www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 4 Sayı 45 - Ekim 2015 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
MODERNİST BİR EĞİTİM TASARIMI: “MİLLÎ MEKTEP” / Yunus Emre UYAR AİLE RESİMLERİ / Dilek AKILLIOĞLU TARİHTE İLK BİYOLOJİK SİLAH: DELİ BAL / Ragıp REİS TÜRKİYE'NİN ERKEN SEÇİMLERİ / Çağhan SARI ELİF KAŞLARINI ÇATTI! / Hanife YAŞAR GÜNEŞE DOST PAMİR’DEN ANADOLU DİYARI ULUPAMİR’E / Gülder ESKİ YILANLARIN ÖCÜ: FAKİR BAYKURT HAKKINDA / Canan CAVŞAK
GENCAY
MODERNİST BİR EĞİTİM TASARIMI: NURETTİN TOPÇU’NUN “MİLLÎ MEKTEP”İ Yunus Emre UYAR Toplumsal sorunlarla ilgilenen aydınların gerek sorun saptamalarında gerekse çözüm önerilerinde sıkça değindikleri bir alan da eğitimdir. Bu, eğitim olgusunun toplum ve uygarlık için ne anlama geldiğinin bilincinde olan kimseler için oldukça doğal bir durumdur. Sonuçta eğitim, toplumu biçimlendirmek üzere siyasi gücün epey yatırım yaptığı bir aygıttır. Toplum için bir şeyler söylemek isteyenler bu nedenle onca emek harcanan eğitime değinmeden edemezler. Kaldı ki eğitim bahsini açmadan herhangi bir toplum sorunu üzerinde konuşmak pek olanaklı görünmez.
1. Topçu’da Eğitim Ne Anlama Gelir? Nurettin Topçu, toplumsal meseleler için eğitim olgusunun birçoklarına göre daha büyük bir rolü olduğu kanısındadır. “Bir neslin kurtuluşunu ancak maarifinin yükselmesinde aramak lâzımdır.” diyen aydın, aile-okul kıyasına gittiğinde de okulu öncelikli görür. Okul kurumuna ve eğitim olgusuna toplumda bu denli yer veren Topçu için eğitim birey yetiştirmekten çok toplumu yapılandırma aygıtıdır. O, yeri geldiğinde yetişek tasarlamanın da ötesine geçerek zaman zaman ders içeriği, hatta işleniş süreci bile kurgular. O, eğitsel etkinlikleri seferber edilip topluma biçim vermeye yarayan bir enstrüman olarak görür. Bunu onun “Millet Ruhunu yapan Maariftir.”(s.30) gibi tümcelerinde de görmek mümkündür. İş bununla da kalmaz, o okulu hakikate götüren yol olarak görür. Burada onun sonraları da değinileceği gibi mutlak hakikat yanlısı olduğunu söylemek gerek. Onun için belli mutlak hakikatler vardır ve okul bu hakikatlere ulaşamamış olanları irşat görevini üstlenebilecek birincil kurumdur.
Durmuş Hocaoğlu, bir metninde aydın kimselerin toplumsal sorunlarla vicdanı kanayanlar olduğunu söyler. Bunun gibi, Türk toplumunun birçok derdiyle dertlenenlerden olan Nurettin Topçu da birçok aydın gibi eğitim bahsini ele almış, hatta “Maarif Davamız” adlı bir kitaba da imza atmıştır. O, eğitim adına öne sürdükleriyle bugün eğitim üzerine düşünenlerin dikkate alması gereken bir aydın olduğundan bu yazının amacı onun ilgili görüşlerini tanıtmak ve bugün için tartışmaya açmaktır.
2. Topçu’nun Eğitim Felsefesi Hakkında Neler Söylenebilir?
Nurettin Topçu, ülküsündeki eğitim anlayışını “Millî Mektep” şeklinde adlandırmış ve bunun nasıl olması gerektiğine dair metinler üretmiştir. Onun Millî Mektep’ini daha iyi anlamak için belli başlıklar altında incelemek gerekir.
Nurettin Topçu eğitim bilimleri üzerine formal bir eğitim almamış biri olarak eğitim bahsine daha çok dışarıdan yaklaşmıştır. Bu nedenle onun asıl 1
GENCAY meselesi eğitim etkinliklerine yön veren temel felsefedir. Onun tasarladığı Millî Mektep’i ayrıcalıklı kılan da yaslandığı felsefî temellerdir. Bu hâliyle o tasarımın felsefî temellerini vurgulamak için o, öncelikle bazı felsefî görüşleri açık bir biçimde karşısına almıştır.
“Üçüncü ve son yıkım, evvelkilerin zorunlu sonucu hâlinde ve onlardan daha müthiş, daha acıklı oldu. Bunda kudret iradesi ve onun yarattığı gurur yok olarak onların yerinde existentialisme’nin tatbikatı diye Batı’dan alınan fizyolojik iştihaların hakimiyetine teslim edici bir nevi hayat realizmi göze çarpıyor.” (s.22) Varoluşçu felsefeyi da açıkça karşısına alması Topçu’nun din odaklı dünya görüşünün doğal bir sonucu olarak okunmalıdır. Nitekim o, bireyin kendi varoluşunu gerçekleştirmesi yerine onun üzerinde var edici bir otoriteyi hayatının temeline yerleştirmiş görünmektedir. Ancak bunu söylerken özellikle gençlerin psikolojisine ilişkin dikkate değer kaygılardan söz eder. Varoluşçu felsefe her ne kadar bireye kendi sorumluluğunu yüklemek işlevine yardım etse de varoluşçu felsefecilerin toplumda bıraktığı genel izlenim, özellikle ergenlik dönemindeki bireylerin birtakım bunalımları düşünüldüğünde kaygılandırıcı olabilir. Varoluşçu bir dünya görüşünün genç zihinlerde nasıl etkiler bırakacağı da ayrıca bir tartışma konusudur.
Topçu’nun eğitim evreninde pragmatizm, pozitvizm, katı bir realizm, materyalizm, varoluşçuluk doğrudan; sekülerizm, laisizm dolaylı olarak tümüyle dışlanmıştır. O, yer yer bilginin yarara indirgenmesini ve okulun hayatla eşitlenmesini yererken yeri geldiğinde açıkça Amerika’dan ithal edilen pragmatik felsefeyi sorunların sebeplerinden gördüğünü beyan eder. “Her sahada muvaffakiyetin sırlarını araştıran ve pratik muvaffakiyete hakikat unvanını bağışlayan Amerikan felsefesi prgmatizm, her şeyden önce maarifte muvaffak olmuş bir musibettir.”(s.93) Onun devrinde Türk eğitim sisteminin temellerinde büyük ölçüde pragmatizmin eğitim felsefesine yansıması olan İlerlemecilik akımının etkisi görülür. Hakikati tanrısal, ruhçu kaynaklarda arayan aydının onu yararla eş gören bu felsefeyi benimsememiş olması oldukça doğaldır, ancak o bu felsefeyi eğitim için sorun olarak görürken herhangi bir pedagojik dayanak sunmadığı gibi İlerlemeci eğitimcilerin pedagojik iddialarını tahlile de girişmemiştir. Burada, yeri gelmişken bireye pratik bir fayda sağlayacak olanın özellikle çocuk zihinler tarafından ne denli alımlanacağını ve böyle bir kaygı taşımayan ruhçu eğitim felsefelerinin çocuk zihnine neler söyleyebileceği konuları tartışılmaya muhtaçtır.
Pozitivizm ve materyalizm de doğrudan Topçu’nun dünyası dışında kalır. Dinci dünya görüşünün etkisiyle böyle olması yadırganmamalıdır. Ancak söz konusu eğitim olunca ona göre bu tür akımlar bireyi idealden, romantizmden uzaklaştıracağı için zararlıdır. Çünkü o, eğitimde gençliğe romantik bir hava oluşturmak ve bu sayede ideal yüklemek gerekliliğinden söz eder. Kısaca yukarıdaki gibi olmaması gereken eğitimin felsefesinde Topçu, romantizme büyük pay bırakır. Onun Anadolu’yu 2
GENCAY “Yazılmamış bir destan gibi.” görmesi, Anadolucu diye nitelenen kimliğinin bir parçasıdır. O, bir Anadolu romantizmi yaratılması gerektiğinden söz eder. Onca, bu coğrafyanın ve üzerinde barınan kültürün son bin yılda ortaya koydukları eğitsel düzlemde romantik bir hava oluşturmalıdır. Bunun için Anadolu’nun sözlü kaynaklarını hatırlatarak o aslında 18. asrın Alman romantizmini çağrıştırır. Grimm kardeşler gibi masal derleyicilerinin çalışmalarıyla, sözlü kaynakların gündeme getirilmesiyle Almanya’da ortaya çıkan romantik havanın bir benzerini Topçu Türkiye için de ister. Yine bundan bağımsız düşünülmeyecek şekilde o, eğitimin temellerine “ideal” kavramını yerleştirir. Onun hem bir güdülenme kaynağı hem de bir yürütücü güç olarak ideali eğitimde böylesine yapıcı görmesi önemlidir. Bu sayede eğitsel süreçlerde romantik algıların ve onların yetişeğe yansımalarının olanakları tartışmaya açılabilir. “Ancak doğurucu zekaya ilk hamleyi verecek olan, asırlar içinde bir millet ruhunun bir vatan toprağına sızdırdığı suların çağlayanı olan romantizm hareketidir. Anadolu, romantizmini hâlâ yaşayamamıştır. Halbuki bu toprağa ne zaferlerle matemler, ne sevdalar ve sesler sinmiştir! Herhalde birgün doğmasını beklediğimiz Anadolu romantizminin, dini temel ve ruhu tasavvufta barınan İslam; ahlâk anlayışı ve fedakârlık; sanatının temeli Anadolu destanları, masalları ve halk türküleridir.” (s.85)
olan aydın, devrinde makineleşmenin, pozitif bilimlerin eğitim ve toplum yaşamındaki egemenliğinden kaygı duymuştur. Gerçekte bireyin özgürlüğü için bir süre sonra tehdit olmaya başlayan makineleşme olgusunu tedirginlikle karşılayan aydın, modern zamanların en çok ihtiyaç duyduğu kavramlardan olan değerler eğitimini de gündeme getirmiştir. Ona göre mânânın bir bahsi olan değerler, insanı makinenin, sanayinin ve pratik faydanın güdümünde kısırlaştıran egemenliğine karşı insanîleşmek için gereklidir. Onun bu kaygıları devrinde ötelenmiş bulunan sosyal bilimlere ve sosyal bilimler eğitimine göz kırpar. Bununla da kalmaz, bugün bile eğitimde de çokça ihmal edilen bireyin duyuşsal boyutuna ilişkin bir şeyler söyler. Bugün, eğitimin bireylerin belli başlı bilişsel beceri kalıplarına uydurulmaları etrafında dönmesi, eğitimde kuşakların duyuşsal cephelerinin (değer, ilgi, tutum, ahlâk, sevgi vb.) ihmal edilmesi bir yakınma konusudur. İyi bir liseye ya da üniversiteye girmenin, bu sayede kaliteli bir yaşam kazanmanın koşulları arasında duyuşsallığa pek yer verilmemektedir. Seven birey, düşünen bireyin çok arkasına itilmiştir. Bugün de modern zamanların insanın insanlığından bir şeyleri götürdüğü iddiasında olanların başat tutamakları Topçu’nun öne sürdükleridir. O hâlde onun Millî Mektep’i söz konusu kaygıları giderici açılımlar sunabilir. Bireyin duyuşsal boyutunu sorun edinenlerin çoğu kez soluğu dinlerde ve/veya türlü ahlâk anlayışlarında aldığı görülür. Nitekim Cemil Güzey’in dediği gibi bunlar bireye hazır davranış ve duyuş kalıpları sunar. Topçu da yeni bir yol
Nurettin Topçu’nun Millî Mektep’inde önemli bir kaygısı da madde-mânâ dengesidir. Metafizikle arası oldukça iyi 3
GENCAY denemek yerine büyük bir hararetle taraftarlığını ettiği toplumunun halihazırda var olan dinine ve ahlâk dizgesine başvurur. Onları insanîleştiren değerler olarak görüp makineleşme tehdidi karşısında kuşanır. Bu hâlde Millî Mektep’in başat cephelerinden birini de onun birbirinden ayrı görmediği din ve ahlâk eğitimi oluşturur. Din ve ahlâkın böylesine bir aradalığının olanağı ayrı bir tartışma konusudur. Burada Topçu’nun din ve ahlâk eğitimi bahsinde akranlarının ötesine geçen iki vurgusunu sermek gerekir. Onun bu konudaki birinci vurgusu sürecin tekniğine ilişkindir. Ona göre pedagojik teknikten yoksun bir din ve ahlâk eğitimi dine de ahlâka da yarardan çok zarar verir. Bugünkü din ve ahlâk eğitimi durumlarına bakınca Topçu’ya hak vermek gerekir. Öğretmen atamak üzere yapılan sınavlarda en düşük puan ortalamasına sahip olan branşlardan biri din kültürü ve ahlâk bilgisidir. Bu, mevcut branş öğretmenlerinin birçoğunun pedagojik yeterliliklerine dair kuşku uyandırır. Zaten camilerde verilen din eğitimi hiçbir pedagojik ehliyeti olmayan din görevlilerinin elindedir. Topçu’nun din için gördüğü tehditler de tam olarak bunlardır.
