www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 4 Sayı 41 - Haziran 2015 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
İLAÇ ATIKLARININ ÇEVRE VE İNSAN SAĞLIĞINA ETKİSİ / Ahmet Doğan ERGİN ENERJİNİN MEZAR TAŞLARI / Fatma Özge ÖZDEMİR TÜRKİYE’DE İMAR RANDI VE ÇEVRE KATLİAMI/ Mehmet HUN 3. DÜNYA ÜLKELERİNDEN GELİŞMİŞLERE DOĞAL KAYNAK AKIŞI / Canan CAVŞAK ÖDEMİŞ’İN ALTINI: PATATES / Fatma Özge ÖZDEMİR TARIMSAL ÜRETİM VE ÇEVRE KİRLİLİĞİ / Yrd. Doç. Dr. Peiman MOLAEİ KAYBOLAN ÇEVRE DUYARLILIĞIMIZ / Ertuğrul Kaan ÇAM İNDEPENDENTA TANKER KAZASI / Çağhan SARI KİTAP TANITIMI: KÜRESEL ENERJİYE YÖN VEREN GÜÇLER / MİLLİ KİTAP
GENCAY
İLAÇ ATIKLARININ ÇEVRE VE İNSAN SAĞLIĞINA ETKİSİ Ahmet Doğan ERGİN Gelişen teknoloji, hayatın birçok alanına getirdiği büyük kolaylıklarının yanında bazı zararları da beraberinde götürmektedir. Özellikle artan nüfus, kentleşme, hastalıklar, üretim ve tüketim bizleri ilaç ve kimyasal kullanmaya zorunlu hale getirmektedir. Kullanılan bu ilaç ve kimyasallar sonucu meydana gelen atıklar; çöp döküm alanları, üretim ve tüketim sonucu doğaya karışan atık sular, toprağa karışan kimyasallar ile çevre ve insan sağlığı açısından çok büyük tehdit oluşturmaktadır. Amerikan Çevre Koruma Ajansı’nın (EPAEnvironmental Protection Agency) yaptığı tanıma göre • Yanıcılık • Korozivite (pH<2 ve pH>12) • Reaktivite (su ile reaksiyon verebilen, şoklara hassas) • Toksisite
Listesi P Arsenik trioksit Epinefrin Nikotin Nitrogliserin Fizostigmin
Listesi
P012
U Mitomisin C
U010
P042 P075 P081 P204
Klorambusil Daunomisin Rezorsinol Kloralhidrat
U035 U059 U201 U034
İlaç Atıklarının Ekolojiye Etkileri İlaçlar genel olarak veteriner ve beşeri ilaçlar olarak ikiye ayrılır. Veteriner ilaçları; hayvan hastalıklarında, yemlerde ve hayvan verimini artırmada; beşeri ilaçlar ise beşeri hastalıklarda kullanılmaktadır. Bu ilaçlar kanalizasyon suyu ve katı atıklar ile akarsu ve toprağa karışarak ekosisteme verilir. Atılan bu atıklar sulara karışarak, içme sularımıza yada toprağa geçerek yediğimiz bitkilere geçebilerek ciddi hasarlara neden olabilmektedir. Bu sebeple başta ağrı kesici-ateş düşürücü ve antibiyotikler olmak üzere, beta blokörler, kolesterol ilaçları, sitotoksik kanser ilaçları ekosisteme karışıp risk oluşturabilecek başlıca ilaç gruplarındandır.
özelliklerden en az birini içeren maddeler tehlikeli atık olarak adlandırılmaktadır.[1] Buna göre toksisite ve reaktivite gösterebilmelerinden dolayı ilaçlar da tehlikeli atık grubuna dahil olmaktadır. Tehlikeli atık sayılan ilaç ürünleri akut olarak toksik olup olmamasına göre P (akut) ve U sınıflarına ayrılmıştır. Aşağıda bazı ilaçlar ve yer aldıkları listeler gösterilmiştir.[2]
Kullanılmayan veya raf ömrü dolan ilaçlar çöp kutusuna ya da tuvaletlere dökülerek; topikal kullanılan ilaçlar banyo ile sularına karışarak; oral alınmış ilaçların büyük kısmının vücutta metabolize olmadan idrar ve feçesle atılmak suretiyle 1
GENCAY kanalizasyon geçmektedir.
suyuyla
ekosisteme
çalışmayla 2007 yılında reçeteye tabi ilaçların imhası üzerine bir yönetmelik yayınlamışlardır. Bu yönetmeliğe göre ilaçların nasıl imha edileceği bir düzene sokulmuştur. Bu çalışma başta suistimale açık opioid grubu analjezikler üzerine yapılmıştır.
Bu ilaçlar daha çok evsel ilaç atıkları adı ile anılmaktadır. Toplumda bu tür atıklara klasik çöp muamelesi yapılmaktadır. Genel olarak Türkiye’de imha ise tuvaletler aracılığıyla şehir kanalizasyon sisteminde birikerek ya da çöp kutularına atılarak insan ve hayvan sağlığı için büyük risk oluşturmaktadır. İmha bu konuda hizmet veren eczaneler aracılığıyla ya da belediyenin bu konuda yaptığı çalışmalarla gerçekleşmelidir.
Yukarıda sayılan tüm ilaç gruplarının ekosistemde birikmesi insan ve hayvan sağlığı için ciddi bir tehlike oluşturmaktadır. Fakat özellikle kullanım/etki oranı gün geçtikçe artan antibiyotikler, üzerinden en çok durulması gereken ilaç gruplarındandır.
Türkiye’de ise atık yönetimi belediyelerin sorumluluğundadır. Belediyeler, tıbbi atık yönetimini ‘’Tıbbi Atık Kontrol Yönetmeliği ’’’ne (1993) göre yapmaktadır. Bu yönetmelik atıkların toplanması, nakli ve geri dönüşümünü içermektedir.
Antibiyotikler, mikroorganizmanın büyümesini durduran veya onları öldüren etkili biyoaktif maddelerdendir. Bu ilaçlar vücutta düşük bir miktarı değişecek şekilde metabolize olduktan sonra kalanı idrar veya dışkı ile arıtma tesislerine ulaşır. Arıtma tesisine ulaşan ilaçların birçoğu burada giderilemez. Özellikle suda çözünebilen (polar) metabolitler bu yöntemle giderilemez. Çünkü arıtma için kullanılan karbon adsorbsiyon yöntemi hidrofobik (suda çözünmeyen) etkileşimden yürür ve suda çözünen maddelerin arıtımı sağlanamaz. Sonuç olarak sular ve çevre kirlenir. Özellikle bazı antibiyotiklerin yarı ömrünün uzun olması nedeniyle uzun süre doğada kirlilik kaynağı olarak kalıp, su kirliliğinden öte suda yaşayan hayvanları da olumsuz yönde etkilemektedir.
Tıbbi ilaçların doğaya karışma ve etkilerinin şematize hali
Yukarıda bahsedilen ilaçların imhasını standardize etmek için Çevre Koruma Ajansı (EPA: U.S. Environmental Protection Agency), HHS (Department of Health and Human Service) ve Beyaz Saray Ulusal Uyuşturucu Kontrol Yönetmeliği (ONDCP: The White House Office of The National Drug Control Policy) ortak bir 2
GENCAY İçme sularımızda ve yediğimiz canlılardaki antibiyotik kalıntılarının getirdiği en büyük problemlerden biri ise bakterilerde gelişen antibiyotik direncidir.
toplatılıp imha ettirilmesi konusunda örgütlenmesi ile 31.08.2010 tarihinde İzmir'de kurulan, özellikle halkın elinde kalarak çöp ve kanalizasyon sistemlerine karışan ve büyük ölçekli çevre kirliliğine sebep olan atık ilaçların toplanarak, lisanslı tesislerde bertarafını sağlamak amacıyla kurulan, gelinen noktada eczacılık ve çevre ile ilgili çalışmalarda bulunan bir meslek örgütüdür. Evsel atık ilaçları toplamak konusunda yerel ve ulusal anlamda ilk ve tek uygulayıcı olan ÇEKOOP, üye / ortak eczaneler ile çalışan, kar amacı gütmeyen, eczacılık mesleği ve çevre ile ilgili projeler üreten bir eczacı kooperatifidir. Ülkemizde öncü olan bu kurum toplumda bilinç oluşturmak adına çok önemli bir adımdır.
Antibiyotik direnci, belirli bir antibiyotiğe karşı direnç, söz konusu antibiyotiğin tedavi dozunda dirençli bakterileri öldüremediğini veya çoğalmalarına engel olamadığını ifade etmektedir. Bu ise dünyayı tehdit eden çok ciddi global bir sorundur. Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı araştırmaya göre dünyanın tüm ülkelerinde bakterilere de direnç gelişmekte ve eğer yeni antibiyotikler bulunmazsa, mevcut antibiyotiklerin etki etmeyeceği ve basit bir enfeksiyon sonucu ölümler yaşanabileceği vurgulanıyor. Bu kapsamda özellikle grip gibi basit rahatsızlıklarda bile antibiyotik kullanılan ülkemizde Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu’nun ‘’Akılcı İlaç Uygulamaları’’ kapsamında antibiyotik kullanımının sınırlandırılması üzerine çalışmalar devam etmektedir. Fakat antibiyotiklerin çevredeki zararları konusunda yürütülen bir çalışma bulunmamaktadır.
ÇEKOOP Neler Yapmaktadır? • Türkiye genelinde ÇEKOOP’ a üye olan eczanelerin atık ilaçlarının toplanarak lisanslı imha tesislerinde bertaraf edilmesini sağlamak,
Bu kapsamda gönüllü eczacıların kurmuş olduğu ÇEKOOP (Çevreci Eczacılar Kooperatifi) önemli görevler üstlenmektedir. ÇEKOOP, ilaç üzerinde doğrudan sorumluluğu bulunan eczacıların 'evsel nitelikli atık ilaçlar'ın
• Doğada %100 çözünen bio torbaların, doğal içerikli ve çevreye dost ürünlerin de eczanelerde daha fazla kullanılmasını sağlamak amacıyla kooperatifler ve eczacı odaları aracılığıyla satışını yapmak, 3
GENCAY • Atık kâğıt, pil ve elektroniklerin, gönüllü kurum ve kuruluşlardan, eczacı odalarından ve yine üye eczanelerden alınarak geri dönüşüme katkı sağlamaya çalışmak, • Görme engellilerin için “Engelsiz İlaç” projesi Bu ise özellikle yerleşik hayata geçen Türklerde çevre bilincini sekteye uğratmış, gerek çevre kirliliğinde gerekse ekosisteme zarar verebilecek faaliyetlerden geri durulmamıştır. Fakat elimizde başka dünyamız yok ve biz bu dünyamıza, evimize sahip çıkmaz, ona zarar verirsek yaşayabilecek yerimiz kalmayacaktır. İlişkilerde olduğu gibi çevre konusunda da unutmamamız gereken bir söz var: “Açtığın her yaradan, hesap sorar yaradan”...
• Yeni oluşturulan “İlaç dedektifleri” projesi ile 5, 6. ve 7 sınıf öğrencilerine, akılcı ilaç kullanımı ve atık ilaç konusunda eğitimler vermek
Kaynakça
Doğa, bozkır geleneğinden gelen Türkler için çok önemlidir. Türkler, geleneklerinde hayvana, doğaya yapılan kötülüklerin tanrılar tarafından cezalandırılacağına inanmış, doğanın canlanışını Nevruz bayramıyla birleştirmişlerdir. Oysa ki ataları doğanın canlanışını kutlayan bir toplum şimdi çevresel bilinçten yoksundur. Bunun nedenlerine bakacak olursak en büyük neden Türklerde toplumsal mülkiyetten çok bireysel mülkiyet daha önemli olmasıdır.
