www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 2 Sayı 19 - Ağustos 2013 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
MALTA DAVASI VE ERGENEKON SÜRGÜNLERİ / Veysel Gökberk MANGA
MEDYA OKURYAZARLIĞI VE İŞLEVİ / Halil İbrahim KOÇ
ARAP BAHARINDA ÇIKAR ÇATIŞMALARI / Sertaç EKEMEN
DESTAN ŞAİRİ N. YILDIRIM GENÇOSMANOĞLU VE MALAZGİRT MARŞI ÜZERİNE NOTLAR / Abdullah KILAVUZ
SORUNLAR VE TEPKİLER / Selim UYSAL
SERVET SOMUNCUOĞLU – TÜRK’ÜN PEŞİNDE BİR KÂŞİF / Emre Sevinç
STRESE VE UYKUSUZLUĞA KARŞI VÜCUT DİRENCİNİ ARTIRMAYA YÖNELİK TAVSİYELER / Dr. Alperen KIZIKLI
GENCAY
MALTA DAVASI ve ERGENEKON SÜRGÜNLERİ Veysel Gökberk MANGA genelde bu devrin bize sundukları, yanılma payını en aza indirir niteliktedir. Osmanlı’nın son devrinin en acı vakalarından biri, Malta Sürgünleri vakasıydı. İngilizler petrolü daha rahat bölüşebilmek için Türkiye’yi güçten düşürmek faaliyetlerinde Damat Ferit Paşa’nın tek başına yetemediğini gördü, yine Osmanlı’nın son dönem hükûmetlerine baskı yapıp Millî Mücadele’ye destek veren veya vermesi muhtemel kişileri tutuklatarak önce Bekirağa Bölüğü’ne, oradan Malta’ya sürdü. Bekirağa’ya uğramadan Malta’ya gidenler de vardı. Mustafa Kemal de yakalansa, belki de Malta’ya sürülenlerden olacaktı.
Osmanlı Cihan Devleti’nin son yüzyılı birbirinden acayip hâdiselerle dolu. Bu yüzyılda yaşananlar, bugünkü Türkiye için olumlu veya olumsuz mânâda misaller teşkil eder. Sorunlarımızın, belki biraz da abartılı olarak hepsinin kökünü bu yüzyılda aramak lâzım gelir. Hattâ Türkiye’nin yaşadığı buhranların aynılarını o devirde bulanlar da var. Bâzı siyâsetçilerimiz bu işi aşırılığa vardırıp çağdaş meselelerimize, doğru-yanlış ayırt etmeden tarihin tozlu raflarından çözümler devşirmek gayretindeler. Federasyon meselesinde de gördük.
Millî Mücadele’yi yürütenler Osmanlıların ta kendileri, Osmanlı’nın son döneminin yetişmişleri de Harbiye çıkışlı oldukları için, Malta Sürgünleri arasında önemli miktarda asker de vardı. Türk ordusunun yetişmiş subayları, Türk milletinin yetişmiş fertleri, Türk vicdanının kâmil numuneleri, bir başka devletin irâde ve isteğiyle toplanmış, Malta Adası’na hapsedilmişti. Bu, Türk tarihinde sanırım bir ilkti. Fakat son olmayacaktı.
Ben de bizimle çağdaş meseleleri açıklamaya çalışırken bu yüzyıldan bol bol misaller getiririm. Bu devre ait münakaşalara girmek ve misalleri bugüne teşmil etmekten değişik bir haz duyarım. İtiraf edeyim, bunları yaparken bu verimli alanı hoyratça kullandığım da olur. Fakat
*** Cumhuriyet birçok tefekkür faaliyetinin, birçok inkılâbın neticesi ve bir ihtilâl idi. 1
GENCAY Hattâ bir inkılâplar dizisinin bir halkası olduğunu söylemek daha doğru olur. Ve bu inkılâplar, ihtilâl yapılıp cumhuriyet ilân edildikten sonra da devâm etti. En önemlilerinden biri, dil inkılâbıydı.
Bu hâlde, Türk tarihinin şimdilik bildiğimiz ilk darbesi, Mete Han’ın(Börü Tonga) babası Teoman’a(Tümen) yaptığı darbe olur. Mete, babasının, karısının kötü tesirine çok fazla maruz kaldığını düşünüp Türk ordusunu düzenledi, ilk zaferini babasına karşı kazandı. Bu, hem de askerî bir darbeydi. Bunlardan birçoklarını tarihimizde bulmak mümkün. Bahadırhan Dinçaslan’ın bir yazısının bana hatırlattığı üzere, Yavuz Sultan Selim’in babası 2. Bâyezid’e yaptığı da bir darbe, hem de askerî bir darbeydi. Tabiî bu, her zaman oğul tarafından babaya yapılmaz. Oğuzların Sultan Sancar’ı ellerinde esir tutarak Büyük Selçuklu’yu hükümdârsız bırakmaları bir darbeydi, devletin parçalanmasıyla sonuçlandı. Kırgızların Köktürklere, Uygurların Kırgızlara yaptıkları birer darbeydi. Sultan Abdülaziz’in ölümüyle sonuçlanan suikast darbeydi. 1908 İhtilâli bir darbeydi. Uzar gider.
İnkılâp kelimesi, içinde ıslâh mânâsı barındırır. Bir yerde inkılâp yapılabilmesi için orada bâzı kısımları bozulmuş, bâzı kısımları ise sağlam yahut düzeltilebilir, iyileştirilebilir hâlde bir binânın olması lâzımdır. İhtilâl kelimesi Türk Dil Kurumu’na göre kanunlara uymaksızın cebir ve kuvvet kullanarak sosyal ve ekonomik yapıyı veya yönetim düzenini değiştirmektir. İkisi arasında büyük anlam farkları olduğu açık. Fakat aynı Türk Dil Kurumu, bu iki kelimenin karşısına Türkçe “devirmek” kökünden gelen “devrim” kelimesini koyar, devrim kelimesini bu iki kelimenin eşanlamlısı olarak sunar. Birbirini hiçbir zaman karşılamayan, ancak takip edebilen iki kelimenin aynı kelimeyle ifâdesi ise, dil dâvâmız ve inkılâbımızın müfritlerin eline terk edildiğini gösterir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin darbe kelimesini yanlış anlamasının sebebi, tek başına yanlış dil inkılâpçılığı değildi tabiî. Bunun bir de, siyâsî ve sosyo-ekonomik sebebi vardı ki, o da şuydu: Türk İnkılâbı ve İhtilâli’ni halk değil, yöneticiler yaptı. Halkın böyle bir talebi bile yoktu. Halk en fazla, biraz daha refah içinde, zengin yaşamayı isteyebilirdi. Fakat onu da, istese istese içinden isterdi. “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” halife hükümdâra bunu söylemek, ondan şikâyetçi olmak halk tabakasından hiçbir Osmanlı’nın aklına gelemezdi. Bu sebeple, Tanzimat’ı da, dış zorlamayla da olsa Islahat’ı da, meşrutiyetleri de hazırlayan yöneticilerdi, seçkinlerdi. Cumhuriyeti halk değil, seçkinler düşündü. Harf, dil, kılık-kıyafet
Yaptığımız yanlışlar bunlardan ibâret değil. Darbe kelimesi de milletimizce yanlış anlaşılan kelimelerden biri. “Vuruş” mânâsına gelen bu kelime, siyâsî literatüre menfî bir şekilde girdi. Oysa o da sözlükte, “baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollarla hükûmeti istifâya mecbûr etme yahut rejim değiştirme” olarak tanımlanır. Bu tanıma göre darbe mutlaka kötü bir şey olacak değil. Yeri gelir, yöneticilerin veya rejimin millete faydalı olmadığını, telâfisi mümkün olmayan zararlar verdiğini düşünen birileri milletin refahı için sözlükte bahsedilen işleri yapabilir. 2
GENCAY ve daha birçok mevzuda inkılâp yapmak, halkın değil seçkinlerin aklına geldi ve zaten halkın değil seçkinlerin harcıydı. Bütün bu işlerle, bâzen padişahın istek, destek ve teşviğiyle, bâzen de onun muhalefetine rağmen uğraşan insanlar, çabaları sonuç getirdiğinde memleketin kaderine dâir söz söylemek hakkının kendilerinde, yalnız kendilerinde olduğu fikrine kapıldılar. Mustafa Kemal hâkimiyetin kayıtsız şartsız milletin olduğunu söylemesine rağmen, devrinin şartları onu da “halk için, halka rağmen” siyâsetine itti. İnönü devrinde padişah bulunmadığı, Mustafa Kemal de Hakk’ın rahmetine kavuştuğu ve artık İnönü’nün işlerine müdahil olamayacağı için, seçkinciler tabir edilen zümre kök saldı, iyice yerleşti.
içinde yönetim hakkının halka verilmesini savunanlar olduğu gibi, gelenekçi-liberal kökten geldiği hâlde iktidara sahip olanlar da vardır. Hele son iktidar döneminde işler iyice değişti. Ancak temel olarak, çekişme bu iki zümre arasında yaşanır. Ve bâzıları, askerî “darbe”lerin, gelenekçilerin iktidarı ele geçirmesine karşı, devletçilerin tertipleriyle düzenlendiğini savunurlar. Bizde darbe kelimesi bu nedenle öcüdür.
Yakın zamanda düzenlenen Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları ve verilen kararlar Türk vicdanını yaraladı. Bu süreç boyunca AKP’nin sürekli öne sürdüğü, darbelerin kötü olduğu, her darbenin ülkeyi yirmi yıl geriye götürdüğü, askerin millet iradesine saygılı olmadığıydı. AKP’ye göre bu askerler ve siviller milletin seçtiği parti olan kendilerini, meşrû olmayan yollarla iktidardan indirmek, yerlerine kendileri gelmek istediler.
İnönü’den sonra, aslında temel görüşlerinde büyük farklılıklar olmamasına rağmen, sırf millet İnönü’den bıktığı için Menderes başa geldi. Menderes seçkin zümreden olmadığı gibi, seçkinci de değildi. Onun devrinde “hâkimiyetin kayıtsız şartsız milletin olduğu” fikri kuvveden fiile geçmeye başladı. Menderes yönetim hakkını, halkı da kapsar vaziyette genişletti. Bu, bir yandan halkı siyâsete kazandırmak mânâsına gelirken, bir yandan da siyâsetin ehil olmayan adamlar eline geçip soysuzlaşması sonucunu doğurdu. Akıbetini biliyoruz.
İttihat ve Terakkî’nin bir kongresinde Mustafa Kemal’in askerin siyâsetten çekilmesi yönünde bir konuşma yaptığı ve bu yüzden birçok kişinin tepkisini çektiği malumumuz. Çünkü Atatürk, Balkan Felâketi’ni gördü, askerin siyâsete dahlinin memleketin başına neler getirebileceğini idrâk etti. Nitekim yine askerlerin bizi Birinci Harp’e sokmaları da, onun bu fikrini haklı çıkardı.
Seçkinci zümre, devlet kendi elinde olduğu için, devletçidir. Devletçi-seçkinci zümrenin karşısında ise, gelenekçi-liberal olarak nitelenen zümre bulunur. Bu tanımlar yüzde yüz doğruluk arz etmez. Çünkü iki tarafın sınırlarını net olarak çizebilmek mümkün değildir. Devletçilerin 3
GENCAY Evet, askerin siyâsete müdahale etmemesi, doğru bir ilkedir. Fakat nereye kadar?
