Hortlatılan ırkçı-milliyetçi tekçilik ve devrimci fırsatlara gebe süreç!
sf 12-13
Bir mücadele alanı olan hapishaneler ve görevlerimiz Faşizmin bütün toplumu teslim alıp, etkisiz kılma amacının ilk hedefi dün olduğu gibi bugünde hapishaneler ve politik tutsaklardır. Politik tutsaklar üzerinde uygulanan işkenceler, ağır tecrit koşulları ve özellikle ağır hasta tutsakların durumu… Politik tutsakların sorunları ertelenecek, kendiliğindenciliğe bırakılacak bir sorun değildir. Bu soruna dair politik-pratik bazı adımların zaman kaybedilmeksizin hayat geçirilmesi gerekiyor. Sayfa 16-17
Halkın Günlüğü
1-15 EYLÜL 2016 Yıl: 5 Sayı: 128 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.org
e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
ISSN: 2147-0499
Yenikapı’daki
“milli birlik” f GÜNCEL
10-11
Erdoğan/AKP iktidarının, darbe girişimi baskılanmasıyla, yanına çektiği diğer burjuva gerici kliklerle oluşturduğu “milli birlik”, Kürt ulusu, Aleviler, sömürülen sınıflar ve ezilen tüm halklarımıza, ”tek bayrak, tek millet, tek devlet ve tek din” paradigmasına dayalı gerici hâkimiyet çizgisinin, faşizmle dayatılmasıdır. Ezilen halklarımız, Kürt ulusu, Alevi toplumu başta olmak üzere, sömürülen, ezilen ve asimile edilen halk katmanlarına, deli gömleği giydirmeye çalışan Ulusalcı Kemalistlerle buluştukları ortak payda budur.
Eksen kayması tartışmaları...
‘’TC’’ nin içte ve dışta halklara karşı topyekün kirli savaşı devam ediyor
İşgal ve gerici savaşlara
karşı mücadeleye! Erdoğan/AKP iktidarı, geçmişteki keskin iddiaları ve neo-Osmanlı hayallerinde ciddi anlamda revizyona giderken, ‘uzlaştığı’ emperyalist güçlerin rızasıyla ‘yeni bir Suriye’ sürecine girmiş bulunmaktadır. ‘’TC’’ nin Cerablus işgalini tamda bu düzlemde okumak doğru olandır. Gerçekleşen işgal harekâtının ‘’TC’’ nin manipülasyonlar eşliğinde gerekçelendirdiği politik düzlemle zerre kadar bir alakası bulunmamaktadır. İşgal’in esas politik mahiyeti; içerde ve dışarıda ‘’teröre karşı savaşın’’, özü şovenist, ırkçı milliyetçilikle yaratılan ‘’milli mutabakatın’’ hedefi olacaktır. Bu gerici ‘’kut-
6
AB-”TC “ ilişkileri
sal ittifakın’’, Fırat’ın batı yakasından doğu yakasına, Kürt ulusunun meşru mücadelesi başta olmak üzere, tüm ulusal ve sosyal devrimci/demokratik dinamikleri bastırma hedefinde biçimlenmektedir. Topyekun işgal ve savaş konseptinin stratejik hedefi budur. Tüm gerici işgalleri lanetleyerek, işgalleri, iç devrimci savaşa dönüştürmek, Fırat’ın doğusundan batısına bu devrimci savaşın kudretini işgalci ‘’TC’’ başta olmak üzere tüm gericiliklere karşı mevzilendirmek sürecin temel devrimci politikalarından biridir.
4
Darbe süreci üzerine
14
02 güncel haber
1-15 EYLÜL 2016 Halkın Günlüğü
İşgal ve gerici savaşlara karşı mücadele görevi Mevcut gelişmeler karşısında sosyalistlerin tavrı ‘’TC’’nin işgalci pozisyonuna ve savaşa girmesine karşı çıkıp bu gerici saldırganlığı ve emperyalist politikaları teşhir etmektir. Gerici savaşlara karşı mücadele sürecin önemli bir politikası olarak yürütülmelidir, yürütülmek durumundadır. Yürütülmüş olan ve yürütülen gerici savaşlarda milyonlarca yoksul insanın değişik biçimlerde kıyımdan geçirildiği açıktır. Sürdürülen gerici savaşların bu kıyımı derinleştirmekten başka bir sonucu olmayacaktır. ABD, Rusya, AB ve diğer gerici güçler Suriye’yi terk etmeli, oradaki kirli ve kanlı politikalarına son vermelidir. Gerici savaşlar karşıtı mücadelemiz her unsuruyla bunu hedeflemeli, bunda yoğunlaşmalıdır. Öte taraftan gerici savaş karşıtı tüm demokratik güçlerin ortak mücadelede birleştirilip geniş bir mücadele cephesinin oluşturulmasında ciddi bir çabanın gösterilmesi gerekmektedir Bugün gelinen aşamada Obama’nın sözcüsü Biden’in ziyaretleri şahsında ABD ile ‘’TC’’ arasında diplomatik görüşmeler trafiğinin yoğunlaşması söz konusudur. Bu trafik Gülen’in iadesi gündemi esasına oturtularak yansıtılsa da, işin özü ‘’TC’’nin Cerablus özgülünde de olsa Suriye topraklarına dönük askeri harekâtta bulunması veya orada IŞİD’e karşı oynayacağı rol ve PYD’ye karşı izleyeceği politika üzerine düğümlenmektedir. ‘’TC’’ mevcut durumuyla işgalci durumdadır, Suriye toprak sınırlarına askeri harekâtla girerek işgalci duruma düşmüştür. Ancak bu işgal hareketinin ‘’TC’’nin bağımsız politikası olmayıp, doğrudan Rusya ve hatta ABD’nin de onayladığı bir askeri harekât veya işgaldir. Ki, bu güçler onaylamadan
‘’TC’’nin Suriye veya Cereblus’a girmesi mümkün değildir. Rusya ile ilişkilerin gergin-sorunlu olduğu süreç buna somut kanıttır ki, ‘’TC’’ bu süreç içinde tamamen etkisiz kalıp boşa düştü. Ne var ki, Rusya ile ilişkilerin düzeltilmesiyle birlikte, Rusya ve hatta ABD’nin bölgede IŞİD’e karşı savaşta
lanmış, planlanmaktadır. ‘’TC’’ bu plan içinde IŞİD’e karşı aktif savaşa sokulmuş, dolayısıyla IŞİD’in hedefi haline getirilmiştir. Kısacası ‘’TC’’ emperyalist projelerle bir savaşa sürüklenmiş, savaşın göbeğine itilerek bir bakıma görevlendirilmiştir. PYD’nin IŞİD’e karşı savaşı belli sınırlarda kalmak zo-
dir. ‘’TC’’ ordusunu Cerablus’a sokulmasının bir yanı da budur. ‘’TC’’ ise hem PYD yönetim alanlarını sınırlayarak avantaj elde edecek ve dolayısıyla sınır bağlantılarının kesilmesini önlemiş olacak ve buradaki çıkarlarını elde tutmuş olacak, hem de bölgedeki Türkmenlerle ilişkiler bağlamında
‘’TC’’yi kullanma politikasına bağlı olarak ‘’TC’’ ordusu söz konusu hareketi gerçekleştirmiş, işgalci güç olarak savaşın göbeğine bir kez daha itilmiştir. Cereblus’a girerken bir çatışmanın yaşanmaması veya IŞİD’in önceden bölgeyi boşaltıp çıkması bu işgal hareketinin uluslar arası bir plan ve anlaşmalar temelinde gerçekleştirildiğini alenen ortaya koymaktadır.
runda ve Suriye-Esad iktidarı da tüm alanlarda hakim olmayıp bu savaşı sürdürme durumunda değil. Esad rejimine karşı güçlere alan açılması için ‘’TC’’ alanda bir savaş gücü olarak görevlendirilmiştir. Suriye’deki savaş emperyalist dalaşın ürünü olmanın ötesinde, Suriye’nin iç meselesi, kendi sorunudur. ‘’TC’’nin bu savaşta taraf olması ve hatta doğrudan savaşın tarafı olması hiç bir hukukta yeri olmayan işgalci pozisyondur. Fakat bu işgalin ‘’TC’’nin bağımsız bir işgal gücü olmasını göstermez, bilakis ABD ve Rusya ‘’TC’’yi IŞİD’e karşı bir savaş piyonu olarak kullanmaktadır. Rusya ve ABD kendi askerlerini IŞİD’e karşı savaşta yitirme yerine ‘’TC’’ askerini kullanarak ölmesini tercih etmekte-
bunlar üzerinden belli emellerini hayata geçirmeye çalışacaktır. Ancak ‘’TC’’nin politikaları tamamen olmasa da esasen hayalden ibarettir. Zira, ancak ABD ve Rusya’nın uygun gördüğü ölçülerde ‘’TC’’ inisiyatif kullanıp siyaset yürütebilir bölgede.
Gerek ABD ve gerekse de Rusya (hatta Suriye-Esad iktidarı da) ‘’TC’’nin Cereblus’a girmesini, yani IŞİD’e karşı savaşa fiilen girmesini isteyip planlamış durumdadırlar. Suriye’de ABD ve Rusya eksenli olmak kaydıyla karşılıklı çıkarların korunması temelinde statülerin belirlenip oturtulması plan-
Esad ve “TC” anlaşmalı olarak süreci yürütüyor ‘’TC’’nin Cerablus’a girmesi esasta IŞİD’e karşı savaşta rol oynaması itibarıyla emperyalist blok ve güçlerin isteyip onayladığı bir durum olmakla birlikte, Esad iktidarının da işine gelmektedir. Zira ‘’TC’’nin orada kalıcı olup ilhak etmesi emperyalist güçlere rağmen mümkün olmayıp Suriye dev-
1-15 EYLÜL 2016 Halkın Günlüğü
leti tarafından da kabul edilmeyecek bir pozisyondur ve bu pozisyon IŞİD’e karşı planlanan hareketten sonra değiştirilerek ‘’TC’’nin oradaki askeri varlığına son verilecektir. Somut gelişmeler veya durum göstermektedir ki, ABD, Rusya, Esad iktidarı ve ‘’TC’’ devleti belli bir anlaşmaya varmış, bu anlaşma temelinde süreç işletilmektedir. ‘’TC’’ ordusunun Cerablus’a girmesiyle, PYD’nin genişleme alanı veya yönetim alanları hakkında bunlar arasında belli bir anlaşmaya varıldığı, bu anlaşmanın IŞİD’e karşı operasyon ve PYD’nin sınırlarını belirleme konusunda Esad rejimi tarafından da kabul edil-
diği anlaşılmaktadır. Esad iktidarının Haseke’de PYD’ye karşı saldırıya geçmesi bu anlaşmadan bağımsız olmadığı gibi, Esad iktidarı ile Erdoğan/AKP iktidarı arasında varılan anlaşmaya da işaret etmektedir. (Ki bu anlaşmalar düzleminde esas anlaşan güçlerin ABD ile Rusya olduğunun altını çizmekte fayda vardır.) Anlaşma bölgenin baş aktörleri olan ABD ile Rusya emperyalizmi arasında gerçekleşmiş olması, PYD’nin de esasta bu anlaşma çerçevesinde kalacağını varsaymayı gerektirmektedir. Zira PYD’nin yönetim
03
inisiyatifi bu güçlerden bağımsız ya da bunlara rağmen bir yönetim varlığı değildir esasta. İç yönetim biçimi belli bir bağımsızlığa işaret etse de, genel çerçevede PYD yönetim bölgesinin ilan edilmesi-yürürlüğe konulması özellikle ABD emperyalizminden bağımsız düşünülemez. En azından sağladığı mevcut meşruiyet durumu bu zeminde mümkün olmuş, ehven yaklaşılmıştır denilebilir. Ki, Kürtlerin IŞİD’e karşı kahramanca direnişi, savaşı Kürtlerin bölgede meşru bir aktör olmasını sağlamıştır. Fakat tüm bu gelişmelerde ABD başta olmak üzere emperyalist güçlerin onayı veya ehven durması kesin bir gerçektir. Bu realite göz önüne alındığında PYD’nin de emperyalistler tarafından sağlanan anlaşmalar çerçevesinde hareket edip bu anlaşmalara uygun davranacağı-davrandığı görüşünü doğrulamaktadır. PYD’nin bu uluslararası güçlerin belirlediği politik şartlarda bağımsız olarak aktör haline gelip yönetim alanları ve inisiyatifi sergilemesi pek olası değildir. Ki başından beri ABD ile PYD ve Kürt güçleri arasında belli ilişkilerin var olduğu aleni gerçektir. Mevcut gelişmeler karşısında sosyalistlerin tavrı ‘’TC’’nin işgalci pozisyonuna ve savaşa girmesine karşı çıkıp bu gerici saldırganlığı ve emperyalist politikaları teşhir etmektir. Gerici savaşlara karşı mücadele sürecin önemli bir politikası olarak yürütülmelidir, yürütülmek durumundadır. Yürütülmüş olan ve yürütülen gerici savaşlarda milyonlarca yoksul insanın değişik biçimlerde kıyımdan geçirildiği açıktır. Sürdürülen gerici savaşların bu kıyımı derinleştirmekten başka bir sonucu olmayacaktır. ABD, Rusya, AB ve diğer gerici güçler Suriye’yi terk etmeli, oradaki kirli ve kanlı politikalarına son vermelidir. Gerici savaşlar karşıtı mücadelemiz her unsuruyla bunu hedeflemeli, bunda yoğunlaşmalıdır. Öte taraftan gerici savaş karşıtı tüm demokratik güçlerin ortak mücadelede birleştirilip geniş bir mücadele cephesinin oluşturulmasında ciddi bir çabanın gösterilmesi gerekmektedir.
SINIF TAVRI
≫ Bedrettin ufuktan
DARBE KARŞI-DARBEDE SAHNE:FİLLER TEPİŞİNCE EZİLEN ÇİMENLERDİR!
Y
irmi birinci yüzyılın halis buluşu; iyi bir tezgâh! Sanatsal bir kreasyon. “11 Eylül” olarak adlanan emperyalist üretiminin başarılı bir taklidi: Planla; mağdur gördür ve dizginlerinden boşanmış bir şiddetle saldırarak yağmala! İşte 15 Temmuz vakasının özeti budur. Bu sonuca gelene kadarki her tür hazırlığın “yenilen” ve “yenenin” ortaklaşa “emeği” olduğu açık olan 15 Temmuz “darbesi”, iktidar kliğinin iç çelişmesinin düşmanca bir nitelik kazanarak çatışmaya dönüşmesi fırsatından egemen kliğin yararlanması ve yeşil kuşağın ideolojik kanadının tasfiyesidir. AKP’yi iktidara taşıyan kadroların Fethullah’ın Amerikan çıkarlarını korumaya eğitimli kadrolar olduğunu sağır sultan dâhil herkes biliyor. Erdoğan’ın ünlü “Ne istediler de vermedik” cümlesindeki itiraf bu gerçeği yeteri kadar teyit edicidir. AKP’nin, 1965’ten beri Amerika ve NATO’ya hizmet gören yeşil kuşak stratejisinin kadrolarının partisi olarak kurulup iktidara taşındığı sır değildir. Bu stratejik politikanın en önemli figürünün Fethullah Gülen olduğu, faaliyetleriyle anlaşılmadıysa bile, karargâhını Pennsylvania’ya taşımasından anlaşılacak bir şeydir. Bu kişi tüm “İslam ülkeleri”nde kurduğu okullarla ne yapmaya çalışıyordu dersiniz? Onun bu okullarda yapmaya çalıştığı “hizmet” emperyalist Amerikan çıkarlarını korumak üzere ona hizmet edecek kadrolar yetiştirmek ve giderek bu hizmeti doğrudan iktidar düzeyinde kurumsallaştırmaktır. Bunu AKP’nin bilmemiş olması kadar gülünç bir şey olamaz. Fethullah’ın, son elli yıllık “TC” siyasal hayatında destek vermediği tek politikacının olmadığı, birlikte çekilen resimlerle teyit edilmiştir. Her iktidarın en vazgeçilmez oy potansiyeli ve gölgesi olarak kendi kanıtlarını kendisi oluşturmuş olan Fethullah’ın bu sistemin gözeneklerine yerleşmesinin de en az elli yıllık bir öyküsü vardır. Böylesine derinlemesine devlete ve sisteme kadrolarını nüfuz ettiren bir özel örgütün sistem ekonomisinin ürünü pastadan daha fazlasını talep etmesi de kaçınılmazdı. “Yasal” iktidarın iştahını cezbetmiş olan ve bu nedenle yüzyılın en büyük hırsızı ve soyguncusu olarak iktidar soysuzlaşmasının örneği AKP’nin pastadan daha fazlasını talep eden ortağına daha fazla tahammül edememesi de bir o kadar normaldir. Çatlağa neden olan ve çelişmeyi antagonist hale getiren darbe çıkışı, pastanın paylaşımı kadar, emperyalist alet olarak, efendilerinin çıkarlarını hatırlatma refleksidir. Talep edenin, iktidarı kontrol eden ortağından taleplerine uygun bir karşılık bulamamış olması, Fethullah kanadını isteklerini doğrudan gerçekleştirmeyi sağlayacak yöntem arayışına sürükleyince de kendini en güçlü yerde ortaya koymaya karar vermiştir. Buraya kadar her şey sosyal yasalara uygun düşmektedir ve toplum bilimle ilgilenen herkesin bildiği gerçeklerdir bunlar. Ne var ki, kitlelerin aldatılması üzerinden her ikisi de emperyalizmin çıkarlarını korumaya programlanmış “yasal devlet” olan AKP ile “paralel devlet” olan Fethullah çatışmasında, yasal olanın kazandığı zafer de, “kendilerini aldatmak”la itham ettiği paralelin kullandığı aynı yöntemin ona karşı kullanılması üzerinden ulaşılmış bir sonuçtur. AKP’nin onu iktidarda yasal kılan hukuku da çoğu kez bir yana bırakmış olarak Kemalistlerin devletteki gücünü Balyoz, Ergenekon vb. operasyonlarla temizledikten ve onları Silivri’den ehlileştirdikten sonra, aynı hukuksuzlukla topluca dışarı bıraktığından beri yaptığı iş; sonucunu 15 Temmuz’da karşı darbeyle gördüğümüz aldatmanın ta kendisiydi. Erdoğan kliğinin karşı darbesinin hazırlığı, Ergenekon/Balyoz davalarının düşürülemeye karar verilmesiyle aynı zamana denk gelir. Kemalist kliği kapattığı Silivri Hapishanesi
kapılarını açarken de Erdoğan kliğinin tasarladığı şey, boğazına kadar yapışan Gülen kliğini tasfiye etmek için ihtiyaç duyduğu eski devletin tecrübelerinden yararlanmak hesabıyla yaptığı anlaşmanın sonucuydu. O günden itibaren işleyen aldatma, tek taraflı değil, karşılıklı gerçekleşen bir faaliyet olarak tarafları kansız bir cebelleşmeyle 15 Temmuz akşamına kadar taşımıştır… Olgular bu çatışmada Erdoğan kliğinin satrancı iyi oynadığını gösterse de, aynı Erdoğan kliği, darbe, karşıdarbe tartışmalarının gölgesinde önemli bir gerçekliliği de başarıyla örtmüştür. Cevabını arayan temel soru şudur: İslam toplumlarının tümünde Amerikan ve İsrail sermayesinin çıkarlarının hizmetinde “TC” merkezli palazlanan bir örgütsel ağın tepesinde duran kişi olarak Fethullah’ın, askeri darbe girişimini efendilerinden bağımsız yapmadığı kesin olduğuna göre, tehdit ettikleri Erdoğan kliğini çekmek istedikleri yere ikna etmişler midir? Ortaya çıkan olgulara dayanarak gördüğümüz gerçek, Erdoğan kliğinin darbenin amacı istikametinde bir teslimiyet göstermek yerine, darbeye başvurmayı gerektirecek kadar kendi çıkarlarının riske girdiğini gören ABD ve İsrail’in jeopolitik çıkarlarını daha da güvensiz hale getirecek adımlar attığıdır. Darbenin savuşturulmasından hemen sonra ilk içten teşekkürünü Putin’e yapması, yeni kurtarıcısı olarak Rus emperyalistlerinin kollarına kendini bıraktığına işaret etmektedir. En azından pragmatizmin en karakteristik siyasi figürü olarak Erdoğan’ın bir kez daha ve fakat bu kez de kadim efendilerine, “Ruslar beni kandırdı” diyeceği güne kadar durum budur. Darbenin sebepleri ve zemininin soğuması şöyle dursun, AKP iktidar koltuğunun altındaki ateş kontrolsüz bir çatırdamayla yanmaya devem ediyor. Nerede bakılırsa bakılsın, Erdoğan kliğinin karşı darbesi sadece darbeyi bir girişim sınırında tutmanın ilerisine gidememiştir. 15 Temmuz darbe girişimi, emperyalizme göbekten bağlı olarak varlığını sürdüren Türk egemen sistemini daha büyük bir handikapla yüz yüze bırakırken; eskisini de yanına alan AKP iktidar kliğinin oluşturduğu “TC” devleti, şimdi bütün hazırlıklarını Kürt özgürlük mücadelesinin ezilmesine ve iyice mayalanan sosyal patlamaları bastırmaya karşı yapmaya girişmiştir. Anlamak için hatırlamak gerekir: İşi kargaşa oluşturmak olan IŞİD teröristlerinin, bir ay boyunca ülkenin her yerinde toplanmış kalabalıklar varken ve bu onların katliam için “kitle toplaşması” beklentisine uygun arayıp da bulamadığı bir ortamken, ortalıkta “görünmemeleri!”, tüm katliamların arkasında AKP iktidarının bulunduğuna en tartışmasız kanıtı da sunmuş oldu. Darbe girişimine karşı gerçekleştirilen karşı darbenin sonucu olarak ellerinden silahları alınan askerlerin ve kimi kışlalarda boşaltılan ağır silah ve mühimmatın kimlere gittiği üzerinde bir tek tartışmanın yapılmaması da kimin silahlandığına kanıttır. Yanı sıra, değil darbede silah ateşleyen askerin, kışlada nöbetini tutan eri bile sorguya çeken AKP’nin, askerin kafasını kesen, köprüden aşağı atan, linç eden “siviller”den tek bir kişinin hakkında bir kovuşturma yapmaması, AKP devletinin Mussoluni’den esinlenme “kara gömlekliler” ordusuna “sakallılar” ekiyle yaygın ve alternatif militarist bir örgütleme içinde olduğuna kanıttır. Özetle, 15 Temmuz darbesinden yararlanan tek güç yine darbeye maruz kalan AKP iktidarının kendisiyken, gerçek mağduriyeti yaşayan ezilen ve sömürülen halk kitleleri ve kanı akmaya devam eden Kürt ulusudur. Ezilenler cephesinde aranan çözümün alacağı yol ise, “darbeye karşı” tutum örtüsü altında devletin yeni tipte yapılanmasının üslendiği işlevin gerçekliğine uygun tanımlaması üzerinde ilerleme imkânı bulabilir…
04
güncel haber
1-15 EYLÜL 2016 Halkın Günlüğü
Darbe girişimi sonrası Erdoğan/AKP iktidarı ile Avrupa arasındaki ilişkiler Avrupa ülkelerinin Erdoğan sultasından rahatsızlık duymasının nedeni yalnızca ırkçı-faşist Türk milliyetçiliğinin hortlayarak kendi ülkelerinde eylemsel dışa vurumla yansımasıyla sınırlı değildir elbette. Bu sebep nispeten talidir denebilir. Rahatsızlığın gerçek nedeni Erdoğan/AKP iktidarının IŞİD çetesiyle olan bağlarıdır ki, Erdoğan sultasının desteklemekte sakınca duymadığı ve gizli biçimde desteklediği bu IŞİD çetesinin kendileri için tehlike olmaktan çıkıp tehdit olma gerçeğidir. IŞİD Avrupa’nın muhtelif ülkelerinde kanlı katliam eylemleri gerçekleştirdi ve bu IŞİD’in Erdoğan güruhu tarafından desteklenip kullanıldığını Avrupa ülkeleri iyi bilmektedirler. IŞİD’e karşı politikada Erdoğan sultasıyla çatışan Avrupa, aynı zamanda Kürt politikasında da belli uyumsuzluklar göstermektedir. Bu zeminde Avrupa Birliği ve ABD emperyalizmiyle uyumsuzluk taşıyan Erdoğan/AKP iktidarı, bu emperyalist güçlerin Suriye ve Ortadoğu politikaları zemininde de fiilen problemli bir ilişki sürecini gündeme getirmektedir Darbe başarısız da olsa ciddi sonuçlar gündeme getirdiği aşikâr. Darbe ve sonrasında gerçekleştirilen tutuklama ve tasfiyelerle iktidarın hem ekonomik hem de siyasi kurumlaşma zemini belirgin biçimde zayıflayıp sarsıldı. Devletin temel kurumları başta olmak üzere nerdeyse tüm kurumlarında, somutta da siyasi iktidarının kurumsal durumunda büyük bir boşluk yarattı. Bunun nedeni darbeci güruhun iktidar güruhuyla birlikte, adeta cemaatler koalisyonu olarak örgütlenmiş olmasından ya da Erdoğan/AKP iktidarının şimdinin darbecisi olan cemaatin devlet kurumlarında sonuna kadar örgütlenip güç olmasının önünü açması, başka değişle ortaklık içinde hareket etmesinden ileri gelmektedir. Bu ortaklık gerçekliği cemaatin devletin temel kurumlarından tüm
kurumlarına kadar yuvalanıp önemli bir inisiyatife sahip olmasına yol açmıştır. Ortaklığın çıkar çatışmasına bağlı olarak bozulup bu çatışma sürecinin darbeye kadar ilerlemiş olası darbeci kesimin tasfiye edilmesini şart haline getirdi. Dolaysıyla bu tasfiye süreci fiilen devlet ve iktidar kurumlaşmasının altını önemli oranda boşalttı-boşalması sonucuna yol açtı. Erdoğan/AKP iktidarının muhalefete görülmemiş bir esneklikle yaklaşıp zeytin dalı uzatarak fiili koalisyon biçiminde hareket etmesinin gerçek nedeni tam da bu gerçekliğin ürünüdür. Başarısız darbenin ortaya çıkardığı sonuç iktidar ve devlet açısından son derece önemli olan bu sonucu yaratırken, başka sonuçlara da yol açmıştır-açtı. Bu sonuçlardan bazıları; Erdoğan’ın (AKP’nin) geniş kitleler içinde büyük destek bulması, moral değerlerde güç kazanması, muhalefetin sürüklenmesi veya zorunlu olarak sürece Erdoğan lehine dahil olması, Türk milliyetçiliğinin adeta hortlaması, bu milliyetçiliğin Türk nüfusunun yoğun olduğu Avrupa ülkelerinde de moral kazanıp ayağa kalkması, dolayısıyla hortlayarak eylemsel pratiğe geçen bu milliyetçiliğin yaşandığı Avrupa ülkelerinde belli bir rahatsızlığa yol açması, en önemlisi de Erdoğan ve sultasından çeşitli vesilelerle rahatsız olan Avrupa ülkelerinin Erdoğan
iktidarıyla ilişkilerinin gerilmesine kadar bir dizi sonuç biçiminde ifade edilebilir. Avrupa ülkelerinin Erdoğan sultasından rahatsızlık duymasının nedeni yalnızca ırkçı-faşist Türk milliyetçiliğinin hortlayarak kendi ülkelerinde eylemsel dışa vurumla yansımasıyla sınırlı değildir elbette. Bu sebep nispeten talidir denebilir. Rahatsızlığın gerçek nedeni Erdoğan/AKP iktidarının IŞİD çetesiyle olan bağlarıdır ki, Erdoğan sultasının desteklemekte sakınca duymadığı ve gizli biçimde desteklediği bu IŞİD çetesinin kendileri için tehlike olmaktan çıkıp tehdit olma gerçeğidir. IŞİD Avrupa’nın muhtelif ülkelerinde kanlı katliam eylemleri gerçekleştirdi ve bu IŞİD’in Erdoğan güruhu tarafından desteklenip kullanıldığını Avrupa ülkeleri iyi bilmektedirler. IŞİD’e karşı politikada Erdoğan sultasıyla çatışan Avrupa, aynı zamanda Kürt politikasında da belli uyumsuzluklar göstermektedir. Bu zeminde Avrupa Birliği ve ABD emperyalizmiyle uyumsuzluk taşıyan Erdoğan/AKP iktidarı, bu emperyalist güçlerin Suriye ve Ortadoğu politikaları zemininde de fiilen problemli bir ilişki sürecini gündeme getirmektedir. Dolayısıyla ABD ve AB’li emperyalist ülkelerin Ortadoğu-Suriye eksenli politika ve çıkarları, Erdoğan/AKP iktidarının IŞİD ve Kürt politikasında çatışma hali sergilemektedir. Esad diktatörlüğüne karşı tutumda ortak-
laşmalarına rağmen ve gerici savaşlarla zorunlu ‘‘mülteciliğe‘‘ sürüklenen mülteci sorununda belli anlaşmalar yapmalarına karşın, IŞİD ve kısmen de Kürt politikasında uyum yakalayamamaktadırlar. Bu durum Avrupa ülkeleri ile ABD’nin Erdoğan/AKP iktidarından rahatsızlık duymalarının önemli bir zeminidir. Bu zeminde, ilgili ülkelerin bazıları Erdoğan/AKP güruhuna karşı yapılan darbede rol oynarken, diğerleri de bu darbenin başarılı olmasını istemekteydiler. Dolayısıyla darbe sonrası Erdoğan/AKP güruhunun tasfiye hareketi ve bu darbeyi fırsata çevirerek tek adam sultasını pekiştiren politikalarından rahatsız duymaktadırlar. Bunun da ötesinde Avrupa Birliği ile geçerli olan uyum süreci veya üyelik müzakereleri çerçevesinde reformlar yapmaktan ziyade daha baskıcı-faşist politikalar benimsemesine eleştirel yaklaşımlarını açıkça ortaya koymaktadırlar. Buna karşın Erdoğan güruhu darbeyi gerekçe ederek tüm dünyanın kendi iktidarını ve faşist politikalarını desteklemelerini istemektedir. Bu zemindeki uyumsuzluk ilişkilerin gerilmesine yol açmış, Erdoğan güruhunun Müslüman ülkelerle ilişkilerini derinleştirme ve özellikle de Rusya ile kesilmiş olan ilişkilerini düzelterek ABD ve Avrupa ülkelerine karşı yeni ortaklık şantajıyla Rusya ile anlaşması gündeme gelmiştir. Bu
05
süreç ise ilişkilerin daha da gerilmesine yol açmıştır.