biri için diğer görüşler elbette pek önemli olmayacak, hatta çoğu kez yaşamayı hakketmeyecektir. Topçu da böyle biri olarak düşlediği sürecin otoriter bir tavırla gerçekleşeceğini söylemekten çekinmez. Nurettin Topçu’nun Millî Mektep’ini inşa edecek olan eğitim felsefesi maddeyi bırakmadan mânâyı, bu dünyayı bırakmadan öte dünyayı, bilişi bırakmadan duyuşu, modernizmin katkılarını bırakmadan onun alıp götürdüğü millî değerleri, makineden vazgeçmeden insan gönlünü kucaklamayı amaçlar. Topçu’nun ortaya koyduğu anlayışı insanlık tarihindeki diğer eğitim felsefelerinden soyutlamak olanaklı değildir. Onun söylemlerini ana eğitim felsefelerinin bir yerlerine yerleştirmek aslında onun modernizmin neresinde kaldığını söylemeyi de sağlar. İdealist felsefeye dayanan Daimcilik, dönüp bakıldığında Nurettin Topçu’nun büyük ölçüde oturtulabileceği bir şablon gibi görünür. Herhangi bir eğitim felsefesi kitabında Daimcilik başlığında sıralanan birçok maddenin Millî Mektep’le örtüştüğü görülür. Daimcilik büyük kitaplar etrafında şekillenen eğitimi savunur. Topçu da yukarıda değinildiği gibi tüm eğitsel evrenini bir büyük kitap olan Kur’an etrafında tasarlamıştır. Eğitimde erensel ve mutlak doğruların aktarılması esastır, diyen Daimci öğreti Millî Mektep’te Allah’ın yolunu değişmez hakikat olarak saptamak şeklinde ifade edilir. Nurettin Topçu, pragmatizme karşı çıkarken onun hayatla eğitimi eşitlemesi üzerinden gitmiştir. Çünkü o da tipik bir daimci gibi eğitimi hayatın kendisi değil, hazırlığı
Maddeci, olgucu, yararcı, varoluşçu hayat algılarını karşısına aldıktan sonra Topçu, Millî Mektep’inin temelini açıkça beyan eder. Onun mektebi için temel kitabı “Kur’an’dır.” (s.62) Onun maarif davası bireyi hakikat olarak gördüğü Allah’a giden yola yerleştirmektir. Çok bilindiktir ki mutlak bir hakikate sahip olmak iddiası iddia sahiplerini çoğu kez otoriterliğe sevk eder. Bu, oldukça doğaldır, çünkü elindekinin mutlak doğru olduğuna inanan 4
GENCAY olarak görür. Millî Mektep’e Topçu’nun önerdiği dersler bile Daimci öğretiyle örtüşür. Bunlar fen bilimlerinin yanı sıra felsefe, tarih ve edebiyattır. Topçu sorumluluk bahsinde de tipik bir Daimci gibi düşünür ve varoluşçuluğa muhalefet etmesine rağmen kişisel sorumluluktan söz eder.
Millî Mektep’in ortaya koyduğu dizgenin hizmet edebileceği belli başlı değerler de vardır. Bunların başında insan duyuşunun önemsenmesi gelir. İnsanın makineleşme sürecinde insanlığından kaybettiği kaygısını taşıyanlar için insan duyuşunu önemsemek şarttır. Topçu, bunu İslamî bir söylem tasarımıyla gerçekleştirmiştir. O, aynı kaygının bir sonucu olarak eğitimin sermayenin tekeline girmesine de karşıdır. Eğitimde özelleşme fikrine itiraz ederken başat kaygısı eğitim kurumlarının ticarethaneye çevrilip maddeci heveslere kurban verileceğidir. Eğitimi alınıp satılan, varsılın çok yoksulun az temin edebildiği bir ticari meta hâline getirme tehlikesi taşıyan özelleşme sürecine karşı Topçu, devlet tekelini savunarak klasik Amerikan muhafazakârlarından ayrılır. Ancak bunu yaparken çıkış noktası aynı duruşu sergileyen Freire, Mc Laren, Giroux gibi sermaye karşıtları değil; doğrudan manevî duyarlılıklarıdır. Yine de onun bireyin duyuşsal cephesine yönelik vurguları postmodern kaygılara benzetilebilir. Makineleşmeye karşı duyguları ön plana çıkarmak kalıbıyla özetlenebilen bu postmodern tavrın Topçu’da da mevcut olduğu kabul edilebilir.
Görülen o ki Millî Mektep, modernizmin içinden birtakım Batılı değerlere karşı duran, toplumu birtakım Batı kökenli akımların etkisinden soyutlamaya çalışan, temellerini İslam öğretisinin mutlak hakikat iddialarında bulan ve bunun getirisi olarak otoriter eğilim gösteren bir yapılanmadır. Böylesi bir felsefeye yaslanan Millî Mektep’in yirmi birinci yüzyılda bazı soru işaretleri vardır. Bir kere birçok Batılı değere karşı açıkça savaş ilan etmek, onları soğukkanlılıkla inceleyip gerekli yararı çıkarmaktan daha işlevsel olur mu, sorusunu gündeme getirmek gerekir. Yapıtında görüldüğü gibi Nurettin Topçu herhangi bir Batılı değerin eleştirisini ya da çözümlemesini yapmaksızın reddeder ve bu tavrın temelinde genellikle onların Topçu’nun mutlak hakikat iddiasının anlam evreninde yer almaması yer alır. Böyle olunca ortaya bir başka sorun çıkar: Tüm bu evrenle karşıtlık ilişkisine girmeyi getiren mutlak hakikat iddiası, kendisini hangi olgusal düzlemde ne tür bir nesnellikle ortaya koyar? Ya da böylesi bir eğilimi olanlar için bu soru gerekli midir? Bu sorunu öteleyen bir anlayış nesneler evreninde kişilere neler söyleyebilir?
Nurettin Topçu, her ne kadar eğitimin meselelerine derinlikli olarak nüfuz etmemiş olsa da ona dışarıdan getirdiği birtakım felsefî yorumlarla eğitim felsefesi üzerinde düşünenler için gözden kaçırılmaması gereken bir aydındır. Yine Türkiye’de belli bir zihin dünyasının anlaşılması için önemli veriler sağlar.
5
GENCAY
AİLE RESİMLERİ Dilek AKILLIOĞLU Türkiye’de 19. yüzyılın sonundan başlayarak yaşanan sosyal ve ekonomik dönüşümler, aile yapısının değişmesine ve farklı aile biçimlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu süreçte, geleneksel aile biçimlerinin işlevleri yavaş yavaş ortadan kalkmış ve modernleşme sürecinin getirdiği yeni yaşam biçimlerine uygun aile biçimleri ortaya çıkarak toplumsal yaşamda önemli bir yer tutmaya başlamışlardır(Özbay, 1985; Duben, 1985; Duben ve Behar, 1998).
planlamasındaki bu farklılık aile içerisindeki bağlarında değişmesinde doğal olarak etkili olmuştur. Sosyal güvenlik konusunun değişimi sonucunda ülkemizde aile kurumu, yukarıda belirttiğimiz gibi kuruluşundan sonra farklılaşmalar yaşadığı gibi kurumsallaşmadan öncede değişime uğramıştır. Türkiye’de evlenmeye karar veren çiftlerin yaş aralıkları değişmiş; yuvanın kurulmasında ekonomik birikim ve eğitimin etkili olmaya başlamasıyla eş seçiminde geçen süre uzamıştır. Bu durumun olumlu ve olumsuz olarak aile resimlerine etkileri kaçınılmaz olmuştur. Öncelikle süreç uzamadan yapılan genç evlilikler için düşünecek olursak kişisel gelişimini yeni yeni tamamlaya çalışan bireyin toplumun temel kurumunu oluşturması dinamikçe ama sağlam olmayan yapılara neden olmuş, genç birey oluşturduğu yapı ile kendi için bir şeyleri tamamlamadan sosyal dengenin zinciri olan çocuğu dünyaya getirmiştir. Ülkemizdeki genç evliliklerin çoğu çiftlerin isteği değil de aile büyüklerinin uygun görmesiyle de oluştuğu için aile yapısı daha da karmaşık hale gelip hem kişiler hem de toplumu sosyal olarak geriye getirebilmektedir. Diğer taraftan ise sürecin uzamasıyla kişilerin evlilik için daha seçici hale gelmesi, hatta belirli süreden sonra evlenmekten vazgeçmesi de ülkenin nüfusunu, üreten neslin giderek azalmasına neden olabilmektedir.
