01-15 AĞUSTOS 2016 Halkın Günlüğü

Page 1

Siyasi iktidar yolunda devrimci çalışma

sf 12-13

Kahrolsun “faşizm”, yaşasın “faşizm” 15 Temmuz sonrası AKP-Erdoğan’a karşı sarf ettikleri bütün söylem ve iddiaları bir kenara bırakarak, AKP ile demokrasi şampiyonluğu yarışına giren CHP de ibretlik bir fotoğraf sergilemektedir. Daha önce “Saraya ancak soytarılar gider” şeklinde iddialı sözler sarf eden CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’ın daveti üzerine koşa koşa Saray’a gidip “Krala soytarılık yapması” tarihte ender rastlanacak gösterilerden biridir. SF 6-7

Halkın Günlüğü

01-15 AĞUSTOS 2016 Yıl: 5 Sayı: 127 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.org

Siyasi tutsak Aysel Koç'a cinsel şiddet f GÜNCEL

04

MKP tutsağı Aysel Koç, jinekolojik rahatsızlığı nedeniyle gittiği Darıca Farabi Devlet Hastanesi'nde doktor Cemalettin Yeşilyurt'un cinsel şiddetine maruz kaldı. Hapishane doktoru, savcı, TTB, Sağlık Bakanlığı ise olayı örtbas etmeye çalıştı. DKH, olaya ilişkin bir basın toplantısı düzenledi ve suç duyurusunda bulunacaklarını açıkladı.

Ortak mücadele hattı örmeliyiz

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

ISSN: 2147-0499

Kirli gerici iktidar oyunlarına karşı

İşçi ve emekçilerin iktidarını kuralım “Tek millet, tek dil, tek din, tek vatan” gibi tekçi tekerlemeyi, ezilen halklara ve mazlum uluslara rağmen iktidar anlayışının temeli haline getiren “TC”, kuruluşundan bu yana, kendi içindeki iktidar kavgalarında, Osmanlı’dan miras aldığı, kirli iktidar oyunlarını kullana gelmiştir. Faşizmi maskeleyen parlamenter yöntem dahil, askeri ve sivil tekçi karanlık zihniyet, “TC”’nin makus tarihini belirleyen ana öğe olmuştur. Tarihsel gerici birikimin bir sonucu olan yapısal sorunlarını çözemeyen faşist rejim, çözülmeyle ve çökmeyle yüz yüzedir. 15 Temmuz Darbe Girişimi ve karşısında geliştirilen AKP-Erdoğan darbesi, her yönlü siyasal, ekonomik, hukuksal, kurumsal çöküntüsünü belgelemiştir. Çöken bu devlet mekanizmaları içinde normal burjuva hukukla

8

Erdoğan’ın Rusya ziyareti

süreci aşamadığı için bu çözümsüzlüğünü OHAL ile aşmaya çalışmaktadır. Devletin girmiş olduğu bu çöküntü içerisinde devrimci-sosyalist-ilerici kesimlere büyük görev düşmektedir. Bu ceberut devletin onarılarak daha işlevli hale gelmesini ve kaldığı yerden devam etmesini sessiz kalarak destekleyecek mi, yoksa “bir mermide benden aslanım” diyerek tarihin çöplüğüne gömmek için tüm enerjisiyle, birikimiyle ve birleşik mücadeleyle asli görevine, ideallerine, ezilen halklara verdiği sözlere sahip mi çıkacak. Çünkü başka da bir üçüncü yol yoktur. Gerek askeri gerekse sivil darbeler mevcut sistemin bir parçasıdır ve ancak “TC” tarihin çöplüğüne gönderilirse gerçek demokrasi kurulabilir.

14

Hangi 'Dağın Çocukları' ?

22


02

güncel haber

01-15 AĞUSTOS 2016 Halkın Günlüğü

Sivil faşist darbeye karşı birleşik Halk kitleleri, sosyalist-devrimci-yurtsever öncüler karanlık günlerle karşı karşıyadır. 15 Temmuz bu karanlık günler için gerekli uygulamaların yasal kılıfının hazırlanmasına vesile olmuştur. Gazi’de, Ankara’da, Antakya’da olduğu gibi TürkiyeKuzey Kürdistan’ın her bir yerelinde gelecek saldırılar öngörülerek birleşik hareket daha ileri seviyede ele alınmalı, yerellerin örgütlenmesi üzerine insiyatifli davranılmalı ve militan örgütlü duruş için gerekli olan taktiktarzlar geliştirilmelidir. Bu olmazsa olmaz bir gerçektir. Faşizm devletin örgütlü gücüyle, tabanını da örgütleyerek süreci işletmekte kararlıdır. Sosyalistdevrimci-yurtsever öncülerin buna karşı birleşik örgütlü duruşu en acil görevdir. Beklemek, bekleyip ne olduğunu-olacağını görmeye çalışmak yanılgılı bir duruş olacaktır 15 Temmuz kalkışması üzerine yoğun bir şekilde devlet bürokrasisinde yürütülen tutuklama, gözaltı, açığa alma, istifa ettirme vb. tasfiye uygulamaları tam bir “cadı avı”na dönüşmüş durumda. Kalkışmaya katılan ya da ona destek veren ve kalkışmanın bir parçası olan kesimlere karşı yürütüldüğü dile getirilen tutuklama ve gözaltıların, tasfiyelerin, hiçte yalnızca Gülen Cemaatine-Fetullahçı yapılanmaya karşı olmadığı, aksine daha geniş bir kesimi, tüm muhalefeti kapsadığı ortaya çıkıyor. İktidara yerleştikten ve iktidarını pekiştirmeye başladığı andan itibaren anti demokratik uygulamaların dozunu daha bir arttıran, “Hitlerin” ruhuna fatiha okutturan bir yönelimle faşizmi tırmandıran ve aynı zamanda militarist-sivil faşist örgütlenmelerle tabandan da örgütlemelerle iktidarını güçlendirmeyi hedefleyen Erdoğan-AKP iktidarı için bulunmaz bir “lütuf” olan 15 Temmuz kalkışması, Erdoğan-AKP iktidarına gerici bir hamle daha yapması için büyük bir fırsat verdi. Bir süredir devlet bürokrasisindeki kendi karşıtlarını tasfiye etmek için yasal olarak düzenleme üzerine düzenleme yapan, yandaşı olmayanları sürgün ve şantajlarla denetim ve pasifize etmeye

çalışan, elinde tuttuğu medya üzerinden hedef aldığı bürokrasiyi teşhir ederek işlevsizleştiren, olmadı “gizli” tanıklarla gözaltı-tutuklama gerçekleştirerek tasfiye eden Erdoğan-AKP iktidarı, devlet bürokrasisine tam hakim olabilmek için daha büyük tasfiyelere hazırlanmaktaydı. Tam da bu süre içinde gündeme gelen 15 Temmuz kalkışması hedeflenen tasfiyeler için “Allah’ın bir lütfu” oldu. 50.000’e yakın gözaltı, tutuklama ve arama olduğu bilgisi medyada dolaşıyor, hatta “ihbar” hatları oluşturulmuş ve en yakın emniyete “şüphelileri” ihbar edin diyerek yandaş kitlelere sms’ler, tweetler vs. atılyor. Gözaltına alınanların, tutuklananların hepsinin kalkışmaya katılanlar olmadığı ortada. Hatta bu kalkışmada taraf olmadıkları bile söyleniyor. En basitinden, Kuzey Kürdistan’da yürütülen devlet katliamlarına karşı eleştirel duruş sergileyen akademisyenlerden bazılarının gözaltına alınması dahi yürütülen operasyonların “Gülen Cemaati”yle sınırlı olmadığını, cemaatin yalnızca bir maske işlevi gördüğünü göstermektedir. Görünen o ki, Erdoğan-AKP iktidarı “Allah’ın bu lütfu”nu fırsata çevirerek tüm muhalefeti etkisiz kılacak ve iktidarını daha sağlam temellere oturtacak bir fırsat yakalamış durumdadır. Burjuva muhalefetten tutalım da devrimci-demokrat-yurtsever kesimlere kadar “cadı avı”nın dozunu arttırarak sonuca gitme peşindedir.

OHAL’le halklar sindirilmek istenmektedir Bugüne kadar resmi olmayan bir OHAL’le yaşayan (Kuzey Kürdistan zaten OHAL’le yaşıyordu) Türkiye-Kuzey Kürdistan, şimdi resmi olarak ilan edilmiş bir OHAL’le dizayn edilmek, halklar ve muhalefet sindirilmek istenmektedir. Genel olarak darbe dönemlerinde parlamento kapatılır, siyasi partiler yasaklanır, yürürlükteki anayasalar kaldırılır, hukuk düzenine son verilir ve ülke genelinde darbe hukuku geçerli kılınırdı. Oysa, kalkışma olmuş fakat bastırılmış, kalkışma başarılı olmamıştı. Sonrasında ise, Erdoğan-AKP hükümeti, meclise sahip çıkılmasını öve öve bitirememiş, siyasi partilere teşekkür üstüne teşekkür etmiş, STK’ların duruşunu örnek göstermiş, sokağa çıkarttığı kitlelere “demokrasi” nöbeti tutturmuş ve “ben bitti demeden” de geri adım atmamalarını istemişti. Yani, siyasi partiler kapatılmamış, aksine açıktır. Yasalar-anayasa rafa(!) kaldırılmamış, halen yürürlüktedir. STK’lar, sendikalar kapatılmamıştır. Burjuva siyaset açısından, siyasi partilere, STK’lara yapılan övgülere ve bur-

juva yasal mevzuatlara bakıldığında dahi OHAL için gerekli olan zeminden bahsetmek olanaksızdır. Görülüyor ki, Erdoğan-AKP iktidarı, yürüttüğü “cadı avı”nı daha rahat bir ortamda yürütmek için oluşacak tepkilerin önünü almak ve kendi karşıtlarının-muhalefetin hareket alanını yasal olarak sınırlamayı gerekli ve zorunlu görmektedir. O halde bu durumun başka bir izahı ortaya çıkmaktadır. Ve bunun adı da sivil darbedir. Sivil faşist darbe olarak gündeme gelmiştir. Bastırıldığı söylenen kalkışma, sivil faşist darbe olarak yarım kaldığı yerden sürdürülmektedir. Çokça övülen millet iradesinin tecelli edildiği Meclis kenara itilerek (zaten işlevsizdi) Karar Hükmünde Kararnamelerle ve özel yetkilerle yetkilendirilmiş süper valilerle devleti yönetmenin başka bir adı bulunmamaktadır. Erdoğan-AKP iktidarı devleti hedeflediği biçimde yeniden dizayn etmek-konumlandırmak istemektedir. Faşist iktidarını; bürokrasi içinde daha geniş ve taban kitlesini militarize şekilde örgütleyerek sağlamlaştırmak hedefindedir. Kamuda toplam 49.321 kişi görevden alındığı belirtiliyor. MEB’de 15.200 personel açığa alınmış, özel kurumlarda 21.000 öğretmenin lisansı iptal edilmiş, 1500 üzerinde dekan görevden istifa ettirilmiş, İç İşleri Bakanlığı bünyesinde 8.000’e yakın polis, 30 vali, 40 kaymakam açığa alınmış, 103 civarında gene-

ral-amiral gözaltında, 61’i tutuklanmış, Başbakanlık'ta 257 personel, 3000’e yakın hakim-savcı açığa alınmış durumda. 140 yargıtay üyesi hakkında gözaltı kararı, 2000 civarında Maliye Bakanlığı çalışanı açığa, 500’e yakın Diyanet İşleri Bakanlığı personeli görevden alınmış vs. ve bunların daha da artacağı belirtilmektedir. Bunun yanında Kuzey Kürdistan illerindeki belediyelerden başlamak üzere diğer illere de yayılacak olan “kayyum” atamaları da düşünüldüğünde; devlet, tüm kurum-kuruluş-yerel yönetimler vb. üzerinden Erdoğan-AKP iktidarı yanlılarıyla-yandaşlarıyla-ona biat edenlerce tahkim edilecektir. Kısacası, tabiri caizse devlet yukarıdan aşağıya “el değiştirecek” ve iktidar garantilenecektir. Devlet bürokrasisindeki bu tasfiyelerin Gülen Cemaatiyle sınırlı kalmadığı (sınırlı kalsa muhalefetin tepkisi olmayacaktır) daha geniş bir kesimi kapsadığıkapsayacağı ortadadır. Bu durumun toplumda ve egemen sınıflar arasında hoşnutsuzluk yaratacağı, tepki çekeceği kuşkusuzdur.

Faşist uygulamalar artarak devam edecek Diğer taraftan, devrimci-sosyalist-yurtsever kurumlara, siyasilere-seçilmişlere, akademisyenlere, yazar ve aydınlara, dernek ve sendikalara, Kürt ulusuna, ezilen inançlara, kadınlara, gençlere, LGBTİ’lere, çevrecilere, devrimci basına vs. daha ötesinde ise devrimci-ilerici


01-15 AĞUSTOS 2016 Halkın Günlüğü

güncel haber

devrimci mücadelede ısrar! hareketlere, toplumsal kesimlere en koyu faşizan şekilde saldıracağı; tutuklamalardan, yasaklamalara, sansürden katliamlara kadar birçok yola başvuracağı da bir gerçektir. Kuzey Kürdistan’da sokağa çıkma yasakları, keyfi uygulama, katliamlar, işkenceler eşliğinde Kürt ulusuna yaptıkları örnektir. Devletin bu yönelimi elbetteki bir dirençle-meşru mücadeleyle karşılanacağı ortadadır. Devletin yeniden dizayn edilmesi sürecinde görevden almalar, tutuklamalar, açığa almalar, tasfiyeler sonucunda bir boşluğun oluştuğu da-oluşacağı da bir gerçektir. Bu devlet bürokrasisinde işleyişte aksamalara neden olacaktır. Devleti yönetmede sorunların yaşanması da muhtemeldir. Yukarıda sayılan ve benzeri gerçekler karşısında Erdoğan-AKP iktidarı daha sert ve koyu bir faşizme başvurmadan yapamaz, bu karşıt mücadelenin gelişmesi-direnç oluşması demektir. Bu, OHAL gibi bir uygulamayı zorunlu kılmaktadır. Olağanüstü durum denerek yasaklanacak temel haklar ve gündeme getirilecek yasaklar Erdoğan-AKP iktidarının elini güçlendiren-rahat hareket etmesini sağlayan bir işleve sahiptir. Diğer yandan, boşa çıkmış bir meclis, kararnamelerle yönetilen bir devlet ve bu devlette Erdoğan’ın tartışmasız liderliği. Özcesi, bu durum tek adam-başkanlık sistemi için de bir prova, kitleleri başkanlığa alıştırma-kanıksatma görevi

görecektir. Sivil faşist darbe ile hedeflenen esas olarak bu iken, diğer bir ayağı da 15 Temmuz’da yaşanan kalkışma ile sokağa çıkartılan kitlelere biçilen misyondur. Kalkışmanın ilk saatlerinde kitleden hiçbir tepki-hareket yokken, ilerleyen saatte medyanın devreye girmesi ve faşist Erdoğan’ın mesajını yayınlaması sonrasında çoğunluğu olmasa da AKP yanlıları sokağa çıkmaya başlamış, kalkışmanın başarısızlığı anlaşıldıkça sokağa çıkan AKP yanlıları gittikçe çoğalarak Erdoğan-AKP direktifleri doğrultusunda hareket etmeye başlamışlardır. AKP tabanının “demokrasi”yi korumak için sokağa çıktığı söylense de ve sürekli bunun propagandası yapılsa da, tekbir sesleri, yapılan zikirler, camilerden yapılan cihad çağrıları, demokrasi üzerine hiçbir sloganın atılmamış olması, dahası sürekli faşist Erdoğan üzerine sloganlar atılması göstermektedir ki, sokağa toplanan halkın ezici çoğunluğu “demokrasiyi”, demokratik değerleri savundukları için değil, AKP’ninErdoğan’ın iktidarının devam etmesi için sokaklara indirilmiştir. Bir kısım MHP tabanı da AKP tabanıyla birlikte hareket etmiştir. Bunun dışında diğer siyasi çevrelerin tabanı sokağa çıkmamıştır. Bunun bir nedeni partilerinden “sokağa çıkın” çağrısının gelmemesi iken, diğer bir nedeni de AKP’nin tabanıyla yan yana gelmemek istemeleridir.

Özellikle Gezi-Haziran halk başkaldırısında görüldü ki, bir kısım AKP’li o süreçte eli sopalı-satırlı biçimde sokağa çıkmış AKP milisi gibi hareket etmişti. Bu kalkışmada da AKP milisiyle yan yana gelmek istemediği görülmektedir. Sokağa çıkan kitlenin Erdoğan’a itaat noktasında sürekli şekillendirildiği ortadadır. 15 Temmuz akşamından itibaren sokaklardan ayrılmaması ve Erdoğan’ın “ben bitti demeden alanlardan ayrılmayın” demesi, hem AKP içinde, hem devlet yönetiminde otoriterliğini pekiştiren faşist Erdoğan’ın, kendi tabanı üzerinde de otoriterleştiği, tabanının hatırı sayılır bir kısmını da gönüllü milis durumuna getirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. “Kefenimizi giydik geldik”, “öl de ölelim reis” vs. sloganları göstermektedir ki, faşist Erdoğan bu milis gücünü sokaklara çıkararak eğitmekte, şekillendirmekte ve kendinesistemine daha çok bağlamaktadır. Bu güçler tarafından Gazi mahallesi, Ankara, Antakya’da Alevi mahallelerine yapılan saldırılar ve devletin bu konudaki yaklaşımı, bu milislerin yarın girişecekleri daha planlı ve örgütlü saldırıların provaları olarak okunmalıdır. Erdoğan-AKP iktidarı faşizmi derinleştirerek sürdürme sürecinde böylesi bir sivil milis gücüne ihtiyaç duymaktadır. Bu güç, aynı zamanda “mahalle baskısı”nın öğeleri, “alo, ihbar hattı”nın devamlı müdaimleri, iktidarın yereldeki asayiş güçleri, faşist iktidarın koruyucu kitle tabanı, milis gücü olacaktır. Ve bunların sokakta tesettürlü olmayan kadınlara, LGBTİ’lere, seküler yaşamı benimseyen gençlere, iktidarı yüksek sesle eleştiren-protesto edenlere satırlı-sopalı ve silahlı saldırıları iktidar tarafından kollanacak ve korunacaktır. Bu Erdoğan-AKP iktidarının yeniden tahkim etmek istediği faşizmin kitle tabanı, militan kitle tabanı olacaktır. İlan edilen OHAL süresi içinde hem muhalefet baskı altında tutulacak ve devlet Erdoğan-AKP iktidarı eliyle yeniden dizayn edilmeye çalışılacak, hem de sokakta tuttuğu tabanı “demokrasiyi” koruma adına sokakta tutmaya devam ederken, gündeme gelen uygulamalara tepki duyan ve protesto eden halk kitlelerini hedef göstererek üstüne salarak, demokratik-devrimci kurumlara saldırıya yönelterek, militan-refleksi gelişmiş faşizmin militan kitle tabanınımilisini oluşturmuş olacaktır.

Faşizme karşı birleşik devrimci mücadelede ısrar edilmeli Halk kitleleri, sosyalist-devrimci-yurtsever öncüler karanlık günlerle karşı karşıyadır. 15 Temmuz bu karanlık günler için gerekli uygulamaların yasal kılı-

03

fının hazırlanmasına vesile olmuştur. Gazi’de, Ankara’da, Antakya’da olduğu gibi Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın her bir yerelinde gelecek saldırılar öngörülerek birleşik hareket daha ileri seviyede ele alınmalı, yerellerin örgütlenmesi üzerine insiyatifli davranılmalı ve militan örgütlü duruş için gerekli olan taktiktarzlar geliştirilmelidir. Bu olmazsa olmaz bir gerçektir. Faşizm devletin örgütlü gücüyle, tabanını da örgütleyerek süreci işletmekte kararlıdır. Sosyalistdevrimci-yurtsever öncülerin buna karşı birleşik örgütlü duruşu en acil görevdir. Beklemek, bekleyip ne olduğunu-olacağını görmeye çalışmak yanılgılı bir duruş olacaktır. Kuzey Kürdistan’da taş taş üstünde bırakmayan, halk evlatlarını bodrumlarda diri diri yakan, haftalarca uyguladığı sokağa çıkma yasaklarıyla ev ev arama yaparak, tutuklamalar, infazlar gerçekleştiren faşist devlet basite alınmamalıdır. O; muhalefeti, özelliklede esas olarak sosyalistleri, devrimcileri, yurtseverleri, militan devrimcileri yani bizi bizden daha çok ciddiye almaktadır. Bizleri etkisiz hale getirmek için milyonları harcamakta, ülkeyi yangın gölüne çevirmekte, taş taş üstünde bırakmamaktır. Hepsi, halkları ve halkların öncülerini etkisiz hale getirmek-susturmak-sindirmek içindir. OHAL’in bunu hedeflememesi olası ve mümkün değildir. Halkları kuşatan bu karanlık günler karşısında, biz devrimcilerin sessiz kalması, birleşik mücadeleyi örme noktasında öncülük görevine sahip çıkmaması, pratik görevleri yavaştan alması, militan devrimci bir duruş sergilememesi devrimciliğini, militan devrimciliğini tartıştırır bir durum olacaktır. Gerici de olsa, faşist Erdoğan’a puta tapar gibi tapsalar da, durdurmak için üzerine gelen tankın önüne yatan o gerici milisi TV’lerden izleyen militan devrimciler olarak, karşılarında nasıl bir milis gücünün hazırlandığını da unutmadan, daha büyük ve çetin kavgalara hazırlanmayı da becermelidirler. “Demokrasi”yi koruma adına sokağa çıkanların silahlandırılmasının gündeme getirilmesi dahi nasıl bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu ve bizlerin bugünden nelere hazırlanmamız, nasıl tedbirler almamız, neye göre şekillenmemiz gerektiğini göstermektedir. Maoistler, birleşik mücadelenin örgütlenmesi noktasında net bir perspektife sahiptir. Bu noktada öncülük omuzlarındadır, sosyalizmin-devrimin güçlerini birleştirmek, halk kitlelerini birleştirmek Sosyalist Halk Savaşı Stratejisi'nin de mantığıdır. Buna sahip çıkmalı, pratik duruş sergilemelidir.


04

güncel haber

01-15 AĞUSTOS 2016 Halkın Günlüğü

MKP tutsağı Aysel Koç'a cinsel işkence MKP tutsağı Aysel Koç, Gebze M Tipi Hapishanesinde tutuklu bulunduğu sırada, jinekolojik rahatsızlığı nedeniyle gittiği Darıca Farabi Devlet Hastanesi'nde Doktor Cemalettin Yeşilyurt'un cinsel işkencesine maruz kaldı. Hapishane doktoru, savcı, hapishane idaresi, TTB ise cinsel işkencenin üstünü örtmeye çalıştı MKP tutsağı Aysel Koç, jinekolojik rahatsızlığından dolayı muayene olmak için gittiği Darıca Farabi Devlet Hastanesi'nde Doktor Cemalettin Yeşilyurt'un cinsel işkencesine maruz kaldı. Maoist Komünist Partisi (MKP) tutsağı Aysel Koç, geçtiğimiz Haziran ayında tutuklu bulunduğu Gebze M Tipi Hapishanesinden jinekolojik rahatsızlığı nedeniyle Darıca Farabi Devlet Hastanesi'ne sevk edildi. Hastanede ise birçok sorun ve sıkıntı yaşadı. Kolluk güçlerinin muayene odasından dışarıya çıkmasını isteyen Koç, jandarma ile tartıştı. Cemalettin Yeşilyurt isimli doktor ise Koç'a "demagoji yapma" benzeri söylemlerde bulunarak İstanbul Sözleşmesi'ne aykırı hareket etti. Ardından Koç makinenin başlığının değiştirilmesini istedi, bunun üzerine Cemalettin Yeşilyurt başlığı değiştirdi ancak ardından makinenin başlığını hızla Koç'un rahmine soktu. Bunun üzerine Aysel Koç aleti kendisi çıkararak hapishaneye döndü ve kanaması arttı.

Doktoru, savcısı, idaresi, TTB'siyle erkek egemen zihniyet her yerde

Yaşananları anlattığında ve suç duyurusunda bulunmak istediğinde ise Koç'un karşısına doktor, savcı, TTB el birliğiyle erkek egemen zihniyetin duvarını çıkardılar. Koç yaşananları anlattığı mektubunda şu ifadelere yer verdi; "Sevgili yoldaşlar jinekolojik rahatsızlığımdan kaynaklı muayene olmak için Darıca Farabi Devlet Hastanesi'ne sevkimi yaptırdım ve Cemalettin Yeşilyurt isimli "hekime" muayene ol-

maya gittim. İlk etapta jandarma ile diyalog kurdum ve dışarı çıkmalarını istedim. Bir şekliyle konuyu çözdük sayılır, sayılır çünkü muayeneden çıktığımda kolluk güçleri içeriye girmişti! Kolluk güçleriyle tartışmam üzerine doktor sıfatlı tecavüzcü bana "Demagoji yapma, geç paravanın arkasına" gibi bir şeyler söyledi. Bunun üzerine tartıştık, hasta haklarımı sıraladım. Yine demagoji yapma dedi ve muayene odasına geçtim bir an önce oradan çıkmak için. Henüz hazırlanmamışken içeri girdi, dışarı çıkmasını söyledim, çıktı ve geldiğinde makinenin başlığını değiştirmesini istedim değiştirdi ama nasıl?! Sonra aleti hızla rahmime soktu ve dışarı çıktı. Aleti kendim çıkardım, sonra hazırlandım ve hapishaneye döndüm. Kanamam hastanede başladı. Ertesi gün hapishane doktoruna çıkarıldım. Yaklaşımı şöyle; "Cemalettin bey iyi bir hekimdir, kötü gününe denk gelmişsin" İki hafta ağrı çektim. TTB ve savcılığa başvurdum. Savcı beni yıldırmaya çalıştı. Ya onun sözcükleriyle suç duyurusunda bulunacaktım ya da odadan çıkacaktım. "Resmi" bir belge olsun diye suç duyurusunda bulundum. TTB'de, savcılıkta soruşturmaya yer

olmadığına karar vermiş. Buraya geldiğimde yoldaşlara anlattım ve devamını biliyorsunuz. Utanması, sakınması gereken kişi ben değilim. Kadının-ların kurtuluş mücadelesini veren biri olarak basit kaygılara kapılmamda olası değil. Neler yaşadık, neler yaşayacağız, bir yığın örneği var elbette bu dava burada kalmamalı!"

DKH: Tutsak kadınlar sistematik cinsel işkenceye maruz kalıyor Demokratik Kadın Hareketi (DKH) konuya ilişkin bir basın toplantısı düzenledi. Basın toplantısına Aysel Koç'un babası Doğan Koç ve Avukat Eren Keskin de katıldı. DKH Sözcüsü Gülden Coşkun'un okuduğu basın açıklamasında, hapishanede idare-asker-doktor işbirliğiyle işkence ve hak gaspları yapıldığı vurgulandı. Açıklamada "Tutsak kadınlar, erkek iktidarının bekçileri tarafından sistematik, cinsiyetçi işkencelere maruz kalıyor. Kendi iradesine sahip çıkan, eril tahakküm ilişkileri karşısında örgütlenen kadınlar sokakta olduğu gibi hapishanede de günü direnişle örmeye devam ediyor. Gebze Hapishanesi'nde bulunan Aysel


05

Koç iktidarın erkek aklının bir pratikte teşhir olduğu cinsel işkence saldırısına uğradı." ifadelerine yer verildi.

