Halkın Günlüğü - 16-31 TEMMUZ 2016

Page 1

Bilinçli devrimciliğin dinamize edilmesi

sf 12-13

Suriyeli savaş mağdurlarına vatandaşlık hakkı! Suriye’de cereyan eden emperyalist gerici savaş, Suriyeli halkları adeta kıyımdan geçirmiş, hayatta kalanların önemli bir bölümünü yaşadıkları yerlerinden ederek ağır mağduriyetle yüz yüze getirmiştir. Erdoğan/AKP güruhu milyonları bulan Suriyeli savaş mağdurlarına vatandaşlık hakkı vermeyi planlarken, bunu onları sevdiğinden, yaşadıkları haksızlık ve mağduriyetten üzüntü duymasından, hümanist olduğundan dolayı yapmamaktadır SF 6-7

Halkın Günlüğü

16-31TEMMUZ 2016 Yıl: 5 Sayı: 126 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.org

2016 NATO zirvesi gerçekleşti f DÜNYA

14-15

NATO'nun 2016 zirvesi 28 NATO üyesi ülkenin devlet ve hükümet başkanlarının katılımıyla Varşova’da gerçekleştirildi. BM, AB, DB, IMF de zirvede hazır bulundu. Zirvede alınan kararlarla emperyalizmin savaş örgütü NATO’nun, Erdoğan’ın isteklerini karşılamasının bedelinin halklarımız açısından ne olacağını hepimiz yaşayarak göreceğiz.

ABD’de ırkçılık karşıtı eylemler büyüyor

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

ISSN: 2147-0499

“Darbe, diktatörlük, burjuva demokrasisi” tüm türevleriyle burjuva egemenliğe karşı

Sosyalizm bayrağını yükseltelim Tarihsel süreci ve güncel hali, ezilen halklar, ötekileştirilen inanç grupları ve mazlum uluslar üzerinde bir baskı ve diktatörlük aracı olarak var olan faşist “TC”, kendi içinde gerici kliklerin hâkimiyet çatışmasında da en geri ve kirli siyaseti kullanagelmiştir. Gerek parlamento maskesi altında, gerekse de açık AFC koşullarında, ezilen ve sömürülen halklara uyguladığı baskı ve zulüm, gerici sınıf karakterinin özünü belirlediği şekilde gerici iktidarını korumak maksatlıdır. Toplumsal çelişkilerin derinleştiği her tarihsel koşulda, devreye koyduğu tüm baskı ve zor aygıtları, sosyal ve ulusal devrimci mücadele başta olmak üzere, ilerici toplumsal dinamikleri ezmek içindir. Gerici

8

“Beyler” yine taarruza geçti!

iktidarını koruma hedefinde daha etkin sonuçlar elde etmek için devlet egemenliğini buna göre organize etmek de süreçlerinin bir yönelimidir. Burjuva demokratik “meşruluğu” bile olmayan faşist kurumlar üzerinden en barbar saldırganlık olarak kendini inşa eden faşist “TC”, kendi içindeki klik dalaşında da “sivil” ve askeri darbeleri hep bir yöntem olarak kullanagelmiştir. Proleter devrimciler açısından “darbe, diktatörlük ve burjuva demokrasisi” meselelerine yaklaşım açık ve nettir. Proleter devrimciler gerici burjuva yönetim anlayışı ve “değerlerinin” tüm türevlerine karşı dururlar ve burjuva devlet mekanizmasına cepheden tavır alırlar

11

Ankara, Moskova ve Tel- Aviv üçgeni

16


02 Teşebbüste kalan darbe ve güncel haber

16-31 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü

AFC ve her türlü gerici darbelere kesinlikle karşıyız. Bunda tereddüde yer yoktur. Mevcut iktidar faşist olmasına karşın bu iktidara karşıdır gerekçesiyle darbeyi destekleme tavrımız olamaz. Komünist devrimci bilinç sınıf nitelikleri aynı olan gerici kesimler arasında tercih yapmayı benimsemez, ilkesel tutum olarak gerici sınıfların tümüne karşı sınıf mesafesini koruyarak gerici sınıflar arasındaki iktidar çatışması ya da her türlü dalaşlarında nötr kalır, sorunu sınıf ve sınıflar mücadelesi açısından ele alır. AFC ve gerici darbelere kararlıca karşı çıkıp mücadele ederken, faşist iktidarın yıkılması veya ona karşı mücadeleyi de bir o kadar tereddütsüzce benimser yürütürüz Girişim olarak kalan ya da ortasında bastırılarak başarısız kılınan darbenin görünen yüzüne bakıldığında amatörce olduğu söylenebilir. Ne ki, iç yüzüne ve birçok emareye bakıldığında darbenin bastırılması veya girişim aşamasında kalması amatörlükten değil, başka sebeplerden kaynaklanmaktadır. Darbecilerin darbe planı, iktidarın karşı-planıyla alt-üst edilmiştir. Darbeciler erken doğuma itilerek intihara sürüklenmiş, iktidar süreçten nemalanmıştır... Bu darbenin “post modern darbe” tanımlaması dışında, klasik askeri faşist darbelerle örtüştüğü, hatta tankların sokağa sürülmesinin ötesinde savaş uçakları ve helikopterlerinin bombalama ve ateş etme biçiminde kullanılması gibi bazı unsurları açısından geçmiş AFC’lerden daha ileri askeri nitelik taşıdığı söylenebilir. Girişilen bu darbenin askeri faşist darbe olduğu çıplak gerçektir. Bu niteliğine karşın başarısız kalmasının ise belirgin nedenleri vardır. Kaba gözlemde yansıyan biçimsel amatörlüğün arkasındaki nedenler şöyle sıralanabilir. Burjuva muhalefet için Erdoğan/AKP iktidarına karşı bir darbe, iktidarın burjuva klikler arasında el değiştirmesi için tek çare haline gelmişti. Burjuva kliklerin seçimler yoluyla iktidara gelmesi bir türlü mümkün olmamış, “darbelere karşıyız” denilmesine rağmen bir darbe arzusu içten içe yerleşmişti. Bu klikler bağlamında ve adı geçen iktidarın ulus-

lararası politikası bağlamında yaşadığı büyük tecrit şartlarında darbenin uluslararası(emperyalist) güçler tarafından da desteklendiği söylenebilir. Bu anlamda darbenin yeterli destekçileri ve isteyenleri, dolayısıyla mevcut darbenin arkasında olma anlamında “yerli-yabancı” belli bir gücün olduğu söylenebilir. Buna karşın, darbenin erken başlaması bu destekçileri bekle-gör politikasına itti ve tedrici yaklaşımla darbenin gelişimi karşısında belirsiz kalıp diplomatik tutum gereği darbelere karşı olduklarını açıklamaktan geri durmadılar. Oysa darbenin yanında olmalarına karşın, darbenin zamansız ve gerekli plan temelinde gelişmediğini görerek başarısız kalacağını anladıklarından, yön değiştirip darbeye karşı olduklarını açıkladılar. Bu durum zaten plan dışı başlayan dezavantajla bastırılmaya müsait olan darbenin iyice zayıflayıp yenilgi almasında

rol oynadı... Darbenin “erken doğum” olarak yaşanması amatörlükten değil, “sezeryana” tabi tutulması biçimi de iktidarın yaptığı müdahaledir. Bu müdahale darbenin erken start almasını koşullayarak gerçek planın uygulanamaması ve plan dışı zorunlu bir harekete geçişi koşullamıştır. Bu durum da darbe planının bozularak zamansız başlaması ve amatörce yaşamasına yol açmış, nihayetinde başarısız olmasını veya bastırılmasını olanaklı kılmıştır. Peki bu müdahale nasıl gerçekleşti veya mümkün oldu ki, darbenin bastırılması ve başarısızlığa uğratılması mümkün oldu?

Darbe önceden fark edilerek karşı hazırlık yapılmıştır Darbenin böyle sonuçlanmasına yol açan iktidarın müdahalesi, darbe planı bilgi ve istihbaratının iktidar tarafından elde edilmesi ile mümkün olmuştur-

olabilir. Kapsamlı bir darbe planının sızmadan tam bir gizlilik içinde yürütülmesi zaten mümkün değilken, iktidarın MİT ve benzeri örgütlenmeleriyle darbeci yapıya sızarak bu planı önceden öğrenip gerekli tedbirleri alması olanak dâhilindedir. Yaşanan gelişmelere bakıldığında bu sonuca varmak tamamen mümkün. Muhtemel olan veya gelişmelerin desteklediği durum şudur: İktidar darbe planını öğrenerek ve belki de darbenin uzun bir ön aşamasında bu darbeci kesim içine sızarak darbeyi istediği avantajlı şartlarda patlatıp başarısız kılınmasını karşı plan olarak geliştirmiştir. Sızma ve bilgi alma zemininde gerçekleştirilen bu karşı plan dâhilinde, darbenin planını boşa çıkaran karşı önlemlerin alınmasıyla birlikte, darbenin darbecilerin planı dışında erkenden başlatılarak ve belki de darbeciler içine sızan iktidar unsurları tarafından başlatılarak provo-


16-31 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü

güncel haber

03

sonuçları üzerine kısa bir kritik ke edilmesi olasıdır. Ki, darbenin bu kadar amatörlük, hazırlıksız ve plansızlık içinde patlak vermesi bu olasılığı güçlendirmektedir. Dahası, iktidarın darbeyi vesile ederek devletin tüm temel kurumlarında büyük ve köklü bir tasfiye hareketi başlatması, bu tasfiye hareketinin cemaati aşan diğer muhalif kesimleri kapsaması, iktidarın sızdırdığı unsurlar vasıtasıyla darbe planını bozup paypas yaptırdığını destekleyen gelişmeleri ifade etmektedir. Aksi halde, savaş helikopteri ve uçaklarını, savaş gemileri ve tanklarını kullanan, ordunun büyük bir bölümünü kapsayan devasa güç ve planın başarısız olması zor bir ihtimal olurdu. Bunca güç ve kapsamlı plana karşı sonucun başarısız olmasının esas sebebi iktidarın sızmaları, istihbaratı aracılığıyla darbeyi provoke etmeleri gerçeğidir. Kuşkusuz ki, halkın belli düzeyde sokağa dökülmesi, siyasi partilerin darbeye karşı ortak irade beyanında bulunması, tüm bunlarla birlikte darbeciler tarafından hükümetin görevden alınması ilanına karşın hükümet ve cumhurbaşkanının görevde olduklarını basından kamuoyuna duyurması ve halkı direnişe-sokaklara çağırması, dolayısıyla da basının darbeciler tarafından kontrol altına alınmaması, siyasi iktidar ve cumhurbaşkanının darbeye katılmayan ordu güçleriyle temasa geçmesi gibi bir dizi neden darbenin bastırılmasında rol oynayan faktörler olmuştur. Darbenin başarısızlığı veya bastırılması hakkında yaptığımız bu kısa analizler darbenin başarılı olmasını istediğimiz veya darbeyi kerhen de olsa desteklediğimiz manasına asla çıkmaz, öyle yorumlanamazlar. Bilakis AFC ve her türlü gerici darbelere kesinlikle karşıyız. Bunda tereddüde yer yoktur. Mevcut iktidar faşist olmasına karşın bu iktidara karşıdır gerekçesiyle darbeyi destekleme tavrımız olamaz. Komünist devrimci bilinç sınıf nitelikleri aynı olan gerici kesimler arasında tercih yapmayı benimsemez, ilkesel tutum olarak gerici sınıfların tümüne karşı sınıf mesafesini koruyarak gerici sınıflar arasındaki iktidar çatışması ya da her türlü dalaşlarında nötr kalır, sorunu sınıf ve sınıflar mücadelesi açısından ele alır. AFC ve gerici darbelere kararlıca karşı çıkıp mücadele ederken, faşist iktidarın yıkılması veya ona karşı mücadeleyi de bir o kadar tereddütsüzce benimser yürütürüz. Sınıf iktidarı ekseninde yürüttüğümüz siyasi iktidar ve daha ilerisi için yürüttüğümüz mücadelede burjuvazinin arasındaki çatlaklarından yararlanır, zayıflıklarından yararlanırız ama bu mücadelemizde asla burjuvazi-