Aile yapısının değişiminde büyüyen nüfus, sosyal, ekonomik, kültürel sebeplerle birlikte gelişen düşünce biçimleri de etkili olmuştur. Özellikle genç insan sayısındaki artış, buna bağlı olarak yerleşim yerlerindeki kırsal bölgeden kente geçişin artması da aile biçimlerini etkilemiştir. Diğer taraftan 19. Yüzyıldan sonra kadın, kırsal bölgeden büyük anakentlere geçen yaşamla çalışma sahasında etkili olmaya başlamış, buna bağlı olarak doğum sayısında azalmalar yaşanmıştır. (Koç ve diğerleri, 2010). Çiftlerin evlendiklerinde aile planlamasına verdiği önem; önceleri olduğu gibi üçten fazla çocuk değil şehrin ekonomik çizgilerine göre değişmiştir. Aile
Son 40 yılın verileri incelendiğinde Türkiye’de çekirdek aile ve dağılmış aile 6
GENCAY resimlerinin yaygınlığı artmıştır. Geniş aile biçiminin ise giderek azaldığı görülmüştür. (Türkiye’de Aile Yapısının Değişimi, 19682011) Bir ya da iki çocuğa sahip çekirdek aile resimleri kentlerde fazla, kırsal kesimlerde ise durumun tam tersi üç veya daha fazla çocuklu ailenin olduğu gözlenmiştir. Aile resimlerinin bu farklılığı köyde yaşayan genç nüfusun fazla, kentteki genç nüfusun ise az olduğunu da ortaya koymaktadır. Kırsal kesimdeki aile resimlerinde çocuklar eğitim sebebi ile belirli süreden sonra anakentlere göç etmekte veyahut ekonomik durumların getirdiği zorunluluklarla kente göç etmektedirler. Bu da aile profillerindeki bir başka değişime yol açmakta; aile gelenek ve kültürlerini de farklılaşmaktadır. Dağılmış ailelerin sayısı bu ve benzer değişimlerle giderek sayısını yükselmektedir. Bu farklılığın altında, kentsel alanlarda tek ebeveynli ailelerin, diğer dağılmış aileler ve akraba olmayanlardan oluşan ailelerin yaygınlığının kırsal alanlara göre daha fazla olmasının etkisi bulunmaktadır. Köyde yaşayan küçük topluluklar genel olarak birbirlerini tanıyan, bir şekilde akraba veya hısım olan kişilerden oluşmaktadır. Yine evliliklerde bu küçük sistem içerisinde oluşup, yuva kuracak çiftlerin bir şekilde bağları bulunmaktadır. Geçmişteki akraba evlilikleri ve bunun sonucu olarak özel eğitime muhtaç çocukların dünyaya gelmesindeki artış bundan kaynaklanmıştır. Buraya bir parantez açacak olursak yukarıdaki genç evliliklerin getirdiği eksi durumlar olsa da göz ardı edilmekte, ayrıca sosyal bir güvencesi olmayan kadın ayrılıkları en aza indirgemeye gayret etmektedir. Akraba evlilikleri, ya da kent-kır kadın
özelliklerinin farklılıklarını ve sonuçlarını şimdilik ele almadığımız için küçük sosyal döngünün etrafında oluşan bu aile resimleri belirli adet-değer- görenek gibi mühim kavramları beslemektedir. Kentlerdeki yaygın aile resimlerinde kişiler birbirlerinden uzak insanlardan oluşmaktadır. Günümüzde de artan çekirdek aile sayısının fazlalığı bu sebeplerden ileri gelebilecek olup, kentkır yaşamının, değerlerinin arasındaki makas giderek açılmaktadır. Geniş aile yapısının varlığı toplumda kendine yeten başlı başına bir üretim birimini kuvvetlendirmektedir. Geniş ailede yapılan üretim, işbirliği, çocuğun babadan edindiği meslek ve yaşam tecrübeleri geleneksel damarları sıkı tutmaktadır. Fakat bunun yanı sıra bu aile resminde baba tek egemen kişi olup kararları alan etmendir. Çekirdek ailenin ya da kentsel aile yapısının en sarsıcı değişim de bu olmuştur. Köylerde var olan yakın komşuluk ilişkileri değişen yapı ile bozulmaya başlamıştır. Kentlerde çekirdek aileler akrabalardan uzakta, dağınık komşuluk ve insan ilişkileri içinde yaşamaya, yeni toplumlara yol açmaya başlamışlardır. Dağınık aile resimlerinin iyileştirici etkisi de akraba evlilikleri bu şekilde azalması olmuştur. Çünkü birbirinden uzakta olan kişiler ayrı sosyal sınıflardan evlilikler yapmışlardır. Teknolojik gelişme sayesinde kadın evinde yaptığı kas gücü gerektiren işlerin ağırlığından kurtulmuş daha çok sosyal yaşama karışmıştır. Evdeki sosyal yaşamı biçimlendiren karar alma, karar verme biçimlerini değiştirmiş, çocuğun büyütülmesinde annenin etkisi kadar baba rolünü de kuvvetlendirmiştir.
7
GENCAY Aile yapıları hakkında meydana gelen değişimleri inceleyen gelişimsel idealizm teorisi konu hakkında insanların dini, ahlaki tutumlarının kendilerini etkilediği gibi aynı zamanda aile kurma, çocuk yapma, yetiştirme inanışlarını da etkilediğini savunmaktadır. (Thornton, 2001; Thornton 2005; Thornton ve diğerleri,2012). Düşünce ile modernleşme algısının farklı aktarılmaya çalışıldığı savunulmaktadır. Bu düşüncenin etkisi ile birçok gelişmekte olan toplumda az çocuk sahibi olmak ve çekirdek aile içinde yaşamak gelişmeyi ve ilerlemeyi destekleyen; çok çocuk sahibi olmak ve geniş aile içinde yaşamak ise buna engel olan bir durum olarak algılanmaktadır. Bu da ülkemizde olduğu gibi çekirdek ailenin örnek aile olma algısının güçlenmesini sağlamıştır. (Barrett ve Frank, 1989; Donaldson, 1999; Harkavy, 1995; Hodgson, 1983; Hodgson,1988)
bağlar ciddi şekilde yaygınlığını da artmıştır.
dağılmış
aile
Dağılmış aile tek kişilik yaşam biçimini güçlendirerek toplumda yalnızlığa ilerleyen gençlerin oluşmasını sağlamıştır. Bu şekilde ilerleyen aile yapıları dikkate alınırsa gelecek çağlarda iç kültür temeli olan kurumun zayıflayacağı, yok olabileceği öngörülebilir. Öngörü ile geniş aile biçimi düşünsel, ekonomik sosyal dönüşümler ile durağanlaşacak, çekirdek, dağılmış aile tipleri artabilecektir. Sonuç olarak toplumsal yapının güçlendirilmesini sağlayan aile kuruluşunun üyeleri arasındaki ilişkiler dengelenmeli, geniş aile ve çekirdek ailenin etkileri üzerinden düzenlemelere gidilmelidir. Bu kapsamda aile yapılarındaki çözülmeler hakkında iyileştirme sağlayacak kalkınma planları yapılmalıdır. Aile danışmanları toplumda daha fazla etkili olmaya başlamalı, yapılacak planlar değerler sistemi üzerinden yapılan geliştirici sağaltımlarla sağlanmalıdır.
Aile, insan ilişkilerinin birincil olarak kurulduğu yer olmasından dolayı yapısal olarak yaşadığı her değişim toplumsal davranışların kuşaktan kuşağa aktarılmasını etkilemiştir. Gelişimsel idealizm teorisinin de aslında belirtmek istediği budur. Buradan hareketle dikkat edildiğinde Türkiye’de aile yapısındaki önemli değişimler bu anlayıştaki modernleşme işlevi ile aile yapılarını küçükleşmiştir. Aile biçimlerinin kompozisyonları sığlaşmış, boşanma, kavga, şiddet kopuk ebeveyn ilişkilerine yol açmıştır. Diğer yandan bu kopuk
Kaynaklar: 1. T.C. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü, “Türkiye Aile Yapısı Araştırması” , Araştırma ve Sosyal Politika Serisi 07, Birinci Basım, 2014, İstanbul 2. Aile Yapısı Araştırması, (2006), Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü: Ankara. 3. Türk toplumunda aile-çocuk ilişkilerine genel bir bakış, Tezel Şahin, Fatman cevher, Fatma Nilgün
8
GENCAY
TARİHTE İLK BİYOLOJİK SİLAH: DELİ BAL Ragıp REİS Karadeniz Bölgesi’nin dağlık alanlarını bahar mevsiminde ziyaret ederseniz, arı yetiştiricilerinin açık bej ve mor ormangülü çiçekleri ile kaplı geniş alanlara ulaşıncaya kadar kovanlarını yokuş yukarı sürüklediklerine şahit olabilirsiniz. Bu alanlarda arılar salınıyor ve ormangülü çiçekleri polenlerini yayıyor. Arılar bu polenleri kullanarak daha önce birçok kez savaşlarda silah olarak kullanılmış sıra dışı bir bal üretiyorlar.
ordunun komutanı olur ve 10 bin Yunan askeriyle birlikte ana yurtlarına geri dönebilmek maksadıyla Trabzon’a ulaşmak için yola çıkar. Bu yolculukta Erzurum-Gümüşhane hattı üzerinden Zigana Dağı’nı aşan Onbinler, zorlu bir yolculuktan sonra Trabzon’a ulaşır. İşte Ksenophon bu yolculuk sırasında yaşananları, geçtikleri bölgelerdeki halkları ve izlenimlerini Anabasis isimli eserinde anlatır. Ksenophon’un verdiği birçok bilgi olmakla beraber bizim esas konumuzu teşkil eden Doğu Karadeniz’de deli bal yahut tutan bal olarak bilinen bal türüyle ilgili verdiği bilgilerdir. Ordusuyla beraber Erzurum-Gümüşhane hattı üzerinden Trabzon bölgesine yaklaşan Ksenophon, burada yerli bir halkla ilgili bilgiler verir. Bunlar Kolkhlardır. Bölgenin yerli halkı olan Kolkhlar, Ksenophon’un ordusu ile Karadeniz arasındaki son engeldir. Dolayısıyla savaş kaçınılmazdır. Ksenophon askerlerine, ‘’Arkadaşlar, şu gördüğünüz adamlar çoktan beridir ulaşmaya çalıştığımız hedefimizin önündeki son engeldir. Hepsini diri diri yemeliyiz.’’diyerek onları hücuma teşvik eder. Neticede Onbinler düşmanlarını mağlup eder ve Kolkhların siper aldığı tepeyi (Gümüşki Tepesi’nin kuzeyine düşen Seslikaya Tepesi) ele geçirerek etraftaki köyleri yağmalar. İşte Ksenophon, meşhur deli baldan ilk defa burada bahseder:
Deli bal, Doğu Karadeniz’e özgü bir bal türü ve tarihi çok eskilere dayanıyor. Yöre halkının ilkçağlardan günümüze kadar üretimine devam ettiği bu baldan ilk bahsedense Yunan tarih yazarı Ksenophon. MÖ 401 yılı dolaylarında Pers kralı Artakserkses'in kardeşi Kyros'un, krallığı ele geçirmek amacıyla ağabeyine karşı başlattığı savaşa katılan Ksenophon, paralı Yunan askerlerinden oluşan ordu ile yaptığı zorlu yolculuktan derlediği notlarından oluşan bir eser kaleme alır: Anabasis (Onbinlerin Dönüşü).(1) Bu eserinde anlattığına göre başarısızlıkla sonuçlanan isyan sonrasında başsız kalan 9
GENCAY ‘’Bu köylerde onları şaşırtan bir tek şeyle karşılaştılar: birçok kovan vardı ve bu kovanlardaki peteklerden bal yiyen askerler kustular, ishal oldular ve içlerinden hiçbiri ayakta duramıyordu; az yiyenler körkütük sarhoş olmuş insanlara, çok yiyenlerse azgın çılgınlara, hatta can çekişen insanlara benziyorlardı. Bu durumda birçoğu bir bozgun sonrasındaymış gibi yere serilmiş, büyük bir umutsuzluk başlamıştı. Ertesi gün kimsenin ölmediği görüldü ve sarhoşluk yaklaşık olarak bir gün önce başladığı saatte geçti. Üçüncü ve dördüncü gün müshil almış gibi bitkin düşmüş halde ayaklandılar.’’ Ksenophon’un anlattığı bu durumu, günümüzde yöre halkı ‘’bal tutması’’ olarak adlandırmaktadır.
vardır. Özellikle bu çiçek türünü yiyen hayvanların zehirlendiği görülmektedir.