İşte bu şartlarda Avrupa ülkeleri Erdoğan/AKP iktidarına karşı eleştirini daha sert ve aleni halde yürütür duruma gelmiş, tutumların sertleştirmiştir. Bu gerilimli ilişkiler sürecinde bazı Avrupa ülkeleri Erdoğan/AKP iktidarına bağlı gelişen ırkçı Türk milliyetçisi eylem ve pratiklere karşı keskin tavırlar almıştır. Söz konusu Avrupa ülkeleri ülkelerinde vatandaş olarak bulunan bu Türk milliyetçisi kesimlere dönük çifte vatandaşlıklarının incelenerek ele alınmasından, ülkelerinin demokratik normlarını zorlayan milliyetçi eylem ve etkinliklerine, aynı etkinliklerde Türk bayraklarıyla kabaran taşkınlıkları ve saldırılarına yasaklar koymaya kadar net tavırlar geliştirmiş durumdadır. Elbette Erdoğan ve hükümet ve dış ilişkileri yetkilileri düzeyindeki yaver tayfasının çeşitli Avrupa ülkelerinin başbakan ve bakanlarına dönük sarf ettikleri saldırgan, ırkçı milliyetçi sözler de bu özgüllerde belli bir etki yaratarak gerilimli ilişkiler sürecine tuz-biber olmuştur.
ABD, PYD konusunda taviz verecektir Erdoğan/AKP güruhu şahsında ‘’TC’’ devleti tüm dünyada ve özellikle de Avrupa’da büyük bir tepki toplamış durumda olup, ciddi derecede teşhir ve tecrit olmuştur. Bunun temeli Erdoğan/AKP’nin IŞİD ile bağlarına dayanırken, Kürt politikasında yürüttüğü barbar saldırganlık da belli bir rol oynamaktadır. Bunlara ek olarak son darbe süreciyle birlikte hortlayan ırkçı Türk milliyetçiliğinin Avrupa ülkelerine de yansıması rol oynamaktadır. Burada önemli bir parantez açalım ki, Erdoğan/AKP iktidarı şahsında diğer burjuva düzen partileriyle birlikte hortlatılarak bir çok Avrupa ülkesine de çeşitli eylem ve saldırganlıklarla fiilen yansıyan ırkçı Türk milliyetçiliğine karşı gelişen tepki, bazı Avrupa ülkelerinde genel bir Türk düşmanlığına dönüşmektedir. Irkçı Türk milliyetçiliğini aratmayan buralardaki ırkçı milliyetçilik Erdoğan/AKP karşıtlığı nedeniyle olumlanamaz veya kayıtsız kalınamaz bir gelişmedir. Irkçı ürk milliyetçiliğine karşı mücadele etmenin zorunluluğu kadar bu Avrupa ülkelerindeki Türk düşmanlığı biçiminde dışa vuran ırkçı milliyetçiliğe karşı mücadele de bir o kadar zorunludur. Türk milliyetçiliği gerici ama Avrupa ülkelerinde gelişen milliyetçilik gerici değildir tarzında absürt bir görüş benimsenemez. Türk milliyetçiliği ile Avrupa ülkelerindeki milliyetçilik arasında taraf olamayız, bu gericilikler arasındaki çelişki-çatışmadır. Fakat her iki milliyetçiliğe karşı mücadele bizlerin nötr kalınamaz görevidir. Erdoğan/AKP iktidarına karşı gelişiyor yaklaşımıyla Türk düşmanlığına dönüşen milliyetçiliği olumlayamayız. Dahası bu milliyetçilik ilgili Avrupa ülkelerinde genel bir tehlike ve tehdit olarak gelişmektedir ve bu tehdit en azından tüm TürkiyeKuzey Kürdistanlı göçmen, ilticacı ya da mülteciyi doğrudan etkileyecektir, etkileyendir de. Erdoğan/AKP iktidarı ve dolayısıyla ‘’TC’’ devleti ile ABD ilişkileri ise, özellikle CİA’nın darbenin arkasında olduğu gerçeğine bağlı gelişmeler ve somut olarak Gülen’in iade meselesi üzerinde siyasi krize dönüşmüşken, Erdoğan’ın Putin (‘’TC’’nin Rusya) ile ilişkilerini düzeltip anlaşmalar yapmaları nedeniyle daha derin bir kriz eğilimi taşımaktadır. Fakat bu süreç ABD ile ‘’TC’’ devleti arasındaki ABD lehine ilişkilerin biteceği veya işbirlikçilik ilişkisinin son bulacağı anlamına gelmez. Erdoğan iktidarının Rusya ile ilişkiler geliştirmesi ‘’TC’’nin dış politikada eksen değiştireceği yorumlarına yol açsa da bu yorum en azından erkendir ve yeterli gerekçeler taşımamaktadır. ‘’TC’’ devleti emperyalist güçlerin kolayca vazgeçebilecekleri bir pazar değildir. ABD kısmi taviz veya ödünlerle ‘’TC’’yi elde tutacaktır. Bu taviz daha çok PYD’nin statüsü veya yönetim alanının belli biçimde düzenlenmesi biçiminde olacaktır esasta.
UFUK ÇİZGİSİ
≫ bakış can
IŞİD ÇETESİNİN ÇOCUK CANLI BOMBA SALDIRISI VESİLESİYLE AMAÇ-ARAÇ İLİŞKİSİ ÜZERİNE!
A
maç-araç ilişkisinde anlayıştan kaynaklanan iki temel bakış açısı veya iki spesifik yaklaşım mevcuttur. Bu iki yaklaşım en keskin karşıtlık içinde olan iki felsefi görüşü temsil eder ki, bunlardan biri burjuva idealist felsefe, diğeri diyalektik materyalist felsefedir. Biri burjuva, diğeri proleterdir demek de isabetlidir. Burjuva idealist felsefenin beslediği görüş, burjuva pragmatizminden malul olup amaca giden her yolu mübah sayar, dolayısıyla amaca ulaşmak için her yol-yönteme baş vurur. Burjuva faydacılığı da olan bu felsefi anlayış ve yaklaşım, ' ne faydalı ise o doğrudur'' görüşüyle sakattır. Yani ilkesizdir ya da belirli bir ilkeye sahip değildir. İlkeden beslenmediği veya ilke yön vermediği için fayda getiren her yol-yöntemi kullanır, göreli an ve durumda ne yararına geliyorsa onu doğru bularak uygular. Yeter ki, amaç veya hedeflerine hizmet etsin... Kullanılan aracın, yöntemin vb amaçla uyumlu olup olmaması önem taşımaz burjuva faydacılığı veya pragmatizmi için... İlkesizlik özgülünde burjuva pragmatizmi tipik bir oportünizmdir. Dikkat edilirse küçük-burjuva oportünist hareketler-görüşler, çok daha belirgin olarak da reformist-revizyonist hareketler ilkesiz faydacılığa sı sık düşer veya bu ilkesiz tutmu benimserler. Siyaset alanında ilkesiz oportünist faydacılığın devrimci hareket içinde yaygın olduğunu söylemek abartı olmaz. Devrimci hareket ile burjuva pragmatist felsefe temelden farklı olsa da ilkesiz faydacı politika örneklerinde örtüşme gösterebilmektedir. Ancak burada üstüne duracağımız esas mesele burjuva pragmatizminin araç-amaç ilişkisine en çıplak ve keskin yansımasını temsil eden siyasi gericilik versiyonlarıdır. Bu gericilik dayandığı burjuva pragmatizminde araç-amaç ilişkisinde çok keskin bir bataklığı temsil ederek bizlere tersorantılı tecrübe zemini oluyor. Örneğin, burjuva pragmatist felsefeye oturan burjuva idealist gerici türevlerden IŞİD çetesi Antep’te Kürtlerin düğününe dönük gerçekleştirdiği canlı bomba saldırısında bir çocuğu kullanmıştır. IŞİD gericiliği burjuva idealist mantalitesine uygun olarak ‘’amaca giden her yol mübahtır’’ felsefesini benimsediği için canlı bomba saldırısında bir çocuğu kullanmaktan sakınmamıştır. Zira onun için esas olan amacını gerçekleştirmektir, bu amacı gerçekleştirirken kullandığı yöntem ve araç önemli değildir. İnsanı esas almaktan da öteye hiç bir savaş ahlakında olmayan ve doğrudan insani bir suç olan çocukların savaşta veya eylemde kullanılmasını benimseyecek kadar bir burjuva pragmatizmi örneklemektedir. Daha açıkçası insan merkezli olmayan burjuva gericilik insanı-çocuğu bir araç olarak kullanıp amacını gerçekleştirmiştir. Burada çok çıplak biçimde araç-amaç ilişkisinde burjuva pragmatizmini uygulayarak amaca giden her yol mübahtır felsefesini uygulamıştır. Açık ki insan merkezli felsefe amaçla araç ilişkisinin titizliğini korumak ve amaca giden her yolun mübah olmadığını teorik-pratik düzlemde net biçimde ortaya koymak durumundadır, koymaktadır. Dolayısıyla, amaç için insanı araç
etmekten mutlak biçimde sakınmak durumundadır. Daha genel manada anda veya göreli durumda fayda sağlayan her şeyi benimsemez, doğru göremez, doğru görmez de. Anda veya somut siyasette fayda sağlayan ya da o anki çıkarlarımıza hizmet eden politika, kullanılan yöntem ve araçların amaçlarımzla da uyumlu olması kesinlikle gerekmektedir. Amaca uygun olmayan bu araç ve yöntemlerin sağladığı veya sağlayacağı fayda göreli olmakla birlikte, son tahlilde bizleri amaçtan uzaklaştıran ya da amacı yaralayan unsur olarak gerçekte faydalı olmayan, bilakis zararlı olan siyaset, araç ve yöntemlerdir... Diyalektik materyalist felsefeye yaslanan proleter devrimci görüş kesin biçimde araç-amaç ilişkisni kollayarak, kullanacağı araç ve yöntemlerin amaca uygun olmasına gereken önemi verir. Bundan ödün vermez, ilkesiz faydacılığı benimsemez. Andaki faydayı ilke ve amaçla uyum zemininde ele alan proleter görüş, amaca uygun olmayan araçları kullanmaktan mutlak biçimde sakınır, ilkelerini andaki faydaya feda etmez. Somut örnekten yola çıkarsak; örneğin IŞİD çetesinin yaptığı gibi, amacına ulaşmak için bir çocuğu veya bir insanı canlı bomba şeklinde basit bir araç olarak kullanmaz. Şayet kullanırsa, insan merkezli görüş mantalitesinden uzaklaşır, araç-amaç ilişkisinde burjuva görüşle yakınlaşır, amaca giden her yolu mübah sayarak amacını gölgelemiş olur... İnsanı bir araç olarak kullanıp bilinçli bir planla ölümünü onaylayarak hedeflerine-amaçlarına ulaşmayı benimserse, bu anlayışında burjuva pragmatizmi ve dolayısıyla burjuva gericiliğiyle birleşmiş olur. Sosyalistler için amaç-araç ilişkisi son derece belirleyici noktada olup bir ayrım çizgisi olarak öne çıkar. Eyleminde halka zarar vermemeyi bu nedenle veya bu zeminde önemser, benimser ve uygular. Asla burjuvaziyle aynı yol-yöntemi benimsemez, onun kullandığı kirli araçlara, yöntemlere, siyasetlere tenezzül etmez. Son tahlilde insanlığın kurtuluşunu hedefleyen felsefi görüş, insan merkezli bir anlayışa sahip olmak durumundadır. İnsanlığın kurtuluşu için somut toplumsal ya da tarihsel şartlarda ölümcül savaş yürütmek Sosyalistlerin önünde zorunlu bir görev olarak durmaktadır. Bu savaş öldürme veya yok etme eksenine oturur fakat savaşın zorunluluğu dışında irademize bağlı ve bilinçli bir tercih olarak insanın ölümünü savunmak ya da bunu siyaset haline getirmek amaç itibarıyla doğru olamaz. Hele kendi militanlarının, halkın, halktan insanın ölümü üzerine bir siyaset ve anlayış asla benimseyemez. Amaç için kullanacağımız amaca uygun yığınca yöntem ve araç varken amaca uygun olmayan yöntemler kullanmak elbette kabul göremez. Bir insanın, dahası bir çocuğun ölümü üzerine eylem kurgulamanın hiç bir zorunluluğu yoktur ve bu amaca da terstir. Başka araç ve yöntemler mevcut olduğu halde insanıçocuğu bir araç olarak kullanmak olsa olsa ortaçağ zihniyeti olur, asla haklı ve anlaşılır bir tarafı olamaz. Sosyalist hiç olamaz. Son olarak, IŞİD’in insanlık suçu ve insanlık dışı zihniyetle gerçekleştirdiği Antep katliamını ve tüm sorumlularını lahnetliyor, Kürt ulusuna başsağlığı dileklerimizi iletiyoruz.
06
dünya analiz
1-15 EYLÜL 2016 Halkın Günlüğü
“TC”, ABD, AB ve Rusya Denkleminde Politik Gelişmeler ve “Eksen Kayması” Tartışmaları! Öncelikle iktisadi olarak komprador kapitalist tekelci sermayenin, ABD ve AB ile tarihsel ve güncel bir ilişkisi “TC” açısından bağlayıcı bir öğedir. Burjuva devlet gücü olarak siyasal iktidarlar büyük sermayenin bekçileri konumundadırlar. Bu nitelikten dolayı ABD ve AB emperyalist güçlerine entegre olan komprador kapitalist tekelci sermayenin bir tercih değişikliği olmadığı sürece (ki bu tercih niyetlerle değil, somut bağlayıcı iktisadi ilişkiler tarafından belirlenmektedir) AKP-Erdoğan iktidarının, böyle bir değişikliğe gitmesi olası değildir. “TC” açısından bağlayıcı iktisadi ilişkilerin yanında devletin şekillenen niteliği, askeri gücü, askeri teknik kapasitesi, “güvenlik” sistemi, NATO sistemi ekseninde şekillenmiştir. Bu gerçeklik, ”TC” nin, NATO’dan kopmasına olanak vermeyen bir gerçekliktir. Doğu devlet despotizmini, emperyal çıkarlarında sistemli hale getiren Putin ile aynı geleneksel despotizmi ABD-AB emperyalist dünya ile iktisadipolitik entegrasyonunda Sünni İslam versiyonu ile buluşturan Erdoğan diktatörlüğü arasında, son gelişmelerle ilişkiler “normalleşse de” Osmanlı –Rus tarihi dahil, yaşanmış savaşlar, ”TC” ile Rusya arasında her zaman tarihi bir gölge olarak durmaktadır. Bu tarihsel verilerin yanında Orta Asya Türkleri, Karadeniz, Kırım, Kafkasya gibi güncelliğini koruyan ve ABD ile “TC” nin çatışmalı ilişkileri akabinde ABD tarafından kullanılacak ilişkiler “TC” ile Rusya emperyalizmi arasında her daim bir gerginlik vesilesi olacaktır. Yani ABD ve AB ile Rusya emperyalist güçleri, “TC” açısından kıyaslandığında, ”TC” nin Rusya ile “kriz” alanları daha tarihsel ve köklüdür
Türk hakim sınıfları faşist iktidarının temsilcisi Erdoğan’ın başkanlığındaki “TC” heyetinin, uçak krizi sonrası ilişkileri
“normalleştirmek” için Rusya emperyalist gericiliğiyle gerçekleştirdiği görüşme içinde barındırdığı birçok meseleden kaynaklı güncelliğini korumaktadır. Gazetemizin önceki sayılarında ifade ettiğimiz gibi, “TC” ile Rusya emperyalist gericiliği arasında sürdürülen bu görüşmeler ”uçak” krizi sonrası gerilen ilişkileri “iyi niyete” dayalı olarak bir “normalleştirme” görüşmelerinden öte Suriye, Ortadoğu, Ukrayna, Kafkaslar, Pasifik merkezli derinleşen emperyalist hegemonya çatışmasının, gerici çıkarlar özgülünde planlanması ve çıkarlar ekseninde “ortaklaşması” görüşmeleriydi. Yani meselenin özünü, ABD, AB ve Rusya emperyalist güçlerinin, hegemonya savaşında karşılıklı gerçekleştirdiği hamleler teşkil etmektedir.
Emperyalist hegemonya savaşının baş aktörleri olan ABD, AB emperyalist ülkeleri ve Rusya emperyalizmi, stratejik ya da konjonktürel olarak ittifak güçleri olan bölgesel gericiliklerle birlikte izlediği her politika, büyük çatışmalar ve gerilimlerle, hegemonya alanlarında uygulanmaktadır. Her emperyalist blok ve müttefiki konumundaki gerici bölgesel güçler(devletler ya da gerici cihadist güçler), kendi çıkarlarını korumak ve geliştirmek için en kirli yöntemleri kullanmaktadırlar, çıkarları dışındaki tüm sosyal ve ulusal güçleri kırımdan geçirmektedirler. Hegemonya çatışmasının ve çıkarların karmaşıklığı, üretilen tüm politikalara yansımakta, emperyalist bloklar arasındaki çatışma ve “uzlaşılardan”, müttefik gerici güçler arasındaki çatışma ve “uzlaşılara” kadar dönemsel ve stratejik olarak yığınlarca “değişkenlik” söz konusu olmaktadır. Bütün bu
ilişkiler içinde, dönemsel olarak bazı “uzlaşılar” yakalansa da emperyalist güçlerin kendi çıkarlarını koruma eksenindeki konumlanmalarında çatışma esas yönü teşkil etmektedir. Yani bölgesel “barış”, ”demokrasi” söylemi altında, gerici emperyalist hegemonya alanlarında üretilen her politika emperyalist güçler veya gerici bölgesel güçler özgülünde savaşlar ve çatışmalar olarak yaşam bulmaktadır. Emperyalist hegemonya çatışmaları başından sonuna kadar tek düze bir gelişim göstererek toplumsal pratiğe geçmemektedir. Reel olarak güçler dengesine ve toplumsal direnç öğelerine göre yığınlarca değişkenlik içermektedirler. Yani uzun süreli belirlenen emperyalist stratejik hegemonya, politik manevra ve ittifak siyasetinde konjonktürel olarak birçok değişimle sosyal pra-
07
tiğe geçmektedir. Bir dönem “müttefik” olan güçlerin, (stratejik müttefiklik dahil) başka bir dönem çatışmalı duruma gelmesi ya da bir dönem “kırmızı çizgilerle ifade edilerek çatışmalar vesilesi yapılan bir politikanın başka bir konjonktürde savunulan bir politika haline gelmesi emperyalist gerici çıkarların bu mantığı içinde anlam bulmaktadır.
Komşularıyla “sıfır sorun” politik hattıyla ticaretin geliştirilmesi, ekonomik bağların güçlendirilmesi, insani-kültürel etkileşimin, turizmin geliştirilmesi vs. temelinde diplomatik ve siyasi planda da “ılımlı” bir atmosfer oluşturularak “barışçıl” yöntemlerle bir hegemonya kurmayı hedefleyen “TC”, ABD’nin sert politikasına karşı bir “itiraz” olarak duruyordu.
Somut bir örnek olarak; AKP-Erdoğan iktidarı, Neo-Osmanlıcı genel çizgisini ABD emperyalist gücüne dayanarak özellikle Ortadoğu özgülünde, kendi çıkarları ekseninde ve gücü oranında somutlamaya çalıştı. ABD ve bu emperyalist gücün inisiyatifinde, AB emperyalist güçleriyle, ”ılımlı İslam’a” model ülke olma idealiyle Büyük Orta Doğu projesinde verilen rolü oynamaya çalıştı. Rusya, ABD-AB merkezli şekillenen emperyalist hegemonya çatışması, ”TC” gibi Suudi Arabistan, Katar, İran, Suriye vb. gibi gerici devletler için kendi çıkarlarını elde etme konusunda önemli fırsatlar olarak görüldü. Özellikle BOP kapsamında ”ılımlı İslam’ın” bu “yeniden” harmanlamada alacağı rol “TC” başta olmak üzere bir çok bölgesel gericiliğin temel stratejisini belirlemiştir. ABD’nin hesabıyla bölgesel gericiliklerin hesabı bu zeminde buluşuyordu. ABD, Sünni İslam dini çizgisinin hakim olduğu ülkeleri ”ılımlı İslam” yani “ihvan-ı Müslim” projesiyle kapitalist dünyaya emperyalist sermayenin “yeni” konseptine uygun olarak entegre etmek ve buralarda ABD-AB emperyalistleri yanlısı rejimleri bu sürece uygun kurma hedefindeydi. Özellikle, emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı krizlerden “çıkmak” için bu politika tarihsel önemde planlanıyordu.
“Ilımlı” yada açık şiddet yöntemleriyle planlanan tüm politikaların özü, emperyalist hegemonya savaşının ayaklarıydı ve özü itibarıyla çatışmalar üzerinden sürdürülebilinirdi. Nihayetinde “ılımlı” yöntemlerle ve arabuluculukla, (Filistin-İsrail çatışmasında olduğu gibi)bölgede emperyalist hegemonyanın rolünü almaya çalışan “TC”, kısa bir dönemde bölgesel çatışmaları derinleştiren emperyalistler karşısındaki pazarlık gücü oranında gerici çıkarlarını, savaş ve çatışma gerekçesi olarak politik hedefine koyan bir hattın en azılı savunucusu oldu. Hamas ve Gazze sorunu bahane edilerek İsraille gerginleşme, Ermenistan ile yaratılan gerginlik ve “Arap baharı” dalgasının çözümsüz halkası olarak Suriye meselesinde aldığı tutum, açık savaş, işgaller tehdidi ve çatışmalar üzerinde şekillenen bir tutum olmuştur. “Ilımlı” ya da açık şiddet araçları üzerine şekillenen her gerici politikanın özü kuşkusuz gerici bölgesel çıkarlardır. Dönemsel olarak farklı politik hat izlemesi, özünü değiştirmez. Dün ABD emperyalizmine dayanarak Neo-Osmanlıcı hayallerini Suriye’nin yağmalanmasında pay kapma telaşıyla somutlamaya çalışan “TC” ‘nin, politik hattındaki “Esad’sız çözüm” sloganı, bu gün Rusya ile “normalleşen” ilişkiler içinde “Suriye’nin toprak bütünlüğü” için Esad’lı “geçiş” dönemine evirilmesi, bu tarihsel verilerle bakıldığında şaşırtıcı değil, dönemsel dengelere göre belirlenen bir siyasettir. Suriye ve Ortadoğu merkezli dış siyasette yaşanan derin tıkanıklık sonucunda özellikle Rojava Kürdistanı özgülünde Kürt ulusu ve bölgedeki toplumsal dinamiklerin kazanımlarını hazmedemeyen “TC” nin dış politikadaki “U” dönüşüyle beraber Rusya ve ABD-AB ile ilişkilerini karşılıklı pazarlık unsuru haline getirerek kendisine bir alan açmaya çalışması sadece dış siyasete yönelik bir hamle değil, aynı zamanda iç siyasete yönelikte, kendi gerici iktidarı açısından yapılan politik bir plandır.