Çelebi, insanlara Nutuk okumalarını tavsiye ettiği, “Memleketin dağına taşına ‘Ne mutlu Türk’üm diyene!’ yazacağım, yetmiş milyona bunu söyleteceğim.” dediği, bir dostuna aslında Atatürk milliyetçiliğinin olmadığını, Atatürk’ün de bir Türk milliyetçisi olduğunu anlattığı için tutuklanmış, saydıklarımız aleyhine delil sayılmış, telefonuna Hizbu’t-Tahrirci bir adamın rehberi yüklenmiş, sonradan bu ortaya çıkmış, ölüm listesi hazırladığı iddia edilmiş, hazırladığı iddia edilen ölüm listesinin ise Kerkük’te şehit edilen Türkmenlerin adından ibâret olduğu ve yazılmakta olan bir kitap için toplandığı anlaşılmış. Bu bile dâvânın hem dış kaynaklı, destekli ve güdümlü olduğunu, hem de haksız ve yanlış usûllerle yürütüldüğünü gösterir. Çelebi kendisine yöneltilen her türlü suçlamayı mahkeme karşısında çürütmüş. Onun kahramanca savunmasına da internetten ulaşmak mümkün.
Ümit Özdağ’ın mükemmel yazısından öğrendiğime göre(Ergenekon Davası ve Türk Ordusu) bu dâvâda sivil tarafı tuttuğu iddiasında olanlar, askerin Türkiye’yi Rusçu-Avrasyacı çizgiye kaydırmaya uğraştığını iddia ettiler. Bence, bu iddiayı kuvvetlendirmek için, değil ülke yönetmeyi, evini yönetmeyi dahî beceremeyecek bir adam da diğerleri ile içeri alındı. Oğluna, Rusların, arşivlerini açtığı da biliniyor. Böylece Rusçuluk iddialarını da temellendirmiş oldular. Bu iddiaya rağmen, gerçekte askerlerin yaptığı, memleketin ABD himâyesine, yönetimine, kontrolüne girmesini engellemekten ibâretti. Ben burada, Ümit Hoca’nın makalesini özetlemekten âcizim. Böyle bir derginin sayfaları bu özete müsait değildir. Dileyenler okurlar. Ama kısaca şu söylenebilir ki, 90lardan itibaren Sovyetlerin çökmesi ve ortak düşmanın yok olması Türkiye’yi ABD siyasetinden uzaklaştırdı; Türk askeri ve stratejisti, ABD’yi işin içine dâhil etmeden yeni Türk ve Müslüman Devletleriyle irtibata geçmenin yollarını aradı. Bunun böyle olması gerektiğini, Mustafa Kemal de çok öncelerden işâret etmişti. Yani, Ergenekon Dâvâsı, en başından itibaren ABD’nin isteğiyle, Amerika’yla gurur kırıcı derecede müttefikliğe hayır diyen subayların tasfiyesi için düzenlendi, AKP tarafından yürütüldü. İşin bir de, mide bulandırıcı başka bir boyutu var: Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin mahkemeye verdiği son savunmayı okuyan herkes, bunun ne olduğunu anlar.
Bütün bunlarla birlikte, artık dâvânın siyâsi bir dâvâ olduğu ispatlanmış oluyor. 4
GENCAY Tutuklananların birkaç sene sonra salıverileceğini ve hükûmetin lütûfkârlığından dem vurulacağını sanıyorum. Fakat insan, bütün bakışların, plânların üzerinde var olan şu bakışı, plânı her zaman unutmak gafletine düşer: Allah! Allah’ın insanda tecelli etmiş hâli ise vicdandır ve vicdan hiç şaşmaz, hep doğruyu söyler.
kanun tarihin koyduğudur. Tarih bunları yaparken milletle ve onun vicdanıyla, yani millî ve mâşerî vicdanla müthiş bir âhenk içinde çalışır. Millete rağmen ve haksız yere hürriyetin boynunu kesmek, haksız yere bir insan idam etmekten çok daha vahim bir hatâdır. Birçok kereler siyâsî iktidar bir şeyi çok istediği ve iktidarı süresince dayattığı hâlde, tarih onun istediğini söylememekle maruftur. Bir zümreye yapılan bir haksızlığın intikamını başka bir zümreye haksızlık yaparak almak, ancak en işlemez kafaların, en dumûra uğramış beyinlerin isteyeceği ve tasdik ve tasvip edeceği cinsten bir dangalaklıktır. Adaletsizliğin neden olduğu huzursuzluğu ortadan kaldırmak ve adaleti tesis etmek, var olan adaletsizliğin müsebbibi olduğu "zannedilen" zümreye adaletsiz davranmakla mümkün olmaz. Adalet adaletsizlikle sağlanmaz. Benim “Osmanlı’nın Ergenekonu” olarak nitelediğim Malta’ya sürgün sürecinin sonunda, sürülenlerin hepsi, istisnasız hepsi serbest bırakılmıştır.
Bütün vicdanların üstünde bir elinde kalem, bir elinde defterle mâşerî vicdan oturur ve iyi ve kötü bütün yapılanları, daha sonra yaşlı bilge tarihe bildirmek üzere not eder. Abdülhamid Han vefat ettiğinde pencerelerden sarkıp ağıt yakan kadınlar, tarih karşısında padişahı haklı çıkardı. En büyük hüküm verici, muhtaç olduğu bütün yardımı milletin yalnızca kendisinden alan tarihtir. En değişmez
Yanlış hesap Allah’tan döner. Allah, âdil olmayanı bir vakit zulmettiğinin eline düşürür. O gün geldiğinde zalimin elinden, eline düştüğü adamın kendisi kadar zalim olmaması için Allah’a dua etmekten başka bir şey gelmez.
5
GENCAY
MEDYA OKURYAZARLIĞI ve İŞLEVİ: Özgürlük, Özgünlük, Düşünce Özgürlüğü Halil İbrahim KOÇ "6. Kuşkulu şeylere inanmaktan sakınmamıza olanak tanıyarak aldanmamıza engel olan özgür bir tutumumuz vardır. (...) 32. Ancak yeterli ölçüde bilmediğimiz bir şey üzerine karar verdiğimiz zaman aldanırız." [Rene Descartes, 'Felsefenin İlkeleri']
lügâti (sözlüksel) karşılığı da 'kitle iletişim araçları'dır. Ancak postmodern dönemde insanı simgesel bir düzen içerisine hapseden ve gerçeğin taklidi sarmalıyla çevreleyen -görünürde iyi niyetli ve namuslu olan- bu araçların bir kullanım kılavuzunun bulunması gerekliliği öne sürülebilir. Nitekim araçların kitleleri güdümleyebilme gücü ve caydırıcı (ikna) özelliği, modellerin yaşam tarzımıza anlam (= yeniden-anlam / anlam üzerine anlam) vermesinden bellidir. Bu güdümleme ve caydırıcılığın dozajını azaltma noktasında kısa ve orta vâdeli bir yöntem ise, ancak devletin ideolojik aygıtlarından birisi olaneğitim vasıtasıyla oluşturulmaya çalışılabilir. Nitekim İletişim bilimi camiası [Türkiye'deki İletişim Fakülteleri, akademisyenler], bu yüksek dozaj güdümleme ve ikna sorununa yönelik çözüm formülünü eğitim kanalıyla yeni nesillerde oluşturulması gereken "medya okuryazarlığı" bilinci olarak görmektedir. Bu sebeple medya okuryazarlığı kavramı, gerekliliği çerçevesinden irdelenesi bir kavramsallaştırma olarak görünür.
İnsanın olay ve olgularla -dolayısıyla 'anlam'la- örüntülü hayatında neredeyse 'medya' gibi önemli ve etkili bir araç yok denilebilir. Zirâ kitle iletişim araçları, kitleleri sarıp sarmalamakta (medyanın ideolojisi!) ve anlamın ikizinin yaratılması yöntemiyle aslından koparılan ve görünümün yok oluşunun yaşandığı bambaşka bir dünyanın (=gösterge çağının!) kapısını aralamaktadır. [Sözü edilen durum, -içinde bulunulan çağ bağlamında adlandırılan'sanayi toplumu'ndan 'bilgi toplumu' denilen bir üst-evreye geçiş sürecini yaşayan -veyâhut da yaşamış olan- toplumlar için geçerlidir. Çünkü postmodern çağda, ekonomi politiği farklı bir yapıya bürünmüş (=gösterge ekonomi politiği) ve modern toplumdaki üretim ve değişim ilişkilerinde nirengi noktası olan "mal üretimi", post modern toplumda yerini "tüketici kitle üretimi"ne bırakmıştır.]
Tek başına 'okuryazarlık' kavramı, yaşam boyu öğrenmenin, bilgiyi kullanmanın ve bu bilginin devamlılığını sağlamanın, etkin değişimler yaşamak ile yaratmanın gereği şeklinde tarif edilir. Yani okuryazarlık; sosyal bir varlık olan insanın, ya da daha doğru bir ifadeyle, toplumsal varlık olabilmenin olmazsa olmazlarından
İnsanların (ya da insanî olanın) içinde yuvarlandıkları bu kara deliğe, hatta kitlenin bizzat üreticisi olan medyaya "iletişim ortamı" demek kâbildir. -Üstelik 6
GENCAY sayılabilir. Zira insan, toplumsal içinde yaşamındasadece 'etkilenen' pozisyonunda değil; 'etkileyen' pozisyonunda da yer alacaktır. İşte okuryazarlık olgusu, bu toplumsal ilişkiler belirleniminin itkisi demektir. Bu iki nosyonu (=medya ve okuryazarlık) birleştirip irdelediğimizde de ortaya şöyle bir tanım çıkmaktadır: "Medya okuryazarlığı, medyayı kullanarak -ya da yaratarak- düşünce ve duyguları çeşitli kodlar ile mesaj(lar) hâlinde aktarmak ve bunun yanında mâruz kalınan medya mesajlarını -içeriklerini- en doğru biçimde çözümlemek ve özümsemektir." Daha açık bir ifâdeyle medya okuryazarlığı, medyayı doğru kullanmayı amaçlayan bir bilinç şeklidir, -hatta şuurdur!
mesele, medya okuryazarlığı bilincinden uzak olmaktır. Medyanın okuryazarlık kalkanıyla korunmayan zihinleri manipüle etmesi ise daha büyük ve en başta çözülmesi gereken sorun sarmalıdır. Zirâ zihinsel etkinlikleri düzeysizleştiren ve düşünceleri tekdüzeliğe ircâ eden bu sarmal, özgürlüğe vurulan kelepçeden farksızdır. Sonuç itibâriyle "Özgürlük, zihinsel bir nitelik ve hâldir.''[Jiddu Krishnamuri] ...Yasama, yürütme ve yargıdan sonra dördüncü kuvvet olan medya, diyemeyeceğim!... Gösterge çağının biricik nesnesi ve gerçeğin ikiz-kardeşi medya, bilgiden çok 'enformasyon' pompalamakta (=medya içerikleri sadece 'enformasyon' niteliğindedir!) ve zihinsel olan hakikat yerine kitlelerin 'neyi', 'nasıl' düşüneceklerini belirleyen bir baskı modeli olan hipergerçeği (=Aslının yerini alan ve onu yok ederek onun yerine geçen gerçek, imge, yanılsama, simülasyon) yaratmaktadır. Nitekim dergiler ideal bir yaşam tarzı oluştururken, magazinsel yayın içerikleri ideal bir beden ölçüsü ve renk zevki vs. üretir. Üstelik film ve reklam setlerinde, sahneler için oluşturulmuş imgelerin gündelik yaşamda da aynı rolde yer almasını bekleriz.