Ormangülü çiçeği dünyanın birçok bölgesinde bulunmasına rağmen, deli bal yalnızca Doğu Karadeniz bölgesinde üretilmektedir. Çünkü rhododenron familyasının içinde bulunan ‘’grayanotoksin’’ maddesi, bahsettiğimiz bala söz konusu özellikleri vermektedir. Öyle görünüyor ki sözünü ettiğimiz deli balla ilgili zehirlenme vakalarının neredeyse tamamının Doğu Karadeniz bölgesinde görülmesi, bahsi geçen maddenin bölgede yetişen çiçeklerin özünde bulunmasından kaynaklanmaktadır.
Aynı baldan daha sonraki dönemlerde Plinius da bahseder ve bu balın meydana getirdiği çılgınlığa ‘’maenomenon’’ dendiğini yazar. Pekâlâ, ‘’deli bal’’ nedir ve hangi çiçek özü bal tutmasına neden olmaktadır?
Konuyla ilgili araştırmaları bulunan ve iki yüzden fazla deli bal vakasıyla karşılaşan KTÜ Tıp Fakültesi doktorlarından Süleyman Türedi’nin ifadelerine göre, ‘’dünyada yedi yüzden fazla ormangülü çeşidi bulunmakta ve bunların yalnızca iki ya da üç çeşidinin içinde grayanotoksin maddesi bulunmaktadır.’’ Bölgede deli balın hâlâ rağbet görüyor olmasını değerlendiren Dr. Süleyman Türedi, bu konuda şunları söylemiştir:
Deli bal yahut tutan bal, fazla miktarda yenildiğinde baş dönmesi, sarhoşluk; daha yüksek miktarlarda tüketildiğinde ise zehirlenmelere sebep olan bir bal türüdür. Bu bal, bölgede daha çok komar çiçeği olarak bilinen ormangülü (Rhododenron) çiçeğinin özünden elde edilir. Sahil kesiminde mor, yüksek kesimlerde ise beyaz renkli olan bu çiçeğin yanı sıra çifin/zifin yahut sifin olarak bilinen ve Trabzon’un batısında ‘’ağu’’ (zehir) olarak adlandırılan sarı renkli bir çiçek daha
‘’İnsanlar bu balın bir çeşit ilaç olduğuna inanıyor ve yüksek tansiyon, şeker hastalığı ve mide rahatsızlıkları için kullanıyor. Bunun yanında bazı insanlar 10
GENCAY cinsel gücü arttırdığı gerekçesiyle deli bal kullanıyorlar.’’
‘’gerçek’’ manada deli bal olup olmadığıysa alıcıları şüpheye düşürüyor.
Deli bal yörede bilinmekle birlikte Batılı araştırmacıların da merakını celbetmiştir. Dolayısıyla hem araştırmacılar hem de gazeteciler balın peşine düşmüşlerdir. 1844 yılında Rize’ye gelen Alman bilim adamı Karl Koch, bal tutmasına sebep olarak öne sürülen şimşir, karayemiş ve komar bitkilerini araştırmış ve bala bahsettiğimiz özellikleri vermeye en muhtemel adayın komar çiçeği olduğunu belirtmiştir.
Yazımızın girişinde de belirttiğimiz gibi deli balın tarihi çok eskilere dayanıyor ve tarihte bir nevi ‘’biyolojik silah’’ olarak kullanıldığı da biliniyor. Bu konuyla ilgili Strabon’un yazdıkları söylediklerimizi doğruluyor. Coğrafya adlı eserinde Trabzon’un güneydoğusunda tepeleri Heptakometler tarafından ele geçirilmiş Moskhia Dağlarından bahseden Strabon, MÖ 66 yılında Pompeius’un ordusundan üç Roma bölüğünün bölgeden geçerken imha edildiğini yazıyor: ‘’Heptakometler, Pompeius’un ordusu dağlık bölgeden geçerken üç Roma bölüğünü imha etmiştir. Bunlar ağaç sürgünlerinden elde edilen deli balı kâselerle yol üzerine bıraktılar ve askerler bunu yiyip de bilinçlerini kaybedince onlara saldırarak kolayca hepsini bertaraf ettiler.’’ İddialı bir yaklaşımla, belki de dünya savaş tarihinde ilk biyolojik silahın yöremizin (Doğu Karadeniz’in) insanları tarafından kullanıldığını söylemek –her ne kadar abartılı olsa da- yanlış olmayacaktır. Peki, deli balı silah olarak kullanan bu Heptakometler kimdir?
2003 yılında deli balı yerinde görmek için Trabzon’u ziyaret eden gazeteci Johnny Morris, ‘’istila ordularını yok etmek için kullanılan balın tarihi eskilere dayanıyor.’’ diye yazıyor. Morris, deli balı bulabilmek için Trabzon dağlarında araştırma yapıyor ve neticede şehrin eski mahallelerinden birinde, kendisine gizlice deli bal vermeye razı olan bir üreticiden bahsediyor. Deli bal kullanımının ardından meydana gelen etkilerin insanlar için tehdit oluşturduğu bir gerçek. Morris’e göre, “Sorumluluk sahibi işletmeciler bu balı yabancılara satmamaları gerektiğini biliyor ve bu nedenle deli balı satarken oldukça dikkatli davranıyor.”
Araştırmacı-yazar Mehmet Bilgin, Doğu Karadeniz isimli eserinde Heptakometler adının ‘’Yediköylüler’’ anlamına geldiğini belirtir ve şöyle der: ‘’Bu adlandırma bize Osmanlı belgelerinde bugün Rize’ye bağlı İkizdere ilçesinin bulunduğu bölgenin Kurayı Seba (Arapça:Yediköyler) olarak adlandırılmış olduğunu hatırlattı.’’ Ardından ilk elden kaynakların vermiş olduğu bilgileri yorumlayarak Roma birliklerinin geçiş yolunun Ovit Dağı geçidi olduğunu ileri sürer ve dikkate değer
“Yerel halk deli balı diğer bal türlerinden rahatlıkla ayırabiliyor. Deli bal boğazda keskin bir yanma hissine neden oluyor ve bu nedenle acı bal olarak da biliniyor” diyen Dr. Süleyman Türedi’ye göre bölge halkı deli balın nasıl tüketilmesi gerektiğini çok iyi biliyor. Bununla birlikte deli bal Türkiye’de yasal ve internetten dahi satışı yapılıyor. Satışı yapılan balların
11
GENCAY tespitlerde bulunur: ‘’ Yörede yaptığımız gezilerde ‘Ovit’ kelimesinin bölgede ’arı’ anlamına geldiğini ve eski çağlarda bu bölgede kaya ve ağaç kovuklarında çok sayıda yabani arı petekleri olduğu için dağa Arı Dağı anlamında Ovit Dağı dendiğini tespit ettik. Şifalı balı ile çok meşhur olan Anzer/Ballıköy’ün bu bölgede olması da dikkat çekicidir.’’ Mehmet Bilgin’in tespitlerine göre, Heptakometler Rize’nin İkizdere ilçesi civarında yaşayan ve Mosynekler olarak adlandırılan halkın ta kendisidir.
Sonuç olarak deli bal, Doğu Karadeniz bölgesine özgü bir bal türüdür ve ilkçağlardan günümüze kadar yörede bilinmekte ve tarımı yapılmaktadır. Deli balla ilgili yukarıda izah ettiğimiz kusma, baş dönmesi, sarhoşluk hali gibi durumlara sebep olansa, komar çiçeğinin özünde bulunan grayanotoksin maddesidir. 1700’lü yıllarda Avrupa’ya ihraç edilen bu madde, içeceklerin içine karıştırılmış ve alkolün etkisinden daha fazla bir etkiye sahip olduğu için piyasaya sürülmüştür. Tarihte bir tür biyolojik silah olarak da kullanılan deli balı, Fatih Sultan Mehmed’in Trabzon’u fethi esnasında bazı askerlerin yediği ve baldan yiyen askerlerin çıldırdığına dâir ‘’rivayetler’’ de vardır.
Mehmet Bilgin aynı eserinde devamla şöyle yazar: ‘’Uzmanlar arının çevrede bolca bulunan çiçekler arasındaki bazı zehirli türlerden aldığı polenlerle yaptığı balda bu durumun görülebileceği kanaatindedirler. Arıcılık yapanlarsa arının zehirli bitkilerden polen almadığını bilirler. Gerçekte ise bal tutması denilen olay, arıların bölgede ilkçağlardan 1960’lı yıllara kadar yaygın olarak tarımı yapılan ve tarih boyunca bölgedeki tekstil sanayisinin temelini teşkil etmiş olan Hintkeneviri/ Kendir/Cannabis sativa ve komar/Çifin bitkilerinden aldıkları polenlerle yaptıkları baldan yiyenlerin bir müddet sonra baş dönmesi, kusma, ishal gibi belirtilerin ardından girdikleri derin uyku ya da koma halidir.’’
DİPNOT: Anabasis’te ordunun izlediği yol, batıda Lidya bölgesindeki Sardes şehrinden başlar, Mezopotamya’daki Kunaksa’ya kadar ulaşır. KAYNAKÇA BİLGİN, Mehmet, Doğu Karadeniz, Ötüken Neşriyat, Genişletilmiş 3. Basım, 2010, İstanbul. Ksenophon, Anabasis (Onbinlerin Dönüşü), Hürriyet Yayınları, Çeviren: Tanju Gökçöl, Eylül 1974, İstanbul. Strabon, Antik Anadolu Coğrafyası, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, Çeviren: Adnan Pekman, Dördüncü Baskı, 2000, İstanbul. ÖZTÜRK, Özhan, Karadeniz Ansiklopedik Sözlük, Cilt 1, Heyamola Yayınları, 2005, İstanbul.
Yörede hintkeneviri tarımının iyice azalmasıyla birlikte bal tutması vakalarının azalmış olması, Mehmet Bilgin’in bu tezinin doğru olduğu kanaatini uyandırmaktadır. Bununla birlikte bal tutması vakaları az da olsa görülmeye devam etmektedir.
http://modernfarmer.com/2014/09/strangehistory-hallucinogenic-mad-honey/
12
GENCAY
TÜRKİYE'NİN ERKEN SEÇİMLERİ Çağhan SARI Gencay Dergisi'nin 2013 Ekim sayısında ilk defa huzurunuza çıkmıştık. İki seneyi doldurmanın verdiği mutluluk ile kaleme sarılıyoruz. Sizlerle Gencay'da buluşmamıza, davetiyle vesile olan ed. Burçin Öner'e ikinci yıl dönümünde bir kez de buradan teşekkür ederim.
seçimleri nedenleri hatırlayalım.