"Suç duyurusunda bulunacağız" Açıklamada son olarak cinsel işkenceyi meşrulaştırmaya çalışan Sağlık Bakanlığı, TTB, hapishane idaresi, Darıca Farabi Devlet Hastanesi ve Cemalettin Yeşilyurt hakkında suç duyurusunda bulunacağı ifade edildi. Basın toplantısında konuşan Avukat Eren Keskin ise, Aysel Koç'un epilepsi hastası olduğunu ve sırf bu yüzden dahi daha özenli davranılması gerektiğini, Koç'un bu durumda 7 ayrı hapishaneye sürgün edildiğini aktardı. Keskin, askerlerin muayene odasından çıkarılmamasının ve savcılığın olayı ciddiye almamasının İstanbul Sözleşmesi'ne aykırı olduğunu söyledi ve "Bu açıklama bir suç duyurusudur. Ancak buna karşın ayrıca suç duyurusunda bulunacağız" dedi. Cinsel işkencenin psikolojik boyutlarına dikkat çeken Keskin, Aysel Koç'un bir an önce Çapa'ya sevkini istedi. Aysel Koç'un babası Doğan Koç ise, kızı Aysel'in hapishanede sürekli olarak işkence gördüğünü, son yaptığı görüşte kızının kolunda sorun olduğunu ve sorduğunda ise doktorun işkencesi sonucu olduğunu öğrendiğini söyledi. Basın toplantısına son olarak Gülden Coşkun, Aysel Koç'a yapılan cinsel işkence özelinde tüm kadınlara yönelik bu tür saldırıların üzerine gideceklerini ifade etti.

Cinsel şiddet meclis gündemine taşındı HDP İstanbul Milletvekili Erdal Ataş, tutsak Aysel Koç'a yönelik cinsel şiddet uygulayan Cemalettin Yeşilyurt isimli doktoru Sağlık Bakanı Recep Akdağ'a sordu. Ataş tarafından verilen soru önergesinde şu ifadelere yer verildi; "Hapishaneler, insan hakları ihlallerinin en çok yaşandığı alanlar olarak kamuoyunun gündemindeki yerini yakıcı bir şekilde koruyor. Özellikle siyasi mahpuslar üzerinde süren ağır tecrit uygulamaları son dönemde artmış, hâlihazırda bu konu yerel ve ulusal basında geniş yer tutmaktadır. Siyasi mahpuslar üzerinde süren baskılar, hapishane duvarlarını aşmış hastanelere de ulaşmıştır. Görevi din, dil, ırk, mezhep, cinsiyet ve siyasi görüş farkı gözetmeksizin tüm yurttaşlara sağlık hizmeti vermek olan doktorların, işkence uygulayıcıları olarak kamuoyunun gündemine gelmesi kabul edilemezdir. Siyasi mahpus Aysel Koç’un basına yansıyan mektubunda, Aysel Koç, hastanede muayene sırasında Cemalettin Yeşilyurt isimli bir doktorun cinsel saldırısına maruz kaldığını ifade etmektedir. Mektupta, jinekolojik bir rahatsızlığından dolayı Darıca Farabi Devlet Hastanesi’ne sevkini yaptırdığını belirten Aysel Koç, doktorun sözlü ve fiziksel saldırısına maruz kaldığını, doktorun rahim için kullanılan cihazın hijyeninin sağlanmadan ve sert bir şekilde rahmine yerleştirdiğini ve cihazı çıkarmadan odayı terk ettiğini, cihazı kendisinin çıkarmak zorunda kaldığını belirtmektedir. Doktorun bu cinsel saldırısından sonra kanamasının başladığını, iki hafta boyunca ağır rahim sancıları çektiğini ifade eden Aysel Koç, savcılığa suç duyurusunda bulunmasına rağmen, “soruşturma yer olmadığı” yanıtını aldığını belirtmiştir."

UFUK ÇİZGİSİ

≫ bakış can

KADIN TUTSAKLARA CİNSEL ŞİDDET UYGALAYAN FAŞİST "DOKTOR" TEŞHİR EDİLMELİDİR!

D

evrimci tutsaklar her dönem faşist iktidarların baskı ve işkenceye tabi tuttuğu öncelikli hedefler arasında yer almıştır, bugün de almaktadır. Büyük toplumsal dalgalanmalar, sorunlar veya gerici saldırganlıklar gündeme oturduğunda toplum ya da devrimci dinamikler genellikle tutsakları unutup gündemi meşgul eden gelişmelerle ilgili olurlar. Bu durum gerici-faşist iktidarlar açısından biraz daha farklıdır. Faşist iktidarlar geliştirdikleri baskı ve saldırı politikalarında ilk denek olarak tutsakları hedef alır, en azından geliştirdikleri faşist baskı dönemlerinde tutsakları unutmaz, denek olarak politikalarını tutsaklar üzerinde uygular, buraları bastırıp susturmayı ihmal etmezler. Bunda devrimci tutsaklar veya hapishanelerin diri, devrimci niteliği öne çıksa da, tutsakların denetim ve kontrol altında bulunup ' savunmasız'' durumda olmaları da rol oynar. Kitleler büyük baskı, zulüm ve sömürü politikaları ya da gerici siyasi saldırılar altında meşgul edilmişken, bu karmaşa içinde devrimci tutsakların ' defterini dürmeyi'' ihmal etmezler. Bu sınıf mücadelesinin de bir tabiatıdır. Gerici sınıflar, geniş halk kitlelerine karşı baskılarını tırmandırırken şu ya da bu kesimini dışta tutmadan bütün muhalif ve devrimci dinamiklere yönelirler. Hapishaneler her şeye rağmen teslim alınamayıp sınıflar mücadelesinin canlı bir alanı olarak varlığını sürdürürken faşist iktidar veya hakim sınıfların buralara yönelmemesi düşünülemez. Bilakis saldırıların uygulanacağı en uygun alanlardan biri olması itibarıyla dönemsel saldırı süreçleri ekseriyetten hapishanelerden başlar. Halkın ya da devrimcilerin karakteri dışarda da hapiste de değişmez. Dışarıda maruz kaldıklarını içerde, içerde maruz kaldıklarını dışarda yaşar-yaşamak zorunda kalırlar. Hakim sınıflar da içeridekiyle dışardakini ayrıt etmez, etmeden zulüm ve baskıya başvurur, işkenceler, katliamlar uygular. Dışarda uyguladığı vahşetin aynısını ama daha eşitsiz koşullarda olmak üzere daha ağırını içerde uygular. İçerdeki baskı ve işkencenin daha da ağır olması, tutsaklık koşullarının getirdiği dezavantajlarla alakalıdır esasta. İçerdeki yeterli savunma yapacak durumda değildir. Esasta bilinç ve irade kararlılığıyla savunma yapar, direnir, mücadele eder. Baş eğmez! Genel olarak tutsakların karşı karşıya olduğu ağır baskı ve saldırı koşulları benzerdir. Dışarıda uygulananlarla da benzerdir. Ancak MKP davasından yargılanıp tutsak edilen kadınların maruz kaldığı gayri insani işkence ve faşist baskılar sistemli bir durumu göstermektedir. Yaşadıkları sürgünler, maruz kaldıkları baskı ve işkenceler sebebiyle defalarca gündeme gelen MKP davasından yargılanan kadın tutsaklar, bu kez de cinsel saldırıya maruz kalmaları nedeniyle gündemdedir. Ve bu kez cinsel şiddet ve saldırıya ' doktor'' ünvanlı bir

faşist unsur dahil olmuştur. Asker ve diğer kolluk güçlerinin baskı ve işkenceleri yetmezmiş gibi, Hipokrat yeminli sivil unsurun buna cüret etmesi rastlantı değildir. İktidar her unsuruyla faşist karakterini sergileyip tam bir baskı kuşatması yaratıyor. Darbe gerekçesi ve olağan üstü hal uygulaması toplum üzerinde olduğu gibi, tutsaklar üzerinde de çok daha pervasız faşist baskıların derinleşeceğine işarettir. Ki, ' doktorların'' cinsel şiddet ve saldırıya cüret etmesi bunun açık göstergesidir. Bu ağır baskı dönemlerinde devrimci tutsakların sahiplenilmesi, hapishanelere karşı daha duyarlı olunması es geçilemez bir görev ve sorumluluktur. Tutsaklarla her düzeyde dayanışmada bulunmak, onların sesini halk kitlelerine duyurmak, onlara yönelen baskı ve işkencelere karşı hassasiyetle mücadele etmek devrimci görevin bir parçasıdır. Hakim sınıfların uyguladığı tecrit ve izolasyonu parçalamak için de, tutsaklarla sistemli dayanışma içinde olmak ve onların sorunlarını gündeme taşıyarak direnişlerini dışarıya taşımak zorunlu ve önemlidir. Olağan üstü hal uygulamasıyla birlikte, bunun sonuçlarına ve özellikle de tutsaklara yansımalarına karşı kararlı bir tutum alınmalı, toplumsal duyarlılık geliştirilmelidir. Daha özel olarak, MKP dava tutsağı kadın yoldaşa cinsel şiddet ve saldırıda bulunan Cemalettin Yeşilyurt isimli ' doktor'' en geniş biçimde ve özel kampanyalarla teşhir edilmelidir. Sorun bir kadının ya da MKP dava tutsağı bir kadının sorunu değil, tüm kadınların ve toplumun, insanlığın sorunudur. Dolayısıyla bu teşhir kampanyası ve mücadeleye mümkün olan en geniş kesimlerin katılması önemsenmelidir. Kadın örgütlerinin harekete geçirilmesi aynı derecede önemlidir, önemsenmelidir. Bu ' doktorun'' yargılanarak görevden alınması mutlaka sağlanmalıdır. Bu kampanyalar dahilinde demokratik mücadeleye uygun olarak Sağlık Bakanlığı, Adalet Bakanlığı gibi kurumlara dilekçelerle başvurulup ismi geçen unsurun görevden alınması için baskı oluşturulmalıdır. Yargılanıp görevden alınması için ' FETÖ''cü olması gerekmemektedir. O bir işkenceci, kadın düşmanı, ahlaksız ve insanlık suçlusudur. Yaptıkları yargılanması ve görevden alınması için fazlasıyla yeterlidir. İlgili ' doktora'' sahip çıkan devlet ve ilgili bakanlıkları da bu faşist ' doktorla'' aynı suçu işlemiş olacak, aynı sorumluluğu taşıyacaktır... Zorla tutsak edilen devrimcilerin her türlü güvenliğinden onları denetiminde tutan devletiktidar sorumludur. Aynı iktidar halkın vergileriyle maşını ödediği ' doktorundan'' da sorumludur. Hapsettiği tutsakların sağlığı ve güvenliğini koruyamayan devlet, tutsaklara dönük yaşanan cinsel şiddet ve tüm faşist saldırının gerçek sorumlusudur. Erkek egemen zihniyetine sahip tüm köhne sistem ve o kuluçkada filizlenen tüm kadın düşmanı anlayış ve davranış teşhir edilmelidir. Aynı rahimde büyüyen sefil ' doktor'' da bu teşhir kampanyasının bir figürü olmalıdır.


06

haber analiz

01-15 AĞUSTOS 2016 Halkın Günlüğü

Kahrolsun “faşizm” yaşasın “faşizm” D ün Kemalizm hayranlığı ekseninde CHP’nin peşine takılan, faşist Türk ordusundan devrimci kalkışma bekleyen zihniyet ile bugün CHP’den demokrasi bekleyen zihniyet arasında ideolojik-siyasal-örgütsel bağlar oldukça güçlüdür. Hakim sınıf klikleri arasında cereyan eden gerici çelişki ve çatışmalarda komünist-devrimcilerin herhangi bir gerici kamptan yana taraf olma, pozisyon alma tavrı olamaz. Böylesine bir tavır içerisine girenler, bütün cilalı söylemlerine rağmen, objektif olarak taraf oldukları gerici kampın çıkarlarına hizmet ederler

TSK içerisinde bir grubun, 15 Temmuz gecesi gerçekleştirdiği başarısız darbe girişimi, birçok soru işaretiyle beraber tartışılmaya devam ediliyor. Kuşkusuz hem 15 Temmuz’da yaşanan gelişmeleri hem de öncesi-sonrasıyla siyaset arenasında yaşanan-yaşanacakları devrimci sınıf cephesinden en doğru şekilde analiz edip doğru-devrimci bir konumlanma içerisinde olmak birincil görevimizdir. Bu gerçekliği unutmadan, komünist-devrimci bir direniş cephesi örme ihtiyacı ve görevini bir an dahi akıldan çıkartıp ertelemeden sürece dair fikirlerimizi paylaşmayı önemsiyoruz. Böylesine karmaşık-karanlık bir gerçeklik içerisinde, adeta “At izi ile it izinin birbirine karıştığı” bir konjonktürde, bağımsız-devrimci bir siyasetin ihtiyacına cevap olmak adına da, doğru-bilimsel analiz ve pratik duruşun acil olarak yerine getirilmesi gereken görevlerden olduğunu düşünüyoruz. Bundandır ki, bu makalemizde, 15 Temmuz olayı sonrası bir bütün sol cephede yaşanan gelişmeler, özellikle CHP’nin Taksim Mitingi etrafında şekillenen ayrışma ve tartışmalara dair fikirlerimizi ifade edeceğiz.

Faşizmin restorasyonunda “sol”un rolü 15 Temmuz Darbe Girişimi, uzun süredir büyük bir gerilim hattı üzerinden yürütülen “TC” siyasetinin patlama anların-

dan birini temsil etmektedir. AKP-Erdoğan iktidarının, hükümete geldikleri andan Gezi-Haziran ayaklanmasına kadar, bir şekilde kontrol edip, yönetmeyi başardığı ülke siyaseti Gezi sonrası, normal sınırlar içerisinde (buradan kastımız faşizmin kendisini parlamento maskesiyle devam ettirme halidir) bir yönetme durumu ortadan kalkmıştır. Ki sonrasında iç ve dış siyasette yaşanan gelişmelerin hepsi, yönetebilmek için sürekli şiddet politikasını devreye koymuştur. Dış siyasette –özellikle Suriye- büyük bir çıkmaza girip, ABD gibi emperyalist efendileriyle dahi önemli çelişkiler yaşayan AKP, içte ise hem Kürt Ulusal Hareketi'nin direnişi ve hem de hakim sınıflar içerisindeki diğer güçlerle yaşadığı çıkar çatışmaları ekseninde büyük bir sıkışmışlık hali içerisindeydi. Gerilimin toplumsal bir patlama ve sol cepheden bir kalkışmaya dönüşme riski, egemen güçleri her zaman tedirgin eden bir tehlike olarak var olagelmiştir. Söz konusu sıkışmışlık ve gerilim halinin, sistem karşıtı tehlikeli bir kalkışmaya dönme riski ve AKP-Erdoğan’ın mevcut şekilde iktidarı daha fazla devam ettirememe halinden kaynaklı, öncelikli olarak dış politikada, halkın deyimiyle “tükürdüğünü yalama” politikası hayata geçirilerek önce Rusya’dan özür dileme, İsrail ile ilişkileri düzeltip yeni bir anlaşma imza-

lama ve Mısır ile görüşmelere başlama hamleleri geliştirildi. Suriye politikasında da ABD-Rusya eksenli sürece tam riayet açıklamaları yapılarak U dönüşü sinyalleri verildi. Dış politikada attığı bu adımlarla elini biraz daha güçlendirip, soluklanma fırsatı yakalayan AKP-Erdoğan iktidarı, iç siyasette ise 15 Temmuz başarısız darbe girişimi sonrası, büyük bir tasfiye ve devleti restore çalışmalarına başlamış durumda. Özellikle ordu ve yargı eksenli yapılan tasfiyeler ve Kanun Hükmünde Kararnamelerle(KHK), OHAL yetkilerine dayanılarak yapılan düzenlemeler neticesinde Türk ordusunun baştan aşağı yeniden yapılandırılması süreci başlatılmıştır. Söz konusu düzenlemelerin, yeni-acil olarak karar altına alınan meseleler olmadığını da ifade etmek gerekiyor. Esas olarak Pentagon Modeli isimlendirmesiyle anılan yeni model ile Türk Ordusu’nun, ABD’deki gibi bir dizaynıdır söz konusu olan. 15 Temmuz sonrası yaşananların tümü ise tek bir şeye işaret ediyor; AKP öncülüğünde CHP-MHP-ve hatta HDP’nin de dahil edildiği ve sözde “darbelere karşı demokrasi” sloganı eşliğinde Faşist Türk Devleti’nin, parlamenter maskeli burjuva dizaynının gerçekleştirilmesidir. Bu dizayn sürecinde AKP-MHP arasında 7 Haziran seçimleri sonrası iyice ayyuka

çıkan işbirliği durumu, 15 Temmuz sonrası CHP’nin katılımıyla önemli bir eşiği geçmiş bulunuyor.

24 Temmuz Taksim Mitingi ve reformizmin sefaleti 15 Temmuz darbe girişimi sonrası, muhtemelen en çok kullanılan kelimelerin başında “Demokrasi” geliyordur. Gerçekleştirdiği katliamlar, gerici politika ve ayyuka çıkan hırsızlık-yolsuzluk gibi bütün pisliklerine rağmen AKP-Erdoğan’ın “demokrasi şampiyonu” ilan edildiği bir süreçten söz ediyoruz. Kuşkusuz gerici-faşist güçlerin başları her sıkıştığında, özellikle halkın desteğini almak için “demokrasi-özgürlük-insan hakları” gibi argümanları pervasızca kullandıklarına çokça tanığız. Hele ki AKP-Erdoğan’ın 14 yıllık iktidarları döneminde de bu yönde nasıl sinsi-riyakâr pratiklere imza attıkları hafızalardadır. TürkiyeKuzey Kürdistan ezilen-emekçilerinin AKP-Erdoğan ya da diğer gerici-faşist güçlerden kendi lehlerine herhangi bir adımın atılmayacağını kendi yaşam pratikleriyle onlarca kez deneyimledikleri biliniyor. 15 Temmuz sonrası AKP-Erdoğan’a karşı sarf ettikleri bütün söylem ve iddiaları bir kenara bırakarak, AKP ile demokrasi şampiyonluğu yarışına giren CHP de ibretlik bir fotoğraf sergilemektedir. Daha önce “Saraya ancak soytarı-


01-15 AĞUSTOS 2016 Halkın Günlüğü

lar gider” şeklinde iddialı sözler sarf eden CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’ın daveti üzerine koşa koşa Saray’a gidip “Krala soytarılık yapması” tarihte ender rastlanacak gösterilerden biridir. Aynı şekilde daha önce “Saraya giden ihanet etmiş olur” diyen MHP lideri Devlet Bahçeli’nin de Kılıçdaroğlu ile beraber “büyük bir ihanet” gerçekleştirmesi demokrasi için olsa gerek. 15 Temmuz sonrası darbe girişiminin başarısız olacağını anlayan CHP, anında pozisyon geliştirerek yeni süreçte kendisine verilecek her türlü göreve hazır olduğunu beyan edip, peşi sıra adımlar atmaya başladı. Bu adımların en önemli ve tartışmalı olanı ise 24 Temmuz tarihinde Taksim’de gerçekleştirilen “Cumhuriyet ve Demokrasi” mitingidir. GeziHaziran isyanından bu yana bütün eylemlere kapatılan, ülkemiz tarihinde devrimci güçler ve sol açısından önemlitarihsel bir yere sahip olan Taksim Meydanı’nın bir anda CHP’ye tahsil edilmesi ve AKP’nin söz konusu mitinge övgüler dizip, katılım göstermesi, kendisini “komünist-devrimci-sol” olarak ifadelendiren bazı güçlerin ise büyük bir heyecan ile CHP’nin kuyruğuna takılarak bu mitinge katılım göstermeleri, düzen cephesinde olduğu gibi sol cephede de büyük bir yarılma olduğunun en önemli göstergelerinden biridir. 24 Temmuz günü gerçekleştirilen Taksim Mitingi’ne KESK, TTB, TMMOB, BHH, EMEP, Halkevleri, İKS, Kaldıraç, TÖP-G ve başka bazı sol güçlerin katılım göstermesi önemli bir tartışmayı yeniden alevlendirmiş oldu. Faşist Türk devletinin kurucu ideoloji olan Kemalizm’e dair başta TKP olmak üzere ülkemiz devrimci-sol güçlerinin sakat analiz ve ilişkilenmesi bilinen bir gerçek. Faşist niteliği tartışma götürmez olan Kemalizmin, sol, ilerici ve hatta devrimci şeklinde değerlendirilip, bu tespitlere uygun bir ilişkilenme ve beklentinin olduğu malum. Komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın diğer birçok meselede olduğu gibi Kemalizm meselesinde de ortaya koyduğu komünist fikirler, bütün reformist-revizyonist-küçük burjuva devrimci kesimlere karşı, ideolojik olarak göndere çekilen bir bayrak misali bütün heybeti ve geçerliliğiyle yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Dün Kemalizm hayranlığı ekseninde CHP’nin peşine takılan, faşist Türk ordusundan devrimci kalkışma bekleyen zihniyet ile bugün CHP’den demokrasi bekleyen zihniyet arasında ideolojik-siyasal-örgütsel bağlar oldukça güçlüdür. Hakim sınıf klikleri arasında cereyan eden gerici çelişki ve çatışmalarda komünist-devrimcilerin herhangi bir gerici kamptan yana taraf olma, pozisyon alma tavrı olamaz. Böylesine bir tavır içerisine girenler, bütün cilalı söylemlerine rağmen, objektif olarak taraf oldukları gerici kampın çıkarlarına hizmet ederler. Bugün Birleşik Haziran Hareketi (BHH) şahsında temsil edilen, “cumhuriyetçi-medeniyetçi-modernist” reformizm-revizyonizmin Kemalizme olan

hayranlığı biliniyor. AKP-Erdoğan iktidarının gerici-faşist politikaları ve kuşatması karşısında başka bir faşist odak olan CHP ile yan yana yürümek, CHP’yi demokrasi bloğunda değerlendirmek, ahmaklık değilse nedir? Tutarlı proleter bir sınıf tavrından öte, AKP-dini gericilik karşıtlığıyla siyaset örme zihniyetinin buralara savrulması kaçınılmazdı, böyle de oldu. Çeşitli ulus, milliyet ve inançtan Türkiye-Kuzey Kürdistan halkına karşı 90 yıldır her türlü sömürü, baskı, zulüm ve katliamı reva görüp, uygulayan, faşist niteliği tarihsel olarak defalarca ispatlanmış, Kemalizm ve faşist siyasal organizasyonu olan CHP’den hala halkın çıkarına bir şeyler beklemek izahatta zorlandığımız bir durum. Ezilen-emekçi halkın kanı-canı pahasına kazandığı ve önemli-tarihsel bir mirasın sembolü olan Taksim Meydanı’nda AKP iktidarının onayı ve yönlendirmesiyle yapılan bir “şölene” komünist-devrimcilerin bırakın katılmak, teşhir etmekten başka bir tavrı söz konusu olamaz. Her tarihsel süreç ve olay çeşitli ayrışma ve saflaşmaları da beraberinde getirir. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi ve esnasında 2. Enternasyonal’in oynadığı rol ve bu duruma karşı Lenin önderliğindeki Sovyet komünistlerinin tavrı tarihsel bir tecrübe olarak hafızalardadır. Keza ülkemizde faşist-Kemalist diktatörlük tarafından Ermeni, Kürt, Alevi ulus ve inançlarına dönük gerçekleştirilen soykırım ve katliamlar sürecinde dönemin “şanlı-komünist” güçlerinin ibretlik tavırları hafızalardadır. 15 Temmuz olayı da ülkemizde yeni bir ayrışma ve saflaşmanın ilk işaretlerini vermiş durumda. Bu tarihsel akış içerisinde kuşkusuz bağımsız-devrimci bir siyasal hatta yürüyenler stratejik olarak kazanacaklardır. Güncel siyasete müdahale adı altında, pragmatizm üzerine kurulu hiçbir siyasetin stratejik olarak kazanma şansı yoktur. Faşist Türk Devleti’nin Kürt katliamları karşısında ortaya koyduğu tavırla TKP’nin alnındaki kara leke, bütün tazeliğiyle durmaktadır. Bir kez daha ve ısrarla vurgulamakta fayda var ki; “Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz. Komünist hareket, ikisini de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele eder; ama bunlar arasındaki mücadeleye de gözlerini yummaz; bu boğuşmadan kendi hesabına azami derecede fayda sağlamak için, bunların birbirine göre durumunu iyi tespit eder, en gerici olanı tecrit eder, ilk ve en şiddetli saldırılarını ona yöneltir, bu arada diğer gerici kliğin mahiyetini teşhir etmekten, onunla kendi arasındaki düşmanlık çizgisini sıkı sıkıya muhafaza etmekten de geri kalmaz. Bilir ki, hakim sınıflar arasındaki bu boğuşma her an halka karşı bir birleşmeye dönüşebileceği gibi, bugün en gerici olan kliğin yerini, yarın diğeri de alabilir. Bu, gericiler arasında durmadan değişen güç dengesine, iktidara hangi kliğin hakim olduğuna, iktisadi ve siyasi buhranın

haber analiz mevcut olup olmamasına ve benzeri şartlara bağlıdır.’’