”Ilımlı İslam”, ”model ülke” politikasıyla stratejik müttefik olarak BOP çerçevesinde ABD’nin, ”TC” hâkimiyet sistemi Erdoğan-AKP iktidarı ile yarattığı ortaklık özellikle Ortadoğu sahasında yaşanan derin çatışmalarla bizzat bu politikanın yaratıcıları açısından sorun haline geldi. ABD’nin, Suriye ve İran’a karşı izlediği ağır abluka ve ambargo siyasetine karşı AKPErdoğan iktidarı ”barışçıl” yollarla hizaya getirme siyaseti stratejik ittifakta bozucu rol oynamıştı. ”TC” nin, BM toplantısında Brezilya’yı da yanına alarak İran sorununda ABD’ye “itiraz” etmesini gerici güçlerin çatışmalı durumu açısından tarihsel bir veri olarak hatırlayalım. Aynı durum Suriye meselesinde de söz konusudur.
Devamı sayfa 8-9’da
ÖRGÜTSEL YÖNELİM
≫ refik demir
PROLETER DEVRİMCİLERİN SARSILMAZ MÜCADELE İRADESİ UMUTTUR! arihsel değerde önemli gelişmelerin yaşandığı bir süreçten geçmekteyiz. Yaşanan sürecin bütünlüklü değerlendirmelerine gazete sayfalarımızda genişçe yer verdiğimizden dolayı tekrara düşmemek babında burada değinmeyeceğiz. Fakat şunun altının bir kez daha keskin biçimde çizilmesi gerektiğini belirtmek istiyoruz. Yaşanan süreç öyle rutin yâda genel geçer belirlemelerle geçiştirilecek bir rahatlıkla ve ciddiyetsizlikle asla ele alınamaz. Yâda yine aynı minvalde biçimlenen sürece eski klasik yaklaşım, tarz ve mücadele biçimleriyle cevap olunamayacağı da su götürmez bir gerçekliktir. Her tarihsel sürecin nesnel toplumsal gerçekliklerine göre siyaset, taktikler ve mücadele biçimleri geliştirilmek durumundadır. MLM’nin yaşayan canlı ruhu bizlere bunu emretmektedir. MLM’nin temel evrensel doğrularından olan somut koşulların somut tahlilinin öğrettiği de tam da budur. Bu bilimsel devrimci gerçeklikler dışında örülen her türlü siyaset ve pratik’in sınıf mücadelesi gerçekliği karşısında hiçbir geçerliliği yoktur. MLM’nin 150 yılı aşkın bilimsel serüveni ve tecrübeleri bu noktada yığınca deneyimle doludur.
T
Toplumsal gelişmeler karşısında devrimci ve komünistler hiçbir şartla kendiliğindenci, atıl ve umutsuz bir düzlemde olamazlar. MLM’nin bilimsel kılavuzluğunu ve zorunluluğunu kuşanarak her toplumsal sürece göre konumlanmak ve ezilen kitleleri siyasal iktidar mücadelesi perspektifi ile ileri taşımak durumundadırlar. Bugün içinden geçmekte olduğumuz süreç gibi en koyu karanlık günlerde bile devrimcilerin umut ışığı ve geleceği kazanma düşleri diri olmak zorundadır. Bu öylesine içi boş ajitatif bir belirleme değildir kesinlikle, tamda devrim ve komünizm yürüyüşümüzün bilimselliğini en berrak biçimde özetleyen bir doğrudur. En koyu karanlıkta mum ışığı kadar bir aydınlık varsa orda umut ve gelecek var demektir. Yaşanan süreç ve koyu karanlık günler asla bizleri umutsuzluk ve karamsarlığa düşürmemelidir. Süreç karşısında sorun teşkil eden, sürece cevap olamayan politik ve örgütsel hattımızdaki bütünlüklü olumsuzlukları ve eksiklikleri görüp gerekli devrimci müdahalelerde bulunarak devrimci hazırlıklar yapıp kitlerle birlikte devrim umudunu ilmek ilmek örmek durumundayız. Belki bugün pratik gerçekliğimiz ve politik etkimiz istenilen düzeyde değildir. Fakat bu durum asla bizleri karamsarlığa vs sürüklememelidir. Bütün dezavantajlara rağmen bizleri devrimci kılan, umutlu kılan ve gelecek güzel günlerin düşünü muştulayan proleter öncünün berrak devrim ve komünizm yürüyüşünün sarsılmaz inancı ve iradesi vardır. Ki dağların zirvelerinde umudu kuşanarak geleceği örgütleyen komünizmin kızıl savaşçıları bizleri umutsuzluk ve karamsarlığa karşı devrimin kızıl mevzilerine akmaya ve devrimci cüreti kuşanmaya çağırıyorlar, Görev bu devrimci çağrıya tereddütsüzce cevap olmaktır. Komünizm savaşçılarının ve proleter öncünün çağrısına cevap olma meselesi öyle kaba/mekanik yada tek düze bir anlayışla sadece belli mücadele alanlarıyla kendini sınırlayan bir içerikle asla ele alınmamalıdır. Çağrıların muhtevası esas/tali diyalektik bağlamı düzleminde sınıf mücadelesinin bütün özgün alanlarında siyasal iktidar perspektifi ile önderleşmeyi ve özneleşmeyi emretmektedir. Bu boyutu ile mücadelenin hiçbir alanını küçümsemeden ve ötelemeden devrimci sınıf bilinciyle ilişkilenmeyi ve her mücadele alanını proleter devrimin bir mevzisi haline dönüştürmeyi ifade etmektedir.. Bu devrimci düzlemin dışında sınıf mücadelesini ele alanların niyetlerden bağımsız olarak son tahlilde devrim hareketini zayıflattıkları su götürmez bir gerçekliktir. Proleter devrimcilerin sınıf mücadelesine, araçlarına, yol ve yöntemlerine bakış açıları oldukça ileri bir noktada durmaktadır. Görev bu berrak devrimci siyaseti bütünlüklü olarak kavrayarak toplumsal mücadelede ete kemiğe büründürmek ve kitlelerde maddi güce dönüştürmektir.
08
dünya analiz
1-15 EYLÜL 2016 Halkın Günlüğü
“TC”, ABD, AB ve Rusya Denkleminde Politik Baştarafı sayfa 6-7 Rusya, ABD, AB Emperyalist Güçleri Denkleminde Politik İlişkiler Ve Eksen Kayması Tartışmaları! ‘Suriye politikası özellikle ABD‘nin PYD-YPG ile olan ilişkisi ve 15 Temmuz darbe girişimi gibi temel konularda ABD ve AB’nin tutumu karşısında Rusya emperyalist gücüyle “TC” nin “normalleşen” ilişkileri beraberinde “TC”, NATO ittifakıyla yollarını ayırır mı?’ tartışmalarını gündemleştirmişti. ABD ve AB emperyalist güçleriyle gerginleşen ilişkiler karşısında Rusya ile “normalleşen” ilişkiler, ”TC” ‘nin Şangay Beşlisi örgütüne yönelmesi, ABABD emperyalist bloğu karşısında Rusya, İran, ”TC” yakınlaşması kalıcı bir ittifaka dönemi tartışması Erdoğan, Putin görüşmesi akabinde gündemleştirilen bir tartışmadır. “TC” nin eksen değiştirmesi tartışması altında gündemleştirilen bu konu ne kadar reel ne kadar güncel ve ne kadar imkânlı sorunu meselenin özünü açıklayacaktır. “TC” nin kuruluşundan bu yana batılılaşma hedefiyle önüne koyduğu iktisadi, politik ve iktidar niteliğini, bu hedefe göre şekillendirdiği bir süreçten vazgeçip Rusya’nın önderliğini yaptığı Şangay Beşlisi örgütüne dahil olması ne kadar olanaklı bir durumdur? Bütün bu soruların özgülünde gündemleştirilen tartışmanın “TC” açısından güncel bir tercih olmaktan öte ABD-AB emperyalist güçleriyle ilişkilerini terbiye etme maksatlı olduğunu hemen başından belirtmek gerekir. Kuşkusuz emperyalist güçler ve gerici bölgesel “müttefikleri” arasında stratejik veya dönemsel kurulan hiç bir ilişki ve birlik baki değildir. Gerici çıkarların merkezileştiği her gerici kurum bileşenleri bağlamında dönemsel ya da stratejik olarak değişikliklere uğrayabilir. Bu genel doğrudan öte “TC”nin, NATO ve Şangay denkleminde bir eksen değişikliğine gitmesi imkânsız olmasa da güncel olarak olası bir durum değildir. Bunun tarihsel, iktisadi, politik, kültürel olarak birçok nedeni vardır. Bu tarihsel gerçekliğe karşın bu tartışmanın gündemleştirilmesi hem “TC”nin, ABD ve AB karşısındaki diplomatik pazarlığı ve hem de dönemsel olarak içine girdiği bazı ilişkilerin sonucu olduğu açıktır. Yoksa Suriye ve Ortadoğu politikası başta olmak üzere dönemsel bazı “ortaklaşmaların” ötesinde bir eksen kayması
beklemek, somut olarak güncel bir ihtimal değildir. Neden? Öncelikle iktisadi olarak komprador kapitalist tekelci sermayenin, ABD ve AB ile tarihsel ve güncel bir ilişkisi “TC” açısından bağlayıcı bir öğedir. Burjuva devlet gücü olarak siyasal iktidarlar büyük sermayenin bekçileri konumundadırlar. Bu nitelikten dolayı ABD ve AB emperyalist güçlerine entegre olan komprador kapitalist tekelci sermayenin bir tercih değişikliği olmadığı sürece (ki bu tercih niyetlerle değil, somut bağlayıcı iktisadi ilişkiler tarafından belirlenmektedir) AKP-Erdoğan iktidarının, böyle bir değişikliğe gitmesi olası değildir. “TC” açısından bağlayıcı iktisadi ilişkilerin yanında devletin şekillenen niteliği, askeri gücü, askeri teknik kapasitesi, “güvenlik” sistemi, NATO sistemi ekseninde şekillenmiştir. Bu gerçeklik, ”TC” nin, NATO’dan kopmasına olanak vermeyen bir gerçekliktir. Doğu devlet despotizmini, emperyal çıkarlarında
sistemli hale getiren Putin ile aynı geleneksel despotizmi ABD-AB emperyalist dünya ile iktisadi-politik entegrasyonunda Sünni İslam versiyonu ile buluşturan Erdoğan diktatörlüğü arasında, son gelişmelerle ilişkiler “normalleşse de” Osmanlı –Rus tarihi dahil, yaşanmış savaşlar, ”TC” ile Rusya arasında her zaman tarihi bir gölge olarak durmaktadır. Bu tarihsel verilerin yanında Orta Asya Türkleri, Karadeniz, Kırım, Kafkasya gibi güncelliğini koruyan ve ABD ile “TC” nin çatışmalı ilişkileri akabinde ABD tarafından kullanılacak ilişkiler “TC” ile Rusya emperyalizmi arasında her daim bir gerginlik vesilesi olacaktır. Yani ABD ve AB ile Rusya emperyalist güçleri, “TC” açısından kıyaslandığında, ”TC” nin Rusya ile “kriz” alanları daha tarihsel ve köklüdür. Bütün bunların yanında Kürt ulusal mücadelesi başta olmak üzere ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesine karşı yaklaşım “TC” nin eksenini belirle-
mede ana etkendir. Rojava ve Güney dahil, bölünmüş Kürt coğrafyasında, Kürt ulusunun ulusal haklarına dair her gelişme, ”TC” için bir “bölünüpparçalanma” fobisi olarak algılanmaktadır. Bu fobiyi, özellikle NATO çatısı altındaki konumuyla “birliğini” koruma şemsiyesi haline getirmektedir ve ABD ile AB ilişkilerini bu bağlamda stratejik amaçları için gerekli görmektedir. Özellikle Irak ve Suriye’de yaşananlar, “TC’’ birliğini” NATO ve ABD-AB emperyalist güçleriyle ittifakın devamında olanaklı olacağı algısını güçlendirmiştir. ABD’nin, uzun vadeli stratejik planlarının bir içeriği de, genel olarak Avrasya’da ve özel olarak da Afganistan, Mısır, Ukrayna üçgeninde etnik çatışmalara dayanarak yeni sınır statükoları oluşturmaktır. Bu yeni sınır statükoları, Ortadoğu ve özelde Kürdistan için politik bir sonuç yaratacaktır. Uzun vadede “TC” açısından bu bir risk olsa da güncel olarak Kürt sorunu dâhil, birçok konuda “birlik” hedefini, “TC”,NATO gücüyle yan yana
1-15 EYLÜL 2016 Halkın Günlüğü
dünya analiz
09
Gelişmeler ve “Eksen Kayması” Tartışmaları! mikleri hedef alan “terörle mücadele konseptiyle” birleştirildi. İç ve dış politikadaki diyalektik ilişkinin gereği olarak dış siyasetteki sıkışmışlığı, ”yeni” bir politik argüman ve stratejik veya konjonktürel ittifak ilişkileriyle sürdürmek durumundaydı. İsrail’le Roma anlaşması, Rusya ile “normalleşme”, Esad yönetimiyle el altından görüşmeler ve İran’la “yakınlaşmalar”, bu politik “değişikliğin” ürünüdür. “TC”nin askeri, iktisadi kapasitesi ile güttüğü dış politika arasındaki derin çelişki, AB, ABD ve Rus emperyalizmi ile derin sürtüşmelere dönüştüğünden, dış politikada yaşadığı “U” dönüşünü, emperyalist güçler arasındaki çelişkileri kullanarak elini güçlendirme yöntemine gitmesi, Rusya emperyalizmine “yakınlaşmasının” ana sebebidir. Yani sorun bir “eksen kayması” değil, dönemsel olarak dış politikasına alan açma çabasıdır. ABD ve AB emperyalist güçlerinin, Ukrayna, Kafkaslar ve Karadeniz sahasında NATO’nun konumlanmasıyla Rusya’yı sarmaya çalışması, İran’a ambargoyu kaldırıp özellikle enerji konusunda Baltık üzerinden planlanan “ortaklık” Rusya’yı da “TC” gibi ABDAB emperyalist güçlerinin “stratejik müttefiki” olan güçlerle ilişkiler geliştirmesini zorlamıştır. Bugün “TC” ile Rusya, ABD ve AB emperyalist güçleri arasında gündemleşen politik ilişkiler, bu gerici çıkarların karşılıklı hamleleri içinde bir yere oturmaktadır. kalmakta garanti altına almaktadır. Bütün bunlar değerlendirildiğinde, ”TC” açısından bir eksen kayması, güncel bir tercih değildir. Peki bu gerçekliğe karşın bu tartışma ile hesaplanan politik hedef nedir?
“TC” nin İflas Eden Bölge Siyaseti, Dış Politikadaki “U” Dönüşü ve Neo-Osmanlıcılığın “Yeniden” Dizaynı! Neo-Osmanlıcı hayallerle, Ortadoğu ve Suriye’de rol almaya çalışan “TC”, bu politikanın emperyalist güçlerin çıkarlarıyla çatışması akabinde, kısa sürede ABD ve Rusya gibi emperyalist kampların temsilcileri dahil, İran, Suriye, Irak, İsrail ve Mısır gibi bölgesel güçlerle çatışmalı hale geldi. Yolunda gitmeyen AB ilişkileri ve Erdoğan-AKP iktidarına karşı geliştirilen tavırlar, bu durumun “TC” açısından sürdürülebilinir olmadığını göstermiştir. Suriye’deki gelişmeler, Rojava
Kürdistan’ının kazanımları, TürkiyeKuzey Kürdistan’daki ulusal ve sosyal kurtuluş davasıyla birlikte ”TC” yi zorlayan bir durumdu. Bütün bunlara “TC” egemenlik sistemi içindeki gerici klik dalaşları ve görece var olan iktisadi “istikrarın” bozulması eklenince AKPErdoğan iktidarı dünün birçok “kırmızı çizgilerinden” vazgeçmek zorunda kalmıştır. Davutoğlu’na yapılan darbe, MHP iç muhalefetinde Bahçeli’ye verilen destek CHP nin “milli çıkarlarla” geri muhalefetinde dahi terbiye edilmesi ordu ve devlet içindeki “temizlik” operasyonları iç ve dış politikada başarısız olmuş bu süreçten çıkma hamleleridir. İç politikada tehlike haline gelmiş Gülen cemaatine karşı, “Ergenekoncu, Balyozcu” diye yargılanan ulusalcı Kemalist klikler yapılan “ittifak”, ”milli menfaatler” manipülasyonu ile CHP ve MHP gerici burjuva siyasal çizgilerle birleşerek Kürt ulusu başta olmak üzere ulusal ve sosyal toplumsal dina-
Biden’in Ziyareti ve Terbiye Edilmeye Çalışılan ABD-“TC” İlişkileri! “TC” ordusunun IŞİD’le mücadele adı altında Cerablus’u işgal etmesinin saatler sonrasında Türkiye’ye gelen ABD başkan yardımcısı Jeo Biden, bu ziyaretiyle, ”Fırat Kalkanı” adı verilen işgal operasyonunun bir parçası olduğunu ifade etmekle kalmamış, bölgesel çıkarlarını ”TC” gibi bir müttefik güç üzerinden hayata geçireceğini deklere etmiştir. Cerablus işgali IŞİD’in geriletilmesinden çok Suriye’nin, ABD, Rusya merkezli yaratılan konsepte göre dizayn edilmesi işgalidir. Bu dizaynda “TC” ye de bir rol verilmiştir. Özellikle YPG-PYD’nin özgülünde, Rojava Kürdistan’ının kazanımlarını sınırlamak, Rojava, Kobane ve Afrin kantonlarının birleşmesini engellemek, Rusya ve ABD emperyalist güçleri başta olmak üzere Esad ”TC”, İran gibi gerici bölgesel güçlerinde çıkarı-
nadır. ABD ve Rusya’nın “anlaştığı” planlanan “yeni” Suriye projesinde, ”Ilımlı muhalifler” (ki bunlar AKP-Erdoğan gericiliğinin desteklediği, El Nusra, ÖSO gibi cihadist güçlerdir) ve Esad yönetimi merkezli bir yapılanmaya gidilmektedir. Bu yapılanmada, statüsü geniş bir Kürt gerçekliği, emperyalistler açısından sorun teşkil etmektedir. Emperyalistlerin bu siyaseti, “Fırat’ın Doğu yakasına çekilsinler” diye ısrar eden “TC” nin siyasetine uygun hale getirilerek hem “TC”nin PYD-YPG’ye saldırısının zemini hazırlanmakta bu vesile ile Kürtlerin kazanımları sınırlanmakta ve akabinde de “TC” ile ABD nin YPG üzerinde gerilen ilişkileri onarılmaktadır. Son tahlilde “TC” ABD, AB ve Rusya arasında karşılıklı gerici çıkarlar ve bu gerici çıkarların pazarlanması ekseninde üretilen politikalar, yeni işgaller, mazlum uluslar ve ezilen halklara karşı boyutlanan saldırılar olarak şekillenmiştir. Gerici güçlerin ürettiği her politika yeni gerilimler ve savaş vesilesidir. “Yeniden” dizayn edilen Suriye ve Ortadoğu, bu gerici savaşın ana üssü olmuş durumdadır. Bu süreç, gerici güçlerin hegemonya amaçlarında bir istikrar yaratmayacaktır. Her işgal ve askeri müdahale, yeni bir çatışmayı tetikleyen bir rol oynamaktadır. Bu sürecin en ağır faturası kuşkusuz Kürt ulusu başta olmak üzere ilerici sosyal toplumsal dinamiklere ödetilmek istenmektedir. Cerablus işgaliyle IŞİD’e karşı askeri bir güç olarak “ittifak güç “ ilan eden Kürtler, ABD tarafından, gerici çıkarları gereği, faşist Türk ordusunun hedefi haline getirilmiştir. Ortadoğu ve Suriye’de, emperyalist çıkarlar için katliam seferlerine çıkan bu gerici ordu, Türkiye-Kuzey Kürdistan sahasında da, emperyalist güçlerin icazetiyle açık faşizm koşullarını uygulayacaktır. Geliştirilen “terörle mücadele” konsepti ulusal ve sosyal devrimci muhalefeti esasta hedef almaktadır. Belli dönem, aynı cihadist özden beslenen gerici güçlerle çatışması meselenin esas yanı değil, bu gerici güçleri denetimi altına almak maksatlıdır. Emperyalist ve bölgesel gericiliklerin, Ortadoğu, Suriye, Irak, Türkiye-Kuzey Kürdistan mazlum ulusları ve ezilen halklarını boğmaya çalıştığı bu gerici savaş konseptinde, anti-emperyalist, anti-faşist, anti-kapitalist, anti-feodal toplumsal dinamiklerin karşıdan bir cephe örmesi, devrimci savaşın güncel görevlerindendir.
10
güncel
1-15 EYLÜL 2016 Halkın Günlüğü
Yenikapı’daki gerici “milli birlik ve irade” Erdoğan/AKP iktidarının, darbe girişimi baskılanmasıyla, yanına çektiği diğer burjuva gerici kliklerle oluşturduğu “milli birlik”, Kürt ulusu, Aleviler, sömürülen sınıflar ve ezilen tüm halklarımıza, ”tek bayrak, tek millet, tek devlet ve tek din” paradigmasına dayalı gerici hâkimiyet çizgisinin, faşizmle dayatılmasıdır. Ezilen halklarımız, Kürt ulusu, Alevi toplumu başta olmak üzere, sömürülen, ezilen ve asimile edilen halk katmanlarına, deli gömleği giydirmeye çalışan Ulusalcı Kemalistlerle buluştukları ortak payda budur. Darbe girişimi sonrası, ”iç barış” çağrıları, özünde, ezilen halklarımıza, mazlum uluslara ve ezilen inanç guruplarına karşı boyutlandırılacak gerici savaş çağrısıdır. CHP ve MHP destekli “milli birlik ve irade” beyanında, ezilen halkların payına düşen budur. Olağanlaştırılan OHAL uygulamalarıyla, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, kır ve şehirlerde başlatılan yeni operasyonlar, ”TC” nin, savaşı boyutlandırma hamleleridir. Yenikapı’da düzenlenen sözde “demokrasi şöleni”, toplumun devrimci dinamik örgütlenmelerine, en barbar ve vahşi yöntemlerle saldırma deklarasyonudur aynı zamanda “TC” egemenlik sistemi içindeki gerici burjuva klik dalaşının, gerici yöntemler ve kirli silahlarla açık çatışmaya dönüştüğü 15 Temmuz darbe girişimi ve bunun karşısında gerçekleştirilen, AKP-Erdoğan hâkim iktidarının, karşı darbesinin siyasal süreci olarak, “Darbeye karşı milli birlik ve irade” beyanıyla düzenlenen Yenikapı mitingi, faşist egemenlik sisteminin, gerici siyasal süreçlerini inşa etmek için ürettiği politikalarının pazarlandığı bir alan oldu. AKP-Erdoğan faşist diktatörlüğünün, iç ve dış siyasette yaşadığı çıkmazlara dayalı “krizi” aşmak amacıyla, uzun vadeli ve dönemsel ihtiyaçlarına kan taşımak için kullandığı, “demokrasi nöbeti” gösterilerini, Yenikapı mitingiyle, kitlesel bir “güce” dönüştürerek, hem gerici siyasal süreçlerine alan açmak istemiştir, hem de, gerici klik dalaşında rakiplerine gözdağı vermiştir. Dönemsel pragmatik çıkarların ve devletin iktidar kurumlarında yaşanan ciddi sorunların yan yana getirdiği, AKP-Erdoğan, CHP ve MHP’nin, ecdat edebiyatı üzerinden yemine dönüştürdükleri “milli birlik ve irade” “şöleni”, darbeye karşı, burjuva içerikteki de-
mokrasi anlayışını dahi savunmaktan uzak olduğu açıktır. İktidar dalaşında, bir gerici kliğin darbesi, başka bir gerici kliğin darbesinin oluşmasına zemin olmuştur ve AKP-Erdoğan iktidarı, bunu avantaja dönüştürerek, hâkimiyetini güçlendirmektedir. Yani gerici karşıtının lanetlendiği Yenikapı mitinginde, lanetleyenlerde, aynı ideolojik özden beslenen lanetlilerdi. Yenikapı mitinginin bu anlamıyla “tarihsel” bir niteliği olduğu açıktır. Ezilen halklara ve mazlum uluslara karşı, tüm gerici yönetsel aygıtları, militarize güçleri ve kontra örgütlemeleri, vahşi bir suç organlarına dönüştüren gerici egemenler, gerici çıkarlarının çatışması akabinde, kirli ittifaklarının bittiği ve kendi içinde “yeni” ittifak güçlerinin oluştuğu bir zeminde, “mağduriyet” edebiyatlarıyla, biriken suçlarından kurtulmaya yönelik oluşturdukları algı, sadece geri kitlelerin desteğini arkalarına almak mantığıyla sınırlı değildir. Aynı zamanda, gerici hâkimiyetlerini, sürecin ruhuna uygun, faşist niteliklerine göre inşa etmek maksatlıdır. Bu anlamıyla, Yenikapı’da, “bayraklaştırılan” “milli birlik ve iradenin” özü de budur.