Türkiye, 1 Kasım 2015 itibari ile bir erken seçime gidiyor. Kasım ayındaki erken seçimin tarihimizde başka bir örneği mevcut değildir. Birçok erken seçim kararı alınıp sandığa gidilmesine rağmen Kasım ayındaki seçimi farklı kılan husus, seçim kararında yatmaktadır. Geçmişte koalisyon pazarlığı sorunları ile karşı karşıya kalındığı halde bazen kerhen destekli azınlık hükümetleri bazen geniş mutabakatlı cephe hükümetleri ile tıkanıklıkların aşıldığı görülmektedir. Bazen de pazarlıklarda taraf olanlar siyasetin doğal aktörleri değildir. Örneğin, cumhuriyet tarihimizde ilk koalisyon hükümetinin nasıl kurulduğunu sorusunu dair yine Gencay'da yayınladığımız ilerleyen zamanda da www.sozkonusu.net'e taşıdığımız'İlk Koalisyon Müzakereleri (!)' başlıklı yazımızda yanıtlamıştık. Yazının hudutlarını genişletmeden gelelim 1 Kasım seçimlerine. Olağan tarihinde yapılan seçimler sonrası anayasanın belirttiği sürede hükümet kurulamadı. Cumhurbaşkanı sandığa götürme yetkisini kullanarak meseleyi seçmene teslim etti. Başka bir örneği olmayan bu erken seçimle biz de bu ay tarihimizdeki erken
ve
sonuçlarıyla
İlk erken seçimimiz, aynı zamanda ilk tek dereceli seçim olma özelliğini de taşıyor. Evet. 21 Temmuz 1946 seçimleri. Uygulanan seçim kanunu, açık oy/gizli tasnif, sandık kaçırmalar vs gibi figürleri barındıran 1946 seçimleri aynı zamanda bir erken seçimdir. Seçimler için belirlenen tarih 1947'dir. Ancak 7 Ocak 1946'da kurulan Demokrat Parti'nin, ciddi teşkilatlanma çalışmasını gerçekleştiremeden, yıllar sonra beliren alternatif olma özelliğinin de tesiri ile halktan yoğun kabul gördü ve katılımlar oldu. İktidar, zamanın aleyhine işleyeceğini fark ederek seçimleri bir yıl öne aldı. Planlanan baskın, bir noktada amacına da ulaştı. DP, o dönem ki meclis aritmetiğinde tek başına iktidar olmayı garantileyecek kadar vekil adayı dahi çıkaramadı. 18 İlde seçimlere giremedi. Ancak değindiğimiz gibi yaşanan hadiseler, erken -hatta baskın- seçim özelliğini arka plana itti. İkinci erken seçimimiz 1946'nın rövanşı gibidir. 1957'de seçimlere bir sene kala, ekonomik göstergelerin kötüleşmesi, İspat Hakkı, Sarol Formülü, 6-7 Eylül Olayları 13
GENCAY gibi iktidardaki DP’nin kan kaybettiği gelişmelerin yaşanması, erken seçim kararı aldırttı. 1946'daki gibi baskın niteliği olan 1957 seçimlerinden önce çıkan bir kanun ise seçimlerin belki de kaderiyle oynadı. İsmet İnönü'nün Heybeliada'daki yazlığında bir araya gelen muhalefet parti liderleri -CHP, HP, CMPbir blok halinde seçime girmeyi müzakere ediyorlardı. Uzun görüşmeler, liste pazarlıkları aşamasına gelmişti ki, DP, seçim kanununda yaptığı bir değişiklikle bu bloğu kesti. Partilerin ittifak kurmasını yasal olarak engelledi. 1957 seçimlerinde DP %47 oyda kalırken muhalefet blok halinde girebilmiş olsaydı %53 orana ulaşabilir ve iktidarı değiştirebilirdi. Bu arada 27 Mayıs 1960 darbesi gerçekleşmeseydi 1961 senesindeki seçimleri DP'nin kaybedeceğine ilişkin birçok görüş vardır. Darbe olduktan sonra seçim yılında bir kayma olmadı. Seçimler 1961 yılında yapıldı.
mecliste erken seçim kararını aldıracak sayıda sandalyeye sahip değildi. Bu atmosferde gidilecek sandıktan çok güçlü çıkacağı tahmin ediliyordu. Süleyman Demirel'in Adalet Partisi, CHP'nin bu manevrasını boşa çıkardı. MHP, MSP ve CGP'yi yanına alarak Birinci Milliyetçi Cephe Hükümetini kurdu. Ülke erken seçime gitmedi ama değişik bir koalisyon yapısı ile tanıştı. Ara seçimlerin anayasadaki hususlarla sıkça olduğu 70ler, 12 Eylül 1980 ile kapanırken, üçüncü erken seçim kararı, yasaklar açısından 12 Eylül 1980 ile hesaplaşma anlamına gelen bir günde alındı.
12 Temmuz 1987 günü, 12 Eylül yönetiminin 1970lerdeki liderlere koyduğu siyasi yasakların referandumu yapıldı. Yasakların kaldırılması yönündeki evet oyları, hayır oylarından sadece 75.066 oy fazlaydı. %00.16'ya karşılık gelen bu sonuçların açıklanmasından hemen önce, daha oylama yapılırken iktidardaki ANAP, 1988 seçimlerinin 1987'de yapılacağını duyurdu. 29 Kasım 1987'de Türkiye, üçüncü defa erken seçime gitti. Baraj sisteminin uygulanmasından dolayı yasakların kalkmasına rağmen parlamentoya 12 Eylül öncesinden sadece Demirel girebildi.
Bir baskın niteliğinde erken seçime gitme girişimi ise bambaşka sonucun yolunu açmıştır. 1974 yılında CHP, MSP ile koalisyon kurdu. Koalisyon ortaklarının taban tabana zıt görüşlerine rağmen Kıbrıs Barış Harekatı ülkeyi kısa süreli de olsa kenetledi. Kıbrıs Barış Harekatı'nın siyasi getirisini kazanmak ve tek başına iktidar olmak için harekatın neticelenmesinden bir süre sonra CHP hükümeti bozdu ve seçime gitme niyetini belli etti. Ancak
Dördüncü defa erken seçim kararında yine ANAP iktidarda idi ama partinin kurucusu Özal, Başbakan değil, Cumhurbaşkanıydı. 14
GENCAY Özal, 1989'da Çankaya'ya çıkarken, o sene yerel seçimlerdeki bozgunu unutmamıştı. 1992 sonbaharında yapılacak olan seçimler öncesi, Merkez Bankasının kemer sıkma politikasının zorunlu olduğunu paylaştı. Ekonomik zorlukların iktidarı daha da yıpratmasından korumak için 1991 sonbaharına seçim takvimi alındı. Siyasi tarihimizin reklam, siyasal iletişim vb. konularında birçok ilke sahne olan 1991 seçimleri ile ANAP iktidarı DYP'ye devretti. 1990larda Türkiye'nin seçimleri daima ''erken'' oldu.
dönemi başlattı. Evvela, RP'nin hükümet olmaması yönündeki baskılarla ANAP-DYP koalisyonu denendi. Güven oylamasındaki usulsüzlükle bu koalisyon bir daha denenmemecesine yıkıldı. Yerine kurulan RP-DYP koalisyonu, ''post-modern darbe'' olarak tanımlanan 28 Şubat 1997'deki MGK toplantısı ile istifaya zorlandı. Refah Partisi, iktidardan uzaklaştırıp kapatılırken ANAP-DSP-DTP koalisyonu kuruldu. Ancak yolsuzluk ve ihalelere fesat karıştırma iddiaları, devlet gemisinin dümenine, erken seçime götürme göreviyle DSP azınlık hükümetini getirdi.
1993'de Özal'ın ani ölümü sonrası Demirel Çankaya'ya çıktı. DYP Genel Başkanlığına, dolayısıyla Başbakanlığa Tansu Çiller geldi. Parti içi sorunlar, yolsuzluk iddiaları, asayiş ve terör sorunları ile çok kısa zamanda yıpranan DYP-CHP koalisyonu nihayetinde dağıldı. 1991de Demirel, koalisyonu kurarken ortağı olan SHP, CHP ile birleşmiş, Çiller'in koalisyon ortağı ilk aylarda Murat Karayalçın iken daha sonra Deniz Baykal olmuştu. Koalisyonun bozulmasından sonra DYP azınlık hükümeti için güvenoyu alamadı. CHP ve DYP, erken seçime gitme şartıyla koalisyonu kurdular ve 1995'in yılsonunda erken seçimlere gidildi.
1999 erken seçimlerinin sonuç değerlendirmesi yapıldığında, DSP azınlık hükümeti döneminde teröristbaşı Abdullah Öcalan'ın getirilmesinin ve merkez partilerinin yıpranmasının tesiri görülmektedir. DSP-MHP-ANAP koalisyonu 1999 Marmara ve Düzce depremleri 2000 ve 2001 ekonomik krizleri gibi olağanüstü koşullarda görev yaptı. Başbakan Ecevit'in ilerleyen yaşı ile sağlık durumunun bozulması, DSP içinde hizipçiliğin yayılması sonunda yedinci erken seçim kararını aldırtan koalisyon ortağı MHP oldu. 3 Kasım 2002'de yapılan seçimlerle CHP ve AKP dışındaki partiler parlamento dışı kaldı. 1987'den 2002'ye kadar yapılan seçimlerin tamamının erken seçim olması siyaset tarihimizin 90lardaki belirgin motifleri arasında yer aldı.
1995 erken seçimlerinden Refah Partisi'nin birinci çıkması, 28 Şubat süreci olarak siyaset literatürümüze girmiş
15
GENCAY
ELİF KAŞLARINI ÇATTI! Hanife YAŞAR Polis bir babanın üç çocuğundan biridir minik Elif. Babası onun gözünde sadece sırtını yasladığı heybetli bir dağ değil, bütün kötüleri yenen en güçlü ve en başarılı kahramandır. Çoğu zaman annesi ve kardeşleriyle birlikte göreve gitmiş olan babasını beklemekle geçer günleri.
uyumaktır soğuk gecelerde. Aslında biraz da şımarmak ister babasının yanında olduğunu hissederek. Diğer çocuklara; ‘Bakın! Benim babam bir kahramandır.’ diyebilmek için. Dağlar kadar yüce ve heybetlidir onun için babası. Ve hayranlık dolu gözlerle baktığı ilk aşkıdır. Dünyanın en güvenli yeridir babasının olduğu her yer onun için. En huzurlu kokusudur onun kucağına atıldığında aldığı tıraş kolonyasının kokusu. Evin en sıcak gecesidir anne ve babasının ona iyi geceler öpücüğü verdiği gece. Öğretmeni onu ödüllendirdiğinde ilk babasına anlatmak geçer içinden. Çünkü bunu söylediğinde babası onunla gurur duyacaktır. Tıpkı onun babasının kahramanlıklarından gurur duyması gibi. Her çocuğun olduğu gibi onun da geleceğe dair güzel hayalleri vardır. O da resim yaparken anne ve babasının elini sıkı sıkıya tutmuş kardeşleriyle birlikte mutlu bir şekilde resmedecektir kendini. Kuşların uçuştuğu masmavi bir gökyüzü altında hiçbir derdi olmayıp uçurtma uçuran çocuklar da çizecektir bu tabloya. Ancak onlar diğer çocuklar gibi uçurtma uçurmayı değil, anne ve babalarının ellerini sıkı sıkıya tutmayı tercih edeceklerdir bu güzel manzara karşısında.