HDP’nin rol kapma çırpınışları Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, her türlü tarihsel süreç ve olay yeni ayrışma ve saflaşmaları da beraberinde getirmektedir. 15 Temmuz süreci sonrası CHP ve bu partinin kuyruğuna takılan başta TKP çizgisi olmak üzere reformist-revizyonist güçlere dair kısaca fikirlerimizi ifade ettik. Radikal demokrasi perspektifiyle siyaset yürüttüğünü ifade eden HDP’nin sürece dair ve sonrasındaki tavrı da ibretliktir. Ufku burjuvaparlamenter eksenle sınırlı olan HDP’nin de AKP-MHP-CHP ile birlikte söz konusu “demokrasi şöleni” içerisinde yer aldığını belirtelim. 15 Temmuz başarısız darbe girişimi ardından, TBMM çatısı altında AKP-MHP-CHP-HDP tarafından ortak olarak hazırlanan ve kamuoyuna deklare edilen bildirinin kendisi nasıl bir körlük ve savrulma içerisinde olunduğunun ibretlik resmidir. AKP-Erdoğan tarafından büyük bir gerici atılıma dönüştürülen tiyatro içerisinde kendisine yer edinmeye çalışan, kendisine gerekli ve yeteri roller verilmediği için mızmızlanıp, küsen bir HDP tablosuyla karşı karşıyayız. Dört partili ortak bildiride yazılanların, Faşist Türk Devleti’ni nasıl aklayıp, temize çıkarttığını net olarak görmekteyiz. Akıl ve vicdan sahibi hiçbir tutarlı demokratın dahi altına imza atmayacağı şu sözlere HDP hangi akılla imza atmıştır sormak isteriz; “Milletimiz, bütün dünyaya örnek olacak şekilde darbenin karşısında durmuş ve kanlı darbe girişimini engellemiştir. Türkiye Cumhuriyeti'ni ve kurumlarını canı pahasına koruyan bu aziz millet her türlü övgü ve takdiri ziyadesiyle hak etmektedir. Bu uğurda canlarını veren şehitlerimize milletçe minnettarız ve o kahramanlarımızı da asla unutmayacağız. Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu aziz ve kahraman milletin temsilcisi olarak milletimizin verdiği yetkiyle bombaların ve kurşunların altında görevini ifa etmiş, bir kez daha milletine layık bir Meclis olduğunu göstermiştir. Unutulmamalıdır ki, TBMM, Kurtuluş Savaşı'nı yöneten, Türkiye'nin demokrasiye geçişini gerçekleştiren, demokratik parlamenter sistemi yıllar içinde geliştirmiş, bir milleti yokluk ve yoksulluktan alıp muasır medeniyet seviyesine çıkarmanın mücadelesini vermiş bir meclistir. Meclisimiz tek yürek, tek vücut olarak büyük bir cesaretle darbeye karşı haysiyetli bir duruş sergilemiştir. Darbecilere gereken cevabı, dünyaya da gereken mesajı vermiştir.” Burjuva parlamentonun işlevi ve ülkemizdeki tarihine dair bir analize gerek yoktur sanırız. Bildiride övgülerle bahsedilen “milletimizin” ise AKP tarafından örgütlenen paramiliter-gerici güçler olduğu, sokaklarda nasıl bir vahşet ve işkenceye imza attıklarını televizyonlardan milyonlarca insan canlı olarak izlediler. HDP’nin Erdoğan-Kılıçdaroğlu-Bahçeli

07

üçlüsü arasında Kaç-Ak Saray’da gerçekleştirilen toplantıya davet edilmemesi vesilesiyle takındığı tavır da problemlidir. Daha düne kadar hiçbir meşruiyeti olmayan, burjuva muhalefet partileri tarafından dahi muhatap alınmayan, Saray’ın bir anda demokrasi yuvası ilan edilip, buraya gitmek için kuyruğa girilmesi, burjuva siyasetin ikiyüzlü örneklerinden sadece birisidir. HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın söz konusu üçlü toplantıya dair sitemkâr şu sözleri nasıl bir yönelim ve savrulma içerisinde olduklarının kanıtı niteliğindedir:“Bir defa HDP’nin Türkiye’de siyasetten halen dışlanma girişimi ve bir ayrımcılığa girişiminin darbe harekâtı sonrası bile devam ediyor olması çiğliktir, akılsızlıktır. Darbenin sonuçlarını henüz yeterince idrak edemediklerinin göstergesidir. Türkiye’de demokrasinin anahtarı HDP’dir. HDP’nin temsil ettiği toplumsal kesimlerdir. Darbeyi tetikleyen Kürt sorununun askere, orduya havale etmiş olan anlayıştır. Şimdi bir kez daha HDP’yi dışlayarak, yokmuş gibi davranarak Türk milli mutabakatı, milli cephesi etrafında sorunları çözeceğiz diyorlarsa kendileri bilirler. Ama ben bu yaklaşımın çok yanlış ve eksik olduğunu düşünüyorum. 6 milyon oy almış bir partiyiz. Parlamentonun üçüncü büyük partisiyiz. Türkiye’nin sorunlarının çözümüne dair bizim de görüş ve önerilerimiz var. Ama bunlar devlet katında kıymeti harbiye görmüyorsa, toplum katında görüyor. Üzülürüm sadece şu an sıradan bir seçim rekabeti yaşadığımız bir dönemde değiliz. Darbe akşamı, darbeye net bir karşı duruş sergilemiş bir partiyiz. Diğer muhalefet partilerinin de bunu içine sindiriyor olması da bence çok tuhaftır. Demokrasi şöleni adı altında HDP gibi toplumun asıl sorun yaşayan kesimlerini temsil eden bir çizginin dışlanıyor olması Türkiye’de sorunların kolay kolay çözüm yoluna girmeyeceğini gösteriyor. Darbeciler; zaten bir ayrımcılık, bir etnik iç çatışma yaratmak istiyor. Bunlar da bunun ekmeğine yağ sürüyorlar.”

Devrimci proleter tavır Türkiye-Kuzey Kürdistan’da oldukça karanlık-gerici-faşist bir kuşatma süreciyle karşı karşıyayız. AKP-Erdoğan eliyle sistemin yeniden dizaynı süreci ana hatlarıyla ortaya çıkmış durumda. Bu dizayn sürecinde sağından soluna geniş bir yelpazenin rol aldığı-alacağı malum. Komünist-devrimci güçler oldukça önemli bir sınavla karşı karşıyalar. Bağımsız-devrimci siyasal hattın önemi bir kez daha kendisini dayatmakta. Biz Maoist komünistler olarak proleter devrimci bir perspektifle sürece müdahil olup, bütün gerici güçler ve dayanaklarıyla beraber Faşist Türk Devleti’ni, Sosyalist Halk Savaşı perspektifiyle alaşağı edip, sosyalist bir düzen kurma iddia ve mücadelemizi bu vesileyle bir kez daha dosta ve düşmana ifade etmek istiyoruz. Görev bizleri bekliyor.


08

kadın haber

01-15 AĞUSTOS 2016 Halkın Günlüğü

‘Kadınlar ve LGBTİ’ler olarak ortak mücadele hattı örmeliyiz’ “Kadın cinayetlerinin bu kadar yoğun olduğu bir coğrafyada silahlanmanın körüklenmesi, böyle bir süreçten yararlanarak silahlanmanın önünün açılmasının en fazla kadınlara zarar vereceğini düşünüyoruz. Bu kavga militer güçlerin arasındaki bir kavga, buradan bir demokrasi çıkmaz.” OHAL, darbe ve savaş süreçlerinden toplumsal olarak en çok etkilenenlerin başında kadınlar ve LGBTİ’ler geliyor. 15 Temmuz’da yaşanan darbe girişimi ve hemen ardından ilan edilen OHAL süreci içerisinde kadınlara ve LGBTİ’lere yönelik geliştirilen saldırılarda bu durumun kanıtlayıcısı oluyor. Geçmişten bugüne zaten fiili bir OHAL süreci yaşayan kadın ve LGBTİ’ler, bu süreçle birlikte de siyasi iktidarın da doğrudan hedefleri arasında… Bu yaşananlar ışığında kadın ve LGBTİ’lerle son sürece ve çözüm yolları üzerine bir röportaj gerçekleştirdik.

OHAL ve darbe süreçlerinin kadınlara nasıl yansıdığını 80 ve 90’lı yıllardan biliyoruz. Fakat bugün ilan edilen OHAL’in demokrasi güçlerine çok daha farklı yansıyacağı aşikar. Bu sürecin kadınlara ve LGBTİ’lere yansıması nasıl olur? Ve bu süreç kadın ve LGBTİ örgütleri tarafından nasıl karşılanmalı? Gülden Coşkun – Demokratik Kadın Hareketi: Aslında bir bütün olarak tüm savaş süreçlerinin ilk elden hedefini kadınlar oluşturuyor. Buna neden olan algıya dair birçok şey sıralayabiliriz. Erkek egemen bir sistemin var olması, kadına yönelen şiddet aracılığı ile kadının dâhil olduğu topluluğun, milliyetin, örgütlenmenin vs. cezalandırılabileceği anlayışı gibi. Tabi bir de örgütlü kadına yönelen saldırılar var. Burada egemenler örgütlü kadının iradesinin nerelere varabileceğini açık bir biçimde gördüklerinden ve deneyimlediklerinden dolayı diğer kadınlara mesaj vermek için pervasızca saldırıyor. Taybet İnan’ın 7 gün sokak ortasında bekletilmesi, Ekin Wan’ın teşhir edilen bedeni, katledilen 3 Kürt kadın siyasetçi bu anlayışın ürünü olarak karşımıza çıkıyor. OHAL ile birlikte ilerici güçlere yönelik yoğun bir saldırı döneminin başlatılacağı aşikâr. Nitekim biz bunu 80’li yıllardan, 90’larda Kürdistan illerinde yaşanan katliamlardan, Eskişehir’e işkence yapıldıktan sonra kitlesel olarak sürülen trans kadınlardan biliyoruz. Bu süreci nasıl karşılamamız gerektiğine dair sorulan soruya şöyle cevap verebiliriz. Bildiğiniz gibi 90’lı yıllarda gerçekleşen OHAL uygulaması beraberinde kadına yönelik birçok saldırıyı getirdi. Gözaltında tecavüz, işkence uygulamalarından bölgeyi insansızlaştırmaya kadar. Fakat o dönem Kürt kadını çok yalnız bırakıldı ve bu suçların üzeri kapatıldı. 90’larda Kürt kadınlarının yaşadıklarını bugün bir bütün olarak kadınların yaşamaması ve bu ohallere karşı mücadele etmek için ortak bir platform oluşturulması gerektiği kanısındayız. Bunun çalışmalarını Demokratik Kadın Hareketi olarak örmeye başlıyoruz. Bu platformun amacı yasal haklarının tümden askıya alındığı böyle bir süreçte OHAL kapsamında kadınlara yönelen saldırılara karşı bir arada durma, belgeleme, uluslararası ve yerel bazda lobi çalışması yapma ve en geniş kadın katılımı ile hak ihlallerine karşı özsavunma zeminini hazırlamak olarak tanımlanabilir. Kadınların ve LGBTİ’lerin bu süreçten en az hasarla kurtulmasının en önemli ayaklarından birinin bu platform olacağı inancındayız.

Eren Keskin – İnsan Hakları Savunucu - Avukat

Olağanüstü Hal Kanunu 12 Eylül Askeri Darbesi’nin ürünü bir kanundur. Şimdi hükümet ve esas olarak cumhurbaşkanı bir askeri darbeye karşı yine askeri militarist yöntemlerle karşı koyuyor. Yani militarizmin, militarist güçlerin kendi aralarındaki kavga halka bir baskı olarak yansıyor. Çünkü olağanüstü hal yasası aslında yaşama hakkını ve işkence görmeme hakkını garanti altına alıyor. Ama biz daha önce Kürdistan’da olağanüstü halin nasıl uygulandığını çok iyi biliyoruz. Yani özellikle AİHS’nin askıya alınmasının nasıl sonuçlar yarattığını çok iyi biliyoruz ve “TC” devleti bir hukuk devleti değil. Bu dönemde biz yine gözaltında kayıpların, işkencelerin, cinayetlerin artacağını düşünüyoruz, çünkü büyük bir silahlanma olduğunu görüyoruz. Ve aslında alttan alta ve hatta bazılarını bakanlarda açık açık söylediler bireysel silahlanmanın önünün açılacağını hatta silahlarınızı alın gelin sokaklara çıkın demelerini biz gördük. Şimdi silahlanma demek o silahın ilk önce en yakınındaki kadına dönmesi demektir. Kadın cinayetlerinin bu kadar yoğun olduğu bir coğrafyada silahlanmanın körüklenmesi, böyle bir süreçten yararlanarak silahlanmanın önünün açılmasının en fazla kadınlara zarar vereceğini düşünüyoruz. Bu kavga militer güçlerin arasındaki bir kavga, buradan bir demokrasi çıkmaz. Sokaklara baktığımızda bu kavgada demokrasi isteyen taraf olarak görünenlerin yine ağırlıklı olarak İslamcı ve faşist güçler olduğunu görüyoruz. Örneğin; Taksim’de günlerdir kadınlar yürüyemiyorlar belirli saatlerden sonra… Giyim kuşamları üzerinden saldırıya uğrayanlar, sözlü, küfürlü saldırıya uğrayanlar var. Ve tabi bu arada en büyük tehlike altında olanlardan bir kesimde LGBTİ bireyler, özellikle de trans kadınlar. Çünkü bu coğrafyada şuan demokrasinin bekçisi olarak sunulan bu feodal yapı aslında LGBTİ bireylere karşıda büyük bir saldırganlık içinde. O nedenle biran önce herkesin iyice bir düşünmesi gerekiyor. Yani bu süreçten yeni bir baskı süreci ile çıkılmaya çalışılırsa bu coğrafyada iç savaş çıkar. Bunun dışında tek yol demokratikleşmedir. Ama bunun da şuan en ufak belirtisini bile görmüyorum.

Zelal Demir – İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği Kadın ve LGBTİ’ler için uzun zamandır uygulanıyordu OHAL... Sadece adını koydular; resmileştirdiler. Biz bunu Ekin Wan'ın bedenine yapılan işkence ile görmüştük. Taybet

Ana'nın cansız bedenini günlerce yattığı yerden alamadığımız zaman görmüştük. İki yıldan beri yapılamayan onur yürüyüşlerinde de gördük. Hani derler ya; savaşın da bir ahlakı vardır diye... Bu topraklarda özellikle kadın ve LGBTİ’lere karşı yürütülen savaşın hiç bir zaman bir ahlakı olmadı. Çünkü devlet bizleri bedenimiz ve kimliğimiz üzerinden vurmaya çalıştı hep... Şimdi Temmuz ayı itibariyle üç aylık bir OHAL ilan edildi ki, daha da uzaması gündemde. Bizlerin hayatında çok da bir değişiklik olmayacak. Devletin kendi eliyle uyguladığı şiddet, hiç bir zaman azalmadı bizler için. Devlet şiddeti dışında sokaklarda gerici paramiliter gruplar sadece işin farklı bir boyutu olarak sayılabilir. Ama bizler direnmeyi, mücadele etmeyi bilen bir neslin mirasçılarıyız. Kimseye pabuç bırakacak değiliz. Elif Kaya – Yeni Demokrat Kadın: Aslında bir yılı aşkın süredir, çözüm sürecinin bitmesi ile birlikte OHAL uygulamalarını yaşıyoruz. Cemaat ile devletin iç çatışması vesilesi ile devlet, OHAL’i resmi olarak deklare etmiş oldu. OHAL ile aslında devletin iç klikleri arasında ki o çatırdamayı düzeltmek, AKP özgülünde devletin kendini devlet içerisinde yeniden dizayn etmek gibi bir dert var. Bütün bunlara kadınlar cephesinden de baktığımızda aslında OHAL ve uygulamalarının bir yılı aşkın süredir yaşandığını görüyoruz. Devletin geliştirdiği her türlü saldırıda kadınlar özel bir hedef haline gelmeye başladı. Gelişen kadın mücadelesinin devleti daha çok pervasızlaştırdığını ve azgınlaştırdığını da görüyoruz biz. Neden? Çünkü kadınlar ciddi bir güç olarak devletin ve erkek egemenliğinin karşısında duruyorlar. Doğallığında, devlette kadın bilincinin ve kimliğinin gelişimini durdurmak için savaşta da kadın bedenini ve kimliğini hedef alıyor diye düşünüyoruz. Bununla mücadelenin yöntemlerine dair birkaç bir şey söylemek gerekirse, kadın örgütlülükleri etrafında geniş kadın kitlelerini bir araya getirdiğimizde aslında buna çok somut cevap olabiliyoruz, devlete geri adım da attırabiliyoruz, bir sürü kazanımda elde edebiliyoruz. Kürtajın yasaklanması ve Özgecan’ın katlini buna örnek verebiliriz. Kobané direnişinde kadınların rolünün, bunun Türkiye’deki kadın mücadelesine yansımasının önemli olduğunu düşünüyorum. Bunlar bizi güçlendiren şeylerdi, bir araya getiren temel meselelerdi. Bu açıdan kadın örgütleri olarak daha fazla bir arada durabilmenin yol ve yöntemlerini biz açarsak, kadınların da etrafımızda daha güçlü bir araya gelebileceğini düşünüyoruz. Berfin Azdal – HDP PM Üyesi: 15 Temmuz darbe girişimine karşı sokağa çıkan kitlenin dün İstanbul'un Kocamustafapaşa ilçesinde genç bir kadına "Neden açık giyindin, darbecisin" diyerek saldırdığı haberi geldi. 15 Temmuz'u, "Allah’ın bir lütfu" olarak değerlendiren Erdoğan ve siyasi iktidarsa ilan ettiği OHAL kapsamında, yayınladığı ilk KHK ile gözaltı süresini 30 güne çıkardı ve ilk uygulama olarak Dersim'de Suruç Şehidi Cebrail Günebakan'ı anmak isteyen devrimci gençlere şafak baskını düzenledi. Baskında genç kadınlar fiziksel ve psikolojik işkencenin yanında cinsiyetçi küfürlere ve tecavüz tehditlerine maruz kaldılar. OHAL Türkiye Devleti’nin yönetim şekli haline gelmiş tecavüz kültürünü pekiştirecektir. Kadınlar ve LGBTİ’lere etkisi gözaltında taciz, tecavüz, tehdit, cinsel işkence şeklinde olurken gündelik hayattaysa sokaklarda ve meydanlarda özgürce var olamama olacaktır. Bugün bu gerçeklik karşısında halkların, kadınların, gençlerin, LGBTİ’lerin, emekçilerin tek çıkışı anti-faşist cephede birleşmektir. Kadınlar ve LGBTİ’ler olarak kendimize yönelen sözlü, fiziksel, psikolojik taciz ve şiddet durumlarında özsavunmamız meşrudur. Patriarkal


09

zihniyete hiçbir şekilde göz açtırmamak gerekir bu çetin savaşta. Çünkü OHAL'in de darbenin de ilk hedefi direnişçi kadınlar ve LGBTİ’leridir. Esra Çiftçi ( Gazeteci): Şimdi, öncelikle biraz darbe girişimini konuşmamız gerekiyor. “TC” tarihi 10 yılda bir gerek darbe, gerek muhtıra adı altında olağanüstü halleri hep yaşatmıştır. Bu olağanüstü halleri eğer darbeyse bunun karşılığı her zaman kriz dönemlerinde ortaya çıkmıştır. Bir ülkede demokrasi yoksa barış yoksa bütün mevcut sorunlar yani Kürt sorunu, kadın sorunu, işsizlik gibi bütün ekonomik sorunları kapsayan sorunlar çözülmediği sürece her zaman bu tarz krizler ortaya çıkar. Birincisi şuydu; darbe karşıtlığı üzerinden sokağa çıkan bir güruh vardı. Halk demiyorum, toplum demiyorum, bir güruh diyorum. Bu güruh çok ilginçtir. Sloganları hemen hemen bütün mahallelerde, Taksim’de ve her nerede çıktıysalar sloganları hep cinsiyet temelliydi. Yine hatırlarsınız bir asker, polis tarafından gözaltına alınıyor ve ona çocuğun var mı diye soruyor. Asker de evet, var. 8 aylık diye cevap veriyor. Polis de onu bilmem ne yaparım diyor. Bu tarz şeyler yaşanıyor. Hani yine çok klasiktir. Savaşın en önemli mağdurlarından biri kadınlardır. Doğrudur. Çünkü bütün savaşlarda, darbelerde, kargaşalarda kadınlar her zaman savaş ganimeti olarak görülmüştür. Nitekim 15 Temmuz ve sonrasında yaşananlarda bize bunu gösterdi. Bu anlamda biz kadınlara neler düşüyor? Tabi ki örgütlü olmak düşüyor. Ama örgütlü olmakta yetmiyor. Kadınların artık gerçekten öz savunmasını gerçekleştirmesi gerekiyor. Çünkü biz artık sokakta, her alanda hani o sadece erkek şiddeti, klasik anlamda şiddetle karşı karşıya değiliz. Direk militarizmin, devletin beslediği ve “erkekleşmiş” şiddetin bir parçası olma durumundayız. Benim çok sevdiğim bir söz var. Hani derler ya “ göz renklerimiz farklı da olsa, gözyaşlarımız aynıdır” diye. Biz kadınların sosyal statüsü ne olursa olsun, yaşadığımız şiddet aynı. Hiç biri birbirinden farklı değil. Benim bireysel anlamda ekonomik gücümün iyi olması veya olmamasının psikolojik şiddetten beni korumadığı ortaya çıkan bir durum. Yani sokaktaki kadın hemcinsi ne yaşıyorsa, o özgürleşmediği sürece benim zaten bireysel özgürleşmem mümkün değil. Şimdi durum böyleyse biz önce kadınlar arasında toplumsal barışı sağlayacağız. Ve bu erkekleşmiş militer devletin ve erkek toplumun gerekirse kafasına vura vura barışı ve eşitliği anlatmamız gerekiyor. Ve yılmamamız gerekiyor. Senem Alp- Feministler İzmir: 15 Temmuz öncesinde de sokakta artan muhafazakârlığın hedefi çoğunlukla LGBTİ'ler ve kadınlardı. Ancak 15 Temmuz sonrası bu muhafazakârlık ve oluşan şiddet, adeta devlet eliyle meşru zemin kazandı. Sokaklarda yapılan saldırılar ve politik dilden anladığımız üzere 7 Haziran sürecinde görünürlüğü iyice artan kadınlar ve LGBTİ'ler, hem toplumsal hem siyasi olarak yeniden geriye çekilmeye çalışılacak. Görünürlük mücadelesi bu anlamda daha da zorlaşacak. Devlet kademelerinin yeniden organize edilmesi ve OHAL sürecinde kanun hükmünde kararnamelerin etkisiyle bu baskı politikasının etkisini daha hızlı görmek zorunda kalabiliriz. Keza özellikle LGBTİ'lere yönelik baskı ve şiddet "toplum huzuru" bahanesiyle meşruluk kazandığı gibi yasal zeminlere de taşınabilir. Şu an için bu uzak vadeli bir kaygı olsa da ülkede her şeyin mümkün olduğunu 15 Temmuz gecesi canlı canlı izledik. Açık giyinmenin ve hatta kapanmamış olmanın hayati riske dönüşme ihtimali -ki dönüştüğü spesifik örnekler var- bir dönemden geçiyoruz. Bu noktada OHAL hâlihazırda sistem içi olan insanların hayatında bir şey değiştirmeyebilir. Ancak batıdaki muhalif hareket için çok hareketli günlerin geldiği bir gerçek. Kürdistan'da aylardır süren bir OHAL var. Aynı şekilde süren bir direniş de var. Ancak batıda otobüste yanına oturan kişinin kim olduğunu bilemiyorsun. Bu ciddi bir paranoya toplumu yarattı. Yıllarca Kürtlere susan insanların "şimdi anladım" demesi çarpıcı bir durum bu açıdan. OHAL’le birlikle kanun hükmünde kararnameler gündeme geldi. Gözaltı süreleri uzatıldı, avukat takibi kısıtlandı. Bu durum taciz ve tecavüzün önünü büyük oranda açacaktır. Bunu seksenlerden doksanlardan çok iyi biliyoruz. Peki, ne yapmalı? Bize göre salt AKP karşıtlığına odaklanmış sınırlı bir politika alternatif üretmekten uzak bir sinizme sürekler. Ki öyle de oldu. Uzun zamandır sokak hareketleri çeşitli politik söylemlerle kendisini geri çekti ve aslında sokağı kaybettik. Yapılması gereken bu süreçten hasar almadan çıkılabileceği yanılgısından kurtulup düşlediğimiz dünyayı tam da bugünden kurmaya çalışmaktır. Bunu yolu istediğimiz şeyi söylemekten geri durmadan sürekli eylemektir.

ÖNCÜ KADIN

≫ aycan solmaz

DARBENİN GANİMETLERİ VATAN, MİLLET VE KADIN

B

ugüne kadar yapılan darbelere farklılığı ile katkıda bulunan darbe girişimi, iktidarın politikasıyla toplumu tekçilik üzerinden yeniden dizayn eden bir hal aldı. Kürtlere, sosyalistlere, devrimcilere, muhaliflere karşı operasyonlara her an hazır, NATO'nun güçlü ikinci ordusu olan, düne kadar "kahramanlık" mertebesinden hiç taviz vermeyen TSK, halkına kurşun sıkacak kadar "alçaldı". Vatanı kurtarma görevi de tankların önüne siper olan tekbir getiren cihatçı "halka" verildi. Halkı sokağa çağıran vatanseverlik adına kendi askerini linç ettiren, sosyal medyada, sokakta linç muhafızları gibi çalışan cihatçılar savaş ganimetini de ilan ettiler. Cemaatin servetine iktidar el koydu (okul, üniversite, hastane, tersane, holding vs). Darbecilerin “karıları” ' savaş ganimeti olarak milletindir” açıklaması da vatanı koruyan iktidar yanlısı, Trabzonspor yöneticisi tarafından yapıldı. Gündelik yaşam içerisinde orduya, askere hep 'güven' duyulmuştur. Ordu, ülkenin çıkarlarını ve ' bölünmez bütünlüğünü'' korur diye yıllarca öğretildi. Yine, gerici eğitim sistemi içerisinde okullarda tarih, inkılap tarihi vb. dersleri yetmedi. Milli Güvenlik dersleriyle de askeri komutanların teşrifiyle bizzat militarizm eğitimi verildi. Askerlikle pekişen ‘Her Türk Asker Doğar’ anlayışı, kültürel bir öz olarak toplumu ve erkeği şekillendirdiği gerçeğini kabul edersek, kadını savaş ganimeti olarak gören sivil militerliği de görmüş oluruz. Kadınların, anne ve eş olarak milletin askeri gücünü yeniden üretmeye ve desteklemeye katıldıklarını da göz ardı etmemek gerekir. Asker anaları, evlatlarıyla her daim gurur duyar, öldüğünde de askeri törenler aracılığıyla tüm evlatlarını milliyetçiliğe feda etmeye hazır olduğunu acıyla söyler. Militarizmi besleyen bu yaklaşım aynı zamanda ölümü de kahramanlaştırarak sivil militarizmin gündelik hayata yayılmasının da aracı olur. ' Kadın özünde barışçıldır'' anlayışı toplumun politik tercihlerini (bilinçli ya da bilinçsiz) görmemektir. Bu aslında kadının genetik kodlamalar üzerinden siyasetle ilişkisini pasifleştirerek soyun, ulusun, devletin devamlılığı açısından kadınlık ve annelik rollerini oynaması anlamına gelir. Aynı zamanda aktif siyasete katılan kadını da 'ötekileştiren' bir anlayıştır. ‘Adam’ olmanın kriteri olan zorunlu askerlikte verilen eğitim (psikolojik, askeri, kültürel eğlencelerde dâhil) kutsal görev olan ulusunu, vatanını, milletini koruma üzerinden tek din, tek dil, tek bayrak şekillenişi ile askeri görevi bitirip sivil hayata karıştıklarında da üniformasız sivil militerler olarak ulusçuluğu, 'eğitilmiş, hizaya getirilmiş' erkeklik rolleriyle yeniden üretmeye devam ederler. Sivil milliterliğin gündelik hayatta görünür hale gelmesi ırkçılığın teşhir olmasını da sağlar. 2001‘de Yeniden Müdafai Hukuk Hareketi partileşme süreci içinde ' Milli Göreve Çağrı'' başlığıyla siyasi partileşme sürecine gireceğini ilan etti. 1.Ordu Komutanı emekli Orgeneral Hurşit Torun'un

başkanlık yapacağı partide ' egemenlik hakkını kullanarak'' emekli askeri personeli siyasete davet etti. Sivil giyinen militarizmin yapacağı siyaset, militarizmin sivilleştirme çabasıdır ki, bunu 15 Temmuz ve sonrasında yansıyan sokak manzaraları ve her kesime yönelik yapılan operasyonlarla görüyoruz. Asker eşlerine tecavüzü savaş ganimeti olarak gören anlayışın parçası olarak kadını mülk ve namus üzerinden objeleştiren görüntüler de ekranlara düştü. Güç, mülk ve namus değeri atfedilen "at, avrat, pusat" üçlemesi ile uzun bir tarihi geçmişi olan ve günümüze kadar gelen yine en büyük adaleti mülkün temeli sayan iktidar, kadını erkeğin namusu ve mülkü olarak gördüğünü gözaltına alınan “darbeci hain” askere bu sefer “kahraman” polisi vesilesi ile inceltilmiş işkence yöntemiyle, "kızın var mı?" sorusunu sorarak gösterdi. 21.yy ‘modern’ Türkiye’sinde kadın, darbenin ganimeti, gözaltında işkence aracı ve namus simgesi olarak bu iki örnekle tekrar hatırlatıldı bize. Cizre’de taş üstünde taş bırakmayan, bodrumlarda Kürdü yakma emri veren, iktidar için dünün “kahramanları” generaller ve diğer rütbeli-rütbesizler bugün gözaltında kendi emniyet ve ordu güçlerince işkenceye maruz kalıp bir kısmı da öldürülerek tarihin en büyük “hainleri” olarak lanse ediliyor.(Burada parantez açarak kısaca da olsa vurgulamak isteriz ki bizler işkencenin her türüne, kime uygulanırsa ve kimden gelirse gelsin tartışmasız her şart ve koşul altında karşıyız ve işkencenin bir insanlık suçu olduğunu belirtiyoruz) AKP, devleti ve iktidarını “ne pahasına olursa olsun” koruyacağını ve kollayacağını herkese ilan etti. Bütün bu tablodan sonra devletin içinde ya da dışında, seçilmiş hükümette ya da devlet yönetim organlarında birbirini alt ederek gerici iktidarlarını güçlendirme dalaşındalar. Bu tabloyu ‘Filler tepişir çimenler ezilir’ klasik cümle ile ifade edeceksek bizim payımıza düşenin de direnmek olduğunu hatırlamak-hatırlatmak durumundayız. Faşizmi bütün kurumları ile hayata geçiren tecavüzcü iktidarın zihniyeti ve uygulamaları, en nihayetinde üzerinden yükseldiği sisteminden ayrı düşünülemez. Gerici iktidarların ideolojik-siyasi-askeri garantörlerinden resmi/sivil silahlı güçlerinin varlık gerekçelerini her fırsatta teşhir etmeliyiz. Silahlı kurumlarının ateşlerini genellikle ezilen milyonlara; gerektiğinde de kurumlar arası birbirlerine doğrultmalarının hedefinde iktidarlarını daha da güçlü kılmak olduğunu teşhir etmeliyiz. Daha da önemlisi yükseltilen faşizme karşı mücadele eden kadınlar olarak ezilen halkın direnme hakkı ile her alanda Sosyalist Halk Savaşını örgütlemeliyiz. Kendi içine yönelmiş gibi görünen bu dalaşın faturasını da ödeyecek olan başta örgütlü kesim ve ardından ezilen-emekçi halk olacaktır. Gelişecek faşist dalgaya ve 'hizaya getirme' operasyonlarına karşı hizaya girmeyeceğimizi yüksek sesle söylemeliyiz.