Faşizmin bir egemenlik aracı olarak “milli birlik ve irade’’ Sömürülen sınıflar ve ezilen halklar üzerinde, gerici sınıfların bir egemenlik aracı olan burjuva devletin, gerici klik çatışmalarından, ya da, ilerici devrimci sınıf savaşının gücüyle, kurumsal özelliğinin zayıflaması durumunda, gerici hâkim sınıfların kullandığı en etkili “silah”, “millî menfaatler” olmuştur. Burjuva gerici tüm devletlerin tarihi bu konuda zengin örneklerle doludur. Faşizmin kurumsal niteliği olan “TC” de tarihi boyunca bu argümanları, şovenist tarzda en etkili kullanmıştır-kullanmaktadır. Tarih boyunca, hâkim olan her gerici klik, devleti ve halkı kendi mülkiyeti görerek, yarattığı atmosferle, “vatan, millet, bayrak, milli şuur-çıkar” siyasetiyle, kendi gerici ideolojisini kitlelere dayatmıştır. “Milli menfaatler” ile egemen sınıflar içindeki gerici klikleri, sürece yedeklemek ve bura üzerinden geri kitleleri etkilemek konusunda en etkili silah, yine “vatan, millet, bayrak ve din” silahıdır. AKP-Erdoğan diktatörlüğü de, temsil ettiği hâkim klik çıkarlarına göre bu kirli silahı en etkin biçimde kullanmaktadır, kullanacaktır. Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarının, burjuva sistem organları dâhil, her toplumsal kategorideki temsil iradesi yok sayılarak, AKP-Erdoğan gerici ideolojik çizgisinde sistemli hale gelen, dinci, milliyetçi ideoloji, geniş olanaklar kullanılarak, alana getirilen “geri kitleler” üzerinden tüm topluma, bu mantıkla dayatılmıştır. Burjuva manadaki “çoğulculuk, demokratik, laik” yaklaşımların dahi, “darbeci-darbe karşıtı” kamplaşması üzerinden bir baskılanmaya dönüştürüldüğü bir ortamda, gerici burjuva kategoride dahi, bir iradeden söz edilemez. AKP-Erdoğan iktidarı da, bu baskılanma ile kendi iradesini, ideolojik gerici argümanlarla formüle ederek ikame etmiştir ve Yeni kapı mitinginde, kendi sürecine
“yeni” bir kapı aralamaya çalışmıştır. “Allah’a havale edilen hâkimiyet bayrağının altında, millete havale edilen egemenlik” söyleminin altında yatan gerçek budur. “TC”nin geleneksel tekçiliği ve şovenist gerici statükoculuğu üzerinden dayatılan tüm gerici politikalar, iç ve dış siyasette, Kürt ulusu başta olmak üzere, sosyal ve ulusal kurtuluş davasını, ilerici toplumsal dinamikleri hedef alan planlarla birleşerek, dış politikada, bazı emperyalist gerici güçlere “karşıtlık” üzerinden, tarihsel ve tekçi hamaset söylemlerle alan gerici silahlarla dövülmüştür. Tarihsel siyasal sosyolojisi, milliyetçilik, bayrak, vatan, ırkçılık, tekçilik gibi gerici ideolojiyle melezlenmiş, diktatörlük kurumu “TC”nin, özgürlük adına bir irade, tescil etmesi, onun sınıfsal karakterine aykırıdır. İster Paşaların muhtıralı iradesi olsun, ister ulemalarına fetvaları olsun... “milli” şuurla gündemleştirilen tüm siyasal süreçlerinde inşa edilen, gerici faşist hâkimiyettir.
Bu “milli birliğin” temeli, Türk ırkçılığı ve Sünni İslam merkezli dini gericiliktir! Sünni İslam-Türk ırkçılığı paradigmasının mevcut formülasyonu olarak “milli irade ve birlik”,gerici ideolojinin dışındaki sosyal ve ulusal toplumsal dinamikleri, en barbar yöntemlerle hâkimiyet altında tutulması gereken toplumsal kesimler olarak görmektedir. Camiler ve imamlar vasıtasıyla, tekbir sesleriyle günlerce tekrarlanıp, Yenikapı mitingine taşınan salalar, Sunni İslamcılığa dayalı Türk ırkçılığıdır. AKP-Erdoğan merkezli bu “milli irade”, temsil ettiği sermayenin, mezhepçi, şovenist, ırkçı tarzıdır ve ezilen halklar, sömürülen sınıfların dünyasıyla yakından uzaktan alakası yoktur. Ezilen halklar ve sömürülen sınıflar nazarında, gerici sınıfların hâkimiyet ideolojisi olan bu kavramın, Yenikapı mitinginde, AKP-
Erdoğan diktatörlüğü başta olmak üzere, sürece gerici sınıf çıkarları gereği dâhil olan MHP, CHP ve tüm gericilikler tarafından öne çıkarılması, kuşkusuz kapsamlı bir hesabın sonucudur. AKP-Erdoğan iktidarı,”milli birlik” temelinde, dün çatıştığı tüm gerici güçlerle “barışma” siyasetiyle karşı karşıya kaldığı ve “TC” nin hâkimiyet kurumlarında ciddi bir zaaf yaratan birden fazla sorunu göğüslemek, etkisizleştirmek ve iktidarında merkezileşme ekseninde, diğer güçleri tasfiye etmek istemektedir. İç ve dış politikada yaşanan handikap ve yalnızlık, AKP-Erdoğan diktatörlügünü, dün karşı olduğu güçlerle ittifak ekseninde “yeni” bir stratejiye zorlamıştır. Yenikapı mitinginde, ”iktidar, muhalefet ve halk bir aradadır” görüntüsü bunun için verilmiştir. Kürtler başta olmak üzere, ulusal azınlıklara, Aleviler başta olmak üzere, diğer inanç guruplarına, işçi Sınıf ve ezilen halklara karşı, şiddet, baskı, asimilasyon, inkâr ve imha dayatan beyanların ekseninde, ilan edilen “milli birlik”, darbeleri durdurmaktan öte, geliştirilen AKP-Erdoğan darbesine, yasal ve bürokratik zemin açmak içindir.15 Temmuz darbe girişimi sonrası, AKP-Erdoğan iktidarı tarafından gerçekleştirilen tutuklamalar ve görevden alınmalar sonucunda, hem devletin kurumları ciddi anlamda zayıflamıştır, emde AKP nin, bürokrasi, Ordu ve yargı içindeki gücü, güvensizlik ekseninde zayıflamıştır. Hem iç ve dış politikadaki çıkmazı ve hem de devlet içindeki bürokrasideki dağınıklığı engellemek için, düne kadar “düşman” gördüğü klik temsilcileriyle, dönemsel ihtiyaç gereği, kısmi ittifaklara dayalı bazı adımlar atması, belirlenen bu stratejik planın ayaklarından biridir. Tamda böyle bir kesitte “milli birlik ve irade” klişesi, gerici güçlerin en ciddi ihtiyacıdır. Bu stratejik plan ile AKP-Erdoğan iktidarı, bir yandan ilan edilen OHAL ile elde edilen yasal yetkiler en etkili kullanılırken, diğer yandan darbeciler ile girdiği çatışmada, cepheyi genişletmemek için, parti içinde ve bur-
güncel
1-15 EYLÜL 2016 Halkın Günlüğü
11
ye cevabımız, birleşik devrimci savaştır!
juva siyasal alanda var olan “muhaliflerle”, “ateş-kes” ilan etmiştir. Kapitalist sermaye, dincilik, ulusalcılık, milliyetçilik gibi ideolojik çizgi, AKP, CHP ve MHP gibi gerici burjuva Partilerin ortak noktalarıdır. Ve tüm gerici çatışmalar içinde asıl ideolojik dokularına rücu ederek, “millî birlik ve irade” beyanıyla, Yenikapı, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün dönemsel stratejisi olarak, CHP ve MHP yi,”milli menfaatler” ekseninde teslim almıştır. Yenikapı bu dönemsel stratejideki “uzlaşının”, “gövde gösterisi” olmuştur. Yeniden tesis edilmeye çalışılan devlet bürokrasisi ve Ordu, Polis içindeki paylaşımın yanında, karşılıklı kontrollü bazı tavizler üzerine oluşturulan bu ” uzlaşının”, temeli ırkçılık, ulusalcılık ve cihadistliktir. Bu sadece üst yapısal bir proje değil, siyasal, sosyal ve ekonomik altyapısı olan bir projedir. Bu proje aynı zamanda, AKP-Erdoğan iktidarının, daha önce belirlediği stratejik planlardaki bazı değişiklikleri de ifade etmektedir. İç ve dış siyasette belirlediği yönelimlerin ilerleyemediğini gören ErdoğanAKP iktidarı, kerhende olsa değişikliğe gitmiş ve dönemsel stratejinin bir parçası olarak “yeni” bir yol belirlemiştir. Karşılıklı gerici güçlerin dönemsel “ittifakı” olarak, CHPMHP ile birlikte, Ulusalcılık-Kemalizm ekseninde bir ortaklaşmaya gitmiştir. Çünkü yaşanan gerici iktidar dalaşı ve çatışmanın kapsamı, devletin hâkimiyet kurumlarında belli bir restorasyon yaparak aşılacak bir mesele değildir. Ordu, yargı, bürokrasi, basınyayın, eğitim, sağlık vb. alanlarda yaşanan dağınıklığı aşmak, restorasyondan öte, reorganizasyonu zorunlu kılmaktadır. Buda, devleti-aliyenin bekası için, gerici egemen güçler içinde, daha geniş bir “ittifakla” aşılabilecek bir meseledir. Erdoğan-AKP iktidarının, temsil ettiği kliğin stratejik hedeflerini esnetip, Ulusalcı-Kemalist kesimleri de içine alarak yeni bir yol haritası belirlemesi, bu reorganizasyonun zorunlu sonucudur. Ulusalcı-Kemalistlerinde, Erdoğan-AKP iktidarıyla “ittifak” zemini, aynı biçimde dönemsel stra-
tejik planlarının bir sonucudur. Bu “yeni” kavram, devletin yönetsel aygıtlarına, dikta bir rejimin devamlılığı ve kurumsallaşması olarak yansıyacaktır. Âmâ bu yeni konseptin, ileride daha derin çatışmaları yaratacağı, ayrı bir gerçektir. Ne ulusal-Kemalistlerin Erdoğan-AKP iktidarına tarihsel kini bitmiştir, nede Erdoğan-AKP, esas stratejik planlarından vazgeçmiştir. Gerici güçlerin bu dönemsel “ittifakı”, daha derin çatışmalara ve farklı siyasal sonuçlara gebedir.
Bütün Bunların Sonucu Olarak, Hâkim Sınıfların Yenikapı Mesajları! Erdoğan-AKP iktidarı, CHP, MHP merkezli gerici sınıflarla yakaladığı “birlik” zemini üzerinden, sadece egemen güçler arasında yaşanan derin çatışmalara cevap vermemiştir. Kürt ulusal mücadelesi başta olmak üzere, ulusal ve sosyal kurtuluş davalarını ezmek, bu haklı davanın, dinamik toplumsal dayanaklarını dağıtmak için belirlenen stratejik planların yanında, ABD-AB merkezli uluslararası emperyalist güçlere de, bir mesaj vermeyi, Yenikapı mitinginin özel gündemi yapmıştır. Özellikle Rusya ile geliştirilen ilişkiler sonucunda, eksen kayması üzerinden pazarlanan durum, esasta ABD-AB den kopmama biçiminde deklere edilmiştir. ABD-AB emperyalist güçlerine verilen mesaj, hem serzeniş, hem yalvarma, hem de diz çökerek yapılan “sert” eleştiridir. ABD-AB nin, AKPErdoğan iktidarına, çıkar çatışması üzerinden şekillenen eleştirilerine, ”Biz AKP olarak değil, Türk siyaseti olarak darbeye karşıyız. CHP ve MHP ile ortaklığımızın referansı Atatürk’tür. Cumhuriyetin kurucu değerleri ve laiklik ana ilkelerimizdir” mesajıyla cevap, ABD-AB ilişkilerinde, sadece kırılan ilişkileri düzeltmek değildir, aynı zamanda bazı pazarlıklarla elini güçlendirme çabasıdır. Rusya ziyareti öncesi, Yenikapı’da verilen bu mesaj,
ABD-AB ve Türk hâkim güçleri arasında hızlanan diplomasi trafiği olarak şekillenmiştir. Uluslararası kredi derecelendirme kurumu Moody’s un, darbe girişimi sonrası, Türkiye’yi izlemeye aldıktan sonra, diplomatik alanda sürdürülen pazarlıklar sonucu, Türkiye’nin kredisini düşürmeyip, yatırım yapılabilir ülke seviyesini koruması, ABD-AB ve Türk hâkim sınıfları arasındaki “stratejik dostlukların”, bir vesile ile birbirlerine hatırlatmalarının sonucudur. Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarının desteği manüpilasyonu ile 81 ilde miting yalanıyla formüle edilen “toplumsal destek” mesajının arka planında, yeniden reorganize edilen faşist egemenlikte, ezilen halklara verilen rol, devletin egemenlik aracı olarak, baskı, sömürü ve şiddettir. En basit anlatımla, Faşist “TC ”’nin ordusu başta olmak üzere, tüm hâkimiyet kurumları yeniden yapılandırılıyor. Bu yapılandırmada sorun sadece “FETOPDY” mensuplarının, ordu, polis, bürokrasi, eğitim, sağlık başta olmak üzere birçok kurumdan tasfiye edilmesi değildir. AKP-Erdoğan iktidarı, başarısız darbe girişiminin yarattığı avantajla, köklü bir yapılandırmaya gitmektedir. Sermayenin uluslararası emperyalist tekellerin ekonomisine entegre edilmesi, yine uluslararası emperyalist güçlerin bir trendi olarak, Ordunun küçültülüp profesyonelleştirilmesi, polis gücünün, özel birim ve yasal zırhla etkinleştirilmesi, Milli savunma üniversitelerinin kurulması, Kara, Hava, Deniz kuvvetleri başta olmak üzere, jandarma, sahil güvenlik gibi kurumların, Milli Savunma Bakanlığı ve İç İşleri bakanlığına bağlanması, MGK yapısının değiştirilmesi, Adalet, Sağlık bakanlıklarına özel yetkilerin verilmesi, bütün bunların Genelkurmay ve MİT üzerinden Cumhurbaşkanına bağlanması, HAL yönetiminin “yasal” dayanağı olan Kanun Hükmü Kararnamelerle, yeniden yapılandırılıyor. Bu yapılandırma, darbelerin önünü kapatma gerekçesi üzerinden yapılsa da, esas sorun “darbeleri engelleme” değildir. Darbe girişimi üzerinden, “TC” gerici hâkim güçlerine göre, ekonomik ve politik süreç dizayn edilmektedir. “TC” tarih boyunca hep asker merkezli şekillenmiştir. Ordu eliyle ilan edilen “cumhuriyet”, Türk hâkim ulusu ve sermayesini, merkezileştirme projesidir. Ordu ve sivil bürokrasi merkezli “TC”, Türk komprador sermayesinin yaratılması ve genişletilmesinde belirleyici olduğu gibi, Toplumu cebir-şiddetle Türkleştirme ve Sünni İslamlaştırma (Cihadist tarzda) politikalarında da belirleyicidir. Emperyalist sermayenin jandarması konumunda palazlanan komprador burjuvazinin hâkimiyeti olan “TC” nin özgülünde, devlet ve ordunun “kutsanması”, “peygamber ocağı” olarak tanımlanması buradan gelmektedir. Fakat gelişen süreç itibarıyla, komprador tekelci kapitalizm, ordunun devletinden çok, sermayenin tam tahakküm sağladığı bir devlet yapılanmasına gitmektedir. Artık ordudan çok “kutsanan” sermayedir. AKP-Erdoğan diktatörlüğü özgülünde, ”TC” hâkimiyet sisteminin, Orduya “siyasetten elini çek, sivil toplum ve bürokrasi güçlensin ”çağrısı bunun sonucudur. Sermaye, topluma bekçilik görevini, Ordunun asli görevi olarak görmektedir. Ve bunu polisle ya da özel hareket
birimleriyle yapması, nitelik farkı değildir. Son darbe girişimi ile ordunun geriletilip, polis ve özel hareket birimlerinin, kontra örgütlenmelerin, direk Erdoğan’a bağlı cihadist “sivil” örgütlenmelerin yaratılması, hâkim sınıfların bu siyasetinden feyiz almaktadır. Ve yeni kapı mitinginde, Genelkurmay dâhil, tüm militarize birimlerin apoletli kurmaylarının, Erdoğan gölgesinde alana çıkarılmaları, topluma ve devletin egemenlik kurumlarına verilen bu “yeniden” yapılandırma mesajlarıdır. Ortak eseri ve suç ortakları oldukları, cemaat, devlet, bürokrasi, ordu, polis, kontra güçler ilişkileri, bu yapılandırmanın gerekliliği kadar deşifre edilmektedir ve süreç kitlelere böyle kabullendirilmektedir. Sürecin “kahramanları” olarak deklere eden kitleler, bu reorganizasyonun gerici birer destekleyicisi konumuna getirilerek, ”TC” hâkimiyet sistemi, siyasal ve ekonomik sürecini inşa etmektedir.
Ezilen Halkların ve Mazlum Ulusların Birlik ve İradesi, Gerici Yenikapı Çizgisine Karşı Savaştır! AKP-Erdoğan iktidarının, darbe girişimi baskılanmasıyla, yanına çektiği diğer burjuva gerici kliklerle oluşturduğu “milli birlik”, Kürt ulusu, Aleviler, sömürülen sınıflar ve ezilen tüm halklarımıza, ”tek bayrak, tek millet, tek devlet ve tek din” paradigmasına dayalı gerici hâkimiyet çizgisinin, faşizmle dayatılmasıdır. Ezilen halklarımız, Kürt ulusu, Alevi toplumu başta olmak üzere, sömürülen, ezilen ve asimile edilen halk katmanlarına, deli gömleği giydirmeye çalışan Ulusalcı Kemalistlerle buluştukları ortak payda budur. Darbe girişimi sonrası, ”iç barış” çağrıları, özünde, ezilen halklarımıza, mazlum uluslara ve ezilen inanç guruplarına karşı boyutlandırılacak gerici savaş çağrısıdır. CHP ve MHP destekli “milli birlik ve irade” beyanında, ezilen halkların payına düşen budur. Olağanlaştırılan OHAL uygulamalarıyla, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, kır ve şehirlerde başlatılan yeni operasyonlar, ”TC” nin, savaşı boyutlandırma hamleleridir. Yenikapı’da düzenlenen sözde “demokrasi şöleni”, toplumun devrimci dinamik örgütlenmelerine, en barbar ve vahşi yöntemlerle saldırma deklarasyonudur aynı zamanda. Devre dışı bırakılan meclis gerçekliği, anayasa komisyonu dâhil, tüm çalışmalardan HDP nin tasfiye edilmesi, DP milletvekilleri dâhil, devrimci kurum, kişi ve örgütlenmelerin hedef tahtasına konması, işleyecek sürecin gerici niteliğini ortaya koymaktadır. Tamda bu kesitte, ”TC” faşist egemenlik sisteminin, gerici “milli birlik” ittifakına karşı, sömürülen ve ezilen halklarımız, devrimci birlik ittifakıyla cevap olmalıdır. Kürt ulusu, Aleviler, sömürülen işçi sınıfı, yoksul köylüler, memurlar, hizmet sektörü emekçileri, aydınlar, öğrenciler gibi toplumsal gurupların oluşturduğu ezilen Halklar, egemenlerin bu kirli ittifakını, ancak ki dayatılan savaşa karşı sürdürülecek devrimci savaş mevzilerindeki birlikle cevap olduklarında, bu süreci ilerici tarzda aşabilirler.
1-15 EYLÜL 2016 Halkın Günlüğü
Hortlatılan ırkçı-milliyetçi tekçilik Mesele devrim ile karşı-devrim arasında ise, tüm tercih tereddütsüz olarak devrim lehinedir. Mesele dost güçlerle bizler arasında ise, ideolojik mücadele zemininde ilkeli proleter siyasettin esas alınması kesin tavrımızdır. Mesele bizlerin iç sorunları kapsamında ise, iknaya dönük ideolojik mücadele zemininde birlik ruhuyla hareket etmek vazgeçilmez tutumumuzdur. Mesele kişisel olarak bizle kolektif arasında ise, demokratik merkeziyetçilik ilkesine sadık kalarak, demokratik mekanizmalar içinde ikna-eğitim, değiştirip dönüştürme metoduyla sorunları yoldaşlık hukuku içinde ideolojik mücadeleyle çözüp ilerlemek tek doğru tavırdır. Özetle ilkesel tavır, halkın birleştirilmesi, devrimin geliştirilerek zafere taşınması ve düşmanın her düzeyde geriletilerek yıkılması pratiğinde anlam bulur, bulmaktadır. Devrimin müttefikleri veya bileşenleriyle birleşip onları geliştirmek, karşı-devrimci güçleri zayıflatarak yenmek somut devrimin ve devrimci siyasetin temel prensibidir Darbe girişiminden sonra veya darbenin bastırılmasından sonra ortaya çıkan politik atmosfer ırkçı Türk milliyetçiliği ekseninde köklü bir tekçiliği tetikleyerek geliştirdi. İktidarı muhalefetiyle tüm komprador tekelci hakim sınıf klikleri devletlerinin müdafaasında birleşerek, muazzam bir milliyetçilik hortlağı resmettiler. Kör toptancılıkla tüm dünyayı düşman ilan ettikleri gibi, Türk milliyetçiliği zemininde seyreden klasik tekçiliği kelimenin gerçek anlamıyla ortaya koyup katı bir tekçiliği egemen kıldılar. Geliştirilen ırkçı milliyetçilik ve bu zemindeki tekçilik, olağanüstü hal uygulanmasından çok daha tehlikeli bir zemin olarak öne çıkmaktadır. Evet, olağanüstü hal uygulamasıyla tamamen keyfiyete bağlanan faşist baskılar, tasfiyeler ve saldırganlıklar son derece ciddi olup koyu bir faşist dönemi ifade etmektedir. Fakat hortlayan ırkçı Türk milliyetçiliği ve pekişen tekçilik faşizmin toplardamarı olarak çok daha büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Çünkü ırkçı milliyetçilik ve bu temeldeki tekçilik salt hakim sınıf iktidarlarıyla sınırlı kalan bir unsur ve gelişme değil, geniş kitleleri tesir altına alarak manipüle eden ve zehirleyen bir unsurdur. Kitlelerin tekçi ırkçı milliyetçi faşist zihniyetle zehirlenmesi, hâkim sınıf iktidarlarının işine gelip onlara yararken, öte taraftan devrimin tabanını köreltme-zayıflatma anlamına gelmektedir. Yani, geniş kitleler en azından belli bir çoğunlukta Türk hakim sınıfları ve iktidarına entegre edilmiş olmaktadır bu milliyetçilik zehriyle. Bu zemin devrimci çalışma ve demokratik mücadeleler adına son derece zorlu şartlar ve kurumuş iklim yaratmakla kalmayıp, başta işçi sınıfı, Kürt ulusu ve Alevi top-
lumu olmakla birlikte tüm ötekileştirilmiş kesimlere karşı saldırganlıkların tırmanmasına da uygun bir zemin durumundadır. Elbette bahsi edilen bu kesimlere dönük kıyımlara varan büyük katliamlar, faşist baskılar zaten siyasi iktidarın politikası olarak aktüel, vahşi boyutlarda sürmekte, sürdürülmektedir. Fakat gelişen bu ırkçı Türk milliyetçiliği ve çok daha kapsamlı olarak vuku bulan faşist tekçilik şartlarında bu kıyım ve katliamların derinleşerek sürdürülmesini, en önemlisi de bu saldırganlığın kitlelere yayılması veya kitlelerce çok daha güçlü desteklenmesi itibarıyla çok daha büyük bir anlam ve önem kazanmaktadır. Bugün darbe sonrası iktidar ve burjuva muhalefetinin geçici de olsa birliğiyle çok daha üst düzeyde pekiştirilen faşist tekçilik ve tırmandırılan ırkçı Türk milliyetçiliğinin önemli bir arka planı vardır. Bu arka planı objektif olarak okumak devrimci politika açısından elzemdir. Nedir görülmesi gereken? Komprador tekelci iktidar ve burjuva muhalefet kliklerinin tümünü bir araya getiren, ‘’birleştiren’’ gerçeklik, darbe girişimi sonrası devlet kurumlarında yaşanan boşluk ya da zayıflama durumudur. Sınıf devletleri kaygısında ortaklaşan iktidar ve muhalefet, aralarındaki iktidar dalaşı dahil tüm çelişkileri erteleyip geride tutarak devletin korunup sürdürülmesinde birleşmektedirler. Onları bir araya getiren sınıf devletleri ve sistemlerinin bekasına dair ortak sınıf kaygısı ve aynı sınıf dokusudur. Burada çıkarılması gereken sonuçlar, bir; mevcut koşullarda faşist tekçilik ve ırkçı Türk milliyetçiliğinin bir tehdit olarak gelişmesi ve iki; devletin kurumlarındaki boşluk nedeniyle ciddi düzeyde zayıflıklar taşıması gerçeğidir. Ki, tekçilik ve ırkçı milliyetçiliğin geliştirilmesiyle, yani iktidarı muhalefetiyle birlikte hareket etmeleri tamamen devletteki bu zayıflığın giderilmesi içindir.
Yeni bir siyasi sürecin doğması kaçınılmazdır HDP’nin bu tablo dışında olduğu ve tutulduğunun da altını çizelim. HDP’ye gerici bir tecrit uygulanmakta, adeta hedef haline getirilmektedir. HDP mevcut durumda tek muhalefet partisi olarak mecliste bulunmakta, fiilen ana muhalefet görevi üstlenmektedir. CHP’nin kısmi veya göstermelik itirazları iki yüzlülüktür. CHP devletin ve iktidarın korunması görevini asıl görev olarak üstlenip bundan kopmamakta, HDP’ye uygulanan ırkçı-faşist ayrımcılıkla uygulanan tecrit politikasına dönük eleştirilerini de bu zeminde tutmaktadır. Ne var ki, burjuva iktidar ve muhalefetin bu gerici ittifakı ya da ırkçı milliyetçilikte ifade bulan fiili koalisyonu kalıcı değil, geçicidir. Sermaye ve sermaye guruplarının karakteri siyasi alanda geçici birlikleri ihtiva etse de bunlar arasındaki çelişki-çatışma esastır. Bu sermayenin doğası gereğidir. Geçici şartlar geride kaldığında sermaye ve gruplarının iktidar dalaşına girmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla Erdoğan/AKP iktidarı ile diğer burjuva klikler arasında yaşanan bu geçici birliktelik yıkılarak çatışmaya dönmek zorundadır, dönecektir de. Özellikle iktidarın yaşadığı zayıflıklar, CHP gibi burjuva kliklerin devlette daha fazla söz hakkı elde etme ve iktidarı ele geçirme yönündeki çabaları yoğunlaştırıp, iktidar iştahını geliştirecektir, geliştirmiştir. Buradan yeni bir siyasi sürecin doğacağı kesin denilecek kadar kaçınılmazdır. Erdoğan/AKP güruhu tek başına devlet kurumlarını işletecek durumda değildir. Devlet adeta bir kaos ve
kriz içinde olup güvenli zemine sahip değildir. Erdoğan/AKP muhalefete muhtaçtır ve bu süreç CHP’nin inisiyatif kazanmasına uygun zemin sunmaktadır. Siyasi gelecek CHP’nin iktidar ortağı olmasına müsait şartlar barındırmaktadır. En azından bir erken seçim ve fiili koalisyonun seçimlerle hukuksal zemine oturtulması mümkün görülmektedir. Yeni bir siyasi sürecin gelişmesinden kastımız budur. Elbette buradan proletarya ve halklarımız lehine olduğu gibi, Kürt ulusu ve diğer azınlıklar lehine bir şey çıkmayacaktır. Komprador tekelci sınıfların kendi devletlerini sağlamlaştırma veya iktidarlarını devam ettirerek tüm halklara azgın bir baskı diktatörlüğü uygulamadan öteye bir şey çıkmayacaktır. Fakat yaşadıkları zayıflık-dağınıklık ve yaşamaları kaçınılmaz olan, hatta şiddetlenerek gündeme gelmesi muhtemel olan aralarındaki iktidar dalaşı devrimci mücadele ve Kürt ulusal hareketinin yararlanabileceği bir zemin sunacaktır. Bunlar arasındaki çelişki ve çatlaktan yararlanma politikası devrimci siyasetin görev alanıdır.
perspektif
ve devrimci fırsatlara gebe süreç! da sahip olmalıdır. Çünkü Erdoğan güruhunun sergilediği gerici savaş saldırganlığı ırkçı-faşist milliyetçilik ve tekçilik mantalitesinden bağımsız olmayıp, kronikleşmiş emperyalist gerici savaşlar mekaniğinde piyon olarak rol almak da bu nitelikten bağımsız gelişmemektedir. Dolayısıyla gerici savaşlara, ırkçı milliyetçiliğe ve tekçiliğe karşı mücadele de birleşik bir mücadele olarak örülmek durumundadır. Birleşik mücadelede ihtiyaç olarak öne çıkan diğer geçerli alan da demokratik-devrimci-sosyalist tüm halk güçlerinin bu mücadeleye dahil edilmesi olacaktır, olmak durumundadır.