Babası yine bir görev için uzaklara gitmiştir. Kahraman babanın prensesi, onun döneceği günü sabırsızlıkla beklemektedir. Diğer çocuklar babalarına koşup sarılırken, o çaresizce görevde olan babasının bir an önce gelmesi için dualar etmektedir. Belki çok heveslendiği bir oyuncağı babası geldiğinde ona türlü nazlar yaparak aldırmayı hayal eder, belki de oyuncak değildir hayalindeki; sadece babasının yanında olduğunu hissederek
Henüz her şey güzel gitmektedir. Babasının uzaklarda olması haricinde hayatı da normal bir şekilde devam eder. Zaten babasının uzakta olmasına da alışmıştır artık. Her zamanki gibi küçük
16
GENCAY kardeşiyle oyunlar oynayıp ödevlerinde ablasından yardım alır.
okul
Babasıyla birlikte geçireceği sıcak akşamlara kavuşacaktı az zaman sonra. Kardeşleriyle babasının kucağına atlama yarışı yaptıklarında oyunbozanlıkla ablası kapacaktı babasının o sıcak kollarını. Sonra o da babası yere eğildiğinde sarılıverecekti boynuna küçük kardeşinden önce. Babası belki bugün gelir diye en sevdiği pembe kıyafetini giydi ve o ipek gibi saçlarına da pembe tacını takmayı unutmadı. Sevincinden yerinde duramıyor, annesine ve kardeşlerine türlü oyunlar yapıp içindeki heyecanı bir şekilde bastırmaya çalışıyordu.
Elif’in ne dışarıdaki kirli oyunlardan haberi var ne de babasının gittiği yerdeki geçen çatışmalardan. Onun temiz dünyasında ne vatanı bölmeye çalışan kötü karakterler ne de onlarla canı pahasına savaşan yiğitler var. Onun dünyası tertemiz. Tıpkı babasının ona anlattığı masallardaki gibi… Onun dünyasında öksüz ve yetim çocuklar da yer almaz. Her çocuk anne ve babasının ellerinden tutarak mutlu bir şekilde yaşamaktadır ya zaten maslarda da. Sadece onun babası bazen uzaklara gider ama sonra yine gelir.
Fakat babasının son görev gününde her şey Elif’in hayal ettiğinden çok daha farklı gelişti.
Babasının görevden dönmesine az bir zaman kalmıştı. O da kardeşleri gibi güzel giysilerini giyip en güzel şekilde karşılamalıydı babasını. Okuldaki başarılarını anlatmalıydı babasına bir de onun yokluğunda çizdiği resimleri. Yokluğunda hiç ağlamadığını ve galiba artık büyüdüğünü de söylemeliydi. Tüm bunları gerçekleştirmek için heyecanla babasının görevden döneceği günü bekliyordu. Bugün babasının görevini tamamladığı gündü. En geç yarın gelecekti babası yanlarına. Gerçi bir süre kalıp başka göreve gidecekti herhalde ama olsun. Çok özlemişti babasını. Az bir zaman da olsa şımarmak istiyordu babasının yanında.
Babası Ankara’dan 45 günlük görevlendirilip gittiği Şemdinli’de görevinin son günü hainlerle girdiği çatışmada diğer babaların çocukları da ağlamasın diye arkasına bile bakmadan kahramanca savaşmış ve şehitlik mertebesine ulaşmanın hazzını yaşamıştı. Oysa Elif bugün babasını bekliyordu… Evlerinde babası gibi giyinmiş bir sürü amca ve daha önce hiç şahit olmadığı kadar yoğun bir kalabalık vardı. Tanıdığı tanımadığı cümle âlem toplanmış ağıtlar yakmaktaydı kardeşlerine ve annesine bakarak. Anlam veremediği kalabalık arasında gözleri babasını aradı bir süre, sonra babası gibi giyinmiş bir amca onu kucağına alınca anladı bir şeylerin yolunda gitmediğini. İleride annesi ve ablası ağlamakta, küçük kardeşi ise olan bitenden habersiz etrafa bakınmaktaydı. Herkes bir ağızdan “Şehitler Ölmez, Vatan Bölünmez”, “Vatan Sağ Olsun!” gibi şeyler 17
GENCAY söylüyordu. “Şehitler Ölmez” ne demekti? Vatanı kim bölmek isterdi? Ya vatan ne zaman sağ olurdu? Hâlbuki vatanın ne anlama geldiğini babası daha önce anlatmıştı ona. Vatan, yaşadığı evleri demekti. Annesi, babası, kardeşleri ve okuldaki arkadaşları, sokaktaki şirin kedi, her gün pencerelerden gelen kuş sesleri, gökyüzünden kendine tuttuğu en parlak yıldız, ay dede, bulutlar ve güneşti vatan dedikleri. Ama anlayamıyordu bir türlü, vatan nasıl bölünürdü? Kim, neden almak istesin ki vatanını ondan? Şimdi babası olsaydı nasıl da güzel cevap verirdi bu sorularına. Peki, şimdi kime sorması lazımdı bu soruları? Sahi, babası neredeydi?
Ocakları kavuran onlarca ateşten biri de minik Elif’in ve kardeşlerinin küçücük yüreklerine düştü. Sinesine elif çekilmiş üç küçük yavru daha başını yere eğdi ve her zamanki gibi bu ateş de düştüğü yeri kasıp kavurdu. Bizler televizyonda anlık üzüntü duyduk ve daha sonra unutup hayata kaldığımız yerden devam ettik. Ama Elif’in ve kardeşlerinin yüreğindeki ateş hiç dinmedi.
Herkes onun daha küçük olduğunu ve olanları anlayamadığını falan söylüyordu ama galiba o anlamıştı her şeyi. Babası, tıpkı anlattığı hikâyelerdeki gibi yüce bir kahraman olmuştu. Zaten kahraman demek de güçlü demek değil miydi? Bizi koruyan, kollayan cesur insan değil miydi? Geçenlerde okuduğu bir hikâyede geçen ‘Vatan Kahramanı’ kelimesinin anlamını da sanırım bu kez babasına sormadan anlayabilmişti. Peki, babası Vatan Kahramanı olduysa annesi, kardeşleri ve kendi ne olmuştu? İçinden geçirdiği düşüncelerin ardından boncuk gibi parlayan o gözlerini kıstı ve dayanılmaz şekilde sızlayan küçücük yüreğini avutmaya başladı.
Bir yanda sırf siyasi çıkarlar için ayaklar altına alınan değerler, sömürülen insani duygular; diğer yanda ise anlamını yitirmiş kelimeler, boğazda düğümlenmiş cam kırıkları ve olan biteni çaresizce seyreden bir çift göz… Kalem kırılır, kâğıt biter, sözcükler etrafa uçuşur…
Anladı, anladı ama ağlamadı. Adı Elif’ti, sevdası ‘Elif’ olanın kızıydı… Ağlamamalıydı. Elif, kaşlarını çattı…
18
GENCAY Bir çift ceylan göz size kitapların alamayacağı kadar çok şey anlatır. Bu bakışta gizlidir bir çocuğun geçmişi ve geleceği arasında kopan bağlar. Bu bakışta gizlidir neye ve kime olduğunu bilmese de koskocaman bir nefret. Bir çocuk, küçücük yüreğine sığdıramadığı kadar özlem sığdırır o gözlere; yaşanmışlıkları, çaresizliği ve bir daha hiç gelmeyecek olan babayı sığdırır o bakışa…
dibine batsın görüşünüz de…
siyasetiniz
de
dünya
Ey bakışlarında mertlik gizli olan dev gönüllü çocuk! Sert bakışın taşlaşmış vicdanları kar gibi eritir olmuş. Küçücük yüreğin hain bir çarpışmanın, kanlı bir pusunun ortasına kalmışçasına hızlı çarpıyor. Baban sana güzel bir hediye bırakarak uzaklaşmış göklere… Hem de hayatın boyunca onurla taşıyabileceğin şerefli bir hediye. Süzgün gözlerle son kez baktığın kahraman baban bu vatanı sağ kılmak için gözünü kırpmadan canını vermiş. Kutlu bir göç kervanına katılmış sonsuzluk yolunda. Giderken seni de bu vatana emanet etmiş. Baban seni vatanın merhametli ellerine bırakırken köpükten gövdene de kurşundan bir yük bırakmış. Yükün ağır, yolun kutlu, yolun çetin…
Her şeyi bir yana bırakıp sadece bu gözlerden sorgulayalım kendimizi. Kendi resmimize bir de o ve onun gibi onlarca yetim kalan vatan evlatlarının gözlerinden bakalım. Oysa çiçekli bahçelerde gülüp oynamayı hak ediyordu bu masum bakışlar. Her gün çaresiz gözlerle bulutların arkasına olduğuna inandığı babasını bulmak için değil, mutlu bir geleceğe rengârenk gökkuşağından köprüler kurmak için bakmalıydı gökyüzüne. Yıldızlar altında heyecanlı hayaller kurup ailesiyle birlikte mutlu günler geçireceği bir ülke bırakmalıydık tertemiz yüreklere. Onlara çiçekli bahçeler bırakmak için kendi ellerimizle koparmalıydık çorak topraklardaki dikenleri.
“Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük? Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!” Elif, Ayşe, Fatma, Ahmet, Mehmet… Ve onlarca boynu bükülen vatan evladı… Kimi babasının görevinin bitimini bekleyen kimi de daha hiç babasını tanıyamayan kahraman babaların kahraman evlatları. Eğer başınızı yerden kaldıramazsak, o güzel gözlerinizi ağlamaktan kurtaramazsak hakkınızı helal etmeyin bizlere.
İnsanların acılarını kullanan, toprağa düşen vatan evlatlarını değersizleştiren ve bu bakışlardaki nefrete sebep olan herkes… İyi bakın bu çocuğun gözlerine! Bakabilecek cesaretiniz varsa gözlerinizi kaçırmadan bakın. Bakın ve cevap verin bu bakışta gizlenmiş olan sorulara.
Bu vatan için toprağa düşmüş yiğitler, ruhunuz şad olsun! Kanınızla suladığınız toprakları hainlere tutsak edersek aldığımız nefes bize haram olsun!
Bir gün “Babam Vatan Kahramanı olurken siz neredeydiniz?” diye sorduğunda verebilecek bir cevabınız yoksa yerin
19
GENCAY
GÜNEŞE DOST PAMİR’DEN ANADOLU DİYARI ULUPAMİR’E Gülder ESKİ Güzellikler yaylası Pamir… Orta Asya’da yer alan bu dağ dünyanın en yüksek yayla unvanını taşımaktadır. Çin, Afganistan, Pakistan sınırında yer almaktadır. Asya’da yer alan Karakurum, Kunlun, Tianshan, Hindikuş sıradağlarını da bünyesinde toplamıştır. Bundan dolayıdır ki, bu dağa “Asya’nın Dağı” veya “Dağların Atası” denmektedir. Doğal güzelliklerinin yanı sıra Pamir dağlarında binlerce yıl geçmişten kalan çok sayıda kervansaray bulunmaktadır. Bu özelliğiyle de Pamir, kültürel bir miras niteliği kazanmaktadır. Bu yaylanın yüksek tepeleri buzullarla kaplıdır.