İnsanlar üzerinde medya okuryazarlığı bağlamında yapılacak bir bilimsel araştırma, -bahsini ettiğimiz- medya okuryazarlığı tanımının öngördüğü bilinç şeklinden çok uzak bir gerçeği yüzümüze vuracaktır. Ülkemizde ve dünyada yaşanan sosyal olaylar bu önsezinin kanıtı sayılabilir. Misâlen; bir dizide ölen hayalî kahramana yas tutulduğu ülkemizde görülen ve yaşanan, gülünç ama bir o kadar da acı olaylardandır. Aynı şekilde dünyadaki birçok savaşın, medyanın olayları gerçekten çok farklı yansıtmasından ötürü çıktığı da acı bir gerçektir. Hatta medya aracılığıyla bir gösteri mekanizmasına dönüşen politikanın sebep olduğu savaşlar da televizyon aracılığıyla gerçeğin senaryolaştırılıp teatral havada yansıtılması biçimine sokulmuştur. Kitleler ise cips eşliğinde bu savaşların keyfini çıkartmıştır/çıkartacaktır. Bu olayların yaşanmasına sebebiyet veren asıl
Geleneksel yaşam tarzının ve özgün zihinsel evrenin tersine çevrilmesinin nezdinde kültür endüstrisinin manivelası olan ve bittabi kullan-at kültürünün de kaynağı konumundaki medya, türdeş insan benliğinin üretimi yanında düşünebilme ve üretebilme cesaretini köreltmekte ve gitgide insanları melankoliye sürükleyebilmektedir. Çünkü medyanın kitlelere enjekte ettiği/dayattığı 7
GENCAY yaşam anlayışı, "özgürce davranmak/davranabilmek serbestiyeti" ile "sisteme entegre olmak mecburiyeti" paradoksunda bir "double mind", yani aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık durumuna düşürebilmektedir. Böyle bir hegemonik yapı içerisinde özgürlüğün niteliği tartışmaya açıktır. Zira: "Aklın gelişip, olgunlaşması, ancak onun tam bir bağımsızlık ve özgürlüğe sahip olabilmesine bağlıdır. Buna ulaşana dek insanoğlu, içinde bulunduğu gruptakilerin çoğunluğunun doğru olarak inandıkları ya da öyle sandıkları şeyleri, doğru olarak kabul etmek eğiliminde olacaktır. Vereceği kararlar, sürü ile ilişkilerinde duyduğu ihtiyaç ve onlardan uzaklaşıp, yalnız kalmak korkusunca belirlenecektir." [Erich Fromm]
edilememesinin sebebi de bu durumdur diyebiliriz. Netice itibariyle vücudumuzun herhangi bir uzvu ve insanlık düzeyinde neredeyse onur meselesi hâline getirebildiğimiz medya, Baudrillard'ın dediği gibi, kitleler oluşturup, türdeş bir insan ve zihniyet akışı üretmek işlevi görebilmektedir. Tüm bunlar veçhile, özgür irâdenin, özgün bir benlik bilincinin ve düşünce zenginliğinin yolunun medya okuryazarlığı bilincinden geçtiği açıkça ve kolaylıkla söylenebilir. Çünkü medyanın, kitlelerin zihnine egemen olduğu/hükmettiği bir dünyada özgürlüğün itkisi medya okuryazarlığı bilinci sayılabilir. Bu noktadan bakıldığında, medya içeriklerini eleştirel bir perspektifle doğru çözümlemek ve özümsemek, yani medyayı doğru kullanmanın biçimi olan medya okuryazarlığı bilinci şu an için kısa ve orta vadede tek çözüm yolu olarak gözükmektedir. Bu sebeple Türk toplumunda bir 'medya okuryazarlığı' bilinci oluşturmak, hem Türk insanının özgürlüğü ve özgünlüğü husûsunda hem de düşünce ve fikir zenginliğinin var olması noktasında oldukça önem arzeder.
Medyayı doğru kullanma bilincinden uzak bir biçimde zihinsel etkinliklerinin sığlaştırıldığı ve bunun dolaylı sonucu olarak özgürlüğünün kısıtlandığı kitlelerde, özgün fikir ve düşünce zenginliğinden söz edilemeyecektir. Edilse-edilse, bu sadece ve sadece güncel (=anlam) zenginliği, kombinatuvar (yapaygerçek) model ve bunun sonucu olarak hipergerçek bolluğu olacaktır. Yani medya okuryazarlığı ile bu olgunun bir sonucu olan okuryazarlık bilincinin bireylerde oluşturulmamış olması, medyanın muhatabı olan ve mesajların kalıbına giren kitlelerin düşünme irâdelerini özgür ve hakiki çerçeve içerisinde kullanmasına engeldir. Türkiye'de bir anlamda özgün 'düşünce' ve 'fikir' zenginliğinden söz
Not: Bu yazı, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerinin "Medya Okuryazarlığı" dersi kapsamında uygulama projesi olarak hazırladığı "Hayatımız Medya" adlı bültende yayımlanan "Medya Okuryazarlığı Özgürleştirir!" başlıklı yazının genişletilmiş hâlidir.
8
GENCAY
ARAP BAHARINDA ÇIKAR ÇATIŞMALARI; MISIR’DAKİ 2. DEVRE Sertaç EKEMEN Mısır’da Müslüman Kardeşler grubuna yapılan darbe girişimi, post modern dünyanın şimdiki ve gelecekteki politik aktörleri arasından silahlı kuvvetlerin tasfiye olmadığını bizlere göstermiştir.
Bölgedeki çok kutuplu siyasal yapıların çözülerek, bölgenin tek kutuplu bir hale sürüklenmesini beraberinde getireceği için; Süper güç olması muhtemel İsrail’in önüne geçilmek istenmesidir. Mısır, Libya ve Suriye gibi kilit konumdaki çok kutuplu güç odakları bölgede iktidarsızlaştırılarak, Ortadoğu coğrafyasını tek kutuplu bir süper güç’e devretmek amaçlanmıştır. Bu Kaos ortamı içerisinde çok kutuplu güç odaklarından İsrail’in, bölge içerisinde bir süper güç haline gelmesini istemeyen Batılı hegemonya dinamikleri Arap Baharında Radikal İslamcı Fraksiyonları kullanmışlardır. İsrail’in 20. yy ulus-devlet döneminde mücadele ettiği Arap Milliyetçiliğinin ‘Baas’ Arap Baharı ile sona ermesi, İsrail’in bölgede tek güç odağı olmasına olanak verecekti. Bunu istemeyen Avro- Amerikan güçler, 70’lerin ortalarından itibaren Siyonist ideoloji ile direkt mücadeleye başlamış olan radikal İslami hareketleri, Arap Baharı ile iktidara taşımışlardır. Bu iktidar mücadelesinde Radikal İslam, Büyük Ortadoğu projesinin fikirsel zeminini oluşturan Ilımlı İslam ile çatışma noktasına gelmiştir. Mısır’da insan haklarının; şerî hukukun gölgesinde kalması, gerekse Türkiye başbakanının laiklikten korkmayınız açıklamasından Îhvan’nın duymuş olduğu rahatsızlık bürokratik boyutta istenen siyasal normları karşılamamıştır. Batı Dünyası’nın Ortadoğu için arzulamış olduğu yönetişim modeli; sivil toplum alanında İslamcı
Müzmin Hilal içerisindeki kilit ülke olan Mısır’da, meşru kabul edilen seçimler sonucunda Müslüman Kardeşlerin iktidara gelmesi, ardından bir ‘karşı devrim’ ile iktidardan uzaklaştırılması bu önemli köprü ülkesinin istikrarsız halini pekiştirmektedir. Bu istikrarsızlaştırmanın bir nedeni 1948 yılından başlayarak günümüze kadar uzanan Arap- İsrail sorunun; Arap tarafını Mısır Liderlerinin öncülük etmesidir. Condelezza Rice’ın manifestosuyla gün yüzüne çıkan Büyük Ortadoğu Projesinin pratik ayağı olan Arap Baharı, Mısırda tecelli ederken yegâne olarak İslami gruplar ortaya çıkmıştı. Okyanus ötesi bir proje olan Arap Baharına, Radikal İslamcı grupların öncülük etmesinin nedeni; 9
GENCAY dinamiklerini koruyan maneviyat ile İsrail karşıtı kitleler, bunun yanında ise seküler yapısını koruyan bir devlet mekanizmasıdır. Sisi ve Askeri darbenin temel amacı, bürokrasi içerisinde İslamcı hareketleri yumuşatarak milliyetçilikten uzak bir Ilımlı İslami yapıyı devlet içerisine yeniden tesis etmek ve kalıcı bir biçimde oturtmaktır. ‘Sisi iktidara geldiği günden bu yana Arap Milliyeti vurgusunda bulunmamıştır’. Protestocular ile Ordunun bu denli karşı karşıya gelmesi ve Ordu’nun katliam yapmasının sebebi iktidara gelmiş olan İslami karakteri yeni oluşturulacak olan Ilımlı İslam’la barıştırmak ve sert bürokrasiye başını eğmektir. Mısır’dan sonra Sünni Radikal İslamcı yönetimlerden olan Libya’da bir karşı devrim görünümlü askeri devrim ya da halk ayaklanması görülebilir. Bunun dışında Mısır’da kurgulanacak olan askeri vesayet sonrası koalisyon yönetimi
içerisinde Müslüman kardeşlerinde yer alacağını da bilmek gerekir.
Her ne konumunda olursa olsun Radikal İslam doğumundan gelişimine kadar Batı emperyalizmi tarafından kurgulanmış ve desteklenmiştir. Arap Baharının neticesinde bölgede hâkim olan Sünni radikal İslam’a karşı yapılacak gerçek bir karşı devrim süreci ulusal perspektif içerisinde olacaktır.
10
GENCAY
DESTAN ŞAİRİ NİYAZİ YILDIRIM GENÇOSMANOĞLU ve “MALAZGİRT MARŞI” ÜZERİNE NOTLAR Abdullah KILAVUZ “ki O, kalemle yazmayı öğretti”
Geçmişlerini hatırlamaları, hatta bu hatıralarını daima canlı tutmaları gereklidir. Geçmişteki acı olayların tekrar olmamasını sağlamak; tatlı olaylar yaratmak, tarih ve tarihteki yerimizi, tarihi yapan atalarımızı hatırlamakla mümkün olabilir. Bu konuda san’at en uygun, en etkili bir vasıtadır. San’atın konusu eski olmakla san’at eski sayılmaz. Geçmişle gelecek arasında köprü kuramayan san’atkâr, görevini kavrayamamış demektir. Aynı zamanda san’atın manâsını da anlayamamıştır. Millet, sanatkârlarının verdikleri eserler ölçüsünde vardır. San’at eserlerinin aksettirebildiği mana ile şahsiyet kazanabilir. Öyleyse, geçmişle günümüz, hatta geleceğimiz arasında denge kurmak ve “dün”, “bugün”, “yarın” diyebileceğimiz dayanaklar üzerine kurulan bir köprüden asıl hedefe yürümek mümkün olabilecektir. Bu hedef, Türk düşüncesinin, Türk san’atının dünya ölçüsünde insanlığı kucaklamasıdır. Bu görevi Türk milletine Tanrı’nın verdiğini unutmamalıyız” [1] sözlerinin sahibi, beş bin senelik milli tarihini, yaşı tarihine denk olan şiir san’atına sarraf ciddiyeti ve nakkaş inceliği ile işlemiş olan edebiyatımızın kalemi kılıcından keskin şairlerinden Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’ndan başkası değildir.
Alâk, 4 Şiir, şair, kalem ve kelâma hürmet ile yazılmıştır… Gençosmanoğlu’nun Hayatına Fikriyatına Dair Kısa Notlar
ve
“Tarih, milletlerin hafızası olduğuna göre, aklın ve mantığın işlemesinde de büyük rolü vardır. Dünü hatırlayamayan bir insan, bugünün manasını anlayamaz. Yeni doğmuş bir çocuk nasılsa, öyledir. Hâfızasızlık devam ettikçe, çocuklukda devam eder. Milletler de insanlar gibidir. 11
GENCAY Türk siyasi tarihinin göreceli olarak en sancılı dönemi olan Osmanlı’nın yıkılışı, Cumhuriyet’in ilanı dönemlerinin kesiştiği; diğer bir bakış açısıyla toplumun henüz meftâ olan babasına mı üzüleceğini yoksa yeni peydâ olan bebeğine mi sevineceğini bilemediği, manevi fetretin tüm ağırlığını hissettirdiği, nispeten bohem bir dönemde, bin dokuz yüz yirmi dokuz senesinde; tozun toprağa değil – insanın insana karıştığı; her evin duvarında dededen kalma bir silah, her silahın altında titreyen bir lamba, her lambanın altında cevizden peyda olmuş bir rahle ve her rahlenin başında beyaz takkeli çocukların yetiştiği; güneşin kimseyi uykuda yakalayamadığı, Gülüşkür ile Kömürhan’ın süslediği, Fırat ile Murat’ın beslediği, Devlet-i Ali Osman döneminden beri şark illeri içinde kültür ve sanatıyla yol başçılığı yapmış bir memlekette[2], Elazığ’da, Ağın ilçesinde dünyaya açar Gençosmanoğlu gözlerini.