Ortak mücadelenin geliştirilmesi yaşamsal bir görevdir Politik olarak bu siyaset yürütülmeden, yani gerici savaş karşıtlığı ve bu zeminde keskin olarak hortlayan ırkçı Türk milliyetçiliği ve kandaş sınıf kliklerinin görselde de ortaya koyduğu keskin tekçiliğe karşı mücadele yürütmeden gelişen sürecin ihtiyaçlarına yanıt verilemez, faşist gelişme geriletilemez, daha da önemlisi devrimin diğer çalışmaları sağlıklı olarak yürütülemezler. Özellikle işçi sınıfının harekete geçirilmesi, yani adeta unutulmuş olan işçi sınıfının örgütlenerek harekete geçirilmesi bu süreçte önemsenmesi gereken çalışma alanıdır. Öte taraftan demokratik ve devrimci güçlerin ortak mücadelesinin geliştirilmesi veya pratikleştirilmesinde Kürt ulusal hareketiyle ortak mücadelelerin sergilenmesi önemli bir yer ve role sahiptir. Bu konuda atılmış olan somut adımlar önemsenerek geliştirilip genişletilmeli, ciddi bir mücadele cephesine vardırılmalıdır.
Özellikle devletin kriz içinde olup ciddi düzeyde zayıflıklar gösterdiği bu şartların devrimci politika açısından değerlendirilmesi çok daha el verişli bir durum sunmaktadır. Kısacası içinden geçilen süreçte madalyonun iki yüzü de açıkça ortadadır. Hangi yüzü öne gelecek sorusu devrimci güçlerin süreci nasıl ele alıp hangi düzeyde müdahalede bulunabileceklerine bağlıdır. Ya gericilik katmerleşerek pekişecek ya da devrimci kazanımlar sağlanarak sınıf mücadelesi ilerleyecektir. Ama bu gelişmelerden hangisinin egemen olacağı kesinlikle bir rastlantı meselesi değildir, olmayacaktır da... Bu nedenlerle veya bu şartları dikkate alarak sosyalist ve devrimci güçler halk kitleleri içinde Türk milliyetçiliğine, ırkçı milliyetçiliğe karşı kesin bir mücadele yürütmeli, hortlayan bu milliyetçiğin etkisini kırmalı-kırmaya çalışmalı ve faşist tekçiliğe karşı ciddi bir savaşım vermek durumundadır. Bu mücadele ırkçı Türk milliyetçiliği ve tekçiliğine olduğu kadar gerici savaş karşıtı bir muhtevaya
Böylesine önemli tarihsel süreçlerde tüm demokratik güçlerin ortak mücadelesini geliştirmede ısrar etmek devrim lehine olup devrimci siyasetin es geçemeyeceği görevdir. Fakat bütün bunları mümkün ve anlamlı kılan gerçek unutulmamalıdır. Yani sosyalist hareket kendi sorun ve yetmezliklerine eğilip onları asgari düzeyde aşıp nispeten yeterli güç durumuna gelmeden bütün bu görev ve sorumluluklarda rol oynayamaz. Dahası sürecin ve gelişmelerin kuyruğunda kalmaktan, hatta objektif olarak güç olana yedeklenmekten kurtulamaz. Elbette belirleyici güç durumunda olmamak veya yeterli güce sahip olmamak, süreç ve sürecin görev ve sorumlulukları karşısında kayıtsız kalmamızı gerektirmez. Bilakis ilke ve anlayışlarımız temelinde öngördüğümüz tüm ortak mücadelelerde yer almalı, bu mücadelelerin geliştirilmesinde ısrarcı olmalı, devrimci kazanımlar uğruna her türden demokratik-devrimci mücadelenin gelişmesini benimseyen çizgide durmalı, ilerlemeliyiz. Unutmamamız gereken şu ki, bu görev ve sorumlulukları yürütürken kendi örgütsel durum ve gücümüzü geliştirmeye de mutlak biçimde eğilmeliyiz. Bu görev alanı atlayamayacağımız husustur ve diğer görev ve sorumluluklarımızın en etkili biçimde yerine getirilmesinin ön şartıdır. Kendi örgütsel durum ve gücümüzü geliştirmeden sürecin sorumluluklarını yeterince üstlenemez, devrimci mücadele cephesinde belirleyici ya da etkin duruma gelemeyiz. Süreç ve gelişmelerin arkasından sürüklenen ya da ortak mücadele zemininde atıl bir güç olma durumuna düşmemek için örgütsel yapımızı sıkı ve disiplinli bir çalışmayla tahkim etmeli, sorunlarımızı geride bırakan dinamik bir yetenek sergilemek durumundayız. Ne var ki, yetersizliklerimiz vb. vesilesiyle somut adımlar
atmaktan, siyasi sürecin öne sürdüğü görev ve sorumlulukların yerine getirilmesinden veya buna dair politikalar geliştirip ortak mücadelelerin geliştirilmesinden geri duramayız. Tersine siyasi süreç ve gelişmelerin öne sürdüğü görevleri omuzlamaktan sakınamaz, sürecin devrimci gelişmeler zemininde yürütülmesi için devrimci güçlerin ortak mücadelelerini geliştirme ısrarımızdan vazgeçemeyiz. Özellikle devletin paçavraya döndüğü günün şartlarında tüm demokratik ve devrimci kuvvetlerin birleştirilerek devrimci mücadele cephesinin pratikleştirilmesi yaşamsal değerde bir görev olarak önümüzde durmaktadır.
Devrimci güçler halkın ve devrimin çıkarları doğrultusunda birleşmelidir Süreci ayrıntılara feda eden tartışmalarla ele almak büyük hata, siyasi bir yanılgıdır. Mesele devrim meselesi ise, devrimin çıkarları veya devrimci gelişmenin sağlanmasına dönük kaygı esastır. İlkeler meselesinde sıkı durmakla birlikte, siyaset alanında tavizkar ve esnek politikaların benimsenerek ortak mücadelelerde buluşmak devrim lehine olan tarihsel tutum veya sorumluluktur. Taktikte neden taviz verildi sorusundan daha önemli ve hayati olan ilkede neden taviz verildi sorusudur. Dost güçlere neden ödün verildi sorusundan çok daha tartışmasız bir öneme sahip olan, düşmana karşı mücadelenin neden geliştirilmediği ya da faşist tırmanışa karşı ortak devrimci mücadele neden geliştirilmedi sorusudur. Dost olan halk güçleriyle ortaklaşma tavrında inciden inceye yürütülen eleştiriler öncelikle düşmana karşı mücadelede gösterilen yetersizlikleri aynı titizlikle sorgulamak durumundadır. Bunlardan hangisinin esas alındığı, devrimci siyaset ile devrim mantığından uzak dar gurupçu sığ siyasetin ayrım çizgisini ortaya koyar. Mesele devrim ile karşı-devrim arasında ise, tüm tercih tereddütsüz olarak devrim lehinedir. Mesele dost güçlerle bizler arasında ise, ideolojik mücadele zemininde ilkeli proleter siyasettin esas alınması kesin tavrımızdır. Mesele bizlerin iç sorunları kapsamında ise, iknaya dönük ideolojik mücadele zemininde birlik ruhuyla hareket etmek vazgeçilmez tutumumuzdur. Mesele kişisel olarak bizle kolektif arasında ise, demokratik merkeziyetçilik ilkesine sadık kalarak, demokratik mekanizmalar içinde ikna-eğitim, değiştirip dönüştürme metoduyla sorunları yoldaşlık hukuku içinde ideolojik mücadeleyle çözüp ilerlemek tek doğru tavırdır. Özetle ilkesel tavır, halkın birleştirilmesi, devrimin geliştirilerek zafere taşınması ve düşmanın her düzeyde geriletilerek yıkılması pratiğinde anlam bulur, bulmaktadır. Devrimin müttefikleri veya bileşenleriyle birleşip onları geliştirmek, karşı-devrimci güçleri zayıflatarak yenmek somut devrimin ve devrimci siyasetin temel prensibidir. Gerici sınıflar klik çıkarlarını bir kenara bırakarak devletin bekası üzerinde birleşmekte, halk düşmanı faşist bir diktatörlük tahkim etmektedirler. Devrimci güçler de halkların ve devrimin çıkarları ekseninde birleşerek sınıf iktidarlarına yürümek durumundadır. Gerici sınıfların ortak sınıf çıkarlarında başardığı birliği, kendi sınıf çıkarları ekseninde devrimci güçler de başarmak durumundadır. Aksi halde düşmanın yenilgiye uğratılması ve sosyalizmin kurulması iddiaları bir hayal olarak kalacağı gibi, söylem olmaktan öteye de geçmeyecektir.
14
güncel
1-15 EYLÜL 2016 Halkın Günlüğü
Darbe süreci üzerine Erdoğan önderliğinde oluşan yeni ittifak ve bunların oluşturmak istedikleri yeni durum, darbecilerin temayül ettiklerinden daha geri ve daha koyu bir faşizmdir. Erdoğan önderliğindeki devlet veya iktidar dün olduğu gibi bugün de işçi sınıfı, diğer halk ve ulusal güçler açısından baş hedeftir “TC” siyasi egemenlik sistemi uzun süreden beri kriz halindedir. Krizin bir yönü uluslararası gelişmelere diğer yönü ise iç ilişkilere bağlı olarak gelişmektedir. 1980’ler sonrası kapitalist dünya sisteminin kendini yeniden reorganize etmesinden kaynaklı meydana gelen ilişkiler ve tek tek ülkelerin bu değişiklik çerçevesinde yeniden bir değişim-uyum programına dâhil edilmesi sorunları da beraberinde getirmiştir. Bu süreç birçok ülkede eski devlet paradigmalarının iflasını da hızlandırmıştır. Arap BAAS milliyetçiliği, Kemalist Türk ulus milliyetçiliği, eski Sovyetler Birliği ve Balkanlar bu süreçle en çok karşı karşıya gelen ülkeler olmuşlardır. Ekonomik, siyasi coğrafya düzenlenerek, dünya ekonomisine ihracat, ucuz işgücü, tüketim, yatırım alanlarında, ABD ve Batı hegemonyasını yeniden restore edecek biçimde entegre edilme çabası bölgeyi savaş alanına çevirmiştir. Yeni bir konumlanma, yeni düzene uyum için birçok ülke yeniden restore sürecine dâhil edilirken aynı zamanda yeni sorunlar da gündeme gelmektedir. “TC”nin konumu da büyük Batı emperyalist güçleri için eskiye nazaran daha az önemli hale gelmiştir. İçerde Kürdistan ulusal mücadelesi ve 12 Eylül sonrası biriken toplumsal stres, devlet ve egemen güç gruplarını yeni bir düzleme doğru zorlamıştır. Eski paradigmada ısrar eden devlet, bu yeni durum karşısında ciddi oranda çürümüş ve yozlaşmıştır. Devletin yeniden restore edilme, yeni bir düzleme geçme eğilimi eski alışkanlık ve paradigmanın duvarına çarpmıştır. Özellikle Kürt sorununun yakıcı bir biçimde gündemi belirlemesi sonucu, egemen güçleri sürekli yeni arayışlara sürüklemiştir. Ancak bu arayışlar bir türlü sorunun çözümü noktasında bir eğilime evrilmemiştir. Daha çok Kürt sorununu 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda olduğu gibi uluslararası güç dengelerine oynayarak nasıl öteleneceği üzerinde bir çaba içine girilmiştir. Bu konuda eski müttefikler ile yollar nispeten ayrılmıştır. ABD ve Batı emperyalizminin Kürt sorunu konusundaki hayırhah tutumu, egemen asker ve sivil Kemalist bürokrasiyi rahatsız etmiş ve yeni arayışa itmiştir. Bu arayış Avrasyacılık üzerinde yeni bir konsepte doğru gelişmiştir. Rusya, Çin ve İran eksenli bu arayış, Kürt düşmanlığı ve korkusu üzerinden yol almaya çalışmıştır. Burada egemen blokta kutuplaşmalar oluşmuş; bu kutuplaşmalar sonucu ABD emperyalizmini arkasına alan AKP ve Cemaat, “Ergenekon” operasyonuyla tüm ipleri eline geçirmiştir. Bu operasyonla, eski egemen Kemalist asker ve sivil bürokrat organizasyon ya dağıtılmış ya da
güçten düşürülerek AKP iktidarı için tehlike olmaktan çıkarılmıştır. Organizasyonu bozulan bu eski “derin” yapının yeri AKP ve Cemaat tarafından doldurulmuştur.
AKP-Cemaat çatışması Devletin tepesinde, Kemalist bürokrasi ve AKP-Cemaat çatışması yerine bu defa AKP ve Cemaat çatışması yer almıştır. AKP ve Cemaat arasındaki iktidar savaşının hem ekonomik hem de siyasi boyutu vardır. Her iki kesim de Amerikancı ve Batıcıdır. Her iki grubun dayandığı sosyoloji aşağı yukarı aynıdır. Her iki kesim, muhafazakâr ve dindar kesimleri sürekli politize ederek, kitlesel bir destek gücü olarak kullanmışlardır. AKP ve Cemaat arasındaki çatışma, Tayyip Erdoğan’a karşı yapılan 17-25 Aralık yolsuzluk ve hırsızlık operasyonuyla su yüzüne çıkmıştır. Cemaat AKP’den eskidir. Amerika’nın belli bir dönemdeki Yeşil Kuşak Projesi’nin ürünüdür. Keza AKP’nin kurucu kadrosu da bu dönemin ürünüdür. Aynı kültür ve amaçlar doğrultusunda farklı kulvarlarda nemalanmış ve piyasaya sürülmüşlerdir. Kuşkusuz iç koşul ve belli sosyolojik nedenler de bunların gelişmesinde etkili olmuştur. Her iki grup ve çevresi, “komünizme karşı” defalarca orduyu göreve çağırmış, darbe tellallığı yapmıştır. Cemaat’in çok yönlü, projeli hareket etmesi sonucu devlet bürokrasisi içinde kümelenmiş ve güç biriktirmiştir. AKP hükümetinin ilk yıllarında Kemalist-laikçi kesimlerin ataklarını boşa çıkaran Cemaattir. Cemaatçiler, “AKP’nin irticaının odağı” olduğu
yolundaki saptamaları ve bu yönlü psikolojik hazırlıkları boşa çıkarmış; karşı atak “Ergenekon” operasyonuyla AKP ile (hükümet olmaktan çok) iktidar olmuş devleti esas olarak ele geçirmişlerdir. Erdoğan, özelleştirme programları dâhilinde Kamu İktisadi Teşekkülleri’nin(KİT) bir bölümünü kendi çevresinin kontrollerine aldırmıştır. Önemli ticari kuruluş, sanayi ve bankalara, rakip gördüğü iş dünyasının sermaye ve mülklerine (Uzanlar) el koymuş ve çevresinde yeni bir sermaye sınıfı yaratmıştır. Medya, basın dünyasını önemli ölçüde tekeline almıştır. Bugün yüz milyarlara varan bir sermayeyi kontrol ettiği söylenmektedir. Türkçülüğü yedekleyerek yeni Osmanlıcılık temelinde İslami yayılmacı bir emelle bölgenin patronu olmak istemiş; Sünni İslamcılık temelinde Suriye, Irak içişlerine müdahil olarak IŞİD ve benzeri faşist paramiliter güçlerin örgütlenmesi ve koordinesinde rol almıştır. “Barış” ve “çözüm süreci” altında Kürdistan’daki mücadeleyi ötelemiş, böylece iç rakiplerine karşı mücadele ederek elini güçlendirmiştir. Ekonomik alanda ticari ve rantiyer alanlara ağırlık verilmiş, üretim sektörü gerilemiştir. Uzun süre devam eden bu durum krizin derinleşmesinde rol oynamış; birçok firma iflasa sürüklenmiştir. Sıcak Arap sermayesi, piyasanın can simidi olamamaktadır artık. Bu koşullarda Erdoğan tipolojisinin ortaya koyduğu fotoğraf, ‘seçimle gelmiş seçimle gitmez’, ‘iktidarı ne olursa olsun bırakmaz’ cinsindedir. Yapmak istediği siyasi ayar, Saddam ve Esad
rejimleri gibi ne olursa olsun iktidarı elinde tutmaya yöneliktir. Demirel, Özal, Çiller veya diğer iktidarlardan farklıdır. Daha çok Kemal’in tek parti CHP’si ve DP’li Menderes dönemine benzemektedir. Düzen içi esneme olanaklarını ortadan kaldırmıştır. Erdoğan, uzun bir süredir parlamentoyu fiilen askıya almıştır. Hiçbir hukuksal ve anayasal değişiklik yapmaksızın, iktidar yoluyla fiilen anayasa ve parlamentoyu işlevsizleştirerek başkanlık sistemine doğru önemli fiili bir durum yaratmıştır. Burjuva devlet sisteminin mevcut norm ve hukukuna göre Erdoğan kliği fiilen bir darbe yapmıştır. Seçimle gelmiş seçimle gitmek istememektedir. Dolayısıyla 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarını kabul etmemiş ve muhalefete karşı kanlı senaryolar tertipleyerek seçimin sonucunu değiştirmiştir. Mevcut avantajını kullanarak hızlı biçimde bu geçişi zoraki yasal bir duruma kavuşturmak istemektedir. Diğer partilerin iç işlerine el atarak, boyun eğdirmek istemektedir. Bu ve benzeri durumlar, AKP+Cemaat iktidarının kendi içinde yeni egemenlik kavgasının da nedeni olmuştur. AKP özellikle Tayyip Erdoğan, kendi mizacı ve sultan olması sevdasından ötürü Cemaatin hamleleri karşısında zorlanmış ve Batılı emperyalistlerin desteğini önemli ölçüde kaybetmiştir. Batı’da istediği desteği bulamayan Erdoğan, sermayesini, servetini ve iktidarını korumak aynı zamanda bunu garantilemek için “tek adam” başkanlık sistemine geçmek için Rusya’nın daha çok egemen olduğu bloka yakınlaşmıştır. Ve Perinçek’in geçmişten beri ideologluğunu yaptığı Avrasyacılığa
güncel
1-15 EYLÜL 2016 Halkın Günlüğü
meyletmiştir. Avrasyacı kanatların ortak birlik noktaları Kürt sorunu ve bölünme korkusudur. Ve Batılı emperyalistlerin yaklaşım ve normhukuk sisteminin dayatmalarından rahatsızdırlar. İstedikleri “Türk tipi başkanlık” sistemi denilen otoriter faşist bir diktatörlüktür. Dolayısıyla Erdoğan, egemen sınıf kamplaşmalarını nispeten dengeleyen güçler ayrılığına dayanan bir parlamenter sistem yerine güçler birliğine dayanan otoriter-başkanlık tipi bir sistem tesis etmek istemektedir. Sistemin krizi karşısında restorasyoncuların durumu budur: Ne emperyalist politikalar ne de yerel egemen klik devleti yeniden düzenlerken istediklerine kolay yoldan ulaşamıyor. Ülke ve bölge çok değişken faktör ve aynı zamanda birden çok değişen aktöre sahiptir. Kemalist ve muhafazakâr-dinci kesimler kendi içinde parçalanmıştır. Ne Kemalist kesim ne de siyasi İslamcı muhafazakâr kesim kendi içinde bir bütün değildir. Merkez sağ kesim dağılmıştır. AKP merkez sağ misyonu bir bütün olarak üstlenememiştir. Merkez sağ ağırlıklı olarak AKP başta olmak üzere, CHP, MHP, Cemaat arasında dağılmıştır. Kemalistler 1950’lerden beri iki kanat üzerinden süregelmişlerdir. Bunlardan biri asker ve sivil devlet bürokrasisi, diğeri ise esas olarak CHP üzerinden gelen örgütlenmedir. CHP, 1950’lerden sonra nerdeyse hiç iktidar olmamış, dönem dönem hükümetlerde görev almıştır. 1950’lerden sonra merkez sağ ve muhafazakâr kesimler iktidar olmuş, yakın döneme kadar Kemalizm şemsiyesini kullanmışlardır. Kemalist blok mevcut durumda parçalıdır. Eski askeri bürokrasi şimdi esas olarak Perinçek’in
arkasında saf tutmuştur. Eski devlet bürokrasisinin bir kısmı Perinçek diğer bir kısmı ise CHP içindedir. Küçük bir kısmı ise nispeten sosyal demokrat bir tutum içindedir. 15 Temmuz darbesi bu ortamda boy göstermiştir. Yakın dönemde Erdoğan’ın kendisi, Perinçekçi ekip dışında büyük bir stresin kaynağı olarak görülmektedir. Darbenin kaynaklarından biri bu strestir. Darbe, Erdoğan’ın tek kişilik iktidar ve çevresini hedefleyerek, aksayan restorasyonu yeniden kendi denetimi altında yürütme amacını da taşımıştır. Bu girişimde Cemaatçiler örgütlü oldukları için belirleyici rol oynamışlardır. Bu durumu sadece Cemaate indirgeme girişimi, Erdoğan ve Perinçek çevresinin hedef daraltma çabasıdır. Darbe girişimine Kemalist ve Gülenci olmayan gruplar da katılmıştır. “Ergenekon” operasyonuyla Kemalist kanadın örgütlü yapısı esas olarak dağıtılmış, asker ve sivil bürokraside merkez rolü kaybolmuştur.
Kemalist çevreler ve Erdoğan bu darbeden haberdardır Görünen odur ki; gerek Perinçek çevresindeki Kemalist çevre gerekse Erdoğan bu darbeden haberdardır. Cemaat ve Erdoğan’ın dayandığı sosyoloji ve bürokrasinin iç içe olması ve değişkenlik arz etmesi sonucu bu iki kanadın birbirini takip etmesini kolaylaştırmıştır. Daha önce bazı gazetecilerin “Erdoğan’ın üç ay ömrü kaldı” mealindeki açıklamaları, Erdoğan’ın darbeden bir hafta önce Gökova’da tatil yapıyor görüntüsü için Gökova koyunun boşaltılması ama Marmaris’e yerleşmesi, darbeden
çok önceleri haberdar olduğunu ve karşı önlem aldığını göstermektedir. Yine girişim sürecinde, hükümet yetkililerinin “pazarlık” içinde olduklarının beyanı bu olguyu güçlendirmektedir. Önceden haberdar olunduğu için özellikle Erdoğan kliği ve eski Ergenekoncular anlaşarak karşı atağa geçmiştir. Ergenekoncu kesim, ordu içindeki etki gücünü kullanarak Kemalistlerin bir bölümünü karşı atağa geçirmiş ve darbenin başarısız olmasında önemli rol oynamıştır. Diğer etkili bir etken de devletin diğer bölümlerinin hemen karşı atağa hazır hale getirilmesidir. Polis ve MİT karşı atakta silahlı bir rol oynamıştır. Erdoğan’a bağlı paramiliter silahlı milis güçleri önemli bir destek gücü olarak kullanılmıştır. İlk gün genellikle silahlı cihatçı gruplar önderliğinde paramiliter güçler sokaklarda etkili olmuş, girişimin başarısızlığa uğrayacağı belli olunca da kitleler sokağa tüm imkânlar seferber edilerek çıkarılmıştır. Tüm devlet imkânları seferber edilmesine hatta mecburi bırakılmalarına rağmen sokağa çıkan kitleler beklenilen düzeyde değildir. Devlet-Erdoğan beslemesi sağcı lümpen paramiliter çeteler teşvik edilerek, sosyalistlere, demokrasiyi savunan halk güç-örgüt-öznelere, ilerici aydınlara ve Kürt ulusal güçlerine, Alevilere saldırı için hazır kıta bekletilmesi, Erdoğan’ın bir iç savaşı da göze aldığını göstermektedir. Cihatçı grupların sokaktaki psikolojik üstünlüğü, CHP’nin Taksim mitingi ve Birleşik Haziran Hareketi’nin katılımı ile nispeten kırılmıştır. Mitinge katılmak isteyen AKP heyetinin önü insan bariyeri oluşturularak engellenmiş, “Katil, hırsız AKP” sloganı ile CHP yöneticileri-
ÖNCÜ KADIN
15
nin inisiyatifi dışında tavır gelişmiştir. AKP heyeti geldiği gibi geri dönmek zorunda kalmıştır.
Perinçek ve Ergenekoncu kesim Erdoğan’a can simidi olmuştur Perinçek ve Ergenekoncu kesim Erdoğan’ın can simidi olmuştur. Devlet kademelerinden tasfiye edilmiş bu kesim, Erdoğan’a Cemaati tasfiye ettirdikten sonra boşalan yerlere tekrar yerleşmeyi düşünmektedir. Erdoğan’ın fazla bir alternatifi de yoktur. Hükümet dışındaki diğer devlet kurumları bu iki güç tarafından ağırlıklı olarak paylaşılacaktır. Tasfiyelerle boşalan devlet kurumları yeni rekabet alanlarıdır. El konulan holding, sermaye, gayrimenkul Erdoğan çevresi için bir ganimettir. MHP ve CHP Erdoğan’a yedeklenmesine rağmen CHP’nin nispeten özerk bir duruşu vardır. CHP eski parlamenter faşist bir sistemden yanadır. AKP ve Perinçek ile bu konuda ayrı düşmektedir. Perinçek, ‘Demokrasi bizim için ikinci plandadır’ demektedir. Devletin varlığı, “demokrasi” dışı araçlarla korunması onlar için asıl bir yol olarak görünmektedir. “Demokrasi” dedikleri parlamenter sistemdir. Erdoğan ve Perinçek çevresi, parlamentonun bypass edilmesinde ve daha otoriter bir faşizmde ortaklaşmışlardır. Mevcut gerçek: Erdoğan önderliğinde oluşan yeni ittifak ve bunların oluşturmak istedikleri yeni durum, darbecilerin temayül ettiklerinden daha geri ve daha koyu bir faşizmdir. Erdoğan önderliğindeki devlet veya iktidar dün olduğu gibi bugün de işçi sınıfı, diğer halk ve ulusal güçler açısından baş hedeftir.
