saltanat kaldırılırken bünyesindeki halifelik ayrı bir müessese olarak sürdürülecekti ve siyasi kudreti olmayacaktı. Türkiye devletinde anayasaya göre de meclis hükümeti ve güçler birliği esası bulunuyordu. Saltanat sahibi devlet başkanı makamında idi. Şimdi bu makam halife olmadığına göre meclis başkanı mı olacaktı? Milli Mücadele sırasında olağanüstü şartlar gereği meclis hükümeti sistemi vardı yani, bir başbakan yoktu. Bakanlar tek tek meclis tarafından oylanıyor, kurulan hükümete aynı zamanda meclis başkanı başkanlık ediyordu. Güçler birliği prensibi ile yürütme yasama ve yargı TBMM'de toplanıyordu.
Bilindiği üzere Milli Mücadele yılları boyunca parola, düşmanı yenmek ve işgallere son vermek idi. Bu parola adı altında farklı görüşlere sahip insanlar toplanabiliyordu. Rejim tartışma konusu olmuyordu. Nitekim buna gerek de yoktu. Çünkü iç isyanlar, üç cephede sürdürülen savaş, meclis içerisinde mücadele, cephe gerisinde ortaya çıkan sorunlar Ankara'nın daima gündeminin rejim tartışması olmasına izin vermiyordu.
(30 Ekim 1923 tarihli Hakimiyet-i milliye gazetesi)
Ancak savaş bittiğinde ilk defa mevcut rejim ile hesaplaşma oldu. Lozan görüşmelerine İstanbul hükümeti de davet
Başlayan bu yeni dönemle beraber hem ortada bir devlet başkanı sorunu hem de 23
GENCAY bakanların kabine hükümeti sistemiyle değil meclis tarafından ayrı ayrı seçilmesinden dolayı bir kabine sorunu vardı. Bu sefer de Lozan'ın harareti ile zaman geçiyordu. 11 Ağustos 1923'te ilk olarak TBMM yenilendi. Üç hafta önce de Lozan Barış Anlaşması imzalanmıştı. 1923 yılının sonbaharına girerken akislerini çok hissettirmeyen bu sorunların halledilmesi gerektiği anlaşıldı.
'yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz' dedi. İsmet İnönü, Kazım Özalp, Ruşen Eşref Günaydın, Fuat Bulca, Kemalettin Sami, Halit Kılıçarslan toplantıda hazır bulunan isimlerdi. Akşam cumhuriyetin ilanı hakkında yapılan görüşmeler tamamlandıktan sonra, İnönü dışındaki konuklar Çankaya'dan ayrıldı. İnönü ile Mustafa Kemal gereken anayasa değişikliği yasa tasarısını hazırlamaya başladı. Beş saatlik bir çalışmanın ardından altı maddelik yasa değişikliği tasarısı hazırdı.
Mustafa Kemal, yeni devletin adının artık resmen konulması için zamanın geldiği kanısına vardı. Bakanların seçiminde yaşanan ufak çaplı kriz ile süreç başladı. Başbakan Fethi Okyar, Mustafa Kemal'in ricası ile 24 Ekim günü makamından ve vekâlet ettiği İç İşleri Bakanlığı'ndan istifa etti. 25 Ekim'de toplanan meclis İç İşleri Bakanlığı'na Sabit Sağıroğlu'nu seçti. Hâlbuki Sabit Bey o gün mecliste değildi ve onu aday gösteren Halk Fırkası grubu olduğu halde Mustafa Kemal ile Sabit Bey'in arası İttihatçılık meselesinden ötürü iyi değildi. Bu gelişmenin üstüne Meclis İkinci Başkanlığı'na Lozan tartışmaları sırasında Başbakanlıktan istifa eden Rauf Orbay seçilince, Mustafa Kemal, meclis hükümeti sisteminin anayasa değişikliği ile yerini kabine sistemine bırakması gerektiğine karar verdi. Böylece açıkça anayasada devletin rejimi Cumhuriyet olarak değiştirilecekti.
Birinci madde “Devletin şekli Cumhuriyet’tir” diyordu. İkinci madde ise saltanatın kaldırılması tartışmalarındaki gibi tekrar çıkmazlar oluşmaması için devletin dini İslam’dır, maddesi idi. Bu madde ile hilafet yanlılarının, 'Cumhuriyet dinsizliktir!' propagandası yapması engellenecekti. 29 Ekim günü sabah saat 10.00'da Halk Fırkası mecliste toplandı. Bakanların seçimi hakkında görüşmeler başladı. Ancak bir neticeye varılamadı. Kemalettin Sami önceki akşam kararlaştırıldığı üzere, sorunun Halk Fırkası Genel Başkanı Mustafa Kemal tarafından çözülmesini talep eden bir önerge verdi. Önerge kabul edildi. Mustafa Kemal kürsüye gelerek bir saat süre istedi. Bu bir saat boyunca grup
26 Ekim'de Çankaya'da Mustafa Kemal'in başkanlığında toplanan bakanlar, görevlerinden istifa etme kararı aldılar. Tekrar seçilme ihtimalinde de görev kabul etmemeyi açıkladılar. Hükümet sorunu ülkenin gündemine iyice yerleşmişti. 28 Ekim akşamı Çankaya'da bir kez daha toplanan kurmaylarına Mustafa Kemal, 24
GENCAY içerisindeki önemli isimler ile tek tek görüşmeye başladı. Onlara cumhuriyet hakkındaki fikirlerini aktarıp sorunun halli hakkındaki projesini anlattı. Saat 13.30'da grup tekrar toplandı. Mustafa Kemal kürsüye çıktı ve tasarı metnini kâtip koltuğundaki Ruşen Eşref Bey'e uzattı. Teklif okunduktan sonra görüşmelere başlandı. Birçok vekil, hükümet krizini çözen geçici bir teklif beklerken büyük bir değişime şaşırdılar. Çünkü bu değişiklik ile Başbakanın belirlenmesi meclis oylaması ile değil Cumhurbaşkanı'nın görevlendirmesi ile olacaktı.
Ragıp Bey, anayasanın tamamlanması için bir an önce oylamaya geçilmesini teklif etti. Ardından söz alan İsmet İnönü, Lozan görüşmeleri sırasında karşısına çıkan devlet başkanlığı sorununa atıfta bulunarak teklifi destekleyen konuşmasını yaptı. İsmet Paşa'dan sonra kürsüye gelen isim ise Osmanlı devletinin son vakanüvisi Abdurrahman Şeref Bey idi; 'Hükümet biçimlerini birer birer saymak gereksizdir. Egemenlik sınırsız ve koşulsuz milletindir, kime sorarsanız sorunuz bu cumhuriyettir. Yeni doğan çocuğun adı budur ama bu ad kimilerine hoş gelmezmiş, varsın gelmesin!'' dedi. Abdullah Azmi Efendi'nin itirazlarına rağmen oylamaya geçilmek üzere hazırlıklara başlandı. Bu sırada muhalif milletvekillerinin ret oyu vermektense oylamaya katılmayacağı kararını almaları üzerine çoğunluğu sağlamak üzere henüz meclise gelmeyerek yemin etmemiş dokuz vekil apar topar gelip yeminlerini ederek oylama öncesinde salonda yerlerini aldı. 287 vekilden oluşan mecliste o an 158 vekil vardı. Saat 18.00'da grup toplantısı sona erdi ve BMM Genel Kurulu başladı. Önce tasarı Anayasa Komisyonu'na gönderildi. Komisyon ivedilikle kabul ederek tasarıyı tekrar genel kurula gönderdi. Saat 20.00'da 158 üyenin tamamı ilk değişiklik maddesine evet oyu vererek cumhuriyeti ilan etti. Genel kurul üç defa “Yaşasın Cumhuriyet!” nidalarıyla yankılandı. Ardından Ertuğrul Mebusu Dr. Fikret Bey cumhurbaşkanının hemen seçilmesini içeren önergeyi verdi. Derhal seçime geçildi. Bir aday olmaksızın oy veriliyordu. 20.45'te 158 vekilin 158 oyuyla Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı seçildi. Saat 21.05'te Mustafa Kemal Genel
Sabit Sağıroğlu, anayasa değişikliğini sonraya bırakıp önce bir bakanlar kurulu başkanı seçilmesi gerektiğini söyledi. Niğde mebusu Hazım Bey de önce hükümet başkanının seçilip daha sonra anayasa değişikliğinin ele alınması yönünde fikrini açıkladı. Yunus Nadi Bey, mevcut meclisin kurucu meclis hüviyetinde olduğunu söyleyerek bu değişimin yapılabileceğini, duraksamamak gerektiğini belirtti. Hamdullah Suphi Bey tasarıya destek verdi. Kütahya mebusu 25
GENCAY Kurul salonundan çıktı. Cumhuriyet'in ilanı üzerine 101 pare top atışı oldu. İstanbul'da ise top atışlarının saat 03.00'da başlaması üzerine halk bir düşman saldırısı sanarak panik halde sokağa çıktı. Ancak sabah saatlerinde halk kutlamalara başladı. Cumhuriyet'in ilanı ile hiç kutlanılmayacak olan 1 Kasım yerine 29 Ekim artık cumhuriyet bayramıydı. Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nin imzaladığı Mondros Ateşkes anlaşmasının 30 Ekim 1918 de olduğunu hatırlayan Fahrettin Altay Paşa, iki sene sonra bu tarihsel benzerliği sorduğunda Mustafa Kemal 'milletin hayatına kastedenlere karşı milletin öcü' demiştir.