10

güncel haber

01-15 AĞUSTOS 2016 Halkın Günlüğü

15 Temmuz darbe girişimi ve AKP-Erdoğan diktatörlüğünün karşı darbesi! Hemen darbe girişiminin ardından, “Paralel Devlet Yapılanmasının” tasfiyesi adı altında, TSK, HYSK, kamu çalışanları, eğitim birimleri, sendikalar, basın yayın alanı başta olmak üzere, devletin tüm kurumları ve sivil kurumlarda kapsamlı bir tasfiye hareketi başlamıştır. Darbe soruşturulması yapılmadan hemen darbe girişiminin yaşandığı sıcak saatlerde, tasfiyelerin isim isim, kurum kurum, nokta “tespitlerle” yapılması, bu tasfiye sürecinin, devletin AKPErdoğan diktatörlüğüne göre dizayn edilmesi için önceden planlandığını ortaya koymaktadır. Darbe girişimi bu konuda Erdoğan-AKP diktatörlüğünün eline önemli fırsat vermiştir Faşist Türk egemen güçleri arasındaki gerici klik dalaşının bir sonucu olarak gerçekleşen 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi, AKP-Erdoğan hakim kliğinin, süreçteki avantajlı konumunu iyi kullanması sonucu başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ve 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün tahkimi, aksayan yanlarının dizaynı için yeni bir darbenin önünü açmıştır. Askeri darbe engellendi adı altında düzenlenen “demokrasi şenlikleri”, AKP-Erdoğan özgülünde hakim olan gerici faşist klik, OHAL ilanıyla Türkiye-Kuzey Kürdistan’da darbe girişimi sürecinde, toplumsal linç kültürüyle sergilenen düşman hukuk AKP-Erdoğan’a muhalif olan tüm kesimleri hedef alacak şekilde uygulanmıştır. “Gülen Cemaati-Darbe-PDY” karşıtı ya da tarafı ikilemi üzerinden yaratılan toplumsal kamplaşma, gerici iktidarın topyekûn kuşatması haline dönüştürülmüştür. “Darbe engellendi ama risk geçmiş değil” siyaseti üzerinden olağanüstü uygulamalarla faşist iktidar kendi sürecini örgütlemekte, yaratılan kaos ortamı, OHAL uygulamasıyla, AKPErdoğan iktidarının kendisini “yeniden üretmesinin” aracı haline getirilmektedir.

Medya organlarında bilinçli olarak servis edilen görüntülerle, “darbe karşıtlığı meşruluğu” zemini üzerinden “güç” haline getirilen, linç, şiddet, gözaltı, baskı uygulamaları, burjuva demokrasisi anlamında dahi kapatılan tüm “demokratik” kanallar, AKP-Erdoğan iktidarı eliyle hayata geçirilen karşı darbenin uygulamalarıdır. Klikler arası iktidar dalaşında, baskın gelen klik, darbe koşullarının uygulamalarıyla karşı kliği ezerken, bunu iktidarını sağlamlaştırmanın aracı haline getirmektedir. Bunun anlamı açıktır. İktidar eliyle süren baskı ve şiddeti, sömürülen halkların, işçilerin, emekçilerin, mazlum ulusların, ezilen inanç guruplarının topyekun sindirilmesi, sosyal ve ulusal devrimci önderlikleriyle ezilmesini hedeflemektedir. Resmi askeri ve paramiliter güçler, “darbe karşıtlığı” manipülasyonu ile sokaklara çıkarılan geri-yandaş kitleler, milliyetçilik, bayrak, ezan, din, vatan kavramları üzerinden motive edilerek yaratılan toplumsal kamplaşmada baskın hale getirilen gerici ref-

leks, iktidarın tüm faşist uygulamalarına alan yaratmaktadır. AKP-Erdoğan kliği, darbe girişimi üzerine gerçekleştirdiği karşı “sivil” darbe ile doğan kaotik ortamı lehine kullanmak istediğinden, bu kaosu OHAL'in zemini haline getirmiştir. Sürecin daha da derinleşeceği ve sertleşeceği bugün, devlet içindeki iktidar dalaşında yakın risk olarak görülen, Gülen cemaati ve etrafında duran kesimleri tasfiye operasyonlarının tüm sınıfsal, ulusal, inançsal muhalif kesimleri kapsayacağı açıktır. Yasaklanan işçi direnişleri, baskı altına alınan Kürt ve Alevi yerleşim alanları, kapatılan veya kapatılması için veriler toplanan sendikalar, devrimci basın yayın organları, tüm toplumsal muhalefeti hedef alan OHAL kapsamıdır.

Gerici egemen güçlerin iktidar çatışmasının faturası, her zaman ezilen halklara kesilmiştir! “Tek millet, tek dil, tek din, tek vatan” gibi tekçi tekerlemeyi, ezilen halklara ve maz-

lum uluslara rağmen iktidar anlayışının temeli haline getiren faşist “TC”, kuruluşundan bu yana, kendi içindeki iktidar kavgalarında, Osmanlı’dan miras aldığı, kirli iktidar oyunlarını kullana gelmiştir. Faşizmi maskeleyen parlamenter yöntem dahil, askeri ve sivil tekçi karanlık zihniyet, “TC”’nin makus tarihini belirleyen ana öğe olmuştur. Tarihsel gerici birikimin bir sonucu olan yapısal sorunlarını çözemeyen faşist rejim, çözülmeyle ve çökmeyle yüz yüzedir. 15 Temmuz Darbe Girişimi ve karşısında geliştirilen AKPErdoğan darbesi, her yönlü siyasal, ekonomik, hukuksal, kurumsal çöküntüsünü belgelemiştir. Çöken bu devlet mekanizmaları içinde normal burjuva hukukla süreci aşamadığı için bu çözümsüzlüğünü OHAL ile aşmaya çalışmaktadır. Yani tarihsel sürecin kısa bir özeti olarak kuruluşundan itibaren, tek parti (CHP) tarafından yönetilen T.C, II. Emperyalist paylaşım savaşı sonrası, emperyalist bağımlılık ilişkisinin çıkarlarına uymayan ve iç muhalefetin baskılanması altında


01-15 AĞUSTOS 2016 Halkın Günlüğü

kalan nedenlerle, çok partili hayata geçiş yaptı. Ancak egemen güçlerin iktidar konumunda kilit rol oynayan ve her gerici kliğin içinde alan tuttuğu ve somut olarak iktidar konumu rolünde olan TSK, iç ve dış “güvenlik” nedeniyle yasaları belirlemiş, hükümetleri düşürmüş, muhtıralar vermiş ve AFC darbeleri gerçekleştirmiştir. Bu darbe ve muhtıralar, 12 Eylül AFC'si gibi; TSK'nın emir komuta zinciri içinde gerçekleştiği gibi, 27 Mayıs 1960 darbesi gibi; TSK’nın emir komuta zinciri dışında da gerçekleşmiştir. 12 Mart 1971, 28 Şubat 1997 tarihli müdahalelerde, hükümetleri düşürme metotlu “demokrasiye balans ayarlarıdır”. Siyasal ve ekonomik gücü, AKP-Erdoğan diktatörlüğü döneminde, eskisi kadar olmasa da, TSK içindeki egemen kliğin bir kesimi, 15 Temmuz'da bu gerici rolü oynamak istemiştir. Ve “TC”’nin tarihindeki yarım yüzyıllık darbeler tarihinin gerçeği, sonuçları babında tekerrür etti. Egemen sınıflar arasındaki gerici klik dalaşı ve iktidar olma savaşının, silahlara dökülmüş biçimlerinden olan darbelerin faturası yine ezilen halklara çıkarılmaktadır-çıkarılacaktır.

PDY yapılanmasının tasfiyesi adı altında, devlet topyekun savaş konseptine göre dizayn ediliyor Hemen darbe girişiminin ardından, “Paralel Devlet Yapılanmasının” tasfiyesi adı altında, TSK, HYSK, kamu çalışanları, eğitim birimleri, sendikalar, basın yayın alanı başta olmak üzere, devletin tüm kurumları ve sivil kurumlarda kapsamlı bir tasfiye hareketi başlamıştır. Darbe soruşturulması yapılmadan hemen darbe girişiminin yaşandığı sıcak saatlerde, tasfiyelerin isim isim, kurum kurum, nokta “tespitlerle” yapılması, bu tasfiye sürecinin, devletin AKP-Erdoğan diktatörlüğüne göre dizayn edilmesi için önceden planlandığını ortaya koymaktadır. Darbe girişimi bu konuda Erdoğan-AKP diktatörlüğünün eline önemli fırsat vermiştir. Kuşkusuz Erdoğan-AKP diktatörlüğünün darbe tertiplemesi üzerinden yaratılan bir fırsat değildir bu. Böyle bir yorum, her gelişmeyi yönlendirecek bir güce sahip olma babında AKP-Erdoğan diktatörlüğünü ikonlaştıracaktır ki, gelişmelerinde gösterdiği gibi TSK dahil, özel hareket, SAT, her renkten bereli komandolar vb. askeri ve bürokrat güçten oluşan gerici devlet aygıtı güçlü değildir. Ve burjuvafeodal gerici iktidarlar, en bağnaz yöntemleri kullansalar da, tüm toplumsal ve iç çatışmalara hakim değillerdir. Bu gerçeklikle beraber darbe girişimcilerinin, darbe gününden önce deşifre olduğuna ve buna karşı tedbirlerin alındığına, her şeyin değilse de genel durumun Erdoğan –AKP diktatörlüğü ve ekibinin kontrolünde gerçekleştiğine dair yığınlarca veri bulunmaktadır. Hazırlıklar kısmi olarak yapıldıktan sonra da darbecilerin provoke edilerek “erken doğuma” zorlandığı izlenimlerinin yanı sıra Gülen grubunun bu darbeyi tek başına örgütlemediğinin de ciddi emareleri var. Ama pratik hamlede,

darbeci gruplar arasında bir tarafın geri çekilip Gülen grubunu açığa düşürerek onların tasfiyesinden çıkar sağlaması, yaşanan tasfiyeler ve yerine atananlar ele alındığında, güçlü bir ihtimal olarak ortaya çıkmaktadır. Yani, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün, uzun süreçli planlamaları konusunda, darbe girişimi önemli bir fırsat olmuştur. Devlet bürokrasisi, militarize kurumları ve kamu alanlarında, yüz binlere varan sayılarla ifade edilen bir tasfiye planlanıyor. Gerici burjuva hak ve hukukunu ayaklar altına alarak OHAL/cunta yönetimiyle bunun yapılması, yaşanan ve yaşanacak vahşeti belgelemektedir. Jandarma, polis, iç “güvenlik”, kamu “güvenliği” gibi temel unsurların, ErdoğanAKP diktatörlüğünün kurmayları özgülünde, faşist gerici hakim kliğin elinde merkezileşmesinin ilanı olan OHAL uygulamalarıyla AFC koşullarının daha da derinleştirilmiş halidir. 81 ilde OHAL uygulaması, Kanun Hükmü Kararnamelerle, bir maske olarak dahi parlamentonun kullanılmaya ihtiyaç duyulmaması, gerici darbe girişimi karşısındaki AKPErdoğan diktatörlüğünün, karşı darbesinin açık faşist uygulamalarıdır. AKP-Erdoğan diktatörlüğü, bu olağanüstü süreçle, darbe girişimini, iki yönlü bir arıtma aygıtı olarak kullanmaktadır. Öncelikle, ”PDY-FETÖ” terör örgütü üyesi ve somut suç “darbeci” suçlaması üzerinden kapsamlı olarak, devletin egemenlik kurumları ve “sivil” ayaklarındaki tüm muhalefeti temizlemek, ikinci yönde, iç ve dış politikada yaşadığı ve yarattığı tüm sorunları, katliamları, ”darbeciler” olarak yargıladığı kesimin üzerine yıkarak AKPErdoğan diktatörlüğü sürecini “aklamak”. Örneğin, Roboski, Reyhanlı, Amed, Sur, Cizir vb. gibi Kuzey Kürdistan-Türkiye coğrafyasında yapılan birçok katliam, ”Darbecilerin” dosyalarına girecektir. Yine dış politikada çamura batan “NeoOsmanlıcı” çizginin yarattığı tüm enkaz, Rus savaş uçağının düşürülmesi olayları gibi tasfiye edilen bu güçlere fatura edilerek hem AKP-Erdoğan diktatörlüğünün sırtında ciddi bir yük olarak duran bu gibi kamburlardan kurtulmak isteyecektir, hem de özellikle dış politikada Rusya, İsrail, Suriye nazarında yaşadığı “U” dönüşüne mazeret oluşturacaktır. OHAL ve Kanun Hükmünde Kararnamelerle süreci örgütlemek, tüm bu projelerinin, yasal dayanağı olmaktadır. 7 Haziran seçimleri sonrası devrimci - demokrasi güçlerinin eşit olmayan koşullarda, faşist iktidarın her türlü hilesine karşın O’nun minderinde elde ettiği başarıyı, ”sivil” darbe ile kurgulayıp, 1 Kasım'la lehine çeviren AKP-Erdoğan diktatörlüğü, bugünde başarısız bir askeri darbenin, kendi gerici iktidarlarına getirisini ziyadesiyle kullanacaktı, nitekim kullanmaktadır da. Burjuva gerici demokrasisinin, “eşitlik, adalet, özgürlük, laiklik” gibi temel ilkeleriyle dahi alakadar görünmeyen, (ki burjuvazinin bu ilkeleri, son tahlilde burjuvazinin barbarlığını inşa

güncel haber etmiştir) kalabalıkları, ”demokrasi nöbetçileri” olarak nitelemek ve buradan bir şölen çıkarmak, AKP-Erdoğan iktidarının, kendi faşist uygulamaları için “demokrasi aşkı” kılıfı yaratmaktan öte anlam ifade etmemektedir. Sokaklarda, paramiliter, militarize ve cihatçı güçlerle yönlendirilen ve geri kitleler üzerinden “güce” dönüştürülen ortamda, devlet AKP-Erdoğan diktatörlüğünün temsili olan gerici burjuva kliğe göre dizayn ediliyor. Tasfiye kapsamlı ele alınıyor. Hedef, devletin tüm kurumlarında Gülen gurubunu tamamıyla tasfiye etmek, siyasal, ekonomik, askeri ve kültürel tüm olanak ve kurumlarını kapatmaktır. Ve bu baskılanma altında tüm burjuva siyasal rakipler hizaya getirilmekte, pasifize edilmekte, OHAL ve KHK’lara bağlanmaktadır. MHP ve CHP özgülünde bunu net görmekteyiz. Ordu, yargı, yasama, yürütme alanları, basın-yayın, kamu alanı, sendikal örgütlenmeler, işyerleri, vakıflar, eğitim alanları vb. tüm sosyal-siyasal birimler, topyekun tasfiye planına tabi tutulmuştur. Tutuklanan, görevden uzaklaştırılan, kamu hakkından ömür boyu men edilen, sermayesine el konulan tüm kurum ve kişiler, AKP-Erdoğan karşı darbesinin güncel sonuçlarıdır. Gerici sınıfların, darbeci yöntemlerle iktidar hesaplaşmasında, devletin yıkılan kurumları, AKP-Erdoğan diktatörlüğüne göre yeniden inşa edilmeye çalışılıyor. Dün Gülen’le kutsal ittifak içinde tasfiye etmek istediği gerici, klasik-ulusalcı Kemalistler, bugün Gülen tasfiyesinde, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün müttefik güçleridir. Devlet kurumlarında boşalan yerlere, ”Balyozcu-Ergenekoncu” kadroların atanması, bu güçlerin tahliyesi ile başlayan ittifak sürecinin somut karşılığıdır. Bu güçler ekonomik ve siyasal olarak da palazlanacaktır. Bu gerici ve kirli ittifakın, ileride nasıl bir çatışmaya dönüşeceği meselesi, tabi ki bir değerlendirme konusudur. Konumuzun dağılmaması için burada değinmeyeceğiz ama bu kirli ittifakın, gerici iktidar dalaşında, ilerleyen zaman diliminde bir çatışmaya dönüşeceği muhakkaktır. Tasfiye süreci, OHAL ve Kanun Hükmünde Kararnamelerle yönetilerek, burjuva muhalif zemindeki itirazlar bile olanaksız kılınarak, süreç en hızlı şekilde tamamlanmak istenmektedir. Ki kişileri tasfiye etmek sadece idari bir tedbir olduğundan, devletin gerici kurumları arasındaki ilişki, hukuksal konum değiştirilerek AKP-Erdoğan diktatörlüğünün darbesi kurumsallaştırılmaktadır. Askeri okulların kapatılması, kuvvet komutanlıklarının, tersanelerin Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanması, Milli Savunma Üniversiteleri'nin kurulması, askeri hastanelerin Sağlık Bakanlığı'na, jandarmanın İç İşleri'ne bağlanması, valilerin ve polisin sınırsız yetkilerle donatılması bir anayasa değişikliğiyle, MİT ve Genelkurmay'ın “Cumhur” başkanına bağlanması, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün ordu,

11

yargı, devlet bürokrasisi içindeki iskeletinin inşasıdır. İnşa kurumsallaşma eksenlidir. Milli savunma üniversitelerden, kendine yakın öğrencilerin alınıp, kendi gençlik örgütlerinden harp okullarına geçiş sağlanacaktır. Yani Gülen gericiliğinin “altın çocukları”, AKP-Erdoğan gericiliğinin “dindar nesilleriyle” yer değiştirecektir. AKP-Erdoğan iktidarının, güncel olarak hedefi, darbe girişimi üzerine devlet içindeki gerici hasım klikler olsa da esas ezmek istediği devrimci-sosyalist ve Kürt devrimci muhalefetidir. Devlet egemenliği içindeki bu gerici iktidar dalaşı, birbirine karşı en barbar ve kirli yöntemlerle sürerken, her hakim olan gerici klik, faşist devlet egemenliğini, esasta sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelesini bastırma eksenli tesis edecektir. AKP-Erdoğan diktatörlüğünün devlet içinde hasım gerici kliği tasfiye süreci, esasta sömürülen işçi sınıfına, ezilen inanç guruplarına, mazlum uluslara yönelen topyekun savaş konseptiyle bütünleştirilecektir. Gerici kliklerin tepişmesinde kamu ve devlet kurumlarında, sendikalarda, kooperatiflerde, basın yayın alanında, çalışan yığınlarca emekçiye yönelmesi hak arama eylemlerini, örgütlenme, kendini ifade etme, demokratik kurumlara üye olma haklarının engellenmeye çalışılması, bu yönlü planlanan büyük saldırı projesinin sadece ilk verileridir. Bu anlamıyla OHAL ve KHK yönetmenlikleri, esasta ezilen ve sömürülen halklara saldırı olarak şekillenecektir. Devlet içindeki gerici güç didişmesinde, birinin “yenilgisi” ile “şov” yapan AKP-Erdoğan diktatörlüğünün hem siyasal iktidarını hem de an itibarıyla, meydanlarda-sokaklarda kurduğu “hakimiyeti” magazin dünyasının gerici iktidar karşısında şarlatanlaşmış kişilik(siz)leriyle (Acun, Arda, Hadise,vb.) “zafer” nidaları söyletmesi, nihai bir sonuç değildir. “TC”’nin tarihi, gerici egemenlerin kalıcı olmayan bu “zafer” sarhoşluğuyla doludur. Bugün kent meydanlarına, cihadist-bağnaz sedaların önderliğinde, geri kitlelere okutulan selalar (ki AKP tüm tabanını dahi bu alanlara çekememiştir. Ama devrimci muhalefet başta olmak üzere, muhalif güçler bu süreçte oynaması gereken rolü oynayamadığı için sokaklara bayrak, millet, demokrasi aşkı diye çığırtkanlık yapan gericilik “hakim” olmuştur), daha 28 Şubat'ta, ”Cumhuriyete ve laikliğe sahip çıkıyoruz” gerici çığırtkanlığıyla, bugünün hakim gerici kliğini boğazlıyordu. Yani “cumhuriyet ve laiklik için” ordular ileri komutuyla, “Başkomutanın ikinci emrine kadar meydanlardayız” komutu, aynı gerici damardan beslenmektedir. Sömürülen halklar, mazlum uluslar ve ezilen inanç gurupları açısından burada bir tercih söz konusu değildir. Apoletli ya da apoletsiz, gerici taht savaşının çıktığı yer faşizmdir. Sosyal ve ulusal devrimci kurtuluş savaşlarının zaferi dışındaki bir ışık, bu karanlığa direnemez, bu karanlığı alt edemez.


01-15 AĞUSTOS 2016 Halkın Günlüğü

Siyasi iktidar yolunda devrim Bir taraftan devrimci pratiği geliştirip devrimci eyleme başvururken, diğer taraftan planlı çalışmalarla gerçekçi görevler yürütüp kurumsal yapımızı güçlendirmeye ağırlık vermeliyiz. Görüldü ki, tarihsel fırsatlar devrimci önderlik ve kurumsal yapının zayıflığı ve gerekli örgütsel gücün oluşturulamaması nedeniyle kaçırılmaktadır. Devrim kısa süreli değil, uzun vadeli bir iştir. Bugün kaçırdığımız fırsatları bir daha kaçırmamak için yarınlara hazırlanmalıyız. Yarınlara hazırlanma işi günün görevlerine kayıtsız kalmayı gerektirmez! Devrim hedefi ya da siyasi iktidar için yürütülen devrimci çalışma bireysel yetenek zemininde sergilenen gayretle değil, siyasi parti-örgüt önderliğinde gelişen örgütlü mücadeleyle başarıya taşınabilir. Keskin slogan ve kavramların karşılıksız olarak tekrar edilmesiyle veyahut gerekli organizasyon, örgütlülük ve örgütlü siyasi kuvvet yaratılmadan tumturaklı söz ve en keskin çağrıların soyut tekrarıyla hiç yürütülemez gerçek devrimci çalışma. Devrimci çalışma, asgari hedefte devasa altüst oluşla sınıfların pozisyonunu değiştirecek olan devrimi hedefleyen, yoğun emek ve bedeller pahasına inat ve ısrarla kitlelerin örgütlenip harekete geçirilmesini görev edinerek onlara dayanan uzun yorucu bir çalışmadır. Ki, bu çalışma gerekli dinamiklerini yaratmadan büyük değiştirme eylemine teşebbüs etmez. Gerçekte karşılığı olmayan soyut beylik sözlerin şiar edinmesiyle devrim çalışması temsil edilemez, ilerletilemez, başarıyla yürütülemez. Kurumsal karşılığı olmayan ve somut bir plana dayanmayan bireysel meydan okuyuşlar motivasyon ve ajiteden öteye gerçek devrimci çalışmaya denk gelmez. Devrimci sınıf mensubu bireylerin devrimin spesifik görev ve genel içeriğinde tanıtlı olan muhtevanın açıkladığı ortak hedef ve amaçlar ekseninde sınıf bilinci ışığında birleşerek, gerici sınıf egemenliğine karşı devrimci sınıf iktidarı uğruna yürüttüğü örgütlü mücadeledir gerçek devrimci çalışma. Bu örgütlü halin en nitelikli seviyesi, kuşkusuz ki siyasi partiörgütten başka bir şey değildir. Siyasi bir parti-örgüt olmadan, örgütlü mücadeleden ve dolayısıyla örgütlülükten gerçek anlamda söz edilemez. Devrimci çalışmada, siyasi örgüt-parti, örgütlülüğün karşılığı veya örgütlü çalışmanın kurumsal niteliğe kavuşması anlamına gelmekle birlikte, bu çalışmada parti-örgüt yaşamsal/stratejik bir araçtır. Parti ya da örgüt olmaksızın siyasi iktidar için yürütülen devrimci çalışmadan veya örgütlü mücadeleden söz etmek safsatadan ibarettir. Siyasi iktidar uğruna mücadele, sınıf zemininde ifade bulan örgütlü bir mücadele olup, parti-örgüt aracı bu mücadelede temel bir gereksinim ya da olmazsa olmaz değerinde zorunlu bir silahtır. O halde, siyasi iktidar savaşında örgütlü mücadele, bu mücadele için parti-örgüt aracı tartışılamaz zorunlu gereksinimlerdir. Parti-örgüt olmaksızın ideolojinin, teorinin, çizginin,

stratejinin, siyaset ve taktiğin yetkin kurumsallığa ulaşarak maddi güce dönüşmesi esasta düşünülemez. İdeoloji, teori, çizgi kendiliğinden devrimci değişim-değiştirme rolü oynayamazlar. Bunlar ancak parti ve örgüt aracıyla buluştuklarında veya insanın eylemine döküldüğünde maddi güce dönüşür ve muazzam bir değiştirme gücü haline gelirler. İdeoloji-teori-siyasi çizgi muazzam silahlardır fakat bunların doğru araç ve yöntemlerle buluşturulup kurumsal bütünlüğe kavuşturulması şarttır. Öte taraftan siyasi iktidar uğruna mücadelede parti aracı yaşamsal bir gereksinim ve teoriyi maddi güce dönüştüren stratejik araç olsa da, ideoloji, teori, strateji, taktik vb. olmadan, parti-örgüt denen bu araç gerçek manada güç olamaz, bir araç olarak üstlendiği gücüne ulaşamaz ve hatta var olamaz. Dolayısıyla partiyi ideolojisiz, teorisiz, stratejisiz, çizgisiz, siyasetsiz bir varlık-araç olarak düşünemeyiz. Parti ya da örgüt, ideoloji, teori ve siyaset ile karşı karşıya konamaz. Devrimci çalışmayı yürüten muhtemel parti-örgüt otomatikman bir ideolojiden ve teoriden beslenmekte, bir strateji ve siyaseti yürütmektedir vb... Parti maddi bir araç olsa da, ideoloji, teori, siyaset onun yapısal bileşenleri ve ona nitelik ya da yön veren öğelerdir...