özsuyunu ihtiva eden en olgun ve en güzel meyveyi verebilmek ve bu meyvelerle milletinin ruhunu besleyebilmektir.” [3] sözleri de millet ve milli ruh hususlarına olan alâkasını ve hassasiyetini ispatlar niteliktedir. 1947 senesinde Malatya, Akçadağ Köy Ensitüsü’nden mezun olan Niyazi Beğ’in, köy okulunda genç bir öğretmen iken okuduğu Hüseyin Nihal ATSIZ imzalı “Bozkurtların Ölümü” adlı kitapla başlayan ruhundaki fırtınalar, ilerleyen dönemlerde yazacağı şiirlerin de mayasını oluşturur. İlerleyen zamanlarda Atsız Beğ ile irtibat haline geçer ve kendisine şiirlerinin yazılma sürecinde büyük teşvik ve destekleri olur. Sonrasında “Destan Şairi” ismiyle ün yapacak olan Türk Dünya’sının bu büyük şairi, hakkında az bilgiye sahip olduğumuz sosyal, askeri ve siyasi açıdan abideleşmiş olayları; o zamanda yaşamış olan insanların yaşam tarzlarını, inanışlarını, hayata ve dünyaya bakış açılarını, ümitlerini ve korkularını, zengin içerikli ve masalsı bir şekilde anlatmış; Türk toplumu ve tarihi hakkında önemli bilgiler içeren şiirlerini ustaca kâğıda dökerek milli hassasiyetlerin zedelendiği, milletsiz ve milliyetsiz nesillerin yetiştirilmesi için şairlerin, edebiyatçıların, siyasetçilerin ve derneklerin kol kola girerek mücadele ettiği bir dönemde, merhum Gençosmanoğlu’nun ustalıkla kullandığı kalemi, milli duyguların tazeliğini korumasında ve bu “hayâsızca akın”a karşı savunmasız kalan taze filizlenen neslin savunması noktasında burçları yüksekçe bir kale olmuştur…
Gençosmanoğlu diğer dönem şairlerinden farklı olarak yüksek derecede milli hassasiyete sahip, maneviyatçı, mukaddesatçı ve kendisinin ağzından duymasak da, bizlere eserlerinin ve hayatının da işaret ettiği gibi kuvvetli bir toplumcu veyahut halkçıdır. Toplumsal olaylara ilişkin hassasiyetini anlatmak için ilk şiirini ilkokul dördüncü sınıfta, henüz on bir yaşındayken meydana gelen Erzincan Depremi için kaleme aldığını söylemiş olmamız yeterlidir sanırım. “Edebiyat, musiki, mimarî, resim, heykel, tiyatro, sinema, şiir… Geçmişin derinliklerinden günümüze ve geleceğe doğru filizlenen san’at dallarıdır. Her dalın gayesi, beslendiği toprağın, içtiği suyun, soluduğu havanın, tadını, rengini, 12
GENCAY Töre Dergisi’nde yer alan söyleşisinde, “Kür Şad İhtilâli Destanı” ve “Bozkurtların Destanı” adlı eserlerinizle bugünün insanıma ve Türk milletine vermek istedikleriniz nelerdir? Sorusuyla karşılaşan şairin verdiği cevap, sanatının ve şiirlerinin daha iyi anlaşılması noktasında göz önünde bulundurulması gereken bir noktadır: “Geçmişle, günümüzle ve gelecekle bağlantı kurmak zorundayız. Millet olarak var olmamızın, yaşayabilmemizin ve atalarımızın Tanrı’dan alıp bize miras bıraktıkları büyük ülkümüzü gerçekleştirebilmemizin tek şartı budur. Destan, tek başına bir konu olmakla beraber, san’atın her dalına konu ve ilham veren derin, geniş ve gür bir kaynaktır. Yukarıda adı geçen kitaplarımla bunu yapmak istedim. Aynı zamanda destan, millî şuuru dinç tutan, millî î dinamizmi yoğuran en büyük amillerden biridir. Millî şuur olmadan, millî hiç bir şey yapılamayacağına göre, gençlerin şuurlarına, bilenmiş bir süngü parlaklığı ve keskinliği kazandırmak istedim. Destanda ibretler vardır; dünya görüşümüz vardır; acılarımız, mutluluklarımız vardır… Bunları yansıtmaya çalıştım.” [4]
Gençosmanoğlu’nun Şairliğinin Arz-ı Endâmı: Marşı
Şimdi merhum Niyazi Yıldırım Beğ’in san’atına ve şiirine dair, O’nu okumamızı ve anlamamızı kolaylaştıracak birkaç nottan sonra, kimilerine göre şiirlerinin en güzeli –bana göre ise şairliğinin zirvesiolan “Malazgirt Marşı” şiirini birlikte inceleyelim:
Budur, Peygamberin övdügü Türkler Ya Allah… Bismillah… Allahüekber ”
destansı Malazgirt
“Şiir için seçilen dinleti: Neva Cengi Harbi” [*] 1.Kıt’a: “Aylardan ağustos, günlerden cuma Gün doğmadan evvel iklîm-i Rum’a Bozkurtlar ordusu geçti hücüma Yeni bir şevk ile gürledi gökler Ya Allah… Bismillah… Allahüekber ” 2.Kıt’a: “Önde yalın kılıç Türkmen başbuğu Ardında Oğuz’un ellibin tuğu Andırır Altay’dan kopan bir çığı
3.Kıt’a: “Türk, Ulu Tanrı’nın soylu gözdesi Malazgirt Bizans’ın Türk’e secdesi Bu ses insanlığa hakkın müjdesi
13
GENCAY Bu seste birleşir bütün yürekler… Ya Allah… Bismillah… Allahüekber!..”
ana unsurdur. Kelimeler seçilir; ölçülür, biçilir… Şiir dili, mensub olduğu dilin kaymak tabakasıdır diyebilirim.” Cümleleriyle belirtmiş ve söyleşinin bir diğer kısımda ise şiirde ki ölçü hususuna dair görüşlerini: “Şiiri olan milletlerin, aynı zamanda şiir gelenekleri, şiir kuralları da var demektir. Şiir, bu kendine mahsus gelenekler ve kurallar içinde gelişir, güzelleşir, büyür… “Ölçü” de, şiirin kuralları cümlesin-dendir. “Ölçü” derken “aruzu” ve “hece” yi kastediyorsunuz sanırım, ikisi de bizimdir ve biri birinden çıkmış kadar yakınlıkları, benzerlikleri vardır. Başka milletlerin de aruzu kullanmaları, bu ölçünün bizim “milli şiir ölçümüz” olmadığına delil teşkil etmez. Ölçüsüz (serbest) şiirin de kuralları gelenekleri vardır; başıboş değildir.” cümleleriyle açıklamıştır. - ve şüphesiz şairin bu iki görüşü de, Malazgirt Marşı adlı manzum eseriyle ters düşmez. - Beş kıt’adan ve her kıt’asının da beşer mısradan oluştuğunu düşünürsek top yekûn yirmi beş mısradan mütevellit bu şiirde on birlik hece ölçüsü kullanılmış ve tüm mısralar, üzerinden kırkı aşkın sene geçmiş olmasına rağmen dönemindeki birçok şiirin aksine kolayca anlaşılabilmektedir.
4.Kıt’a: “Nağramızdır bugün gök gürültüsü, Kanımızdır bugün yerin örtüsü… Gazi atlarının nal parıltısı Kılıçlarımızdır çakan şimşekler Ya Allah… Bismillah… Allahüekber!..” 5.Kıt’a: “Yiğitler kan döker, bayrak solmaya, Anadolu başlar, vatan olmaya… Kızılelma’ya hey… Kızılelma’ya!!! En güzel marşını vurmadan mehter Ya Allah…Bismillah… Allahüekber!.”
Gençosmanoğlu’nun Kendi Ağzından Poetikası ve Malazgirt Marşı’nın Poetikal İncelenmesi I) Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Malazgirt Marşı adlı şiiri ilk kez kendini 1971 senesinde yayımlanan Malazgirt Destanı isimli kitapta gösterir. 1929 senesine kıyas edildiğinde şairin orta yaşlarına denk gelen bir eser olduğunu söylemek malumun ilanından öteye geçmeyecektir. [5]
III) Bin dokuz yüz altmış – bin dokuz yüz seksen devrinin “vatanım rûy’i zemin, milletim nevî beşer” fikriyatınca kaleme alınan şiirlerinin yanında Gençosmanoğlu’nun Malazgirt Marşı adlı eserleri, Türk ve İslam motiflerinin benzersiz işlemeleriyle de dikkat çekmekte[ şiirde Bozkurt, Gök, Kılıç, Tuğ ve Kızılelma gibi Türk destanlarında sıkça bahsi geçen ve tamamı Türk kültüründe özel bir yer teşkil eden bu sembol ve
II) Niyazi Yıldırım Beğ’in, yukarıda değindiğimiz gibi Töre Dergisi’nde yer alan söyleşisinin bir başka yerinde kendi şiirlerinde ki dil anlayışını: “Türkiye’de yayımlanan eserlerin, bütün Türk dünyasında kolayca okunup anlaşılır bir nitelikte olmasına taraftarım. Şiirde dil, 14
GENCAY imgelerin ustalıkla kullanılmış olması şiiri ve şairi, muadillerinden ayırmakta ve muharrire haklı bir ün kazandırmaktadır] ve neşri üzerinden geçen senelere rağmen, hâlâ muharrinin dünya görüşüyle bağdaşmayan kitleler tarafından bile hayranlıkla okunmaktadır.
günlerden Cuma” diyerek başladığı Malazgirt Marşına nazire yaparcasına, yirmi bir ağustos, cuma günü, bin dokuz yüz doksan iki senesinde vefat etmiştir. Büyük şair Dilaver Cebeci ise, Niyazi Yıldırım Bey’in vefatının ardından “Ve Hüve’l Bakî” şiirinde şu mısralarla veda etmiştir ona:
Şûara Okuması Yerine Son Söz “Ne kadar yakınınız olursa olsun, bir başkasının içinden geçenler daima bir meçhul olarak kalırlar. Bir yastıkta uyuyanlar bile birbirlerinin rüyalarını bilmezler” [6]
“Aylardan Ağustos, günlerden Cuma” Geldi “ircî” emri açıldı semâ Şair vedâ etti iklîm-i Rum’a, Döğünsün destanlar, ağlasın şiir Allah kadîm, Allah bakî, Allah bir… [7]
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu sözü, Gençosmanoğlu’nun destanlaştığı Malazgirt Marşı eserinde ki mânâ derinliği ve kaleme alınışı noktalarında niyet okumamızı engellese de, Gençosmanoğlu’nun mizacını, fikrini, milli ve manevi değerlere olan samimi bağlılığını ve azami dikkatini göz önüne aldığımız takdirde isminin önüne geçen ve şöhretinin haklı vesikası olan “Destan Şairi” ününe ne denli lâyık olduğunu ilân etmemize engel teşkil etmez.