Madde2: Türkiye Devleti'nin dini din-i İslam'dır; resmi lisanı Türkçe'dir. Madde4: Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, hükümetin inkısam ettiği şuabat-ı idareyi İcra Vekilleri vasıtasıyla idare eder. Madde10: Türkiye reisicumhuru Türkiye Büyük Millet Meclisi heyeti umumiyesi tarafından ve kendi azası meyanından bir intihab devresi için intihab olunur. Vazife-i riyaset yeni reisicumhurun intihabına kadar devam eder. Tekrar intihab olunmak caizdir. Madde 11: Türkiye reisicumhuru devletin reisidir. Bu sıfatla lüzum gördükçe Meclise ve Heyet-i Vekile'ye riyaset eder. Madde12: Başvekil, reisicumhur tarafından ve Meclis azası meyanından intihab olunur. Diğer vekiller başvekil tarafından yine Meclis azası arasından intihab olunduktan sonra heyet-i umumiyesi reisicumhur tarafından Meclisin tasvibine arz olunur. Meclis hal-i içtimada değilse, keyfiyet-i tasvib Meclisin içtimaına talik olunur. Kaynakça Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1997, s.537544. Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, c.II, Bilgi Yayınevi, Ankara 1998, s.295-298. Mahmut Goloğlu, Milli Mücadele Tarihi, c.V, İş Bankası Kültür Yayınları, s.321-332. Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, haz. Ortak Komisyon, c. II, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2010. Can Dündar, O Gün Belgeseli, ''Milat'', 32. Gün Yapımı.
Tasarı Metni: Türkiye Reisicumhuru Devletin Reisidir. Madde1: Hâkimiyet bila-kayd ü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müsteniddir. Türkiye Devleti'nin şekl-i hükümeti cumhuriyettir. 26
GENCAY
KLASİK METİNLERİN ÖĞRETİMİNE DAİR BİR MESELE Yunus Emre UYAR Milletlerin kültürlerinde önemli bir yer kaplayan destan, efsane, masal, türkü, ortaoyunu vb. türlerdeki metinler özellikle milliyetçi ve muhafazakâr eğitim politikaları tarafından her zaman el üstünde tutulan değerler oldu. Millî kültüre ilişkin birçok ögeyi –duyuşu, duyarlılığı, eğilimi, motifi vb.- barındıran bu ürünlerin en önemli özelliği milletin kültürel kodlarının okunabileceği materyaller olmasıdır. Nitekim bu sebeple yıllarca yerli ve yabancı türkologlar tarafından malzeme olarak büyük ve haklı bir değer görmüştür. Ancak eğitim felsefesini belirlemede söz sahibi olanlar arasında bu türden ürünlerin eğitim ortamları aracılığıyla yeni kuşaklara aktarılması gerektiğini savunanlar çokçadır. Onların bu kanıyı taşımakta oldukça haklı sebepleri vardır. Bu ürünler, taşıdıkları değerlerle milletin geleceğini oluşturacak olan yeni kuşak için bir “kültürleme” vasıtası olarak kullanıldığında bir tür değer muhafazası sağlanacaktır. Her toplum doğal olarak bekasını sağlamak için değer yargılarının da gençlerine aktarılmasını savunur. Bunun için en önemli yol eğitim, onun en önemli malzemesi olarak da destan, efsane, masal vb. ürünler görülür. Gerçekten de bu tür ürünler milletlerin değerlerini barındırmak ve onları aktarmakta kullanmaya yarayacak materyallerdir. Eğitim ortamlarındaki hedef kitlelerin gelişim dönemlerinin
özelliklerine göre yeniden yapılandırılacak olan bu ürünler değerlerin aktarımı için biçilmiş kaftandır. Böylelikle milletin sahip olduğu değerler yeni kuşaklara aktarılmak suretiyle “muhafaza edilmiş” olunur.
Yukarıda özetlenen anlayış okurlara epey tanıdık gelebilir çünkü uzun süre yurttaki eğitim ortamlarına büyük ölçüde etki etmiştir. Bunun işe koşulması nedeniyle ilk ve ortaöğretimdeki ders kitaplarına toplumun kemikleşmiş değer yargılarını aktarması umuduyla masal, destan, ortaoyunu vb. ürünler yerleştirilmiştir. Zaten ders kitaplarındaki metinlerin değer aktarım aracı olarak görüldüğü Türkiye’de bu oldukça sıradan bir durumdur. Yani sözü edilen anlayış, kendini bir ölçüde uygulamaya da dökmüştür. Eğitimde –özellikle dil- toplumların değer yargılarının sonraki kuşaklara aktarılmasına karşı çıkmak her şeyden 27
GENCAY önce pedagojinin gerçekleriyle çelişecektir. Nitekim eğitim, tanımı gereği bir kasıtlı “kültürleme” uğraşısıdır. Doğal olarak kültürün tüm bileşenleri olduğu gibi değer yargıları ve onları taşıyan destan, masal, efsane vb. ürünler de eğitimi malzemesi olmak durumundadır. Böyle bir şeye itiraz etmek ancak eğitimin bilimsel temellerini hiçe sayacak derecede geçmişten kopukçu bir ideolojik saplantıyla mümkün olabilir.
Türkçe Ders Kitabı ele alınsın. Bu kitapta öğrenciye sunulan metinlerden biri “Altın Perçemli Çocukla Sırma Saçlı Kız” adlı masaldır. Belli ki bu eser, genç kuşakların millî bir değer olan masallarla tanışması amacıyla ders kitabına konmuştur. Ancak bu masal, aynı zamanda belli başlı iletileri vermekte, belli bir yaşam algısını sezdirmektedir. Ve bunlar modern dönemin gerektirdikleriyle bire bir örtüşmemektedir. Sözgelimi o masaldaki anne ve baba çocuklarına eş seçerken tümüyle sınıf vurgusu yapmaktadırlar. Oğlanın vezir kızına bile layık görülmeyip padişahın kızına layık görülmesi, kızın vazir oğluna bile layık görülmeyip ancak padişah oğluna layık görülmesi durumu masalın sınıfsal bir ayrımı imlediğini gösterir. Üstelik bu anlayış masalda cezalandırılmamış, yani bir kötülük olarak değil olağan bir durum olarak görülmüştür. Böyle bir metinden çocukların sınıfçı bir yaklaşımın doğallığı sonucunu çıkarmaları olasıdır. Görüldüğü gibi millî kültürel değerleri aktarması amacıyla çocuklara sunulan bir metin istendik olmayan iletilere de gebe olabilmektedir. Burada istendik olmayan ifadesi MEB’in genel amaçlarında ya da dersin hedeflerinde sınıfsal farklılıkları kavratıcı bir niyetin olmamasına dayanarak kullanılmıştır.
Görülen o ki bu yazı eğitimde değer aktarımını oldukça olağan karşılamaktadır. Ancak değerlerin eğitimi hususunda dikkat çekmek istediği bir nokta vardır: Eğitim ortamlarında, ders kitabı vb. materyallerle aktarılacak olan “değerler”in sınırı ile asrın gerektirdiği çağdaş değerlerin uzlaşması gerekir. Ne de olsa milletin sahip olduğu değerlerin tümü bugün için çağdaş-evrensel ahlak ilkeleri tarafından içerilmemekte, bazıları bunun dışında kalmaktadır. Ancak bu değerler, değer aktarımında kullanılacak olan materyallerde istendik olanıyla olmayanıyla iç içe girmiş bir durumdadır. Asıl sorun bunları ayıklamaktadır.
Bir başka örnek de Hasan Kallimci tarafından hazırlanan Destan Romanlar adlı seridir. Yurdun gençlerini kültürel zenginliklerinden olan destanlarla tanıştırmak yoluyla değerler eğitimi vermeyi amaçlayan yazar gerçekten de Türk kültürünün yurtseverlik, görev ahlâkı, barış, konukseverlik vb. değerlerini çocuklara sunmuştur ancak bunun
Meseleyi somutlaştırmak üzere örnek üzerinden gitmek için Ortaokul 7. Sınıf 28
GENCAY yanında istendik olmayan birtakım değerlere de çocuklarca maruz kalınabildiği görülebilir. Sözgelimi Köroğlu destanının anlatımından oluşan Süpermarketteki Sürpriz adlı yapıt önemli bir millî değeri çocuklarla buluştursa da “öç için kız kaçırma”yı olağan bir durummuş gibi sergilemektedir. Bu eserde Köroğlu yengesini kurtarmaya gitmekte ancak onu alamayınca onun yerine öç için genç bir kızı kaçırıp amcasıyla evlendirmektedir. Görüldüğü gibi burada çocuğa kadının söz hakkına sahip olmayan, alınıp kaçırılabilen, istenilen kişiyle evlendirilen, bir öç malzemesi olarak görülen bir durumu vardır. Ve bu durumların hiçbiri eserde cezalandırılıp çocuğa bunların bir olumsuzluk olduğu iletisini verme kaygısı güdülmemiştir. Aksine, bunar olağan hâller olarak gösterilmiştir.
milletvekili Nurettin Demir’in henüz on bir yaşındaki öğrencilerin gelin olmaya özendirilmesi, cinsiyet rollerini pekiştirileceği, çocuk gelinlerin önünün açılabileceği gibi haklı kaygıları bulunmaktadır. Sözü edilen eğitsel uygulama önerisi belli ki kültürel bir değer olan kına gecesi, düğün vb. motifleri öğrencilere aktarma gayesi gütmektedir. Ancak görüldüğü gibi buna yönelik belli başlı kaygılar da mevcuttur. Böyle bir durumda tutulması gereken yolu saptamak değerler eğitiminin felsefesi açısından oldukça önemlidir. Aktarılması hedeflenen kültürel değerden mi vazgeçilmelidir yoksa çocuk gelin tehlikesini önleme duyarlılığından mı? Her üç örnekte de istendikle istendik olmayanın iç içe geçmiş olduğu görülür. Ve asıl sorun burada baş gösterir. Olumlu ve olumsuz durumları barındıran metinlerin değerler aktarımındaki yerleri ne olacaktır? Bunları tümüyle eğitim ortamlarından çıkarıp atmak bir yoldur. Bununla deyim yerindeyse pire için yorgan yakılmış olunur. Sözgelimi Köroğlu destanındaki gerekliliğini ve geçerliliğini bugüne taşımayı başarabilmiş onca değere ve kültürel motife rağmen “kadın”a verilen değer bugüne uymadığı için o eseri eğitim ortamlarından dışlamak pek kârlı bir yol gibi durmamaktadır. İkinci yol istenmeyen iletilere göz yumup “olur o kadar” demektir ki bu da bir tür idealistlik olan eğitimciliğin ruhuna aykırıdır. Üçüncü yol bu türden metinlerin çağın gerekliliklerine uygun bir biçimde, tümüyle eğitsel kaygıyla yeniden yazılmasıdır. Bu da doğrudan edebî metinlerin ruhuna aykırı
Sorun yalnızca destan ve masallarda bitmemekte, onun dışındaki kültürel kaynaklarda da gözlemlenmektedir. Bunu örneklendirmek için basında yeni çıkan bir habere göz atmak gerekir. Habere göre ortaokul düzeyinde hazırlanan bir sosyal bilgiler dersi öğretmen kılavuzunda öğretmenlerin öğrencilere “kına gecesi” uygulaması yaptırılması istenmiştir. Habere göre duruma itiraz eden Muğla 29
GENCAY bir tavır olur. Hem Hasan Kallimci’nin yukarıda sözü edilen yapıtı bunun bir denemesi niteliğinde olsa da bu, istenmeyen iletilerden arı olma durumunu sağlamamıştır.