nin hiçbir kesiminden bir beklentiye girmez, siyasi iktidar mücadelemizi onlardan medet uman derekede ele alamayız. Her kesimiyle gerici sınıf iktidarı, klik ve kesimlerini hedef alır, devrim mücadelemizi bunların tümüne karşı yürütürüz. Buradan hareketle, tavır tutumumuz mevcut durum ve bundan sonraki gelişmeleri dikkate alarak politika belirlemek, görevler belirleyip yürütmektir. Bu anlamda bastırılmış olan darbe bastırılmış olup bertaraf olmuştur. Yani esas ve öncelikli ya da somut tehdit ve tehlike olmaktan çıkmıştır. Darbe karşıtı ilkesel tutumumuz geçerli olmakla birlikte, somut görev ve mücadelede mevcut iktidarın faşist baskı ve saldırganlığı ile bu zeminde halkı, devrimci ve ilerici güçleri hedefleyen tasfiye hareketi ve uygulayacağı faşist terörüne karşı mücadele öne çıkmaktadır. Mesele iktidarın geliştireceği gerici süreç ve planlarına karşı, tırmandıracağı baskı ve terörüne karşı kitleleri de önemseyen bir mücadele sürecinin bütünlüklü olarak örülmesidir. İktidarın yönelimi tutuklamalar kapsamı, şeriat istemleri ile sınırlı değil, azgın bir faşizmin estirileceğine işaret eden idamın geri getirilmesi eğiliminde de sırıtmaktadır... İktidarın, bir parçası senaryo olan ama esası gerçek de olan bu darbeyi basamak edinerek fırsata dönüştürdüğü anlaşılmakta, şimdiden görülmektedir. Bu sürecin Erdoğan/AKP iktidarına prestij kazandırdığı, otoritesini tahkim ettiği veya etmeye hizmet ettiği, taban ve kitlesine büyük bir moral-motivasyon sağlayarak sıkılaşıp sağlamlaşma-

sına yol açtığı, kendisine güvenini kat be kat arttırdığı, bu zeminde pervasızlık kulvarına daha güçlü aktığı söylenebilir. Darbeye karşı çıkma tavrında belli avantajlar elde tutsa da, burjuva muhalefetin Erdoğan/AKP iktidarının avantajına ters orantılı olarak avantaj yitirip iktidara karşı eleştiri ve muhalefette elinin zayıflayarak atmosfer yitimiyle karşı karşıya kaldığı söylenebilir. Belli bir manipülasyonun da etkisiyle birlikte, darbe karşıtlığı zemininde kitlelerin iktidarla objektif olarak birleşmesi durumu, geçici de olsa iktidar karşıtı muhalefet ve iktidar alternatifi mücadelenin önemli bir dezavantajı olarak hüküm süren bir realitedir. Ancak halkın askeri darbeye karşı çıkması ve darbenin stratejik olarak bu nedenle yenilmiş olması zemininde kitlelerin olumlu bir geleneği edinmesi, direniş ve kendi gücüne güvenme açısından küçümsenemez bir olumluluk yaşandığı da söylenebilir. Yani darbe girişimi, bir taraftan Erdoğan/AKP iktidarının pekişip avantaj ve prestij elde etmesi temelinde bu iktidara hizmet ederken, halk kitlelerinin direnme kültürü ve direnerek darbeyi bastırma gücünde olduklarının kendi pratiklerinde açığa çıkması, dolayısıyla kendilerine güven duymaları pratiğine de vesile olmuştur. Bu büyük bir kazanımdır. Kitlelerin kendi gücünün farkına varması ve bunu kendi pratik deneyimlerinde görüp öğrenmesi, öte taraftan direniş tavrı ve kültürünün bu pratikten tecrübe edilerek gelişmesi büyük bir kazanımdır. Öte taraftan ordunun rezil rüsva olup polisin sempati toplaması da bu sürecin

başka bir sonucu olmuştur. Ordunun pespaye olması ve aynı biçimde ordunun yaptığı birçok provokasyon ve katliamlarının deşifre olması halklarımızın lehine bir gelişmedir. Ancak polisin sempati toplaması da bir o kadar olumsuz bir gelişmedir. İktidarın “polis devleti” biçiminde katliamcı, yasadışı çete ve kirli örgütlenmeler temelindeki niteliği dikkate alındığında, polisin darbeye karşı mücadelede sağladığı prestij halklarımız açısından olumsuz gelişmedir.

Sürece devrimci cepheden müdahale elzem olandır Halklarımız lehine olan objektif durumun esası, burjuva sınıflar ve devletlerinin çürümüşlüklerinin tüm kokuşmuşluğuyla gün yüzüne vurup zayıflaması, iç çatışmalarında yaşadıkları tahribat ve teşhir olma, burjuva ordunun gerçek yüzünün açığa çıkarak ordunun son derece zayıflaması zemininde özetlenebilir. Bu zeminde, devrimci sınıf mücadelesi cephesinden ciddi bir devrimci savaş pratiğinin geliştirilmesi son derece yerinde olacaktır. Ne ki, bilinçli devrimci hareket ve mücadelenin bu sürece örgütsel güçleriyle hazır ve yeterli olmadığı, dolayısıyla devrim açısından mevcut süreç ve olanaklardan yararlanamaması anlaşılmaz değildir. Fakat Kürt Ulusal Hareketi’nin bu süreci değerlendirme imkânları, acil bir planla harekete geçme yeteneği durumu da vardı. Kürt Ulusal Hareketi’nin Kuzey Kürdistan’da ciddi bir askeri savaş yönelimi burjuvazi veya iktidarın kriz ve kaosunu derinleştirir, Kürt Ulusal Hareketi lehine belli kazanımlar sağlayabilirdi... Sosyalist ve devrimci güçlerin iktidara karşı mücadelesi devlet ve iktidarın siyasi teşhiri noktasında özel bir yoğunlaşma göstermek durumundadır. Yaşanan kendiliğinden teşhirin derinleştirilmesi ileriye dönük kazanımların ve başarılı mücadelelerin zemini olacaktır. Ki, bu siyasi teşhirin derinleştirilmesi ve bura üzerinde örgütlenmelerin genişletilmesi ve mücadelenin büyütülmesi olanaklıdır, olanaklı olacaktır. Mücadelenin komplike ele alınması elbette doğru ve gerekli olandır, ama mevcut durumda siyasal teşhirin derinleştirilmesi ve bu zeminde yükselinmesi göz ardı edilemez bir şart ya da durumdur. Bastırılmış olan “üç-beş saatlik darbeden” sonra görev darbeyle mücadele değil, mevcut iktidar ve onun yönelimlerine karşı mücadele olmak durumundadır. Zira savuşturulup bastırılmış darbe geride kalıp mazi olmuştur, esas ve somut tehlike mevcut faşist iktidar ve devlettir.


04

güncel haber

16-31 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü

Faşizm kirli savaşı tırmandırıyor Eski-yeni her türlü faşist-gerici konseptin hayata geçirilmesine rağmen halkın haklı mücadelesini yenilgiye uğratma şansının olmadığı bir kez daha yaşanarak ispatlanıyor. Dün Kobanê için düştü-düşecek diye salya akıtanların, Kandil’i dümdüz edeceğiz diye efelenenlerin, son bir yıldır, bütün imkân ve güçleriyle Kuzey Kürdistan’da yarattıkları bütün yıkıma, gerçekleştirdikleri bütün katliamlara rağmen Kürt halkını teslim alamadıkları, diz çöktüremedikleri görülmektedir Son 14 yıldır AKP’nin dümeninde olduğu faşist “TC”nin Türkiye-Kuzey Kürdistan halkı lehine herhangi bir kazanım ya da iyileştirmede bulunmayacağı, aksine ezilen-emekçilere sömürü, baskı, zulüm ve katliamdan başka hiçbir şey vermeyeceği, “TC”nin tüm tarihi boyunca kerelerce ispatlanmıştır. Dört parçaya bölünmüş ve dilleri, kimlikleri, kültürleri yasaklanmış, baskı, zulüm ve katliamın her türlüsüne maruz kalmış Kürt ulusu için bu realite daha net bir şekilde görülmektedir. Kuruluşundan itibaren faşist Türk devletinin başta Ermeniler, Kürtler, Aleviler olmak üzere, farklı ulus, milliyet, inanç ve kültürden Türkiye-Kuzey Kürdistan halkına karşı yürüttüğü gerici savaş, şimdiye değin kesintisiz bir şekilde, bir devlet politikası olarak süregelmiştir. Kimi dönemlerde hem emperyalist efendilerinin dönemsel politikaları ve hem de gelişen mücadeleler karşısında atılan “demokratik” adımların arkasında da mutlaka bu gerici çıkarlar bulunmaktadır. AKP iktidarı dönemi anlatmaya çalıştığımız olgunun en bariz örneğidir. Tamamen emperyalist bir proje olarak işbaşına getirilen AKP’nin iktidar dönemi boyunca hayata geçirdiği politikalar iyi bir şekilde analiz edilirse halka karşı nasıl sinsi, ikiyüzlü, gerici bir politika izlenildiği, ülke halkının uzun yıllardır özlemini çektiği demokrasi, özgürlük gibi olguların nasıl sahtekârca kullanıldığı daha iyi anlaşılacaktır. AKP’nin özellikle Kürt ulusal sorunu konusunda hayata geçirdiği politikalar ise ibretliktir. Her ne kadar Maoist komünistler olarak gerek faşist “TC”nin gerek-

se AKP’nin gerçek niteliğine dair sistemli bir karşı duruş ve mücadele içerisinde bulunsak da maalesef başta PKK olmak üzere devrim ve demokrasi cephesinde AKP’nin bu sinsi politikalarına tav olanların sayısı hiç de az değildi. Şimdilerde hiçbir maskeye ihtiyaç duymadan faşist-gerici yüzlerini aymazca piyasaya süren AKP-Erdoğan iktidarından çok değil bundan sadece birkaç yıl önce “çözüm-barış” bekleyenlerin de içerisinde bulundukları tasfiyeci-reformist-pragmatist çizgilerini not ederek konumuza devam edelim.

AKP’nin iç ve dış politikada içerisine girdiği kriz durumu, dış politika ekseninde tam bir u dönüşü ile yeni bir sürece evrilmiş durumda. Bütün kabadayı tavırları ve üst perdeden tehditlere rağmen, AKP’nin de öncelleri gibi, emperyalist efendilerinden bağımsız, onların çizdiği çerçevenin dışında hareket etme şansları yoktur. Rusya ve İsrail ile yapılan anlaşmalar ve girilen yol bunun en bariz ispatıdır. Mısır ile başlatılması düşünülen süreç, keza Suriye politikasının baştan aşağı değişmeye başlaması, AKP’nin emperyalist efendilerinden bağımsız hare-

ket edemeyeceğinin en önemli fotoğraflarındandır. Dış politika da hayata geçirilen bu u dönüşünün ise iç siyasete muhtemel iki farklı yansıması olabilir. Bunlardan birincisi; dış siyasette emperyalist projelere tam uyum karşılığında içte yapılan bütün baskı ve katliamlara sessiz kalınması, ikincisi ise dış siyasete uygun bir şekilde iç siyasette de yeni bir “bahar” havasının yaratılmasıdır. Faşist “TC”nin bütün imkân ve olanakları ile özellikle son bir yıldır Kuzey Kürdistan’da sürdürdüğü kirli savaş bütün hızıyla devam ediyor. Ku-


16-31 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü

zey Kürdistan’daki yerleşim birimlerinin yıkılıp, yok edildiği, binlerce insanın katledilip, on binlercesinin yerinden yurdundan çıkmak zorunda kaldığı ve her türlü ırkçı-faşist argümanın devlet politikası olarak yoğun bir şekilde hayata geçirildiği bu kirli savaşta sıra ikinci perdeye gelmiş durumda.

Faşist yıkım ve faşist “inşa” Faşist “TC”nin Kuzey Kürdistan’da yarattığı yıkımı yeniden anlatmaya gerek yok. Ki kendileri de gerçekleştirdikleri baskı ve katliamları gizleme gereği bile duymadan aymazca hareket ediyorlar. Kuzey Kürdistan’daki savaşın ekseni son birkaç aydır yeniden kırsal alana kaymış durumda. Gerillanın sürece müdahalesi ve Özyönetim direnişlerinin sonlandırılması sonrası, özellikle son iki aydır gerilla ve faşist ordu-polis güçleri arasında yoğun çatışmalar yaşanıyor. Son iki aylık süreçte gerillanın taktik üstünlüğü ele geçirdiğini ifade edebiliriz. Gerilla güçlerinin özellikle karakollara yönelik gerçekleştirdiği etkili eylemler ve düşmana vurduğu darbeler neticesinde neredeyse hemen her gün düşman saflarında ciddi kayıplar yaşanmakta. Her ne kadar AKP iktidarı bütün imkân ve olanaklarıyla, yalan ve entrika üzerine kurulu politikalarıyla söz konusu kayıpları halkın önemli bir kesiminden gizlemeyi başarıyorsa da savaşın bu seyirde devam etmesi, düşman saflarda hem fiziki ve hem de psikolojik çözülmelere vesile olabilir. AKP’nin Kürt ulusal sorununa dair şimdiki taktik politikasının ana ekseni ise mayıs ayı sonunda yapılan Milli Güvenlik Kurulu(MGK) toplantısında şekillendi. Mayıs ayı so-