Kendi eceline mürekkep döken şair; Alparslan’a, Alp’lere ve Eren’lere komşu olsun. Rahmet ve dua ile… Son notlar: [1] : Töre Dergisi, Şevket Bülent Yahnicioğlu, Dokuz Işık’da Sanat, Yıl: 5, Sayı: 22, Devre: 2, Mart 1973, s: 35,
Bir İngiliz şairi “kahramanlık şiiri, şüphesiz ki, insan ruhunun başarabileceği en büyük eserdir” der. Bu söz, kaleminden kahramanlık damlayan ve her satırı kayıp bir destanın gizli kelimelerini andıran Gençosmanoğlu’nun Türk şiirindeki yerinin neden bu denli müstesna ve neden kaleminin bu denli benzersiz olduğunu daha iyi idrak edebilmemiz açısından çok kıymetlidir.
[2] : Abdullah Kılavuz, Süveyda’ya Notlar IV, “Doğmak Bir Emirdi, Uyduk” adlı makalede geçen yazarın Elazığ ve Harput tasviri [3] : Töre Dergisi, Şevket Bülent Yahnicioğlu, Dokuz Işık’da Sanat, Yıl: 5, Sayı: 22, Devre: 2, Mart 1973, s: 35, [4] : Töre Dergisi, Şevket Bülent Yahnicioğlu, Dokuz Işık’da Sanat, Yıl: 5, Sayı: 22, Devre: 2, Mart 1973, s: 38,
Küçük ve son bir not daha: Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, “Aylardan Ağustos, 15
GENCAY [5] : Fırat Kargıoğlu, Ukdeler , “Poetika ve ‘Muhafazakâr Biçim’: Tanpınar’ın “Sen ve Ben” Şiiri Üzerine İki Not, Gençlik Kitabevi Yayınları, Haziran 2012, s:240 [poetikal yaklaşım hususunda metadolojik açıdan yazara fikri kaynak teşkil etmiş olan makale]
[7] : Dilaver Cebeci, Bütün Şiirleri,Ve Hüve’l – Bâkî, Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul 2009, s:52 [*] : Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Destanlar Burcu, Türk Edebiyat Vakfı Yayınları, İstanbul, 2009, 4.Baskı, s:270 Malazgirt zaferinin 900. Yıl dönümünde Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü tarafından açılan yarışmada birinci seçilen bu şiir, “Malazgirt Marşı” olarak kabul edilmiş ve Sayın B. Yüzlüler tarafından bestelenmiştir.
[6] : Ümit Meriç – Selma Ümit Karışman, Ahmet Hamdi Tanpınar / Ebediyetin Huzurunda, Etkileşim Yayınları, İstanbul, Mayıs 2006, s:258
16
GENCAY
SORUNLAR VE TEPKİLER Selim UYSAL görmemesinin birkaç sebebi olabilir. Bu sebeplerden en önemlisi, sorun olarak bahsedilen durumun o kişi için bir anlam ifade etmemesi ya da sorun yaratmamasıdır. Mesela Türkiye’de oynanan bir futbol maçında kaybeden tarafın başkanı, teknik direktörü ve taraftarları için bu bir sorundur. Ancak kazanan takım için ortada bir sorun yoktur. Aynı zamanda futbol ile hiç ilgilenmeyen bir kişi için de ortada bir sorun olmayacaktır. Dolayısıyla kaybeden takım tarafından bir kişi, aynı taraftan bir başkasıyla bu sorun hakkında konuşabilecekken, kazanan takım veya futbolla ilgilenmeyen taraf ile sorun hakkında konuşmaya çalıştığında “Hangi sorun?” cevabını alacaktır. Sorunların görülmemesinin diğer sebebi, sorun kişiyi ilgilendirse bile kişinin sorundan haberinin olmamasıdır. Örneğin, iş yerinde çalışmakta olan bir kişinin evinin yandığı veya soyulduğundan haberi olmayacaktır. Dolayısıyla bunu öğrenene kadar kendisi için bu sorun yoktur. Duyum yoluyla öğrendiği takdirde ise araştırma ve teyit etme gayretine girecek yahut haberi verene duyduğu güvensizlik nedeniyle inanmamayı da tercih edebilecektir. Bu kişi için sorun ancak sorunu görerek veya başka bir yolla teyit ettirerek tespit ettiğinde başlayacaktır.
İnsanoğlu gariptir. Sorunlar karşısında ilginç tepkiler verir. Görmez, görmezden gelir, gözünde büyütür, önemsemez veya çözmeye çalışır. Dedik ya insanoğlu gariptir, herhangi bir sorun karşısında yapmaması gereken şeyleri yapmaya eğilimlidir. Yani genellikle, sorunu çözmeye çalışmak yerine, görmezden gelmeyi, küçümsemeyi, yok saymayı veya bunun tam tersi bir şekilde sorunu gözünde büyütmeyi, karmaşıklaştırmayı tercih eder. Bunu bazen istemsizce, bazen de bilerek ve isteyerek yapar.
Bir diğer davranış biçimi de sorunların görmezden gelinmesi veya diğer bir tabirle yok sayılmasıdır. Bu davranış
Sorunları hiç görmeyen insan tipinden başlayalım. Bir insanın sorunu hiç 17
GENCAY biçimine başvuran kişiler aslında sorunların farkındadırlar. Ancak sorunların doğrudan veya dolaylı olarak kendileriyle bir bağlantısı olduğunun farkındadırlar. Yani soruna doğrudan veya dolaylı olarak kendi hataları sebep olmuştur. İşte bunu fark ettikleri zaman ya sorunu insanlardan tamamen gizleme, üstünü örtme yolunu ya da mevzu bahis olan durumun aslında bir sorun olmadığını söyleme yolunu seçerler. Bir evdeki misafirin, bir süs eşyasını kırdıktan sonra ev sahibinin haberi olmadan toplayıp yok etmesi, doğrudan sebep olduğu bir sorunu gizlemeye güzel bir örnektir. Bu kişi ile sorun hakkında konuşabilmemiz için şahsın öncelikle sorunu ve sorunun sorumlusu olduğunu kabul ve itiraf etmesi gerekir. Tabii ki kişi sorundan sorumlu olmasa bile bir taraftarlık güdüsü ile savunma mekanizmasının bir unsuru olarak da yukarıda bahsedilen davranışı gösterebilir. Bir akrabasının veya sevdiği insanın işlediği suçtan sonra bu suçu gizlemeye çalışmak anlatılmaya çalışılan davranış biçimine güzel bir örnektir.
tamamen tesadüf olduğu gibi bahaneler sunması tam da bu tarz bir oyundur. Ancak bu tavrın tabii ki farklı bir boyutu da vardır. Küçümseme davranışı insanın kendisine aşırı güvendiği veya sorunun niteliği hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığı durumlarda da ortaya çıkar. Bu konuda da örnek olarak, yıllardır araba kullanan bir kişinin “Ben bu işin ustasıyım, emniyet kemeri takmasam da olur” anlayışını ve kendisini ısıran böceğin zehirli olduğunu bilmeyen bir şahsın “Bir böcek ısırığından ne olabilir ki?” demesini gösterebiliriz. Elbette görmeyen, yok sayan ve küçümseyenler olduğu gibi tam tersi bir biçimde sorunları gözlerinde büyütenler de vardır. Bu tavrı sergileyenlerin bir kısmı korkaktırlar ve kendilerine güvenleri yoktur. Dolayısıyla sorunların çok büyük olduğunu ve çözülemeyeceğini, karşı konulamayacağını savunurlar. Bunu bazen korkaklıklarının doğal neticesi olarak bazen de korkaklıklarını gizlemek amacıyla yaparlar. Düşman ile savaşmaktan korkan bir askerin, düşmanın çok güçlü olduğunu söyleyerek teslim olmayı savunması bu durum için en iyi örnektir. Bu tavrı sergileyenlerin farklı bir kesimi de yeteri kadar mücadeleci olmayan, çabuk pes eden insanlardır. Daha önce benzer sorunları çözmeye çalışmışlar ancak başarısız oldukları için pes etmişlerdir. Onlara göre o sorun artık çözülmesi imkânsız bir sorun haline gelmiştir ve çözmeye uğraşmak boşuna zaman kaybetmek ve emek sarf etmek demektir. Birçok iş görüşmesine giden ancak işe alınmayan gencin asla bir iş sahibi olamayacağını düşünmeye başlamasını bu duruma örnek olarak
Küçümsemek de sorunlara karşı gösterilen tepkilerden biridir. Üstteki paragrafla da bağlantılı olarak ele aldığımızda “küçümsemek, sorunun farkında olduğu halde sorunun üzerini örtme amacıyla kullanılan yöntemlerden biridir” diyebiliriz. Sorunun küçük ve önemsiz olduğunu öne sürerek gelebilecek tepkileri azaltmak veya yok etmek için oynanan bir oyundur sorunu küçümsemek… Yukarıdaki örnekte misafirin, ev sahibinin durumu fark etmesi halinde aslında o eşyanın pek güzel olmadığı, kırılmasının önemsiz olduğu ya da kırılmasının 18
GENCAY gösterebiliriz. Sorunları abartanlar arasında dikkat çeken diğer grup ise bunu olumsuz yönde propaganda amacıyla kullanmak isteyenlerdir. Mesela hemen her gün en azından birkaç ekmek ve birkaç şişe su alabilecek parayı toplayan dilencinin “3 gündür hiçbir şey yemedim” demesi böyle bir propagandadır.
gizleyenlere göre dürüst, küçümseyenlere göre akılcı, gözünde büyütenlere ve korkaklara göre ise cesur insanlardır. İşte sorunları göğüsleyerek çözüm için çaba sarf edenler idealist insanlardır. Diğer bir deyişle bu davranış biçimi idealist insanlara özeldir. İşte bu tip insanlarla sorunlar üzerinde konuşabilir, çözüm yolları arayabilir ve hatta sorunları çözebilirsiniz. Ayrıca şunu da belirtmek gerekiyor. Sorunlara karşı takınılan tavırlar bazen tek bir sebepten dolayı olsa da bazı zamanlarda farklı sebeplerin ortak sonucu olarak ortaya çıkabilmektedir. Bir cezaevinden azılı bir katilin kaçtığından haberi olmayan bir kişinin sorun algısı ile bu haberi ve katilin kendi semtinde dolaştığını öğrendiğindeki sorun algısı elbette farklı olacaktır. Katilin kaçmasına yardım edenin çok sevdiği biri olması durumunda ise soruna bakış açısı yine değişebilecektir.
Ve son olarak bir de sorunlar karşısında yapılması gerekeni yaparak, yani sorunların üzerine gidip onları çözmeye çalışarak en etkili tavrı gösterenlerden bahsetmeliyiz. Bu tipteki insanlar herhangi bir sorunla karşılaştıklarında onu inceler, önce sebeplerini ardından da çözüm yollarını araştırırlar. Sonra da büyük bir inanç ve şevkle sorunu çözmek için çalışmaya başlarlar. Bu insanlar sorunların farkında olmayan insanlara göre uyanık, sorunları yok sayan ve
Sonuç olarak, insanlar farklı sebeplerle farklı tepkiler verebilmektedirler diyebiliyoruz. Asıl önemli olan ise ferdi ve toplumsal olarak bizim tepkilerimizin ideale ne kadar yakın olduğudur.
19
GENCAY
20
GENCAY
SERVET SOMUNCUOĞLU – TÜRK’ÜN PEŞİNDE BİR KÂŞİF Emre SEVİNÇ kesilen yerler. Bütün kaya resim alanlarında aynı süreklilik var… Kaya resminden damgaya, damgadan harfe ve Türk Abece’sine. Türk, güneş kültünü de unutmamış dağ keçisini de geyiği de. Ne Saymalıtaş’ta ne Güdül’de. Kaya resimleri Türk’ün ayak bastığı her yerde.
Güneş’e, Güneş’e yürüdüler… Sanki bir sırrı çözmek için kucakladılar Güneş’i. Uzak yollardan geldiler, kimsenin olmadığı çağlardı. Destanlarla konuşulur, kurtlarla halleşilir, kayalarla dilleşilirdi… ... İnsanoğlu dünden bugüne hep, geçmişi bilme, yaptıklarını başkalarına gösterme ve geleceğe bildirme amacı gütmüştür. Tüm bunları yaparken de resim, yazı, anıt vb. somut ögeler kullanmıştır. Türk milleti de bu yolu izlemiş ve yaptıklarını kaya resimlerine işleyerek bizlere önemli bir miras bırakmıştır. Bu kaya resimleri milletimize ait ilk kalıntılar olmakla beraber Türk tarihini milattan önce ”en az” 5000′lere götürecek niteliktedir.