silahtır. Sözgelimi çocuk kına gecesi, evlilik ritüelleri vb. kültürel değerlerle karşılaşacak ancak rehberinin yardımıyla eleştirel aklını işleterek bunların yeri ve zamanı hakkında hüküm verebilecektir. Yine Köroğlu destanını okuyup oradaki değerleri özümseyecek ancak kadının oradaki konumuna itiraz edebilecektir. Böyle bir seçenek diğerlerinden oldukça zor olup çocuğun okuma sürecinde yalnız bırakılmamasını, velinin ya da öğretmenin de onla birlikte okunanla üzerinde eleştirel konuşmalar yapmasını gerektirir ve bu yazının ortaya koyduğu sorunun çözümü olur.
Akla gelen her üç yolun da kendine özgü sakıncaları olduğuna göre meseleyi çıkmazda bırakmak yerine bu yolları olabildiğince zararsız bir biçimde kullanmakta yarar var. Sorulması gerekenler şunlardır: Bugünün gerektirdiği değerlerle çatışan değerlerden hiçbirini barındırmayan bir masal, efsane vb. ürün bulunabilir mi? Edebiyat metnini edebî yapan unsurları zedelemeksizin istenmeyen değerler eski metinlerden ayıklanamaz mı?
Ancak sözü edilen çözüm önerisi oldukça idealdir. Yurt gerçekliğiyle tümüyle bağdaşmama tehlikesi vardır. Buna hemen şöyle bir itiraz gelebilir: “Kaç çocuk eleştirel okuyabilecek?” ya da “Kaç ebeveyn, öğretmen öğrencileri böyle bir bilişsel etkinliğe sokabilecek?” “Bu etkinliklerden yoksun kalanlar olumsuz iletilere boyun mu eğecek?”
Görülen o ki bu türden sorular da öğrenciler için okuma eyleminin kılavuzlanmaksızın sürdürülmemesi gerektiği fikrini destekler. O hâlde öğretmenler için okutma kılavuzlarının olabildiğince fazla hazırlanması söz konusu kaygıların giderilmesinde önemli işlev görür.
Tüm bu hengâmenin haricinde tutulabilecek olan bir yol da “eleştirel okuma”dır. Bu, çocuk hangi metinle karşılaşırsa karşılaşsın onu onun olumsuz etkilerinden koruyacak vazgeçilmez bir 30
GENCAY
KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR: TÜFEK, MİKROP ve ÇELİK Fatma Özge ÖZDEMİR Tüfek, mikrop ve çelikİnsan Topluluklarının Yazgıları isimli kitap Jared Diamond tarafından yazılmıştır. Kitap 1997’de yayınlanmış olup; Tüfek, Çelik ve Mikrop’tan bugüne kadar 100.000 adet basılmıştır. Türkçeye çevirisi Ülker İnce tarafından yapılan kitap, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları tarafından basılmıştır.
“İleri teknoloji, merkezi siyasal örgütlenme ve karmaşık toplumların başka özellikleri, ancak yiyecek fazlasını biriktirme kabiliyetine sahip, yerleşik nüfuslarda ortaya çıkabilirdi.” *** Yerleşik nüfuslar nasıl ortaya çıktı? Yiyecek üretimine geçiş süreci nasıl başladı? İnsanlar “toplum” olma konumuna nasıl gelebildi? Sorularla dolu bir serüvendi Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabı. *** İşte bu kitap için o cümle şu: ‘’Tarih farklı halklar için farklı yönde gelişti ama bu çevresel farklardan dolayı böyle oldu; o halkların biyolojik farklılıklarından dolayı değil.’’ *** Anlamak çoğu kez sonuçları tekrarlamak ya da ebedileştirmek amacına değil; o sonuçları değiştirmeye çalışma amacına hizmet eder. İşte bu yüzden psikologlar katillerin ve tecavüzcülerin ruhlarını anlamaya çalışır, toplumsal tarihçiler soykırımları anlamaya çalışır, doktorlar hastalıkların nedenlerini anlamaya çalışır. Bu araştırmacıların amacı cinayeti, tecavüzü, soykırımı, hastalıkları haklı göstermek değildir. Tam tersine onlar, zincirleme nedenleri anlayarak o zinciri kırmak isterler. ***
Tüfek, Mikrop ve Çelik’in konusu, son 13.000 yıl içinde farklı anakaralarda karmaşık insan toplumlarının niçin farklı biçimde geliştiğidir. *** 31
GENCAY Cro-Magnonların bize kadar ulaşmış olan ürünleri arasında en ünlüleri sanat ürünleridir: Olağanüstü güzel mağara resimleri, heykeller, bugün de sanat olarak hayranlığımızı kazanan müzik aletleri... Güneybatı Fransa’da Lascaux Mağaraları’nda normal büyüklükteki boğa ve at resimlerinin büyüleyici gücüne kendi gözleriyle tanık olmuş bir kişi, bunların yaratıcılarının yalnızca iskeletleri bakımından değil zihinsel olarak da çağdaş olduklarını hemen anlayacaktır. *** Avrupa ve Amerika yerlileri arasındaki ilk ilişkilerin en dokunaklısı, 16 Kasım 1532’de Peru’nun bir dağ kasabası olan Cajamarca’da İnka imparatoru Atahualpa ile İspanyol fatih Francisco Pizarro arasındaki ilk karşılaşmaydı. (…) Pizarro, Atahualpa’yı esir aldı. Pizarro savaş esirini sekiz ay elinde tuttu ve onu serbest bırakma sözü karşılığında tarihin en büyük fidyesini topladı. Fidyeyi - 5 metre eninde, 7 metre boyunda, 2,5 metre yüksekliğinde bir odayı dolduracak kadar altını - topladıktan sonra sözünü tutmadı ve Atahualpa’yı öldürdü. (…) Pizarro’nun Atahualpa’yı esir almasında rol oynayan etkenler, aslında çağdaş dünyanın başka yerlerinde yerli halklar ile sömürgeciler arasındaki benzer çatışmalarda sonucu belirleyen etkenlerle tıpatıp benzeşmektedir. Bu yüzden Atahualpa’nın esir alınış öyküsü dünya tarihine büyük bir pencere açar niteliktedir. *** Niçin Atahualpa’yı Pizarro esir aldı? Pizarro’nun askeri üstünlüğü, İspanyolların sahip oldukları çelik kılıçlar ve diğer kesici silahlardan, çelik zırhlardan, tüfeklerden, atlardan kaynaklanıyordu. Atahualpa’nın, üzerine
binip savaşacakları hayvanları olmayan birlikleri bu silahlara ancak taş, bronz ya da tahta sopalarla, topuzlarla, baltalarla karşılık verebilirlerdi, bunlara ek olarak sapanları ve yorgan gibi zırhları vardı. Bu tür donanım eksiklikleri Avrupalılar ile Amerikan yerlileri ya da başka halklar arasındaki çatışmalarda belirleyici rol oynamıştı. *** (…) Yiyecek üretimi tüfeklerin, mikropların ve çeliğin gelişiminin dolaylı bir ön koşuluydu. Bunun sonucu olarak da farklı kıtalarda halkların çiftçiliğe ve hayvan yetiştiriciliğine geçip geçmeme ya da geçiş zamanlarındaki coğrafi farklılıklar, bu halkların daha sonraki yazgıları arasındaki benzeşmezliklerini büyük oranda açıklar. *** Yeryüzündeki 148 büyük yaban otobur memeli kara hayvanlarının evcilleştirilmeye aday türlerin- yalnızca 14 tanesi sınavı geçebildi. Neden geri kalan 134 tür bunu başaramadı? Bunun yanıtı Anna Karenina İlkesi’nden çıkıyor. Evcilleştirilebilmek için yaban adayın pek çok farklı özelliklere sahip olması gerekiyor. Bu gerekli özelliklerden birinin bile eksikliği evcilleştirme çabalarını boşa çıkarıyor, tıpkı mutlu bir evlilik kurma çabalarını boşa çıkardığı gibi. Zebra/insan çiftine ya da başka uyumsuz çiftlere evlilik danışmanlığı oyunu oynayarak evcilleştirmeyi engelleyen en az altı grup neden saptayabiliriz. Bunlar; “Beslenme, Büyüme Hızı, Bir yere Kapatarak Yetiştirmenin Zorlukları, Kötü Huyluluk, Toplumsal Yapı, Korku ve Telaş Eğilimi.” ***
32
GENCAY Hiç kuşku yok ki Avrupalılar egemenlikleri altına aldıkları Avrupalı olmayan halklar karşısında silah, teknoloji ve siyasal örgütlenme açısından büyük bir üstünlüğe sahipti ama yine de çok az sayıdaki Avrupalı göçmenin Amerika kıtalarındaki ve dünyanın başka yerlerindeki onca yerel nüfusu yok etmeye başarmasını bu üstünlükle açıklayamayız. Avrupalıların öteki kıtalara götürdükleri bu armağan olmasaydıAvrasyalıların evcil hayvanlarla nicedir içli-dışlılığı sonucunda evrimleşmiş mikroplar olmasaydıbunların hiçbiri olmayabilirdi. *** On dokuzuncu yüzyıl yazarları genellikle tarihi, vahşilikten uygarlığa bir geçiş olarak yorumlama eğiliminde olmuşlardır. Bu geçiş tarım, metal işleme teknolojisi, karmaşık teknoloji, merkezi yönetim ve yazı gibi kilit önemdeki gelişmelerin damgasını taşıyordu. Bunların içindeki yazı geleneksel olarak coğrafi bakımdan en sınırlı kalmış olanıydı: İslamiyetin ve Avrupa sömürgeciliğinin yayılışına kadar Avustralya’da; Büyük Okyanus Adaları’nda, Afrika’da sahra’nın güneyinde, Mezoamerika’nın küçük bölgesi dışında Yeni Dünya’nın bütününde yazı diye bir şey yoktu. Bu sınırlı dağılımın sonucu olarak da uygar olmakla öğünen halklar her zaman yazıyı kendilerini ‘’barbarlar’’dan ya da ‘’vahşi’’lerden üstün kılan en önemli ayırıcı özellik olarak görmüşlerdir. Bilgi güç demektir. Bu yüzden de yazı, çok daha uzak ülkelere ve çok daha eski zamanlara ait çok daha fazla bilgiyi çok daha sağlıklı ve çok daha ayrıntılı bir biçimde aktarma olanağı verdiği için çağdaş toplumlara güç kazandırır. ***
(Mor renkli alan Bereketli Hilal olarak adlandırılan bölgedir.)