nunda R. T. Erdoğan başkanlığında toplanan MGK üyelerinin 6 saatten fazla süren görüşmeleri neticesinde ana gündemini “terörle mücadele”nin oluşturduğu yeni bir konsept ortaya konuldu. AKP iktidarının dış politikada attığı adımların da bu toplantı sonrasına denk gelmesi bağlamında söz konusu toplantıda yeni bir sürecin kapsamlı bir çalışmasının yapıldığını söyleyebiliriz. Yapılan açıklamalar ve Abdülkadir Selvi gibi AKP’li gazetecilerin köşelerinden işlediklerine baktığımızda MGK toplantısının ana gündeminin Kuzey Kürdistan’da süren savaşın ve bundan sonrası için atılacak adımların oluşturduğunu görmekteyiz. Kuzey Kürdistan şehirlerinde son bir yıldır süren Özyönetim direnişlerinin sonlandırılması sonrası, MGK’da alınan karar doğrultusunda yeni “konsept”in en önemli ayaklarından birinin ülke sınırları içerisindeki PKK kamplarının ortadan kaldırılmasının oluşturduğu anlaşılmaktadır. Söz konusu yeni “konsept”e dair Hürriyet Gazetesi yazarı Abdülkadir Selvi’nin anlatımları önemli ipuçları veriyor. Son yapılan MGK ve ardından gerçekleştirilen Bakanlar Kurulu toplantısına dair “kozmik bir hava gerçekleşti” ve “terörle mücadele için çok kritik kararlar alındı” diyen Selvi, yeni konseptin ana eksenin ise “terörü önleyici operasyonlar” olduğunu ifade ediyor. “PKK saldırılarını önlemeye dönük savunmacı yaklaşımdan ziyade, devletin operasyonel olduğu, ‘önleyici vuruş’ stratejisine geçiliyor. 11 Eylül’den sonra ABD’nin küresel çapta yaptığı ama daha çok İsrail’in geliştirdiği stratejiyi andırıyor” diyen Selvi, yapılacak

güncel haber

operasyonlarla ülke içerisindeki PKK kamplarının hedef alınacağını ve ülke içerisindeki “Kandilciklerin yok edileceğini” belirterek bu operasyonların esas olarak beş bölge üzerinden yürüyeceğini ifade ediyor. Bu bölgeler ise şunlar: Ağrı Tendürek, Cudi-Gabar-Silopi, Diyarbakır Lice-Kulp-Şenyayla, Tunceli-Ali Boğazı ile Bingöl’de Genç ve Kiğı. Yine bu konsepte göre Kuzey Kürdistan’da yerleşim birimlerine dair bazı değişikliklerin gerçekleştirileceği ve Kürt ulusal mücadelesinin en önemli mevzilerinden olan Cizîr, Gever gibi yerlerin il statüsüne alınıp, özel önlemlerle yeniden şekillendirileceği açıklanmış durumda. Söz konusu yeni “konsept”in hayata geçirildiği ilk alan ise Amed-Lice seçildi. Büyük bir şov eşliğinde binlerce asker-polis-korucu eşliğinde başlatılan operasyonlar ise tam anlamıyla fiyaskoyla sonuçlandı. Gerilla alanlarına dair gerçekleştirilen bu kapsamlı saldırılardan sonuç alamayan faşist devlet güçleri, çareyi ormanları yakıp, Kürt köylülerini işkenceyle öldürerek alandan çekilmekte buldular. Burjuva medyada büyük bir şova dönüştürülerek verilen haberlerin aksine HPG yaptığı açıklamalarda düşmanın söz konusu operasyonlarının boşa düşürüldüğünü ifade etti. HPG BİM tarafından yapılan açıklamada şu bilgilere yer verildi: “12 gün süren operasyonlarda 1’i astsubay, 1’i uzman çavuş 29 asker öldürüldü, 14 asker yaralandı. Çıkan çatışmalarda 7 gerilla yaşamını yitirdi, 2 gerilla ise esir düştü. Savaş uçaklarının da dâhil olduğu operasyonlarda, yoğun olarak köyler ve ormanlık arazi hedef alınmış, siviller işkence edilerek katledilmiş ve gerilla-

05

nın kahramanca direnişi sonrası düşman güçleri 3 Temmuz günü alandan geri çekilmiştir.” Faşist “TC”nin yeni “konsept”inin ilk çarptığı yer Lice olmuştur. Bırakalım ülke içerisindeki gerilla alanlarını yok etmeyi, Kuzey Kürdistan’ın birçok merkezinde düşman güçleri karakollardan dışarı dahi çıkamayacak duruma düşmüştür. HPG güçlerinin özellikle karakollara dönük gerçekleştirdiği bombalı eylemlerde düşman güçleri önemli kayıplar vermektedir. Eski-yeni her türlü faşist-gerici konseptin hayata geçirilmesine rağmen halkın haklı mücadelesini yenilgiye uğratma şansının olmadığı bir kez daha yaşanarak ispatlanıyor. Dün Kobanê için düştü-düşecek diye salya akıtanların, Kandil’i dümdüz edeceğiz diye efelenenlerin, son bir yıldır, bütün imkân ve güçleriyle Kuzey Kürdistan’da yarattıkları bütün yıkıma, gerçekleştirdikleri bütün katliamlara rağmen Kürt halkını teslim alamamaları, diz çöktürememeleri adeta kudurmalarına vesile oluyor. Kürt Ulusal Hareketi’nin mevcut silahlı reformist çizgisini sürekli bir eleştiriye tabi tutup, güçlü olan devrimci damarı daha fazla sola çekmek, mevcut savaşın izleyeni, destekçisi değil bizzat öznesi olmak hedefiyle Maoist komünistler olarak yaşamın her alanında, radikalmilitan devrimci duruşla konumlanmamız gerekiyor. Aksi her yaklaşım ve konumlanış, akıl vermek ve papağan misali doğruları ben bilirim kibirliliğinin ötesine geçmez.


06

haber analiz

16-31 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü

Suriyeli savaş mağdurlarına vatandaşlık hakkı! E rdoğan/AKP güruhu milyonları bulan Suriyeli savaş mağdurlarına vatandaşlık hakkı vermeyi planlarken, bunu onları sevdiğinden, yaşadıkları haksızlık ve mağduriyetten üzüntü duymasından, hümanist olduğundan dolayı yapmamaktadır. İşin bir boyutu emperyalist güçlerle gerici çıkar ve paralar karşılığında yaptıkları pazarlıkları ifade etmektedir. Yapılan anlaşma ve pazarlıklar nedeniyle bu Suriyeli nüfusu ülkede tutmaktadır. Ki bunun karşılığını da almış, almaktadır. Diğer taraftan bu nüfusu sahtekârca minnettar kılıp kendisine bağlı hale getirmeyi planlamaktadır. Özellikle bu nüfusun kendisine sağlam bir oy deposu olacağını tasarlamaktadır. Dahası kendisine bağlayacağı bu nüfus üzerinden ülke içindeki muhalefet veya muhalif potansiyeli (özellikle Kürt ve Alevileri) parçalayıp zayıflatmayı veya bütünlüğünü parçalayıp sorunlu hale getirmeyi hedeflemektedir

enel bir doğruyu hatırlamakta/hatırlatmakta fayda var ki, yanlışa karşı çıkarken başka bir yanlışa düşmemeye dikkat edilmek durumundadır. Özcesi, yanlışa yanlışla değil, doğru ile karşı çıkılması ve doğru ile yanlışın birbirinden iyi ayırt edilmesi elzemdir. Aksi halde karşı çıkış anlamını yitirir ve ''izler'' birbirine karışır... Bilindiği gibi Suriye’de cereyan eden emperyalist gerici savaş Suriyeli halkları adeta kıyımdan geçirmiş, hayatta kalanların önemli bir bölümünü yaşadıkları yerlerinden ederek ağır mağduriyetle yüz yüze getirmiş, zorunlu göç yollarında bebekleriyle ağır kırıma maruz bırakmış, bu yolculukta sağ kurtulanlar ise çeşitli ülkelere göçmen veya mülteci

olarak sığınmak zorunda bırakılmıştır. Bu savaş mağduru Suriyelilerin büyük bir bölümü, gerek zorunluluktan ve gerekse de Erdoğan/AKP iktidarının Esad iktidarına düşmanlık politikaları gereği ''TC'' devletinde zorunlu ikamet etmektedirler ya da etmek zorunda kalmış bulunmaktadırlar. 3 milyon dolayında belirtilen savaş mağduru Suriyeli ''mülteci'' sıfatıyla ''TC'' tarafından sığınma kamplarına, çeşitli il ve ilçelere yerleştirilmiş bulunmaktadır. Bu dağılımda önemli bir çoğunluktaki Suriyeli nüfus Kürt ve Alevi kökenli yerleşim birimlerine yerleştirilmiş durumdadır. Erdoğan/AKP iktidarının bu dağılımda seçtiği yerleşim yerleri tesadüfi değil, bilinçli bir plan ve politikanın ürünüdür. Bunda kuşkuya yer yok. İktidarın bu plan ve politikası, ilgili etnik kökenli yerleşim birimlerinin demografisini değiştirme, kendi lehine buralarda nüfus oluşturup nüfuz sağlama, ilgili yerlerin etnik kimliğini erozyona uğratıp bozma, muhalif potansiyel olan bu yerleşkeleri bozarak farklı sorunlara boğarak manipüle etme ve muhalif kimliği zayıflatma, ''iyilik'' yaparak kendisine muhtaç bıraktığı Suriyelileri vefayla karşı karşıya getirip kendisine bağlı-minnettar kitle yaratma ve bunları gerici çıkar ya da politikaları temelinde kullanma gibi bir diz meseleyi barındırır. Ne ki, bu buzdağının görünen kısmıdır. Görünmeyen esas kısmı ise, dini duygu ve inanç orijinli akrabalık bağı olan IŞİD, El-Kaide gibi çetelerin ülkeye yerleştirilerek bunlar vasıtasıyla kirli politika ve emellerini hayata geçirmektir. Yani, mevcut durumda vatandaşlık hakkı tanıyarak ülkeye yerleştirilmek istenen esas kesimler fundamentalist unsurlardır, IŞİD, El-Kaide

ve türevleridir. Vatandaşlık verme esprisinin arka planında yatan gerçek budur. IŞİD, El-Kaide gibi radikal dinci örgütler ülkeye yerleştirilerek bunlar vasıtasıyla hem ülke içindeki muhalefet ve mücadeleye baskı ve korku yaratılarak müdahale edilmek ve hem de uluslararası politikada bu çeteler kullanılmak istenmektedir. Vatandaşlık verme hikâyesinin aslı astarı budur, bunda anlam kazanmaktadır... Ki, rivayete göre Esad ile yapılan görüşmeler ve hatta varılan anlaşmalar gereği bu türden çetelerin ülkeye getirilmesi kararlaştırılmıştır... Bu tablo karşısında bizlerin tavrı ne olmalıdır? Esasen önemli olan mesele burasıdır. Kuşkusuz ki, Erdoğan/AKP güruhunun bu politikalarına karşı çıkılarak teşhir edilmelidir. Yukarıdaki tabloya göre bu karşı çıkış ve teşhir nasıl ele alınmalı, tavır tutum ne olmalıdır? Bir, savaş mağduru Suriyelilerin Kürt ve Alevi nüfusun yoğunlukta olduğu yerleşim alanlarına yerleştirilmelerine sadece Erdoğan/AKP iktidar güruhunun kirli politikaları teşhir edilerek buna karşı çıkılmalı ama Suriyeli savaş mağdurlarına karşı en küçük bir tepki gösterilmemelidir. Dahası tüm insani yardımlar ve misafirperverlik gösterilmelidir. Emperyalist savaş ve gerici iktidarların kendilerine reva gördüğü yaşamı ve tüm zulmü anlatarak onlar aydınlatılmalı, bu gericiliklerin aleti haline gelmemeleri sağlanmalıdır. Gerici savaş mağdurları ancak sevecenlikle karşılanmayı hak eden mağdur kitlelerdir. Bunlara değil düşmanlık, en küçük bir tepki bile büyük bir haksızlık olup yaşadıkları zulmü derinleştirmektir. Bu savaş mağduru Suriyelilerin daha iyi yerlere, daha sağlıklı ve daha uygun yerlere yerleştirilmeleri ze-

mininde Erdoğan/AKP güruhunun politikalarına karşı çıkılıp teşhir edilmelidirler. Erdoğan güruhunun kirli politika ve hesaplarının sorumlusu Suriyeli savaş mağdurları değildir, öyle görülemezler ve öyle bir muamele görmemelidirler! Aksi halde yaşadıkları zulüm ve mağduriyeti derinleştirerek gerici pozisyona düşmüş oluruz. Onların her türlü sorun ve hakkını sahiplenmeli, en iyi koşullarda yaşamalarını sağlamak için mücadele etmeliyiz. Bizlerin karşı çıkması gereken zorunlu göç ve savaş mağdurları değil, gerici politika ve planlardır, emperyalist savaştır...