Birbirini hiç görmemiş, birbirinden haberi olmayan ancak dil, din, kültür vb. açıdan birbirinin aynı tek bir milletin bıraktığı bir büyük miras kaya resimleri. İşte, binlerce yıldır hiç durmadan sessiz sessiz çığlıklar atan bu kaya resimlerinin sesini Servet Somuncuoğlu duydu. Bunlar atalarımızdan bize birer mektuptu. Hem de binlerce yıl önce kazılmış mektuplar. Servet Somuncuoğlu’nun yüreğine bir kor düşmüştü. Ona çok uzaktan seslenenler vardı. Atalarımıza doğru gitmeliydi. O da koşar adım düştü Türk’ün peşine.
Bugün bu kaya resimleri Türk’ün ayak bastığı her coğrafyada karşımıza çıkmaktadır. Sibirya’dan Orta Asya’ya, Orta Asya’dan Kafkasya’ya, oradan Anadolu’ya, Avrupa’ya ve daha nice yerlere… Geniş bir coğrafyada ve geniş bir zaman dilimi içerisinde birbirine büyük benzerlikler gösteren onlarca kaya resim alanı. Hepsi bulundukları bölgelerin en yüksek yerlerinde. Hepsinin çevresinde kurganlar var. Hepsi atalara kurban
Servet Somuncuoğlu Türk tarihini bir yapboza benzetiyor. Bugün elimizde Türk tarihine ait bazı yapboz parçaları mevcut. Ancak çoğu parça ya elimizde değil ya da 21
GENCAY yanlış yerleştirilmiş. İşte Somuncuoğlu bu kayıp parçaların peşinde. Tamgalısay’dan Saymalıtaş’a, Saymalıdan Lena’ya, Lena’dan Güdül’e, Hakkâri’ye, Gobustan’a(Bakü), Macaristan’a, Kanada’ya… Bu kayıp parçaları aradı. Bazılarını buldu da. Servet Somunculuoğlu’nun çalışmalarında kaya resimlerinin Orta Asya’nın derinliklerinden dünyanın birçok noktasına gezintisini izleyeceğiz.
-Türkler göçebe değil, göç eden bir millettir. -Türkler bir taşı yontup ona tapmayan tek millet! ... Servet Somuncuoğlu’na hayranlığımın bir nişanesi olan bu yazı dizisinin devamında ben, hem onun çalışmalarını hem de bu haklı iddialarından bazılarını sizlere aktarmaya ve kendimce -haddimizi de biraz aşarak- bazı yorumlar yapmaya çalışacağım… ------------------------------------------------Servet hoca göçtü ya Taşlar öksüz kaldı ya Yüreğim kor kor yandı ya Şimdi gözler kan ağlar.
2004 yılından bu yana canla başla çalışıyor Somuncuoğlu. Çok ülkeler gördü, çok dağlar gezdi. Kitaplar yayınladı, belgeseller çekti. Televizyon programlarında bilmediğimiz Türk’ü tanıttı. Tek bir gayesi vardı… Türk’ü bulmak.
Ah! Servet hocam ah. Turan dağında taşlar Dile gelir de ağlar. Göçtüğünü duyanlar Yandı beğ’im ardından.
Somuncuoğlu’nun kaya resimleri üzerinden birçok haklı iddiası var. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
Ah! Servet hocam ah. …
-Türkler Anadolu’ya(yerleşmek amacıyla) ilk olarak Malazgirt Savaşı’ndan binlerce yıl önce gelmiştir.
Bu yazı dizisinin ilk yazısını okuduktan sonra çok mutlu olmuş, sizlerin bunu kaleme alması Nobel almaktan daha değerli demişti. Merakla takip edeceğini söylemişti, bu yazıyı çok uzaklardan okuyacağından habersiz.
-Orhun Anıtları Türklerin önsözü değil, Türklerin Taşlar üzerindeki sonsözüdür. -Türkler entellektüel milletlerdendir.
22
GENCAY Servet hocayı kaybettik.. Ama o bize büyük bir miras bıraktı. Bir ufuk açtı, ona bir görev verilmişti, o da bu görevi başarıyla tamamladıktan sonra aramızdan ayrıldı. Türk tarihinin bilinmeyenleri onun geçtiğimiz 10 yıldaki çalışmalarıyla aydınlanmıştı, daha da aydınlanacaktı. O bilinmeyenlerin felsefesini çözmüş, dünyanın birçok yerinde araştırmalar yapmıştı. Dünyada yeri doldurulamayacak insanlar vardır. Servet hoca da onlardan biriydi. Türk tarihi onu sonsuza dek anacaktır.
SERÜVEN BAŞLIYOR Servet Somuncuoğlu 2004 yılı içerisinde Altın Elbiseli Adam’ın de bulunduğu Tamgalısay’a Türkiye’den araştırmacılar tarafından yapılan bir araştırma gezine fotoğrafçı olarak katıldı. Tamgalısay’da zaten gönlüne bir sevda düşen Somuncuoğlu’na burada Zafer Ersöz adlı bir Türk işadamının Saymalıtaş’tan bahsetmesi üzerine buraya yolculuk yapmaya karar verdi. Ve böylece Türk’ün peşindeki serüveni de başlamış oldu. Saymalıtaş’a yapılan yolculukların ardından bir belgesel çekilmesi kararlaştırıldı. Belgeselin adı ”Karlı Dağlardaki Sır” idi. Birçok araştırmacının da içinde bulunduğu bir ekip ile yola çıkıldı…
Araştırmacılığının yanında kalbi de tertemizdi Servet hocanın. Vefatının ardından ona gösterilen sevgi gösterisi de bunun en önemli göstergesiydi. Belgeselleriyle, televizyon programlarıyla ve sosyal paylaşım sitelerindeki paylaşımlarıyla her kesimden ‘Türk’ meraklılarına ulaşmayı başarmıştı, en önemlisi de bu araştırmaları halka ulaştırmıştı. Saymalıtaş’tan başlıyordu bu zahmetli ama aşk ile dolu yolculuk. Saymalıtaş 4000 rakımdaydı ve buraya ulaşmak oldukça zordu. Ancak Saymalıtaş’ı görmek, binlerce yıl önce atalarımızca çizilen kaya resimlerine dokunmak, Türk’ün binlerce yıllık kokusunu ciğerlere çekmek her şeye bedeldi.
Doğa çiçekleri her bahar açtığında, dağların karı erimeye başlayıp nehir olup coştuğunda, Karlı dağlara doğru sırların yürüyüşü başlardı, destan zamanlarında. …
23
GENCAY yerli Türkleri buradaydı…
ise
binlerce
yıldır
Saymalı’da 10.000 kaya üzerinde sayılmış 96.000 kaya resmi mevcut. Somuncuoğlu belgeselinde hareket noktam dediği Saymalı’dan hareket ederek-aynen atalarımız gibi- Asya’nın birçok yerine uğrayarak bir gezintiye çıkıyor. Nerelere uğramıyor ki Samuncuoğlu… Tamyalısay, Kaşkır Say(Kurtlar vadisi), Cigdeli Say, Gobi Çölü, Gobustan (Bakü), Çolpan Ata, Kaçkar kaya resim alanları bunlardan bazıları. Ve en son Anadolu’ya geliyor. Tıpkı binlerce yıl önce atalarımızın yaptığı gibi… (1) Geçen yazımızda bir yapbozdan bahsetmiştik. Somuncuoğlu Türk tarihini bir yapboza benzetiyor ve yapbozun kayıp parçalarının peşine düşüyordu.
ANADOLU’DA TÜRK İZLERİ Asya’nın derinliklerinde, binlerce yıl önce kazınmaya başlayan Türk kayaresimleri günümüzde dünyanın birçok bölgesinde karşımıza çıkmakta, bazı yerlerde damga bazı yerlerde harf halini almaktadır.
Türk’ün kayıp parçalarından bazıları da yurdumuz Anadolu’da çıkıyor karşımıza. Anadolu’nun kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına, her yer kaya resimleri fışkırıyor. Hakkâri-Gevaruk Yaylası, Ordu-Mesudiye-Esatlı Köy’ü, , Kars Kağızman-Yazılıkaya kaya resim alanları, Erzurum-Karayazı-Cunni Mağarası Kütahya-Aizanoı Tapınağı duvarlarındaki yazılar… Hepsi Türk kokuyor, hepsi Türk’e ait. Ne Hakkâri’deki kaya resimlerinin Saymalı’dakilerden bir farkı var ne de Tamgalısay’dakilerin Ordu’dakilerden.
Bu bölgelerden biri de yurdumuz Anadolu’dur. Hâlihazırdaki resmi tarih, Türklerin Anadolu’ya -yerleşmek amacıyla- ilk olarak 11.yy’da geldiklerini yazmaktadır. Şüphesiz bu yüzyıl itibariyle Anadolu’ya büyük bir Müslüman-Türk göçü gerçekleşmiştir. Ancak bu Türkler göçü rastgele yapmamışlardı. Onlar Anadolu’daki akrabalarının yanına gelerek yerleşmişlerdir. Akrabaları, Anadolu’nun 24
GENCAY Anadolu’da ayrıca Türk Abece’si yazılmış yazıtlar da mevcut.
ile
Asya’daki söyledi.”
resimlerin
aynısı
olduğunu
Cemil Söylemezoğlu’nun da bahsettiği üzere Orta Asya’daki resimlerin aynıları binlerce kilometre ilerde Anadolu’da ortaya çıkıyordu. Ankara’nın 80 kilometre batısında, Güdül’deki buluntular kaya resimleri ile de bitmiyordu. Aynı bölgede çeşitli yazıtlar, kurganlar ve Türk boylarına ait damgalar da mevcuttu… Yazıtlar tamamen Türk Abece’si ile yazılmış, bazıları cümle niteliğinde ve 30 civarında. Bu yazıtlar dua ve dilek içeren küçük cümleler. Orhun Abidelerindeki kadar sistemli ve belirgin olmasa da o yazıya temel oluşturan cümlelerdir.
Anadolu’da en çok dikkat çeken kaya resim alanı ise Güdül’dedir. GÜDÜL KAYA RESİMLERİ TRT’de yayınlanan ”Karlı Dağlardaki Sır” belgeselinden sonra yurdun birçok yerinden ”bunlardan bizim buralarda da var” şeklinde haberler gelmişti Somuncuoğlu’na. Bunlardan en önemlisi ise Anadolu’nun tam ortasında AnkaraGüdül-Salihler köyünden Türk tarihinin kendisine çok şey borçlu olacağını Cemil Söylemezoğlu’ndan gelen haberdi. Cemil Söylemezoğlu bu süreci Güdül Kayaresimleri için hazırlanan ”Damgaların Göçü” adlı belgeselde şöyle anlatıyor:
Bölgede birçok Türk boyuna ait damga var. Bunlardan en dikkat çekici olanı Osmanlı Devleti’ni de kurmuş olan Kayı Boy’unun damgası. Ayrıca Avşar, Salur boylarına ait damgalar da mevcut.