1978 tarihinde Pakistan’a ve daha sonra 1982 tarihinde Türkiye’ye göç etmişlerdir. Türkiye’de hâlâ yaşadıkları yer olan Van’ın Erciş ilçesinin Ulupamir köyüne nasıl geldiklerinden bahsetmek istiyorum. Kırgız halkının hanı olan Hacı Rahmankul Pamir yaylasında başlayan kaosa nasıl bir çözüm getireceğini anlayabilmek için Aksakallar Meclisi’ni toplamak ister. Toplanan mecliste üyeler çareyi göç etmekte bulurlar. Önce Afganistan’a gelirler, ancak buradaki Sovyet baskısı nedeniyle Pakistan’a göç ederler. Ancak buranın hava koşulları Kırgız halkı için pek uygun değildi. Kırgız halkı bozkır hava şartlarına alışıktı, Pakistan ise ılıman bir havaya sahipti. Hatta bu sebepten dolayı 450 Kırgız halkı hayatını kaybetmiştir. Bu nedenle Türkiye’ye göç ederler. Türkiye’de ise 80’li yılların sancılı dönemleri yaşanmaktadır. İslamabad Büyükelçiliği Türkiye’ye gelmek için istekte bulunur. Bu istek Kenan Evren tarafından kabul görür ve hanları Rahmankul ile beraber Kırgızlar Adana’ya getirilir. Nihayet dönemin başbakanı Turgut Özal Kırgız halkını Van’ın Erciş ilçesindeki Altındere’ye, onlar için yapılan konutlara yerleştirir. Kırgız halkının isteği doğrultusunda ise köyün adı “Ulupamir” olur. O gün bugündür Kırgız Türk’ü soydaşlarımız Anadolu’da yaşamaktadırlar. Kendi öz kültürlerini terketmeyen Kırgızlar her sene “Ayran Şöleni” adı altında festivaller
Pamir, Farsça pa ”ayak” ve mir “komutan, beg, emir, zirve” kelimeleri ile yapılmış ve pamirşeklini almıştır. Bu isimden hareketle, Pamir “zirvelerin ayağı” anlamına gelmektedir. Bu yaylanın tarihçesine bakacak olursak bu yayla Kırgız halkının anavatanıdır. Ancak ne zaman ki bu vatan toprakları komünizm idaresine girdi işte o zaman bölgede durumlar değişti. Afganistan’ın yönetimi Sovyetlerin eline geçince, Kırgızlar önce 20
GENCAY düzenleyerek, Türk kültür izleri ortaya çıkarmaktadırlar.
Netice itibariyle, Pamir yaylaları Kırgız halkının özünü, benliğini oluşturmaktadır. Zirvede bulunan bu yayla güneşten aldığı mutlak dayanakla âdeta kuvvet bulmaktadır. İşte bizler de bu kutlu yolda ilerlerken gücümüzü, güneşi yani bizi aydınlatacak olan ışığımızı Pamir’den alıyoruz. Van’da bulunun bu eşsiz köy de tıpkı Pamir’in doğallığında olduğu gibi, özümüzü, derinlerde bulunan has kültürümüzü, inançlarımızı, var oluş sebebimizi en içten duygularıyla yaşatmaya çalışıyor. Bizler de bu manevi ve kültürel inançla hareket ederek, milli değerlerin aydınlığında, mazinin âtiye sürüklediği kültürel mirasla, atalarımızdan aldığımız güç ile hareket etmeyi temel gaye olarak bilmeliyiz. İşte bu şuur ve bilinçle hareket ederek, maziye olan borcunu âtiye ödemek sorumluluğunu üstlenmeliyiz. Bizler ancak bir olursak “biz” oluruz. Hepinize esenlikler diliyorum.
Ancak Ulupamir’de konutlarda yaşayan bu halk çadırlarda yaşadıkları günleri hasretle anmaktadırlar. Evlerinin mimarisini de tıpkı çadırlarda olduğu gibi düzenlemişlerdir. Evin içini dekore etmekte kullanılan malzeme ve motifler doğal ve yöresel izler taşımaktadır. Belki de bu onların yerleşik hayata karşı başkaldırışıdır.
21
GENCAY
YILANLARIN ÖCÜ: FAKİR BAYKURT HAKKINDA Canan CAVŞAK Asıl adı Tahir olan Fakir Baykurt, 1929 yılında Burdur’un Yeşilova ilçesi Akçaköy’de doğmuştur. İlkokulu bitirdikten sonra Gönen Köy Enstitüsü'ne yazılır. Köy Enstitüsü yıllarında şiire olan ilgisi artmıştır. Türkçeye çevrilen klasikleri okur. Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdikten sonra Sivas, Konya ve Şavşat’ta Türkçe öğretmenliği yapmıştır. Ankara ilçelerinde İlköğretim müfettişi olarak görev almıştır. Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın başkanlığını yapmıştır. ODTÜ halkla ilişkiler ve yayın danışmanlığı, Kültür Bakanlığı danışmanlığı gibi görevlerde bulunmuştur. 1979 yılında Federal Almanya’da Yabancı Çocuk ve Gençlerin Teşviki Bölgesel Çalışma Kurumu’nda eğitim uzmanı olarak çalışmıştır. 11 Ekim 1999 yılında vefat etmiştir (Erişim Tarihi: 01.10.2013).
Romanlarında Türkiye'deki köylü yaşamını halkçı ve devrimci bir bakış açısıyla ele almıştır. Köylünün bilinci ve bilinçaltındaki istekleri, tepkilerini ve çelişkilerini yansıtmıştır. Eserlerinde yerel söyleyişlere yer vermiştir (Dağlı, 2013). Eserleri: Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü (1958), Irazca’nın Dirliği (1961), Onuncu Köy (1961), Kaplumbağalar (1967), Amerikan Sargısı (1967), Tırpan (1970), Köygöçüren (1973), Keklik (1975), Kara Ahmet Destanı (1977), Yayla (1977), Yüksek Fırınlar (1983), Koca Ren (1986), Yarım Ekmek (1998), Eşekli Kütüphaneci (2000) adlı romanlarının yanında, onlarca hikâye, şiir ve çocuk kitapları yayımlanmıştır. Kitapları çeşitli dillere çevrilmiş, Türkiye’de ve çevrildiği ülkelerde birçok ödül almıştır (Literatür Yayınları, 2013). ROMANDAKİ KARAKTERLER Yılanların Öcü romanında, kişiler; zengingüçlü köylüler, yoksul-güçsüz köylüler, memur ve bürokratlar olarak belirir. Güçlü ile güçsüzün mücadelesini konu edinen romanda, Irazca, Bayram, Muhtar, Haceli, Haceli’nin karısı Fatma, Bayram’ın karısı Haçça, Irazca’nın kardeşi Sultanca, Bekçi Mustafa, Kaymakam ve Şakir Efendi gibi kişiler yer alır. Bunlardan başka oldukça geniş bir kişi kadrosuna sahip olan romanda birçok kişinin adı anılmıştır. 22
GENCAY Romanda öne çıkan kişiler, güçsüz ve ezilen köylü, güçlü ve ezen köylü ile memur ve bürokratlar gibi üç öbekte toplanabilir:
Romanda din adamı görevini üstlenen Beytullah Hoca, köy romanlarındaki genel eğilim doğrultusunda olumsuz bir kişi olarak belirir. Hoca, zenginin yanında yer alan, gerektiğinde güçlünün çıkarları için dinin emirlerini yorumlayan biri olarak okurun karşısına çıkar.
1. Güçsüz ve ezilen köylü: Bayram ve ailesi, Bekçi Mustafa 2. Güçlü ve ezen köylü: Muhtar, Haceli 3. Memur ve bürokratlar: Kaymakam, Şakir Efendi
Romanın en gerçekçi kişisi ise, Bekçi Mustafa’dır. Oldukça yoksul olan Bekçi Mustafa, Muhtar’ın yaptıklarının doğru olmadığını düşünse de, geçim derdinden dolayı sesini çıkaramaz. Haksızlıklar karşısında, yoksulluğu ve güçsüzlüğü yüzünden susmak zorunda kalır. Doğma büyüme köylü olan ve köylünün yaşadığı sıkıntıları yakından bilen sağlık memuru Şakir Efendi, romanda iyi niyetli, dürüst memuru temsil eder. Kaymakam da, köylülerde oluşan genel beklentinin aksine, daha önceki yöneticilerden farklı olarak, yoksulun yanında olan, dürüst bir bürokrat olarak romanda yer bulur (Tiken, 2009).
Romanın başkişisi konumunda olan Irazca, romanda yaşlı ve güçlü bir kadın tipi olarak yer alır. Oğlu Bayram’ın üzerinde otoriteye sahip olan ve evi yöneten Irazca, hayatı boyunca çilelerle yoğrulmuş yaşlı köylü kadınını temsil eder. Bayram, annesinin yönlendirmeleriyle hareket eden, geleceğe yönelik küçük mutluluklar hayal eden zayıf bir kişilik olarak belirirken, Bayram’ın karısı Haçça ise kaderine boyun eğen genç köylü kadını olarak sunulur. Kara Bayram’ın hasmı Haceli, çıkarları için güçlünün yanında olan köylü bir tiptir. Muhtarın her istediğini yapan Haceli, sınıf atlama arzusuyla her türlü kötülüğü yapmaya yatkındır. Haceli’nin karısı Fatma ise cinselliği temsil eden genç bir kadın olarak romanda yer bulur. Kocasıyla mutsuz bir hayat yaşayan Fatma, kaderine karşı koymaya çalışan, daha mutlu bir hayatın hayallerine kendini kaptıran genç bir kadını canlandırır. Muhtar Cımbıldak Hüsnü, romanda gücü, zenginliği ve otoriteyi temsil eder. Muhtar, romanda köylüye karşı baskı uygulamaktan çekinmeyen, insanlar tarafından pek sevilmeyen, kibirli ve gösterişi seven bir yönetici tipini canlandırır.
ROMANIN ÖZETİ ve DEĞERLENDİRME Yılanların Öcü, Burdur’un 80 haneli Karataş Köyü’nde geçmektedir. Önceleri bir ağa köyü olan Karataş’ı sahibi satınca, herkes bütçesine göre toprak sahibi olmuştur. Eski ağalık işlerinin yerini muhtarlık ve köy kurulu almıştır. Yedi yıl önce borçla ağa çiftliğinden kırk dönüm toprak almış ve borcunu yeni bitirmiş Kara Bayram ailesi ise Türkiye’de topraksız ya da az topraklı köylüyü temsil eder. Evli ve üç çocuk babası Bayram’ın babası Kara Şali Yemen’i, Yunan’ı, Cumhuriyet’i görmüş ve Bayram küçükken ölmüştür. Irazca ise sağ ve evde söz önceliği onundur.