Sfenksleri ve piramitleri aslında Mısır kökenli değil Bereketli Hilal kökenli ürünleri yiyen insanlar yaptılar. *** Kuşkusuz tekerlek ve yazı, tarım ürünleri gibi enlemle, gün uzunluğuyla dolaysız olarak ilişkili değildir. Özellikle yiyecek üretimi ve sonuçları yoluyla, dolaylı bir biçimde ilişkilidir. İlk tekerlekler tarım ürünlerini nakletmek için kullanılan öküz arabalarının birer parçasıydı. İlk yazı, yiyecek üreticisi köylülerin desteğiyle ayakta duran seçkinler sınıfının tekelindeydi; ekonomik ve toplumsal açıdan karmaşık toplumların (saltanat propagandası, mal envanteri, bürokrasi kayıtları tutma gibi) amaçlarına hizmet ediyordu. Genel olarak tarım bitkisi, hayvan varlığı, yiyecek üretimiyle ilgili teknoloji değiş tokuşu yapan toplumların başka şeylerin değiş tokuşunu yapma olasılıkları daha yüksekti. *** Eski savaşların galipleri her zaman en iyi komutanlara ve silahlara sahip olan ordular değil, çoğu kez yalnızca düşmanlarına bulaştıracak en berbat mikropları taşıyanlardı. *** 33
GENCAY İlkyazı sistemlerine sahip toplumlar yazının birkaç işlevle ve birkaç yazıcıyla sınırlı kalmasına yol açan kapalılıklarına niçin razı oldular? Ancak bu soruyu sormak bile eski bakış açılarıyla bizim kendi kitlesel okuryazarlık beklentimiz arasındaki uçurumu ortaya koymak oluyor. İlk yazıların kullanım alanlarının sınırlılığı istenen bir şey olduğu için daha az kapalı bir yazı sistemi geliştirme dürtüsü vermiyordu kimseye. Eski Sümer kralları ve rahipleri yazının uzman yazıcılar tarafından vergi borcu olarak koyunların kayıtlarının tutulması için kullanılmasını istiyordu, yoksa kitlelerin şiir yazmasını, kumpaslar kurmasını değil. İnsan bilimci Claude Lêvi-Strauss’un dediği gibi, eski zamanlarda yazının en önemli işlevi ‘’öteki insanları köle etmeyi kolaylaştırmak’’tı. Yazının uzman olmayan kişilerce kişisel olarak kullanılması çok sonra, yazı sistemlerinin giderek basitleşmesi ve daha fazla anlatım gücü kazanması sonucunda oldu. *** Dolayısıyla salgın insan hastalıklarına yol açan mikropların gelişmesi için nasıl yiyecek üretimiyle, yiyecek üretimini izleyen binlerce yıllık toplumsal gelişme gerekiyorsa yazının gelişmesi için de gerekiyordu. Yazı bağımsız olarak Bereketli Hilal’de, Meksika’da ve belki de Çin’de ortaya çıktı çünkü bu bölgelerin her biri bulundukları yarım kürede yiyecek üretiminin ilk başladığı yerlerdi. Yazı o birkaç toplum tarafından bir kez icat edildikten sonra, ticaret, fetih ve din yoluyla, aynı ekonomik ve toplumsal örgütlere sahip başka toplumlara yayılmaya başladı. ***
Önemli icatların fark edilen ihtiyaçları gidermek amacıyla yapıldığını düşünürüz. Aslında icatların pek çoğu ya da büyük çoğunluğu, sırf merak ya da tamircilik aşkının etkisiyle harekete geçen kişilerin eseriydi; onların kafalarındaki ürüne başlangıçta hiçbir talep yoktu. Bir şey icat edildikten sonra mucidin o şey için bir uygulama alanı bulması gerekiyordu. Ancak uzunca bir süre kullanıldıktan sonra tüketiciler o şeye ‘’ihtiyaçları’’ olduğunu hissetmeye başlıyorlardı. *** Aslında çağdaş icatların en ünlüleri ve görünüşte en belirleyicileri için bile ileri sürülen ‘’Falan şeyi falanca icat etti’’ gibi çıplak bir iddianın gerisinde o icadın göz ardı edilen ilk habercileri yatmaktadır. Örneğin, bize hep ‘’James Watt buharlı makineyi 1769’da icat etti,’’ denir; güya bir çaydanlığın emziğinden çıkan buharı seyrederek ondan esinlenmiş. Bu harika öykü iyi hoş ama Watt’ın kafasında aslında kendi buharlı makine düşüncesi Thomas Newcomen’ın bir buharlı makine modelini tamir ederken doğdu; Newcomen o makineyi 57 yıl önce icat etmişti ve Watt’ın tamir ettiği zaman gelinceye kadar İngiltere’de söz konusu makineden yüzden fazla üretilmişti. Beri yandan Newcomen’in buharlı makinesi de İngiliz Thomas Savery’nin 1968 patentli makinesine dayanıyordu, Savery’ninki 1680 dolaylarında Fransız Denis Papin’in tasarımladığı (ama yapmadığı) buharlı makineye dayanıyordu; Papin’inki ise Hollandalı bilim adamı Christiaan Huygens ve başkalarının düşüncelerinden esinlenmişti. *** Teknoloji, teknolojiyi doğurduğu için bir icadın yayılması, gelecek açısından, 34
GENCAY yapılmasından daha önemlidir. Teknoloji tarihi kendi kendini hızlandırma süreci denen şeyin örnekleriyle doludur yani, zamanla artan bir oranda hızlanan bir süreçtir bu; çünkü süreç kendi kendini hızlandırıcı olur. Sanayi Devrimi’nden bu yana teknolojideki patlama bugün bizi etkiliyor ama ortaçağdaki patlama da Bronz Çağı’ndakiyle karşılaştırıldığımda aynı derece etkileyicidir; Bronz Çağı’nın yanında Üst Yontma Taş Çağı cüce kalır. *** Teknolojinin genelde kendi kendini hızlandırmasının bir nedeni ilerlemelerin ilk önce daha basit sorunların aşılmasına bağlı olmasıdır. Örneğin, Taş Çağı çiftçileri doğrudan demir ayrıştırmaya ve demiri işlemeye geçemediler çünkü bu iş yüksek sıcaklıkta fırınlar gerektirir. Bunun yerine demir madeni işçiliği, ısıya gerek kalmadan çekiçle dövülerek biçim verebilecek kadar yumuşak olan ve kendiliğinden yeryüzüne çıkan saf metallerin (bakır ve altının) işlenmesiyle elde edilmiş binlerce yıllık deneyimden sonra gelişti. *** Çoğu kez icat ihtiyacın anasıdır; ihtiyaç icadın değil. Buna iyi bir örnek yakın çağların en büyük mucidi Thomas Edison’un en özgün icadının tarihidir. Edison 1877’de ilk gramafonu yaptığı zaman bir makale yayımladı, bu makalede icadının kullanabileceği yerleri on madde halinde belirtti. Bunların arasında ölmekte olan kişilerin son sözlerini kaydetmek, görme özürlü kişilerin dinlemesi için kitapları plağa almak, saatin kaç olduğunu duyurmak, hecelemeyi öğretmek vardı. Edison’un öncelikler listesinde müziğin yeniden üretimi ilk sıralarda yer almıyordu. Birkaç yıl sonra Edison
yardımcısına icadının hiçbir ticari değerinin olmadığını söylemişti. Daha sonraki birkaç yıl içinde düşüncesini değiştirdi, gramafon satmak üzere iş hayatına atıldı- ama bürolarda dikte ettirme makinesi olarak. Başka girişimciler madeni bir para atıldığı zaman popüler müzik çalacak şekilde gramafonu değiştirip müzik kutusu adı verilen şeyi ürettikleri zaman, ciddi büro işlerinde kullanılan icadının değerini düşürdüğü için olsa gerek, Edison buna karşı çıktı. Ancak 20 yıl kadar sonra istemeye istemeye gramafonun aslında müzik kaydetmeye ve çalmaya yaradığını kabul etti. *** Yüzölçümü, yayılma kolaylığı, yiyecek üretiminin başlama tarihi bakımından kıtalar arasındaki farkların teknolojinin ortaya çıkışı üzerindeki bütün bu etkileri, teknoloji kendi kendisini hızlandırdığı için daha da abartılı boyutlara ulaşmıştır. Avrasya’nın başlangıçtaki hayli önemli üstünlüğü böylece 1492’de çok öne geçmesini sağladı-insan zekâsının değil Avrasya’nın belli coğrafi özellikleri sağladı bunu. Benim tanıdığım Yeni Gineliler arasında da gizli Edison’lar var ama onlar yaratıcılıklarını kendi durumlarıyla ilişkili teknolojik sorunları çözmeye yönlendiriliyorlar: Onların sorunu gramafon icat etmek değil, Yeni Gine’nin sık ormanlarında, dışarıdan hiçbir şey almadan hayatta kalmak. *** Devletlerin nereden kaynaklandığı sorusunu ele alan kuramlardan en basiti çözülecek herhangi bir soru olduğunu yadsıyanıdır. Aristoteles devletin insan toplumunun doğal bir durumu olduğunu, bir açıklamaya gerek olmadığını 35
GENCAY düşünüyordu. Onun hatası anlaşılabilir bir şeydir; çünkü onun tanıyor olabileceği bütün toplumlar –M.Ö. dördüncü yüzyıldaki Yunan toplumları- devletti. Oysa biz M.S. 1492’de dünyanın çoğu bölgesinin şeflikler, kabileler, obalar şeklinde örgütlendiğini biliyoruz. Devlet oluşumu gerçekten de bir açıklama gerektiriyor. *** Küçük birimlerin birleşmesiyle büyük birimlerin oluşması tarihsel ya da arkeolojik olarak belgelenmiştir. Rousseau’nun dediği gibi bu birleşmeler, hiçbir tehdit altında olmayan küçük toplumların vatandaşlarının mutluluğunu arttırmak için özgürce birleşme kararı almalarıyla oluşmamıştır. Küçük toplumların liderleri, büyüklerinki gibi kendi bağımsızlıklarını ve yetkilerini çok kıskanırlar. Oysa birleşme iki şekilde olur: ya dış bir gücün tehdidiyle ya da gerçek bir fetihle... Bu iki yolu örnekleyen sayısız durum vardır. *** Avustralya’daki yerli toplumların kültürel olarak ‘’geri’’ kalmasının nedenleri sorulduğunda beyaz Avustralyalıların basit bir yanıtı var: Kabahat güya yerlilerin kendisinde… Yüz çizgileri ve deri renkleri olarak yerliler elbette Avrupalılardan farklı, bu fark bazı on dokuzuncu yüzyıl sonu yazarlarını onların insansı maymunlarla insanlar arasındaki eksik halkayı oluşturduğunu düşünmeye itti. Halkı 40.000 yıldan farklı bir süredir okuması yazması olmayan avcı/yiyecek toplayıcılardan oluşan bir kıtayı sömürgeleştirmelerinin üzerinden birkaç on yıl geçmeden, beyaz İngiliz sömürgecilerin okuryazar, yiyecek üreticisi bir sanayi demokrasisi