”Ben dağlarda çok gezerim. Bu kaya resimlerini gördüm fakat ne işe yaradığını, kime ait olduğunu bilmiyordum. Bir gün köyümüzde televizyon seyrederken Karlı Dağlardaki Sır programını… Baktım ki bu, buna benzer resimlerin bizim köydeki resimlerin aynısı olduğunu -aşağı yukarıfark ettim. Daha sonra bu programın yapımcısı ve yönetmeni Servet Somuncuoğlu’nu haber verdim. İrtibatlaştık, köyümüze geldi. Bu resimleri inceledi. Baktı ki bu resimlerin Orta
Bölgenin bir dini alan olması nedeniyle 1000 civarında kurgan da var burada. Kurganlardan en önemlisi çapı 30-35 metre olan ve Kağan Kurganı olarak adlandırılan, bir kağana ait olduğu düşünülen kurgandır. Bu kurganda yapılacak çalışmalardan sonra kayaların
25
GENCAY buradaki yaşları -en az kaç yıllıksa- tespit edilme ihtimali mevcuttur.
yanıltma günümüze bilinegelmişti. Ancak görünür bir hata vardı…
…
kadar burada
böyle gözle
Günümüzde araştırmacılar bir abecenin oluşabilmesi için en az ”beş bin” yıllık bir süreç gerektiğini vurguluyorlar. Bu süreç kaya resimlerinden damgaya, oradan harflere ve abeceye ulaşan binlerce yıllık, zahmetli ve yüksek kültür gerektiren bir süreç. Her bir harfin ardında binlerce, yüzbinlerce kaya resmi var.
Bugün çeşitli toplumlar ortaya çıkarak ve yurdumuzun çeşitli yerlerini göstererek ”burası bizimdir”, ”biz sizden önce buradaydık” gibi sayıklamalarda bulunmaktadır. Onlara verilecek en iyi cevap Servet Somuncuoğlu’nun bizlere sunduğu bu kaya resimleridir. Bu kaya resimleri Anadolu’nun en az 5000 yıllık tapularıdır. Atalarımızdan bizlere mirastır.
Peki Türk milleti..? Türk milleti bu süreçten geçmeden tamamen kendisine has bir abeceyle ve kendisine has kelimelerle, imlâlı cümlelerle, bu denli büyük abideleri bozkıra nasıl dikmişti? Burada bir hata vardı…
Mirasa sahip çıkmak dileği ile… … AH! Servet hocam. Şimdi kaya resimleri öksüz.. Damgalar yetim. Saymalı ıssız, Güdül harabe.. -----------------------------------------------------Ay’lı gecelerin şavkı vurduğunda dağlara, yakarırlardı, yalvarırlardı inançları adına. Onlar Güneş’e yürüyen Gök Tanrı’nın çocuklarıydı, Ve taşlara kazıdılar inançlarını. … Orhun Anıtları Türklerin önsözü değil, Türklerin Taşlar üzerindeki sonsözüdür. Servet SOMUNCUOĞLU ORHUN ABİDELERİ TÜRKLERİN İLK YAZILI KAYNAĞI MIDIR? Bizlere bugüne kadar devletimizin okullarında böyle öğretilmişti: ”Orhun Abideleri, Türkler’in ilk yazılı kaynağıdır.” Bu açıdan ilk çalışmaları yapan yabancı araştırmacılar bu şekilde söylemiş ve bu 26
GENCAY Türk abecesi Türklere gökten inmemişti.. Başka bir milletten de geçmemişti. Peki bu abece nasıl oluşmuştu? TÜRK ABECESİ NASIL OLUŞTU? Servet Somuncuoğlu Türk Abece’sinin hazırlık dönemini ortaya çıkartarak bu hatanın çözülmesinde de önemli rol oynadı. Kaya resimlerinin abeceye doğru olan yolculuğunu birçok kayaresim alanında görüntüledi, bizlere sundu.
Oluşan bu damgalar da zamanla daha çizgisel bir üsluba doğru yol aldı ve Orhun Abidelerinin de yazıldığı Runik Alfabe de denilen özgün Türk Abece’si ortaya çıktı. Türk Abece’si aynen Türk milleti gibi bir yolculuk yapmış ve bugün dünyanın birçok noktasında karşımıza çıkmaktadır.
Araştırmacılar eski uygarlıklarda yazının ilk olarak inançlar çerçevesinde din adamlarınca kullanıldığını ve yayıldığını vurgulamaktadırlar. Durum Türk Uygarlığında da böyledir. Türkler ilk ortaya çıktıklarından itibaren tek Tanrı’ya inanmışlardır. Tanrı’ya yakarışlarını, şükürlerini, sevdalarını, Tanrı’dan isteklerini de yılın belli zamanlarında çıktıkları yüksek dağlardaki alanlarda kayalara kazımışlardır. Böylece günümüzde -genel olarak-Servet Somuncuoğlu tarafından kamuoyuna sunulan kaya resim alanları ortaya çıkmıştır.
… 9-10 satırla burada yazıverdiğimiz bu süreç aslında zannedildiği kadar kısa bir sürede olmadı tabi. Atalarımızın entelektüel zekâsının ürünü bu abece ve dil, binlerce yıllık çabaların, bir sevdanın, bir aşkın ürünü… Abecemize ve Türkçemize çıkmak dileği ile..
Sözkonusu kaya resimleri ilk zamanlarda birebir çizilmiş oldukça somut resimlerdir. Yani insan normal bir insan boyutunda, bir dağ keçisi aynı boyutunda çizilmiş. Ancak bu resimler zamanla soyutlaşmış, küçülmüş ve stilize olarak damga haline gelmişlerdir.
sahip
----------------------------------------------------Dalga dalga yayıldılar Altay Dağlarından dünyanın yüzüne, Doğuya, Batıya, yürüdüler,
Kuzeye
ve
Güneye
Doldular, taştılar sürekli olarak. … Türkler entelektüel milletlerdendir… Servet SOMUNCUOĞLU
27
GENCAY mezarındaki eşyalar bizlere 2500 yıl önceden çok önemli bilgiler vermektedir. 2013 yılının Ocak ayında Servet Somuncuoğlu ‘Altın Elbiseli Adam’a götürdü bizleri. Türk’ün uğradığı her yerde karşımıza çıkan ögeler ‘Altın Elbiseli Adam’ın kurganında da mevcuttu. Saymalı ’da, Güdül’de, Gobustan’da karşımıza çıkan dağ keçisi, geyik vb. figürler onun hazinesinde de bulunuyor. Yine birçok alanda kazılmış Türk Abece’si yazıtlar onun eşyalarından birine de çizilmişti.
Çağının kültürünün, biliminin vb. üzerine çıkmış, bilgi birikimi fazla, bu bilgi birikimini unutmamış ve geleceği şekillendirmede kullanabilecek milletlere entelektüel diyebiliriz.
Ve ‘Altın Elbiseli Adam’ın elbisesi.. Bu elbisenin yapıldığı dönemin şartları düşünüldüğünde altının bu derece kusursuz işlenmesi oldukça nadir görülmektedir. Dönem şartları için yapılması oldukça güç olan bu işçilik yüksek kültür ve medeniyet yani entelektüellik gerektiren bir iştir.
Entelektüelliğin anahtarı bilgi birikimi yani tarih bilgisidir. Tarih bilgisinin anahtarı da bir abece. Türkler için entellektüelliğin en önemli yardımcısı da kaya resim-damga-abece sistemi olmuştur. Türkler bunlar sayesinde geçmişini bilmiş, çözmüş ve geleceğe aktarmayı başarmıştır. Türk Abecesinin oluşması entelektüellik açısından hem neden hem de sonuç niteliğindedir. Servet Somuncuoğlu özgün bir abece oluşturabilmenin en önemli gereğinin entelektüel bir zekâ olduğunu vurguluyor. Kayaresimleri sayesinde bilgi birikimleri üst düzeyde olan Türk milleti de böylece bir abeceye ulaşmayı başarmıştır. Bu, Türk kültürünün de özgünlüğünün göstergesidir. ALTIN ELBİSELİ ADAM ‘Altın Elbiseli Adam’ da milletimiz açısından entelektüelliğin önemli göstergelerindendir. ‘Altın Elbiseli Adam’ 1969 yılında gün yüzüne çıkarıldı. Esik Kurganı’nda bulunan bu prens ve 28
GENCAY Onun hazinesinde bir de Türk Abece’si yazı var demiştik. Kulpu kırılmış bir kepçe olduğu düşünülen bir nesnenin üzerindeki bu yazıt Türk tarihi için büyük önem arzetmektedir. Bu yazıt daha önce bahsettiğimiz kayaresim alanlarındakilerle aynı. Yani Türk Abece’si ile yazılmış.
takvim, Türk milletine ait birçok öge gibi bir göç yaşamış ve Anadolu’da dahi karşımıza çıkmaktadır. 12 Hayvanlı Türk Takvimi de Türk entelektüel zekâsının bir ürünüdür. Bilgi birikimimize sahip çıkmak dileği ile..
Kazakistan’ın Yedisu bölgesindeki bu kurganın çapı 60 metredir. Saka-İskit döneminin bir eseri olduğu düşünülen bu kurgan -şu an için- Türk kültürünün en önemli arkeolojik buluntusudur.
…Dört mevsim süren yolculuğumuzu ve bunca yıldır Denizli’nin el değmedik yerlerinde saklanmış, korunmuş bugünlere gelmiş damgaları sizlere taşımaya çalıştık. Ama artık değişen bir şeyler vardı, damga bizim için sadece mezar taşındaki bir iz olmaktan çıktı bu belgeselde. Damga; Hayri Dev, Sudan Koyun Atlatma, Ateşte Koyun Yıkama, Çiçek Dağı’nda Eren Günü ve daha niceleri oldu.
12 HAYVANLI TÜRK TAKVİMİ Zamana hükmetmek de entellektüellik açısından oldukça önemlidir. Dünya zamansal olarak bir döngü içerisindedir. Bu döngüyü kavramak her millete nasip olmamıştır. Bugün bizlere oldukça kolay gelen ‘zaman, saat, gün, yıl’ gibi kavramları çözmek için insanoğlu binlerce yılını harcamıştır.
Servet SOMUNCUOĞLU … Vee Tamgalar Servet hocanın Yıllardır kaya Türk’ü arayan belgeselinde hayatımızdaki sunuyor…
Dengizli belgeseli… Yani yayımlanan son belgeseli. resimlerini takip ederek Servet Somuncuoğlu bu daha çok sosyal Türk izlerini bizlere
Dengizli, Türk sosyal hayatının, Türk bilinçaltının en önemli sahalarından biri. Burada balballar, kilimlerde işlemeler, duvarlarda süslemeler, kayalarda kazımalar.. Hepsi Türk’e ait, Türk kokuyor. Mezarlıklarında Asya’nın derinliklerinden taa buralara gelmiş damgalar, Türk Abecesi ile yazılmış yazıtlar, ağaçtan yapılmış kurt başlıklı, ay yıldızlı mezar taşları.
12 Hayvanlı Türk Takvimi ile milletimiz bu işi ilk yapanlardan biri olduğunu göstermektedir. Genel olarak Asya milletlerinin çoğunda gördüğümüz bu 29
GENCAY Ağaç kaşıklarda, kilimlerde, Yatağan bıçaklarında Türk Abecesine temel olmuş Türk damgaları.
Suya koyun atlatma, sudan koyun geçirme, iki ateş arasından koyun geçirtip üzerine su serpme.. Temizliği ve bereketi anımsatan Türk gelenekleri. Cami duvarlarında, kapılarında Türk işlemeleri. Dengizli Akhan’da Türk kültürünün sürerliliğinin bir göstergesi olan 12 Hayvanlı Türk Takvimi’nden bir parça görüyoruz. Akhan’ın kapısında bu takvime ait izler var. Deve Güreşleri.. Türk bayraklarıyla, Türk damgalarıyla, Türk’e ait işlemelerle süslenmiş develer. Yatağan’da demir ustaları var, Altay Dağlarından çok uzakta ama ona kardeş gibi. Bir de ses damgası var Dengizli’de. Kopuzuyla, kasketiyle, Türk’üleriyle Hayri DEV. Onun ağzındaki ses bize kilometrelerce öteyi, binlerce yıl geçmişi, Orta Asya’yı, atalarımızı hatırlatıyor.
Birçok Oğuz boyuna ait boyuna ait damgalar, kalıntılar.