Devrimci çalışma da bütünlük Devrimci çalışmada ideolojiden, teoriye, stratejiden taktiğe kadar genel siyasi çizgi ve bunların bütünlüğünü taşıyan maddi araç olan parti gibi temel araç ve gereksinimlerden sonra, bu çalışmanın mutlak biçimde genel ve somut bir plana sahip olması, bu planlar ışığında yürütülmesi temel bir şarttır. Nasıl ki, tanımlanan özelliklerde ve içerikte bir parti olmadan siyasi iktidar mücadelesi/devrimci çalışma yürütülemezse, öyle de bu mücadeleyi üstlenen parti genel ve somut bir plana sahip olmadan da siyasi iktidar için başarılı bir mücadele yürütülemez. Özcesi, siyasi iktidar perspektifi taşıyan devrimci çalışmanın mutlak biçimde genel siyasi çizgiye, bu çizgiyi maddi güç düzleminde ifade eden nitelikli örgütlülük bağlamında bir partiye-örgüte sahip olması gibi temel ön şartlardan sonra, kesinlikle kurumsal nitelik zemininde ele alınıp genel ve somut bir plan dahilinde bilinçli olarak yürütülmesi şarttır. Bütün bunlar bilinçli, planlı ve uzun vadeli bir emek ve çalışma sürecini gerektirir. ''Erken zafer'', ''hemen başarı'', ''kolay devrim'' gibi küçük-burjuva aceleciliği siyasi iktidar perspektifli devrimci çalışmanın ruhuyla bağdaşmaz. Hazırlıkları yapılmamış, ''ilmik ilmik örülmemiş'', halk kitlelerini yeterince örgütleyip kazanmamış, kurumsal yapısını oluşturmamış, görev ve çalışmalarda gerekli birikim ve gücü sağlayamamış hiç bir çalışma tüm iradesine rağmen devrimde başarıya ulaşamaz. Devrimin kurumsallaşması, kurumsal zeminde vuku bulan çalışmaya sahip olması ve bunları anlamlandıran siyasi parti kurumuna sahip olması elzemdir. Devrim niteliğinde siyasi bir alt-üst oluş alelade bir eylem değil, ciddi bir çalışma, hazırlık ve yeterlilik ekseninde temsil edilen bütünlüklü-kapsamlı bir eylemdir. O halde devrimci çalışmanın bugünden başlamak kaydıyla tam bir ciddiyet içinde yürütülmesi ötelenemez bir zorunluluktur. Devrimci çalışmada plansızlık, acelecilik hastalığı, el yordamıyla yürütülen ve kendiliğindenliğe hapsedilen

amatör çalışma tarzı, kurumsallaşmamış mücadele, örgütlülük ve çalışma niteliği asla başarı yolunda ilerleyemez. Devrim ve komünist toplum iddiası gibi büyük iddialara sahip olanların, yukarıdaki gereksinimleri karşılamada da iddialı olması şarttır. Ki, bütün bu gereksinimlerin karşılanması zorluklarına karşın tamamen mümkündür. Bunun sırrı ise, doğru siyaset ve bu siyasetin doğru araç, yöntem ve pratikle hayata geçirilmesidir. Siyasetin somutla birleştirilmesi ve somut siyasetin sıkı çalışma eforuyla pratikleştirilmesi her dönemin ihtiyacıyken, günümüzün de ivedi görevi ve ihtiyacıdır. Tek tek bireylerin çabası değerlidir fakat daha da anlamlı olan kolektif çabanın geliştirilmesidir. Bireylerin çabası, kurumsal bütünlük içinde kolektif çabaya dönüşerek gerçek gücüne ulaşır. Bugün kurumsallaşma, kurumsal mücadele ve planlı hareket en belirgin çalışma eksikliği olarak önem kazanıp öne çıkmaktadır. Devrimci çalışmada kurumsallaşma, parti-örgüt realitesiyle karşılanmış olan temel bir gereksinimdir. Ancak devrimci çalışmadaki kurumsallaşma ihtiyacı salt parti-örgüt düzeyindeki kurumlaşmayla sınırlı değildir. Parti ya da örgüte bağlı alt örgüt ve çalışma aparatlarının inşa edilmesi, değişik çalışma alanları ve değişik çelişkilere hitap eden somut ya da özgün ekipmanların oluşturulması, farklı çelişkilerin farklı çözümlerine uygun politika ve çalışma komiteleri, görevler sahasına uygun biçimlenen mücadele araçları ya da görevlerin özgünlüklerine göre biçimlenen çalışma metotları vs. devrimci çalışmadaki kurumsallaşmayı ifade ederler. Siyasi kurumsallaşma, askeri kurumsallaşma, ekonomik kurumsallaşma, ideolojik çatı altında ajitasyonpropaganda, yazınsal-kültürel-sanatsal kurumsallaşma, sendikal kurumsallaşma, gençlik ve kadın alanında kurumsallaşma şeklindeki kurumsallaşma biçimleri parti ya da örgütteki kurumsallaşma konularıdır. Bu kurumsallaşma perspektifi ertelenemez


perspektif

mci çalışma ve devrim anlayışı nesnel gerçeğe uygun olarak belirlenmesi şarttır. Bundan sonra ise, hedefe nasıl, hangi yoldan, hangi görevler ve çalışmalarla varılacağı somut olarak planlanmak durumundadır. Somut plan, somut görevler üzerinden oluşturulur ve bu görevlerin yerine getirilmesini açıklar. Geriye görevlerin yerine getirilmesi için gerekli olan iradenin ortaya konulması kalır. Bütün bunlar karşılandığında devrimci çalışmanın başarıya çıkmaması için bir sebep yoktur. Beyanda bütün bunlarda sorun yoktur. Fakat gerçekte bu beyanlara denk düşen pratik eksiktir. Kendiliğindenci plansız çalışma ve çalışmayı gelişmelerin seyrine bırakarak kendiliğindenciliğin kaderine bırakma plansızlığı esas sorundur. Genel planda tarif edilmiş görevler mevcuttur. Ancak bu görevlerin somutta nasıl planlanıp yürütüleceği boşluk alanıdır. O halde, her görev ve çalışmada somut bir planın yapılarak bu plan temelinde çalışmaların yürütülmesi zorunludur. Bu görev ve çalışmaların yürütülmesi, gerçekle örtüşen iradi müdahale ve özverili samimi bir gayrete muhtaçtır. Plan yapıp ortada bırakmak ya da planın gereklerini pratikte yerine getirmemek elbette sonuç vermez. Ne plan tek başına yeterlidir ne de plansız gayret. Oysa ikisinin kurumsal bütünlük içinde birleştirilmesi çok şeye yeterlidir. ya da hafife alınamayacak kadar büyük önemdedir. Büyük önemdedir, çünkü bu kurumsallaşma sağlanmadan veya çalışmalar bu kurumsallaşma zemininde ele alınıp yürütülmeden başarılı bir çalışma performansı ortaya konulamaz, hatta gerçek manada bir çalışma da yürütülemez.

Kurumsallaşamamış ve plansız yürütülen bir çalışma ''ipe un sermeye'' benzer Kurumsallaşma kadar planlı çalışma da siyasi iktidar mücadelesi ya da devrimci çalışmada büyük önem taşır. Kurumsallaşamamış ve plansız yürütülen bir çalışma ''ipe un sermeye'' benzer. Planlı çalışma yürütülmeden her hangi bir siyasi hedefin gerçekleştirilmesi olanaksızdır. Planlı çalışmanın zorunluluğu, görevlerin şart koştuğu gereksinimler gibi, değişimlerden muaf olmayan ve çeşitli aşama veya özellikler barındıran muhtelif süreçler gerçekliğinin ürünüdür. Görevler ancak belli bir planlama temelinde yürütüldüğünde başarılabilir. Yaşanan gelişme ve değişimler karşısında ancak planlama yapılırsa uygun politika ve pratikler uygulanabilir. Süreçler ancak yeni planlamalarla karşılanabilir veya değişen her sürecin ihtiyaçları ancak yapılan yeni bir plan temelinde yanıtlanabilirler. Dahası saptanan her hangi bir hedefe ancak belli bir plan dahilinde ilerlenebilir... Planın somut, gerçekçi ve bilimsel olması, nesnel gerçekle uyumlu olması, sürecin çelişki ve ihtiyaçlarına cevap olma niteliğinde olması planın başarılı olması için şarttır. Genel devrimci çalışma ve bu çalışmanın her parçası mutlaka gerçekçi bir plana oturmak durumundadır. Gerekli kurumsal yapısı hazırlanmamış olan ve somut bir plana dayanmayan her hangi bir çalışmanın ilerleme kaydetmesi, gelişip başarılar elde etmesi ya da hedeflerine ulaşması tasavvur edilemez. Hedef berrak biçimde saptandıktan sonra, hedefe ulaşmak için gerekli yol-yöntem ve kullanılacak araçların

Devrimci savaş ve günün koşulları Siyasi şartlar rutin devrimci savaş ihtiyacını acil bir ihtiyaç olarak dayatmaktadır. Devrimci savaş her şey pahasına yürütülmelidir de. Zayıflıklarına, yetersizliklerine ve içinde bulunulan örgütsel duruma rağmen kararlılıkla yürütülmelidir. Bu doğrudur, bunda tereddütte yer yoktur. Fakat gerçekçi, gerçeğe uygun yürütülmelidir. Gerçekliğin üstünde abartılı sol yaklaşımlarla tarif edildiği gibi değil. Devrimci savaş yürütülmelidir, yürütülmektedir de. Fakat bu savaş şimdiden iktidarı alma aşamasında olan bir savaş değil, iktidar perspektifine sahip olmak üzere silahlı toplu ayaklanmanın sübjektif şartlarını yaratan ve devrimci süreci tüm öğeleriyle geliştirip hazırlayan mevcut savaşımız olan Sosyalist Halk Savaşı kavrayışıyla yürütülmek durumundadır. Yeterli koşul ve hazırlıkları göz ardı eden erken zafer ve hemen iktidar algısı sübjektiftir. Abartılı olarak bahsedilen devrimci savaşın yürütülmesi bir dizi talep ileri sürer ya da gereksinimlerin temin edilmesini ister. Yeterli veya gerekli örgütsel güç, kurumsallaşma, çalışma olmadan devrimci savaşın istenen düzeyde yürütülmesi, özellikle de çeşitli çağrılara vesile olan nitelikte yürütülmesi mümkün ya da gerçekçi değildir. Sözü edilen devrimci savaş hangi güçlerle, hangi kurumlarla, hangi örgütlü potansiyelle, hangi yeterlilik ve nitelikle, hangi plan ve görevlerle yürütülecek? Militan radikal devrimci savaş çağrıları veya bu çağrılara konu olan savaş nasıl, neyle yürütülecek? Bütün bunlara gerçekçi yanıt verilmek durumundadır. Bu yanıtlar verilmeden ve yanıtların ortaya koyduğu koşullar tahmin edilmeden militan devrimci savaş çağrısı boş bir çağrı olarak kalmaya mahkumdur. Ki, bu çağrılar tüm keskinliğine karşın gerçekte veya niyetten bağımsız biçimde objektif olarak devrimci savaşı basitleştirip içini boşaltan çağrılardır. Oysa örgütsel güçlerimizin, kurumsal güç ve koşullarımızın olanaklı kıldığı düzeyde devrimci savaş zaten yürütülmektedir. Bunun geliştirilmesi, daha fedakâr mücadele ve çalışmalarla ilerletilmesi vb.

elbette görevdir. Ancak bunun yetersizliklerini aşmaya dönük çalışma ve planlamalar yapıp yürütmeden militan devrimci savaş çağrıları yapmak yeterince anlamlı ve gerçekçi değildir. Gerçek o kadar karışık değildir, bilakis açık ve yalındır. Devrimci savaşı istenilen düzeyde yürütmek-büyütmek için örgütlü güç potansiyelinin yeterli olması, bu gücün belli bir nitelikte olması ile birlikte bu güce ve savaşa önderlik yapacak kurumsal önderliğin ve tüm parti kurumunun asgari derecede bir yeterlilik ve yetkinliğe sahip olması, bir dizi olanak ve imkâna sahip olması gerekmektedir. Bütün bunlar hazırlanıp yeterli hale getirilmeden bahsi geçen gümbür gümbür savaşın yürütülmesi istemlerimize karşın gerçekleştirilmez. Demek ki, ilk basamakları geçmemiz gerekmektedir. İkinci, üçüncü basamağa basmadan dördüncü basamağa çıkmayı istemek gerçekçi değildir. Militan devrimci savaş karşısında basit görülebilecek çalışmalar, hazırlıklar yapılmadan arzuladığımız devrimci savaş niteliğinin ortaya konulması mümkün değildir. Bahsi geçen devrimci savaş düzeyini samimi olarak ve gerçekten istiyorsak “basit” çalışmaları, görevleri yürütmemiz zorunludur. Bunları bir plan dâhilinde ele alıp yürütürsek ve bunda özverili bir çalışma performansı ortaya koyarsak arzu ettiğimiz devrimci savaş düzeyine ulaşmamız uzak olmayacaktır, uzak değildir. Nesnel ve siyasi şartlar elverişlidir, geriye bizlerin bilinçli davranıp fedakârca çalışma pratiğimiz kalıyor. Kurumsal yapımızı güçlendirip planlı çalışmalarla görevlerimizi fedakârca yürütelim. Bugün devlet büyük bir boşluk ve keşmekeşlik içindedir. İktidar baskı kurumları ve diğer kurumları nezdinde en zayıf dönemi içindedir. Bu siyasi şartlar özgün ve hatta nadirdir. Bu koşullar devrimci gelişmeler için uygun fırsatlar barındırmaktadır. Bir iktidar alternatifi çıkarmamız gerçekçi olmasa da, devrimci gelişmeler anlamında yararlanabileceğimiz, fırsata dönüştüreceğimiz şartlar mevcuttur. Bir taraftan devrimci pratiği geliştirip devrimci eyleme başvururken, diğer taraftan planlı çalışmalarla gerçekçi görevler yürütüp kurumsal yapımızı güçlendirmeye ağırlık vermeliyiz. Görüldü ki, tarihsel fırsatlar devrimci önderlik ve kurumsal yapının zayıflığı ve gerekli örgütsel gücün oluşturulamaması nedeniyle kaçırılmaktadır. Devrim kısa süreli değil, uzun vadeli bir iştir. Bugün kaçırdığımız fırsatları bir daha kaçırmamak için yarınlara hazırlanmalıyız. Yarınlara hazırlanma işi günün görevlerine kayıtsız kalmayı gerektirmez! Kuşkusuz ki, devrimci savaşı gerekçeler üreterek reddetmek ve aynı gerekçelerle devrimci çalışmayı ertelemek tasfiyeciliğin katıksız biçimidir. Ne var ki, mevcut örgütsel durum ve güç-güçler gerçeğine rağmen, büyük bir savaş pratiği beklemek ya da mevcut halle çok ileri bir savaş pratiğini direktif haline getirmek ve aynı zayıf halle iktidarın alınabileceğini ileri sürmek boş bir safsatadır. Gerçek devrimci çalışma ve devrim, altı boş keskin sloganlarla değil, gerçek çalışmalar ve bu çalışmalarla sağlanan yeterli kuvvetlerle gerçekleştirilebilir. Bu çalışma devrimci savaştan bağışık ele alınamayacağı gibi, yeterli hazırlık ve örgütlülükten yoksun olarak da ele alınamaz. Salt devrimci savaş lafına sarılmak ama bunun için gerçek çalışmaları yürütmemek tutarsızlık değilse sol kılıflı sağ hafiyeciliktir.


14 Erdoğan’ın Rusya ziyareti güncel analiz

“TC” ile Rusya arasındaki “normalleşmenin”, esasta çatışmalı alan olarak duran Suriye ve Ortadoğu özgülünde bir “uzlaşmaya” dönüşmesi, planın esas parçasıdır. Bu konuda karşılıklı olumlu niyetler ifade edilse de bu uzlaşının öyle kolay sağlanamayacağı, sağlansa da bunun konjonktürel bir süreci kapsamaktan öteye gitmeyeceği açıktır. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un, ”umarım Suriye konusundaki anlaşmazlıklar da azalır” yaklaşımı, tam da beklentiden öte, çatışmalı olarak duran bu durumu ifade etmektedir. Suriye ve Ortadoğu politikası konusunda ”TC”’nin U dönüşüne kadar varan önemli dış politika değişikliğine gittiği açıktır. Ki, Rusya, İsrail, İran, Mısır, hatta el altından Esad ile sürdürülen “yeni” görüşmeler, dış politikadaki bu “U” dönüşü üzerine yapılmaktadır. Ve mevcut durumda Suriye özgülünde, Esad’lı ya da Esad’sız geçiş süreci tartışması, Rusya-“TC” ilişkilerini tıkayan bir tartışma değildir 24 Kasım 2015’te, Rus savaş uçağının, Türk hakim sınıfları, savaş güçleri tarafından düşürülmesinin ardından, Rusya ve Türkiye gerici hakim güçleri arasında yaşanan kriz, Haziran 2016’nın sonunda, diktatör Erdoğan’ın “özür mektubuyla”, “normalleşme” sürecine girmişti. Hakim Türk gerici güçlerinin, İsrail ile yapılan Roma anlaşması akabinde, Rusya ile girdikleri bu “yakınlaşma” sürecinin, iki ülke ilişkilerinin yanında uluslararası, Suriye ve Ortadoğu merkezli bölgesel gelişmeler ve çıkar hesaplarının sonucu olduğu açıktır. Darbe girişimi sürecinin, yeni külhanbeyi unvanıyla “Başkumandan” Erdoğan’ın “özür mektubuyla” başlayıp, ekonomi ve turizm başta olmak üzere çeşitli düzeylerdeki bürokrat, iş adamı ve bakanın oluşturduğu heyetin ziyaretiyle şekillendirilen ve “Türk-Rus ilişkilerinin niteliksel değişimi ve güvenlik meseleleri” başlığıyla içeriklendirilen bu görüşme trafiğinin, gündemlerine bakıldığında, “TC”-Rusya ilişkileri, iç ve dış politika sahasında birçok gelişme ve gerici çıkar hesaplanarak “yeniden” dizayn edilecektir. 9 Ağustos'ta (Bu tarih gelişmelere göre değişebilir de) planlanan Erdoğan-Putin görüşmesiyle, “Niteliksel Değişim ve Güvenlik Meselelerine” özgün sürece göre

şekil verilmeden önce iki ülke hakim gerici güçleri arasında süren diplomatik görüşmelerle, her gerici güç süreci kendi çıkarlarına göre biçimlendirilmeye çalışmaktadır. 27 Haziran Erdoğan’ın “özür” mektubuyla başlayan “normalleşme” süreci, iki ülke gerici güçlerinin temsili düzeyinde, yüz yüze ilk temas, 1 Temmuz 2016'da sağlanmıştı. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Dış İşleri Bakanları Toplantısı'nda Lavrov ve Çavuşoğlu, Çin’in Şangay kentinde düzenlenen G20 Ticaret Bakanları Toplantısı’nda Türkiye Ekonomi Bakanı Zeybekçi ile Rusya Ekonomi Kalkınma Bakanı Birinci Yardımcısı Aleksey Lihaçev görüşmeleri, Erdoğan-Putin görüşmesi öncesi karşılıklı pazarlık yoklamalarıydı. Turizm, Ulaştırma, Denizcilik, Haberleşme Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı yetkilileri ile Moskova’ya çıkarılan heyet, Türk hakim gericiliğinin, Rusya ilişkileri üzerinden, özellikle dış politika sahasında belirlemek istediği “yeni” sürecin, nasıl bir yol haritasıyla ilerleyeceğini ortaya koyan diplomatik hamleleri içermektedir. Kuşkusuz planlanan Erdoğan-Putin görüşmesi, “Niteliksel Değişim ve Güvenlik Meselelerinde”, iki ülke arasında var olan bölgesel ve uluslararası çıkar dalaşını sonlandıracak bir görüşme olmayacaktır. Bugün, iki ülke ilişkileri açısından “yeni nitelik seviye” olarak ifade edilen durum, özellikle Türk gerici hakim sınıflarının dış politikada yaşadığı “değişimi”, Rusya ile ilişkilerinde hangi seviyede “uzlaştıracağı” meselesi, bu “niteliksel” değişimin ana yönüdür. Türk hakim sınıflarının darbe girişimi dahil iç ve dış politika sahasında, ABD-AB gibi vektörlerinde yaşadığı bazı hayal kırıklıklarının karşısına, Rusya ile “geliştirilecek” ilişkilerin pazarlık olarak çıkartılması, ve buradan çıkarlarına bir alan yaratması, hesaplanan bir yön iken, asıl belirleyici öğe, Suriye ve Ortadoğu güncelli dış politika hattındaki başarısızlığının sonucu olarak yaşadığı politik kırılmayı, Rusya ile bir “uzlaşı” zemininde buluşturulmasıdır. Ekonomik ve ticari ilişkilerin kriz öncesi süreçte kalan yerden devam etmesi, Doğal Gaz Boru Hattı projesinin yeniden gündemleştirilmesi, vize serbestisi başta olmak üzere, iki ülke arasında var olan bazı hukuksal anlaşmaların yeniden yürürlüğe girmesi, bu “normalleşmenin” hedeflenen adımları olsa da, asıl “uzlaşı” daha köklü bölgesel siyaset üzerinden pazarlanmaktadır.

Rusya ve Türk gerici hakim güçleri ilişkileri özgülünde “yeni stratejik adım” olarak “orantılı risk ve derinleştirilmiş karşılıklı bağımlılık”! Türk hakim sınıflarının gerici iktidarı,

01-15 AĞUSTOS 2016 Halkın Günlüğü

AKP-Erdoğan diktatörlüğü, ABD-AB emperyalist güçleriyle ilişkilerinde, iç ve dış siyasette yaşadığı zikzakların karşısına bir pazarlık unsuru olarak Rusya ile kurulan ilişkileri kullansa da, Rusya ile yakaladığı “normalleşme” sürecini, böyle kısa vadeli bir politikanın malzemesi yapmayacaktır. Özellikle, emperyalist güçlerin hegemonya çatışması ve bölgesel gerici güçlerin, politik hareket alanı açısından, iki gerici gücün rolü düşünüldüğünde konjonktürel gelişmeler önemli ilişkileri belirlese de, TürkiyeRusya gerici hakim güçlerinin “normalleşen” ilişkileri, salt konjonktürel durum ele alınarak şekillenmeyecektir. Karşılıklı bağımlılığı geliştirerek (bu, karşılıklı gerici çıkarların, her iki kesimin güçleri ve politik-askeri çapı oranında “uzlaştırılması” olarak anlaşılmalıdır) yaşanmış çatışmalar ve krizlerden, gerici çıkarlarına göre sonuç çıkarmak, ”yeni” bir radikal paradigma eksenine ikili ilişkileri oturtmak, ”normalleşme” sürecinin içeriğidir. Rusya Başbakan Yardımcısı Arkady Dvorkoviç ile görüşmenin ardından, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in "Rusya sadece değerli bir komşumuz değil, bizim önemli ve stratejik bir ortağımız. Talihsiz olay nedeniyle ilişkilerde bir sekteye uğrama söz konusu oldu. İlişkililerimizi 24 Kasım öncesine değil bütün alanlarda daha da ötesine taşımayı ümit ediyoruz" içerikli açıklaması, “Orantılı risk-Karşılıklı bağımlılık” politik planının ifade edilişidir. Bunun tek anlamı, uçak krizi öncesi var olan ekonomik, ticari ilişkilerin kaldığı yerden geliştirilerek devam etmesi demek değildir. Bu asıl “uzlaşmanın”

yan öğesi olarak ele alınacak bir meseledir. Asıl sorun, Rusya ve Türk hakim gerici sınıflarının rekabet ettiği alanlarla alakalıdır. Ki, Türk hakim sınıfları, Rusya ile bu rekabette, ABD-AB emperyalist güçlerinin politik-askeri jandarması gücü niteliğindeydi. En azından belirli bir süreci kapsayacak düzeyde de olsa Türk hakim sınıfları, bu konumlanışını değiştirerek, Rusya ile “normalleşme” görüşmelerinde, farklı bir paradigma ile irade beyan etmektedir. Ortadoğu ve Suriye merkezli bölgesel politikadan ”güvenlik” ve ekonomik-ticari ilişkilere kadar askeri ve siyasal bir “işbirliğinin” en azından önünü açmak, Erdoğan-Putin görüşmesinin esas gündemidir. Son NATO toplantısında, NATO’nun bölge siyasetinde aldığı rolü, özellikle Karadeniz sahasında üstlenen Türk hakim sınıflarının, hemen bunun akabinde Şanghay İşbirliği Örgütü bünyesindeki işlevsiz rolü olan, Diyalog Ortağı Ülke konumunu dillendirmesi, arkasından Şanghay’a gözlemci üye olabileceği beyanı, Rusya ile askeri bazı adımların önünü açmak mantığından kaynaklıdır. Rusya Başbakan Yardımcısı Dvorkoviç ile, Türk Başbakan Yardımcısı Şimşek arasındaki görüşmede, “İki ülke vatandaşlarının vizesiz seyahati ile ilgili anlaşmanın yeniden yürürlüğe konması”, “Rusya’nın turizmle ilgili koyduğu sınırlamaların kaldırılması”, “Türk Akımı petrol boru hattı üstündeki çalışmaların yeniden başlatılması”, “Akkuyu Nükleer Santralinin yapımının hızlandırılması”, “Rusya ve Türkiye şirketleri arasında iş birliğini kolaylaştıran önlemler alınması” gibi konularda çıkan işbirliği dahil


01-15 AĞUSTOS 2016 Halkın Günlüğü

bütün konularda görüşmelere, ABD-AB ve Rusya merkezli emperyalist hegemonya dalaşı bu güçlerin Ortadoğu üzerindeki, ekonomik-askeri-stratejik planları, Türk hakim sınıflarının, ABDAB emperyalist ülkeleriyle ilişkilerinde yaşadığı zikzaklar ve gerici çıkarlar yön vermektedir. Yani sorun uçak düşürme olayı ile ortaya çıkan krizin karşılıklı yarattığı ekonomik zararı ortadan kaldırma sorunu değildir. Eğer sorun bu olsaydı, uçak düşürme olayının yarattığı kriz verili koşullarda buna göre yönetilirdi. Ama o dönem Rusya, ABD-AB emperyalist bloklar arasındaki çatışma ve Türk hakim sınıflarının üstlendiği rol, bölgesel çıkarları açısından gerginlik siyasetini zorunlu kılıyordu. Rusya’nın özellikle hamle üstünlüğünü geriletmek için karşı blok Türk hakim sınıfları üzerinden krize dönüşen uçak düşürme olayını böyle kullanmıştır. Aynı durum Rusya içinde geçerlidir. Bölgesel gerici müttefikleri üzerinden uçak düşürme olayını yeni askeri ve siyasal hamlelerin aracı haline getirmek için gerginlik siyasetini, stratejik planının bir aracı olarak ele almıştır. Fakat, ABD-AB gerici emperyalist güçlerinin, Türk hakim sınıflarının bölge politikasını hükümsüz kılan adımları, PYD ile kurulan ilişkiler, Türk hakim sınıflarının dayanak haline getirdiği Cihadist gerici güçleri hareketsiz bırakması ve akabinde Suriye’nin “yapılanmasında” Rusya, Esad, İran ile “ortaklaşması”, Türk hakim sınıflarının değişen konjonktürde Rusya’ya yakınlaşmasının zemini olmuştur. ABD-AB emperyalist güçlerinin kurduğu oyunun diğer yönü de, Rusya’yı Türkiye’ ye yakınlaştırmıştır. Özellikle Tahran ile kurulan gizli ilişkiler, İran gazı üzerine yapılan planlamalar, NATO’nun bölgede aktif rol

alması için öngörülen askeri adımlar, Rusya’nın, İran, Esad, Irak ve Kürtler üzerinden şekillenen ittifak politikasında değişiklikler yaratmış, karşı emperyalist bloğun ittifak güçleriyle ikili ilişkilere zorlamıştır. Bu çıkar hesabı üzerinden yürüyen somut duruma göre her gerici güç, birbiriyle birleşeceği ve hasım gücüne karşı kullanacağı askeri, politik gelişmeleri kullanmaktadır.