yaratmalarını insan başka nasıl açıklayabilir? Avustralya’da zengin bakır, kalay, kurşun, çinko yataklarının yanı sıra dünyanın en zengin demir ve alüminyum yataklarının bulunması da özellikle dikkat çekicidir. Öyleyse Avustralya yerlileri niçin metal aletlerden hâlâ habersizdi ve Yontma Taş Çağı’nda yaşıyorlardı? *** İnsan toplumlarının evriminde bu son derece denetimli bir deneye benziyor. Kıta aynı kıta; ancak insanlar farklı. Bundan dolayı, Avustralya yerli toplumlarıyla Avrupalı Avustralya toplumlarının arasındaki farkın açıklanması bu toplumları oluşturan insanlardaki farkta aranmalı. Öte yandan bunda küçük bir yanılgı olduğunu göreceğiz. *** Şimdi biz Yeni Ginelilerin ve Avustralya’nın Yontma Taş Çağı toplumlarının Demir Çağı Avrupalılarıyla karşılaştırmalarına bakmak kalıyor. Yeni Gine’yi Portekizli bir gemici 1526’da ‘’keşfetti’’, Hollanda 1828’de batı yarısı üzerinde hak iddia etti, Britanya ile Almanya 1884’te doğu yarısını bölüştüler. İlk gelen Avrupalılar kıyıya yerleşti, iç bölgelere yayılmaları uzun zaman aldı ama 1960’ta Avrupa yönetimleri Yeni Gine’nin büyük bir bölümünü siyasal denetimleri altına aldılar. *** Avrupa’yı Yeni Ginelilerin değil de Yeni Gine’yi Avrupalıların sömürgeleştirilmesinin nedenleri çok açıktır. Okyanusları aşabilecek gemileri, Yeni Gine’ye kadar gitmelerini sağlayacak pusulaları olanlar Avrupalılardı; haritayı basmak için gerekli yazı sistemleri, matbaa makineleri, betimsel anlatılar, Yeni Gine üzerinde egemenlik kurarken 36
GENCAY yararlanılacak yönetsek kırtasiyecilik onlarda vardı; gemileri, askerleri, yönetimi örgütlemeye yarayan siyasal kurumlar; ok, yaylarla, sopalarla direnen Yeni Ginelileri vurup öldürecek tüfekler onlardaydı. Yine de yerleşmeye gelen Avrupalıların sayısı her zaman çok azdı; bugün hala Yeni Gine’de daha çok Yeni Gineliler yaşamaktadır. Avustralya’daki durumun tam tersidir bu; oralara çok sayıda Avrupalı gelip yerleşmişti, göçler uzun sürmüştü ve geniş bölgelerde yerli nüfusun yerini yeni gelenler almıştı. Yeni Gine niçin farklıydı? *** Bunun en önemli nedeni Avrupalıların 1880’e kadar Yeni Gine’nin ovalık bölgelerine yerleşme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasına yol açan etmendi: Sıtma ile öteki tropik hastalıklar… *** Yakın geçmişteki pota kuralına uymayan tek örnek dünyanın en kalabalık nüfuslu ülkesi Çin’dir. Bugün Çin siyasal, kültürel, dilsel olarak tekparça bir ülke görünümündedir; hiç değilse konunun yabancısı için bu böyledir. M.Ö. 221’de Çin’de siyasal birlik sağlanmıştı ve Çin o zamandan bu yana yüzyıllar boyu çoğunlukla bu birliği korudu. Çin’de yazının başladığı zamandan bu yana tek bir yazı sistemi kullanıldı; oysa çağdaş Avrupa onlarca kez değişmiş alfabeler kullanıyor. Çin’deki 1 milyar 2 yüz milyon kişiden 800 milyonu Mandarin dilini kullanıyor, dünyada anadil olarak en yüksek sayıda insanın konuştuğu bir dil. Üç yüz milyon kadar kişi ise yedi farklı dil konuşuyor, bu diller Mandarinceye ve birbirlerine İspanyolcanın İtalyancaya benzediği kadar benziyorlar. Dolayısıyla
Çin bir pota olmadığı gibi Çin nasıl Çinli oldu diye sormak da saçma görünüyor. Çin neredeyse yazılı tarihin ta başından beri hep Çinliydi. *** Sanayi Devrimi’ni rasgele bir şekilde 18. Yüzyıl İngilteresi’nde buhar gücünün kullanılmasıyla başlatmak adettendir ama aslında su ve rüzgâr gücüne dayalı bir sanayi devrimi ortaçağda Avrupa’nın pek çok bölgesinde zaten başlamıştı. Avrasya’da 1492’de hayvan, su, rüzgâr gücünün uygulandığı bütün işler Amerika kıtalarında hâlâ kol gücüyle yapılıyordu. *** Avrasya ve yerli Amerikan toplumları teknoloji ve mikroplar açısından olduğu kadar siyasal örgütlenme bakımından da farklıydı. Ortaçağ ya da Rönesans çağı sonlarında Avrasya çoğunlukla örgütlü devletlerle yönetiliyordu. Bunların arasında Habsburg, Osmanlı, Çin devletleri, Hindistan’daki Moğol devletleri ve 13. Yüzyılda zirvesine ulaşmış olan Moğol devletleri, başka devletlerin ele geçirilmesiyle oluşan büyük ve çok-dilli birer alaşım olarak başlamıştı. Bu yüzden onlardan genellikle imparatorluk olarak söz edilir. Pek çok Avrasya devletinin ya da imparatorluğunun devleti bir arada tutmaya yarayan resmi bir dini vardı, siyasal önderler bu dinin kanatları altında yasallık kazanıyor, başka halklara karşı savaşmak için haklı gerekçeler bulabiliyorlardı. Avrasya’daki kabile ve oba toplumları daha çok kuzey kutup rengeyiği sığırtmaçlarıyla, Sibirya avcı/yiyecek toplayıcılarıyla, Hindistan’daki ve tropik Güneydoğu Asya’daki avcı/yiyecek toplayıcılarıyla sınırlıydı. *** 37
GENCAY Amerikalıların ve Avrupalıların çoğu için Afrika yerlisi demek ‘’karaderililer’’ demektir; beyaz Afrikalılar son zamanlarda dışarıdan gelen insanlardır; Afrika’nın ırk tarihi demek Avrupa sömürgeciliği ve esir ticareti hikâyesi demektir. Dikkatimizin bu belli olgular üzerinden toplanmasının çok açık bir nedeni vardır: Amerikalıların çoğu Afrika yerlisi olarak yalnızca siyahları tanır çünkü Amerika Birleşik Devletleri’ne köle olarak pek çok siyah getirilmişti. Ancak birkaç bin yıl öncesine kadar bugünkü kara Afrika’nın çoğu bölgesinde çok farklı halklar yaşamış olabilir ve kara Afrikalı denen insanların kendileri de ayrışıktır. Beyaz sömürgeciler gelmeden önce bile Afrika’da yalnızca siyahlar değil dünyadaki belli başlı altı grup insanlardan beşi yaşıyordu ve bunların üçü Afrika’dan başka yerde bulunmayan Afrika yerlileriydi. Yalnızca Afrika’da dünyadaki dillerin dörtte biri konuşulmaktadır. Yeryüzünde bu kadar insan çeşitliliğine sahip başka bir kıta yoktur. *** Niçin Avrasya sınırları içinde Bereketli Hilal, Çin ya da Hindistan toplumları değil de Avrupa toplumları Amerika’yı ve Avustralya’yı sömürgeleri haline getirdiler; teknolojik üstünlüğü ele geçirdiler, siyasal ve ekonomik açıdan dünyaya egemen oldular? M.Ö. 8500 ile M.S. 1450 arasında herhangi bir zamanda yaşayan ve o zaman gelecekteki tarihsel yörüngeleri tahmin etmeye çalışan bir tarihçi hiç kuşkusuz Avrupa’nın egemenliğini en az olası sonuç olarak görürdü. Çünkü o 10.000 yılın büyük bir bölümünde Avrupa söz konusu üç Eski Dünya bölgesi arasında en geri kalmış olanıydı. M.Ö. 8500’den Yunanistan’ın ve
İtalya’nın doğuşuna yani, M.Ö. 500’e kadar -hayvanların evcilleştirilmesi, bitkilerin evcilleştirilmesi, yazı, metal işleme teknolojisi, tekerlek, devlet, vb.- ne kadar yenilik varsa hepsi ya Bereketli Hilal’de ya da yakın çevresinde ortaya çıktı. M.S. yaklaşık 900’den sonra su değirmenleri gelişip serpilinceye kadar Batı Avrupa ya da Alplerin kuzeyi, Eski Dünya teknolojisine ya da uygarlığına hiçbir katkıda bulunmadı; tem tersine gelişmeleri Doğu Akdeniz’den, Bereketli Hilal’den ve Çin’den ithal eder konumundaydı. M.S. 1000’den 1540’ye kadar bile bilim ve teknolojinin akış yönü daha çok, Hindistan’dan Kuzey Afrika’ya kadar yayılmış İslam toplumlarından Avrupa’ya doğruydu, bunun tersine değil. Bu yüzyıllar sırasında, Çin yiyecek üretimine neredeyse Bereketli Hilal kadar erken bir tarihte başlamış olduğu için dünyaya teknolojide önderlik ediyordu. *** Bereketli Hilal ve Çin’in tarihinden çağdaş dünya için çıkarılacak yararlı bir ders var: Koşullar değişir, geçmişteki üstünlük gelecekteki üstünlüğün güvencesi değildir. Acaba bu kitapta kullanılan coğrafyaya dayalı mantık, düşüncelerin internet aracılığıyla hemen her yere yayıldığı, kargoların uçaklarla kıtalar arasında düzenli olarak bir gecede taşındığı çağımızda tamamıyla geçersiz hale gelmedi mi, sorusu da gelebilir aklınıza. Dünyadaki halklar arasında yarışmada yepyeni kurallar geçerliymiş, bunun sonucu olarak da- Tayvan, Kore, Malezya ve özellikle Japonya gibi- yeni güçler ortaya çıkıyormuş gibi görünebilir.