Bizlerin karşı çıkması gereken savaş mağdurları değil, gerici politika ve emperyalist savaşlardır İki, aynı yaklaşım Suriyeli savaş mağdurlarına vatandaşlık hakkının verilmesinde de geçerlidir, olmalıdır. Erdoğan güruhunun kirli politika ve planları teşhir edilmeli, mücadele edilerek boşa çıkarılmalı ama Suriyeli zorunlu ''mültecilere'' asla bir tepki gösterilmemelidir. Bu anlamda onlara vatandaşlık hakkı verilmesine karşı çıkılmamalı ama vatandaşlık hakkı verme adına bu hakkın IŞİD, El-Kaide gibi çetelere verilmesine karşı çıkılıp bu kirli politika teşhir edilmelidir. İnsanlar nerede yaşayıp emek veriyor ve üretip tüketiyorsa orası onların vatanıdır. IŞİD, El-Kaide, El-Nusra gibi çeteleri dışta tutarak, diğer savaş mağduru Suriyeliler için geçerli olan ve savunmamız gereken şudur: Suriye’de doğmaları onların başka yerlere yerleşip yaşayamayacakları anlamına gelmez. Hele bunlar acımasız kıyım ve kırımlardan geçirilmiş yoksul halk kitleleri ise


07

her yerde yaşama hakkına sahiptirler, bu hak onlara verilmelidir, onlarındır da. Onlar tercih ve istekleriyle yaşadıkları yerleri, varlıklarını bırakıp gelmediler. Onların tüm yaşamı emperyalist gericilik ve onun uzantıları tarafından tarumar edildi, acılara, gözyaşına, kana bulandı. Yaşam denen bir şey bırakılmadı onlara. Onların tek derdi ve kaygısı yaşamlarını sürdürebilmektir. Bu onların sahip olduğu en masum haktır. Yaşadıklarından ve mevcut durumdan onlar sorumlu değildir, gericiler sorumlu tutulmalıdır. Suriyelilere vatandaşlık verilmemelidir biçimindeki tavır-tutum açıkça milliyetçi gerici tavır olacaktır. Suriyeli olmaları birlikte yaşamanın önünde bir engel değildir. Etnisitelerine bakılarak vatandaşlık verilmesine karşı çıkma tavrı hatalıdır. Hangi millet ve milliyetten olursa olsun halklar birlikte yaşamalı, yaşayabilmelidir, yaşamalarında sorun yoktur. Bilakis halkların birlikte yaşaması son derece doğan ve olması gerekendir. Suriyelilerin suç işledikleri, suç işlemeye yatkın oldukları, ''kötü'' oldukları şeklindeki gerici, kara propagandalara değer verilmemelidir. Gerekli koşullar sağladığında onlar da herkes gibi yaşamaya devam edecektir. “Suç” işlemeleri onlara sunulan koşullara, maruz bırakıldıkları açlık ve sefalete, horlanmaya, itilip ötelenmeye, ezilip insan yerine koyulmamalarına bağlıdır. Bu durum karşısında onları yaptıkları suç değildir. Suç işleyen, onlara bu yaşamı dayatan ve gerekli yaşam koşullarını sağlamayanlardır. Erdoğan/AKP güruhu milyonları bulan Suriyeli savaş mağdurlarına vatandaşlık hakkı vermeyi planlarken, bunu onları sevdiğinden, yaşadıkları haksızlık ve mağduriyetten üzüntü duymasından, hümanist olduğundan dolayı yapmamaktadır. İşin bir boyutu emperyalist güçlerle gerici çıkar ve paralar karşılığında yaptıkları pazarlıkları ifade etmektedir. Yapılan anlaşma ve pazarlıklar nedeniyle bu Suriyeli nüfusu ülkede tutmaktadır. Ki bunun karşılığını da almış, almaktadır. Diğer taraftan bu nüfusu sahtekârca minnettar kılıp kendisine bağlı hale getirmeyi planlamaktadır. Özellikle bu nüfusun kendisine sağlam bir oy deposu olacağını tasarlamaktadır. Dahası kendisine bağlayacağı bu nüfus üzerinden ülke içindeki muhalefet veya muhalif potansiyeli (özellikle Kürt ve Alevileri) parçalayıp zayıflatmayı veya bütünlüğünü parçalayıp sorunlu hale getirmeyi hedeflemektedir. Kürtler büyük bir direniş ve savaş potansiyeli durumundadır. Aleviler iktidarın baskı, katliam ve ayrımcı politikaları nedeniyle objektif olarak muhalif durumdadır. Bu kesimlerin etkisiz hale getirilmesi, parçalanıp zayıflatılmaları, sorunlara boğularak birbirine düşürülmeleri iktidarın planıdır. İlgili Suriyelilerden oy devşirmeye çalıştığı da ayrı gerçektir... Aynı biçimde uluslararası ilişkilerde iktidar büyük bir tecrit yaşamaktadır. Bu alan için de Suriyeliler gerekçesiyle çetelerin ülkeye yerleştirilerek bu çeteler üzerinden hem iç muhalefet ve mücadeleye karşı katliamcı çeteler kullanılmak istenmektedir ve hem de bu çeteler kullanılarak uluslararası ilişkilerde bir basınç oluşturmaya veya koz ele geçirilmeye çalışılmaktadır. Avrupa ülkeleriyle yapılan anlaşmalara karşın, Suriyeli savaş mağdurlarını siyasi emelleri uğruna şantaj unsuru olarak kullandığı Erdoğan'ın açıklamalarıyla da açıktır. Kısacası her bakımdan sıkışan Erdoğan ve iktidarı yürüttüğü saldırganlığı yeni kirli yöntemlerle derinleştirme ve sarsılan iktidarını koruma peşindedir. Vatandaşlık verme esprisinin altındaki derin gerçekler bunlardır. Hiç şüphesiz ki, bu politika ve hesaplar deşifre edilerek karşı mücadeleyle boşa çıkarılmalıdır. Ancak bundan sebeple “Suriyelilere vatandaşlık verilmesin” şeklinde gerici tutuma düşülmemeli, özellikle de Suriyeli savaş mağdurlarına karşı bir tepki ve hasmane tutuma girilmemelidir. Suriyeli mültecilerle dostluk ve dayanışma içinde olmalı, her türden yardımlar yapılmalı ama Erdoğan güruhunun kirli oyunları teşhir edilmelidir.

ÖRGÜTSEL YÖNELİM

≫ refik demir

KESKİNLEŞEN SÜREÇ KESKİN DEVRİMCİ HAZIRLIKLARI KOŞULLUYOR! çinden geçmekte olduğumuz tarihsel sürece dair defalarca kez bu sayfalarda kapsamlı değerlendirmelerde bulunduk. Ki yaptığımız değerlendirmelerin ne kadar doğru olduğu somut yaşananlarla kanıtlanmaktadır. En son yaşanan kanlı darbe girişimi ve sonrasında yaşanan gelişmeler sürecin evirileceği politik mecrayı açıkça ortaya sermektedir. Şimdiye kadar devam eden burjuva klikler arasındaki dalaş ve halklara karşı yürütülen topyekûn kirli savaş son yaşanan gelişmelerle artık yeni bir boyut kazanmıştır. Yaşanan darbe girişimi sonucunda geri kitleler başta olmak üzere tüm diğer burjuva partiler ve bilumum sermaye odakları başta olmak üzere kendisine muhalefet eden dinamikleri dahi yaratılan politik basınç ve mağduriyet sarmalı üzerinden kendi politik zeminine çekmeyi başaran Erdoğan/AKP iktidarı elde etmiş olduğu politik üstünlüğü “meşruiyet” iklimi düzleminde daha da ileri taşıyarak gerek klik dalaşında gerekse de toplumsal mücadele bağlamında pervasız saldırganlığını daha da keskinleştirecektir. Yakalamış olduğu bu politik üstünlüğü sonuna kadar kullanarak kendisi için tehlike arz eden burjuva klikler ve odaklar da dâhil bütün toplumsal dinamikleri ezmeye çalışacaktır. Bu gerici faşist saldırganlığını örgütlemede ve korku sarmalı yaratmada kullandığı en güçlü aktörlerden biri kuşkusuz ki geri kitlelerdir. Geri kitleleri toplumsal yaşamın bütününde kendi gerici politikaları doğrultusunda örgütlemiş ve bunun ilerisine taşıyarak tamamen militaristleştirmiş bir iktidarla karşı karşıyayız. Dolayısı ile yaşanan/yaşanmakta olan süreç öylesine kaba anlamda bir topyekûn savaş sürecinin ötesinde tehlike arz eden bir boyut içermektedir. Militaristleştirdiği geri kitleleri sokaklara salan Erdoğan/AKP iktidarı toplum üzerinde gerçek anlamıyla bir korku sarmalı yaratmış durumdadır. Ki özellikle Aleviler başta olmak üzere demokratik toplumsal muhalefet bu anlamda ciddi kaygılar taşımaktadır. Çünkü gelişen ve gelişecek olan tehlike bağıra bağıra gelmektedir. “Darbe” girişimi sonrasında “demokrasi şöleni” adı altında geri kitleleri sokaklara salan gerici iktidarın ilk hedefi her zamanki gibi devrimci ve ilerici toplumsal güçlerin etkili olduğu yerleşim alanlarına saldırmak olmuştur. Kana susamış bir barbarlıkla polis eşliğinde devrimci ve ilerici kitlelerin hâkim olduğu alanlara saldıran bu gerici güruhlar linç girişimlerinde bulunarak halka karşı kin kusmuşlardır. İstanbul gibi nispeten devrimci dinamizmin ve örgütlenmenin olduğu yerlerde bu saldırılar karşı saldırılarla püskürtülürken, Malatya, Elazığ, Sivas gibi yerlerde

İ

ise gerici güruhlar daha rahat hareket ederek ilerici kitlelere saldırmaktadırlar. Dolayısı ile bu alanlarda yaşayan ilerici demokratik kamuoyu ciddi anlamda bir korku sarmalı yaşamaktadır. Keskinleşen bu sürece ve adım adım örülen kitlesel linç saldırılarına karşı güne cevap olamayan klasikleşmiş, gelenekselleşmiş refleksler ve duruşlarla karşı koyulamayacağı/koyulamadığı aşikârdır. Saldırılara rutinleşmiş tepkilerle cevap olunamayacağı çok açık değil midir? Kitlelerin artık yaşanan keskin sürecin farkındalığıyla silahlanmaktan bahsettiği bir durumda devrimcilerin hala klasik yöntemlerle ve hazırlıklarla günü kurtarmaya çalışmalarının kabul edilir hiçbir tarafı olamaz. Kitlesel linç saldırıları karşısında ilerici kitleler asla yalnız bırakılamazlar. Bu bağlamda devrimci güçler kesinkes yaşanan keskin sürecin devrimci ihtiyaçlarına göre devrimci hazırlıklar yapmalıdırlar. Özellikle faşist devlet ve güdümündeki gerici güruhların hedefi durumundaki yerleşim alanlarında bütün devrimci dinamikler kitlelerle birlikte silahlanma zorunluluğunu kuşanarak ve örgütleyerek hazırlık yapmalıdırlar. Kitlelerin silahlanmaya hazır oldukları bu düzlemde devrimcilerin süreci geriden ve rutin yaklaşımlarla ele alması asla devrimci bir tutum olamaz. Keskinleşen süreç devrimcilerin önüne keskin mücadele biçimlerini ve devrimci hazırlıkları bir zorunluluk olarak dayatmaktadır. Yaşanan süreç tartışılmayacak düzeyde bir berraklığa sahiptir. Ya sürecin devrimci ihtiyaçlarına göre hazırlık yaparak konumlanacağız ya da sürecin keskinliği altında tuzla buz olmaktan kurtulamayacağız. Yaşanan süreç artık klasik demokratik tepkilerle geçiştirilmeyecek kadar ciddi boyuttadır. Ki gelenekselleşmiş demokratik tepkilerim bugünün gerçekliğinde bir karşılığı da kalmamıştır. Dolayısı ile yeni bir boyut kazanan toplumsal mücadelenin gereksinimlerine göre politikalar geliştirmek ve hazırlıklar yapmak günün temel devrimci görevidir. Bu bağlamda devrimciler önderliğinde kitlelerin silahlandırılması kaçınılmaz devrimci bir ihtiyaç olarak önümüzde durmaktadır. Keza tüm devrimci güçler oluşturulan birleşik devrimci mücadele ruhunu daha ileri bir düzeyde kuşanıp silahların devrimci eleştirisi ve militan devrimci cüreti örerek hazırlık yapmalıdırlar.