AKP-Erdoğan diktatörlüğünün, Rusya “yakınlaşması” baskılanmasıyla, ABD-AB emperyalist güçlerinin önüne sürdüğü şartlar! Özellikle 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün, Putin’in “ilk geçmiş olsun” mesajını da kullanarak ABD ve AB emperyalist güçlerini, “dostluk” ilişkisine göre davranmadılar eleştirisine tabi tutması Rusya “yakınlaşması” baskılanmasıyla, politik gelişmeleri ABD-AB emperyalist güçlerine karşı kullanmasıdır. Erdoğan-AKP diktatörlüğünün, buradan “stratejik dostlarını”, istekleri konusunda bir baskılanma altına almaya çalışması, tutulan hesabın bir yanı iken diğer yandan kullanılan bazı argümanlardan anlaşıldığı gibi bir “çatışmayı da” göze almaktadır. AB-ABD emperyalist güçlerinin, gerici çıkarları ekseninde AKP-Erdoğan diktatörlüğü karşısında baskın olmak için kullandığı, darbe şüphelilerine işkence ve kötü muamele yapılmaması, insan hakları ihlallerine izin verilmemesi, OHAL’in, basın ve öteki özgürlüklerin sınırlanmasına vesilesi yapılmaması gibi gündemlerin karşısına, uygulanması mümkün olmadığı halde kalabalıkların en geri duygularını okşayarak idam cezasının yeniden getirilmesi için sokakların gerici tarzda kuşatılması, Fethullah Gülen’in iadesi talebi açıkça gösteriyor ki, AKP-Erdoğan gerici iktidarı, gerici çıkarlarına daha farklı alanlar açmak için ABD ve AB emperyalist güçleriyle “çatışacaktır”. Kuşkusuz, AKP-Erdoğan diktatörlüğüyle, ABD-AB arasındaki bu çatışma, bu emperyalist güçlerle tüm görüşmelerin kesilip, Rusya ile ortak hareket edeceği anlamına gelmemektedir. Emperyalist gerici çıkar ve dalaş içinde bu bir olasılık olsa da, mevcut ilişkilenmede, Türk hakim sınıflarının AB ve ABD emperyalist güçleriyle var olan “stratejik” ilişkilerinden kopması olası değildir. Rusya’nın, Türk hakim gericiliği üzerinden, ABD-AB emperyalist güçleriyle yeni bir çatışma yaşamak istememesi, Suriye ve Ortadoğu politikasında, Türk hakim sınıfları çıkarlarının Rusya’ya nazaran, ABD-AB ile daha yakın olması ve bunun tarihsel olarak yarattığı ortaklık, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün tercihlerini belirleyecektir. Rusya-İran çizgisi ile yakınlaşmanın, Suudi Arabistan ve Katar başta olmak üzere, bölge gerici ülkeleri özgülünde yeni bir sürecin önünü açacağı için (ki bunun ideolojik

güncel analiz olarak iç yansıması da olacaktır) ABD ve AB emperyalist güçleriyle Türk egemen sınıflarının, ekonomik, askeri, tarihsel, kültürel kapsamda toplanan gerici çıkar bütünlüğünde, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün, AB-ABD ve NATO güçlerinden kopma şansını elinden almaktadır. Ki gerici çıkarları gereği böyle bir hesabı da yoktur. Türk hakim sınıfları temsilcisi Erdoğan-AKP diktatörlüğü bu durumu, Rusya ve ABD-AB emperyalistlerine karşı kullansa da, bu stratejik müttefikler konusunda emperyalist kamp değişikliği şeklinde (en azından mevcut süreç bağlamında) sonuçlanmayacaktır. Ama bu süreçte Rusya ile bölge siyasetinde çatışma zemininden çıkıp ”uzlaşı” ile süreci örgütlemek istemektedir. Bunun ekonomik, siyasal, askeri nedenleri kısaca yukarıda yaptığımız vurgulardır.

“TC” ve Rusya’nın “normalleşen” ilişkilerinin denkleminde, çatışmalı olarak duran Suriye ve Ortadoğu politikası! “TC” ile Rusya arasındaki “normalleşmenin”, esasta çatışmalı alan olarak duran Suriye ve Ortadoğu özgülünde bir “uzlaşmaya” dönüşmesi, planın esas parçasıdır. Bu konuda karşılıklı olumlu niyetler ifade edilse de bu uzlaşının öyle kolay sağlanamayacağı, sağlansa da bunun konjonktürel bir süreci kapsamaktan öteye gitmeyeceği açıktır. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un, ”umarım Suriye konusundaki anlaşmazlıklar da azalır” yaklaşımı, tam da beklentiden öte, çatışmalı olarak duran bu durumu ifade etmektedir. Suriye ve Ortadoğu politikası konusunda ”TC”’nin U dönüşüne kadar varan önemli dış politika değişikliğine gittiği açıktır. Ki, Rusya, İsrail, İran, Mısır, hatta el altından Esad ile sürdürülen “yeni” görüşmeler, dış politikadaki bu “U” dönüşü üzerine yapılmaktadır. Ve mevcut durumda Suriye özgülünde, Esad’lı ya da Esad’sız geçiş süreci tartışması, Rusya-“TC” ilişkilerini tıkayan bir tartışma değildir. Mevcut gelişmeler ele alındığında Rusya-“TC” arasında ki “normalleşme”, dolaylı veya dolaysız Esad rejimine de yansıyacaktır. Bu Rusya açısından, Suriye ve Ortadoğu politikasında, yeni bir nefes alanıdır. Fakat “TC” açısından durum bu kadar kolay değildir. Halen AKP-Erdoğan diktatörlüğünün temsilcileri tarafından, Esad gitmeli açıklamaları, güncel olarak çok anlamlı olmasa da, çatışmalı Suriye süreciyle birlikte, Neo-Osmanlıcı zihniyetle sürdürülen dış politika nedeniyle Suriye ve “TC” ilişkilerinde bozulma çok boyutlu. Bunu toparlamak, AKP-Erdoğan gericiliği açısından çok sorun olmasa da Suriye’nin bu konudaki istekleri, süreci tıkayan bir rol oynayabilir. Ki, bu durum masa başında ”TC”-Rusya ilişkilerinde de sorun olacaktır. Ama bütün bu açmazlara rağmen ”TC”, Suriye ve Ortadoğu özgülünde bu “normalleşmeyi”

15

sağlamak istemektedir.

“TC”’nin bu “normalleşmedeki” ana hedefi, Rojava Kürtlerine karşı yeni bir cephe açmaktır! Faşist Türk hakim sınıflarının Suriye politikasını değiştirmeye iten en etkin neden PYD'nin önderliğindeki Kürt sahasıdır. Sınırın yüzlerce kilometrelik alanının, ”TC”nin azgın saldırılarla imha etmek istediği, PYD önderliğindeki Rojava Kürtlerinin denetiminde olması ve PYD'nin Suriye ve Ortadoğu sürecinde etkin rol oynaması ”TC”’yi istenmeyen Kürt koridorundan kurtulmak için Suriye politikasında değişikliğe itmiştir. Ama bu değişikliğe rağmen Suriye, Rusya-“TC” ilişkileri açısından bu durum öyle kolay çözülebilir bir durum değildir. PYD-YPG konusunda ne Suriye ne de Rusya, ”TC”’nin istediği oyunu oynamaz. Bunun yerine “TC”’ye karşı kullanabileceği tüm kozlarını kullanır. AKP-Erdoğan sultanlığı, Neo-Osmanlıcı dış politikasını, konjonktürel olarak da olsa değiştirse de derin çatışmalar yaşadığı bölge gericiliklerini kendisi açsından tehdit olarak gördüğü güçlerle çatıştıramaz. Rusya ve Suriye ile ilişkilerini konjonktürel olarak ele alsa da uzak tehdit olarak gördüğü Esad güçlerini, yakın tehdit olarak gördüğü PYD ile çatıştırması, Rusya’nın da rol aldığı bir ortamda olası değildir. Bu gerçeğe rağmen Erdoğan Putin’le görüşmesinde, Kürtlere karşı bir cephe oluşturma çabasında olacaktır. Bunu, bugüne kadar desteklediği cihadist, gerici örgütler üzerinden pazarlayarak yapması en somut ihtimaldir. Hatta bunun için İŞİD’e karşı operasyonda aktif rol alacak, masa başında olacaktır. Dış politikada “U” dönüşü, ya da revizyon. Ne derse densin, Ortadoğu ve Suriye politikasında, Kürtlere karşı bir cephe oluşturmak için “TC” elindeki tüm olanakları kullanacaktır. ABD-AB ile zikzaklı giden ilişkiler, Rusya ile sürdürülen “normalleşme” pazarlıkları ve bu güne kadar Ortadoğu merkezli sürdürülen gerici-bağnaz dış siyaset, gerici “ittifak” güçler ve çatışmalı güçlerle ciddi bir enkaz yaratmıştır. Bu süreç, AKP-Erdoğan hanedanlığının derinleşen çözümsüzlüğüne dönüşmüştür. Bundan çıkmak öyle kolay değildir. Bu çözümsüzlük, Rusya’nın hem AB-ABD emperyalist güçleri karşısında hem de bölge siyasetinde daha da avantajlı olmasını sağlayacaktır. Rusya, bu vesile ile “TC” ile ilişkilerinde inisiyatifi ele alacaktır. ”TC”, bu emperyalist dalaş ve bölgesel çatışmalar içinde, “revizyona” gittiği dış siyasetine karşın, kendisini emperyalist güçlerin gerici çıkarları dışında temsil edemeyecektir. Bu kirli ilişkiler, Ortadoğu ve Suriye özgülünde, emperyalist dalaş ve pazar paylaşımı üzerinde şekillenecektir. “TC” ise alacağı gerici rol oranında, gerici çıkarların bağnaz bir temsili olacaktır. ErdoğanPutin görüşmesi, bu emperyalist saldırganlığın inisiyatifinde şekillenecek ve uygun roller buna göre paylaşılacaktır.


16

güncel analiz

01-15 AĞUSTOS 2016 Halkın Günlüğü

Burjuva sistemin krizi ve kliklerarası iktidar çatışmasının doğumu olarak darbe! sürekli yaşandığı ve bu mücadelenin gelişiminin belli bir aşamasında nitelik değiştirerek silahlı-kanlı biçimlere bürünebilmektedir. Egemen sınıf olarak burjuvazi yekpare bütün bir sınıf değildir, kendi içinde sermaye birikimine paralel olarak bir kesimi ve o kesimin çıkarlarını ifade eden kliklerden oluşur. Kliklerin bu varlığı egemen sınıflar içinde hakimiyetiktidar mücadelesini sürekli canlı kılar. Kliklerin egemenlik içinde edindikleri yerlerin korunduğu ve birbirlerinin çıkarlarının önü kesilmediği sürece -ki bu hukuksal-yasal düzenlemelerle belli bir düzene konur- egemen sınıflar arasındaki ilişkiler olağan bir seyir izler. Belirlenen bu çerçevenin dışına çıkıldığında ve egemenler arasındaki hâkimiyet savaşında birbirlerinin çıkar alanlarına nüfuz edildiğinde ve egemenler arasındaki çıkar ilişkilerini belirleyen yasal düzenlemeler alt üst edilip boşa çıkarıldığında, anlaşılmalıdır ki, egemenler arasındaki mücadele şiddetlenmekte ve farklı bir evreye evrilme dinamikleri taşımaktadır.

Bugünkü darbe, sınıf hareketinin gelişmesi esasına değil, komprador tekelci burjuva kılikler arası iktidar paylaşımı veya çatışmasına dayanmaktadır. Burjuva sistem ve özelliklede faşist devlet ve yönetim biçimlerinin hüküm sürdüğü koşularda darbe, emperyalist güçlere bağımlı farklı komprador tekelci burjuva veya aynı güçlere bağlı farklı kilikler arası iktidar çatışmasının bir durağı ya da belli şartlardaki çatışmanın göreli bir çözüm biçimi olarak yaşanır. Burjuva sistem darbelerin rahmidir ve gerektiğinde bu doğumu yapar, yapmaktan sakınmaz Özü “burjuva demokrasisi”nin geliştiği iddiası veya kanaatine dayanan “darbeler dönemi kapanmıştır”, “artık darbe olmaz” şeklindeki yanılgılı ya da bilinçli manipülati ve tez pratik olarak çöktü. Görüldü ki, tüm yanılsama ve soyut değerlendirmelerin tersine darbe olur, olabilir ve darbe dönemi kapanmamış. Çöken teze karşın doğrulanan darbeler mümkündür gerçeğinin arka planı, bir; emperyalist güçler ve bunlara bağımlı yerel işbirlikçilerinin iktidar dalaşına dayanır ve iki; devrimci sınıf hareketinin ciddi gelişmeler göstererek geniş halk muhalefetinin iktidarı baskı altına alıp tehdit durumuna geldiği koşullara dayanır. Demokrasi ve burjuva demokrasisinin olmayıp faşist devlet ve yönetimin olduğu gerici sistemlerde darbelerin gündeme gelmesinin potansiyel alt yapısı genel olarak vardır. Emperyalist dünya sistemi, bu sistemin tahakkümü altında ve bunlara bağlı biçimlenen sınıf iktidarları ve temsilleri olduğu müddetçe, darbeler burjuva klikler arası iktidar dalaşının ürünü olarak gündeme gelirler, dahası devrimci hareketin gelişme boyutu da aynı biçimde darbeleri olanaklı kılmaktadır. Bu darbeler, açık askeri faşist darbeler, sivil-siyasi darbeler veya yumuşatılmış ifadesiyle “post modern” denen ve belli özgün biçimler barındıran türden olsun değişik biçimlerle gündemdedir ve kapanmış bir dönem olarak telakki edilemezler. Bugünkü darbe, sınıf hareketinin gelişmesi esasına değil, komprador tekelci burjuva

kılikler arası iktidar paylaşımı veya çatışmasına dayanmaktadır. Burjuva sistem ve özelliklede faşist devlet ve yönetim biçimlerinin hüküm sürdüğü koşularda darbe, emperyalist güçlere bağımlı farklı komprador tekelci burjuva veya aynı güçlere bağlı farklı kilikler arası iktidar çatışmasının bir durağı ya da belli şartlardaki çatış-

manın göreli bir çözüm biçimi olarak yaşanır. Burjuva sistem darbelerin rahmidir ve gerektiğinde bu doğumu yapar, yapmaktan sakınmaz. Tarihsel deneyim ve tecrübeler göstermiştir ki, egemenlik burjuva sınıfların elinde olmasına rağmen, egemenliğin kendi içinde dahi iktidar mücadelesinin

Kemalistlerle Erdoğan-AKP kliği arasındaki mücadelenin geçirdiği safhalar buna örnektir. Balyoz, Ergenekon, Poyrazköy vb. operasyonlar, Emniyet-MİT’teki düzenlemeler, YÖK, MEB’de yapılan atamalar ve düzenlemeler buna örnektir. Bu örnekler çoğaltılabilinir. Esas olarak egemen sınıflar içinde öne çıkan ve hakimiyet-iktidar mücadelesi veren iki klikten bahsedilebilinir. Bir taraf, kuruluşundan itibaren devlete hakim olan Kemalistler ve bunların temsil ettiği sermaye çevresi, diğer tarafta Kemalistlerle mücadele içinde sürekli varlığını koruyan, bir dönem (DP dönemi) ve devamcısı guruplar günümüzde ise Erdoğan-AKP kliği olarak siyaset sahnesinde görünen çevredir. Başka klik ve sermaye çevreleri de vardır. Fakat bunlar sürekli diğer kliklerin yedeğinde kalmışlar ve çıkarlarını korumaya çalışmışlardır. Kemalistlere karşı hakimiyet mücadelesi veren AKP’de kendi içinde bir çok kliğin çıkarlarını temsil eden siyasi bir oluşum olarak 2002’de seçimlere katılmış ve oy çoğunluğuyla hükümet olmuştu. Kendi içindeki farklı kliklerin varlığına rağmen iktidar olan Kemalistler karşısında güçlerini birleştirmişler-koalisyon yapmışlar ve


01-15 AĞUSTOS 2016 Halkın Günlüğü

kendi aralarındaki çelişkileri geri plana almışlardı. Ne var ki, Kemalistler karşısında güçlendikçe ve egemenliklerini pekiştirdikçe iktidara oturmanın sağladığı avantajlardan-olanaklardan faydalanma ve kendi klik çıkarlarını üstün tutma noktasında kendi içlerindeki çelişkiler su yüzüne çıkmaya başlamış, AKP içinde tasfiyeler başlamıştı. 17-25 Aralık 2013 tarihi ise AKP içindeki mücadelenin alanen dışa vurumu, AKP’ye hakim olma savaşıydı. Görüldüğü üzere AKP içinde Gülen Cemaati karşısında Erdoğan’ın temsil ettiği klik üstünlüğü ele geçirdi ve hem AKP içindeki hem de devletin temel kurumlarındaki Gülen yanlılarını tasfiyeye yöneldi. 17-25 aralık 2013’ten başlayarak devam edegelen Gülen cemaatinin AKP ve devlet bürokrasisindeki uzantılarını-örgütlenmesini tasfiye etme girişimi bugünlere kadar geldi ve 15 Temmuz’daki kalkışmayla da yeni bir aşamaya evrildi. Belirtmek gerekir ki, ileride sonuçları daha iyi görülebilecek ve daha tam-net ifadeler kullanılabilecek bu 15 Temmuz kalkışmasının tek başına Gülen Cemaati’yle açıklamak yetersiz kalacaktır. Esas olarak Gülen Cemaati’nin bir girşimi olarak değerlendirilse de, 15 Temmuz sonrası yapılan tutuklamalar, açığa almalar, tasfiyelerin Gülen Cemaati’yle sınırlı olmadığıdır. ErdoğanAKP iktidarına karşı diş bileyen Gülen Cemaati dışındaki bazı kesimlerinde işin içinde olduğudur. Bu noktayı geçerken şunu önemle belirtmek gerekmektedir. Darbeler dönemi bitmiştir belirlemesinin gerçeği yansıtmadığıdır. Niteliği faşist olan devletlerde ise genel kuraldır. "TC" Devleti’nin bu niteliğini gözardı ederek “darbeler dönemi bitmiştir artık” demek ajitasyondan başka bir şey ifade etmez. Genel olarak koşullara, gelişmelerin seyrine, güçler arasındaki ilişkilere, mücadelenin aldığı boyuta, uluslararası koşullara-desteğe vb. bağlı olarak darbeler olasıdır. Zemini zayıf veya güçlü olabilir, bu ayrı bir konudur. Bu durum darbe olasılığını ortadan kaldırmaz. Devlet

bürokrasisinde ayrıcalıklı kesimler oluştukça ve bu kesimler ayrı güç odakları olarak imtiyazlar elde ettikçe gelişmelerinin bir aşamasında bu güç odakları imtiyazlarını-çıkarlarını büyütmek-genişletmek isteyeceklerdir. Ve bu istem mücadelesi tıkandığı yerde başka bir yöne evrilecektir. Özellikle ve esas olarak elinde silah olan güçler bu gerçeği sürekli canlı kılmaktadır. Yalnız Türkiye-Kuzey Kürdistan halkları değil, darbeler yaşamış tüm dünya halklarının bu nasıl bir “darbe” dediği kesindir. Amatörce ve acemice girişilen bir kalkışma olarak tarihe geçen ama sonuçları itibariyle Erdoğan-AKP iktidarının yeniden tahkim etmeye çalıştığı koyu faşizmin önünü daha da açmakla kalmayıp bu “yeni” faşizmin tabanını da örgütlemeye büyük bir zemin sunan bir özellik taşıdığını özellikle belirtmek gerekir. Özellikle 17-25 Aralık 2013 sonrasında devlet bürokrasisi içinde başlayan, esasını Gülen Cemaati çevresinin oluşturduğu ama Erdoğan-AKP karşıtlarını da teğet geçmeyen tasfiyeler, 2016 yılı ile birlikte boyutlanmış, Ağustos ayında yapılacak olan YAŞ toplantısıyla ve yargı ve üniversitelerde yapılacak büyük tasfiyelerle yeni bir boyuta evrileceği iktidar tarafından bir süredir dillendirilmekteydi. Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla Erdoğan-AKP kliği büyük bir “temizlik hareketi” planlamış, gerekli hazırlıkları yapmış, listeleri hazırlamış yalnızca zamanını beklemiştir. Ki, 15 Temmuz gece yarısı yargının hemen tutuklamalara başlaması, arama kararları çıkarması ve devam eden günlerde 50.000’leri gecen bir sayıya ulaşan tutuklama, açığa alma, gözaltı, arama kararı, tasfiyeler listelerin çok önceden hazırlandığını da doğrulamaktadır. Erdoğan-AKP iktidarı, iktidarını daha da güçlendirmek ve Erdoğan’ın mutlak otoritesini tartışmaya mahal vermeyecek şekilde oturtmak, dahası faşizmi daha koyu bir şekilde yeniden tahkim etmek için ordu, yargı, YÖK, MEB, İç İşleri vb. yerlerde yapmak istediği tasfiye hareketinin so-

güncel analiz

runsuz gerçekleşeceğini beklemek gerçekçi olmazdı. 15 Temmuz’da yaşanan kalkışma “Allah’ın büyük bir lütfu” olması itibariyle Erdoğan-AKP kliğinin imdadı olmuştur. Bu anlamıyla tartışmaya açık bir kalkışma olarak da gündemi meşgul edecek bir yerde durmaktadır. Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla tartışılacak yanları çoktur. MİT saat 16.00 gibi kalkışma hakkında bilgi almasına ve bu bilgiyi Genel Kurmay Başkanı'yla paylaşmasına, Genel Kurmay Başkanı'nın bu noktada tedbir geliştirmeye çalışmasına rağmen Erdoğan’ın bu kalkışma girişimini kalkışma başladığı saatlerde ve eniştesinden öğreniyor olması benim “karakutum” dediği H.Fidan’ın pozisyonunu tartıştırdığı gibi Genel Kurmay Başkanı'nı da tartıştırmakta, her ikisinin ( MİT ve GKB dahil) Erdoğan’la ve AKP ile ilişkilerini de sorgulatan-tartıştıran bir yerde durmaktadır. Yine hem Erdoğan’ın, hem Genel Kurmay Başkanı’nın hem de yetkili bazı bürokratların en yakınındaki yaverlerden kalem müdürlerine kadar bir çok kişinin 15 Temmuz sonrası tutuklanması dahi bu kalkışmaya gizem katan bir durumdur. MİT’in saat 16.00 civarında Genel Kurmay Başkanlığı'na bilgi vermesi ve devam eden süre içinde GKB’nın tüm uçuşları yasakladığı yönünde talimatlar vermesine rağmen Hava Kuvvetleri üst yönetiminin bahsi geçen düğünde eğlenmeye devam etmeleri de ayrı bir konu. Tüm uçuşlar durduruluyor, olağanüstü gelişmeler oluyor fakat hava Kuvvetleri Komutanlığı kendi ilgi alanı olan bu gelişmelere rağmen düğünden ayrılmıyor. Anlaşılan odur ki, ister istihbarat zaafı olarak lanse edilsin isterse “erken doğum” için bilinçli olarak bilgi sızdırılmış olsun, amatörlüğüyle tarihe geçen bu kalkışma Erdoğan-AKP kliğine karşı gelişmiş ve gerçekleştiği anda Erdoğan-AKP karşıtlarını da yanlarına çekeceği varsayımı üzerine planlanmıştır. Darbeler ülkesi olan Türkiye-Kuzey Kürdistan, darbe yapacak olanlara “nasıl” yapılacağına yönelik “tec-

17

rübeler” sunmaktadır. Anlaşılan bu “tecrübeden” faydalanılmamış, kalkışma planı detaylandırılmamış, halk desteğinin nasıl alınacağı üzerine kafa yorulmamış, doğallığında da baştan kaybetmeye aday olunmuştur. Egemen sınıflar arasındaki iktidar dalaşının keskinleşmesi sonucu gündeme gelen bu türden darbe-kalkışmalarda taraf olmak, “öyle olmaz, böyle olur” gibi analizlerde bulunmak devrimcilerin işi ve görevi de değildir. Fakat ezilen halklar üzerinde oyun üzerine oyun oynayan, manipülasyonlarla egemen sınıfların kendi aralarındaki çatışmalarında taraf olmalarını sağlamaya yönelik girişimler-planlar üzerine analiz ve tespitlerde bulunmak, bunları deşifre ve teşhir etmek bu doğrultuda halkları uyarmak devrimcilerin işidir, görevidir. Göründüğü kadarıyla bu kalkışma, içinde bir çok soruyu, şaibeyi barındırmaktadır. Manipülasyonlarla, algı yönetimiyle kitleler başka şeylere yönlendirilerek kitlelerin bunları görmesi, sorgulaması engellenmeye çalışıldığı ortadadır. İlerleyen günlerde bunlar sorgulanmaya başlandığı oranda, bunları sorgulamaya, teşhir etmeye çalışanların nasıl bir uygulamaya-zora maruz kalacağını göreceğiz. Bizim yaklaşımımız elbetteki bu karmaşık-kirli ilişkileri gündem yapmak değil, fakat halk kitlelerini nelerin beklediğini, bununla nelerin hayata geçirilmek istendiğini anlatmak, uyarmaktır. Bir tarafta devlet iktidarı üzerinde hakim olan Erdoğan-AKP kliği, diğer tarafta ise esas olarak bugüne kadar iktidar mücadelesinde Erdoğan-AKP kliğiyle birlikte hareket eden fakat bir süre sonra iktidar ve rant paylaşımında çelişkiye düşerek tasfiye edilen-edilmeye çalışan taraflarıngüçlerin bulunduğu bu gerici boğazlaşmada taraf olmak işçi sınıfının, emekçi halkların, ezilen kürt ulusu ve diğer azınlıkların, ezilen inançların, kadınların, gençlerin vb tüm ezilen emekçi kesimlerin çıkarına değildir.


18 Beştepe, egemen sınıflar ve devlette devamlılık güncel analiz

01-15 AĞUSTOS 2016 Halkın Günlüğü

Bugün hem faşist Erdoğan-AKP kliği hem de faşist devlet tarihinin en zayıf dönemlerini yaşamaktadır.