1.http://www.dtsc.ca.gov/HazardousWaste/upload /HWMP_DefiningHW111.pdf 2.http://water.epa.gov/scitech/wastetech/guide/up load/unuseddraft.pdf 3.http://www.who.int/mediacentre/factsheets/fs19 4/en/ who 4. Şahan Saygı, Dilek Battal, Nefise Özlen Şahin, Çevre ve insan sağlığı yönünden ilaç atıklarının önemi 5. Murat TOPAL, Gülşad USLU, E.Işıl ARSLAN TOPAL, Erdal ÖBEK; Antibiyotiklerin Kaynakları ve Çevresel Etkileri
4
GENCAY
ENERJİNİN MEZAR TAŞLARI Fatma Özge ÖZDEMİR enerji, jeotermal enerji, yenilenebilir enerji gibi belli başlı enerji üretilen yöntemlerdir. Bu yöntemler arasından yenilenebilir enerji kaynakları çevre dostu olma özelliği taşımaktadır. Bu yüzden günümüzde nükleer enerji ile kıyaslanmakta ve tercih edilmesi gereken yöntem olarak gösterilmektedir.
ABD, atom enerjisinden barışçıl enerji elde etmenin, artık geleceğin hayali olmaktan çıktığının farkındadır. Hayata geçirilebilirliği kanıtlanmış olan bu kabiliyet, bugün ve şimdi buradadır. Dünyadaki bütün bilim insanlarının ve mühendislerinin elinde, yeterli miktarda atomlarına parçalanabilir madde olsa, kim bu kabiliyetin hızlı biçimde evrensel, verimli ve ekonomik bir kullanıma dönüştürüleceğinden şüphe edebilir ki… ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower, Barış İçin Atom Konuşması’ndan (8 Aralık 1953)
Çok değil bundan birkaç yıl öncesine kadar nükleer enerji bizlere çok uzak bir enerji kaynağı idi. Korkularımız, endişelerimiz vardı enerji üretimine dair. Yaşanılan Three Mile Island ve Çernobil gibi kazalar nükleer enerji sektöründe gerilemeye neden olmuşlardı. Fakat bilindiği üzere enerji vazgeçilemez bir değer günümüzde. Makineleşen dünyada bu değere olan ihtiyaç her geçen gün katlanarak artmaktadır. 19. yüzyılın sanayi devrimi kahramanı kömür, 20. yüzyılın teknoloji devrimi kahramanı petrol ve 21. yüzyılın kahramanı ise nükleer enerji olmaktadır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bunlara “bedava” elektrik ümidiyle eklenen uranyum 1974 petrol şokunun da etkisiyle yüzlerce santral kurulmasına neden oldu.
Yenilenebilir enerji kaynaklarının üretim kapasitesi
Yenilenebilir enerji kaynakları güneş, biokütle, rüzgâr, gel-git, dalga enerjisi gibi kaynaklardır. Fakat bu kaynakların ne denli yararlı ya da zararlı oldukları henüz netlik kazanmamıştır. Bu yüzden avantajları olduğu gibi dezavantajları da bulunmaktadır. Fosil yakıt kullanımı hava kirliliğine sebep olurken yenilenebilir enerji kaynakları istenilen verimi göstermemektedir. Böyle verimsiz çalışmaları enerji talebinin çok az miktarını karşıladığı için makineleşen dünyada tercih edilmemektedirler. Bütün bu saydığımız özelliklerin yanında nükleer enerji bir deva olarak gösterilmekte ve “verimli temiz enerji” olarak bilinmektedir. Nükleer enerji “temiz” bir enerji kaynağı olarak vurgulanmasının yanında siyaset için cazip ve albenili bir seçenektir.
Canlılar nasıl enerjiye ihtiyaç duyup almak istiyorlarsa ülkelerin de enerjiye ihtiyaçları vardır. Bu yüzden ülkeler yeraltı ve yer üstü zenginliklerine göre enerjiyi kendileri üretebildikleri gibi başka ülkelerden satın da alabilirler. Enerjiyi üretmenin birçok yolu vardır. Örneğin; fosil yakıtlardan elde edilen enerji, hidroelektrik santrallerinden elde edilen 5
GENCAY Peki nükleer enerji neden temiz enerji olarak vurgulanmaktadır? Bu enerjinin olumsuz yanları yok mudur? Nükleer santraller kömürle çalışan elektrik santrallerine oranla yüzde 60 daha az katı atık üretmektedirler. Ve ürettiği katı atıklar kömür santralleri gibi etrafa cıva, kadmiyum, kurşun, arsenik vb. maddeleri yaymamaktadırlar. Çünkü nükleer atıklar muhafaza alanlarında depolanıp mühürlenirler. Tehlikeli ve uzun ömürlü bu atıklar insanlarla temas etmeyecek şekilde saklanırlar. Prosedür gereği böyle yapılması gerekir. Fakat yüksek sıcaklığa sahip uranyum çubuklarının gömülmesi ve yer altında soğuması çok uzun yıllar almaktadır. Bu süre zarfında uranyum çubukları aktivitesinden hiçbir şey kaybetmeyecektir. Atıklar zehirliliğinin 600 yıl sonra kaybetmektedir. Herhangi bir temasta radyoaktif madde yayması kaçınılmazdır. Ülkemizde ve diğer ülkelerde bu çubukları gömecek alanlar belirlenip, sıkı denetim altında tutulabilecek midir ya da tutuluyor mudur büyük bir merak konusudur.
kapsamında yeniden inşa edilen binalarda harcın içine karıştırılarak kullanılmaktadır. Bu yüzden insanoğlunun yaşadığı evleri ya da içme suyu biriktiren barajları kanserojen madde saçmaktadır. Son yıllardaki kanser vakalarının artmasının sebeplerinde birisi de budur. Bu yüzden nükleer enerji daha cazip gelmekte ve prosedüre uygun talimatlarla yapılacak atık bertarafı ile seçilen yöntem olmaktadır. Fakat bilindiği gibi kâğıt üzerinde yapılan bütün planlar gerçek hayata olduğu gibi aksettirilmemektedir. Uzmanlar bu verilere dayanarak doğru atık bertarafının henüz çözüme kavuşmadığını vurgulamıştır. Nükleer atıklar nasıl bertaraf edilmeli kesin sonuçları yoktur. Enerji güvenliğinin sorgulandığı bu sektörde, insanoğlu çevre kirliliği ve ulusal güvenlik arasında bir tercih yapmak zorunda bırakılacaktır. Nükleer enerji olgusu büyümeye devam eden ticari bir sektör halini almıştır. Dünya ölçeğinde ülkeler arasında inceleme yaptığımızda Fransa ve Litvanya’da %70’den fazla, Japonya, İsviçre, Macaristan, Ermenistan gibi ülkelerde ise %30’dan fazla enerji ihtiyacı nükleer enerji tarafından karşılanmaktadır. Uzmanlar nükleer üretimin gelecek yıllarda az da olsa düşüşe geçeceğini vurgulasa da dünya bu tahminlere kulak tıkamakta ve yeni reaktörler inşa etmektedir. Ve bu reaktörler de henüz nükleer santrale sahip olmayan Bangladeş, Mısır, Endonezya ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere kurulmaktadır. Verilerden elde edildiğine göre yeni tesisler en çok Asya’da hızlı gelişim göstermektedir. Batı’da ise bu gelişim daha yavaş seyretmektedir.
Kaynakların çıkartmış olduğu karbon dioksit miktar tablosu
Diğer taraftan kömür santrallerinin külleri çöp depolama alanlarında korunaksız bir şekilde muhafaza edilmektedir. Çünkü bu küller insan sağlığını tehdit edici bir unsur olarak görülmemektedir. Tehlikeli atık sınıfında sayılmayan bu küller baraj inşaatlarında ve kentsel dönüşüm 6
GENCAY 1. Enerjiye olan talebe 2. Alternatif maliyetine
yakıtların
varlığına
ve
3. Ülkenin nükleer enerjiye yatırım yapabilecek düzeyde bir ekonomiye sahip olmasına 4. Çevresel kısıtlamalara 5. İşçilik ve malzeme maliyetlerine 6. Devlet desteğine bağlıdır.
Ülkelerin nükleer reaktör sayısı ve enerji üretimi tablosu
Bu saydığımız faktörler arasından en önemli olanı devlet desteğidir. Nükleer enerji günümüzde siyasi bir araç olarak kullanıldığından devlet desteği çok önemlidir.
Peki, ya nükleer santraller için gereken yakıt nasıl temin edilecektir? Sadece uranyum cevheri eldeki tahminlere göre mevcut var olan rezervlere göre 70-80 yıl arasında yeteceği söylenmektedir. Peki, daha sonrası ne olacak? Hangi kaynaklar kullanılacak? Bu konuda gelişen dünyanın bir planı var mıdır? Yeni yapılan reaktörler işin içine girdiğinde bu hesaplar değişecek mi bilinmemektedir. En büyük uranyum cevheri rezervleri; Avustralya (%23), Kazakistan (%15), Rusya (%10), Kanada (%8), Güney Afrika (%8), ABD (%6), Brezilya (%5)’da bulunmaktadır.
Kömür santrallerinin atık miktarı
Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) tarafından özetlenen birkaç çalışmaya göre, yatırım maliyetleri tesis ömrüne bölündüğünde nükleer santrallerin ürettiği elektrik, fosil yakıtlarla çalışan santrallerin ürettiği elektrikten çok daha az pahalıdır. Ama iklim değişikliği faktörü bu tabloyu büyük ölçüde değiştirebilir. Fakat karbon salınımı planı bu hesapları baştan aşağıya değiştirir. Çünkü karbon yakalama ve depolama teknolojisi masraflıdır. Bu da hesaba eklenirse nükleer enerji daha ucuza mâl edilmektedir.
Bilindiği gibi nükleer enerji santrali inşaatları son derece maliyetli olmaktadır. Yapımı olduğu kadar tesis ömrünün dolmasından dolayı sökümü de bir o kadar maliyetlidir. Kurulumu yıllar alan nükleer enerji santralleri işletmesinin ve bakımının düşük maliyetli olması nedeniyle ve yüksek kapasite ile çalıştıklarından ilk maliyetine göre avantajlı kabul edilmektedirler. Fakat bir nükleer santralin ekonomik anlamda rekabet edebilmesi için çeşitli faktörler gereklidir. Bunlar: 7
GENCAY birleşerek daha ağır atomları meydana getirdiği nükleer tepkimelere ise füzyon tepkimesi denir. Füzyon tepkimeleriyle fisyon tepkimelerinden daha fazla enerji elde edilir. Güneş patlamaları füzyona, nükleer santrallerde kullanılan tepkimeler ve atom bombası teknolojisi gibi faaliyetler de fisyona örnek olarak gösterilebilir.
Nükleer Enerji Nedir? Nükleer enerji, bu günlerde kamuoyunu hayli meşgul eden atomun çekirdeğinden elde edilen bir enerji türüdür. Nükleer kelimesi, İngilizce nücleus adının sıfatlaşmış halidir. Nükleer enerjinin esasını oluşturan atom eski Yunanca kökenli olup, parçalanmaz anlamına gelmektedir. Atom minerallerin en küçük parçası olup, onun karakterini belirler ve kendisini oluşturan bir çekirdek ve onu çevreleyen elektronlardan oluşur. Kütlenin enerjiye dönüşümünü ifade eden, Albert Einstein'a ait olan E=mc² formülü ile ilişkilendirilmiştir. Atom çekirdeklerinin parçalanması sonucunda büyük bir enerji açığa çıkmaktadır. Ağır atom çekirdeklerinin nötronlarla bombardımanı sonucunda bu çekirdeklerin parçalanması sağlanabilir; bu tepkimeye “fisyon” adı verilmektedir. Her bir parçalanma tepkimesi sonucunda açığa fisyon ürünleri, enerji ve 2-3 adet de nötron çıkmaktadır.