≫ aycan solmaz
SÜREÇ VE GÖREVLERİMİZ
T
ürkiye- Kuzey Kürdistan’da savaş tüm boyutlarıyla devam ederken AKP iktidarının kendi iç dalaşları ve iktidar mücadeleleri sonucu gerçekleşen darbe ve sonrasında geliştirilen saldırılar da boyutlanarak devam ediyor. Kürt halkına karşı katliamların yaşandığı bu süreçte iktidarın Avrupa ve Ortadoğu politikaları da buna göre şekillenmeye başladı. Rusya ile tekrar başlayan görüşmeler içeride ve dışarıda politikalarının yeniden şekilleneceğini gösteriyor. Aradaki ekonomik ticari ilişkiler bilindiği üzere devam ederken asıl Ortadoğu üzerine görüşmelerin içeriği, Barzani’nin gelişi, bütünlüklü olarak değerlendirildiğinde Erdoğan AKP iktidarının önümüzdeki günlerde Kürtlere yönelik bir yönelimin olacağını bize gösteriyor demişken TC ordusu İŞİD bahanesiyle Cerablus’a girerek YPG ye saldırılarını başlattı. Sivil halkı gözetmeksizin saldıran devlet özünde Kürt ulusunun özerk bir yapılanmaya girmesini istemeyen muhalif güçlerle birlikte hareket ediyor. İktidar yaptığı açıklamalarda “YPG Fırat’ın batısına geçmeyecektir, orada bir Kürt oluşumuna asla izin vermeyeceğiz” diyerek hareket ediyor ve yapılmak istenen Rojava’yı yalnızlaştırarak dağıtmak ve bölgede hâkimiyet kurmak ve belki de yeni gerici çetelerin konumlandırılmasını sağlamak. ‘’TC’’ devletinin ABD ve AB ile şu an yaşadığı soğukluk ve Ortadoğu ve Suriye’deki başarısızlık onu Rusya ile bir uzlaşıya götürüyor. Çıkar ilişkileri ile şekillenen bu durum uzun vadede yine bir bağımlılığın köşe taşlarını oluşturuyor da diyebiliriz. Emperyalist gerici güçlerin Ortadoğu üzerinde hâkimiyet kurma amacıyla yanaştıkları AKP iktidarının işi kolay olmayacaktır. Türk devleti kendi-
sini sürüklediği bu ortam onun krizini daha da derinleştirecektir ve aynı zamanda bunun karşısında gelişen mücadele ile de hiç bir şey öyle kolay ve kendi mecrasında akmayacaktır. Ortadoğu ve Kuzey Kürdistan da yaşanan bu durumun aslında AKP iktidarının darbe sonrası ilan ettiği OHAL ve yaptırımlarının da bir yönüyle kapatılması anlamına da gelmektedir. Vatana ihanet safsatasıyla kendi yarattıkları bu kaos ortamında KHK’ler ile bir baskı ve sindirme operasyonu yapıyorlar. İlk aşamada FETÖ etrafında dolaştırılan bu yaptırımların ilerleyen günlerde tüm muhalif kesimlere yönelik bir cadı avına dönüşeceğini biliyorduk. AKP’nin aşama aşama yöneldiği sosyalist ve devrimci kesimler her gün yeni bir baskıya uyanıyor. Tutukladıkları FETÖ elemanlarının binleri aşması sonucu hapishanelerden tahliyelere başlarlarken politik tutsaklara yönelik baskı artıyor, kadın ve erkek tutsakların yerleri değiştiriliyor, habersiz sürgünler, kadın tutsaklara yönelik cinsel saldırılar ve yaptırımlar gündeme geliyor. Devrimci basına yönelik kapatmalar, yazı işleri müdürlerinin gözaltına alınması, insan hakları temelinde mücadele yürüten avukatların ifadeye çağrılması, nefret cinayetlerinin yaşanması ve bir bütün sosyalist ve devrimci kurum ve bireylere yönelik baskınlar devam ediyor. Demokrasi havariliğine soyunarak halkı demokrasiye sahip çıkma adına sokağa döken AKP/Erdoğan iktidarı kendi sultasını kalıcılaştıracak bir ortam için her şeyi yapabileceğini bizlere bir kez daha gösterdi. İlan edilen OHAL ve çıkarılan KHK’ler ile tüm ilerici kesimleri sindirme çabasıdır yapılmak istenilen. Sistemin bir bütün olarak yaptıkları ve yapacakları noktasında söylenecekleri daha da çoğaltabiliriz. Ancak bu noktada tüm bu
baskılar karşısında mücadelenin tüm alanlarında nasıl bir duruş sergileneceği meselesidir yakıcı olan. Emekçilere, ezilenlere, kadınlara, doğaya bir bütün yaşama düşman bu zihniyete karşı birleşik mücadeleyi nasıl ilmek ilmek öreceğiz. Tamda An’da tartışmamız gereken bir noktadayız şu an. Devrimci hareket için elzem olan birlik meselesi geçmişten günümüze bir ihtiyaç olarak gelmiştir bugüne. Komünistlerin dünyayı değiştirme ideali onun için belirleyici yerde dururken aynı zamanda da diğer güçleri de bir araya getirerek devrimci bir birleşik bir hareket yaratmalıdır. Bu birleşimin açık kapalı tüm alanlarda ilkeli birliklerini sağlayarak kadın cephesinde de bu perspektif ile ortak düşman olan eril zihniyete ve onun tüm kurumlarına karşı bu ele alınmalıdır. Açık alanlarda kadın mücadelesini sahiplenen tüm güçlerle bir platformda birleşilmelidir ve yine diğer alanlarda ön cephelerde savaşan kadın birliktelikleri yaratılmalıdır. Tamda burada “ faşizme ve egemen sisteme karşı, devrimimizi zafere götürebilmek için, devrimci parti ve örgütlerin politik ve pratik birliği” bildirgesiyle oluşturulan HBDH tarihi bir adımdır. Faşizmin tüm gerici saldırılarına, kurumlarına karşı bu oluşumun önemi bizlerinde dikkatinden kaçmamaktadır. Tüm kurumlarıyla özel bir yönelimle kadına karşı amansız ve pervasız saldırılara girişen bu sisteme karşı kadınlarında mücadeleler sonucu bir aşamaya getirdikleri kadın bilincini elle tutulur bir örgütlenmeye ve ilerisi için nitelikli önder kadın kadroları yetiştirmeye elverişli bir hale getirecek bir birliktelik dünden daha çok gereklidir bize. Kadının yaşadığı tüm baskılara karşı önderlik rolü ile alanları kuşatmak zamanlarındayız.
16
güncel
Türkiye-Kuzey Kürdistan hapishaneler gerçekliği, komünist-devrimci-ilerici güçlerin önünde önemli bir ödev olarak bütün güncelliğiyle duruyor. Faşizmin bütün toplumu teslim alıp, etkisiz kılma amacının ilk hedefi dün olduğu gibi bugünde hapishaneler ve politik tutsaklardır. Politik tutsaklar üzerinde uygulanan işkenceler, ağır tecrit koşulları ve özellikle ağır hasta tutsakların durumu… Zaman kaybetmeden, yüzümüzü hapishanelere çevirip, etkili politik bir kampanya ile bu sorunu gündemleştirip, çözümü için basınç oluşturmak zorundayız. Politik tutsakların sorunları ertelenecek, kendiliğindenciliğe bırakılacak bir sorun değildir. Bu soruna dair politik-pratik bazı adımların zaman kaybedilmeksizin hayat geçirilmesi gerekiyor Bölgemizde yaşanan yoğun siyasal gündem: Suriye’de süre giden emperyalist çıkar ve çatışma durumu; 15 Temmuz’da fiili bir çatışmaya dönüşen Türk hâkim sınıf klikleri arasındaki çelişkiler ve bu süreçte her türlü baskı ve zulme muhatap olan politik tutsaklar. Egemen güçlerin tarihin her kesitinde, kendi gerici iktidarları için tehdit olarak gördükleri toplumsal güçlere karşı geliştirdikleri saldırı politikalarının günümüzdeki en sinsi, tehlikeli araçlarının başında kuşkusuz hapishaneler geliyor. “Demokrasi beşiği” ABD’den, “Modern dünya” AB’ye, Rusya’sından, İran’ına kadar emperyalist-kapitalist sistem, bütün dünyayı tam bir açık cezaevine çevirmişken, fiili tutsaklık altında olan milyonlarca insan ise ağır tecrit ve tredman altında “ıslah edilerek topluma faydalı bireyler haline” getirilmeye çalışılıyor. Faşist Türk devleti kuruluşundan bu yana bir yandan komünist-devrimciilerici güçlere, Kürtlere, Alevilere, Ermenilere, Kadın ve LGBTİ’lere dönük her türlü soykırım ve katliamı reva görürken, diğer yandan hapishaneleri hedef haline getirmektedir. Ülkemizde hapishaneler, sınıf mücadelesinin en önemli alanlarından birisidir. Türkiye-Kuzey Kürdistan hapishanelerinde şimdiye değin yüzlerce tutsak yaşamını yitirmiş, birçok katliam yaşanmış ve birçok kez açlık grevleri, ölüm oruçları eylemleriyle politik tutsaklar önemli direniş süreçlerini örgütlemişlerdir. Bu katliam ve direniş gerçekliğinin en son ve aktüel olan, hafızalardaki yerini koruyan 19-20 Aralık hapishaneler katliamı ve F Tipi
saldırısıdır. Faşist Türk devleti hâkim sınıf klikleri arasında her dönem süregelen mücadele, AKP-Gülen Cemaati arasında yaşanan çelişkiyle ayyuka çıkmış ve 15 Temmuz 2016 tarihinde fiili bir çatışmaya dönüşmüştür. Her iki gerici gücün bütün söylem ve propagandalarına karşın, faşist, halk düşmanı nitelikleri aynıdır. Gerici iktidar pastasından pay alma ekseninde gelişen tüm bu çelişki ve çatışmalardan ezilen-emekçi halk kitleleri lehine bir beklenti içine girmek doğru değildir. Diğer bütün meselelerde olduğu gibi yaşanan bu son güncel gelişmede ilk bakmamız gereken yer hapishanelerdir. AKP iktidarı döneminde “demokrasi-özgürlük” yalanı yanında, baskı politikalarının en uç uygulama alanı yine hapishaneler olmuştur. AKP’nin hükümete geldiği ilk yıllarda 60 bin olan toplam tutsak sayısı, 2016 yılı itibariyle 200 bini aşmıştır. Hapishaneler bir yandan politik güçler üzerinde tam bir baskı ve sindirme aracıyken, diğer taraftan on binlerce adli tutuklu gerçekliğiyle, sistem tarafından yaratılan toplumsal çürümenin en önemli verilerindendir. Hırsızlık, soygun, gasp, talan, taciz, tecavüz ve katletme geleneğinin bir devlet politikası olarak ayyuka çıktığı bir coğrafyada farklı bir tablo beklemek mantıklı olmazdı. Ülkemizde özellikle F tipi hapishanelere geçiş süreciyle beraber tutsaklar üzerinde ağır bir tecrit ve teslim alma politikası geliştirilmiştir. Bu gerici-faşist politikalar, 15 Temmuz sonrası ise tam bir işkenceye dönüşmüş ve hapishaneler faşizmin dilediğince at koşturduğu alanlar haline getirilmeye çalışılmaktadır. Özellikle ağır hasta tutsakların durumu, her gün yeni bir ölümün yaşandığı bir sürece evirilmiş durumda. Politik tutsaklar üzerinde geliştirilen bu faşist baskı ve zulüm politikaları elbette tesadüfî ya da dönemsel bir şey değildir. Bilakis faşizmin her dönem kesintisiz devam eden gerici politik hattıdır hapishaneler politikası.
Baskı ve İşkencede Yeni Uygulamalar 15 Temmuz 2016 sonrası ilan edilen OHAL ve çıkartılan KHK’lar kuşkusuz AKP-Erdoğan iktidarının ekonomidensiyasete, askeriyeden-yargıya değin geniş bir yelpazede devleti kendi gerici çıkarları ekseninde yeniden şekillendirdiği bir sürece dönüştü. Bu sürecin sorunsuz bir şekilde yürütülebilmesi içinse başta komünist-devrimci-ilerici güçler olmak üzere, engel olarak gördüğü bütün kesimleri tasfiye edip, teslim alması gerekiyor. Bu tasfiye operasyonu dışarıda her türlü baskı ve katliamla paralel giderken, diğer yandan ise binlerce kişinin tutuklanıp hapishanelere konulup, etkisizleştirilmesi hedefleniyor. 15 Temmuz sonrası “FETÖ üyesi” iddiasıyla on binlerce kişi gözaltına alınıp, binlercesi tutuklansa da yapılan yasal düzenlemeler ve geliştirilen
1-15 EYLÜL 2016 Halkın Günlüğü
politikaların stratejik olarak devrimciilerici güçleri hedeflediği şüphe götürmez bir gerçekliktir. 15 Temmuz sürecinde gözaltına alınan, tutuklanan kendi asker-polislerine uyguladıkları işkence, taciz ve tecavüz gerçekliği bir kez
daha nasıl bir faşist-gerici devlet gerçekliğiyle karşı karşıya olduğumuzun resmini vermektedir. 15 Temmuz bahanesiyle ilan edilen OHAL süreciyle beraber politik tutsaklar üzerinde baskı kat be kat artmış durumdadır. Daha önce-
Bir mücadele alanı olan hapishaneler ve görevlerimiz
güncel
1-15 EYLÜL 2016 Halkın Günlüğü
sinde tecrit altında birçok baskı politikasıyla muhatap olan politik tutsaklar, 15 Temmuz’un ilk “kurbanları” olarak seçildi. 15 Temmuz’dan sonra bütün hapishanelerde avukat, aile, telefon görüşmeleri kimi yerlerde iki kimi yer-
lerde ise üç gün boyunca iptal edildi. Hayata geçirilen bu politik saldırı, sonrasında ise farklı yöntemlerle devam ettiriliyor. Sürgün sevklerden, çıplak aramaya, koğuşların keyfi şekillerde basılıp tutsakların eşyalarına el konulmasından, kitap vb. materyalleri bulundurmaya dek geniş bir yelpazede tam bir işkence süreci işletiliyor. 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL ve çıkartılan KHK’ler ile hapishanelerde uygulanan bazı politikalar şunlardır: Tutsakların aileleriyle ayda bir yaptıkları açık görüş hakları iki ayda bir defa yapılmak üzere değiştirildi; haftada bir olan telefonla görüşme hakkı iki haftaya çıkartıldı, mektup hakkında önemli kısıtlamalara gidildi. Zaten büyük sorunlar eşliğinde uygulanan ortak sohbet, spor ve ortak kullanım haklarına dair haklar büyük oranda ortadan kaldırıldı. Herhangi bir zaman sınırı konulmayan avukatla görüşme hakkı, yapılan düzenlemeyle mesai saatleri içerisinde ve kamera-ses kaydı ve gardiyan gözetiminde yapılacak. Temizlik malzemelerine kısıtlama; koğuşlara ani baskınlarla tutsaklara işkence yapılıp, hücre ceza-
ları verilmesi ve en sonu yeniden adım adım tek tip elbise dayatmasının gündemleşmesi. Kuşkusuz yukarıda kısaca özetlediğimiz bu saldırı politikaları münferit ya da belirli hapishanelerde hayata geçirilen politikalar değil, aksine
bütün hapishanelerde politik tutsaklara sistematik olarak uygulanan politikalardır. Bu politikalarla hapishanelerdeki bütün politik tutsaklar tümden teslim alınıp, etkisizleştirilmeye çalışılıyor. Yine çeşitli hapishanelerde bulunan ağır hasta tutsakların durumu ise en acil problem olarak önümüzde duruyor. Birçoğu ölüm sınırında olan ve kesinlikle dışarıda, nitelikli bir sağlık kontrolü altında yaşaması gereken birçok hasta tutsak, hapishane koşullarına ölüme terk edilmiş durumda. Kadın tutsakların ise hapishanelerde yaşadıkları dışarıda kadınların yaşadıkları sorunlara paralel kat be kat daha ağır bir şekilde. Erkek egemen zihniyetin kadın üzerindeki gerici-faşist-tecavüzcü bakış açısı ve pratiği hapishanelerde katmerli şekilde kendisini dayatıyor. Kadın tutsakların yaşadıkları tecrit ve tredman saldırısının işkenceye dönüşen bir diğer yanı ise, taciz-tecavüz olaylarının yoğun bir şekilde önemli bir tehdit unsuru olarak devreye sokulmasıdır. Çıplak arama, hücre cezası, taciz, küfür, hakaret ve en sonu açık tecavüz tehditlerine varan kadın tutsaklar ger-
çekliği acil olarak çözülmesi gereken sorunların başında geliyor.
Hırsızı, Katili, Tecavüzcüyü Dışarı Çıkart, Politik Olanı İçeri Al AKP döneminde hapishaneler kapasitesi dolup-taşmış durumda. Yapımına başlanan ve planlanan yeni hapishane projelerine rağmen, mevcut durum tutsak sayısını karşılamakta yetersiz. Yukarıda kısaca belirttiğimiz gibi bir yandan binlerce komünist-devrimciilericinin tasfiyesi amacıyla hapishanelere konulması, diğer yandan yaşanan toplumsal çürümeye paralel, hırsızlık, gasp, taciz, tecavüz, öldürme olaylarında yaşanan büyük artışla beraber hapishaneler TC tarihinin en kalabalık dönemini yaşıyor. 15 Temmuz sonrası “FETÖ üyesi” olduğu gerekçesiyle binlerce kişinin tutuklanması sonrası ise bu doluluk oranı iyice artmış durumdaydı. Bu soruna AKP-Erdoğan iktidarı tarafından çözüm ise geciktirilmeden geldi. Politik tutsakları dışarıda tutan yeni düzenlemeyle beraber on binlerce adli tutuklu tahliye edildi. 671 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname(KHK)’yle “Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun”a eklenen geçici maddeyle yapılan iki yeni düzenleme sonrası 1 Temmuz 2016 tarihine kadar işlenen suçları kapsayan düzenleme kapsamında, denetimli serbestliğin kapsamı bir yıldan iki yıla çıkartıldı. Yine süreli hapis cezası alan hükümlülerin cezalarının “üçte ikisini” çekmeleri halinde salıverilmeleri hükmü yeni düzenlemeyle “yarısını yatanların salıverilmelerini kapsıyor. Yani eskiden 12 yıl hapis cezası alan birisi 8 yıl hapis yatarken yeni düzenlemeyle 6 yıl yatacak. Bu 6 yılında iki yılı denetimli serbestlik ve iyi hal indirimiyle 4 yıla düşecek. Yapılan yeni düzenleme sonrası 17 Ağustos tarihinden itibaren binlerce adli tutuklu tahliye edilmeye başlandı. İlk etapta 38 bin kişinin yararlanacağı düzenleme, kademe kademe binlerce kişiyi etkileyecek. 16 Ağustos 2016 tarihi itibariyle 213 bin 499 olan toplam hükümlü ve tutuklu sayısı yapılan bu yeni düzenlemeyle beraber ilk etapta 175 bin 499’a düşüyor. Bu sayının söz konusu düzenlemenin devamı niteliğinde adım adım düşürülmesi hedefleniyor. Mevcut durumda toplam hapishaneler kapasitesi 187 bin 315. Yapımı devam eden ve planlanan yeni hapishane projeleriyle beraber bu kapasitenin 200 binin üzerine çıkartılması planlanıyor. Söz konusu düzenleme bazı adli suçlular ile politik tutsakları kapsamıyor.
İçerde Dışarıda Hücreleri Parçalamanın Zamanıdır Türkiye-Kuzey Kürdistan hapishaneler gerçekliği, komünist-devrimci-ilerici güçlerin önünde önemli bir ödev olarak bütün güncelliğiyle duruyor. Faşizmin
17
bütün toplumu teslim alıp, etkisiz kılma amacının ilk hedefi dün olduğu gibi bugünde hapishaneler ve politik tutsaklardır. Politik tutsaklar üzerinde uygulanan işkenceler, ağır tecrit koşulları ve özellikle ağır hasta tutsakların durumu… Zaman kaybetmeden, yüzümüzü hapishanelere çevirip, etkili politik bir kampanya ile bu sorunu gündemleştirip, çözümü için basınç oluşturmak zorundayız. Politik tutsakların sorunları ertelenecek, kendiliğindenciliğe bırakılacak bir sorun değildir. Bu soruna dair politik-pratik bazı adımların zaman kaybedilmeksizin hayat geçirilmesi gerekiyor. İlk olarak hapishanelerde bütün devrimci güçlerin ortak bir koordinasyon kurup, yaşanan sorunlara karşı bir perspektif ve politika belirlemesi gerekiyor. Bu oluşumun asıl sesi-soluğu ise dışarısı olacaktır elbet. Dışarıda da komünist-devrimci-demokrat-ilerici bütün parti, örgüt, kurum ve kişilerin bir araya gelerek, hapishanelerde oluşturulan koordinasyona paralel bir platform kurmaları gerekiyor. İçerde ve dışarıda oluşturulacak bu koordinasyon, etkili bir kampanya başlatıp, can alıcı sorunları merkeze alan bir çalışma örgütlemelidir. Misal hasta tutsakların acilen, koşulsuz serbest bırakılması kampanyanın merkezine konabilir. Kullanılabilecek her türlü araç en etkin şekilde kullanılarak, bu sorun bütün milyonların gündemine dâhil edilmelidir. İçerde ve dışarıda paralel bir şekilde geliştirilen etkili bir çalışma kuşkusuz önemli sonuçlar getirecektir. Böylesine bir siyasal kampanya bir an önce gerçekleştirilmelidir. Bu siyasal kampanyanın dışında, komünist-devrimci güçler bir deklarasyon yayınlayarak, politik tutsaklar üzerinde ağır bir şekilde sürdürülen tecrit işkencesine son verilmesi, her türlü baskı ve zulmün durdurulması çağrısı yaparak, mevcut politikaların devam etmesi halinde, özellikle gerçekleştirilen işkencelerle ön plana çıkan bazı hapishane yöneticileri başta olmak üzere, müdüründen gardiyanına bu suça ortak olanların cezasız kalmayacağını açıkça beyan etmeleri gerekiyor. Böylesine ortak bir çağrı sonrası ise bu uyarılara uymayan, mevcut faşist politikaları uygulamaya devam edenlere karşı adımlar atılmalıdır. Hapishaneler gerçekliği bir kez daha omuzlarımıza tarihsel bir sorumluluk yüklemiş durumda. Bu sorumluluk bilinciyle her bir devrimcinin üzerine düşeni yapması kaçınılmaz bir görevdir. Görev bizi bekliyor. Mücadelemizin onur nişaneleri olan şehitlerimiz ve mücadelenin en zorlu alanlarında kararlı bir mücadele veren tutsaklarımız bizlere sesleniyor. Bu sesi çığlığa dönüştürmek ve bu sese devrimci mücadeleyi yaşamın her alanında yükselterek cevap olmak büyük ve onurlu bir görevdir.
18
güncel analiz
1-15 EYLÜL 2016 Halkın Günlüğü
‘‘TC”nin Cerablus işgali ve Suriye’de emperyalist güçlerin
yol haritası! Tüm savaş tarihinde alınan yenilgilerin psikolojik ezikliği ve kaybedilen politik saygınlık esnenebilecek tüm sınırlar zorlanarak gerçekleştirilen eksen değişikliklerinin açtığı yeni kanallarla, yeni saldırı hamleleriyle giderilmeye çalışılır. AKP-Erdoğan iktidarı da, Cemaatin darbe girişiminin ardından NATO’nun, ikinci en kalabalık ve “güçlü” ordusu olarak görülen TSK’nın uluslararası arenada itibar kaybını gidermek, ülke iç kamuoyunda incinen‚‘‘milli onuru tamir etmek” adına ‘‘Fırat Kalkanı‘‘ işgal hareketini, bir hileli yönlendirme aracı olarak kullanmaktadır. Osmanlıdan devralınan ve tüm sorunların merkezinde zor ve zorbalık olan bu yeni Osmanlıcılar, ABD’den aldıkları “üst akıl” ve destekle ilk icraatı, Cerablus’un Jêrîn bölgesine yapılan top saldırıları sonucu 25 sivili katletmek oldu Emperyalist ve bölgesel egemen güçlerin kendi aralarındaki çatışmalar, Ortadoğu ve Suriye üzerinden ifadesini bulan bir kriz yaşamaktadır. “TC” Esad’ı düşürerek, Selefiler desteğinde Müslüman Kardeşleri iktidara getirmek ve Kürtlerin kurumsal bir kimlik kazanmasını önlemek biçimindeki politikası iflas etmiştir. “TC”, Suriye politikasının batağından çıkmak için Rusya ve ABD merkezli sürdürdüğü diplomatik ilişkilerin ardından, “yeni” bir hamle olarak Cerablus’u işgal etti. Faşist “TC”nin, Suriye iç savaşında desteklediği El Nusra, Sultan Murat Tugayları gibi cihatçı çetelerin oluşturduğu Fetih ordusu üzerinden sahada bulundurduğu gizli askeri güçlerle şimdiye kadar vekâleten dâhil olmuştur. 24 Temmuz’da ‘‘Fırat Kalkanı” olarak tanımladığı sınır ötesi operasyonla da fiilen dâhil olmuş oldu. Esat ve PYD-Kürt düşmanlığında sıkışıp kalan Erdoğan-AKP iktidarı, Ortadoğu’yu yeniden
şekillendirmede hala sahada varlığını sürdüren bir aktör olduğunu gösterme adına tankıyla topuyla Cerablus’a girerek, işgalci katliamcı Osmanlı torunu olduklarını gösterdi. “Terörle mücadele” adına “Cereblus’un DAİŞ’ten temizleneceği” iddiasıyla başlatılan işgal, Cereblus ve Bab’ı kontrol etmek, Rojava Kürdistan’ı kantonlarının birleşmesini engellemek, PYD’nin de dâhil olduğu Suriye Demokratik Güçlerinin etki ve hâkimiyet alanlarını zayıflatmak amaçlıdır. ‘‘Fırat Kalkanı Operasyonu”nda Cerablus hiçbir DAİS direnciyle karşılaşılmadan 12 saat içinde teslim alındı.