38
GENCAY
EMPERYALİZMİN EĞİTİME UZANAN KOLU: YABANCI DİLLE EĞİTİM -3Ahmet Afşin KÜÇÜK Yabancı Dille Eğitim İsteminin Temelleri ve Bu İsteğin Ülke İçin Muhtemel Zararları
Ticarî ilişkiler yönünden misyonlar bu bölgede elverişli bir ortam yaratmışlardır.
Anadolu’da XIX. Yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren misyoner faaliyetler görülmektedir. Atilla İlhan bu dönemi “Osmanlı'nın Tanzimat döneminden itibaren çok ciddî bir misyoner saldırısı oluyor Osmanlı topraklarına. Amerikalılar Doğu Anadolu'da, Fransızlar daha ziyade Suriye, Lübnan çevrelerinde ve Batı Anadolu'da, İngilizler İstanbul ve çevresinde etkili olmaya çalışıyorlar. Benim elimde şöyle rakamlar var: 1890'la 1900 arasında Amasya'da 10, Harput'ta 9, Mersin'de 2, Diyarbakır'da 3, Ergani'de 2, Mardin'de 3, Bitlis'te 2, Muş'ta 1, Siirt'te 3, Van'da 2, Sivas'ta 20 Amerikan okulu bulunuyormuş, 1890-1900 arasında.
Bu ortam misyonların iki yönlü çalışmaları sayesinde gerçekleşmiştir. Bir, geniş bir eğitim düzeni; iki, geniş bir basın yayın örgütü. Biz bu bölge halkını yalnız bizim sattıklarımızı almaları için değil, gelecekte kurulacak tesisleri geliştirip yaşatabilecek bir düzeye gelmeleri için de eğitiyoruz. Bu yoldan Amerikan yatırımlarına yeni alanlar açmak umudundayız. Örgütün devamlı olarak yaşayabilmesi için yapılan harcamalar yıllık 6 milyon dolar civarındadır. Amerikalılar Asya Türkiye'sinde şimdiden kâra geçen bir iş kurmuşlardır. Bu durum, bütün bölge halkını bir gün bizim müşterimiz olacağına dair umudumuzu gerçekleştirmektedir. Şu anda Asya Türkiye'sinde değişik bölgelerde 435 okulumuz ve bunlarda eğitim gören 19.795 öğrencimiz mevcuttur."1” aktarmaktadır.
Bir de elimde şöyle bir demeç var; American Board of Michen adına Mr.Divade 1895'te şöyle bir demeç vermiş: "Derneğimiz yaklaşık 65 yıldır Türkiye'de faaliyette bulunmaktadır.
Anadolu’daki bu bir buçuk asırlık faaliyetler Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle 39
GENCAY artarak devam etmiştir. 1950'lere gelene kadar, yabancı dille eğitime direnme görülüyor. Yabancı dille eğitim veren Robert Kolej, Sen Josef gibi bir kaç okul var. O zaman bu okullara İstanbul’un ‘tatlı su frengi’ zenginlerinin çocukları giderdi. Bizler misyoner okullarına gidenlere soğuk bakardık. Daha sonra, özellikle Türk okullarına çengel attılar. Bir de baktık ki her tarafta Anadolu Lisesi adıyla İngiliz misyonerliğini bize yaptırmaya başladılar. Hem de maliyeti bize ödetilerek… Ortada dolaşan yabancı misyonerler olmadığı için tepki de almıyor. Böylece bu ülkede muazzam bir beyin yıkama programı uygulandı ve bunu da ilericilik, çağdaşlık adıyla aşıladılar. Bir kaç sömürge hariç, hiçbir Avrupa ülkesinde kendi dili yerine yabancı dille öğretim yöntemi uygulanmaz. Çünkü bu, evvela pedagojik olarak son derece mahzurludur. Siz dersleri İngilizce öğretmeye kalkarsanız, ne o dersi ne de İngilizce’yi dosdoğru öğrenebilirsiniz. Üstelik kendi dilinizi de unutursunuz.
eğitime yasallık kazandırması olmuştur. 1983’te kabul edilen 2923 sayılı yasa Türk Milli Eğitimi’ne yıkım getirmektedir. Yabancı dille eğitim; yüksek, orta, ilköğretim ve hatta ana öğretime kadar girmiştir. Yabancı dille eğitim, öğrencileri ezberciliğe yönlendirmektedir. Tek taraflı, ruhsuz, ezberci ve öykünmecidir. Askeri liselerde 1974-90 döneminde yabancı dille eğitimden verim alınmadığından yeniden Türkçe eğitime dönülmüştür. Yabancı dilde eğitim Türkiye’yi yeniden ‘Sevr’ yıllarına götürmek isteyen sömürgeci güçlerin oyunudur. Diğer yandan bilim üretimi casusluğa neden olacak kadar ulusaldır. Bilimini üretmeyen ülkeler yok olmaya mahkûmdurlar. Önemsenmeyen ve işlenmeyen bir bilim dili olarak Türkçe, giderek zayıflayacak, evde ve sokakta basit bildirişimler olarak kullanılan bir ağza dönüşecektir. Özellikle 1980’li yıllardan sonra dışarı açılmanın bir ön koşuluymuş gibi yabancı sözcükleri olduğu gibi almak doğal karşılanmaya başlamıştır.3 Türkiye’nin İngilizce Açmazı Ülkemizde yabancı dil eğitiminin yaşı, zamanı, müfredatı, gösteriliş biçimi ve süresi sürekli değişiklik göstermektedir. Örneğin; zorunlu hazırlık sınıfı okutulan birçok bölüm hazırlık sınıfını kaldırmış ve hatta bazı üniversitelerde kaldırılan bu sınıflar tekrar açılmıştır. Bir dönem Anadolu Liseleri ortaokul ve lise düzeyinde eğitim dillerini % 100 İngilizce yapmıştır. Sonrasında eğitim dili tekrardan Türkçe’ye dönmüş ancak bir yıl hazırlık okutulmuştur; daha sonraları ise hazırlık sınıfları da kaldırılmış, eğitim yılı
Dil milleti yüzdüren gemidir yani; inancın, hissiyatın, felsefenin, sanatın, fikrin… Hepsi dile bağlıdır. Dil gidince bunların hepsi de gider. Geriye alışveriş yapan robot köle takımı kalır.2 12 Eylül 1980 rejiminin en büyük kötülüklerinden biri de yabancı dille 40
GENCAY 4 (dört) yıla çıkarılarak yabancı dil eğitimi yıllara yayılmıştır. Üniversitelerde de durum çokta farklı değildir.
sömürgeleştirmek ve bilinçsizleştirmek için İrlandalılara yaptığı budur. Şimdilerde İrlandalılar uyanmış; dillerine tekrar sahip çıkmaya çalışmışlardır. Görülmüştür ki eğitimde bir yabancı dili, anaokulundan itibaren benimseyen bir ülke, en çok birkaç nesil sonra sömürge haline gelip dağılmaktadır. Ayrıca yabancı dil eğitiminde önemli unsurlardan biri olan yaş, üniversite çağlarında oldukça ilerlemiş olduğundan, yabancı dil öğreniminin yapılacağı yerin üniversiteler olmaması gerektiği açıktır. Genç nesilleri hayata hazırlarken her eğitim seviyesinde yapılması gereken yabancı dilde eğitim değil; “yabancı dil eğitimi”dir.