Nükleer enerji, 1896 yılında Fransız fizikçi Henri Becquerel tarafından kazara, uranyum maddesinin fotoğraf plakaları ile yan yana durması ve karanlıkta yayılan radyoaktif ışınların fark edilmesi ile keşfedilmiştir. Terim dünyada ilk kez İkinci Dünya Savaşı sırasında 6 Ağustos 1945 tarihinde Japonya’nın Hiroşima, 9 Ağustos 1945’de Nagazaki kentlerine atılan bombalarla adını duyurmuştur. Nükleer enerjinin elde edilmesi sırasında sıcaklık, uranyum olmayan reaktör maddeleri, uranyum bileşikleri, parçalanma ürünleri ve radyasyon gibi çeşitli maddeler açığa çıkmaktadır.
Nükleer enerji, üç nükleer reaksiyondan biri ile oluşur: • Füzyon: Atomik parçacıkların birleşme reaksiyonu. • Fisyon: Atom çekirdeğinin zorlanmış olarak parçalanması. • Yarılanma: Çekirdeğin parçalanarak daha kararlı hale geçmesi. Doğal (yavaş) fisyon (çekirdek parçalanması) olarak da tanımlanabilir.
Nükleer enerjinin gelişimi ekonomik coğrafya için çok önemlidir. Bu durumun birçok nedeni vardır. Bunlar; 1. Şimdiye kadar bilinmeyen ve enerji için kullanılmamış bir kaynaktır.
Ağır radyoaktif maddelerin, dışarıdan nötron bombardımanına tutularak daha küçük atomlara parçalanması olayına fisyon, hafif radyoaktif atomların
2. Doğal rezervleri alanına göre çok yaygındır. 8
GENCAY 3. Sadece gerçek üretimden ziyade ulaşım, mekân ısıtması ve diğer ekonomik faaliyetlerde de kullanılabilir.
büyük göl kıyıları tercih edilmektedir. Çevresinde bulunan suyu soğutma amaçlı kullanıp daha sonra sıcak olarak deşarj etmesi oradaki habitatı tahrip edeceği gibi atık taşınmasında deniz yolunun kullanılacak olması da çok büyük riskler içermektedir.
4. Çabuk bir şekilde laboratuvar safhasından diğer safhalara geçebilir. Enerji üretiminde daha elli yılını tamamlamamış yeni bir kaynak olan nükleer enerji, 1970’li yıllardaki petrol enerji kriziyle birlikte ülkeler tarafından daha çok tercih edilmiştir. Teknolojik gelişiminin çok hızlı olması ve pek çok kullanım alanının mevcut olması nükleer enerjiyi daha cazip hale getirmiştir. Nükleer enerji tıpta, endüstride ve silah sanayiinde önemli ölçüde kullanılmaktadır. Ayrıca unutulmamalıdır ki; nükleer silahlar için nükleer santrale gerek yoktur. Yani nükleer santraller nükleer silah yapımı için uygun tesisler değildir. Ayrıca kaza riskinin az ama sonucunun çok ağır olması bizleri nükleere karşı bir adım geri durmaktan alıkoyamamaktadır. Çünkü bu tesisler radyasyon yaymakta ve radyasyonun sonucunda ise mutasyonlar meydana gelmektedir. Şu ana kadar nükleer santral kazalarında izlenebilen bir mutasyon oranını saptamak çok zordur. Çünkü mutasyonlar çok uzun zamanlar sonucu kendilerini gösterirler. Nükleer enerjide kullanılan hammadde azdır fakat çıkan atığı devasa miktarlardadır. Örneğin 1 ton uranyum elde edilmesinden geriye 20 bin ton atık madde kalmaktadır. Bu fazla miktardaki atık potansiyel tehlike oluşturmaktadır. Bu durum atığın bertaraf edilmesi için depolama alanlarına taşınması demektir. Konum olarak pazar ve soğutma suyuna yakın olarak kurulması gereken reaktörler için deniz, haliç ve
Nükleer santrallerden karbon dioksit, sülfür dioksit ve nitrojen oksit salınmaz. Fakat nükleer santraller hayvanların ve bitkilerin doğal yaşam alanlarını yok ederler. Toprağa zehirli atık bulaştırıp bulunduğu bölgenin habitatını tahrip ederler. Radyoaktif atıkların toprak altında saklanması, bu alanların yeniden kullanımını engeller. Ağır metaller ve tuzlar gibi kirliliğe yol açan maddeler, santrallerin kullandığı su havzalarında birikerek ağır çevresel tahribata yol açarlar. Bu durum çevredeki su kalitesini olumsuz yönde etkileyerek etrafta bulunan yerleşkelere zarar vermektedir. Santralin kapanması durumunda dahi radyoaktif özelliği korunmuş olacağından bu çevre tahribatını engelleyemeyecektir. Sonuç olarak; dünya nükleer santraller kurmaktan vazgeçmemiştir. Ama kurulan bu nükleer santrallerin bölgesel gelişimi akıllarda soru işaretleri uyandırmıştır. Nükleer santraller için en önemli konulardan biri olan atık bertarafı konusu gelişmiş ülkelerin üçüncü sınıf ülkelere uyguladığı bir çevre felaketinden öteye gidememiştir. Her ne kadar bu konular saklanarak kulak ardı edilmeye çalışılsa da durum bundan ibarettir. Burada akıllara şu soru gelmektedir: Acaba Türkiye nükleer santrallerinin atıklarını nereye gömecektir ya da hangi ülke sınırları içine nükleer atıklarını gömecektir? 9
GENCAY Her ne kadar nükleer santraller için gereksiz korkular olarak bahsedilmiş olsa da Çernobil’de yaşanan facianın tekrarını hiçbir canlı görmek istememektedir. Nükleer güç insanlık için çok büyük bir tehlikedir. Dolayısıyla tesis kurulumunda ve atık konularında deniz trafiğinin tercih edilecek olması ve herhangi bir kaza halinde atom, hidrojen ve nötron patlamalarının yakıcı etkisi insanoğlunu korkutmaktadır. Yapılacak olan santrallerin deprem kuşağında olmadığı bazı kaynaklarda yayınlanmış olsa da bilindiği gibi ülkemizin %92’si birinci derecede deprem kuşağı içindedir. Nükleer enerjinin çevreye verdiği zararlar teknik olarak minimum değerde gözüküyor olsa da, nükleer enerji güvenliğini ellerin insafına bırakmış olmak ve Sinop’a, Mersin Akkuyu’ya yapılacak olan santraller konum, binayı yapan şirket ve deniz kirliliği faktörlerinde risk teşkil etmektedir.
azaltılmasıdır. Bu çerçevede tüm yolların denenmesidir. Siyasi bir rant aracı haline getirdiğimiz nükleer enerjiye takılı kalmadan ya da kurulmasına karar verildi ise bunu kamuoyuna artıları ve eksileriyle açık açık anlatılmasıdır. Daha merkezi çözümlerin üretilebileceği enerji piyasası mümkün değil midir acaba? Mersin Akkuyu ve Sinop’a kurulacak olan nükleer santraller ülkemizin medeniyet seviyesini ne ölçüde yükselteceği hakkında fikir bile yürütemiyoruz değil mi? Ama unutulmaması gereken bir şey var ki, nükleer enerji ölüm saçmaya başlarsa ırk, dil, din, mezhep, cinsiyet ayrımı yapmayacaktır. Canlılığa son verecektir. Her ihtimale karşı en kötüsünü düşünmek zorundayız… Kaynakça ( 2011). Bilim-Teknik Dergisi - Haziran sayısı, 45. Altın, V. (2007). Nükleer Gerçekleri. Bilim ve Teknik.
Enerjinin
Küresel
Altın, V. (2011). Şişedeki Cin. NTV Bilim. Cohen, L. B. (1996). Çok Geç Olmadan. Ankara : Tübitak. Doğanay, H. (1998). Enerji Kaynakları. Erzurum: Şafak Yayınevi.
Kamuoyunun gözünde atom bombaları nükleer santrallerle eş tutulmaktadır. Fakat termik santraller ile karşılaştırıldığında kömürün içeriğinde bulunan radyasyonun kül olarak etrafa daha fazla yayıldığı gözlenmektedir. Ve değişen enerji piyasasıyla birlikte her geçen gün artan enerji ihtiyacı nükleer enerjiyi teknik konumdan siyasi bir konuma taşımaktadır. Böylece nükleer enerji iki ucu keskin bıçak gibidir. Aslında isteğimiz enerjide dışa bağımlılığın
http://bilimmerkezi.tumblr.com/post/3874752125/ nukleer-enerji-nedir. (tarih yok). 2015 tarihinde alındı http://tr.wikipedia.org/wiki/N%C3%BCkleer_enerji. (tarih yok). Haziran 01, 2015 tarihinde alındı Montgomery, S. L. (2014). Küresel Enerjiye Yön Veren Güçler. Tübitak Popüler Bilim Kitapları. ÖZdemir, F. Ö. (2013). Nükleer Enerji Santralleri ve Türkiye. Gencay Dergisi. R.S.Thoman. (1962). The Geography of Economic Activity. New York: Mc. Graw-Hill Book Company .
10
GENCAY
TÜRKİYE’DE İMAR RANDI VE ÇEVRE KATLİAMI Mehmet HUN Hani derler ya “Para hırsı, insanın gözünü kör eder” diye. Sadece insanın gözünü kör etmiyor bu hırs kendisinin ve ailesinin geleceğini de mahvedebiliyor.
filmlerinde gördüğünüz tek veya iki katlı, geniş bahçeli evler bu yapılaşmaya en güzel örneklerdir. Peki dezavantajı nedir? Arsanın üzerine onlarca kat çıkmak varken tek katla idare etmek zorunda kalırsınız. Bu da daha az para kazanmak demek! Ayrıca şehrin altyapısına yüklenmemiş olursunuz! Böylelikle daha az kâr elde edersiniz. Ne kadar kötü bir tercih değil mi?
Yaşadığınız şehre hiç kuş bakışı baktınız mı? Uçakla yolculuk ederken ben baktım! Şehrimdeki betonla kaplı alan ile yeşille kaplı alanı kıyasladığımda nefessiz kaldım. İçim daraldı. Tıpkı ağaçlar olmadan insanın oksijensiz kalması gibi nefessiz kaldım.
Peki, dikine yapılaşma nedir? Ben buna “TOKİ” tarzı yapılaşma diyorum. İnsanları onlarca katlı binalara tıkıp, toplam inşaat alanı içinde, yeşil alanı minimuma indirerek yapılan yapılaşma bence. Aslında bu anlayış sadece TOKİ’de değil, Türkiye’de inşaat sektörünün tümünde hâkim. “Arsadan maksimum yararlanma“ anlayışı denilebilir buna da. Adamlar haklı sonuçta (!) Yaptığı daireleri bir an önce satsın ki kâr elde etsin. Peki, yeşil alan
Peki, şehrimi bu hale getiren neydi? Betonlaşmasına sebep olanlar nelerdi? Sorunun cevabı inşaat sektörü içinde olanlar için basit aslında. Enine yapılaşmadan ziyade dikine yapılaşmanın tercih edilmiştir. Nedir peki bu kavramlar arasındaki fark? Enine yapılaşmada peyzaj projeleri daha çok ön plana çıkar ve insanların nefes alabileceği alanlara daha çok yer verilir. Örneğin Hollywood 11
GENCAY konusu ne olacak? Çocukların özgürce koşturabileceği çim alanlar ya da günün stresini atmak için spor yapılacak mekânlar nereye kurulacak? Bu bahsettiklerim “arsadan maksimum yararlanma“ anlayışının çok ilerlediği durumlarda oluyor. Mesela bir arsanın bina kat adedi izni üç kat iken birden belediye meclisinden geçen bir karar ile mevcut arsaya yapılacak kat adedi sayısı ona çıkıyor. Bu durumdan anlaşılan yetkililer de rahatsız olmuşlar ki Aralık 2014’te “ %40 imar rant vergisi ” projesini ortaya attılar. Amaç bu kat artışlarından elde edilen kârdan devlet hazinesine para aktarılması ve bunun çevre düzenlemelerinde kullanılmasıydı. Ancak ne yazık ki bu proje “bazı kaygılardan” dolayı rafa kaldırıldı.