Ustalara selam ile…
30
GENCAY
31
GENCAY
STRESE VE UYKUSUZLUĞA KARŞI VÜCUT DİRENCİNİ ARTIRMAYA YÖNELİK TAVSİYELER Dr. Alperen KIZIKLI
Kıymetli Gencay Dergisi okurları!
Düzenli Su İçmek
Günümüz dünyasında sürekli bir yarışma içerisine sokulan eğer az uyuyup çok çalışırsa başarılı olacağına düşünen insanoğlu büyük bir açmazda. Uykusuz geçirilen gecelerin, özellikle geç saatlere kadar çalışmaların hem zihinsel hem de fiziksel açıdan ne kadar yıpratıcı olduğunu hepimiz yaşayarak öğreniyoruz.
Vücuttan su kaybı böbrek, deri, ter, dışkı ve akciğer yoluyla olur. Tükürük, gözyaşı, sümük ve üreme yollarıyla, emzirme döneminde sütle de su kaybedilir. Günlük su kaybı, yaşa, çevre sıcaklığına, hastalıklara ve bireyin başka özelliklerine göre değişir.
Bu yıpranmayı en aza indirmek için uyku hijyeninin ve düzenli beslenmenin kişi tarafından sağlanması çok önemlidir. Düzensiz beslenme vücut direncini ve insanın performansını düşürmektedir. Bu nedenle besinlerimizde karbonhidrat, yağ ve proteinin hiç birinden vazgeçmeden dengeyi gözetmemiz şarttır. Böbreklerle su kaybı, normal durumda en çok su kaybı böbreklerle olur. İdrarın yüzde 95 kadarı sudur. Yetişkinlerde, idrarla günde 40 gr. dolayında artık madde dışarı atılır. Bu ve benzeri maddelerden vücudun kurtulması için böbreklerle zorunlu olarak 500-900 ml. kadar su atılır. Ancak, normal durumda ısrarla su kaybı yetişkinlerde günde 1200-1500 ml. dolayındadır.
Vücut direnci azalmış bir doktorun, emniyet memurunun, öğretmenin, öğrencinin ve esnafın her türlü psikiyatrik ve organa özgü hastalığa yakalanması çok kolaylaşmaktadır. Bu durumu önlemek adında dergimizin bu sayısında stres, uykusuzluk, aşırı fiziki ve zihinsel aktive neticesinde yıpranan bedenimizin direncini artırmak için nelere dikkat etmemiz gerektiğine değineceğim.
32
GENCAY Bağırsaklardan su kaybı, tükürük, mide özsuyu, safra, pankreas ve incebağırsak özsuyu ile sindirim kanalına salgılanan sıvı miktarı günde 5-8 litre kadar tutar. Bunun büyük bölümü geri emilir. Günde 100-300 ml. Kadarı da dışkıyla dışarı atılır. İshal, bağırsak yoluyla su kaybını arttır.
Yağ Alımı
Solunum ve deri yoluyla su kaybı; akciğerlerle ve deriden günlük su kaybı 600-100 ml. arasında değişir. Bunun 300400 ml. kadarı soluk verilen hava içindedir. Kalanı, deriden gözle görülmeyen buharlaşma şeklinde ve terle olur. Sıcak, soğuk, fiziksel etkinlik derecesi bu yolla su kaybını etkiler. Yaz aylarında çok özellikle öğle saatlerinde görev yapan emniyet çalışanlarımız terle günde 5-12 litreye varan miktarda su kaybı yaşayabilirler. Su kaybının yerine konması acilen gerçekleştirilmelidir ve su tüketimini yaz aylarında kapalı mekan dışında görev yapan çalışanların artırması gerekmektedir.
Vücuda yağ alımı özellikle zeytinyağı ve sıvı yağlardan karşılanmalıdır. Katı yağlar damar duvarında birikerek kalp ve damar hastalıkları başta olmak üzere obezite ve pek çok kronik hastalığa neden olmaktadır. Katı yağ tüketimi sınırlandırılmalıdır. Vücut direncini artırmak adına kalsiyum alımı da oldukça önemlidir. Süt ve yoğurttan zengin gıdalar tüketmek, ileride yaşanabilecek kemik erimesi riskini düşürecektir. Kalp hastalarının son ara öğünlerinde 1 kase yoğurt ve bir orta boy meyve almaları günlük diyetlerinin vazgeçilmezi olmalıdır.
Kişilerin günde en az 8 bardak suya ihtiyaçları vardır. Susuz kalan bir vücutta böbrekler toksinleri atamaz, kişi kendini yorgun hisseder. İş konsantrasyonu azalır Her yemek öncesi içilecek olan bir bardak su, hem tokluk hissi verir hem de midenin daha rahat çalışmasına yardımcı olur. Sıvı tüketimi konusunda bitki çaylarından da faydalanılabilir. 1 fincan rezene ile gaz sıkıntılarından kurtulmak mümkündür. Papatya çayının rahatlatıcı, kuşburnunun soğuk algınlığı ve gripten koruyucu etkisi vardır.
Balık, Omega 3 yağları göz ve beyin sağlının gelişmesi için her yaşta sürekli önerilen bir besindir. Balık tüketimi haftada 3 günden fazla olabilir.
33
GENCAY Egzersiz Yapmak
tavuk, balık, peynir, süt, yoğurt tüketimimizi arttırmalıyız. Yoğun katkı maddesi içeren hazır besinleri çok sık tüketmemeliyiz. Bol sıvı, şekersiz bitki çayı ve en önemlisi de su tüketimimizi artırmalıyız. Sarımsağın, antimikrobiyal özelliğinden dolayı bağışıklık sistemini güçlendirmektedir. Ayrıca kanın akışkanlığını sağlayarak kolesterolü düşürmektedir. Yemeklere eklenen sarımsak miktarının arttırılmasının bağışıklık sistemini güçlendirmektedir. Soğanın içerdiği allisin ve sülfür ise bağışıklık sistemini desteklemektedir.
Sağlık için egzersizi günlük hayatıma almamız gerekmektedir. Özellikle sonbahar aylarında vücudun bağışıklık sistemini artırmak için egzersiz yapmak büyük önem taşıyor. Haftada en az 3 kez 30-40 dakika egzersiz yapılması, hastalıklardan etkilenmemek için faydalı olacaktır. ‘Kış geliyor' diye egzersiz aksatılmamalıdır. Kışın hareket yapmamamız, vücudu hastalıklara karşı dirençsiz hale getirecektir. Hava temizse açık havada, değilse kapalı mekânlarda egzersiz muhakkak yapılmalıdır. Yarım saat bile olsa ev içerisinde ya da dışarda yapılacak egzersiz hareketleri ile hem psikolojik hem de fizyolojik bir rahatlama sağlanabilir.
Meyve ve Sebze Tüketimi
Elma, içeriğindeki E ve C gibi antioksidan vitaminlerle bağışıklık sistemini güçlendirerek hastalıklara karşı vücut direncini artırır. Meyvelerin iyice yıkandıktan sonra kabukları ile tüketilmesi daha sağlıklıdır. Portakal ve mandalina gibi turunçgiller, içerdikleri zengin C vitaminiyle vücudun savunma mekanizmasını kuvvetlendirir. C vitamininin yanı sıra, potasyum, kalsiyum, magnezyum gibi mineralleri de içerir.
Protein, Soğan ve Sarımsak
Güne bir bardak taze sıkılmış meyve suyu ile başlamak vücut direncini artırır. Sabah kahvaltıda protein alınması, taze nane,
Bir sağlık sorunundan dolayı yasaklama veya sınırlama yoksa yumurta, kırmızı et, 34
GENCAY maydanoz, marul gibi yeşil sebzelerin tüketilmesi gerekmektedir. Gün içinde elma veya siyah çekirdekli üzüm yenilmesi de bu anlamda faydalıdır. Kış aylarında görev yapan çevik kuvvet çalışanlarına soğuk havalarda tüketecekleri kuru incir, fındık veya ceviz faydalı gelecektir.
Sadece protein ağırlıklı beslenme ve protein ağırlıklı, kızarmış ürünler almak vücut direncini negatif etkiler, kas ve su kaybına neden olur. Alkol tüketimi, vücut direnci için özellikle önemli olan vitamin ve mineral emilimini azaltır. Konserve ve hazır gıdalardan uzak durulmalıdır. Derin dondurucudan çıkarılıp mikrodalgada ısıtılarak tüketilen besinler sağlığa faydaları tartışmalıdır. Mümkün olduğunca taze sebzelerden yapılmış yemekler aynı gün içerisinde tüketilmelidir.
Haftada 2 kez kuru fasulye, kuru nohut veya barbunya gibi kuru baklagiller tüketilmesi vücudun protein ihtiyacının sağlanmasına katkıda bulunmaktadır. Vücut Direncini Azaltan Yiyecekler
Düzensiz uyku yemek kişinin metabolizmasını negatif etkiler özellikle gece yemekleri metabolizmayı bozar. Gece görev yapan çalışanların mümkün olduğunca yemekten kaçınmaları, açlık hislerini bir iki adet meyve ile gidermeleri faydalı olacaktır. Antioksidanlar
Vücut direncini artıran besinlerin yanı sıra vücut direncini kıran, hastalıklara neden olan besinlerde bulunmaktadır. Bu tip besinler genellikle yüksek enerji içerikli veya kafein ağırlıklı olmaktadır. Kızarmış besinler, cipsler, şekerlemeler, hamurlu ve şerbetli tatlılar, asitli içecekler (Kola türevi içecekler) böbrekleri negatif etkiler ve mineral emilimini bozar.
Tükettiğimiz tüm besinler, vücutta enerjiye dönüşmek için oksijen ile yakılırlar. Bu yanma esnasında vücut için zararlı olan serbest oksijen radikalleri oluşur. Serbest radikaller özellikle vücuttaki hücre ve organlarda hasara neden olur. Ayrıca çevredeki hava kirliliği, stres, radyasyon ve sigara serbest radikal miktarının vücutta artmasına neden olur.
Kafein içeren içeceklerden kahve günde iki fincandan fazla alınmamalı ve çay demir emilimini bozduğu için yemeklerden hemen sonra içilmemelidir. Çok fazla çay tüketimi kan hücrelerinin sayısının azalmasına ve kişinin kendini yorgun hissetmesine neden olmaktadır. Yeşil çayda bile kafein vardır. 35
GENCAY Vücutta artan serbest radikaller, kanser ve bazı kalp hastalıklara neden olur.
Çok uyumak mı, kaliteli uyumak mı önemlidir sorusu sıkça sorulmaktadır.
Antioksidanlar, vücutta serbest radikal seviyesinin düşmesini sağlar. Özellikle A, C ve E vitaminleri antioksidan özelliği olan besin grubudur. Bu vitamin grubunu içeren, limon, portakal, fındık, badem, maydanoz, zeytinyağı, ayçiçeği, ceviz gibi besinlere de mümkün olduğunca günlük beslenmemizde yer vermeliyiz.
8 saat boyunca uyumak, kaliteli uykudan daha az önemlidir. Kaliteli uyku, zihnin duyularla olan bağlantısını tamamen kopardığı zaman gerçekleşir. Zihni besler ve gençleştirir; kısa ve uzun zamanlı zihinsel gücü geliştirir. Gün boyu vücut direncini artırmak ve geceleri kaliteli bir uyku için, kafein, alkol ve nikotin gibi uyarıcı maddeleri kullanmamalıyız.
Uykunun Önemi Modern toplumun bir başka sorunu olan yetersiz ya da verimsiz uyku da vücut direncini sağlayan en önemli unsurlardan biridir. Diyet ve yaşam tarzının yanı sıra uyku da vücut direncinin temel taşlarındandır. Bu üç öğenin tamamının karşılanamaması durumunda kişi kendini dinç hissedemez.
*** Siz değerli okuyucularımıza sağlık ve mutluluk dolu günler diliyorum. Esen kalınız.
36
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.