08

dünya haber

16-31 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü

ABD’de ırkçılık karşıtı eylemler sokakları zapt ediyor Obama döneminde siyahlara yönelik polis şiddetinde hiçbir azalma olmadı. Siyahların sosyal ve ekonomik durumlarında bir iyileşme de yaşanmadı. Bilakis, büyük umutlar ve güçlü bir değişim arzusuyla Obama’ya oy veren milyonlarca siyah Amerikalı, gelinen noktada büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Oysa Obama’nın siyah olmasının ve ABD tarihinde ilk kez bir siyahın ABD başkanı olacak olmasının, ezilen kesimler açısından hiçbir anlamı olmayacağı en başından beri çok açıktı. Çünkü ezilen, hor görülen, ırkçılığa ve ayrımcılığa maruz kalan siyahlar, burjuva sınıfın üyesi siyahlar değildiler ABD’de polis teşkilatı sık sık siyahilere yönelik ayrımcı uygulamalarla gündeme oturuyor. Geçtiğimiz günlerde Minnesota'da 32 yaşındaki Philando Castile ile Lousiana'da 37 yaşındaki Alton Sterling'in polislerce öldürülmesinin ardından sokaklar ırkçı polis terörünü protesto eden eylemlerle yankılanmaya başlandı. Siyahilere yönelik ırkçı polis şiddeti ABD’de ilk değil, hemen hemen her yıl abartısız yüzlerce siyahi ABD polisinin ayrımcı uygulamaları sonucu ya katledilmekte ya da tutuklanmaktadır. Son olarak iki siyahi gencin silahsız ve sivil olmasına rağmen vurularak katledilmesi ABD’de sistemli ayrımcı polis terörünün en son halkası olarak ırkçı ve ayrımcı karşıtı kitleleri sokağa çıkartan son damla oldu. Yapılan polis katliamlarına karşı sokaklara çıkan ırkçılık karşıtı gösterilere yönelik ABD polisinin sert müdahalesi ve yüzlerce göstericinin gözaltına alınması ABD egemenlerinin ırkçılığının ve korkularının büyüklüğünü göstermektedir. Yine polisin ırkçı politikalarına karşı öfkesini silahı eylemlerin gündeme gelmesi, ABD’de ırkçı, ayrımcı politikalara karşı siyahi kitleler açısında bıçağın kemiğe dayandığı anlamına gelmektedir. Dallas'taki gösterilerde iki eylemcinin polise karşı silah kullanarak 5 polisi öldürmesi, 6 polisi yaralaması yükselen öfkenin işaret fişeğidir.

ABD’de ırkçı ayrımcı polis şiddeti ilk değil, son da olmayacak! ABD’de siyahlara yönelik ırkçı ve ayrımcı uygulamalar, politikalar yeni değil. 1865’te köleliğin resmen yasaklanmasına rağmen siyahlar hiçbir zaman beyazlarla eşit bir statüye kavuşamadılar. 1950’lerden itibaren

yükselen özgürlük hareketi sonucunda siyahlara önemli haklar tanındı, ama hiçbir zaman tam anlamıyla eşitlik sağlanamadı. Verilen haklar ve eşitlik hep kâğıt üstünde kaldı. Hayatın her alanında ırkçı ve ayrımcı yaklaşımlar devam etti. Sadece devlet ve hükümet yetkilileri ile polis şeflerine göre değil, Amerika'nın beyaz ırktan bilinçsiz ortalama insanlarına göre dahi, tüm siyahiler potansiyel suçludur. Aslında hepsi de haydutturlar. Bu hastalıklı mantığa göre Amerika'da işlenen suçların %90'ı da siyahiler tarafından işlenmektedir. Ve dahası, tüm yasalar siyahileri suçlayıcı nitelikte olup, polisi korumaktadır. Bu ise doğal olarak polisin pervasızlığını tetiklemekte, cinayet işlemesini rutin bir icraat haline getirmektedir. Bunun sayısız örneği vardır ve Uluslararası Af Örgütü'nün tüm raporları bunu kanıtlamaktadır. Son olarak Philando Castile ile Lousiana'da 37 yaşındaki Alton Sterling'in silahsız ve savunmasız durumda olmasına rağmen polis tarafından katledilmesi bunun en son örneğini oluşturmaktadır. Bugün ABD’de siyahlar, eğer egemen sınıfın bir unsuru değillerse, yaşlarına başlarına bakılmaksızın polis tarafından “makul şüp-

heli” olarak görülüyorlar. Siyahlarda işsizlik oranı çok daha yüksek, çünkü işe alımlarda beyazlar lehine bir ayrımcılık söz konusu. Benzer şekilde siyahların ortalama ücretleri de beyazlara göre daha düşük. Cezaevleri siyahi mahkûmlarla dolu. Siyahi gençler devlet tarafından son derece sistematik biçimde uyuşturucu çetelerinin ve her türden organize suç örgütlerinin kucağına itiliyor. Irkçı-ayrımcı politika ve uygulamalar günümüz Amerika’sının da gerçeğidir. Irkçılık, demek oluyor ki siyahi düşmanlığı, siyahilere dönük polis baskıları, onları her daim potansiyel suçlu olarak görüp kriminalize etmek ve keyfi gerekçelerle acımasızca katletmek bugünün Amerika’sında yine sıklıkla rastlanılan icraatlardır. Dışarda insan hakları, demokrasi havariliğine soyunup işgal ve talan savaşlarının bir numaralı sömürgeci emperyalist unsuru olan ABD’nin, kendi topraklarındaki icraatları da ırkçı ayrımcı politikaları ve tüm emekçilere yönelik polis devleti uygulamalarıyla ırkçılığın, ayrımcılığın ve emek düşmanlığının şampiyonudur. Obama’nın siyahi ABD Başkanı olması ABD’nin bu kirli gerçekliğini örtemiyor. Obama döneminde siyahlara yönelik polis şiddetinde hiçbir azalma ol-

madı. Siyahların sosyal ve ekonomik durumlarında bir iyileşme de yaşanmadı. Bilakis, büyük umutlar ve güçlü bir değişim arzusuyla Obama’ya oy veren milyonlarca siyah Amerikalı, gelinen noktada büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Oysa Obama’nın siyah olmasının ve ABD tarihinde ilk kez bir siyahın ABD başkanı olacak olmasının, ezilen kesimler açısından hiçbir anlamı olmayacağı en başından beri çok açıktı. Çünkü ezilen, hor görülen, ırkçılığa ve ayrımcılığa maruz kalan siyahlar, burjuva sınıfın üyesi siyahlar değildiler. Asıl olarak işçi ve emekçi kesimden olan siyahlar bu sorunları yaşıyorlardı. Kâğıt üstünde siyahların beyazlarla eşit haklara sahip olmaları, siyah burjuvalar için yeterliydi ve Obama da burjuva sınıfa mensup siyahlardan biriydi. Siyahlara yönelik ırkçı-ayrımcı politikaların Obama döneminde de gaz kesmeden sürmesi, siyahların yaşadığı sorunun sınıfsal bir sorun olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Meselenin özü de burada yatmaktadır. 1865’ten beri içinde bulundukları koşullara karşı defalarca isyan eden siyah toplumun, maalesef her seferinde geçici ve sınırlı iyileştirmelerle yetinmek zorunda kalması, ama gerçek eşitliğe ve özgürlüğe bir türlü ulaşamamasının sebebi de budur. Gerçek manada güçlü bir sınıf hareketinin öncü ve önderliğinden yoksun olan siyah hareketin defalarca süren direnişlerinde kalıcı sonuçlar elde etmemesinin temel nedenidir. Bu yüzden de siyahların içinde bulundukları olumsuz koşullar bugüne kadar süregeldi.

Irkçılık ve faşizm kapitalist ekonomik bataklığın ortaya çıkardığı bir vebadır Kapitalizmin krizinin derinleştiği günümüz koşullarında ırkçılık yeniden, hem de en gelişmiş ülkelerde ve Amerika'da da hızla gelişmekte, bir büyük tehlike haline gelmektedir. Irkçılığın ve ayırımcılığın kaynağı kapitalizmdir. Kapitalizm sürdüğü müddetçe egemen sınıflar ırkçı ve ayırımcı politikaları sürekli canlı tutacak, bundan beslenmeyi sürdürecektir. Bu anlamıyla gerek siyahilere ve gerekse de göçmenlere yönelik ABD ve diğer emperyalist kapitalist ülkelerde uygulanan ırkçılık ve ayırımcılık sınıfsal bir karakter taşımaktadır. Dolaysıyla buna karşı mücadelenin başarısı ancak, her renkten ve her milletten emekçilerin sınıf kardeşliği temelinde sınıfsal bir karşı koyuşu örgütleyerek ve sömürüye dayalı egemen kapitalist sistemi yıkmakla mümkündür. Başka bir dünyanın mümkün olduğu gerçekliği sosyalizm için tüm ezilenlerin ve emekçilerin gücüyle ete kemiğe bürünecektir.


16-31 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü

dünya analiz

09

Bir cadı kazanı olarak Ortadoğu Devrimci-komünist örgütlerin zayıflığı ve olmayışı, emperyalistlerin işini kolaylaştırmaktadır. Ancak bu hep böyle gidecek değil. Her koşul kendi içinde devrimci dinamikler taşır. Bu dinamikleri doğru ele alacak ve bunun üzerinden yürüyecek güçleri de bağrında besler. Bu bağlamda yaşadığımız tarihsel süreç var olan devrimci güçlere önemli görevler biçtiği ve fırsatlar tanıdığı gibi, Maoist komünistlere çok daha büyük sorumluluklar yüklemektedir. Sorumlulukların farkında olmak yetmez, kan deryasına döndürülmüş bölgemiz ve ülkemizde, ‘72 cüretiyle kuşanıp yol almak aslolandır. Çünkü aslolan yapmaktır! Ortadoğu'nun sahip olduğu enerji kaynakları, cadı kazanının bu bölgede kaynamasında başat rolü oynamaktadır. Bölgenin iç içe geçmiş ve/fakat aynı zamanda çözülmemiş ulusal ve etnik sorunlarıyla din ve mezhep çatışmaları da, buna gerekli olan zemini fazlasıyla sunmaktadır. Bu zemin, bölge halklarının kendi tercihi olmadı hiçbir zaman. Bölgenin zenginlik kaynaklarını elde etmek için birbirleriyle dalaşan egemenlerin kışkırtmaları, bu dalaşta güçler dengesine bağlı olarak çizilen yapay sınırlar ve bu sınırlar içinde tercih ettikleri uşak iktidarların tercihi oldu. 1916'da İngiliz ve Fransız emperyalistleri arasında yapılan ve daha sonra Rus Çarlığının da dâhil olduğu Sykes-Picot Anlaşması’nın ömrü kısa sürünce, 1923 Lozan Antlaşması’yla bölgenin sınırları çizildi. Bu sınırların çizilmesindeki esas amaç Ortadoğu pazarı ve zenginliklerinin Fransız ve İngiliz emperyalistleri arasındaki paylaşımının netleştirilmesiydi. Emperyalistlerce çizilmiş olan bu sınırlar kısa bir dönem istikrar sağladıysa da, sonraki yıllarda bölge ülkelerinde gelişen kapitalizme paralel olarak gelişen uluslaşma ve bunun sonucu olarak daha çok dinsel/mezhepsel motiflere bürünerek ortaya çıkan ulusal bağımsızlık savaşlarıyla istikrarsızlığın merkezi oldu. Özellikle İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında ABD emperyalistlerinin ve 1965 sonrası ise Rus modern revizyonizminin bölgeye dâhil olmasıyla istikrarsızlık süreklileşen bir hal aldı. Sözünü ettiğimiz istikrarsızlık, sadece dinsel/mezhepsel ve ulusal savaşlarla sınırlı kalmadı. Çizilen yapay sınırlar içinde kurulan devletlerin kendi aralarındaki savaşlara da yol açtı. BM kararıyla 1948'de kurulan İsrail devleti, bu savaşların daha farklı boyutlara taşınma-

sına vesile oldu. Irak'ın işgaliyle birlikte, bölgede yeni bir süreç başlatıldı. Başını ABD emperyalizminin çektiği bu süreç, petrol ve enerji yataklarının yeniden paylaşılması ve egemen olanların saf dışı bırakılmasını amaçlamaktadır. Bunun için başlayan dalaş, IŞİD gibi vahşi bir örgütü ortaya çıkardı. İlk başlarda kendilerini pek rahatsız etmediği için ve hatta yeri geldiğinde kendilerine boyun eğmeyenlere karşı kullanacağının hesabındaydılar. Bu yüzden yayılmalarını engellemediler. Suriye'ye yayılmaları işlerine geliyordu. Çünkü Esad diktatörünün gücünü kırıyordu. Bu nedenle ABD ve Avrupalı emperyalistler için uygun bir savaş enstrümanıydı. Fakat bu vahşet örgütü büyüyüp serpildikçe kendilerine de zarar vermeye başladı. Kendilerine biat etmediği gibi, Musul gibi petrol yatağı bölgeleri işgal etmeye başladı. Bu da emperyalistlerin oynamak istedikleri oyuna uymuyordu. Kobanê saldırısı ve bu saldırıya karşı ortaya konulan kahramanca direniş, dünya halklarının ilgi odağı olmaya başlayınca, ABD ve yedeğindeki emperyalistler tavır değiştirmek zorunda kaldılar. Rus emperyalistleri, bu gelişmelere karşı bekle-gör politikasıyla yaklaşıp, daha çok diplomasi yürüttüler. Ancak, ABD ve diğer emperyalistlerin IŞİD'e yönelik operasyonlarının yarattığı etkilerin, Suriye'deki çıkarlarını tehlikeye sokacağını görünce -diğerlerinden bağımsız olarak- güçlerini Suriye'deki üslerine yığıp, IŞİD ve emperyalist destekli diğer güçleri vurmaya başladı. Çıkarlarına geldiği için IŞİD 'e her türlü desteği sunan Türk, Suud ve Katar egemenleri, Rusya'nın da savaşa dâhil olmasıyla durumun artık çıkarlarına uygun olmayacağını görerek desteklerini çekmeye başladılar. Suud ve Katar egemenleri desteklerini az da olsa hala vermektedirler. Fakat Türk egemenlerinin Rus savaş uçağını düşürmeleri sonrasındaki gelişmeler ve özellikle Rusya'nın “TC”-IŞİD irtibat yollarını kesip