İnsanların nefes alabilmeleri için, kendilerini mutlu hissedebilmeleri için binalar projelendirilirken peyzaj projelerine dikkat edilmelidir. Bu projeler arsadan daha çok yararlanmak amacı ile değil, insanların daha çok nefes alabilecek ortam oluşturma hedefiyle çizilmelidir. Eğer bunu başarabilirsek şehrimize kuşbakışı baktığımızda, dikine beton yapılaşma yerine, enine daha çok yeşili olan bir yapılaşma görürüz.
12
GENCAY
3. DÜNYA ÜLKELERİNDEN GELİŞMİŞ ÜLKELERE KAYNAK AKIŞI VE ÇEVRE Canan CAVŞAK İnsanın çevresinde bulunan, ihtiyaçlarının giderilmesini, toplumsal amaçların gerçekleştirilmesini sağlayan ve bu girişimleri kolaylaştıran bütün araçlara kaynak denir. Doğal varlıkların doğal kaynağa dönüşümü ise onları değerlendirip, üretimde ve tüketimde kullanacak insanın varlığıyla gerçekleşir (Başol, Durman ve Çelik, 2005).
olmanın ekonomik gelişmeyi pozitif yönde etkilediğine dair örnekler vardır; ancak iktisadi gelişmeyi otomatik olarak sağladığını söylemek kolay değildir. Bununla ilgili olarak Japonya, Güney Kore, İsviçre, İtalya, Finlandiya, İrlanda gibi doğal kaynak fakiri ülkelerin; Meksika, Nijerya, Venezüella, İran, Irak, Şili, Brezilya, Kolombiya, Gana gibi doğal kaynak zengini ülkelerden daha gelişmiş ve daha fazla gelir sahibi olmaları sıklıkla verilen örneklerdendir (Bal, 2011: 87104).
Doğal kaynaklar olarak ifade edilen unsurlar, doğada bulunan, yenilenebilir veya yenilenemez türlere sahip, insanların kullanımına doğrudan veya dolaylı olarak açık bulunan yer altı ve yer üstündeki canlı, cansız tüm doğal varlıklardır. Yer altındaki maden ve mineraller, petrol ve doğal gaz yatakları, yer üstündeki ormanlar, göller ve nehirler, diğer bitki örtüsü ve hayvan türlerinin çeşitliliği bazı örnekleridir (Bal, 2011: 87-104).
İnsanlar birçok ihtiyacın karşılanmasında doğal kaynaklara ihtiyaç duymaktadır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerin ve bölgelerin servetlerinin önemli bir kısmı genç nüfuslarının yanında doğal kaynaklarıdır. Gelişmiş ülkelerin dışındaki ülkelerde, doğal kaynakların elde edilmesinin daha ucuz olması nedeniyle ve gelişmiş ülkelerin büyük bir bölümünün sahip oldukları doğal kaynakların azalmasını önlemek istedikleri için, gelişmiş ülkeler dışarıya yönelmişlerdir. Doğal kaynakların ekonomik ve sosyal kalkınmadaki önemi, gelişmekte olan ülkeler tarafından daha iyi anlaşılmıştır. Sahip oldukları nüfusla beraber, mevcut doğal kaynaklar bu ülkelerin başlıca ekonomik servetlerini oluşturmaktadır. Bazı ülkeler ise, doğal kaynaklar açısından yetersiz bir durumda olmalarına rağmen, bu açıklarını ülkenin sahip olduğu kalifiye işgücü, bilgi, teknik ve girişim
Doğal kaynakların yeryüzündeki dağılımı dengesiz olduğu için, bazı ülkeler doğal kaynak bakımından zengin, bazıları orta, bazıları ise fakir olarak değerlendirilir. Doğal kaynaklara zengin olarak sahip 13
GENCAY yeteneklerini rasyonel bir şekilde kullanarak ülke dışından sağladıkları hammaddeleri işleyerek kapatmaktadırlar (Başol, Durman ve Çelik, 2005).
bölünmelerin gerçekleştirilmesi bir tesadüf değildi. Amaç, ileride bir güçlü ülke olabilecek Türkiye'yi petrol kaynağından mahrum etmek ve Ortadoğu'daki zengin stratejik petrol kaynaklarının daha kolayca yönetilebileceği zayıf bir politik ortam yaratmaktı.” (Zanbak, 2000).
Günümüzdeki gelişmiş ülkelerin tümü bugünkü sanayileşme düzeyine doğal kaynaklardan yararlanarak erişmişlerdir. Zanbak bu duruma şöyle bir örnek veriyor: “Kendi ekonomileri için topraklarında gerekli doğal kaynağı bulunmayan ülkeler diğer ülkelerdeki hammadde kaynaklarını saptamak için büyük çabalar harcamışlardır. 19. yüzyılda gelişen jeoloji bilimi ileriye yönelik stratejik planlama için gereğince kullanılmıştır. Özellikle günümüzdeki gelişmiş Avrupa ülkeleri tarafından harcanan uzak görüşlü bu çabalar 20. yüzyılın başlarında uluslararası politika alanında meyvelerini vermiştir. Buna en açık bir örnek olarak, Arabistan Yarımadası'ndaki petrol kaynaklarının varlığından habersiz olan Osmanlı İmparatorluğu'na yapılan baskılar sonrasında, Ortadoğu'da günümüz gelişmiş ülkelerinin ortaya koymuş oldukları siyasi coğrafya gösterilebilir. Lozan oturumları sırasında Musul ve Kerkük'ün Irak'a verilmesi konusunda Avrupa ülkelerinin büyük ısrarları ve de küçük bir alan içinde Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi çok sayıda siyasi
Doğal Kaynakların Kalkınmadaki Rolü Kalkınma, daha çok ekonomik büyüme ve endüstrileşme anlamında ele alınmaktadır. Kalkınma büyük oranda, doğal kaynakların verimli bir biçimde organize edilerek tüm toplumun faydasını arttıracak şekilde göz önüne alınarak akılcı bir şekilde kullanılmasına bağlıdır. Günümüz dünyasında, ülkelerce, doğal kaynakların etkin kullanılmasıyla yapılan üretim, başta, milli gelire olmak üzere, istihdama, sanayiye, yatırımlara, enerji sektörüne, ticaret sektörüne, turizme ve dış ticarete önemli katkılar yapmaktadır. Bu katkılar dikkate alındığında, ekonomik anlamda kalkınmanın amaçlandığı bir ülkede, doğal kaynaklara dayalı yeterli üretim imkânı ve kullanım fikri sağlanmalıdır. Öte yandan, gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasında doğal kaynakların varlığı konusunda bilgi eksikliği vardır. Gelişmiş ülkelerdeki doğal kaynakların nerede ve ne kadar oldukları hemen hemen bilinmekte, halen yeni keşifler yapılmakta ve doğal kaynakların kullanımına yönelik 14
GENCAY de yeni alanlar keşfedilmektedir. Gelişmekte olan ülkelerin birçoğu ise kendi doğal kaynaklarının potansiyeli hakkında yeterli bilgiye sahip değildir. Gelişmekte olan ülkelerin bu eksikliğini kapatabilmeleri için modern bilim ve teknolojiye sahip olmaları gerekir (Başol, Durman ve Çelik, 2005).
Doğal kaynaklardan faydalanabilmenin koşullarından biri bilim ve teknolojidir, özellikle geri kalmış ülkeler bu yönden olumsuz şartlara sahip oldukları için sahip oldukları doğal kaynaklardan yeterince faydalanamamaktadırlar. Bilim ve teknolojiden yeterli düzeyde yararlanmanın en önemli koşulu ise bilim ve teknolojiyi üretip, transfer edip bu teknolojiyi kullanacak yeterli seviyede kalifiye insan gücüne sahip olmaktır. Başol ve arkadaşlarının çalışmalarında vermiş oldukları örnek bu durumu anlamak için faydalıdır: “Örneğin gelişmiş ülkeler, uranyum yönünden zengin olan bölgeleri ellerinde tuttukları için uranyumdan nükleer enerji elde etmede kullanılan teknolojileri geliştirmişlerdir; fakat, yine radyoaktif özellik taşıyan, nükleer enerji elde edilmesinde kullanılabilecek toryum için teknoloji geliştirilmesine çalışmamaktadırlar; çünkü, toryum madeni çoğunlukla gelişmekte olan ülkelerin sahip olduğu doğal kaynaklardandır. Eğer dünyada uranyum tükenirse, işte o zaman dünyanın gelişmiş ülkeleri açısından toryum önemli bir maden olacak ve bu konuda teknoloji geliştirilmesine çalışılacaktır. Doğal olarak, bu doğal kaynaktan da yine teknolojiyi üreten gelişmiş ülkeler, daha fazla yararlanacaktır.” (Başol, Durman ve Çelik, 2005). Bu durum şunu göstermektedir ki doğal kaynaklara sahip olmak çok önemlidir; ancak asıl önemli olan şey, bu doğal kaynaklardan yararlanmayı sağlayacak bilim ve teknolojiye sahip olmaktır.
Doğal kaynaklar, günümüzde bilim ve teknolojinin en önemli uygulama alanlarından biri olduğu için doğal kaynaklardan yararlanmak da bazı tekniklerin bilinmesi ve uygulanmasına bağlıdır. Doğal kaynaklardan yararlanma imkânları da teknolojik gelişme ile beraber artmaktadır. Bugünün dünyasında doğal kaynaklara sahip, gelişmiş ülkeler doğal kaynaklarını en etkili biçimde kullanmaya çalışırken, doğal kaynaklara sahip olmayan veya yetersiz miktarda sahip olan gelişmiş ülkeler ise doğal kaynak ihtiyaçlarını, azgelişmiş veya diğer gelişmiş ülkelerden, kendi bilim ve teknolojilerini, sermayelerini ve eğitilmiş insan güçlerini de kullanarak karşılamaktadırlar. Örneğin Orta Doğu ülkelerinde çıkartılan petrolle ülkemizde büyük oranda kaynağına sahip olduğumuz bor madeni, tüm gelişmiş ülkeleri ilgilendiren bir gerçektir (Başol, Durman ve Çelik, 2005).
Zengin doğal kaynaklara sahip olan bazı gelişmemiş ülkeler, bunları işleyip refah seviyelerini yükseltecek teknik bilgi, 15
GENCAY sermaye, kalifiye işgücü ve ekonomik organizasyonu gerçekleştirecek girişim gücü bakımından düşük bir seviyede bulunmaktadırlar. Örneğin Türkiye’de volfram rezervlerinin % 95’i Uludağ’da bulunmaktadır; fakat ulaşım imkânlarının kısıtlı olması bu madenden yararlanılmasını zorlaştırmaktadır. Aynı şekilde dünya bor rezervinin yaklaşık %65 i Türkiye’de bulunmaktadır; ancak bor madenini işleyecek teknoloji ülkemizde yoktur. Bu yüzden hammadde olarak dışarıya ihraç edilmekte ve maddi olarak ülkemize daha az verim sağlamaktadır (Başol, Durman ve Çelik, 2005).
2. Dünya Savaşı’ndan sonra Hiroşima’ya atılan atom bombasının açığa çıkardığının 20 bin katı kadar radyasyon olduğu söyleniyor. Kazak biyologlar genetik başkalaşımın yaşandığını, hala kanserli, zihin hastası ve genel bağışıklık sistemi bozuk olan çocukların doğduğunu söylemektedirler.”(TASAM, 2006). Görüldüğü üzere gelişmiş ülkelerdeki endüstri tesislerinin üretim, iletim ve tüketim esnasında ortaya çıkan atıkları Üçüncü Dünya ülkelerinde çevre bozulmalarına etki etmektedir. Hammadde çıkartılması ve takip eden ulaşım hizmetleri süreci de büyük ölçüde kirlenmelere yol açmaktadır. Teknolojik ve ekonomik gelişmeler, üretim faktörlerinin kullanımını ve ürünlerin tüketim alanını; buna bağlı olarak mal ve hizmetlerin pazarını tüm dünyaya açmıştır. Bu durum ulaşım sektörünün global kirlenme içindeki payının artmasına neden olmaktadır. Her yıl milyarlarca ton yük ve milyarlarca insan bir yerden başka bir yere taşınıp durmaktadır.