İşgalci “TC”nin DAİŞ ile danışıklı dövüşü ve “ılımlı muhalifler”
adına cihatçı güçlere açılan “yeni” alan! Faşist “TC” ordusunun, Cerablus’u hiçbir DAİŞ direnciyle karşılaşmadan teslim almasının ardından, ‘‘DAİŞ’in yenileceğini öngördüğü için çekildi” yorumları gerçeği yansıtmaktan çok uzaktır. Türk devletinin daha sınırı geçmeden bu katil grühla anlaştığı, DAİŞ’in yerine o bölgeyi zihniyet olarak onlardan hiç farklı olmayan başka cihatçı gruplara tanzim ettiği açıktır. Genel olarak emperyalist hegemonya savaşlarının ve özel olarak Erdoğan-AKP iktidarının siyasal ortağı DAİŞ, büyütülmüş, silahlandırılmış ve kullanabildiği yere kadar Esad ve YPG’ye karşı kullanılmıştır. Özellikle AB-ABD emperyalistlerin ve Rusya’nın yarattığı basınç, bu katil güruhu
denetleyememenin çözümsüzlüğüyle Erdoğan-AKP diktatörlüğü, DAİŞ’i karşısına almış gibi gözükse de çıkarları doğrultusunda DAİŞ’le birlikte hareket edebilme olanaklarını her fırsatta kullanmaktan asla vazgeçmemiştir. Cerablus’a dönük işgal hareketi karşısında DAİŞ’in direnç göstermeden çekilmesi, aralarındaki gizli anlaşmayı ve bu gerçeği açıkça bir kez daha ortaya koymaktadır. Suriye sahasında esasta ABD’nin, “temel müttefik”, “stratejik ortak” “TC” ile ilişkilerini geren PYD’nin hedeflendiği işgal hareketinde, her iki tarafı memnun etme siyasetini korumaya devam etmektedir ABD. Tüm manipüleye rağmen, gerek Salih Müslim’in ve gerekse de PYD’nin resmi sözcüsünün ilk açıklamaları, işgalci “TC”nin bu hareketiyle ne yapmak istediği
1-15 EYLÜL 2016 Halkın Günlüğü
konusunda sağlam bir öngörülerinin olduğunu gösterdiler. Şimdiye kadar Rusya, İran ve Hizbullah destekli Esad rejimi güçlerinin gösterdiği dirence rağmen, Suriye’nin tüm coğrafyalarını kontrol edecek askeri ve politik kabiliyetini kaybetmiş durumdadır. AKP-Erdoğan iktidarı özgülünde Türk hâkim sınıfları ve Suudi Arabistan’ın Kuzeyden, Ürdün ve Katar’ın güneyden El Nusra başta olmak üzere cihatçı çetelere verdiği destek bu güçlerin sahada hâkimiyet alanlarını geliştirmesine neden oldu. DAİŞ ve El Nusra gibi cihatçı çeteler ve “ılımlı İslamcı muhalif” diye ifade edilen cihatçı örgütlenmelerin güçlenip gelişmesi, bu somut destekler akabinde olmuştur. Emperyalist hegemonya çatışmasının, bölgesel aktörleri olan bu gerici devletlerin bunca boğma çabalarına karşın, Suriye sürecinde önemli bir tarihsel fırsat ele geçiren Rojava Kürtleri, özellikle, DAİŞ’e karşı savaş sahasında kazandıkları zaferin ardından, bölgede savaş kabiliyeti olan bir güç olarak, ulusal haklarını genişletme konusunda önemli mevziler kazanmıştır. Bu direnç ve elde edilen mevziler, ikiyüzlü ABD emperyalizminin, “TC” ile stratejik ilişkilerine rağmen YPG’yi açıktan desteklemesi şeklinde, “yeni” bir süreci başlatmıştı. ABD’nin planladığı, Kürt ulusunun ulusal hakları konusundaki kazanımları değil, çıkarları doğrultusunda, bölgede önemli bir aktör olan PYD-YPG güçlerinden faydalanma idi. İŞİD’e karşı Rakka’ya yapılan operasyon ve kazanılan Minbiç, ABD’nin, gerici çıkarları için PYD-YPG’ye açtığı alan olarak anlaşılmalıdır. Ancak Kürt güçlerinin ve Suriye Demokratik güçlerinin bu desteğe çok da tamah etmemeleri gerektiği aşikârdır… “TC”, ABD’nin Ortadoğu’da öyle kolay vazgeçebileceği bir aktör değildir ve ezilen halkların, mazlum ulusların, demokratik kazanımlarına, uşağıyla ilişkilerinin dengesini bozacak düzeyde asla saygı göstermeyecektir. Bu emperyalizmin doğasına aykırıdır ki, “Fırat Kalkanı Operasyonu”na verdiği destek bu gerçeği bir kez daha ortaya koymuştur.
Emperyalizm kanlı ikiyüzlülüğüyle Rojava’yı, “TC” tanklarının ve cihatçı katil çetelerinin hedefi haline getirdi! ABD ve AB emperyalistlerinin, AKP-Erdoğan iktidarını, Gülen cemaatinin darbe girişimi karşısında yeterince desteklememesi, “TC” ile ilişkilerde ciddi dönemsel bir kırılma noktası oluştururken, Rusya emperyalizminin, darbe girişimi karşısında, AKP-Erdoğan iktidarına sunduğu aktif destek, Rusya ile ilişkilerin ‘‘normalleşmesi”nin, daha ciddi politik-iktisadi “ittifaklar” sürecine evrileceği izlenimi yaratmıştır… 24 Kasım uçak düşürme krizinin ardından kopma noktasına gelen, akabinde Erdoğan’ın özür mektubunun ardından gerçekleştirilen Erdoğan-Putin görüşmesi, Erdoğan’ın, ABD ve AB ile yıpranan ilişkileri yeniden dengelemek için avantaja dönüştürme çabaları sonuçsuz kalmadı ve sınır ötesi işgal hareketi için ABD, küstürdüğü stratejik müttefiki “TC”ye yeşil ışık yaktı. Bu sadece stratejik müttefiki “TC”nin gönlünü alma sorunu
değil, aynı zamanda, ABD’nin bölgesel çıkarlarını korumak için, ürettiği politikanın sonucudur. Suriye’de çıkartılan isyanın öngünlerinde ABD muhalif grupların iletişim, ulaşım, silahlanma vb. faaliyetlerini “TC” üzerinden koordine etmiş, “TC” ile birlikte Selefi grupları aktif olarak desteklemiştir. ABD’nin Libya büyükelçisinin Trablus’ta Selefiler tarafından öldürülmesinin ardından ABD, Selefi cihatçı örgütlere desteğini çekmiş, “TC”den de bunu beklemişti. Ancak “TC”, ADB ile bu noktada birlikte hareket etmemiş, El Nusra ve DAİŞ gibi radikal İslamcı çetelere, Esad takıntısı nedeniyle desteğini sürdürmüştür. ABD’nin, Ortadoğu’nun temel aktörlerinden olan Kürtlerle kurduğu ilişkilerle, stratejik uşağı “TC” ile ilişkilerinin dönemsel olarak gerilmesine neden olmuştur. Zira ABD’nin Suriye’de istediği ilk şey kendisine bağımlı, Ortadoğu‘yu, çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırırken, kendisine direnç göstermeyecek ve destekleyecek uşak bir yönetimdir. Ve ABD emperyalizmi, Afganistan’dan Çeçenistan’a ve Balkanlara kadar savaşmış, Irak’ta Amerikan ordusuna karşı savaşta, mevcut savaş deneyimini ilerletmiş, elindeki konvansiyonel silahlarla ciddi bir savaş deneyimi ve kapasitesi bulunan El Kaide kökenli DAİŞ ya da El Nusra gibi, kontrol edilmeleri zor cihatçı katillerle böyle bir yönetim oluşturamayacağı öngörüsünden yoksun değildir. ABD’nin Türkiye ile Ortadoğu ve Suriye politikasına ilişkin temel çatışma noktalarından biri budur. Rusya’nın Türk hâkim sınıflarıyla, taban tabana zıt Suriye politikası üzerinden “TC” ile birleşebilme zemini oldukça zayıf görünmekle birlikte, özellikle ABD-AB emperyalistlerinin, NATO şemsiyesi altında, Karadeniz’den Ukrayna’ya ve Ortadoğu’ya ilişkin yapmayı planladığı hamlelere karşı, AKP-Erdoğan iktidarıyla, dönemsel olarak bir “ittifak” süreci başlatması, bir karşı hamle olarak önemliydi. Bu vesile ile yaşanan “esneme” Rusya emperyalizmi tarafında, Türk hâkim sınıflarının, Kürt düşmanlığı ve YPG’nin Fırat’ın batısına geçmesi durumundaki ihlal edilecek kırmızıçizgisini görme biçiminde olurken (ki Fırat Kalkanı Operasyonu’na dönük diplomatik bir kınama tavrının ötesinde reaksiyon göstermemesi bunu göstermektedir), “TC” cenahında ise bu “esneme”, Suriye’nin yeniden yapılandırılmasının Esad ile de olabileceğinin dillendirilmeye başlaması şeklinde olmuştur. ABD ve Rusya emperyalist güçlerinin, Suriye konusunda anlaşmaları, hangi aktörlere, hangi döneme kadar nasıl bir rol verileceği konusunda “ortaklaşmaları”, görünürde sadece DAİŞ’in geriletilmesiyle sınırlı değil, aynı zamanda, Suriye’de ciddi bir rol alan Rojava Kürdistan’ının kazanımlarını ve gelişimlerini sınırlamayı hedeflemektedir. Bu anlamıyla, Afrin ile Rojava kantonunun birleşmesini engellemek için, Cerablus koridorunun kesilmesi gerekiyordu. Bu konuda harekete geçirilecek en etkili güç “TC” ordusudur. “TC”nin, bu bölge üzerindeki planları, emperyalistlerin Suriye projesi ile uyuştuğundan, somut askeri işgal gerçekleşmiştir.
güncel analiz ‘‘Türk milli onuru” Suriye’de 49 Kürt sivil katledilerek ‘‘kurtarıldı”! Tüm savaş tarihinde alınan yenilgilerin psikolojik ezikliği ve kaybedilen politik saygınlık esnenebilecek tüm sınırlar zorlanarak gerçekleştirilen eksen değişikliklerinin açtığı yeni kanallarla, yeni saldırı hamleleriyle giderilmeye çalışılır. AKP-Erdoğan iktidarı da, Cemaatin darbe girişiminin ardından NATO’nun, ikinci en kalabalık ve “güçlü” ordusu olarak görülen TSK’nın uluslararası arenada itibar kaybını gidermek, ülke iç kamuoyunda incinen‚‘‘milli onuru tamir etmek” adına ‘‘Fırat Kalkanı‘‘ işgal hareketini, bir hileli yönlendirme aracı olarak kullanmaktadır. Osmanlıdan devralınan ve tüm sorunların merkezinde zor ve zorbalık olan bu yeni Osmanlıcılar, ABD’den aldıkları “üst akıl” ve destekle ilk icraatı, Cerablus’un Jêrîn bölgesine yapılan top saldırıları sonucu 25 sivili katletmek oldu. Akşam saatlerinde ise Cerablus’un 8 km batısına düşen Hilwaniyê köyüne yapılan topçu saldırılarında da 20 sivil yaşamını yitirdi. Şimdiye kadar toplam sivil kaybı 49’a ulaştı. Antep’te biraz da sınır ötesi saldırıya dayanak oluşturmak için DAİŞ eliyle tezgâhladıkları katliamda, çoğu çocuk ve kadın 58 kişinin yaşamını yitirmesinin ardından, “hesabını soracağız” dedikleri Antep katliamında akan kan, bu 49 sivilin kanıyla “temizlenmiş” oldu. Kendi halkını ‘’demokrasi nöbetleri’’nde tankların önüne atan katil AKP iktidarı, şimdi de bu işgal hareketini Suriye halklarının kanı pahasına devlet ve iktidar gücünü kendilerinde somutlamanın ve pekiştirmenin yollarından biri olarak görmektedir. Bu bakımdan faşist AKP iktidarının demokrasi söyleminin içeriği Kürtlere karşı topyekûn savaş, Aslı Erdoğan gibi aydın yazarların tutuklanması, Eren Keskin gibi insan hakları savunucularının soruşturmalarla, adli denetimlerle susturulmak istenmesi, Naid Bezwan, Şebnem Korur Fincancı gibi akademisyenlerin üniversitelerden uzaklaştırılması, tutuklanması, Özgür Gündem gibi muhalif-yurtsever basının kapılarına kilit vurulması, öğrencilere paralı eğitim, memurlara maaş kesintisi, halka yeni zamlar ve genel anlamda ülkenin tüm ötekileştirilmiş muhalif kesimlerine karşı topyekûn savaş ve askeri işgal hareketleriyle, başka ülkelerin halklarının katledilmesi, siyasi iradelerine askeri zorbalıkla müdahale edilmesi olarak anlaşılmalıdır.
Türkiye-Kuzey Kürdistan, Ortadoğu ve tüm dünya halkları bu işgale karşı birleşmelidir! “Fırat Kalkanı Operasyonu” adı altında “TC”nin Cerablus işgali aslında İŞİD’i değil, YPG/J güçlerinin ilerleyişini frenleme maksatlı olduğu açıktır. ABD’nin “karadan İŞİD’ karşı kullanmak istediği güçler konusundaki arayışıyla (ABD YPG önderliğindeki güçlerle İŞİD’i yenemeyeceğini bilmektedir. Bu güçlere kısmen ArapSünni gericiliklerden bir güç katması ge-
19
rekmektedir. İşte “TC” işgaliyle Cerablus’a, OSO ve El Nusra’nın yerleştirilmesi bu mantıktandır.) bölgesel gerici stratejik müttefikleriyle ilişkilerini bozacak düzeydeki bir Kürt ilerleyişini frenleme çabası,”TC”nin Esad’lı geçiş sürecine onay veren politik değişikliği ekseninde Kürtler başta olmak üzere, bölgesel toplumsal dinamikleri boğma hedefi, bu zeminde buluşmuştur.”TC”nin gerçek hedefi ne olursa olsun, ABD, AB ve Rusya emperyalist güçlerinin baskılanmasıyla, danışıklı dövüş mantığıyla da olsa, vekâleten sürdürdüğü Suriye savaşına, asaleten, “İŞİD’i karşısına alarak” dâhil olmuştur. Sorunun bir de Rusya ayağı söz konusudur. Suriye’deki “çözüm” planında ABD ile Esad ve “ılımlı muhalefet” konseptinde anlaşan Rusya,”TC”nin de bu adımına yol vermiştir. Bunun en büyük etkeni, “Sultan” ile “Çar” arasında son dönemde “normalleşen” ilişkiler ve “Esad’lı geçiş” süreci konusunda varılan mutabakattır. Sonuçta, ajitatif bir tabirle,”soğuk savaşın” aktörleri,”TC”nin Cerablus işgaline, açık yâda zimmî olarak onay vermişlerdir. Öz olarak Erdoğan-AKP iktidarı, geçmişteki keskin iddiaları ve neoOsmanlı hayallerinden ciddi anlamda revizyona giderken, “uzlaştığı” emperyalist güçlerin rızasıyla “yeni” bir “Suriye” sürecine girmiş bulunmaktadır. “TC”nin bu keskin dönüşünün,reel gelişmelerle birlikte orta ve uzun vadede ne gibi sonuçlar yaratacağını şimdiden net ifade edebilmek zor. Lakin yanıtı olmayan bir dizi çıkmaz ve çatışma söz konusudur. El altından Esad rejimi ile süren görüşmeler ve İran’la yakınlaşmalar eskisi gibi Kürt düşmanlığında birleşecek mi? Ya da bu mesele, emperyalist hegemonya güçleri dâhil, bölgesel gerici güçler arasında “yeni” bir ayrışmanın vesilesi mi olacak. Bu gün Cerablus işgalinde alınan Rusya zimmî onayı, Halep ve “ılımlı muhalefet” gibi cihatçı güçler özgülünde nasıl şekillenecek? Bütün bu cevapları, bölgedeki gelişmelerin hükmünde olan soruların yanında, “TC”, Suriye politikasını, esas olarak, sınır boyunca Rojava’dan Afrine uzanan Kürt ulusal haklarına karşı ezme hareketi olarak şekillenmektedir. Suriye’de kendi başına hareket edebilme kabiliyeti olmayan “TC”, emperyalist güçlerle gerici çıkarlarını uzlaştırabildiği oranda, Cerablus işgalinde, YPG güçlerinin ilerleyişine karşı bir hamle gerçekleştirmektedir. Bütün bunların sonucu açıktır. İçeride ve dışarıda “teröre karşı savaşın”, özü, şövenist-ırkçı milliyetçilikle yaratılan “milli mutabakatın” hedefi olacaktır. Bu gerici “kutsal ittifak”, Fırat’ın batı yakasından, Doğu yakasına, Kürt Ulusunun meşru mücadelesi başta olmak üzere, tüm sosyal ve ulusal devrimci dinamikleri ezmek istemektedir. Topyekûn savaş konseptinin stratejik hedefi budur. Tüm gerici işgalleri lanetleyerek, haksız işgalleri, iç devrimci savaşa dönüştürmek, Fırat’ın Doğu yakasından, Batı yakasına bu devrimci savaşın gücünü, işgalci “TC” başta olmak üzere tüm gericiliklere karşı mevzilendirmek, Mazlum Kürt Ulusu ve ezilen halklarımızın tarihsel hükmüdür.
20
güncel
1-15 EYLÜL 2016 Halkın Günlüğü
Yönelim ve somut durumun ihtiyaçları Durumu ileri yönde değiştirmek, genel bir süreç olarak her zaman geçerli olan görev ya da izlenmesi gereken isabetli yönelimdir. Ancak bazı tarihsel kesit ve özgün durumlarda bu görev genel ihtiyaçtan öteye yaşamsal önem kazanır. Durumu değiştirme çabası bu zaman dilimlerinde esas görev haline gelir ve diğer gelişmeleri tetikleyerek ön açıcı bir rol oynar. Yani tüm sürecin kaderi, durumun değiştirilmesi anlamındaki görev halkasında karşılık bulur. Fakat unutmamak gerekir ki, durumun ilerletilme yönünde değiştirilmesinin esas görev halkası olması sadece belirli şartlarda doğrudur. Olağan koşullarda merkezi görev ve merkezi halka, devrimin esas mücadele ve örgütlenme biçiminde ifade bulur. Örneğin devrimin silahlı zor yoluyla, dolayısıyla silahlı mücadele ve örgütlenme biçimiyle ele alınması genel devrimci yönelimin merkezi görevi olarak karakterize olur. Ne var ki, bu görevin icra edilmesi için, bu görevin stratejik kurum ve örgütlenmesinin asgari düzeyde de olsa yürütülmesi gereken merkezi görevin ihtiyaçlarına denk düşen bir yeterliliğe sahip olması gerekir. İşte bu durumda gerekli olan stratejik kurum ve diğer alt-yapı
hazırlıklarının belli seviyede de olsa yeterli hale getirilmesi söz konusu sürecin birincil görevi olarak öne çıkar. Genel merkezi görev ve halka geçerliliğini korumakla birlikte, özgül koşullarda açığa çıkan somut ihtiyaç mücadelenin stratejik kurumunu ve bu kurumun örgütsel ve benzeri niteliğini yeterli hale getirme görevi olarak saptanabilir... Sınıflar mücadelesinde devrimci sınıflar adına rol üstlenen parti ve örgütlerin kimi zaman gelişim trendi izledikleri, kimi zaman ise gerilemeler yaşayarak zayıfladıkları genel bir durumdur. Bunda toplumdaki çelişkilerin keskinliği ya da düzeyi temel oluştururken, insanın bilinçli müdahalesi temelindeki ideolojiksiyasi öznenin etkisi ya da teorik aydınlanma düzeyi doğrudan rol oynar. Eğer toplumdaki sınıf çelişkileri keskin ve sınıf mücadelesinin gelişmesine uygun zeminde ise bu zeminde sınıf mücadelesi yürüten siyasi parti-örgütlerin gelişim ivmesi içinde olması doğru orantılı durumdur. Eğer bu nesnel zemine karşın sınıflar mücadelesini omuzlayan siyasi özne gelişme trendinde değilse sorun nesnel şartlarda değil, bizzat siyasi özne dediğimiz devrimci örgüt ya da partidedir. Yani, siyasi öznenin uygun olan nesnel zemin ya da keskin çelişkilere gerekli müdahaleyi yapamaması problemin özünü teşkil eder demektir. Bu müdahale yetersizliği ise doğrudan
siyasi öznenin bütünlüklü durumundan ileri gelir veya içinde bulunduğu durumun değiştirilmeye muhtaç olmasından kaynaklanır. Durumun değiştirilmesi bütünlüklü bir süreç olmakla birlikte, bugünden yarına hemen başarılabilecek bir eylem değildir. Ancak genel durumun değiştirilmesi için somut durumun öne sürdüğü ihtiyaçlar göz önüne alınarak bir yerden durum değiştirmeye başlamak isabetli olandır. Her şeyi veya bütünü hemen köklü bir değişikliğe uğratıp başaramayabiliriz, fakat bu bütünün aksak olan belli yerlerinden başlamak üzere, değiştirilmesi gereken genel mekanizmanın değiştirilmesine başlayabiliriz. Bunda nereden başlamak sorusu elbette önemlidir. Örneğin, baş çelişkiyi tespit ederek bu çelişki temelinde öncelikli ve esas görevler saptayıp yürütmek diğer sorun veya çelişkilerin çözümünü kolaylaştırıyor ve çözüyorsa, öyle de sorunlu görülüp değiştirilmesi gereken durumun hangi parçasından müdahaleye başlanacağının doğru tespit edilmesi gerekmektedir ve bu tespitle başlayan müdahale genel durumun değiştirilmesine muğlak içimde katkı sunar. Savaş siyasetin en üstün biçimi ve değiştirme pratiğinin en etkili aracıdır. Fakat bu savaşın atfedilen misyonla yürütülebilmesi için yetkin bir savaş siya-
seti ve örgütüne sahip olmak ötelenemez gereksinimdir. Devrimci savaş örgütü niteliğiyle biçimlenip rol üstlenen örgüt eğer gerekli olan savaş pratiğini sergileyemiyorsa, ya genel siyaseti ekseninde biçimlenen savaş siyaseti hatalıdır ya da savaş örgütünün pratik oluşmasında sorunlar var demektir. Her iki koşulda da durumun değiştirilmesi ihtiyaçtır. Bugün sorun olup değiştirilmesi gerekenin esasta pratik örgüt olduğu söylenebilir. Teoride, siyasette, taktikte esasta problem olmadığına göre, sorun pratik örgüt durumundadır ve bu durumun değiştirilmesi gerekmektedir. Bundan hareketle durumu değiştirme görevinde başlamamız gereken nokta örgüt ve örgütlülüğün nitelikli hale getirilerek devrimci donanımının güçlendirilmesi noktasıdır. Bunun içinse bireylerin kendisinden başlayarak örgüt ve örgütlülüğü değiştirme sürecine başlaması gerekmektedir. Devrimci normlara uygun performansla sıkı çalışan bir dizi kadro asgari düzeyde güçlü bir örgüt profili ortaya çıkarabilir, çıkarma yeteneğine sahiptir. Sorun salt kadro sorunu olmayıp örgüt-parti sorunu zemininde olduğundan tüm faaliyetçilerin kendilerinden başlamak üzere durumu değiştirme sürecine acilen başlamaları zorunludur.