kontrol altına almasıyla beraber IŞİD'le olan yakın ilişkilerinin uluslararası alanda kendilerini zora sokmaya başlamasından dolayı, istemeye istemeye görünürde de olsa, IŞİD karşıtı bir tutuma girmek zorunda kaldılar. Emperyalistlerin görmezden gelen tutumlarından vazgeçip saldırıya geçmesi ve bölge egemenlerinin desteklerindeki azalma, IŞİD 'i zor bir sürece soktu. Artık eskisi gibi kentleri büyük güç gösterileriyle işgal edemediği gibi, işgal altına alıp her türlü vahşeti yaşattığı alanlardan sökülüp atılmaktadır. Bu da IŞİD 'in başından beri gerçekleştirdiği toplu katliam eylemlerine daha çok yönelmesine neden oldu. Daha önceleri Fransa'da Charlie Hebdo, TürkiyeKuzey Kürdistan'da Suruç, Ankara, Amed HDP mitingi vb. gibi sol, demokrat, devrimci sosyalist kesimlere yönelik toplu katliamlar gerçekleştirirken, bugün özel bir hedef gözetmemektedir. İntikam saldırıları gerçekleştirmektedir. Mümkün oldukça daha çok insan katletmeyi amaçlamaktadır. Saldırdığı yerler askeri veya silahlı güçler değil, tümüyle sivil halktan kitleler olmaktadır. Bağdat, Suriye, İstanbul, Brüksel, Paris ve diğer katliamlarındaki amaç, intikamdır.

Bölge halklarının kaderi emperyalistlere teslim edilemez Emperyalistlerin ikiyüzlülüğü bu katliamlarda da kendisini göstermektedir. Katliam kendi ülkelerinde yaşandığında, timsah gözyaşları döküyor, ulusal yaslar ilan ediyorlar. Ancak katliam herhangi bir Ortadoğu ülkesinde olduğunda ise, çok doğal görüp seslerini bile çıkarmamaktadırlar. Sanki katliamlar bu bölge halklarının kaderi ve olağan bir olaymış gibi geçiştirilmektedir. Böyle yaklaşmalarında şaşırılacak bir şey yok aslında. Çünkü, bu vahşet katliamları serisi çıkarlarına hizmet etmektedir. Şöyle ki; katliamlara maruz kalan bölge halkları, bu beladan kurtulmak için kendi yöneticilerine inanmıyor ve gü-

venmiyor. Bu nedenle kurtuluş umudunu emperyalistlerde görmeye başlıyor. Yani bu katliamlar üzerinden bölge halklarına kendilerini kurtarıcı diye pazarlıyorlar. Bu pazarlama, emperyalistlerin bölgeye yerleşmesine, pazarların işgaline ve paylaşılmasına kitlesel destek vazifesi görüyor. Diğer bir ifadeyle, bölge halklarının akıtılan kanları üzerinden en büyük kıyımcı ve bu kıyımların yaratıcısı olan emperyalistlerin bölgede var olan her şeye hükmetmesini meşrulaştıran bir işlev görmektedir. Bu şekilde bölge halklarının kaderi emperyalist haydutların insafına terkedilmektedir. Bu asla kabul edilemez. Başta da anlattık, kapitalist ülkeler ve onların işbirlikçileri, yüzyıl önceden bu yana bölge halklarının kaderini ellerine almış ve o günden beridir bölge halkları savaşlar ve katliamlardan kurtulamamıştır. Bölge ve dünya halkları kendi kaderlerini ellerine almadıkları sürece, emperyalist kıyım ordularının olduğu her yerde bu yaşananlar kaçınılmaz olacaktır. Bu nedenle devrimci-komünist güçlerin geliştiği her yerde aralarındaki rekabetleri bırakıp, gelişen devrimci-komünist hareketi ezmeye çalışıyorlar. Kendi çıkarlarına uymayan veya zarar veren olduğunda, hemen ezmek için harekete geçiyorlar. Bu anlamıyla, bugün Rojava'ya verdikleri destek de çıkarları gereğidir. Devrimci-komünist örgütlerin zayıflığı ve olmayışı, emperyalistlerin işini kolaylaştırmaktadır. Ancak bu hep böyle gidecek değil. Her koşul kendi içinde devrimci dinamikler taşır. Bu dinamikleri doğru ele alacak ve bunun üzerinden yürüyecek güçleri de bağrında besler. Bu bağlamda yaşadığımız tarihsel süreç var olan devrimci güçlere önemli görevler biçtiği ve fırsatlar tanıdığı gibi, Maoist komünistlere çok daha büyük sorumluluklar yüklemektedir. Sorumlulukların farkında olmak yetmez, kan deryasına döndürülmüş bölgemiz ve ülkemizde, ‘72 cüretiyle kuşanıp yol almak aslolandır. Çünkü aslolan yapmaktır!


10

gençlik haber

16-31 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü

Devletin asimilasyon yuvaları:

YİBO’lar İmam Hatip Liseleri’ne yoğunlaşan algının ne yazık ki gözden kaçırdığı gerçeklik bir devşirme fabrikası olan YİBO’lardır. Büyükşehirlere, metropollere yoğunlaşan algının yüzünü bir an önce YİBO’lara dönmesi ve burada yaşanılan bu vahim meselenin çözümüne yönelik yeni arayışlara girmesi elzem olandır Asimilasyon yaşadığımız coğrafya üzerinde egemen güçlerin yegâne ve değişmez politikalarından birisi olmuştur. Devlet asırlardır Türk-Sünni prototipinin dışında kalan tüm inanç ve milletlere bu politikayla saldırmış, kültürel anlamda çoğunu yok edip Türkleştirip, Sünnileştirmiştir. “TC” devletinin uyguladığı asimilasyon politikası bugün de geçmişi aratmayacak bir biçimde sürüyor, genç beyinleri resmi tarih anlayışına göre şekillendirerek onları yok ediyor. Tekçi faşist zihniyetin bugün Türkiye-Kuzey Kürdistan’da Türklük üzerinden yaptığı asimilasyon politikası YİBO’lar (Yatılı İlköğretim Bölge Okulları) aracılığıyla tüm hızıyla devam ediyor. 1980’lerle beraber daha belirgin bir şekilde göze çarpan köylerden kentlere göç etme durumu 1994’de sözüm ona çıkarılan “terörle mücadele” yasaları neticesinde beraber yaşanılan köy boşaltmalarıyla en üst seviyeye çıkmış, amiyane tabirle bölgedeki köyler birer viraneye çevrilerek insanlar zorla köylerinden göç ettirilmişlerdir. Köylerdeki nüfusun üst seviyede olduğu dönemlerde tek bir yapı altında tüm ilköğretim öğrencileri karma olarak tek bir sınıfta eğitim görüyor ve kendilerine zorla Türkçe öğretilmekle beraber, öğrenmeyen ya da öğrenemeyenlere çeşitli cezalar uygulanıyordu. Son derece titizlikle yürütülen sistemde öğrencilerden bir veya birkaç kişi seçilerek konumlandırılıyor, sorumluluk verilen öğrenciler okul dışında da tüm gün köy içerisinde Kürtçe konuşan öğrencileri not edip ertesi gün öğretmenlerine şikâyet ederek cezalandırılmalarını sağlamakla görevlendiriliyorlardı. Bu cezalar kâh tahtaya çıkartılarak onur kırıcı cezalar vererek arkadaşlarının önünde küçük düşürmek kâh kaba dayakla ve hakaretler eşliğinde zorla Türkçe öğretmek şeklindeydi. 1980 AFC’si ile zorunlu hale gelen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri yine Alevi köylerinde sancılı bir biçimde işlenmiş, Alevi öğrencilere zorla namaz kıldırmak ya da

Ramazan aylarında oruç tutturmak gibi türlü türlü trajikomik pratikler yürürlüğe konulmuştu. Köylerin boşalmasıyla köylerdeki ilkokullar kapanmış, bunun yerine bölgelerdeki tüm öğrenciler toplanarak tek bir çatı altında öğrenim görmeye başlamış, buralarda da aynı biçimde sistematik olarak asimilasyona ve çeşitli dayatmalara maruz kalmışlardır. Devletin günümüzdeki asimilasyon karargâhı YİBO’lardır. Köylerden toplanan öğrenciler ilk etapta yoğun bir Türk tarihi propagandasına maruz bırakılıyorlar, tarihteki Türk hükümdarlarının ne kadar “cesur” ve “kahraman” olduğu bilincini alarak ödev adı altında çeşitli araştırmalarla en ince ayrıntısına kadar Türklüğün ve Türk olmanın “ayrıcalıklarını” öğreniyorlar. Akabinde ise doğalında yoğun bir Türklük propagandasına maruz kalan genç beyinlerde Türklüğe hayranlık, Türk olamamanın verdiği mahcubiyetle bir yoksunluk oluşturuluyor. Kürt öğrencilere aslında kendilerinin falanca Türk boyundan oldukları özelde ise Kürt-Alevi öğrencilere Aleviliğin bir Türk inancı olduğu ve kendilerinin Kürtçe bilen Türkmen topluluğu olduğu fikriyatı kabul ettiriliyor. Zaten yoksunluk hisseden ilkokul çocuklarının birdenbire Türk olduklarını “öğrenmenin”, “fark etmenin” verdiği “coşkuyla” ilk aşama bitirilmekle beraber bölgede çıkan Kürt isyanlarını başka bir bölgeden gelen Ermenilerin çıkarttığı ve bölgede kıyım yapan çetelerin mahkemelerde yargılanıp bizzat Mustafa Kemal’in emri ile idam ettirildikleri “hatırlatılarak” ilk etap tamamlanmış oluyor. Türkmen Alevi bölgelerinde hâlihazırda var olan Türklük kısmı es geçirilmekle beraber Kürt-Alevi bölgelerinde ise Kürt öğrencilerden birer Türk devşirerek bitirilen ilk etaptan sonra sıra Aleviliğin aslında yanlış noktaları olduğunun her Müslüman’ın namaz ve Ramazan ayında oruç tutmakla yükümlü olduğunun, bunun yanında Sünni inancının doğru ve mantıklı bir inanç olduğunun propagandası yapılarak iş Sünnileştirme boyutuna eviriliyor. Hatta ve hatta arkadaşları arasında sevilen öğrenciler ikna odalarına çekilerek kendilerinden sosyal medya hesaplarında “namaza gidiyorum” “oruç tuttum” gibi paylaşımlar yapmaları isteniyor. Bunu yaptıkları takdirde notlarını yükselteceklerini aksi takdirde ise sınıfta bırakılacakları bildirilerek tehdit yoluyla psikolojik olarak Sünni inancının ritüelleri yaptırılmak isteniyor. Tüm aşamalar tamamlandıktan sonra coğrafya üzerinde artık asırları aşan bir geçmişi olan devşirme yöntemi tamamlanmış oluyor. Va-

tana millete “hayırlı” Türk ve Sünni gençleri “olması gereken” bir bilince evriliyorlar. Her dönem var olan asimilasyon politikaları bu dönemde YİBO’lar aracılığı ile hiç olmadığı kadar en üst kertelere ulaşmakla beraber, Türk-Sünni prototipi dışında kalan tüm kesimleri aleni bir biçimde asimilasyona maruz bırakmaktadır. Gımgım’ın (Maraş) Kürt-Alevi nüfusunun en yoğun olan bölgesi Pazarcık’a ya da yine aynı biçimde Kürt-Alevi nüfusunun en yoğun olduğu bölgelerden olan Dersim ve Koçgiri’ye yapılması planlanan mülteci kampları elbette tesadüfî değildir. Hâkim güçler olası bir iç savaşta bu bölgelerdeki denetimlerini ve varlıklarını kaybetmemek için böyle bir yönteme başvurmaktadır. Bugün gizli bir biçimde oluşturulan SADAT neyin ürünüdür? Kimleri eğitir? Cevabı çok açık ki hâkim klikler şimdiden olası bir iç savaşın tüm planlarını en ince bir biçimde masaya yatırıp adım atmaktalar. Şu açık bir gerçekliktir ki mevcut iktidar için iç savaş başvurulacak son çare olmakla beraber çıkartılması olasılık dâhilinde olan bir durumdur. IŞİD’e gönderilen silahların ortaya çıkıp dünya kamuoyunda IŞİD-AKP ilişkisinin bilinir hale gelmesi, Kürdistan’da teşhir olan vahşet ve katliam pratikleri, bunun dışında Rıza Sarraf davasında ortaya çıkan kirli ilişkiler, baskılanmaktan ve faşizmden deyim yerindeyse patlayacak yer arayan ezilen yığınların öfkesi elbette ki mevcut iktidarı kara kara düşündürmektedir. Bunun yanında mevcut iktidar ABD emperya-