Doğal Kaynak Akışının Çevreye Etkileri Gelişmiş ülkeler az gelişmiş ülkelerin kaynaklarından yararlanırken, orada birtakım çevre sorunlarının oluşmasına da neden oluyor. TASAM tarafından yayınlanan bir yazıda bu konuyla ilgili olarak şu örnek veriliyor: “Gelişmiş ülkeler az gelişmiş ülkelerin hammadde ve doğal kaynaklarından yararlanarak, atıklarını bu ülkelere atıyorlar. Örneğin; Eski Sovyetler Birliği döneminde Kazakistan’a 237 milyon ton radyoaktif atık gömüldüğü belirtiliyor. Ülkede Sovyet döneminde binlerce nükleer deneme yapıldı. Bu denemelerde büyük miktarda radyasyon açığa çıktı.
Hammadde temini ve ulaştırma faaliyetlerinde ortaya çıkan atıklarda olduğu gibi, üretim aşamasında meydana gelen atıklarda da büyük artışlar olmuştur (Es, 1998). Az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkeler tarafından gönderilen tehlikeli atıklar nedeniyle de çevre sorunlarıyla mücadele etmek zorunda kalmaktadır. 22 Mart 1989’da ülkeler tarafından kabul edilen, 5 Mayıs 1922’de resmen yürürlüğe giren ve tam adı ‘Tehlikeli Atıkların Sınır Aşırı Taşınması ve Bertaraf Edilmesinin Kontrolüne İlişkin Basel Sözleşmesi’nin amacı tehlikeli ve 16
GENCAY diğer atıkların sınır aşırı taşınması, bertaraf edilmesi ve geri dönüşümünden doğabilecek tehlikeleri ortadan kaldırmaktı ve özellikle de gelişmekte olan ülkeleri tehlikeli atık sorunu yaşamaya başlayan gelişmiş ülkelerin çöplüğü olmaktan korumayı hedefliyordu (Soysal, 2015).
tesisler ithal atığa dayalı çalışmaktadır. Ayrıca kurulu bulundukları ülkelerin atık kapasitelerinin çok üzerinde kapasiteye sahip oldukları için yine çevre sorunlarına yol açmaktadır. Bunun en önemli örnekleri başta cep telefonları, bilgisayarlar olmak üzere elektronik malzeme söküm tesisleri ve ülkemizde Aliağa’da da 21 adet bulunan gemi söküm tesisleridir (Soysal, 2015).
Gelişmiş ülkeler Basel Sözleşmesinin açık bıraktığı alanları kullanarak tehlikeli atıklarını gelişmekte olan ülkelere yönlendirmek için iki temel yol benimsediler. İlk yolları kendi ülkelerinde temiz teknolojilere öncelik verirken; tehlikeli atık çıkaran kirli teknolojileri gelişmekte olan ülkelere yönlendirmekti. Gelişmekte olan ülkelerde çimento sanayi, kömürlü termik santraller, madencilik gibi büyük oranda atık ve tehlikeli atık üreten sanayi dallarının kurulmasını teşvik eden gelişmiş Avrupa ve Kuzey Amerika ülkeleri, kendi ülkelerinde ise üretim esnasında çok az atık çıkaran ileri teknoloji sanayi tesislerini geliştirdiler. Bu ürünleri gelişmekte olan ülkelerden düşük fiyatlarla ithal ederken, ülkelerini de atık sorunundan korumuş oldular (Soysal, 2015).
Sonuç olarak Basel sözleşmesi yasa dışı ülkeler arası tehlikeli atık ticaretini önleyemediği gibi; gelişmiş ülkelerin kirli sanayi kollarını ve geri dönüşüm tesislerini gelişmekte olan ülkelere göndererek tehlikeli atık sorununu bu ülkelere ihraç etmesine neden olmuştur (Soysal, 2015).
Bir başka örnek ise Gökdayı’nın makalesinden verilebilir: “Amazonlar`daki yağmur ormanlarının azalma nedeni; ormanların gelişmiş ülkelerin hammadde ihtiyacı olarak kesilmesinden
İkinci bir yöntem ise gelişmekte olan ülkelerde geri dönüşüm tesislerinin kurulması ve teşvik edilmesidir. Bu 17
GENCAY kaynaklanmaktadır. Yine, Afrika`daki yoksulluk ve açlığın nedeni; Afrikalılar`ın beceriksizliğinden değil, Afrika`nın 500 yıldır Avrupalılar tarafından sömürülmesi ve kaynaklarının Avrupa`ya aktarılmasıdır.
KAYNAKÇA Bal, H. (2011); “İktisadi Gelişme ve Doğal Kaynaklar: Geçiş Ekonomiler Çerçevesinde Bir İnceleme” iç. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (s. 87-104) Cilt: 20 Sayı:1 Başol, K., Durman, M., Çelik, M.Y. (2005); “Kalkınma Sürecinin Lokomotifi; Doğal Kaynaklar” iç. Muğla Üniversitesi SBE Dergisi Sayı: 14 Es, M. (1998); “Teknoloji, Kalkınma ve Çevre” iç. Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi Sayı: 41-42 Gökdayı, İ. (1996); “Doğal Kaynakların ve Çevrenin Korunmasında Önemli Bir Tehdit Unsuru: Ekolojik Bunalım ve Sorunun Kapitalizm’den Kaynaklanan Sonuçlarının Dünyanın Geleceğine Etkileri” iç. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisat ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi (s. 126-150) Sayı: 1
Afrikalı insanlar yüzyıllarca kapitalizmin işleyişinde köle olarak kullanıldı, doğal kaynakları ve diğer servetleri aktarıldı. Tüm bu aktarımlar esnasında yüz binlerce insan Avrupalılar tarafından öldürüldü. Bu nedenle Avrupa’daki servet birikimin temelinde, az gelişmiş ülkelerin doğal ve insan kaynaklarının sömürge düzen içinde aktarılmış birikimleri bulunmaktadır.” (Gökdayı, 1996: 129-150).
Soysal, A. (2015); “Basel Sözleşmesi; Gelişmekte Olan Ülkeleri Tehlikeli Atık Çöplüğü Olmaktan Kurtardı mı?” Zanbak, C. (2000) ; “Türkiye Sürdürülebilirliği Açısından
Kalkınmasının
Doğal Kaynaklardan Yararlanma Sorunları”
18
GENCAY
19
GENCAY
ÖDEMİŞ’İN ALTINI: PATATES Fatma Özge ÖZDEMİR Ödemiş Türkiye’nin batısında Ege bölgesinde İzmir iline bağlı bir ilçedir. 2014 yılı nüfus verilerine göre toplam nüfusu 129.407'dir. Ödemiş´in İzmir’e uzaklığı 113 kilometredir. Denizden yüksekliği 123 metre olup en yüksek noktası 2157 metre ile Bozdağlardır. Yüzölçümü 107.900 hektardır. Büyük bir kısmı ovalık olan arazinin ortasından Küçük Menderes nehri akmaktadır. Bölge Akdeniz ikliminin etkisi altındadır. İlçede yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağmurlu geçer. Bozdağlar ve Aydın dağlarına kar yağar, nem oranı %64 dür. Ödemiş bitki örtüsü genelde makidir. Dağlarda meşe ağacı türleri, kestane ve menengir kızılçam ağaçları yetişmektedir. Ovada ise ceviz, incir, kavak, fıstıkçamı, turunçgiller, zeytin ve meyve ağaçları yer almaktadır. (1)
sarı renkli patates Türkiye’de üretilen en meşhur tarım ürünlerinden birisidir.
Madenin sağda Gölcük Gölü’ne uzaklığını, solda ise Bozdağların eteklerinde kapladığı alan görülüyor.
Şimdilerde ise Ödemiş’i bir de madeniyle ünlü yapmaya çalışıyorlar. Bozdağlar’ın eteklerinde altın rezervi bulundu iddiaları çoktandır kulaklara çalındı fakat çok da önemli bir haber olmadığı varsayılarak önemsenmedi. Çünkü hiç kimse böyle bir doğa güzelliğini göz göre göre katledemez diye düşünüldü. Maden Bozdağlar’ın eteklerindeki Gölcük, Oğuzlar, Bayırlı, Çağlayan, Çobanlar, Dolaylar, Mursallı, Günlüce ve Çamyayla köylerini içine almakta. Bu adını saydığımız köyler patates ve zeytin üretiminden başka gelir kaynağı olmayan tek geçim kaynağı toprakları olan köylerdir. Maden arama sahası olarak da ülkemizin doğa güzellikleriyle ve yaz aylarında yayla olarak bilinen Gölcük krater gölünün alt bölgelerin de Bozdağ’ın eteklerinde yer alıyor. Maden, Ödemiş’e 6 km uzaklıkta bulunan Birgi ilçesinin ise hemen yanındaki dört köyün sınırlarını içermekte. Bilindiği gibi Bozdağlar kış aylarının kayak ve dağ turizmi merkezi, yaz aylarının ise serin yayla havası nedeniyle yöre halkının cazibe merkezidir.
Meşhur Ödemiş patatesi
Ödemiş’in ekonomisi tarıma ve hayvancılığa dayalıdır. Yüz ölçümünün %40’ı tarım arazisi olmasından dolayı tarım ilçede daha yaygındır. Başlıca tarım ürünleri patates, incir, zeytin, karpuz, susam, kestane, tütün, üzüm, yaş sebzeler olup, Bademli yöresi meyve fidancılığı ve kiraz üretimi alanlarında Türkiye ekonomisinde büyük bir paya sahiptir. İlçe halkının “kompir” olarak nitelendirdikleri
20
GENCAY İngiliz, Alman ve Birleşmiş Milletler’e ait belgelerin yanında Osmanlı arşivini de inceleyerek ‘maden sahası’ ruhsatı alan işadamının dosyası valilikten olur aldı. ÇED sürecini de tamamlarsa Gölcük Yaylası’nda altın ve gümüş arayacak(2). İzmir Valiliği’ne başvuru yapan META Madencilik Araştırma Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi'nin kurucu ortaklarından olan iş adamı Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Maden İşleri Genel Müdürlüğü’nden aldığı ‘dördüncü’ grup işletme ruhsatı ile ÇED sürecini başlattı. Bu sürecin başlaması ise akıllarda ülkemizde yapılan ÇED raporu sürecinin nasıl işlediğine dair soru işaretleri bıraktı. Bölgede altın madeninin yanı sıra osmiyum, iridyum, rutenyum, renyum elementlerinin de saptandığı ve bu elementlerin ekonomik değer açısından altından daha değerli olduğunu biliniyor. Bölgede altın madeni açık ocak işletmesi kurulacağı Çed raporunda yer alıyor. Yani durum aşağıdaki sağ resimdeki gibiyken, sol resme dönüştürülmeye çalışılıyor. Ayrıca bölgeden madeni Bergama’ya nakliye etmeyi planladıklarını vurgulayan şirket yöneticileri bu sistemi nasıl yapacaklarını ve hangi güzergâhları takip edeceklerini açıklamamış, bu nakliye sırasında çevreye verecekleri kirliliği nasıl elimine edeceklerini anlatmamışlardır. Ödemiş ve Bergama arası 206,7 km’dir. Yaklaşık olarak 3 saat gibi bir süre yol tutmaktadır. Bu taşıma işinin firma için ekonomik çıkarı hesaplanmamış olsa bu kadar mesafeyi göze alamaz.
bulunan eski krallık Likya ülkesinin başkenti ve ilk paranın kullanıldığı antik kent olan Sardes bulunmaktadır. ÇED ruhsat alanı 2 bin 706,7 hektarlık olan altın madeninin şimdilik 11,34 hektarlık alanında arama yapılması planlanıyor olsa da bu madenin işlenmesinde kullanılan – olması gereken – kapalı havuzların içinde siyanür solüsyonu tüm çevreyi olumsuz etkileyecektir. İzmir Bergama’daki altın madeni bu olay hakkındaki en önemli örnektir. Normalde dünyanın hiçbir yerinde olmayan açık ve içinde siyanür bulunan liçing havuzları Bergama’da kullanılmış ve doğal yaşamla birlikte bütün tarihi eserleri aşındırarak tahrip etmiştir. Bu altın işlemede kullanılan siyanür ilerleyen zamanlarda asit yağmurlarına da sebep olmakta böylece aşındırıcı etkisi katlanarak artmaktadır.