Beştepe’deki zirve öncesinde, Beştepe”ye getirilen eleştiriler hala hafızalardadır. İç siyaset malzemesi olarak hem “Beştepe”ye getirilen eleştiriler, hem de yemin billah oraya gitmeyecekleri yönündeki ifadeler, mesele devlet bekası olunca bir çırpıda unutulmuş, kendi tabanına da unutun mesajı verilmiştir. Beştepe zirvesi göstermiştir ki, egemen sınıflar el birliğiyle devlet mekanizmasını tekrar ayakları üzerine dikmek için aralarındaki çelişkileri bir süreliğine kenara bırakmışlardır 15 Temmuz devletin yeniden yapılandırılmasına-dizayn edilmesine vesile oldu. Tayyip’in dile getirdiği gibi “Allah’ın bir lütfu” olarak imdada yetişti. ErdoğanAKP kliğnin kendi iktidarını sağlamlaştırması ve öngörmüş olduğu devleti tesis etmesi için iktidarına ya da kendisine muhalif olanları devlet bürokrasisinden (ordu, polis, yargı, eğitim vb.) sayısı tahmin edilemeyecek boyutta olan tasfiyelerin yürütülmesi kolay bir durum değildi. Yargı, polis, ordu, eğitim kurumları, STK, medya vb. birçok alanda tasfiyesi düşünülen on binlerce kişinin bir çırpıda tasfiyesinin ya da görevlerinden alınmasının, bazı kurumların kapatılmasının, hem kamuoyunda yaratacağı tepki hem de devlet bürokrasisinde (işleyiş anlamında) yaratacağı boşluklarıolumsuzlukları göğüslemek kolay bir durum olmadığı gibi, göze almak da büyük riskler taşıyan bir durumdu. Bu türden büyük tasfiye için 15 Temmuz gerçekten de “Allah’ın bir lütfu” oldu. Ne var ki, devlet denen mekanizma süreklilik-devamlılık isteyen bir işleyişi gerekli kılar. Öncesi olmakla birlikte kurulduğu andan itibaren hiçbir boşluk yaratmadan işleyen bu mekanizma bu gün en sıkıntılı günlerini yaşamaktadır. Kurulduğu andan itibaren bürokraside sorunlar yaşanmıyor değildi. Devletin temel kurumlarında kadrolaşmış kliklerin kendi çıkarları doğrultusundaki yönelimleri dönem dönem devlet mekanizmasını kilitlese de, çeşitli anlaşmalarla ve yasal düzenlemelerle geçici de olsa bu durumlar bir süreliğine aşılmakta idi. Öyle ki, "TC" tarihinde yapılan askeri darbelere, parlamentonun feshine, siyasi partilerin kapatılmasına,

Devlet bir baskı aracıdır Bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki baskı aracından başka bir şey olmayan devletin zayıf düşmesi egemenlerin tasavvur dahi etmek istemedikleri bir durumdur. Devlet ne kadar güçlü olursa ve ne kadar “tıkır tıkır” işlerse egemenlik o kadar garanti, baskı altında tutulacak olanlar o kadar kontrol edilebilirdir. Devlette ortaya çıkacak bir aksaklık, bir zaaf egemenlerin egemenliklerini tehlikeye düşüren zemin anlamına gelmektedir ki, bu durumda ilk yapılması gereken bu mekanizmanın zaman geçirilmeden onarılması, eski haline getirilmesidir. Böyle dönemlerde, egemenler arası iktidar mücadelesi ne kadar keskinleşirse keskinleşsin, ilk olan bu mücadelenin zemini ve onların varlığının teminatı olan devlet mekanizmasının tekrar eski haline getirilmesidir. Devlet onlarınegemen sınıfların- devletidir ve onların hizmetindeki baskı aracıdır. Devlet mekanizması varlığını koruyamazsa, devamlılığı sağlanamazsa iktidar mücadelesi de anlamsızlaşacaktır. Deyim yerinde ise devlet mekanizması yıkılırsa egemen sınıflar altında kalacaktır, bundandır ki, ilk olan devlet mekanizmasının işlerliğidir. Devleti tüm kurum ve kuruluşlarıyla işlevsiz hale getirmek isteyen, dahası yıkmak isteyen sosyalistlere-devrimcilere egemen sınıfların ebedi kin beslemeleri, azgınca saldırmaları, en sert tedbirlerle-yasalarla cezalandırmaya çalışmaları bu gerçeklikten ötürüdür.

siyasetçilerin gözaltına alınmasına ve siyasetten men edilmelerine rağmen bugünkü gibi sıkıntılı bir durumu yaşamamıştı. En meşhuru olan 1980 AFC’sı bile, parlamentoyu feshetmiş, yasaları geçersiz kılmış, kendi darbe hukukunu-yasalarını gündeme getirmiş, siyasetçilere siyaset yasağı getirmiş vs. olmasına rağmen devlet mekanizması durmamış, işleyişini-devamlılığını sürdürmüştür. Bunun nedeni devlet mekanizmasının çalışmasını sağlayan bürokrasinin olduğu gibi varlığını koruması, AFC koşullarında bile çalışmasını sürdürmesi, darbe hukukuyla da olsa işleyişini devam ettirmesiydi. 15 Temmuz bu yüzden diğer darbelerden

farklı bir durumu ortaya çıkarmış, devletin devamlılığında sorunların yaşanmasını gündeme getirmiştir. Dahası, Erdoğan-AKP kliği iktidarını tesis etme, kalıcılaştırma adına hem bürokraside yaptığı öncesindeki tasfiyeler, hem de yeni yasal düzenlemeler devlet mekanizmasında karşı-karşıya gelmeleri, tıkanmaları gündeme getirmişti. Bunun yanında halk kitlelerine, emekçi halklara, özelde ise Kürt ulusuna yönelik başlattığı imha-göçertme hedefli kapsamlı saldırıların istediği sonuçlara varamaması, uluslararası ilişkilerde tecrit durumuna gelen dış politikalar izlemesi iktidarını güçsüzleştiren-zayıflatan bir durumdu. Bu duruma 15 Temmuz Darbe Girişimi de tuz biber ekti denebilir.

Kadrolaşma egemen sınıf kliklerinin devlete hâkim olma girişimidir ve gerçekliğidir Her dönem hükümete hangi siyasal parti ya da partiler gelirse gelsin değişmeyen kural, devletin temel kurumlarında etkinlik kurma yönelimidir. Devlete hakimiyetin araçları değil, yöntemlerinden olan kadrolaşma, sağlandığı oranda, egemen hâkim sınıfın çıkarları doğrultusunda uygulanması gereken ekonomik-politikaları, yapılması gereken yasal düzenlemeleri kolaylaştırır. Hükümet olma ya da belediye başkanı olma sonrasında ilk yapılanın “kendi” adamlarını yerleştirme olduğu bilinen bir durumdur. Bu istisnasız tüm seçimler sonrasında hükümet olan partilerin ya da hükümet olan partilere destek vermiş çevrelerin-cemaatlerin-STK’ların genel


01-15 AĞUSTOS 2016 Halkın Günlüğü

eğilimidir. Her siyasal-dini çevre çıkarları doğrultusunda hükümetlere destek verirken bu desteğin karşılıksız sunulduğu düşünülmemelidir. 1960 darbesi orta sınıfların desteğini alırken, orta sınıfların çıkarlarına uygun ekonomik politikaların da uygulandığını, bazı devlet kurumlarına bu kesimlerden kadroların atandığı, orta sınıfların istemlerine cevap veren kısmi yasaların çıkarıldığı bilinmektedir. Veya koalisyon hükümetleri dönemlerinde hükümette olan siyasal partilerden her birinin kendi aralarında bakanlıkları paylaştığını, bu paylaşım üzerine öncesinde pazarlıklar yaptığını görebilmekteyiz. Aynı durumu 2002 yılında çeşitli cemaatlerin desteğini alarak hükümet olan AKP hükümetleri özgülünde de görebiliriz. AKP hükümetine destek veren cemaat ve çevreler içinde en büyük olanı olan Gülen Cemaati’nin bu destek karşılığında devlet içindeki olanaklardan yararlanmadığı ya da hükümetin bu cemaat ve diğer çevrelere olanak sunmadığı düşünülmemelidir. AKP yetkililerinin “ne istediler de vermedik” demeleri bu gerçekliğin itirafıdır da aynı zamanda. Egemenler arasındaki bu ilişkide olağandışı bir durum yoktur. Bugüne kadar olan bir durumun 2002 ve sonrasında da devam ettirilmesinden başka bir şey değildir bu durum. Polis, ordu, yargı, eğitim vb. teşkilatlarda faaliyet yürütmesi ve örgütlenmesi burjuva egemenlik sistemi içinde, devlet gibi bir baskı aracına daha derinden hâkim olmak isteyen her burjuva politik akımın, çevrenin, cemaatin yönelimidir. Bunda şaşılacak bir durumda yoktur. Şaşılacak olan, tüm siyasi partilerin ve burjuva-gerici çevrelerin gelinen aşamada Gülen Cemaati’ne atfen “sızdılar” diyerek halk kitlelerini devletlerine sahip çıkma yönünde yaptıkları manüpilatif açıklamaların bazı ilerici-devrimci çevreleri etkilemesi, aynı argümanı kullanmalarıdır. 1980 AFC’si anti demokratik uygulamaların tavan yaptığı, faşist yasaların topluma zorla kabul ettirildiği, tüm siyasal yaşamın zapturap altına alındığı bir dönem olarak koyu faşist bir dönemdi. Ve bugün toplumun büyük çoğunluğu o dönemi lanetle anmaktadır. Tutarlılık açısından şöyle bir şey demek gerekmez mi; “1980’de ordu içine sızmış ve ordu üst yönetimini ele geçirmiş azılı faşistler darbe yaptı”. Manipülasyon eşliğinde burjuva devlet gerçekliğinin, egemen sınıflar arasındaki ilişki ve mücadelenin nasıl yürütüldüğünün gizlenmeye çalışıldığı, dahası Erdoğan-AKP kliğinin kendini mağdur gösterip aklamaya ve bir “düşman” yaratarak iktidarı etrafında kitleleri tutmaya çalıştığı ortadadır. Faşizm, kendine “düşman” yaratarak ve yarattığı düşman karşısında kitlesini kendi etrafında sürekli diri tutarak hedefine ulaşmayı hedefler. Açık açık “ne istedilerde vermedik” diyenlerin “sızmışlar” demeleri yalandan ibarettir. Çok doğal

olarak tasfiyeye uğrayan-tasfiye tehlikesiyle karşı karşıya gelenler kendilerini gizlemeye çalışacaklardır. Bu MHP’li, CHP’li olduğu kadar, bir cemaatçi içinde geçerlidir. Her YAŞ toplantısında yapılan tasfiye hareketi sonrasında “sızma” dan bahsedilmemektedir. Ama “irtica” ya da”terör”le bağlantıları olduğu dile getirilerek tasfiye gerçekleştirilmektedir. Devlet bürokrasisinde ya da bağlı kurumlarda tasfiye edilen Aleviler, kovulan akademisyenler, aydınlar için “sızmışlar” denmemektedir. Çünkü gerçek değildir. “Sızma” egemen sınıflar arasında gündeme gelen kadrolaşmanın kendisidir. Devleti yıkmayı değil, var olan devlete hâkim olmayı, devletin nimetlerinden faydalanmak için mevkileri tutmayı-genişletmeyi oradan da devlet içindeki nüfuzunu arttrmayı hedefleyen egemen sınıflar arasındaki “yer-mevki” kapma savaşıdır. “Sızma”nın bu şekilde ele alınması pek uzak olmayan bir süreçte, devlet kurumları içinde eleştirel bir duruş sergileyen demokrat memurlar, aydınlar, akademisyenler, Aleviler ve diğer ilerici tüm kesimlerin karşılaşacağı bir suçlama olacağı açıktır. “Devletin birliği”, “hükümet karşıtlığı”,” Erdoğan karşıtlığı” türünden değerlendirilmeye alınacak devlet bürokrasisi içinden gelecek en küçük bir eleştiri-hareket devlet içine “sızma” olarak değerlendirilecektir.

Faşist Erdoğan-AKP kliği ve devlet zor durumdadır, en zayıf dönemini yaşamaktadır Devlet içine sızdığı (sızma manipülasyon aracıdır) söylenen Gülencileri-paralelcileri tasfiye adına gündeme gelen gözaltıtutuklama-görevden alma vb. uygulamalar sonucunda, devlet bürokrasisinde büyük bir boşluk oluşmuş durumda. Bu durum devletin devamlılığı

güncel analiz

noktasında egemen sınıfları tedirgin etmekte, devletin bekası için ortak akıl yürütmeye zorlamaktadır. Özcesi devlet zor durumdadır ve iktidar en zayıf anlarını yaşamaktadır. Kabul etmek gerekir ki “fırsat”a çevirilen darbe girişimiyle devlet yeniden yapılandırılmaya çalışılmakta, koyu faşizm şeklinde bürokrasi de devletin yeniden örgütlenmiş gücü olarak tahkim edilmek istenmektedir. Dünün Ergenekoncu, kafatasçı Kemalist subaylarının bazılarının tekrardan görevlendirilmesi dahi bunu pekiştirmektedir. Ne var ki, gelinen aşamaya kadarki tasfiyeler, uzaklaştırma ve görevden almalar, tutuklama ve gözaltılar karşısında, iktidar olan Erdoğan-AKP kliğinin boşalan yerleri dolduracak alt yapıdan ve etki gücünden yoksundu. Bu durum devlet bürokrasisinde boşluklar oluşmasına, devletin “tıkır-tıkır” işlemesine mani olacaktır. Darbe girişimi, AKP iktidarı içinden de faşist Erdoğan karşıtlarının bu darbeye ehveni-şer yaklaştıklarına işaret etmektedir. Bu gerçek, bürokrasideki boşlukların doldurulmasında sınırlı olan imkânları daha da sınırlamakta, faşist Erdoğan kliğini zora sokan başka bir durum olmaktadır. Bu güne kadarki diktatöryal uygulamalar, tek parti-tek adam yönelimli başkanlık sistemi savunusu Erdoğan-AKP kliğini; hem burjuva egemen sınıf klikleri hem de toplumun geniş kesimleri tarafından siyasal olarak eleştirinin hedefine oturtmuştur. Bu durum, yürütülecek tasfiyelerde Erdoğan-AKP kliğine egemen sınıfların ve toplumun diğer kesimlerinden destek gelmesini engellemekte, şüpheyle yaklaşılmasına zemin sunmaktadır. Kısmi olarak Ergenekoncularla, ulusalcılarla ve Kemalistlerle vardığı uzlaşma böylesi bir tasfiye yöneliminde güçlü bir duruş ve kararlılık sergilemesine, çevresinde oluşan şüp-

19

helerin dağılmasına, kamuoyunu iknaya yetmemektedir. Belki de tüm bunlarla birlikte, “paralel”cilerle sınırlı olmayan, aynı zamanda devrimci-demokrat-ilerici kesimleri de kapsayan, sosyalistleri-devrimcileri ve yurtseverleri ise direkt olarak hedefleyen tasfiyegözaltı-tutuklama ve imha kendi doğallığı içinde tepki ve karşı koyuşu zorunlu kılacaktır. Gülencilere yönelik geniş tasfiye yönelimi, bu cemaate destek veren kesimlerin de hareketlenmesini, tepki geliştirmesini tetiklemesi olasılığının yanında, belki de en önemlisi devrimci-ilerici-yurtsever halk kitlelerine, onun öncülerine, kazanılmış haklara tasfiye ve imha amaçlı yönelimine karşı gelişecek olan direnç ve mücadele olacaktır. Halk kitlelerinin ve öncülerinin meşru direnişi ve mücadelesi, zora dayalı yönelimi doğal olarak arttıracak, baskı ve şiddet sürekli artacaktır. Bu hem halk muhalefetinin artmasına hem de devrimci mücadelenin gelişmesine zemin sunan bir durum olarak zayıf olan Erdoğan-AKP kliğini hem de zorda olan devleti sarsacaktır. Türkiye-Kuzey Kürdistandaki silahlı devrimci mücadelenin yayılmasına zemin de sunacak olan bu yönelim, hali hazırda Kuzey Kürdistan'daki savaşta bunalan ve çıkmaza sürüklenen Erdoğan-AKP kliğini, bu savaşın yayılması durumunda daha büyük bir çıkmaza sürükleyecek, sürükledikçe de faşizme daha fazla yönelecektir. Toplumu daha fazla baskıyla karşı karşıya getirecek bu olasılığın yalnızca faşist Erdoğan-AKP kliğini değil, tüm egemenleri tedirgin ettiği ortadadır.

YAZININ DEVAMI SAYFA 20-21


20

güncel analiz

01-15 AĞUSTOS 2016 Halkın Günlüğü

YAZININ ÖNCELİ SAYFA 18-19 Devletin bekası ve egemen sınıfların görevlerine sahip çıkması Erdoğan-AKP kliğinin içine düştüğü durum ve ondan bağımsız olmayan devletin durumu ele alındığında; OHAL uygulaması, CHP’nin Taksim mitingi ve peşinden gelen Beştepe zirvesi daha iyi anlaşılabilir ve yerli yerine oturtulabilir. OHAL uygulaması yürütülecek tasfiyeler karşısında hem AKP içinden hem de toplumun diğer kesimlerinden gelecek tepki ve direnç karşısında daha dar bir çekirdekle (faşist Erdoğan kliği eliyle) bu tasfiyelerin yürütülmesine, hem de uygulanacak baskı-şiddet ve faşizme yasal kılıf anlamına gelmektedir. Egemen sınıfların OHAL uygulamasına destek vererek bu süreci birlikte örmek istedikleri ve faşist Erdoğan-AKP kliğine “mevzuu bahis olan devlet bekası ise gerisi teferruattır” dedikleri görülmüştür CHP’nin Taksim mitingi ise, “darbeye” bende karşıyım, bu yeniden yapılanmada yer almak istiyorum diyerek, sol maskeli liberalleri, reformistleri, küçük burjuva demokratizm hayranlarını da yanına alarak kitlesel bir gösteriyle “biz olmadan yapamazsın-başaramazsın”, mesajının Erdoğan’a göndermesi olarak anlaşılmalıdır. Beştepe’deki zirve öncesinde, Beştepe”ye getirilen eleştiriler hala hafızalardadır. İç siyaset malzemesi olarak hem “Beştepe”ye getirilen eleştiriler, hem de yemin billah oraya gitmeyecekleri yönündeki ifadeler, mesele devlet bekası olunca bir çırpıda unutulmuş, kendi tabanına da unutun mesajı verilmiştir. Beştepe zirvesi göstermiştir ki, egemen sınıflar el birliğiyle devlet mekanizmasını tekrar ayakları üzerine dikmek için aralarındaki çelişkileri bir süreliğine kenara bırakmışlardır. İktidara geldiği andan itibaren Kemalistleri bürokrasiden kovmak-tasfiye etmek için ErdoğanAKP iktidarının harcadığı çaba, bugün tersine dönmüşe benziyor. Daha şimdiden “ergenekoncu” denerek tasfiye edilen ordu mensuplarından bazılarının tekrardan orduda göreve çağrılması dahi göstermektedir ki, ordu içinde hem yönetim zafiyeti yaşanmaktadır, hem de ordu içinde tespit edilemeyen Gülenci ve diğer risk odakları vardır. “Ergenekon”cuların tekrardan göreve çağrılmasının başka ama önemli bir yanı da egemen sınıflar içinde bir hayli geriletilen Kemalistlere “zeytin dalı” uzatılması ve bazı imkânların tekrar kendilerine sunulmak istendiği mesajıdır. Ki bu mesaj, Kemalistlerce alınmış, egemen sınıfların Kemalist temsilcileri “Beştepe” çağrısına tereddüt etmeden icabet etmişlerdir. Çıkan sonuç ise şudur; devlet mekanizması zor durumda-

dır, Erdoğan-AKP iktidarı bu işin altından tek başına çıkacak durumda değildir. Egemen sınıflar yardıma çağrılmıştır ve devletlerine sahip çıkılması istenmiştir. Haksız da değillerdir. 15 Temmuz'dan itibaren sokağa çağrılan kitlelerin sokakları boş bırakmamaları yönündeki telkinler, kendilerine-egemenliklerine yönelik tehlikenin varlığına işarettir. MİT’in, ordunun, yargının, polisin içindeki tasfiyelere bakıldığında Erdoğan-AKP kliğinin manipülasyonlarla peşine taktığı kitlelerden başka dayanacağı kesimin olmadığı belirtilebilinir. He şeye rağmen kendi taban desteğinin dahi bir yere kadar barikat işlevi göreceği ortadadır. Ve bununda bir dayanma sınırı vardır. Bu yüzden faşist Erdoğan kliği egemen sınıfların diğer kliklerine çağrı yapması boşuna değildir. Devletin bekası anlamında egemen sınıfların bu davete duyarsız kalması olası değildir, bu önemlidir ve belirleyicidir. Bunun yanında, devlet iktidarını kendi tekeline almaya çalışan ve rakiplerini sürekli dışlayan egemen-hâkim kliğe karşı egemen sınıfların diğer kliklerinin bu fırsatı değerlendirmemeleri de düşünülemezdi. Hem devletin yeniden yapılandırılması hem de yapılandırılırken bürokraside yeni mevziler elde etmekovuldukları yerleri tekrar ele geçirmeegemen sınıfların erteledikleri iktidar mücadelesi için önemli avantajlar sunan bir yerdedir. Yaniden kurulan “şer ittifak”ı ne faşist Erdoğan-AKP iktidarını, nede egemen sınıfları ve devletini yıkılmaktan kurtaramaz. Tarihsel bir süreçten geçildiği tartışmasızdır. Bu sürecin kazasız-belasız atlatılabileceğini egemen sınıflar dahi kabul etmiş durumdadır. Bugüne kadar siyasal

rakiplerini alt etmek için her türlü kirli ittifaklara giren(bu tüm hakim sınıflar için geçerlidir) faşist Erdoğan-AKP kliği, darbe girişimi sonrası alt etmeye çalıştığı rakiplerine muhtaç duruma gelmiştir. Bu onun ne kadar zayıf bir durumda olduğunu göstermektedir. Devletin temel kurumlarına yerleşmiş olan “paralel”ci diye tabir ettiği hasımlarını tasfiye adı altında yürüttğü tasfiyenin devlette büyük bir gedik açtığı, bu gediğin de sürekli genişlediği-genişleyeceği ortadadır. Bu gediğin kapatılması için, bugüne kadar “Ergenekon-BalyozPoyrazköy-devlet sırlarının satılmasıajanlık” vb. suçlamalarla tasfiye etmeye çalıştığı Kemalist kesimi tekrar göreve çağırması, onlardan destek istemesi ehveni-şer olarak kabul edilmiştir. Bu kabul edişin “kumpas” olarak dile getirilenlerin unutulacağı anlamına gelmeyeceği, aksine “intikam” saatinin erkene alınmasına hizmet edeceği açıktır. Bu şu anlama gelmektedir; iç çatışmaların-çelişkilerin daha şiddetli süreceği ve dikiş tutmayan bir devlet, faşizme daha çok ihtiyaç duyan Erdoğan-AKP iktidarı. Kurulan bu “şer ittifakı” devletin ve fa-

şist Erdoğan-AKP iktidarının yaşadığı sorunları gidermeye değil ama üstünü küllemeye-gizlemeye yarayan bir işlevi olacağı açıktır. Faşist Erdoğan kliği zayıftır ve devlet zor zamanlarını yaşamaktadır. İttifak bu gerçeği öteleyememektdir. Devrimci-sosyalist-ilerici kesimlere büyük görev düşmektedir. Bu ceberut devletin onarılarak daha işlevli hale gelmesini ve kaldığı yerden devam etmesini sessiz kalarak destekleyecek mi, yoksa “bir mermide benden aslanım” diyerek tarihin çöplüğüne gömmek için tüm enerjisiyle, birikimiyle ve birleşik mücadeleyle asli görevine, ideallerine, ezilen halklara verdiği sözlere sahip mi çıkacak. Çünkü başka da bir üçüncü yol yoktur. OHAL’e verilen destek te göstermektedir ki, değişen bir şey olmayacak, bugüne kadarki uygulamalar daha da şiddetlenerek artacaktır. Bu konuda “şer ittifakı” tam bir uzlaşma içindedir. Bu iktidar kliğini daha rahat hareket etmesine yarayacaktır.


tarih

01-15 AĞUSTOS 2016 Halkın Günlüğü

21

Teslim olmama geleneğini yaşatan destansı direniş; 13’ler! Proleter öncünün şanlı tarihinin kitlesel destansı direnişlerinden biride 12 Ağustos 1995’te Dersim’in Mazgirt ilçesi Xıran bölgesi Şişik ormanlarında yaşanan ve 13 kızıl partizanın son mermisine kadar çatışarak toprağa düştükleri çatışmadır Devrim ve komünizm yürüyüşünün coğrafyamızdaki enternasyonalist komünist taburu Proleter öncünün şanlı tarihi, aynı zamanda kitlesel kayıplar ve kitlesel destansı direnişler tarihidir. Proleter öncünün 40 yılı aşan tarihsel sürecinin değişik kesitlerinde onlarca kitlesel kayıplar ve direnişler yaşanmıştır. 9’ar 9’ar, 10’ar 10’ar, 13’er 13’er ve 17’şer 17’şer kitlesel destansı direnişlerle kan deryası denizinde, bugünlere uzanan şanlı bir tarihtir Proleter öncü. Mücadelemizin her kertesinde şanlı tarihimizin onurunu ve birikimlerini kuşanarak yo-

lumuza devam ediyoruz. Proleter öncünün şanlı tarihinin kitlesel destansı direnişlerinden biri de 12 Ağustos 1995’te Dersim’in Mazgirt ilçesi Xıran bölgesi Şişik ormanlarında yaşanan ve 13 kızıl partizanın son mermisine kadar çatışarak toprağa düştükleri çatışmadır. Çoğu yeni katılım olan komutan Mete (Cemgil Budak) komutasındaki gerilla birliği, düşman güçleri tarafından ablukaya alınır. Durumu fark eden gerilla birliği tereddütsüzce direnişi seçerek kı-

zıl kurşunlarla düşmana cevap verir. Sabah erken saatlerinde başlayan çatışma, akşam geç saatlere kadar devam eder. Kuşatmayı yaramayacağını anlayan komutan Mete komutasındaki gerilla birliği son mermisine kadar çatıştıktan sonra silahlarını kırarak ve örgütsel malzemeleri imha ederek kızıl şiarlar ve sloganları haykırarak ölümsüzleşirler. Şişik çatışması olarak tarihe geçen bu şanlı direnişte Proleter öncünün seçkin kadrolarından ve komutanlarından

ANTAGONİZMA

Mete (Cemgil Budak), Hülya Ras, Soner Tokat, Şehriban Karakuş, Baykal Şahin, Kenan Çelik, Tarkan Köse, Servet Atalay, Ali Asker Şengezer, Erol Güngör, İmam Eceroğlu ve Suna Bozkaya ölümsüzler kervanına katılırlar. 13’lerin teslim olmama cüreti bugün her zamankinden daha fazla kuşanılmalıdır. Onların kanlarıyla kızıllaştırdıkları devrim ve komünizm bayrağını tereddütsüzce sınıf mücadelesinin bütün alanlarında daha ileri düzeyde dalgalandıracağımızı bir kez daha haykırıyoruz. Yine Ağustos ayı içerisinde Proleter öncü saflarında devrim ve komünizm şiarını haykırarak ölümsüzleşen Hüseyin Ceylan, Katip Saltan, Tuncer Mengücek, Hasan Ataç, Doğan Memeçil, Ali Demir, Cumhur İçöz, İmam Utan, Yusuf Yıldırım, Yusuf Tosun, Süleyman Kaya, İsmail Kaya, Cahit Oğuz, Hüseyin Gündoğan , Mazlum Mansuroğlu, Nurgül Bölükbaşı ve Muzaffer Kahraman yoldaşların devrimci hatıraları önünde saygıyla eğilerek mücadelemizde yaşatacağımıza söz veriyoruz.