lizmi tarafından artık ılımlı-İslam projesinin patlamasıyla beraber geçerliliği kalmamış, miadı dolmuş bir kukla halindedir. Dış politikada amiyane tabirle girdiği her kapıdan tekme yiyen mevcut iktidarın Rusya ve İsrail ile yaşanılan sorunların nihayete ermesi açısından çark edip tekrardan çözüm yolu araması, yine iktidar kanadından yapılan Suriye ile uzlaşı çağrıları, iktidarın artık ortada zikzak biçimini alarak dış politikada iflas ve hezimete uğradığının kanıtı olmakla beraber, yeni çıkış yolu bulma telaşının da teşhiridir. Aksi bir durumda başvurulacak çare tam da mevzu bahis iç savaştır. Olası aksi bir durumda en azami bir biçimde teyakkuz halini almış AKP iktidarı iç savaş çıkartmaktan bir an dahi imtina etmeyecek ve asla tereddütte olmayacaktır. Son kertede İmam Hatip Liseleri’ne yoğunlaşan algının ne yazık ki gözden kaçırdığı gerçeklik bir devşirme fabrikası olan YİBO’lardır. Büyükşehirlere, metropollere yoğunlaşan algının yüzünü bir an önce YİBO’lara dönmesi ve burada yaşanılan bu vahim meselenin çözümüne yönelik yeni arayışlara girmesi elzem olandır. Çünkü YİBO’lar üzerinde yaşam bulan asimilasyon politikaları gelenekselleşmiş bir devlet yöntemi olmakla beraber olası iç savaşın da bir hamlesidir. Hâkim klikler bölgelerde üstünlük sağlama amacıyla yalnızca mülteci kamplarına başvurmuyor, aynı zamanda deyim yerindeyse kaleleri içten fethedip bölge gençlerini etkileri altına alarak yeni Truva atları yaratıyor ve hâlihazırda da yaratmaktalar.


kadın haber “Beyler” yine taarruza geçti! 16-31 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü

Bize dayatılan toplumsal rollerden tamamen sıyrılmak uzun bir mücadele süreci, fakat kendimize ve hemcinsimize karşı açık olmak en kolaylaştırıcı ve kazandırıcı adımdır. Tüm tartışmalarımızda içimizdeki erkeklikle ne kadar açıktan mücadele edersek o kadar özgürleşmeye devam edeceğiz Erk iktidarın köşe tutucuları yine kadınlar hakkında konuşmaya başladı. “Düşük profilli” Başbakan acil servislerin aynı zamanda evlendirme dairesi olabileceğini söyledi. Anayasa Mahkemesi, TCK’daki ‘15 yaşını tamamlamamış çocuklara yönelik her türlü cinsel davranışı’ istismar sayan ve 8-15 yıl arası hapis öngören maddeyi iptal etti. Sabah Gazetesi “TC”yi kadın hakları konusunda yerden yere vuran CEDAW raporunu övgüyle halkımıza servis etti. Diyanet İşleri Bakanlığı “Uyuyan insanı öldürmekle kürtaj aynıdır” dedi. Tam bu sırada Cizîr’de vahşet bodrumunda katledilen Sultan Irmak’ın cenazesi teşhis edildi… Şiddetin yasalaştırıldığı, kadınların devlet desteğiyle öldürüldüğü bu ülkede 2010-2015 yılları arsında 1.414 kadın, bindörtyüzondört dünya katledilmişken, 2016’nın ilk yarısında da 153 kadın katledildi. Sıralamak bile sabır meselesi ancak bu nutuklara şaşırmıyoruz, çünkü eril iktidarın ‘erkekliği’ toplumsal kurum ve pratiklerde sürekli olarak onaylaması sınıf varlığının zorunluluğudur. Bu tekrarların biz ezilenlerin yaşamındaki tezahürü burjuvaların sınıf aidiyetidir, saltanatlarının teminatı, ideolojisidir. Burjuva sınıfının terbiye aracıdır. Eve hapsedilen, erkeğe zimmetlenen, kendinden başka herkesin ‘malı’ görülen kadının, bu şiddet sarmalı karşısındaki duruşu bile günlük yaşamının bir direnme biçimine dönüşmesine gebedir. Çünkü kadınlar için yaşam hakkı, onların her saniye yeniden uğraşarak kazanması gereken bir mücadele alanıdır. Tüm bunlardan hareketle toplumsal mücadele mevzilerine dönmemiz, kadın mücadelesini her alanda

daha da köklü bir şekilde güçlendirmemiz, mücadeleyi bir yaşam biçimi olarak kavramamız hayati önemdedir. Bunca saldırı altında kendi içimize doğru şeffaf, vurucu bir yolculuğa çıkmamız her dönem olduğu gibi bugün de kazanım dolu bir yöntemdir.

Kadın mücadelesine hazır mıyız? Ya da tamam mıyız? Evet, kadın mücadelesi son yıllarda toplumsal muhalefet içerisinde ciddi bir ivme ve söz kazanmış durumdadır. Özellikle Gezi Ayaklanması ile beraber kadın mücadelesinin daha da etkili bir şekilde güçlendiği, kadın mücadelesi, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve örgütlenme perspektifi üzerine ciddi kazanımlar elde ettiği, erkek devlet tarafından da pekâlâ bilinmektedir. Kadın mücadelesini nasıl daha yaygın bir şekilde öreriz ve çoğalırız sorusu hala en önemli perspektifimiz ve itici gücümüz olarak aktüel tartışma konularımızdan birisidir. Kuşkusuz kadınlar daha çok yan yana geldikçe, birbirlerine dokundukça bu sorunun cevabı pratik olarak kendini var edecektir. Ve kendini çok daha mümkün ve yaratıcı kılmaktadır. Fakat şimdi esasen örgütlü kadınlar olarak kadın mücadelesine ne kadar yakın olduğumuzu tartışmak istiyoruz. Elbette içimizdeki erkekliklere vura vura… Ve bu bağlamda mücadele alanlarında sıkça karşılaşılan öğretilmiş iki rolü masaya yatırıp iyice hırpalamak istiyoruz.

“Kadın mücadelesi gerekli midir?” Bu soru kadın mücadelesinin görece daha zayıf olduğu dün, daha yüksek sesle soruluyordu. Şimdi genel anlamıyla erkeklerden kopamayan, yalnız onların doğru düşündüğünü; kadını her zaman kıskanç olarak gören, kadın toplantılarını bir konken partisi olarak gören ERKEK ve kadınlar tarafından çokça savunulmuş, ama biz cadıların süpürgesiyle artık kapı eşiğinde yellere savrulmuş fikir fukaralıkları bunlar. Şunu özellikle belirtelim; kadın ve erkeği ideolojik mücadele bağlamında asla aynı yerlere koymuyoruz. Fakat burada teşhir etmek istediğimiz; bilinçlenmeyi yegâne silahı olarak elinde bulunduran devrimcilerin öğretilmiş roller ya da geleneksel rolleri devrimci kurumlar içerisinde sorgulamadan tekrar tekrar üretme gayretkeşlikleridir.

ÖNCÜ KADIN

11

“Kendimi yeterli hissediyorum” Doğduğumuz andan itibaren kadınlık rolü ile öylesine sarmalanmışız ki, her zaman en mükemmeli olmak için gayret ederiz. Kuşkusuz bunun altında da esasen erkliğe olan hayranlık yatmaktadır. Kadın mücadelesi alanında kendini geliştirmek isteyen kişi, bu hal ile asla kendine ve kız kardeşlerine karşı samimi olmayı başaramaz. Her zaman en harika sözü söylemek ister, tüm ilişkilerini her zaman diğerlerini küçümseyerek yaşar. Ama esasen kendi kimliğine ve cinsine olan yabancılaşmanın enkazı yatmaktadır bunun altında. Kadın mücadelesinde çokça söz söyler fakat kadınlık durumu ile ilgili olarak eleştirildiğine, “Yanlış anladınız, onu demek istemedim” der. Öz itibariyle belki sayfalarca, günlerce tartışabileceğimiz bahsini ettiğimiz bu roller devletin, toplumun, ailenin kadını olanın sonucudur. Heteroseksizm ile her gün defalarca kez dayatılan devlet geleneğidir. Bir adım öndeyiz çünkü öğretilmiş olan her duruma, role, kabule, düzene savaş açmış durumdayız.

Ne o, ne bu her zaman kadın dayanışması! Her zaman mücadele! Bize dayatılan toplumsal rollerden tamamen sıyrılmak uzun bir mücadele süreci, fakat kendimize ve hemcinsimize karşı açık olmak en kolaylaştırıcı ve kazandırıcı adımdır. Tüm tartışmalarımızda içimizdeki erkeklikle ne kadar açıktan mücadele edersek o kadar özgürleşmeye devam edeceğiz. Çünkü erkek devlet her gün, her saat kadınların yaşamına, haklarına saldırmaktan vazgeçmiyor. Günü şiddetle örgütleyen “TC” bu ırkçı, şoven, cinsiyetçi politikalarını başlattığı topyekûn savaş konseptiyle daha da tırmandıracak. Sınıf mücadelesinin keskinleştiği, herkese önemli sorumluluklar yüklediği bugün, mücadeleyi bulunduğumuz her alanda daha da geliştirmek ve sürekli gericilikle mücadele halinde olmak şarttır. Örgütlü her alanda, toplumsal mücadelenin her kesiminde özel mülkiyete dayalı ilişkilere, geleneksel rollere daha fazla karşı çıkmalı, teşhir etmeli ve yeniyi yaratmalıyız. Unutmamalıyız ki savaşı kendimizle büyütmek bu düzeni temellerinden sarsacak güç olacaktır.

≫ aycan solmaz

ÇÖZÜM HALKLARIN KURTULUŞ MÜCADELESİDİR! ürkiye-Kuzey Kürdistan’da 15 Temmuz’da yaşanan darbe girişimi Erdoğan/AKP iktidarına karşı “TC” ordusu içinde bir grup askerin başlatmış olduğu darbe girişimi olup kliklerin kendi iç dalaşlarının halklara yansımasıydı. “TC” tarihinde birçok darbeler yaşanmış, bu darbelerin sonucunu da en ağır biçimde emekçi halklar ödemiştir. Bugün de görünen Erdoğan ve belli uluslararası güçlerin de desteklediği cemaat çatışmasıdır. Düne kadar siyasi iktidarla yan yana yürüyen cemaat birçok işlere imzasını atmıştı. KCK’ye yapılan operasyonlar ile devrimci sosyalistlere uygulanan baskı ve operasyonlar bunların önemli örneğidir. Dün Kuzey Kürdistan’da uygulanan insanlık dışı vahşetin baş mimarları, plaketlerle, övünç madalyalarıyla halkımızın “kahraman askerleri” bugün Erdoğan/AKP ikti-

T

darına karşı yapılan darbe girişiminde bulunan askerler olarak linç edilip çıplak soyularak hain ilan edildiler. İktidarın gerici IŞİD zihniyeti tam da burada kendini göstermiştir. Demokrasi havariliği yapan, cihat çağrılarıyla sokağa dökülen IŞİD zihniyeti başta Alevi, devrimci ve yurtseverlerin yaşadığı mahallelerde yeni katliamların önünü açmaktadır. Halkların üzerinde estirilen gerici şiddet ve gerginlik azınlık etnik kimlikler üzerinden ırkçı bir kamplaşmaya götürülmektedir. İktidarın kendi içinde yaşadığı siyasal krizin bedelini ezilen haklar ödememeli. Yaşanılan darbe girişiminin Erdoğan/AKP iktidarının çemberini genişleteceği açıktır. Asker, polis, hâkim ve savcılara yapılan operasyonlarla görevden alınmaları da buna işarettir. Yeni savaş kurmaylarının hızla göreve getirilmesiyle ülkemiz üzerinde oynanacak yeni oyunların kimlere hizmet edeceği açıktır. Bu yaşananlara

karşı yapılacak yöntem bellidir. Ezilen, emekçi halklar hiçbir zaman siyasi iktidarların kirli oyunlarını tercih edemezler. Hâkim sınıfların gerici klik savaşı isimler değiştirebilir, fakat bugünden yarına son olmayacaktır. Bizler cephesinden çözüm yöntemi halkların kurtuluş mücadelesidir. İktidar toplumsal muhalefete dönük savaş politikalarını ve gerici politikalarını hız kesmeden uygulamaya devam edecektir. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da tüm ezilen emekçi halklara yönelik savaş konseptini tersine çevirmenin yolu bütünlüklü olarak hakların birleşik örgütlü mücadelesinden geçecektir. Bugün öfkemizi sınıf kinine dönüştürerek içinden geçtiğimiz bu süreçte tarihsel devrimci misyonumuzu bilince çıkararak halkların devrimci öfkesini devrimci savaşa dönüştürmenin zamanıdır.