Krater Gölü olan Gölcük yandaki şekle getirilmeye çalışılıyor.
Kayıtlarda işletilebilir görünür rezerv 14 milyon 784 bin ton, ortalama yıllık üretim miktarı 20 bin ton olarak tespit edilirken tam 739 yıl çalışma yapılabileceği öngörülüyor. Başvuru ise 10 yıllık süreç için yapılırken çalışmalar devam ettikçe süre uzatımı alınması düşünülüyor (3). Tabi tüm bunlar olurken kimse halka bir açıklama yapmıyor. İlk zamanlar açıklama yapan yetkililer bu doğa güzelliğini bozdurmayacağını vurgularken sonraları madenin ne kadar gerekli olduğunu anlatmaya başladılar. Halka direnin demelerine rağmen kendileri küresel
Belirlenen maden arama sahası pek çok yaylanın, tarihi mekânların ve doğa güzelliklerinin olduğu bir bölgedir. En başta maden arama sahalarının yakınında 21
GENCAY dünya nimetlerine kanan yetkililer acaba akşamları vicdanen rahat uyuyorlar mı?
biliyorlar ki başka memleket yok! Başka Türkiye yok!
Ne olursa olsun maden yaptırmayacağını haykırıyor Ödemişli Hemşehrilerim! Elbet seslerini duyan bir yetkili çıkar umudunu taşıyoruz. Birkaç gram altın için birilerine peşkeş çekilen arazilerini kurtarma derdinde her biri. Toprağın, havanın, suyun değerini ülke nüfusunun %50’sinden daha çok farkındalar. Çünkü
KAYNAKLAR 1)http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%96demi%C5% 9F 2)http://www.kucukmenderes.com.tr/altin-sarisimi-kompir-sarisi-mi-04-02-2014 3)http://mobil.egedesonsoz.com/default.asp?page= haber&haberid=860809
22
GENCAY
TARIMSAL ÜRETİM VE ÇEVRE KİRLİLİĞİ Yrd. Doç. Dr. Peiman MOLAEİ Özet Son yüzyılda, bitkisel üretimi artırmak amacıyla uygulanan gübreleme, sulama, hastalık ve zararlı mücadelesi için kullanılan kimyasalların verimde büyük artışlar sağlamasına karşılık, bu uygulamaların özellikle bilinçsiz bir şekilde yapılmasının uzun dönem de yeryüzündeki ekolojik dengeyi olumsuz yönde etkilediği ortaya çıkmıştır. Tarımsal alanlara, orman veya bahçelere uygulanan pestisitler havaya, su ve toprağa, oradan da bu ortamlarda yaşayan diğer canlılara geçmekte ve dönüşüme uğramaktadır. Bunun sonucunda da gıda, hava, su ve toprak kirliliği oluşmaktadır. Kimyasal ilaçların insan sağlığı ve çevre üzerine olumsuz etkilerini azaltmak için hastalık, zararlı ve yabancı otlarla ilgili ekonomik ve ekolojik bir mücadele yapılması gerekmektedir. Son yıllarda üzerinde çokça durulan konulardan birisi de “Ekolojik Tarım”dır. Ekolojik tarım canlı ekolojik sistemleri ve döngüleri temel alarak tarım alanlarında yoğun olarak kullanılan pestisit, gübre ve bitki büyüme düzenleyicilerinin tarımsal ürünler üzerinde bıraktıkları kalıntılardan, toprağa, suya, havaya ve diğer canlılara olumsuz etkilerinden mümkün olduğunca uzak kalmak amaçlanmaktadır. Günümüzde zirai mücadelenin, agroekosistem ve sürdürülebilir tarımsal üretimin dikkate alınarak yapılması bir zorunluluk haline gelmiştir.
1. Giriş Belirli bir alanda karşılıklı ilişki içinde olan canlı ve cansız faktörlerin tümü ekosistemi oluşturur. Bir ekosistemde yaşayan insanlar, hayvanlar, bitkiler, mantarlar ve mikroorganizmalar o ekosistemin canlı faktörlerini meydana getirirken; su, hava, toprak, rüzgâr ve güneş ışığı cansız faktörleri oluşturur. Canlı ve cansız varlıklar arasında etkileşimin sağlıklı olduğu ve gerekli enerji sağlandığı sürece ekosistem, kendi kendine yeterli bir sistemdir. Tarımsal ekosistemler, doğal ekosistemlerin aksine insanların üretimi artırma çabaları nedeniyle çeşitli biçimlerde gübre, pestisit gibi birçok ek enerji katkısı ile bir anlamda yapaylaştırılmış ekosistemlerdir. Ekolojik açıdan bakıldığında tarımsal ekosistemler çoğunlukla tek bir bitki türüyle sınırlanmış yapıları yüzünden genelde istikrarsız ve zayıf olarak kabul edilmektedir. İşte böyle bir ekosistemde ürün kaybına neden olan zararlı, hastalık ve yabancı otlara karşı 23
GENCAY yapılan ilaçlamalarda atılan ilacın %0.015%6.0’sı hedef alınan canlı üzerine ulaşmakta ve yeterli etki alınmakta, geri kalan % 94-99.9’luk kısım ise agroekosistemde hedef olmayan organizmalara ve toprağa ulaşmakta ya da çevredeki doğal ekosistemlere sürüklenme ve akıntı nedeniyle kimyasal kirleticiler olarak karışmaktadır. Bunun sonucu olarak geçtiğimiz 100 yılda gerçekleşen dramatik oranda çevre kirliliği ve biyolojik çeşitliliğin azaltılmasına şahit olmaktayız.
insanlarla olan ilişkisi rol oynamaktadır. Buna göre doğada zararlı ve yararlı organizmalar bir arada ve belirli bir denge içinde bulunurlar ve doğadaki bu sisteme doğal denge adı verilir. Doğal denge, bir kefesinde zararlıların, diğer kefesinde yararlıların yer aldığı bir teraziye benzetilebilir. Dışarıdan herhangi bir müdahale yapılmadığı sürece bu terazi sürekli dengededir. Dışarıdan bu sisteme yapılacak müdahaleler dengenin bozulmasına neden olur.
2. Doğal denge Doğada organizmalar birbirleriyle belirli bir ilişki içinde yaşarlar. Bu ilişki genelde bir beslenme ilişkisidir ve çok sayıda halkadan meydana gelmiş bir zincire benzetilebilir. Aslında bu beslenme yarışı, bireylerin varlığını sürdürebilmelerinin gereği olarak içgüdülerinden kaynaklanır. Örneğin Elma içkurdu elma meyvesi ile beslenir ve bu beslenme doğadaki zincirin sadece bir halkasıdır. Elma içkurdunun yumurtalarıyla beslenen yumurta parazitoiti de beslenme yarışı içinde olan bir diğer organizmadır. Her iki organizmanın doğadaki işlevleri varlıklarını sürdürmek açısından birbirinden farksızdır. Ancak Elma içkurdu, elme meyvesiyle beslenmesi sonucu olarak insanın besinine ortak olması, dolaysıyla beslenme açısından insanlara rakip olması nedeniyle zararlı sıfatını alır. Elma içkurdunun yumurta parazitoidi ise insanlara zararlı olan Elma içkurdu yumurtaları ile beslenip onun popülasyonunu azalttığı ve insanlara yarar sağladığı için yararlı sıfatını alır (Öncüler ve Durmuşoğlu, 2008). Bu Örnekte de görüldüğü gibi, doğadaki organizmaların yararlı ve zararlı sıfatı alışında onların
3. Pestisitler Kültür bitkilerine zarar veren hastalık etmenleri, zararlılar ve yabancı otlar gibi organizmaları öldüren maddelere pestisit adı verilir. Pestisit deyimi, aslında zirai mücadele amacıyla kullanılan gerek bitkisel kökenli maddeler gerekse sentetik olarak üretilen diğer kimyasal bileşikler gibi her türlü maddeyi içeren preparatları ifade etmektedir (Öncüler ve Durmuşoğlu, 2008). Pestisitlerin kullanımı çok eski tarihlere dayanmaktadır. M.Ö. 1500’lere ait bir papirüs üzerinde bit, pire ve eşek arılarına karşı insektisitlerin hazırlanışına dair kayıtlar bulunmuştur. 19.yy’da zararlılara karşı inorganik pestisitler kullanılmış, pestisit sayısı ve kompleksliği 1940 yılları boyunca hızla artmıştır. İnsektisit olan DDT ve HCH ile hormon karakterli olan herbisitlerden 2,4-D ve MCPA 1940 yılların sonunda kullanılmaya başlamıştır. Dünya pestisit tüketimindeki artış her ne kadar son yıllarda bir duraklama trendine girdiyse de (Anonymous, 2003), 1983-1993 döneminde %3,4, 1993-1994’de ise %18,5’lik yıllık artış hızına ulaşmıştır (Lorbeer et al., 2001). Bugüne kadar 6000 kadar sentetik bileşik patent almasına 24
GENCAY karşın, bunlardan 600 kadarı ticari kullanım olanağı bulmuştur. (Yıldız vd. 2005). İkinci dünya savaşı ve sonrasında sentetik organik kimyasalların keşfedilmesi zararlılarla mücadelede başarıların hızla artmasına da sebep olmuştur. Ancak bu kimyasal maddelerin yarattığı sorunlar da kısa bir zaman içinde görülmeye başlamıştır.
oluşturucu etkiler saptanmıştır. Pestisit kalıntılarının en önemli kaynağı gıdalardır. Bu nedenle 1960 yılında FAO ve WHO “Pestisit Kalıntıları Kodeks Komitesi”ni kurmuşlar ve bu komitenin çalışmaları sonucu konu ile ilgili tanımlamalar yapılmış, bilimsel araştırma verilerine dayanılarak gıdalarda bulunmasına izin verilen maksimum kalıntı değerleri saptanmıştır. Ülkemizde de tarımsal ürünlerde kullanılan pestisitlerin gıdalarda bulunması müsaade edilebilir maksimum miktarları ürün ve ilaç bazında belirlenmiştir.