≫ muzaffer oruçoğlu

YENİ DURUM

Y

aşananlar, egemen ulusun egemen sınıflarının, dar milli çıkarları ve imtiyazları uğruna Kürdistan'da 32 yıldır yürüttüğü sömürge savaşının bir sonucudur. Kürt direnişini ve genel devrimci demokratik muhalafeti yutamayan bu sınıflar, birbirlerini yutmaya çalışıyorlar şimdi. Sur'u yıkan uçak, Kürt direnişini yokedememiş ama bombasını Ankara'da meclisin tepesinde patlatmıştır. Bu ağır siyasal kriz ortamında, tüm devrimci demokratik güçlerin, aydınların, barışseverlerin, çeşitli milliyetlerden halkların , ezilen inanç ve cins gruplarının, baskı altında olan laik yaşam taraftarlarının güç birliği yapmaya yanaşmamasının, darbecilere ve AKP'ye karşı, faşizme ve iç savaş tehlikesine karşı zinde bir güç olarak ortaya çıkmaya yanaşmamasını, yani varlığını berraklaştırma ve dayatma eğilimi içine girmemesinin nedenleri üzerinde düşünmek gerekiyor. Halkı birleştirmenin, yaşam alanını iki gerici, faşist cenahın çatışma alanı olmaktan çıkarmanın başka bir yolu var mı bilmiyorum. Erdoğan, "Allah'ın lütfu" olarak gördüğü bu darbeyi, devleti tamamen ele geçirmenin, gücünü merkezileştirmenin bir aracı olarak değerlendirdi. Fethullah

grubunun, parmak ısırtan servetini, yani sınai, mali, hizmet vb. kuruluşlarını müsadere ile, AKP'nin hakim olduğu devlet kuruluşlarına kattı. İmam'ın tüm basın ve yayın kuruluşlarını, AKP'nin basın ve yayın kuruluşları haline getirdi. AKP'nin polisini ağır silahlarla donatıp ordulaştırmayı kara altına aldı. Yargıyı ve üniversiteleri derinlemesine AKP'lileştirme sürecine soktu. TSK'yı, İmam Hatip okullarının muazzam gücüne açma ve yeniden biçimlendirerek, Yeni İmam'ın Yeni Ordu'su haline getirme sürecine soktu. Cami, yurt, vakıf ve cemaatlar cemaatını el altından silahlandırma ve kitle tabanını zinde bir güç haline getirmek seferberliği içine girdi. Başkanlık sistemiyle devlet yönetimini merkezileştirme çabalarını yoğunlaştırdı. Güçlenen bir İmam'ın, "demokrasi" denilen halihazırdaki ucubeyi, güçlenme süreci içinde ve güçlendikten sonra ne hale sokacağını bir çok insan kara kara düşünmeye başladı. Kanı silinen siyasal arena, egemen sınıfların iki ana kanadı, İslamcı AKP ile Kemalist kanat arasındaki mücadeleye kalmış gibi görünüyor. Kürtler başta olmak üzere, çeşitli ezilen milliyetlerden devrimci demokratik güçler ile egemen ulusa mensup devrimci

demokratik güçlerin ve alevilerin bu sahnede, dağınık da olsa, geçmişe nazaran daha güçlü bir şekilde yer alacaklarını söyleyebiliriz. Gelecek, yeni çatışmaları kaçınılmaz olarak beraberinde getirecektir. Siyaset sahnesinde, tayin edici veya sonuç alıcı aksiyonu, genellikle aydınlanmış, devrimci kitleler oynuyor. Bunların aksiyonu, sürünün aksiyonuna benzemiyor. Baskıya karşı kendiliğinden veya aydınlık bir gücün çağrısından dolayı harekete geçen ezilen kitleleri, egemen sınıfların çıkar çatışmalarının basit bir aracı olarak harekete geçen kitlelerden ayırmamız gerekiyor. Yıkıcı ve yapıcı bir gücü, tapıcı ve tapucu bir güçle aynı kaba koyamayız. AKP'nin, camilerden, yurtlardan, islami kuruluşlardan sokağa döktüğü kitleler, OHAL'in kitle temelini oluşturdu. AKP, muhaliflerini polis ve ordu gücüyle sindirme, kendi egemenliğini yayma, pekiştirme sürecinde, bu kitleyi yedeğinde tutacak ve zaman zaman kendisine yönelik tehditlere karşı onun fiili sokak gücüne yaslanacaktır. Yeni durumun gösterdiği gerçeklerden birisi de budur.


22 Hangi 'Dağın Çocukları' ? kültür sanat

01-15 AĞUSTOS 2016 Halkın Günlüğü

Gülabi Yalniz Tekirdağ 2 No'lu F Tipi Hapishanesi

Tarihi ya da tarihsel bir kesiti anlatmak kolay değildir. Her şeyden önce ciddiyet ister. Dağ gibi yıkılmaz bir adalet duygusu ister. Kişisel hırslardan, kaygılardan, ön yargılarından arınamayanlar tarihi anlatamazlar. Bilgelik ruhu şarttır. Bilgelik, tarihi diyalektik materyalizmin süzgecinden damıtma olgunluğu ve yeteneğidir. Kalemi elime alır, heybemde ne varsa kağıdın üzerine boca ederim derseniz, bunun adı ne roman olur ne de tarihi bir aktarım. Olsa olsa Hakan Erten'in yazdığı "Dağın Çocukları" gibi sorumluluk duygusundan son derece uzak bir çarpıtma ve dedikodu klasörü olur Tarihimizi anlatmak onu yaşanır kılmak, unutmamak ve unutturmamak önemli olduğu kadar gereklidir de. Aksatılmaması gereken bir görevdir aynı zamanda. Zira tarihsel belleği zayıf olan bir toplumun geleceği inşa etme bilinci de zayıf olur. Geçmişini unutanlar, geleceği kazanamazlar. Tarih denilen o büyük öğretmenden aldığımız dersler ne kadar güçlü olursa, yarına dair atacağımız adımlarda o denli isabetli ve güçlü olur. O zaman diyebiliriz ki, tarihimiz geleceğimizi aydınlatan güçlü bir fenerdir. Çeliğe can veren ateşin körüğü, en koyu gecede bile yolumuza ışık olan çoban yıldızı gibidir. Biliyoruz ki, tarihi anlatmak, tarihsel birikimleri geleceğe aktarmak ya da geçmişten dersler çıkarmak zor zanaattır. Ne kadar anlatılırsa anlatılsın hep bir şeylerin yarım kaldığı hissini bırakır insanda. Çünkü anlatılan tarihi nakış nakış ören, bedel ödeyen, tarihi yapan özne, hayali değil gerçektir. Dinamiktir, canlı kanlıdır. Tarihin hakkını layıkıyla teslim etmek, yaşanan her anı, her gelişmeyi, her olayı, o tarihin kendi koşulları içinde, neden-sonuç ilişkisini kurarak aktarmak kolay değildir. Tarihi ya da tarihsel bir kesiti, bir olayı, bir gelişmeyi anlatmanın bin bir yolu vardır. Bir roman, bir şiir, bir heykel ya da bir sine-

ma, belli bir tarihi anlatmanın ve geleceğe aktarmanın bir aracı olabilir. Hakan Erten'de "Dağın Çocukları" adlı romanında tarihin bir kesitini aktarmak için koyulmuş yola. Ne var ki, roman, anlattığı tarihsel kesitin ruhunu yansıtmadığı gibi objektif olmaktan da son derece uzaktır. Bu anlamda anlattığı zamanın ve mekanın ruhuna büyük bir haksızlık ve hakikate karşı bir tepki olarak doğduğunu ve ama doğar doğmazda kendi tabutunu çivilediğini belirtmek yanlış olmayacaktır. Öncelikle şunu belirtmekte fayda var ki, ister bir roman olsun, isterse bir film, bir tiyatro, bir şiir ya da bir heykel olsun, her eserin mutlaka bir önermesi, bir ana teması olur. Bu ana tema ya da önerme o eserin niteliğini, karakterini belirleyen ana etkendir aynı zamanda. Önermesi olmayan bir eserin hiçbir anlamı yoktur. Elbet her eser sahibi belli bir önerme ile koyulur yola. Burada önemli olan önermenin esere rengini verip vermediği ve kitlelerin bu önermeye ulaşıp ulaşmadığıdır. Peki, "Dağın Çocukları" adlı roma-

nın önermesi nedir? Çok açık ki, anlamsızlığın derin boşluğunda testerenin hışmına uğramış gibi üst üste yığılan sözcük ormanının hiç bir önermesi olamaz. Teşhir, deşifrasyon, itham, dedikodu yoluyla elde edilen bilgileri kesintam doğrularmış gibi anlatma, kendi kişisel fikirlerini ve tahminlerini alınmış kararlar ya da gerçeklermiş gibi sunma üzerine kurulu olan bir eserin ana teması da ancak kendi çapı kadar olur. Başından da ifade ettiğimiz gibi, tarihi ya da tarihsel bir kesiti anlatmak kolay değildir. Her şeyden önce ciddiyet ister. Dağ gibi yıkılmaz bir adalet duygusu ister. Kişisel hırslardan, kaygılardan, ön yargılarından arınamayanlar tarihi anlatamazlar. Bilgelik ruhu şarttır. Bilgelik, tarihi diyalektik materyalizmin süzgecinden damıtma olgunluğu ve yeteneğidir. Kalemi elime alır, heybemde ne varsa kağıdın üzerine boca ederim derseniz, bunun adı ne roman olur ne de tarihi bir aktarım. Olsa olsa Hakan Erten'in yazdığı "Dağın Çocukları" gibi sorumluluk duygusundan son derece uzak bir

çarpıtma ve dedikodu klasörü olur. Yel değirmenlerine saldıran Don Kişot misali yazarımızda dağın çelikten burçlarına çekiçle saldırmaya koyulmuş. Salladığı bir çekiçte kendini yıkıp viraneye çevirdiğini bilmeden... Bilinmelidir ki, hiç kimse, hiçbir eser bugünden tarihe hüküm kesemez. Tarihin, en koyu gecede bile ışıl ışıl parlayan altın kitaplığı nasıl geleceği aydınlatan yıldızlı eserlerin umut ve inanç dolu haznesi ise, tozlu rafları da öyle doğmadan ölen eserlerin küt kokan çöplüğüdür. "Dağın Çocukları" adlı romanın eksik ve yanlış yanlarını aktarmaya kalksak ortaya yepyeni bir roman çıkacağına hiç kuşku yok. Ancak biz, yazımızın sınırlarını aşmadan birkaç somut örnek vererek adı geçen kitabın yaşadığı bunalımı ya da cinneti ortaya koymaya çalışacağız.

Yazarın vicdan terazisi Mesela yazar, kitabın başından sonuna kadar Pandey hakkında çeşitli bilgiler veriyor. Çizdiği bir Pandey portresi var.


01-15 AĞUSTOS 2016 Halkın Günlüğü

Pandey, hiçbir şey bilmeyen, apolitik, yeteneksiz, yalan söyleyen, zorluğu görünce kaçan, cesaretsiz, kariyerist, inançsız bir insan olarak tarif ediliyor. Bilimin mektebinden birkaç kelam okumuş herkes kesinlikle şu soruyu soracaktır; bu kadar umutsuz, bu kadar inançsız ve bu kadar amaçsız bir insanı orada tutan ve "köy" yaşamının bütün zorluklarına katlanmasını sağlayan şey nedir acaba? Sakın bütün bunlar, vicdan terazisi bozulmuş olan yazarın çarpıtmaları olmasın! Öyle ya, bir insanın vicdan terazisi bozulmaya görsün... Pandey'i orada tutan ve bütün o zorluklara göğüs germesini sağlayan o sırrı biz ifşa edelim: Pandey'i orada tutan; inanç, umut ve kararlılıktır. Bunların olmadığı bir yüreğin özgürlük sevdası ile dolu olması, dahası karşılaştığı zorluklara göğüs germesi mümkün değildir. Bunu en iyi bilen yazarın kendisidir. Pandey, yazarın bahsettiği gibi apolitik, yalan söyleyen, avare başıboş bir insan değildir. Kuşkusuz hiç kimse dört dörtlük değildir, olamaz da. İnsan, eksik ve yanlışlarını aşarak yürür kavga denen çetin yolu. Her sıçrama ve ilerleme nasıl bir yanlıştan kopmayı ifade ediyorsa, Pandey'de her yoldaş gibi yanlış ve eksiklerinden koparak ilerleyen bir yoldaştır. Ne var ki, Pandey'in espri konusu olan ve hemen herkesi güldüren esprili davranışları bile abartılıp çarpıtılarak çok ciddi zaaf ve hatalarmış gibi anlatılmış kitapta. Diğer bir örnek ise, Şahan'ın köydeki genç bir kıza aşık olduğu iddiasıdır. Hatta öyle ki, Şahan bu aşk yüzünden işlerini aksatmakta ve kuralları çiğnemektedir. Rivayet odur ki, Şahan evin kızıyla bir akşam mutfakta konuşur ve bir gün sonra öğle vakti, "köyde işim var" diyerek köye iner. Yazarda buradan hareketle bir aşk hikayesi çıkarıyor. Bu tür magazin haberleri nerede olursa olsun mutlaka kendine bir okuyucu-dinleyici kitlesi bulur. Okuyucunun talebini gören yazarımız magazin haberlerini arz etmekte gecikmemiş. Aşık olmak, sevmek insanlara özgü bir durumdur. Tartıştığımız ya da anlatmaya çalıştığımız bu değil. Ancak bırakalım köyde bir genç kıza aşık olacak kadar yakınlık kurmayı, yanlış bir anlaşılmaya mahal vermemek için başını bile gönül rahatlığıyla kaldırıp insanların yüzüne bakamayan, köylülerle ilişkileri son derece düzeyli, saygılı ve disiplinli olan, aşkı-sevgiyi yaptıkları işin-görevlerin önüne çıkarmayan o mütevazi ve hoş görülü, güzel yürekli insanları bu şekilde itham etmek tamı tamına bir sorumsuzlu örneğidir. Ve yazar bunu sadece bu iki örnek şahsında yapmıyor. "Köydeki" yaşama dair 320 sayfalık roman boyunca genel olarak sorumsuz, disiplinsiz, keşmekeşlik içinde, karamsar, kimin ne yaptığı belli olmadığı bir tablo çiziyor. Karamsar bir rüzgar estiriyor. Yapıya ağır ithamlarda bulunuyor. Yine diğer dostlarla ilişkilerde akla ziyan tespitler ileri sürüyor. Mesela dostlar, "bu kışı sizinle birlikte geçirmek istiyoruz" diyorlar ve sözüm ona "gelirlerse sayımızın ne kadar az olduğunu öğrenir-

ler" kaygısıyla bu talepleri kabul edilmiyor. Oysa bütün bunlar yazarın hayal gücünün saçma ürünlerinden başka bir şey değildir. Kendi tahminlerini ve fikirlerini gerçeğin yerine koymaktadır. Elbette edebiyat mübalağa sanatıdır aynı zamanda. Ama mübalağa gerçek olanı gölgede bırakıyorsa ya da gerçeği iğdiş ediyorsa orada hakikatten söz edemeyiz. Ki yazarımızda mübalağa yapmıyor zaten. Teşhir ediyor ve ağır ithamlarda bulunuyor. İnsanların ruhlarını bu denli hoyratça yaralamak, bu kadar incitici ve kırıcı olmak, onca acı ve hüzün yaşamış, bedel ödemiş ve hala da ödeyen, emek veren, emek üreten, kar kıyameti görünce göçmen kuşlar gibi kanatlarını güneyin sıcak kumsallarına doğru açanlara inat yuvalarına daha sıkı sarılan o insanları bu kadar haksızca infaza çekmek sorumsuzluk örneği değilse nedir? Gidenler, kalanların romanını yazınca böyle oluyor maalesef. Tam bir sorumsuzluk örneği! Arkasına bakmadan yorgun ve biçare ayaklarıyla göç yollarına düşüp hançeresini yırtarcasına "benden sonrası viran" diye haykıranların hepsi viran oldular. Dağını terk edip göç yollarına düşmelerini meşrulaştırmak için geride kalanlara demediğini bırakmayanlar harabeye döndüler. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur. "Viran" dedikleri geride kalanlar ise asil dağ kuşları gibi hırçın rüzgarları kanatlarıyla döverek destan yazmaya devam ettiler uçurum boylarında. Kısacası, yazar kitabın neredeyse tamamında esas öne çıkarması gereken yaşamı bir kenara bırakarak, son derece basit, gülünç meseleleri abartarak, çarpıtarak yazmayı tercih etmiş. Temeli çürük olan bir binaya hiç kimse sağlam raporu vermez. "Dağın Çocukları" adlı kitabında temeli yani kurgusu çürüktür. "Köy" yaşamı boyunca yaşanan sorunlar ve aşma yöntemleri, yapılan büyük fedakarlıklar, göğüslenen zorluklar, buza kesen el-ayaklar ve buna rağmen dur durak bilmeden üretilen emek varken, bunları tarihe not düşmenin ve unutturmamanın yazarı olmak varken, kendi kafasındaki viraneye dönmüş dağın öyküsünü anlatmak kuşkusuz yazarın kendi tercihidir. Ama bilinsin ki, kim unutsa unutsun Munzur Dağı yaşanan o fedakarlıkları, diş ile tırnak ile üretilen o emeği, yokluk içinde yapılan büyük işleri, keskin kayalıkları sıratındaki 50 kiloluk çuvallarla aşan, kar altında üşüyen umut nasırlı avuçlarında ısıtan o dağ yürekli evlatlarını asla unutmayacaktır. Ve onlar tarihi böyle yazılacaklarını pratikleriyle, gecenin karartısında yıldızlaşan yürekleriyle, her gün biraz daha büyüyen ve her adımda çoğalan ayak sesleriyle haykırıyorlar. Ve onlar tarihin çelikten burçlarına böyle yazılacaklar. Hangi dağın çocukları olduğu belli olmayan ve sahil kumu üstüne inşa edilmiş eğreti bir yapı gibi duran "Dağın Çocukları" adlı roman ise Munzur Dağı'na karşı işlenmiş büyük bir günah olarak tarihin en dip köşesinde bir sığıntı olarak yaşayacaktır.

güncel haber

23

Mesut İlkbahar, askerler tarafından katledildi

Dersim'in Hozat ilçesine bağlı Pakire köyünde denetimli serbestlik nedeniyle karakola imza vermeye gittikleri sırada Alişan İlkbahar ve Mesut ilkbahar'ın içinde bulundukları araç askerler tarafından tarandı. Mesut İlkbahar açılan ateş sonucu hayatını kaybetti Dersim'in Hozat ilçesine bağlı Pakire köyünde denetimli serbestlik nedeniyle köydeki jandarma karakoluna imza vermeye giden Alişan İlkbahar'ın içinde bulunduğu araç, karakola varmak üzereyken askerler tarafından tarandı. Açılan ateş sonucu aracı kullanan İlkbahar'ın oğlu Mesut İlkbahar karnına isabet eden kurşunla ağır yaralandı. Köy sakinleri tarafından araçla önce Hozat'a, ardından Dersim Devlet Hastanesi'ne kaldırılan Mesut İlkbahar yaşamını yitirdi. Bir süre karakolda tutulduktan sonra serbest bırakılan Alişan İlkbahar, "Hakkımda açılan bir dava için karakola imza vermeye gidiyordum. Karakola varmak üzereyken araca 3-4 kurşun isabet etti. Oğlum arabadan indi, sonra elini kaldırdı, 'vuruldum' dedi" diye anlattı. Askerler tarafından katledilen Mesut İlkbahar, Pakire köyünde sonsuzluğa uğurlandı. Mesut İlkbahar'ın cenazesi "Xozat faşizme mezar olacak" ,"Katil devlet hesap verecek", "Dişe diş kana kan alacağız intikam" sloganlarıyla toprağa verilirken, cenaze törenine HDP Milletvekilleri Alican Önlü ve Erdal Ataş'ın yanı sıra DHF'li Ovacık ve Mazgirt Belediye Başkanları Fatih Maçoğlu ile Tekin Türkel de katıldı.


Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:

Yurtiçi 54 TL

Yurtdışı

108 EURO

HESAP NUMARALARI Ahmet AKSOY adına Yapı Kredi Bankası ANK. Mithat Paşa ŞB. : (TL) 93602130 Yapı Kredi Bankası (Euro) 10 0006 7010 0000 0043 4140 14 Yapı Kredi Bankası (Sterlin) 13 0006 7010 0000 0043 4140 57 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL Ji dîlgirtî ya MKP’yê Aysel Koç re îşkence Dîlgirtî ya MKP’yê Aysel Koç, ku di girtîgeha Gebze ya Tîp a M de girtî bû, ji bo nexweşiya xwe ya Jînekolojiyê li Daricayê çû Nexweşxaneya Farabî ya Dewletê. Li wir rastî îşkeceyên cinsî yê Doxtor Cemalettin Yeşilyurt’ê hat. Piştre bijîşkê nexweşxaneyê, dozger, rêveberiya hepsê, saziya bijîşkiyê TTB jî, ketin nav hewldaniyek ku kesek hay jê îşkenceyê nebe Dîlgirtî ya MKP’yê Aysel Koç, ji bo nexweşiya xwe ya Jînekolojiyê çû li Nexweşxane ya Dewlet a Daricayê, lê li wir rastî îşkeceyên cinsî yê Doxtor Cemalettin Yeşilyurt’ê hat. Dîlgirtî ya Partiya Maoîst Komunîst (MKP) Aysel Koç, di meha derbasbûyî Hezîranê de, ji ber nexweşiya xwe ya jînekolojiyê, ji hepse ku têde girtî ye, ji Nexweşxane ya Farabî ya Dewletê yê Daricayê re hate bi rê kirin. Lê di nexweşxaneyê de gelek pirsgirêk û tengasî jiya. Berê Aysel Koç xwest ku hêzên ewlehiyê ji ode ya bijîşkê der bin, ji ber vê yeke tevî Cendermeyan nîqaş çêbû. Bijîşkê Nexweşxaneyê Cemalettin Yeşilyurt jî ji Aysel Koç re got: “demogojî meke” û bi vî hawî li dijî “Hevpêymaniya İstanbul’ê tevgeriya. Piştre Aysel Koç, amûrê ku pê re rehîma jinan tê qontrol kirin dît û xwest ku ew amûrê kevn were guherandin. Lê doxtor Cemalettin Yeşilyurt bi şêwazekî nerazîbûnê ve amûrê guherand lê pişt re bilez ew amûrê rasterast kir hundirî rehma Aysel Koç’ê. Dû re Aysel Koç bi desten xwe ve amûrê derxist û ji nexweşxaneyê derket, çû girtîgehê. Lê di girtigehê de xwînîbûna Koçê zede bû.

Tevî bijîşk, dozger, rêveber û TTB’yê hemû desthilatdariya mêrî li dorê ne Piştî vê bûyerê jî nîşaneya deshilatdariya mêrî, hebûn û tundiya xwe da xuyandin. Gava ku Aysel Koç qala vê bûyerê kir û xwest ji dozgehê re giliya xwe bîne zi-

man û dozê veke, wê deme li himberî Aysel Koç’ê dîwareke mêrî bilind bû. Di heman demê de bijîşk, dozger, saziya bijîşkiyê TTB û rêveberiya hepsê dest dan hev û dijî Aysel Koçê sekinîn. Aysel Koç jî bûyerên kul i sere wî qewimîne bi nameyekî ve anî ziman. Koç, di nameya xwe de ev yekana bilev kir: “Rêhevalên hêja... Ez, ji bo nexweşiya xwe ya jînekolojiyê, ji bo ku bi deste bijîşkên pispor pişkinîna xwe çêkim, sevk a xwe derxistim li Nexweşxaneya Farabî ya Darica yê Dewletê. Û li wê derê ji bo ku bijîşkê pispor ê nexweşxaneyê Cemalettin Yeşilyurt pişkinîna min çêke çûm ligel wî. Di destpêkê de pisrgirêkek derket, Cendirme li hundir bûn û nedixwestin derkevin derva. Ez pê wan axivîm û min xwest ku bila derkevin derva. Di dawiyê de ez bi wan axivîm û pirsgirêk mezin nebû, ji ode ya bijîşkê derketin der. Lê gava ku ez pê cendirmeya diaxiviyam, ew kesê ku di nav cilên bijîşkiyê de û sûretê doxtoriyê liser e, bi awayekî tund hat li ser min û min re got: “Demogojî meke, here derbasî pişta parawanê be”!.. Ser vê yekê, di navbera me de nîqaş derket. Ez mafên xwe ya nexweşvaniyê hijmartim û parastim. Lê ew dîsa got: ‘Demogojî meke’ û ez ji bo derketinê derbasî ode ya mûayeneyê bûm. Hê amadekariya min a

derketinê neqediyayî bû, min dît ew jî ket hundir. Min xwest ku derkeve der, derket, lê dîsa vegeriya hat hundir, gava ku hat hundir, vêcar di deste wî de amûrê pişkinine hebû. Min xwest ku sere wê amûrê biguherîne, guherand lê bi awayekî hêrsbûyî hema amûrê kir li hundirê rehma min. Min bi deste xwe wê amûrê derxist. Piştre min amadekariya xwe ya vegerînê çêkir û vegeriyam zindanê. Lê hê li nexweşxaneyê xwînîbûna min destpê kirî bû, Roja din min birçûn ligel bijîşk a zindanê. Nêzîkahiya bijîşka zindanê jî bi vî rengî bû: ‘Cemaleddîn Beg bijîşkeke gelekî baş û jêhatî ye. Dibe ku tu rastî roja wî ya nebaşiyê hatibe’. Du hefte êş kişandim. Piştre serî dam li dozgeriyê û li TTB’yê. Dozger, ji bo ku ez biwestim û ji doza xwe berdim tevgeriya. Li gorî dozgeriyê, ezê an li gor pêwvên wî nerazîbûna xwe bilevbikirama, an jî ji dozê derbasbûma û ji ode ya wî derketama. Ez jî, ji bo ku belgeyeke fermî bikeve li destê min, nerazîbûna xwe nivîsîm. TTB jî, Dozgerî jî biryar dane ku ‘hewce nîn e ku dosya ya lêpirsînê vebe’. Gava ku ez hatim zindanê, agahî dam rêhevalan jî. Piştre jî bûyerên ku qewimîn jixwe diyar e. Şerm ne şerma min e. Ezê ku ji bo rizgarî û azadiya jinan di nav tekoşînê de şer dikim, ne hewceye kul i ser bûye-

reke bi vî rengî xemdar bim. Em çi jiyane û dê çi bijîn, gelek mînak hene. Lê ev doz dê liv ir nemîne”.

DKH: Jinên Dîlgirtî, di bin îşkenceyên pergalî ya cinsî de ne Tevgera Demokratîk a Jinan (DKH), li ser vê bûyerê civîneke daxuyanî ya çapemeniyê pêk anî. Bavê Aysel Koç Doğan Koç û Parêzer Eren Keskîn jî tevlê daxuyaniyê bûn. Daxuyanî yê ku ji alî berdexka DKH’ê Gülden Coşkun ve hate xwendin, hate bilêvkirin ku, di girtîgehan de, di zindanan de, jin di bin zilma rêveberî-leşker-doxtoran de ne û bi deste wan îşkenceyên giran pêk tê, mafên însanî û mafên jinan tüne dikin. Di daxuyaniyê ev yekana hate ziman: “Jinên dîlgirtî, ji alî nîgehdarên desthilatdariya mêrî ve tên îşkence kirin. Li ser jinan îşkenceyên cûrbecûr tên ceribandin. Ew jinên ku xwedî îrada xwe ne û bivîn in, li dijî pergala mêrî xwe birexistin dikin, wekî li kolan û kûçeyan, di zindanan de jî ber xwe didin û berxwedaniya xwe didomînin. Aysel Koç’ê ku di zindana Gebze’yê de dîlgirtî ye, rastî êrişeke sosret hat û bi vî êrişê ve hişmendiya mêrî û desthilatdariyê kesayetiya xwe û rastiya xwe nişan da”.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.