Yıllardan beri uygulanan bu sistem, başarısı tartışılmaksızın gitgide yaygınlaşmaktadır. Öğrenciler üniversitenin onlara vermeye çalıştığı evrensel değerleri, düşünce yapısını, yaratıcılık ve özgünlük vasıflarını bir yana bırakalım, bir meslek öğrenmeyi dahi içinde bulundukları toplumun genel değerlerine uygun olarak sadece derste anlatılanı eleştirmeksizin bellemek olarak görmektedirler. Sınavdan geçer not almaya yönelik çalışmaya yoğunlaştıkları için derslerde örnek olarak çözülenin dışında problemlerle karşılaştıklarında yeni düşünce biçimleri geliştirmekte yetersiz kalmaktadırlar. Bunun nedenlerinin başında düşünmeye, araştırmaya yönelik bir eğitim yapısının oluşturulamamış olması ve ezber kalıplarının ne yazık ki aşılamaması gelmektedir. En önemli nedenlerden biri de yabancı dille eğitimin ülkemizde giderek ağırlık kazanmasıdır.
Elbette ki en az bir yabancı dilin en iyi şekilde öğretilmesi zorunlu olmalıdır fakat bunun yeri üniversiteler değildir. Ayrıca, yabancı dili çok hızlı öğreten ve teknolojik araçları da bunun için kullanan pek çok sistem geliştirilmekte olup vasat bir İngiliz öğrenciye bile zor bir dil olan Çince’nin birkaç ayda yoğun eğitimle öğretildiği günümüzde, kıt ülke kaynaklarımızın yıllarca hazırlık sınıflarında heba olması da ciddi olarak üzerinde düşünülmesi gereken bir olgudur.
Hem yabancı dili, hem matematiği, fiziği ya da herhangi bir mühendislik meslek bilgisini aynı derste öğretmek gibi bir yöntem dünyanın bilinçli hiçbir ülkesinde yoktur. İster Güney Amerika’da; ister Çekoslavakya’da; ister Almanya’da; ister Rusya’da; ister Çin’de olsun her ülke sömürge olmadıkça kendi ulusal dilini eğitim dili olarak kullanmaz. Hiçbir ülke, yabancı dille eğitim yoluyla ilerlememiştir. Bu şekilde bir eğitim, Türkiye’yi Uganda veya Filipin düzeyine taşımaktadır. İngilizlerin tarihsel süreçte
KAYNAKÇA Cevizoğlu H: Bütün Kaleler Zaptedilmedi: Atilla İlhan'la Birkaç Saat. 2.basım, Ankara, 2004,s.46 Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu: Bir Nev-York Rüyası Bye Bye Türkçe, Otopsi Yayınevi,s.396 Prof. Dr. İsmail Haluk Gökçora, Bilim Dili Olarak Türkçe; Bilim, Eğitim ve Düşünce Dergisi; Haziran 2004, Cilt 4, Sayı 2 TURAN, Şerafettin: Atatürk ve Ulusal Dil, Cumhuriyet Kitap Kulübü,1998 DEMİRÖREN, A. : Yabancı Dilde Eğitim, İTÜ Elektrik Elektronik Fakültesi, 2007.
41
GENCAY
BAĞIMSIZ GAZETE Ahmet KANBUR Giriş
öğle saatiydi. Telefonun sesiyle birden irkildi.
Ankara'ya geleli birkaç hafta olmuştu. İkinci kez Ankara'ya gelişinin sebebi de önceki gelişinde olduğu gibi eğitimdi. Aslında bu geliş öncekine göre biraz farklıydı. Artık normal bir üniversite öğrencisi olmaktan çıkmış, akademik hayatın temellerini atmış, tabir-i caiz ise ‘Akademili’ olmuştu. Bundan sonra atacağı adımlar daha ciddi ve mesleğinin gereklerine göre olmalıydı. Akademi'de aldığı eğitimin yanında meslek hayatında da etkin olmalı ve Ankara'ya gelmeden önce sahip olduğu tecrübeleri daha da ileriye taşımalıydı.
Tanımadığı bir numara arıyordu. - "Efendim!" diyerek telefonu açtı. Karşısında konuşan kişi gayet vakur bir ses tonuyla: - "Gazetemize yapmış olduğumuz iş başvurusu için aramıştım." dedi. Yüzünde beliren tebessüm ve heyecanın getirdiği sendelemeyle cevap verdi. - "Buyurun, sizi dinliyorum." Karşıdaki ses: - "Öğleden sonra Ulus'taki yerimizde sizi bekliyoruz.", diyerek telefonu kapattı. Heyecanı daha da artarak: - "Peki!" diyebildi sadece. Telefonu kapattığında farkında olmadan düşünmeye başladı. Ekim ayı idi… Öyle ya; Cumhuriyet’in ilan edildiği, Türk Milleti'nin dünya sahnesine yeni bir fikri temelle çıktığı ve belki de en önemlisi, Türk gençliğinin önündeki karanlık ufuklara ışık tutulduğu bir aydı. Değerliydi, kutsaldı. Ekim ayında, Cumhuriyet'in başkenti Ankara'da bulunmak ayrı bir gurur ve mutluluk kaynağıydı.
İş teklifi... Dedim ya, mesleğini en iyi şekilde icra etmeliydi. Bu düşünceyle gelir gelmez iş başvuruları yaptı. Bir iki tanesinden çok geçmeden cevap alsa da istediği şartları bir türlü oluşturamıyordu. İnsanın en değerli varlığı olan zamanı kaybetmemek için sürekli çabalıyordu. Günlerden Salı ve
42
GENCAY Bu duygu ve düşüncelerle geldiğiniz Ankara, yine o "kasvetli" havasını koruyordu. Sahip olduğu resmiyeti hiç kaybetmemesinin yanında, benliğinizde oluşturduğu ruhaniyetiyle "Gönlünüzün Payitahtı" idi. Yüz yıla yaklaşan geçmişinin yanında Cumhuriyetin bütün birikimlerini bünyesinde barındırıyordu. Attığınız her adımda gördüğünüz tarih, aldığınız her nefeste sizinle bütünleşiyor, kısa sürede bütün bir Anadolu'yu hissetmiş olmanın gururunu yaşıyordunuz. Anadolu'nun her yöresinden insanın yaşaması, bu duygu yoğunluğunun temel kaynağını oluşturuyordu. Öylesi duygu yüklü anlar oluyordu ki şehrin bir köşesine çekilip gözlerinizi kapatıyor, bir anda kendinizi İzmir'in işgali sonrasında yapılan tepki mitinglerinde buluyor ve milli mücadeleye hazırlanıyordunuz. "Aynı ruh yine olsa, aynı çaba tekrar yaşansa, bende... " düşüncesiyle kendinize bir rol belirliyor ve ilk meclisin önünde, Cuma günü, Bursa Mebusu Hoca Fehmi Efendi'nin ettirdiği duaya eşlik ederken; Türk milletinin makûs talihini kırmanın verdiği şevkle yeri göğü "Amîn!" diye inletiyordunuz. Kazanılan zaferin sarhoşluğunu üzerinizden çabuk atıp, <Ey Türk! Titre ve kendine dön!> haykırışının kulaklarınızda işitilmesiyle harekete geçiyor, büyük Türk medeniyetinin devrimlerini tek tek gerçekleştirmenin onurunu yaşıyordunuz.
gönlünüzün payitahtına... Belki yarım yamalak bir şey çıkıyordu ortaya; anlamsız, düzensiz... Ama siz yazıyordunuz. Bütün samimiyetinizle, yüreğinizin sesini kâğıda döküyordunuz. Çünkü o, sizin başkentinizdi! Ve bazen de yeni yetme bir çocuk gibi sokaklarını tek tek arşınlıyordunuz bu Kut'lu başkentin, sevinçle, istekle… Hiçbir karşılık beklemeksizin bütün benliğinizle "Ben buradayım!" diyordunuz.
Derken birden kendine geldi. "Ben ne yapıyorum!" diye söylendi. Sonra öğleden sonra yapılacak olan görüşme için hazırlanmaya gitti. Hazırlıklarını bitirip buluşma için Ulus'taki gazete binasının önüne vardığında kalp atışlarını kontrol edemez hale gelmişti. Kendine yaptığı "Sakin ol!" telkininden sonra, gücünü toplayıp binanın merdivenlerine doğru yöneldi. Binanın her bir basamağında beliren tarih kokusunu içine çekerken bir taraftan da mırıldanıyordu: "Kim bilir nice şairler/yazarlar adımlamıştır bu merdivenleri…" Sonunda üçüncü kattaki gazetenin önüne gelmiş ve usulen kapıyı tıklayarak içeriye girmişti. İlk bakışta ortalıkta kimseyi göremedi; biraz daha içeriye doğru ilerlediğinde, masa başında
Bazen başka bir köşeye çekilip; “Değiştir artık soğuk geceleri Yeni doğan güne bir bak. Çiçeklere, ağaçlara, güllere! Uçmayı yeni öğrenen kuşların sevincine…” Diyen Halide Edip ADIVAR'ı hatırlıyor, sonra birkaç satır da siz karalıyordunuz 43
GENCAY oturan 40'lı yaşlardaki bayanı fark etti. Kendisine “Hoş geldiniz!” diyen bayanın telefonda konuştuğu "vakur" ses olduğunu anlaması zor olmadı. “Hoş bulduk!” dedi ve ekledi: - "Telefondaki konuşmamız üzerine geldim, müsaitseniz görüşebiliriz."