3.1. Pestisit kullanımının beraberinde getirdiği sorunlar Pestisitlerin çevresel etkileri onların uygulama şekillerine, formülasyonlarına ve uygulama zamanlarına bağlı olarak değişiklik göstermektedir. Pestisitlerin çevresel etkileriyle ilişkili toplumsal tepkiler 1960 yılında başlamış, 1962 yılında Rachel Carlson tarafından yayınlanan Sessiz Bahar isimli kitap bu konuda bir milad olarak kabul edilmektedir. Sentetik kimyasalların beraberinde getirği gelişmeler gerçektende tarımsal üretimde büyük verim artışlarına neden olduğunu bilinmektedir. Ancak bunların beraberinde getirdiği olumsuz yönleri, insan ve çevre açısından arz ettikleri tehlikeler de az değildir. Yoğun ve bilinçsiz pestisit kullanımının sonucunda gıdalarda, toprak, su ve havada kullanılan pestisitin kendisi ya da dönüşüm ürünleri kalabilmektedir. Hedef olmayan diğer organizmalar ve insanlar üzerinde olumsuz etkileri görülmektedir. Pestisit kalıntılarının önemi ilk kez 1948 ve 1951 yıllarında insan vücudunda organik klorlu pestisitlerin kalıntılarının bulunmasıyla anlaşılmıştır. Pestisitlerin bazıları toksikolojik açıdan bir zarar oluşturmazken, bazılarının kanserojen, sinir sistemini etkileyici ve hatta mutasyon
3.1.1. Pestisitlere karşı dayanıklılık oluşumu Belirli pestisitlerin çok tekrarlı olarak kullanılması sonucunda, zararlı organizmalarda seleksiyon sonucunda dirençli populasyonların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Tarımda pestisitlerin uzun yıllar sürekli uygulanması, zararlıların bu ilaçlara karşı dirençlerinin artmasına neden olmakta, dolayısıyla bir önceki yıla göre sürekli daha fazla pestisit kullanımı gerçekleşmektedir. Bu da hem maliyetin artmasına ve ürün veriminde azalmalara yol açmakta, hem de üründe ve çevrede kalıntı miktarının ve kirliliğin artmasına neden olmaktadır. 3.1.2. Pestisitlerin doğa ve canlılar açısından etkileri Tarım ilaçlarının büyük çoğunluğu hem kontrol edilmek istenen canlılara, hem de insan ve memelilere karşı çok toksiktir. Bunların büyük bir kısmı uygulandıkları bitki, toprak ve su ortamında uzun süre bozulmadan kalabilmekte, canlıların bünyesinde birikebilmektedir. Tarımsal ve tarım dışı amaçlar için günümüzde 25
GENCAY milyonlarca ton tarım ilacı kullanılmaktadır. Bunların büyük bir kısmı uygulandığı yerlerden başka yerlere taşınmaktadır. Kimyasal maddelerin kalıcı olduğu göz önüne alındığında toprağın bu açıdan kirlenmesi büyük önem kazanmaktadır. Eğer bir tarım ilacı bakteri, fungus, güneş ışığı ya da kimyasal yollarla bozulmamışsa zamanla toprakta birikerek bitkiler tarafından alınabilmektedir.
olmaktadır. Bu şekilde oluşan zehirlenme vakalarında deri tahriş olur ve akıntı meydana gelir, sinir sistemi zararlanır, hormon mekanizması bozulur ve ciğer ödemleri görülür. Örneğin farelerde yapılan denemelerde 2,4,5-T’nin ur, amitrol’ün ödem meydana getirdiği tespit edilmiştir. Pestisitlerin balıklar ve balıklarla beslenen hayvanlar üzerine etkisi direkt ve indirekt olmaktadır. Direkt etki, pestisitlerin balıklara doğrudan zehirleyici etkisi olup, bu etki herbisitin kimyasal yapısına ve dozuna bağlı olarak değişmektedir. Pestisitlerin balıklar üzerine indirekt etkisi ise balıkların yem kaynağı olan bitkilerin ortadan kaldırılması ve ölen bitkilerin özellikle sığ sularda parçalanması sonucu oksijen miktarında azalma şeklinde olmaktadır. Bu oksijen azalması bir taraftan ölen bitkileri parçalayan aerobik bakterilerin oksijeni kullanması, diğer taraftan su içi bitkilerinin ölmesiyle fotosentezle verilen oksijen kaynağının ortadan kalkmasından ileri gelmektedir. Doğal düşmanlara olan etkisi: Bir agroekosistemde pestisit uygulandığında, pestisit sadece zararlıları değil, ekosistemdeki zararlıların populasyonlarını kısmen baskı altında tutan faydalıları doğrudan ve dolaylı etkileyebilmektedir. Böylece doğal denge bozulmakta, tür çeşitliliği azalmakta ve daha önceden problem olmayan yeni bazı zararlılar ortaya çıkabilmektedir. Bu durumda yeni zararlılara karşı ek ilaçlamalar yapma zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.
Pestisitlerin püskürtülerek uygulanması sırasında bir kısmı evaporasyon ve dağılma nedeniyle kaybolurken, diğer kısmı bitki üzerinde ve toprak yüzeyinde kalmaktadır. Havaya karışan pestisit rüzgârlarla taşınabilir; yağmur, sis veya kar yağışıyla tekrar yeryüzüne dönebilir. Bu yolla hedef olmayan diğer organizma ve bitkilere ulaşan pestisit, bunlarda kalıntı ve toksisiteye neden olabilir. Pestisitlerin insan ve sıcakkanlı hayvanlar üzerine yan etkileri: Pestisitlerin sıcakkanlılar üzerine olan kronik tesirleri akut etkilerinden daha önemlidir. Muhtemelen pestisitlerin bir kısmı uzun yıllar sıcakkanlı hayvan ve insan bünyesinde birikerek belirli bir süre sonra olumsuz etkileri ortaya çıkmaktadır. Pestisitlerin insanlar üzerine kontakt etkisi cilt, solunum ve mide yoluyla
Arılara etkisi: Gerek ülkemizde ve gerekse dünyada bal arıları pestisitlerden etkilenen en önemli böcek türlerini oluşturmakta, pestisitlerin yoğun ve 26
GENCAY bilinçsiz kullanımları sonucunda her yıl binlerce kovan zarara uğramaktadır.
(organik gübre ve ilaçlar) kullanmak ta ekolojik tarımın amaçları arasındadır. Günümüzde zirai mücadelenin, agroekosistem ve sürdürülebilir tarımsal üretimin dikkate alınarak yapılması bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu da ancak, kültürel önlemler başta olmak üzere, kimyasal mücadeleye alternatif yöntemlerin öncelikli olması ve gerekirse birlikte ve uyum içerisinde kullanılması suretiyle sağlanabilir. Bununla birlikte Pestisitlerin çevresel etkilerini azaltmak amacıyla kullanılabilecek birçok pratik çözüm vardır. Birçok ülkede ilgili kurumlar pestisit kullanımı, onların çevresel etkileri ve güvenli kullanımları için yayınlar yapmaktadırlar. Bu yayınlar çiftçiler, ticari üreticiler ve diğer ilgililere pratik bilgiler vermektedir. Bu ülkelerde pestisit kullanıcılarının eğitimi yasal bir zorunluluktur. Bu Tip bir eğitim, ilaçlama aletlerinin doğru ve efektif kullanımı, güvenlik önlemleri, pestisitlerin hedef dışı organizmalara ve çevreye olumsuz etkileri gibi konuları içermektedir. İlaçlamalar sonrasında ortaya çıkan atıkların, ilaçlama tanklarının yıkanması, boş kutuların yok edilmesi konularında mutlaka özel dikkat gerekmektedir.
4. Sonuç Birim alanında elde edilen verimi yükseltmek için ticari pestisitler son yıllarda yaygın bir şekilde kullanıma geçmiştir. Pestisitler, yararlarına rağmen, çevrede potansiyel bir zarar oluşturan geniş aralıkta toksik etkiler üreten bileşikler olarak görülmektedir. Tarımsal alanlara, orman veya bahçelere uygulanan pestisitler havaya, su ve toprağa, oradan da bu ortamlarda yaşayan diğer canlılara geçmekte ve dönüşüme uğramaktadır. Bunun sonucu olarak çevre kirliliği meydana gelmekte ve doğada bulunan canlılar olumsuz yönde etkilenmektedir. Pestisitler insan ve sıcakkanlı hayvanlar, arılar, toprak mikroorganizmaları gibi birçok canlıyı olumsuz etkileyerek doğal dengenin bozulmasına neden olduğu bilinmektedir. Kimyasal ilaçların insan sağlığı ve çevre üzerine olumsuz etkilerini azaltmak için hastalık, zararlı ve yabancı otlarla ilgili ekonomik ve ekolojik bir mücadele yapılması gerekmektedir. Son yıllarda üzerinde çokça durulan konulardan birisi de “Ekolojik Tarım”dır. Ekolojik tarım canlı ekolojik sistemleri ve döngüleri temel alarak tarım alanlarında yoğun olarak kullanılan pestisit, gübre ve bitki büyüme düzenleyicilerinin tarımsal ürünler üzerinde bıraktıkları kalıntılardan, toprağa, suya, havaya ve diğer canlılara olumsuz etkilerinden mümkün olduğunca uzak kalmak amaçlanmaktadır. Bu nedenle kimyasal gübre ve tarımsal ilaçlarının hiç ya da mümkün olduğu kadar az kullanılması, bunum yerine aynı görevi yapan bitkilerin ürettiği organik bileşikleri
Kaynaklar Anonymous, 2003. European agrochem market declines. Agrow, 416: 9. Lorbeer, J. W., N. Delen, N. Tosun, 2001. Chemical control. pp. 199-203, In: Encyclopidia of Plant Pathology, Vol. 1. Eds: O.C. Maloy and T.D. Murray. John Wilay and Sous, New York, 598 pp. Öncüler, C. ve Durmuşoğlu, E. 2008. Tarımsal zararlılarla savaş yöntemleri ve ilaçları. Adnan Menderes Üniversitesi Yayınları, No: 28 Yıldız, M., Gürkan, O., Turgut, C., Kaya, Ü., Ünal, G. Tarımsal savaşımda kullanılan pestisitlerin yol açtığı çevre sorunları, http://www.zmo.org.tr/resimler/ekler/dd7a048049 67197_ek.pdf
27
GENCAY
KAYBOLAN ÇEVRE DUYARLILIĞIMIZ Ertuğrul Kaan ÇAM “Yaş kesen baş keser” diyen bir ceddin torunları olarak “betonlaşmayı kutsayan” bir hal aldık. Galiba hep şikâyetçi olduğumuz Türk Milleti’ndeki yozlaşmanın en önemli örneklerinden biri bu halimiz.
türünün kaybolup gittiğini düşündük mü? Cevap maalesef hayır! Bizim düşündüğümüz şeyler kaç turist geleceği, ne kadar ihracat yapılacağı veya ne kadar enerji elde edileceği oldu. Matematiğin içinde kaybolup gittik hep. Müteahhidin ne kadar kazanacağının muhasebesini yaptık da bitirdiğimiz onca güzelliğin ne kaybettireceğinin muhasebesini yapmadık. O ağaçların bizden nasıl bir intikam alacağını da düşünmedik ama alıyor da... Her geçen gün artan sellerle, kuraklıklarla, don vakalarıyla mücadele etmek durumunda kalıyoruz. İbret aldığımız da söylenemez.
Son dönemlerde artık gazete sayfalarının, haber sitelerinin rutin haberleri haline geldi çevre katliamları. Ülkemizin doğal güzelliklerinin “millete hizmet” adı altında katledilmesine defalarca şahitlik ettik. Vahşi kapitalizmin gözü dönmüş para avcıları kimi zaman turizmi, kimi zaman enerji ihtiyacını koydular önümüze yaptıkları vahşeti gözden kaçırmak için… Hatta “yol medeniyettir” diyerek bu işlerin yolunu yapmaya çalışan devlet büyüklerimiz dahi çıktı. Kaz dağlarının altını üstüne getirdik altın için…
Düşünenler de çıktı aramızdan fakat onlara da vurmadığımız etiket kalmadı. Meşhur “dış mihrakların” piyonu olmalarından tutun da işi gücü olmayan tuzu kuru entel takımına kadar demediğimiz kalmadı.
Karadeniz’in güzelliklerine HES’lerle saldırdık. Akdeniz’i da “bacasız sanayi” ile vurduk. Peki, bunları yaparken neleri kaybettiğimizi hiç düşündük mü? Kaç tane endemik bitkinin yok olma tehlikesinde olduğunu, kaç tane kuşun doğal yaşam alanından olduğunu hesaba kattık mı? Şırıl şırıl akan güzelim derelerde kaç balık
Gezi parkı olayları hepimizin hatırında... Gezi parkı deyince arada belirteyim askerliğimi İstanbul’da yapmayı fırsata çevirerek daha önce gitmediğim parka gittim. Küçük bir yer ama İstiklal caddesinden yukarı çıkıp da meydana 28
GENCAY vardığınızda soluklanabileceğiniz, gürültüden bir nebze olsun uzak, Taksim’in tek huzur veren yeri. Tek kötü yanı para getirmiyor işte o ağaçlar! Olayların sonradan gelişen halini kimse tasvip etmiyor elbet ancak zaten yeterince beton yığını haline gelmiş Taksim’in tek yeşil alanının sökülüp alınmasına izin vermeyen gençlere neler denildi neler!