23
GENCAY Günün birinde ilin valisi şehre bir heykel diktirmeye karar verip köylere haber gönderince Karataş’ın düzeni bozulur. Çıkar çatışmaları çıkar ortaya. Köyde para olmadığı için, muhtar ve köy kurulu üyeleri köy içinden toprak satmaya karar verir. Muhtar, köy kurulu üyelerinden Haceli’ye Kara Bayram’ın evinin önünden bir ev yeri satar. Köyde bir evin önüne ev yapılması uygunsuzdur; çünkü evlerin tuvalet ve gübreliği evin arkasına yapıldığı için Haceli’nin tuvalet ve gübreliği Bayram’ın evinin önüne gelecektir. Kara Bayram ailesinin buna ses çıkarmayacağı düşünüldüğü için onların evinin önü seçilir; fakat durum hiç de Haceli ve muhtarın düşündüğü gibi gerçekleşmez. Bayram ve Irazca bu işe karşı çıkar, ev yapımına sürekli engel olur; temeli doldurup kerpiçleri kırarlar. Haceli de Bayram’ın karısı Haçça ‘ya saldırır ve bu yüzden Haçça’nın çocuğu düşer. Muhtar da Bayram’ı dövdürür. Irazca bu olayları köye gelen kaymakama anlatır. Kaymakam ev yapılmasını önler ve düşen çocuk için de yasal yollara başvurmalarını söyler. Muhtar bundan sonra barış girişimlerinde bulunur ve araya köylüleri sokar; ancak Irazca davacı olmakta kararlıdır.
çıkabileceği gerçeği vurgulanmak istenir. Romanın sonunda Irazca yarı bilinçsiz, bu gerçekliği açığa vurur: “Yılanlar öç alıyoooor!...” diye bağırdı. “Yılanlar öç alıyor bakıın!... Yılanlar yılanken sizin gibi alçakların hakaretine dayanamadı da, siz insan olduğunuz halde bunca hakarete, bunca zulme, zillete nasıl dayanıyorsunuz behey, he heeeey Kara Bayram?...” (Baykurt, 2013: 273). Roman, Irazca’nın “Düşün yollara! Yollara!..” (Baykurt, 2013: 273) öğüdüyle sona erer. Irazca, bu sözleriyle kötülükle mücadelenin bitmediğini, korkmadan, çekinmeden kötülükle savaşılması gerektiğini söyler. Irazca’nın tehlikesine işaret ettiği yılan, romanda kötülüğü simgeleyerek her zaman savaşılması gereken bir düşman olarak belirir. Yılanların varlığı romanda, kötülerle iyiler, güçlülerle güçsüzler, zenginlerle yoksullar arasındaki bu savaşın sonsuza dek süreceğini gösterir. Kara Bayram’ın ailesinin yılanlarla olan düşmanlıkları, Bayram’ın babası Kara Şali’nin halk arasında yaygın bir söylence olan yılanların şahı Şahmaran’ı öldürmesiyle başlar. Bayram, karısı Haçça’ya yılanlarla olan düşmanlıklarını şöyle anımsatır: “Bugüne kadar hiç duymadın mı anamdan? Savaşımız var yılan milletiyle! Bu ırzı kırıklar, oldubitti, bizim takıma düşmandır! Öküze ineğe zarar verirler! Fırsatını buldular mı esirgemezler!” “... Yılanlar, güya, toplanıp karar vermişler aralarında. Bizim kökümüzü yeryüzünden kazımadıkça içleri rahat etmeyecekmiş!.. Kralları Şahmaran’ı öldürmüşüz çünkü...” (Baykurt, 2013: 34-36). Romanda kötülük simgesi
Irazca’nın başlattığı direnişle Haceli’nin Muhtar’ın desteğiyle, Kara Bayram’ın evinin önüne ev yapma hayali gerçekleşemez. Kaymakam, Irazca’nın şikâyetini dikkate alır ve Haceli, Kaymakam’ın emriyle kendi açtığı temeli doldurmak zorunda kalır. Irazca ve Kara Bayram, mücadelelerinde başarılı oldukları zaman ise sahneye yılanlar tekrar çıkar ve Irazca’nın kardeşi Sultanca’yı sokarlar. Böylelikle kötülükle savaşın bitmediği, kötülüğün her an ortaya 24
GENCAY olarak yer bulan yılan, arada bir sahneye çıkarak kendini anımsatır ve bir çeşit ana öge olarak belirir.
kapımı. Bayram ufak, kimselere açamadım; dul!..”(Baykurt, 2013; 58). Ezilmekte olan köylü, koşullarına karşı bilinçli değildir. Köylü çaresizdir ve ortak hareket etmeyi başaramazlar. Haçça’ya saldırılması ve Bayram’ın dövdürülmesi konusunda Irazca, köylüden tanıklık yapmalarını ister ama kimse yanaşmaz. Bir köylü şöyle bir değerlendirme yapar: “Kim olur tanık tapık? Biz mi? Yahu Irazca! Yahu biz kim, tanıklık kim? Nerde bizde o yürek?..” (Baykurt,2013; 215).
Toplumsal yapı, zenginlik ve yoksulluk düzleminde biçimlenir. Kişiler arasındaki ilişkileri ekonomik ölçütlere bağlı olan güç dengesi belirler. Halk üzerinde korkuya dayalı bir üstünlük kuran muhtar ve Köy Kurulu üyeleri, küçük bir seçkin sınıf olarak romanda yer alır. Romanda 1950 sonrasında gerçekleşen tarımda makineleşmeyle birlikte değişen mülkiyet ilişkilerine bağlı olarak yaşanan sorunlara değinilir. Köylünün yaşayışı, üretim çalışmaları, ev yaşantısı ve törelerle bir bütün olarak verilmiştir. Muhtarlık aracılığıyla, merkezi idare ve köylüler arasındaki çatışma anlatılır (Çakır, 2009). Sağlık görevlisi Şakir Efendi makineleşmeyle birlikte dönüşen insanlara ve değişen ilişkilere dair şöyle demektedir: “Tekmil köylü milleti böyle! Birbirini çekemiyor. Kıskançlık ilerledi. Benim gezdiğim köyler hep böyle. Düzenliği yok. Geçimi yok. Tamah çoğaldı. İyice çivisi çıktı köylerin!..” (Baykurt, 2013; 222).
Köyde yönetimi ele geçiren Muhtar Hüsnü, köylünün üzerinde korkuya dayalı bir egemenlik kurmayı seçer. Köylüyle yaptığı konuşmalarda, devlet görevlilerine karşı hep sessiz kalmalarını öğütler. Bu durum derebeylik yapısının bozulması ile ortaya çıkan yeni yapının, gerçekte daha acımasız ve ayrımcı olduğu gerçeğini açıklamaktadır. Muhtar, devlet otoritesini, kendi egemenliğini sürdürmek için kullanmaktadır: “Şimdi demokratçılık var. Öteygün demokratçılığın ne demek olduğunu anlattım hepinize! Demokratçılık, boruculuk değildir. Demokratçılıkta herkes nerde, sen de orda!” (Baykurt, 2013; 191).
Türkiye’nin modernleşme süreci, bireytoplumsal tarih ilişkisi ve köyün toplumsal koşulları, Irazca’nın geçmişi ile Türkiye tarihi ilişkilendirilerek verilmiştir. Irazca yıllarca çileli bir yaşam sürmüş, ömrü boyunca pek gün yüzü görmemiştir. Kocası da erkenden ölmüş, kendisi de dul kalmıştır. Irazca kendi durumunu şöyle anlatır: “Öşür yazdılar tek başıma, dul! Sabah oduna gittim, öğleyin çifte, dul! Ne uzundu dinsiz Allahsız geceler! Teptiler
Romanda, köylü ile devlet yönetimi arasında derin bir uçurum olduğu gözlemlenir. Yöneticiler, köylünün hayat koşullarından habersiz bir şekilde görevlerini yürütmüşlerdir. Köylülerin kendi aralarındaki konuşmaları bu durumu ispatlar: “Kaymakamın yoksullarla işi ne? Herif gelir, iner muhtarın ya da köyün en varsılının evine. Kuzu! Rakı! Yemenin içmenin tiryakisidir 25
GENCAY bunlar. Söyleyin başka türlü davranan kaymakamı kim gördü?” (Baykurt, 2013: 219).
ve bilinçsiz bir başkaldırıyı konu eder. Bu yönüyle, toplum-bilimsel bir metin çözümlemesine imkân veren eser, toplumsal yapı ve ilişkilerin gözlemlenebilmesine imkân sağlar.
Gelenekler ve halk inanışlarının kişilerin düşünce ve davranışlarına yön verdiği görülür. Örneğin; Anadolu’nun bazı bölgelerindeki yılan yakmanın bolluk ve yağmur getireceği inancına, romanda rastlanır: “Hayır, asla göremem! Yakarım! Çünkü yılanı öldürdün de yaktın mı, rahmet çok yağar! Ekin dikin, gök göverti bol olur. Bolluk olur o yıl köy! Eskiden de böyle yaparlarmış. Çok duydum ben bunu...” (Baykurt, 2013: 42)
Olayların gerçek bir mekânda geçtiği romanda, Doğu kültüründe önemli bir simge olan ‘yılan’ın kullanılması dikkat çeker. Romanda kötülük simgesi olarak yer alan yılan, işlevsel bir görev üstlenir. Güçsüz ve ezilen sınıfı temsil eden Kara Bayram’ın ailesinin yılanlarla olan mücadelesi aynı zamanda, onların güçlü ve ezen sınıfla yaptıkları mücadelenin de simgesel boyutunu oluşturur. Sonuç olarak romanda, ister bir siyasal dizge, isterse bir ülkü adına yapılsın, güçlülerin egemen olduğu ve kötülük saçtığı bir dünyada, her türlü baskı ve şiddete karşı insanların mücadele etmesi gerektiği, ancak bu mücadelenin sonucunda elde edilecek başarının göreli olacağı ve insan için mutlak mutluluğun olmayacağı ortaya konulur (Tiken, 2009).
Köylülerin dinsel inançlarının zayıf olduğu gözlemlenir. Bayram annesinin zorlamasıyla Cuma namazına gider, namaz kılarken de Haceli’nin karısı Fatma’yı düşler. SONUÇ Dünyada ve Türkiye’de, köycülüğün siyasal bir söylem olarak öne çıkmasıyla birlikte yoğunlaşan köy romanları, edebî bir yönelim olmalarının yanında hem siyasal hem de toplumsal veriler sunarlar. Köyü ve köylüyü konu edinen bazı eserler, gerçeklikten uzak ve “güdümlü” olsalar da bu romanlar, tarihsel-siyasal bir süreci aydınlatmaları bakımından önemlidirler. Köy Enstitüsü çıkışlı yazarlardan biri olan Fakir Baykurt, köy gerçekliğini dile getiren başlıca romancılardandır. Büyük bir beğeni toplayan, sinemaya ve tiyatroya uyarlanan Yılanların Öcü adlı romanıyla Fakir Baykurt, derebeyli düzenden anamalcı düzene geçişi ele alarak, bireysel
KAYNAKÇA Baykurt, F. (2013); Yılanların Öcü, İstanbul: Literatür Yayınları Çakır, S. (2009); “Toplumsal Tarih Ekseninde Metinlerarasılık: Yılanların Öcü” iç. Dil ve Edebiyat Dergisi (s.31-52) Cilt: 6 Sayı: 2 Dağlı, M. (2013); Cumhuriyet Döneminde Roman ve Hikaye www.edebiyatogretmeni.net Erişim Tarihi: 14.03.2013 Fakir Baykurt’un Hayatı www.iyigunler.net/h/Fakir-Baykurt-kimdir- Erişim Tarihi: 01.10.2013 Tiken, S. (2009); “Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü Adlı Romanına Oluşumsal Yapısalcı Bir Yaklaşım” iç. Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (s.43-56) Cilt: 13 Sayı: 1
26
GENCAY
millikanal.com