kültür sanat
1-15 EYLÜL 2016 Halkın Günlüğü
Buz kırıldı, yol açıldı. “Mutfak tenceresinin dibindeki karadan ötesini göremeyen” “Dağın Çocukları’’ adlı romanın zihinlere saçtığı kötümser tohumlar nihayet bir tenkitle kurutuldu. Kadranında türlü türlü habis isimleri barındıran “muhteri roman”, “Dağın Çocukları” anısına dağarcıktan çıkarılıp okuyucuyla paylaşılmak istense de sonuç vandallıktı. Zira “Dağın Çocukları” anısına yazılmış onlarca anı, roman zihnimizin raflarında dizilmişken, acımasız satırların yekten istilasıyla sarsılmış, yakılıp yıkılmıştı. “Sosyalist gerçeklik” yönteminden yoksun olarak düşsel izlekte bayır aşağı inen satırlar, kahramanlarımızın anılarını kendine harcırah etmiş, vakum tulumbası misali “Dağın çocukları”nın” devrimci romantik “çocukluğunu” emerek bir yığın “Dağlıyı” anlaklara sunmuştur. Oysaki daha başlarken kahramanların gelecek kuşaklarca tarih boyunca anılmaları iddiasıyla yazıldığı bildirilen bu yapıt, bırakın gelecek kuşakları, bugünün, bizlerin uslarında dahi bir yığın soru ve ünlem imini peyda etmiştir. Kimine ‘Ne için?’ sordurtan, kimine ‘Yok artık’ dedirten satırlar Gülabi Yalnız’ın usundan da “hangi dağın çocukları” diye ok gibi fırlamış çıkmıştır. Hakikaten “hangi dağın çocukları?” Kitap üzerine dostla sohbetimiz oldu. Yoldaşla sohbetimiz oldu. Ama konuya vakıf olamadığı için hiç kimse bu dağın hangi dağ olduğunu bir türlü kestiremedi. Ya da kestirdi de dile getiremedi. Öyle ya ‘Kim bu herifler, ne diye geziyorlar haybeye dağ başlarında’ gibisinden sorulara cevap getirmektense imtina etmek en iyisi! Hele hele ‘Vay be! Keşke bende …’ Dedirtecek satırlar yerine, ‘İyi ki’ diye başlayan tümceler galebe çalı-
Kim için sanat? yorsa okuyucuda susmak tek çare! Yalnız başlarken dedik ya. Buz kırıldı yol açıldı. “Önemli olanda buzun kırılmış, yolun açılmış ve gösterilmiş olmasıdır.” Yani yazarın tencerede pişen aşı görmemesi bir yana, tencerenin dibindeki karayı dahi kapkara gördüğü faş edildi. Şimdi açılan bu yoldan gitmek de “çocukların” anısınadır. Siyasetin ideolojik bir yansıması olan kültür ve bu bağlamda sanat, toplumsal yaşamda ve toplumsal bilincin şekillenmesinde önemli bir role sahiptir. Ve dolayısı ile sınıf mücadelesinin var olduğu günümüzde taraflıdır. Taraflı olmak zorundadır. Eğer sanatkâr ortaya bir eser koyuyorsa, bu eser ya insan ruhunu coşkuya sürükleyip proletaryanın öncüsüyle birleştirir, ya da kasvete park olan ruhu burjuvazinin ağlarına hapseder. Hal böyle iken, umutsuzluk, karamsarlık kasvet tohumlarından başka bir şey saçmayan bahse konu romanın garabeti, parmak ısırtıyor. Zira bir zamanlar o “çocuklarla” aynı patikayı adımlayan yazarın, “paydaşları” anısına böylesi bir sanat pratiğini ortaya koyması akıl alır gibi değil! Geçmişe saygı ve değer verme Muzeffer Oruçoğlu’na göre; “Bu tip çabalardan geçer.” Ki bize göre de öyledir. İnsan anılarını gelecek kuşaklara aktarma çabası içine giriyorsa, ortaya bir “anıt” dikiyorsa bu “anıt” müspet sinerjinin ete kemiğe
büründüğü, kâğıda kaleme döküldüğü bir “anıt” olmalı ki, “anısına” beliti belli olsun. Aksi halde yazarın geçmişe olan saygı ve değer biçme pratiği/çabası sınıfta kalır. Nereye, kime hizmet ettiği muammalaşır. “İşte buradan gerçeği ve somut tarihsel nitelikteki sanatsal yansıtmayı emekçilerin sosyalizm ruhuyla epitilmeleri ve ideolojik dönüşümlerinin sağlanması göreviyle birleştirmek gerekir.” Bu “sosyalist gerçeklik” yöntemiyle okuyucu “yeni hayat şekilleri yaratıcıları”nın anılarından etkilenerek, onlara imrenir. Yaratılan ya da yaratılacak olan güzelliğe ortak olmak ister, boyunduruğun mavimtırak soğuk esmerliğinden kurtulmak ister. Önemli olan eldeki malzemeyi doğru işlemektir. Devrimci perspektiften yoksun bir çaba hangi niyetle sarf edilirse edilsin en nihayetinde burjuvaziye hizmet eder. Bu bağlamda, Clara Zetkin’in “En büyük suçlar iyi niyet adı altında işlenmiştir, en büyük aptallıklar ise iyi niyet adına sergilenmiştir” vecizesini devrimci perspektiften yoksun çaba sarf edenlere armağan edebiliriz. Buradan da “Dağın Çocukları” adlı romana dönecek olursak, romanın kaleme alınmasında iki gerekçe olabilir. Bunlardan birincisi “dağın çocuklarının” imrence hayatını bir kez daha vurgulamak, geniş ya da ileri kitleleri bu “çocuklarla” buluşmaya davet etmek, geleceği kazanma yolunda anılarını gelecek kuşaklara
ANTAGONİZMA
21
taşımak, emekçilerin sosyalizm ruhuyla eğitilmeleri ve ideolojik dönüşümlerinin sağlanması göreviyle ki bu, arzuladığımız saiktir, proletaryanın çıkarınadır. İkincisi yazar, bir vakitler “dağın çocukları”yla aynı patikayı adımlamış ve nihayetinde, romanında o çokça bahsettiği mülteci akımına kapılıp Avrupa yollarına düşmüş ve kahramanlarımızın anılarını kendine harcırah etmiş, bu romanıyla da bizlere “Banker Yakup” misali ‘Düştüm ama sorun niye düştüm’ izahatında bulunuyor. Kitabı okumuş ve sürecin yabancısı/uzağında olan bizler, yazarın satırlarına riayeten “dağın çocuklarının” içler acısı bu durumuna ah vah ederken, Gülabi Yalnız’ın tenkitiyle öğrendik ki meğer dağ doğura doğura fare doğurmuş. Yazar her ne kadar burjuvazinin saflarından değil de, “proletaryanın” saflarından bu romanı literatürümüze katmış olsa da, son tahlilde hizmet ettiği yer burjuvazidir. Onun için “kültür ustaları kimle berabersiniz?” sorusunu da halletmenizin zamanı gelmiştir. Yeni hayat şekilleri yaratmak için kültür emekçileri ile mi berbersiniz, yoksa bu kuvvete karşı olan sorumsuz, yırtıcı insanlar kastını muhafaza etmek için başından çürümeye başlayıp ancak hareketsizliğin gücü ile yaşayabilen kastla mı berabersiniz? * A.A JDANOV- Edebiyat, Müzik ve Felsefe Üzerine * M. Gorki - Küçük Burjuva İdeolojisi Cihan Kirsiz Kandıra 1 No’lu F Tipi Hapishanesi
≫ muzaffer oruçoğlu
GÜÇ BİRLİĞİ emokratik partilerin, sendikaların ve diğer kitle örgütlerinin bir araya gelerek, Güç Birliği’ne varmış olmaları güzel ve ileri bir adımdır. Bu güç birliği, egemen sınıfların darbe ve Kürt direnişi karşısında oluşturdukları geçici birlik karşısında ortaya çıkan ciddi bir direniş odağı ve bir moral kaynağı olarak görünüyor. Eğer bu Güç Birliği, atıl kalmaz da tutarlı bir demokrasi mücadelesi yürütürse, egemen sınıflar arasındaki geçici birlik, çok daha derinlikli bir şekilde parçalanmaya ve dalaşa dönüşebilir.
D
Şu anda, ufukta, Kürtlerle uzlaşmaya yönelik bir gelişme görünmüyor. Hem egemen sınıfların kendi aralarında kurdukları geçici birlik, hem de Kürt direnişinin kan kaybı, böylesi bir uzlaşmaya imkân vermiyor. Bu, Kürdistan’daki savaşın süreceği, Türkiye’deki siyasal ortamın durulmayacağı anlamına geliyor. Son askeri darbe, sömürgedeki savaşın bir sonucudur. En sağlam ekonomiler dahi sömürge savaşının çok yönlü yıkıcı etkilerinden kendilerini kurtaramıyorlar.
Kurulan Güç Birliği, Kürtlerin ulusal haklarını, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki demokrasi mücadelesini tutarlı bir şekilde savunduğu ve bunun kavgasını verdiği müddetçe, egemen sınıfların karşısında ciddi bir güç olabilir; aksi, parçalanma demektir. Güç Birliği’nin içinde, savaşan komünistlerin bir bölümü yok. Çünkü bunların legal planda örgütlü bir güçleri, bir partileri yok. Zamanın beherinde İbrahim, “Bizde, yararlanabileceğimiz bir parlamento yok,” demiş. 12 Mart diktasının karanlığında söylenen bu söz, o günden bu yana hükmünü sürdürüyor. O zamanki komünistlerin günümüzdeki izleyicileri, legal dünyadaki dağınık güçleri, bir parti çatısı altında toparlamaya cesaret edemiyorlar. Sınıf mücadelesinin legal ayağı bulunmuyor. Mücadele, o günden beri tek ayakla yürüyor. 1978’de Halk Savaşı ile ilgili yazdığım yazının ikinci bölümü, legal imkânları sonuna kadar kullanmaya, legal bir parti kurup, parlamento kürsüsünden yararlanmaya dairdi. Yazıyı Partizan Dergisi’nde yayınlamadılar. Tabi kayboldu. Bu sorunu, o günden bu yana
arkadaşlarla sürekli tartıştım, makalelerimde dile getirdim. Tek bacakla yürümeye alıştıkları için hiç ciddiye almadılar. Legal alandaki dağınık güçlerini, çatısı altında toparlayacak bir legal partinin kurulmasına, parlamentoya girmesine yanaşmıyorlar ama belediye seçimlerinde, gösterdikleri adaylara da parti arıyorlar. Parti olarak ahıra girmeyiz diyorlar. Bir yönüyle haklılar. Benim gibi köylü kökenli oldukları ve ahıra çok girip çıktıkları için yılmışlar ahırdan. Pire, koku, böğürtü, kaşıntı, burun akıntısı, mikroorganizmalar... Ahır alerjisi. ‘Bir Sol Çocukluk Hastalığı’na benzemiyor bu. Komediyi andırıyor, ‘Bir Deli’nin Hatıra Defteri’ni ya da. Tek perdelik, tek kişilik. Kolay bir oyun. Oynana oynana alışkanlık halini aldığı için bundan sonra da sanırım oynanır. Seyirciler de memnun, egemen sınıflar da. Özellikle egemen sınıflar, savaşan komünistlerin bu oyunu sürekli oynamalarını istiyorlar. Legal imkânlardan en geniş bir şekilde yararlanmanın en etkin aracının parti olduğunu çok iyi biliyorlar çünkü. 32 yıllık Kürt direnişinin tecrübesi, onlara bu yakıcı gerçeği döne döne dayattı.
22
güncel
1-15 EYLÜL 2016 Halkın Günlüğü
Tutsak aileleri ve kamuoyuna Bizler hapishanelerde sesimizi yükselterek, karşılaştığımız her tür insanlık dışı uygulamaya karşı direnerek mücadelemizi sürdürürken, dışarıda da demokrasi, devrim güçlerinin, demokratik kitle örgütlerinin, insan hakları savunucularının, tutsak örgütlülüklerinin ve ailelerinin OHAL merkezli saldırı ve hak gasplarına karşı duyarlı olmalarını, demokratik ve meşru mücadele zemininde saldırılara karşı barikat oluşturulmasını öneriyor ve çağrı yapıyoruz. OHAL uygulaması sonlandırılmalı, hapishanelerin kapıları açılıp devrimci tutsaklar özgür kalmalıdır. Karanlığın bir heyula misali üzerimize çöktüğü bugünlerde, direniş ve mücadelenin önemi daha bir yakıcıdır Hâkim sınıfların taht kavgaları 15 Temmuz 2016’da gülen Cemaati ve neo-ulusalcı klik bileşimiyle darbe girişimiyle yeni bir aşamaya evrildi. Devle erkânı saray öncülüğünde OHAL ilan etti ve müesses nizamı kurarak besleyip palazlandırdığı darbecilere yöneleceğini deklare etti. Sıklıkla OHAL’in darbecilere dönük olduğu yana döne tekrarlansa da,
sözün sahibini iyi tanıdığımızdan bunun öyle olmadığını öngörüyorduk. Bu topraklarda askeri ve sivil darbeler de, Kürtlerin çok iyi bildiği OHAL’ler de ezilen halklara dönüktür. OHAL daha ilk günlerinde milliyetçi müesses nizamın dışında yer alan demokratik muhalefeti, hedefte Kürt siyasal hareketi olmak üzere devrimci ve sosyalistleri kapsayarak adeta cadı avına dönüştürüldü. Demokratik haklar tek tek gasp edilirken, bugüne değin basın çalışanları katledilen, büroları bombalanan, gazetecileri zindana atılan Özgür Gündem gazetesinin baskınla kapatılması örneğinde olduğu üzere OHAL’in kimleri hedeflediği aşikâr. AKP tarafından çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler(KHK) ile hapishanelerde saldırılar parça parça hayata geçiriliyor. Saldırıların nereye kadar sürdürüleceği belirsizidir. OHAL ile hayata geçirilen sokağa çıkma yasakları, TV kanalları ve gazetelerin kapatılıp çalışan ve yazarlarının tutuklanması, dernek faaliyetlerinin sınırlandırılması, varlık fonu adı altında oluşturulan soygun merkezleri bu durumun belli başlıklarıdır. Dışarıda bunlar kitlelere yaşatılırken hapishanelerde tutsakların telefon, görüş gibi temel insani hakları ya askıya alınıp kaldırılmakta ya da hapishane idarelerinin inisiyatifine bırakılmaktadır. Darbe girişimi öncesinde sürgünlerin yoğun bir şekilde yapılıp, sürgün sırasında tutsakların hakaret, işkence ve tehdit saldırılarına maruz kaldığını, sayımlarda ayakta tekmil vermeye zorlanılarak alınmaya çalışıldığı, hasta
tutsakların tedavi ihtiyaçlarının karşılanmadığını, keyfi bir şekilde yayınlara el konulduğunu, iletişim cezalarıyla mektup, telefon, görüş hakkının gasp edildiği, tutsaklara birçok hapishanelerde fiziki saldırı yapıldığı, sürgünler sırasına çıplak arama işkencesinin uygulandığı kamuoyu tarafından bilinmektedir. Birçok hapishanede OHAL gerekçe gösterilerek tutsaklar üzerindeki baskı ve saldırılar artmaktadır. Tutsakların temel ihtiyaçları olan ve hapishane yönetimlerinin temin etmekle yükümlü olduğu nevresim takımı, yastık, yatak gibi ihtiyaçlar ya verilmemekte ya da verilse dahi günlerce tutsaklar mağdur edilip ardından ise eski ve kullanılmış eşyalar verilmektedir. Fiziki yapılarının üç kişi tasarlandığı F tipi hapishaneler balık istifi biçiminde 6 kişilik odalara çevirilmiş durumdadır. Ranzasız tutsaklar yerde yatıyor, koğuş tipinin geçerli olduğu D-E-L-M tipi hapishanelerde ise 7 kişilik yerlere onlarca kişinin yerleştirildiğini biliyoruz. Tıka basa hücrelerin, odaların, koğuşların dolduruluşu başlı başına bir işkencedir. Yoğunluğun yarattığı steril olmayan koşullar, havasızlık her tür hastalığa davetiye çıkarmaktadır. Her bir hücreye bir leğen, bir banyo kovasının verildiği düşünüldüğünde tablo görülecektir. Hapishanelerde zor koşullar ve imkânsızlıklar içinde üretimlerini sürdüren tutsakların üretimlerini engellemek için uygulanan her türlü keyfi yönelim yetmiyormuş gibi ayrıyeten kitap sınırlaması getirilmiştir. Renkli kâğıt, kalem, makas keza
el ürünlerinin üretiminde kullanılan malzemelerin verilmemesi, atölyelere tutsakların çıkarılmaması bu saldırıların parçalarıdır. Son yayınlanan KHK ile tutsakların aylık açık görüş hakkı 2 ayda bire düşürülmüştür. Ayrıca tutuklu statüsündeki tutsakların 3 kişilik görüşçü hakkı kaldırılmış, yine ayda 4 sefer olan haftalık telefon görüşmesi iki haftada bire indirilmiştir. Kimi hapishanelerde geceleri hücrelerin basılarak sayımın dayatıldığı ve tutsakların darp edildiği basına yansıdı. KHK’lar ile dışarıda ve içerde devreye konan her bir uygulama, önümüzdeki süreçte ezilenlerin neyle karşılaşacağının habercisidir. Bizler hapishanelerde sesimizi yükselterek, karşılaştığımız her tür insanlık dışı uygulamaya karşı direnerek mücadelemizi sürdürürken, dışarıda da demokrasi, devrim güçlerinin, demokratik kitle örgütlerinin, insan hakları savunucularının, tutsak örgütlülüklerinin ve ailelerinin OHAL merkezli saldırı ve hak gasplarına karşı duyarlı olmalarını, demokratik ve meşru mücadele zemininde saldırılara karşı barikat oluşturulmasını öneriyor ve çağrı yapıyoruz. OHAL uygulaması sonlandırılmalı, hapishanelerin kapıları açılıp devrimci tutsaklar özgür kalmalıdır. Karanlığın bir heyula misali üzerimize çöktüğü bugünlerde, direniş ve mücadelenin önemi daha bir yakıcıdır. YDAB Hapishaneler Komisyonu
tarih
1-15 EYLÜL 2016 Halkın Günlüğü
KAZIM EKİCİ
AHMET ŞAHİN
BEHZAT FİRİK
DİLEK VAROL
FATMA TURGUT
HÜSEYİN ASLAN
PİR HASAN KULAÇ
23
ZÜHRE DERSİM
İşkencehanelerde kızıl direnme ruhunu yaşatmanın adı: Süleyman Cihan 12 Eylül AFC’nin zor koşullarında mücadeleden bir an dahi olsun geri adım atmayan Proleter Öncü bu ağır baskı ve saldırı koşullarında Şubat 1981 tarihinde 2.konferansını gerçekleştirerek cuntaya ve faşist devlete mücadele mevzilerinden cevap olur. Yapılan 2.Konferansta Süleyman Cihan MK ve genel sekreterliğe seçilir. 2.Konferanstan sonra faaliyetlerine hız veren Proleter Öncü düşmanın bir numaralı hedefi haline gelerek stratejik saldırılara maruz kalır. Bu süreçte Süleyman Cihan yoldaş’da 28 Temmuz 1981 tarihinde İstanbul’da düşmanın eline geçer. Gözaltına alındığı aylarca kabul edilmeyen Süleyman Cihan aylarca süren işkencelerin ardından katledilir. Önderi Kaypakkaya’nın direniş geleneğini kuşanan Süleyman Cihan yoldaş ismini dahi kabul etmeyerek kızıl direnme ruhunu faşizmin zindanlarında bayraklaştırarak 15 Eylül 1981 tarihinde katledilerek ölümsüzleşir Türkiye-Kuzey Kürdistan’da ‘’ser verip sır vermeme’’ geleneğinin yapı taşlarından
oynayan Süleyman Cihan yoldaş 77-80 arası dönemde Uluslarası komünist hareket saflarında yaşanan ideolojik tartışma ve ayrışımlarda MLM’den yana açıktan saf tutar. Özellikle ‘’üç dünya teorisi’’ ve ‘’AEP modern revizyonizm’’ne karşı Mao ve Çin Büyük Proleter Kültür Devrimini savunarak komünist çizginin savunulmasında özne işlevi görür.
olan Komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın kızıl direniş bilincini kuşanan yüzlerce, binlerce komünist/devrimci işkence haneleri devrim ve komünizm mücadelesinin siperlerine dönüştürerek düşmana diz çöktürmüşlerdir. Bu komünist/devrimcilerden biride tartışmasız olarak proleter öncünün önder kadrolarından olan Süleyman Cihan’dır. Proleter öncü ile daha genç yaşlarda(Lise) yıllarında tanışan Süleyman Cihan sonrasında ise okulu bitirip öğretmenliğe başladıktan sonrada mücadeleye daha aktif bir biçimde katılarak öne çıkmaya başlar. Pro-
leter öncünün yaşadığı birinci örgütsel yenilgiden sonra uzun bir süre dağınık ve bölgesel dönem biçiminde geçen sürecin toparlanmasında ve hareketin yenden merkezileşmesinde belirleyici rol oynayan kadroların başında gelir. Ki Proleter öncünün aynı zamanda merkezileştiği platformlardan biri olan 1.Konferansın başarılı bir şekilde toplanmasında Süleyman Cihan yoldaş belirleyici bir rol oynamıştır. Ki bundan ötürüdürkü Süleyman Cihan 1.Konferansta Merkez komite-Siyasi Büro üyeliğine seçilir. İdeolojik mücadele cephesinde de aktif rol
12 Eylül AFC’nin zor koşullarında mücadeleden bir an dahi olsun geri adım atmayan Proleter Öncü bu ağır baskı ve saldırı koşullarında Şubat 1981 tarihinde 2.konferansını gerçekleştirerek cuntaya ve faşist devlete mücadele mevzilerinden cevap olur.Yapılan 2.Konferansta Süleyman Cihan MK ve genel sekreterliğe seçilir. 2.Konferanstan sonra faaliyetlerine hız veren Proleter Öncü düşmanın bir numaralı hedefi haline gelerek stratejik saldırılara maruz kalır. Bu süreçte Süleyman Cihan yoldaş’da 28 Temmuz 1981 tarihinde İstanbul’da düşmanın eline geçer. Gözaltına alındığı aylarca kabul edilmeyen Süleyman Cihan aylarca süren işkencelerin ardından katledilir. Önderi Kaypakkaya’nın direniş geleneiğini kuşanan Süleyman Cihan yoldaş ismini dahi kabul etmeyerek kızıl direnme ruhunu faşizmin zindanlarında bayraklaştırarak 15 Eylül 1981 tarihinde katledilerek ölümsüzleşir. Yine Eylül ayının ilk iki haftasında Proleter Öncü saflarında devrim ve komünizm şiarını haykırarak ölümsüzleşen Sırma Boyoğlu, Ümraniye gecekondu direniş şehitleri: (Hüseyin Çaparoğlu, Cuma Gün, Hasan yıldırım, İsmail, Poyraz, Hüseyin aslan), Munzur Geçgel, Pir Hasan Kulaç, Behzat Firik, Zöhre Dersim, Ahmet Şahin, Dilek Varol, Fatma Turgut ve proleter öncünün önder kadrolarından Kazım Ekici’nin devrimci/komünist hatırları önünde bir kez daha saygıyla eğliyoruz.
Halkın Günlüğü
1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:
Yurtiçi 54 TL
Yurtdışı
108 EURO
HESAP NUMARALARI Ahmet AKSOY adına Yapı Kredi Bankası ANK. Mithat Paşa ŞB. : (TL) 93602130 Yapı Kredi Bankası (Euro) 10 0006 7010 0000 0043 4140 14 Yapı Kredi Bankası (Sterlin) 13 0006 7010 0000 0043 4140 57 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL
Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96
Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18
ROJANEYA GEL Li girtîgehan êriş zêde bûn Desthilatdariya Erdoğan û AKP’ê ku piştî hewldaniya derbe ya 15’ê tîrmehê firsend ket destê û pergala OHAL’ê damezirandin, îja li zindanê jî êrişên hovane pêk tînin. Yekemîn maxdûrên van êrişana jî dîlên siyasî ne. Mafên ku bi zindaniyan bi tekoşînê ve qezenc kirîbûn, yek bi yek ji dest tên standin. Xêynî wê, zindan dibin navenda şikenceyê. Li tevahî welêt, ji alî wek xwe bi navê “Tîmên Hêzên Amade-Hazır Kuvvet Timleri” û “Refên XepaxapŞok Mangaları” binav dikin, êriş tînin ser girtiyan. Di 15’ê Tîrmeh’ê de rahijmendiyeke derbeyê pêk hat, lê çi xerabî ku bi derbeyê were ser civakê yek bi yek bi destê desthilatdariya Erdoğan û AKP’ê ve hat. Berî her tiştî pergala OHAL’ê êlan kirin û bi vî hawî Parlamento li der desthilatdarkirinê ma. Desthilatdariya AKP’ê, bi saya Biryarên Xwedî Hêza Zagoniyê (KHK) ve her çi biryar dixwast bigire û nediwêriya, hemûyan li ser hev derxist. Zêdetirî van zagonan jî, taybet li ser armanca binpêkirin a muxalefet, şoreşger, sosyalîst û welatparêzan e. Ji van wêdetir, piştî êlankirina OHAL’ê, êrişa herî mezin di qada girtîgehan de çêbû. Çi ku zindan, ji damezirandina komarê vir ve her tim wargeha fişar, herisandin û şikencekirinê bû. Siyaseta şikence, surgun, lêxistin û êşandin ên ku heya niha jî li ser dîlên berxwedêr dihate meşandin, piştî êlankirina OHAL’ê hê bi awayekî aşkere, zelal û vekirî, ber çavên civakê hat bikaranîn. Kesên ku li dijî van siyasetan nerazîbûna xwe bîne ziman jî, ji alî desthilatdariyê ve wekî “caşa welat” tên binavkirin û ji bo kul i himberî gel xayîn bên nasîn siyaseteke qirêj tê meşandin. Ewqasî ku, piştî derbeyê binketî, leşkerên derbekêr bi awayekî zelal rastî şikenceyan hatin, ev yek li ber çavên civak çêbû, lê wezîrê Dadmendiyê Bekîr Bozdağ, bir ûçieke bêşerm derket ber miletê û gotina “şikence filan bêvan tiştekî wisa nîn e” bilev kir.
YDAB: Bêdeng neminin, ji qêrîna dîlên azad re bibin deng Yekitiya Malbatên Demokrasiya Nû (YDAB), bi daxuyaniyekî ve bal kişand li ser şikenceyên ku piştî OHAL’ê taybet li zindanan tên bikaranîn. Yekitî, di daxuyaniya xwe de ew bûyerên ku çêdibin û ji alî tu kesan nayê bihîstin nerazîbûna xwe nişan da. Di daxuyaniyê de Kıvılcım Arat axivî û got: “Bûyerên k udi Zindana Tekîrdağ’ê de diqewimin haya tu kesî jê nîn e. Tenê bi vegotina malbatiyan hin agahî dikeve deste me û ji ber vê yekê dile me ne rehet e. Bi qasî 12-13 kesên gardiyan ve tîmên taybet damezirandine û di odeyên bi sunger, li ser dîlên siyasî şikenceyên cûrbecûr tê meşandin”. Daxuyaniya Çapemenî ku li ser navê YDAB’ê hatibû nivîsandin jî hat gotin ku: “Ne tene Tekîrdağ’ê, li Şakran’ê, li Antalya’yê, li Sincan’ê, di gelek zindanan de heman şêwe şikence û lêdan berdewam e. Em wek YDAB û DHF emê van bûyeran bişopînin û wisa bernadin”. Di daxuyaniyê de hat eşkerekirin ku, bûyerên k udi girtîgehan de diqewimin, ji serdema 12’ê Îlonê wêdetir tund e û odeyên ku girtiyên siyasî têde dimînin taybet di bin xetereyan de ne.
“Nasnekirina mafên însanan zede bû”
Gava ku bi sedan miroz hatin binçavkirin û zindanî bûn, li girtîgehan jî cîh nema. Di zindanên tîpa F’ê de kul i gorî 3 kesan hatine çêkirin, bi zor û zordariyê qasî 6-7 kes tên bicîhkirin. Gava li Girtîgeha Tekîrdağ’ê girtî bi telefona zindanê ve bi malbatên xwe re tekili pêk tînin, malbatiyan dibêjin “em dengên şikenceyan dibihîzin”. Lê dewlet, ji bo van yekan tu agahiyek nade, ji bo daxuyaniyê jî
tiliyên xwe li şûnê nalivîne. Li hin zindanan jî hevdîtina hevalan hatiye qedexekirin. Roja telefonê jî dirêjî 15 roj carek kirine. Li hundirê zindanan jî binpêkirina mafên mirovî hê zede diqewimin. Li hin girtîgehan, ji gardiyanên “hilbijartî” Refên Şok’ê hatiye damezirandin û ew refên hovane tevî zindaniyên nesiyasî, êriş tînin li ser dîlên şoreşger.
Kesên ji bi endamên Komeleya Piştevanî ya Malbatiyên Zindanî (TUAD), Komeleya Mahnasên Azadîxwaz (OHD) û endamên Komeleya Parêzvanên Azadixwaz (ÖDAV)’ê ne û di navbera xwe de Lijneya Çavdêrîkirina Girtîgehan ava kirîbûn, ew lijne piştî 15’ê Tîrmehê wek komek di gelek zindanan de serlêdanan pêkanîn û çi tiştên ku li wan deran dîtine û çi tiştên ku ji girtîyan bihîstine berhev kirin û wek reportek amade kirin. Di wê reportê de hate ziman kul i girtigehan şikence hê zede bûne, lêgerînên bi tazîkirinê tê bikar anîn, kesên ku li himberî van lêgerîna bi tazîkirinê re nerazîbûna xwe bîne ziman jî bi lêdanan lêdidin. Tevî van yekan, di Zindana 9 nimro ya Silivri’yê jî xwestin axaftina dîl û parezeran qeyd bikin, lê li ser tevgera dijî ya parezeran newêriyane ev kare xwe biserkevînin.