“Cumhuriyet bizimdir!..” Devrimler gerçekleştirmiş, yeni ufkun adının "Cumhuriyet" olduğunun bütün bir millet tarafından kabul edilmesini sağlamışsınız. Milli ve manevi varlığınızla sahip çıktığınız bu değerleri, "İlelebet payidar kalacaktır." sözüyle dağa taşa kazımışsınız. Artık bu Kut'lu meşalenin sönmemesi için hiçbir engelin olmadığını kabul etmişsiniz. Hiçbir ayrıcalığın kabul edilmeyeceğini, her vatandaşın bir ve beraber oluğunu, inançların dahi serbestçe yaşanabileceğini dosta düşmana göstermişsiniz. Fabrikalar kurmuş, sanayii geliştirmiş, tarım toplumunun üzerine çıkmış, bu sayede Cumhuriyet’in ne demek olduğunun herkesçe anlaşılmaya başlanmasını sağlamışsınız. Tam bağımsızlığın ancak "ekonomik" bağımsızlıkla mümkün olabileceğini haykıran Gazi Paşa dönüp: "Uygarlığımız için emrinizdeyiz paşam!" demişsiniz. Anadolu'nun her bir köşesini karış karış gezmiş, Türk'ün uygarlığını bütün memlekete kabul ettirmişsiniz. Bununla da yetinmemiş, dünyanın gıpta ettiği, hayran kaldığı Türk medeniyetini zirveye çıkarmışsınız. En temiz, en saf halinizle siz de uygarlığın sembolü için haykırmışsınız "Cumhuriyet bizimdir!.."
Bayan o sakin duruşunu hiç bozmadan: - "Sizinle yayın yönetmenimiz görüşecek, şu an buradaki en yetkili isim o.” dedi. Sonra önünde yığınla duran sayfaları incelerken, bir taraftan da farkında olmadan mırıldanıyordu: - "Şu haberlere bakın, nereye gidiyoruz Allah aşkına! Kime/neye güveneceğimizi şaşırdık. Allah sonumuzu hayır eylesin..." Bir süre böyle devam ederken, içerideki sessizliği dâhili telefon bozdu. Olgun bayan telefonu açıp kısa bir süre karşı tarafı dinledikten sonra telefonu kapattı ve yerinden kalkarak arka tarafta bulunan odaya yöneldi. Bu sırada gazetenin özelliklerini inceleme imkânı bulan "genç gazeteci", gazetenin duvarlarında bulunan resimlere bakarken farkında olmadan düşlerine devam ediyordu.
Kapı sesiyle yeniden irkildi. Kendisine doğru gelen bayan: - "Yayın yönetmenimiz sizi bekliyor." dedi. Bunun üzerine yayın yönetmeninin odasına doğru yöneldi ve kapıyı vurarak, sert bir "Geeel!" sesinden sonra içeriye girdi. Karşısında asık suratlı, biraz irice bir adam duruyordu. Arkası kapıya dönüktü.
44
GENCAY Bir yandan pencereden dışarıyı izlerken bir yandan da sorular soruyordu. - "Ne iş yapacağını biliyor musun?"
Bunun üzerine "genç gazeteci" yaşadığı moral bozukluğu ve öfkeyle odadan dışarı çıktı. Dışarıda duran bayan meseleyi anlamıştı. - "Üzülme, buradan ayrılan ilk kişi sen değilsin!" dedi. Bunun üzerine genç gazeteci gazeteden dışarı çıktı. Bütün sevinci gitmişti. Artık heyecan duymuyordu. "Acaba herkes böyle mi?" sorusunu sordu kendine. Sonra caddede yürürken hayallerine noktayı koyuyordu.
Bu basit soruya kolay cevap vermişti - "Evet biliyorum." - "Peki, daha önceden tecrüben var mı ?" - "Evet var." - "Gazetemizi iyi tanıyor musun?" - "Ancak takip edebildiğim kadarıyla…" - “Bak çocuğum(!) biz <Bağımsız Gazeteyiz> ancak bağımsızlığımızın belli sınırları var.” Çocuk(!): - "Nasıl yani? Anlayamadım." - "Şöyle anlatayım. Bazı haberler vardır biz bu haberleri kesinlikle yayınlamak zorundayız; bazı haberler de vardır onları yayınlamayız. Ayakta kalabilmemiz için dengeleri iyi gözetmek zorundayız. Bu meslekte ayakta kalabilmek için bunlar şart!"
Gazi Paşa, hayata gözlerini yumalı daha ne oldu ki? Bu kadar kısa sürede her şeyi nasıl değiştirdiniz? "İlelebet yaşayacak!" dediği Cumhuriyeti, nasıl oldu da bu hale getirdiniz? Peki, ülküsü?.. Bıraktığı değerler?.. Bu kadar çabuk mu vazgeçtiniz? Hani "Emrinizdeyiz paşam!” demiştiniz. Hani bütün varlığınızın sembolü haline getirmiştiniz! Yoksa Cumhuriyeti ve ilkelerini hiç mi benimsemediniz? Sahte miydi bütün yaşananlar? Peki, peki Türk medeniyeti? İnanç eşitliği? Özgürce yaşam? Bunların hiç mi değeri kalmadı nazarınızda? Bu uğurda her şeyini feda eden ağabeylerimiz, ablalarımız, ya onlar? Onların veballerini de mi düşünmediniz?
Garip bir yüz ifadesiyle yayın yönetmenine bakan çocuk(!) birden öne doğru yöneldi. Sesini biraz yükselterek: - "Peki, bunun neresi bağımsızlık? Verdiğiniz ilanda gazetenin bağımsız olduğunu yazmışsınız; şimdi de bağımsız olunamayacağını söylüyorsunuz!" dedi.
Yazık hem de çok yazık... Sinirlenen yayın çocuğa(!) döndü ve:
yönetmeni
birden Bu yazıların üzerine etkili olur mu bilmiyorum ama vicdanen sorumluluğumu yerine getirmek ve üzerimdeki vebali atmak için "hak edenlerin" 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ve 13 Ekim ‘Gönlümüzün Payitahtı’ Ankara'nın başkent oluşunun 91. Yılı Kutlu Olsun!..
- "Ne demek istiyorsun? Burada kuralları biz koyarız. İşine gelirse çalışırsın, gelmezse defolur gidersin." dedi.
45
GENCAY
KADIZADELİLER Merve KARAGÜL Günümüz fikir ve düşünce hayatına oldukça etkisi olduğunu düşündüğüm, 16. yüzyıl sonlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik yapısının bozulmaya başladığı dönemde İmam Birgivi’yle fikri temelleri atılmış, 17. yüzyılda da Kadızadeli Mehmed Efendi ile siyasi bir kimlik kazanmaya başlamış olan Kadızadeliler Hareketi’nin iyi tahlil edilmesi gerektiğine inanıyorum.
Muhammed’den sonra ortaya çıkan her şeyin reddedilmesi gerektiğini savunmuştur. Halkın ve devlet yöneticilerinin bunalımda olduğu hayli sıkıntılı geçen bu yıllarda Kadızade Mehmed Efendi hatipliğini de kullanarak verdiği vaazlarla halkı ve yöneticileri etkisi altına almış, kurtuluşun sadece şeriatta olduğunu söylemiştir. Yalnız bu öyle bir şeriattır ki başkalarına haram olan her şey kendilerine helaldir ve kendilerinden olmayanların idamları vaciptir. Dönemin Vekayinüvistlerinden Naima, Kadızadeliler’in başlangıçta dünya malına aldırış etmeden sade bir hayat yaşadıklarını, ancak daha sonra siyasi sahneyi ellerine geçirince kendilerini din yolunda gösterip her türlü dalavereyi çevirdiklerini, rüşvet aldıklarını söyler.
16. yüzyılın sonlarına yaklaşıldığı dönem Osmanlı’nın zor günler geçirdiği bir dönemdir. Avrupa’da coğrafi keşiflerin sonucunda kıymetli madenlerin bolluğu, hızlı nüfus artışı, ticaret yollarının değişmesi, uzun süren savaşlar ve askeri sistemdeki değişiklikler Osmanlı’da halk ve yönetim üzerinde buhrana neden olmuştur. Tam da bu yıllarda, Osmanlı’nın resmi düşüncesine karşı çıkan İmam Birgivi, yaşanan bütün bu buhrana sebep olarak dini emirlerin terkedilip Hz. Muhammed Dönemi’nde bulunmayan birçok uygulamanın dine sokulmasını göstermektedir. Asıl adı Takiyyüddin Mehmed olan Birgivi’nin bu fikirleri kendi döneminde devlet ve halk katında fazla itibar görmese de 17. yüzyılda Kadızadeliler Hareketi ile en parlak günlerini yaşamaya başlamıştır.
Saray ve çevresinde siyasi nüfuz elde eden ve padişahlar üzerinde hayli etkili olan Kadızadeliler, kendilerinden olanları devletin üst kademelerine yerleştirirken muhalif olanları ya yerlerinden etmiş ya da idam ettirmişlerdir. Ayrıca siyaset meydanında istedikleri gibi at koşturmaya başlayan Kadızadeliler, halkın Kadızadeli
17. yüzyıla gelindiğinde ise fikri alanda zayıf kalmış fakat uygulamada saldırgan bir tutum izlemiş olan Kadızadeliler Hareketi’nin öncülüğünü Kadızade Mehmed Efendi yapmıştır. Sığ bir bakış açısına sahip bu düşünce Hazreti 46
GENCAY ve Tarikat mensubu olarak ikiye bölünmesine sebep olmuş, kimse diğerinin imamlık yaptığı camiye gitmez, birbirine selam vermez olmuştur. Silahlarla tekkeleri basan, yakaladıkları imamları döven Kadızadeliler, Anadolu’da birçok şeyhin idam edilmesinde de etkili olmuştur.
Yıllarca İstanbul’da istediklerini yaptıran, devlet işlerine müdahaleden kaçınmayan, devletin kötü gidişatına çözüm arayışı adı altında halkın dini duygularını sömüren, siyasi nüfuzlarını din adına kullandıklarını iddia eden Kadızadeliler Hareketi’ni Köprülü Mehmed Paşa sadrazam olmasıyla birlikte bir günde bitirmiş, birçok Kadızadeli’yi sürgüne göndermiştir. Daha sonra tekrar toparlanmaya çalışsalar da bir daha eski güçlerine ulaşamamışlardır.
47
GENCAY
millikanal.com
48
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.