“Yarın kıyametin kopacağını bilseniz bile, bugün elinizdeki fidanı dikin” diyen şanlı peygamber kimin peygamberi? Yukarıda yazdığım yazılardan sermaye düşmanı, ülkesinin gelişmesini istemeyen biri olduğumu çıkaranlar olabilir. Tam aksine teknolojinin her nimetinden Türk milletinin yararlanması gerektiğini düşünen bir insanım. Ancak bunu yaparken yazıma girerken belirttiğim ceddimizin anlayışını en başa koymamız gerektiğine inanıyorum. Bizi üç kıta yedi denize hâkim kılan sadece kılıcımız, topumuz, tüfeğimiz, devrinde şaşkınlık yaratan teknolojimiz değildi. Bunların yanında ve bunlardan daha da önde “karıncayı bile incitmeyen” inceliğimizdi. Hem hep dosta düşmana ilan ederiz: Biz bu vatan toprağından bir çakıl taşını bile vermeyiz diye... Çakıl taşından bile vazgeçmeyen bir insan bu vatanın ağacından, kuşundan, balığından, çiçeğinden böceğinden nasıl vazgeçer? Elbette vazgeçmeyeceğiz.
Beni siyasetçilerin kullandığı ifadeler korkutmuyor ancak bu ve buna benzer çevre direnişlerine halkın önemli bir kısmının verdiği karşı tepki gerçekten ürkütücü. Yeşili muhafaza etmek isteyen insanlara karşı çıkan bloğun da muhafazakârlığıyla övündüğünü düşününce insan sormadan edemiyor;
29
GENCAY
İNDEPENDENTA TANKER KAZASI Çağhan SARI İstanbul Boğazı’nın jeostratejik önemi başlı başına emniyet meselesi tartışmalarını açıyor. Boğazın emniyeti de sadece askeri ve siyasi önem arz etmiyor. Çünkü tarihin her evresinde İstanbul Boğazı, ulaşım için kalp vazifesi görmektedir. Hal böyle iken bir önceki seçimlerde iktidara gelen partinin seçim beyannamesinde olan bir projeden konumuza geçelim. Söz konusu olan proje, İstanbul Boğazı gemi trafiğini azaltmak için şehrin batı yakasında bir kanal açmak, boğaz trafiğini açılan bu kanala yönlendirerek, boğazda trafiği düzenlemeyi içeriyordu.
kazaya gelelim. Boğazdaki kaza geçmişine uzandığımızda kuru yük taşıyan şileplerin boğaz kıyılarına bindirmesinden çok daha tehlikeli olan bir kaza çeşidi yakıt tankeri infilakıdır. Peter Zoranic, Shipbrooker tanker kazaları bunların en bilinenleridir. Taşıdığı yükü hakikaten Romanya'ya mı yoksa Türkiye'ye mi getirdiği iddiaları atıldığı için İndependenta kazası bu yazının konusu oluyor.
15 Kasım 1979 günü saat 05.30'da İstanbul çok büyük bir gümbürtüyle uyandı. Haydarpaşa Limanının 800 metre açığında boğaza giriş yapmak üzere olan Rumen bandıralı İndependenta tankeri ile Karadeniz yönünden gelen Yunan bandıralı Evriyali adlı kuru yük gemisi çarpıştılar. İndependenta sabit batarya halini alarak kılavuz kaptanı beklerken, Evriyali affedilemeyecek bir hata ile İndependenta'ya iskeleden vurdu. 94.600 ton ham petrol taşımakta idi. 300 metre uzunluğunda 150 grostonluk bir tanker olan İndepentenda çarpışmanın etkisiyle yanmaya başladı. Alevlerin uzunluğu ile şehirde kısa süreli panik yaşandı.
Proje, 'Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ne uygunluktan şehirciliğe kadar uzanan tartışmalar arasında vurgulanan en önemli başlık güvenlik meselesiydi. Boğazın güvenliğini sorgulatan şey de gemi kazalarıdır. Boğazdaki gemi kazalarının sebeplerini sıralayacak kadar bu hususa vakıf olmasak ta yakın bir tarihe kadar yabancı bandıralı gemilerin zaruri olan kılavuz kaptan uygulamasından kaçınma eğiliminde olduğunu belirtebiliriz. Netice olarak seçim beyannamesinde kanal projesine yer veren parti, o seçimleri kazandı ancak projeye dair somut bir adım atmadan yasama dönemini kapattı.
İndependenta'nın 54 mürettebatından sadece 3 kişi kurtulabildi. Yangın bir haftada anca söndürülebildi. Gemi enkazındaki ufak çaplı yangınlar 27 günün
Boğazdaki güvenlik ve çevre kirliliği sorununu yan yana getiren en büyük 30
GENCAY sonunda tamamen sona erdi. Bunun en önemli nedeni, dönemin deniz itfaiyesi vasıtalarında bu tür yangınlarda kullanılan köpüklerin olmayışıdır. Köpük yerine denizden çektiği suyu yanan geminin üstüne sıkılıyor, deniz suyuna petrol karıştığı için yangına tesiri istenildiği gibi olamıyordu.
hemen dibinde bir kütle ile karşılaşıldı. Yapılan incelemeler sonunda parçanın İndependenta'ya ait olduğu anlaşıldı. İndependenta, kazadan 23 yıl sonra böylelikle tekrar manşetlere çıktı Batığın denizi kirletmesi bir yana, denize karışan petrolün verdiği zarar, elbette çevrebilimcilerin yayınlarında ele alınmıştır. İncelemeler, dökülen petrolün küçük bir bölümünün sahili etkilediğini göstermiştir. Boğazın güney sahili ağır bir petrol tabakası ile kaplanmıştır. Kirlenen sahilin temizlenmesi ile ilgili bir rapor yoktur. İmralı ve Marmara adaları en çok kirlenen alanlardır. Bu alanlar, o tarihlerde İstanbul’da inşaat kumunun ve mermerin çıkarıldığı alanlardı.
Gemi yanar bir halde kıyıya 200 metre kala karaya oturdu. Haydarpaşa limanına çarpmaması çok daha büyük bir facianın önüne geçti. İndependenta'nın taşıdığı 30.000 ton civarında petrol yandı. 60.000 ton petrol denize sızdı. Beş kilometre karelik alana yayılan petrol, denizde siyah bir tabaka oluşturdu. Marmara’da deniz canlı ölümü %96 oranında arttı.
Yerel balıkçılık faaliyetine verilen zarar hakkında bir rapor yok ancak boğazlar balıkların önemli göç yollarından biridir. Kaza, Marmara Denizinin kuzeyindeki dip besleyicilerinin % 96’sını öldürmüş ve yalnızca 9 tür hayatta kalabilmiştir. Petrol tabakasının kalınlığı yaklaşık 46 gr/m2 dir. Kaza İstanbul’da ve Marmara Denizinde büyük bir deniz ve petrol kirliliğine sebep oldu. Yangın süresince, havadaki toplam partikül miktarı 1000 mg/m3 ulaşmıştır ve bu değer insan sağlığı için izin verilen değerin dört katından fazladır. İndependenta kazası, İstanbul Boğazını tehlikeye atan tanker kazalarının ne ilki ne de sonuncusu olmuştur.
İndependenta'nın taşıdığı ham petrolü, resmi kaynaklara göre Köstence limanına taşıdığı bilinse de o dönem Türkiye'nin maruz kaldığı petrol sıkıntısı -ambargonedeniyle Libya'dan yüklenen petrolün bu yolla yurda sokulacağı iddiaları atılmaktadır. İndependenta'nın enkazının 7 yıl sonra ancak Tuzla'ya götürülebilmesi ve Tuzla'da iken de ufak bir yangının çıkması, onun verdiği hasarın artçılarıdır. 2002 yılında yaptığı kanal
İski'nin Haydarpaşa'da inşaatında, mendireğin 31
GENCAY
KİTAP TANITIMI: KÜRESEL ENERJİYE YÖN VEREN GÜÇLER (21. YY SONRASI) MİLLİ KİTAP Hepimizi birbirimize bağlayan belli değerlerin olduğu dünyada, bu değerlerin başını petrol, doğal gaz gibi fosil yakıtlar çekiyor. Bu kaynaklara olan bağlılık ve bu kaynakların bir gün yok olma endişesi ‘’yeşil teknoloji’’ ile her zamankinden daha fazla ilgilenmemize sebep oluyor. Bir yanda ilerleyen küresel medeniyetler ve bu medeniyetler bağlamında yetişmemiz gereken teknoloji varken, diğer tarafta ise insanların ve insan dışı canlıların barınmasına ve güvenli bir geleceğe sahip olmaları için korunmasına ihtiyaç duyulan biyosfer var. Durum böyle olunca oldukça güçlü bir ikilem yaşanıyor. Tabi bir de işin içine küresel güçler karışıp, dünya devi ülkelerin rant savaşları, çıkar çatışmaları girince durum daha da karmaşık bir hâl alıyor. Böyle olunca ister istemez insanlığın geleceğini düşünmeye başlıyorsunuz.
Enerji, küreselleşen dünyamızın vazgeçilmez değeri. Ne onunla sağlıklı yaşamak mümkün, ne de onsuz… Enerji, her geçen gün şehirlerin biraz daha büyümesine sebep olurken, ormanların ise gitgide yok olması gerçeğini önümüze getiriyor. Modern çağın başlangıcıyla ayrılmaz bir parçamız olan enerji, kendisiyle birlikte belli başlı temel sorunları da getirmiş oldu. Enerji ilişkilerinde tekelcilik gibi sorunlar ile enerji hayatımızda oldukça ihtiraslı bir yere sahip oldu.
‘’Enerji bağımsızlığı’’ mümkün mü diye soramadan küresel şirketler ve dünya devi firmaların kendi çıkarları doğrultusunda ‘’enerji bağımsızlığı’’nı imkânsız bir hale soktuklarını görüyoruz. Medeniyet ve enerji için hep birilerine bağlı kalmak zorunda bırakılmamız bizi ‘’yeşil enerji’’ye itse de, şu an için bu teknolojinin ihtiyacı karşılamaya ne kadar yeterli olduğu bilinmemekle birlikte, çevreye etkilerinin de ne derecede olacağı kafalarda soru işaretleri uyandırıyor.
32
GENCAY Bu bahsettiğimiz konuların hepsi TÜBİTAK Popüler Yayın Kitapları’ndan çıkan, yazarı Scott L. Montgomery olan ‘’Küresel Enerjiye Yön Veren Güçler(Yirmi Birinci Yüzyıl ve Sonrası)’’isimli kitaptan. Çevirisini Evra Günhan Şenol’un yapmış olduğu kitap birinci baskısını 2014 yılında çıkarmış olup, içeriğinde enerjiye dair her şeyi bulabileceğiniz güzel bir kaynaktır. Yazarın karşısındakiyle konuşurmuşçasına yazmış olduğu kitapta ‘’petrol gerçeği, geçmişin kralı kömürün akıbeti, nükleer enerjinin değişen görüşleri, yenilenebilir enerjinin mümkün olup olmayacağı, yenilenebilir enerjinin
sınırlarının nasıl belirleneceği, jeopolitik enerji ve teknolojiyle birlikte iklim değişikliği’’ gibi konulardan bahsedilmiştir. Bu kitap çevreye duyarlı okuyucular için eşsiz bir kaynak. İlk bölümlerinde ağır bir terminolojinin kullanılmış olması nedeniyle biraz sıkılacağınız fakat ilerleyen bölümlerini heyecanla takip edeceğiniz bir kitap. Kitabın sonuna gelip küresel enerji ve küresel enerjiye yön veren güçlerin neler yaptıklarını gördüğünüzde dünya yönetimi ve milletler mücadelesi konusunda epey bilgi sahibi olacaksınız. Sizlere şimdiden iyi okumalar diliyoruz.
millikitap.com 33
GENCAY
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
34
GENCAY
millikanal.com