16-31 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü

Sorun olan rutin devrimcilik, çözüm olan b mezler. Zira gerici sınıfların örgütü olan devleti yıkmak ve değişik şiddet kurumlarıyla uyguladıkları baskıyı kırmak için proletaryanın örgütlenmekten, örgütünü kurmaktan ve örgütü vasıtasıyla savaşım vermekten başka şansı yoktur. Gerici zora karşı devrimci zor biçiminde örgütlenmek tarihsel koşulların proletaryanın önüne koyduğu zorunluluklardan biridir. Proletaryanın siyasi savaş partisi bu gereksinimden doğar veya bu gereksinime cevap verir. Sınıflara bölünmüş dünya toplumunda geçerli olan bu tablo, tek tek parçalarda da değişmeksizin geçerlidir. Proletarya partisi sınıf orijini, amaç, görev ve mücadelesi çerçevesinde tüm dünya ölçeğinde ortak niteliktedir, evrensel ve enternasyonalisttir. Değişen tek şey zora dayalı mücadelenin somut koşullarda alacağı-aldığı biçimlerdir... Coğrafyamız toplumu da iki düşman sınıftan oluşmaktadır ve bu sınıf kampları arasında keskin çelişki ve mücadele mevcuttur. Bu mücadele zemininde proletarya kendi siyasi partisine ihtiyaç duyar. Bu parti vardır ve niteliği siyasi savaş partisidir. Vardır fakat açık ki devrimci ihtiyaçlara cevap vermekten geridir. Bunun bir dizi nedenle açıklanması mümkündür. Ne var ki, devrimci tutum durumu açıklamakla yetinmeyip onu değiştirmekle anlamlı ve yükümlüdür. Rutinin dışına çıkmak, gelenekçiliği ve gelenekseli aşmak, sıra dışı davranışa geçmek elzemdir. Çığır açan ve sıçrama yaratan dinamik ancak böyle inşa edilip geliştirilebilir...

Kitleler çeşitli biçimlerde mücadele ve harekette bir dinamizm sergilemekte, Kürt ulusu kıyıma maruz kalmasına karşın muazzam bir direniş sergilemekte, faşist iktidar bir taraftan azgın baskı ve katliamlarını tırmandırırken, diğer taraftan teşhir olup kan kaybederek sarsılmakta, alenen kırılmalar yaşamaktadır... Bütün bu zemin esasen devrimci gelişmelere büyük olanaklar sunmaktadır. Sosyalist ve devrimci hareket belli bir irade ve çaba göstermekte, ileriye dönük adımlar atmakta, fakat bunlar maalesef yeterli bir düzey ortaya koymamaktadır. Açık ki, daha profesyonel bir çalışma ve kurumsal faaliyet, daha militan devrimci bir ruh, daha atılgan ve daha eylemci bir devrimcilik, devrimci savaşa endeksli politik yönelim devrimci sıçrama için aktüel bir şarttır. Bugün her devrimci iddia, iddiasına uygun bir pratik içine girmekle yüz yüzedir. ‘Bekle-gör, iradi müdahale geliştirmeden kendiliğinden gelişmeleri bekleyerek tavır al’ politikası devrimci değil, kendiliğindenci ve kuyrukçudur. Uyuşuktur, ekonomisttir...

Proletarya Partisi komünist toplum yürüyüşünün değişmez stratejik aracıdır

Dünya toplumu iki temel sınıf ekseninde oluşan iki düşman kamptan teşekküldür. Bugün bu sınıflar temel sınıf olarak burjuvazi ve proletarya tarafından temsil edilmektedirler. Proletarya ile burjuvazi iki düşman sınıf kampının başını çekerler. İki sınıf ve bu sınıfların temsil ettiği iki kamp arasındaki düşmanlık tüm dünya toplumunun ana çelişkisini ifade eder. İki sınıf arasındaki çelişkinin siyasi karşılığı siyasi iktidar mücadelesinde anlam bulur. Bu çelişki antagonist olup çözümü zora dayanır. Çelişkinin çözümünde devrimci sınıf(proletarya) tarafından başvurulan mücadele, çelişkinin özüne ve düşman sınıfın karakterine uygun olarak zor biçimini alır veya devrimci şiddet niteliğine bürünür, bürünmek zorunda kalır. Bu evrenseldir, salt somut bir koşul için değil... Proletarya burjuvaziye karşı yürüttüğü siyasi iktidar mücadelesinde örgüt silahını kullanır. Burjuvazi baskı aracı olarak devlet biçiminde örgütlenir. Burjuvazinin bu baskı örgütüne karşı proletarya da kendi örgütünü kullanır. Savaşımını bu örgüt vasıtasıyla yürütür. Örgüt, örgütlülüğün ifadesi olup örgütlenmiş olmayı anlatır. Ne gerici sınıflar, ne de devrimci sınıflar örgütlenmeden ve örgütlerini kurmadan egemenliklerini sürdüremez veya düşmanlarının egemenliğini yıkıp kendi egemenliklerini kuramazlar. Gerici sınıflar baskı aracı olan devlet biçiminde örgütlenmelerine karşın siyasi partilerini kurup bunlar vasıtasıyla örgütlenmeyi ihmal etmezler. Devrimci sınıflar da tabii olarak örgütlenmekten ve örgütlerini ya da siyasi partilerini kurmaktan imtina et-

Proletarya partisi proletaryanın ileri unsurlarından meydana gelir ya da ileri unsurlarının toplamıdır. Proletaryanın tüm taraftarları bu partide toplanır. Bu partinin bünyesi geniş emekçi sınıf kesimlerini ihtiva eder. Ama bu parti salt kendi maddi sınıf unsurlarının bileşeni değildir. İdeolojik olarak proletaryanın tarafında olan ileri unsurlar da partide yer alır. Proletarya maddi sınıf olarak örgütlenirken, ideolojik sınıf biçiminde de örgütlenir. Sınıf kökeni proleter olmayan ileri kesimler de kendi eski sınıflarına ihanet ederek ideolojik olarak proletaryanın saflarında yer alır, örgütlenirler. Dahası sınıf müttefiklerini de bu örgütlenmede ve partide barındırır ya da toplar. Maddi sınıf olarak salt proleter saflıkta değil, müttefiklerini barındıran bir bünyeye sahiptir proletarya partisi. Bu, proletaryanın bu kesimlerin çıkarlarını temsil etmesinden ileri gelir. Proletaryanın çıkarları diğer devrimci sınıfların çıkarlarını da kapsar. Dolayısıyla proletarya partisi ve devrimi bütün bu kesimlerin buluşma zeminidir. Proletarya partisi üyeleriyle vücut bulur veya doğrudan kurucu önderleri ve üyeleri tarafından proletarya iktidarı ve komünist toplum uğruna mücadelenin değişmez stratejik aracı olarak ideolojik-siyasi formatta kurgulanarak oluşturulur. Ancak proletarya partisi salt kadro ve üyelerinin gücü ya da varlığıyla sınırlı bir siyasi kurum değildir. Sınıf çıkarları ekseninde ideolojik-siyasi-örgütsel biçim, amaç ve hedeflerde birleşen geniş bir sempatizan ve taraftar kitlesi, bu partinin toplam gücünü veya en geniş kuvvetini oluşturur. Devrimden çıkarı olan geniş halk kitleleri ya da gerici egemen sınıflar

tarafından ezilip sömürülen büyük kitleler objektif olarak devrimci olup devrim saflarında yer alarak, partinin hedef kitlesini, partinin dinamiklerini, partinin dayanak ve ittifaklarını ifade ederler. Parti son tahlilde bu kitlelerle birleşerek ya da bu kitleleri birleştirip seferber ederek gerçek gücüne ulaşır. Bu anlamda proletarya partisi gerçek gücünü geniş halk kitlelerinden alır. Proletarya önderliğinde birleşen geniş halk kitleleri yenilmez olan en büyük güçtür. Devrim eserini yaratan kitleler, büyük dalga ve çalkantının yegâne objeleri olarak tarihin de yazıcılarıdır. Proletarya partisinin gerçek rolü, geniş kitleleri aydınlatıp sınıf çıkarları doğrultusunda birleştirerek devrime seferber etmesinde, geniş kitlelere ve devrime önderlik yapmasında açığa çıkar. Bu yetenek ve rolün temsilcisi durumundaki proletarya partisi olmadan, kitlelerin sınıf çıkarları ekseninde birleştirilip siyasi iktidar uğruna savaştırılması düşünülemez. Bu rol ve yetenek parti şahsında tüm kadro, üye, sempatizan ve taraftarlarınca icra edilir, son tahlilde kitlelerin devrimci eylemiyle tamamlanır ya da hedefine taşınır. İnsanın bilinçli dinamik rolü ancak bu kurumsal sistematik ve hareket içinde gerici sınıfları alt ederek dünyayı değiştirme eylemine dönüşebilir... Kitleleri birleştirip seferber etme yeteneğine ulaşan parti, öncelikle kadro, üye ve aktivistlerinin sıkı bir irade-eylem birliğine ihtiyaç duyar, bununla büyük zaferlere yürür-yürüyebilir. Bu irade ve eylem birliği ne kadar sıkı, ne kadar güçlü ve ne kadar demokratik


perspektif

bilinçli devrimciliğin dinamize edilmesidir

normlara sahipse parti o kadar güçlüdür. Dolayısıyla ideolojik-siyasi-örgütsel birlik zemininde ifade bulan irade ve eylem birliği ve kuşkusuz ki demokrasi ile disiplinin bileşikliğinde anlam bulan demokratik-merkeziyetçilik ilkesine uygun yapılanma tayin edici yerde durur. Parti başta üye, sempatizan ve taraftarlarının enerjisi, katkı ve desteği olmak üzere, geniş kitlelerin desteğine mutlak biçimde muhtaçtır. Geniş halk kitlelerinin desteği almadan partinin devrim iddiası gerçekleştirilemez. Dünyayı değiştirme eyleminde devrimci teorinin rolü tartışmasızdır. Bu değiştirme eyleminde devrimci pratik en az teorinin önemiyle aynı ölçüde zaruridir. Devrimci teori ile devrimci pratiğin birliği olmazsa olmazdır. Teorinin pratiği aydınlatması, pratiğin dönüp teoriyi geliştirmesi diyalektik süreç olarak gelişmenin seyri ve izleyeceği yoldur. Teori ile pratiğin karşı karşıya konması ya da birbirinden ayrı ele alınması paradokstur. Gerek teori, gerekse de pratik insan unsurunun yeteneği ve etkinliğidir. Teori kendiliğinden değiştirme rolü oynamaz. Pratik ise teoriden bağımsız olarak doğru orantılı bir ilerleme ve gelişmeye yetmez. Teorinin insan eyleminde maddi güce dönüşmesi şarttır. Bu teorinin pratikle birleşmesi demektir ki, bu birleşme insandan bağımsız mümkün olmaz. İnsanın maddi temel ile birlikte belirleyici olması ya da belli şartlarda üst-yapının belirleyici olması tam da bunu açıklar. Alt-yapı belirleyicidir. Bunda bir tartışma olamaz. Ama aynı biçimde belli şartlar al-

tında üst-yapı da belirleyici rol oynar. İnsan bilinçli dinamik rolü maddi koşullar üzerinde etkide bulunur ve belirli şartlarda bunlar üzerinde belirleyici rol üstlenir-oynar. İnsan olmaksızın ne teoriden ne de doğru anlamda pratikten söz edilemez. O halde insanın bilinçlenmesi, dönüşmesi-dönüştürülmesi, harekete geçmesi ve kazanılması, gücünün farkına varması ve örgütlenerek birleşmesi-birleştirilmesi en temel sorundur. Bu, somutta, kitlelerin kendi davasına kazandırılarak örgütlenmesi, kurtuluş ve özgürlüğü uğruna seferber edilmesi anlamına gelir. Parti tüm bu zemine sahip olma zorunluluğuyla birlikte, bu zeminde açığa çıkan görevlerin yerine getirmekle yükümlüdür. İnsan bilinçli sosyal bir varlıktır. Sorun insan bilgi ve bilincinin geliştirilmesi, büyük özgürlük uğruna mücadele pratiğine girmeye ikna edilmesidir. Özgürleştirilmesidir. Sorunun konusu geniş kitlelerdir. Kitlelerin güven verilerek kazanılması ve ikna edilerek mücadeleye katılmalarının sağlanmasıdır. Kitleler kazanılmadan devrim hayaldir. Görev bellidir; kitleler kazanılmak zorundadır. Fakat mesele bu kadarıyla sınırlı değildir. Kitlelerin kazanılması ter dökücü uzun bir emeğin, özverili bir çabanın, fedakâr mücadelelerin eseri olabilir. Dahası, kitleleri kazanacak olan dinamiğin kendi dönüşüm ve gelişimini sağlayarak süreklileştirmesi öncelikle şarttır. Bu dinamiğin devrimci eylem zemininde keskin pratiğe girmesi ertelenemez bir zorunludur. Kısacası, parti ve onun şahsında kadrolar teori-pratiği/söz ve eylem birliği ile kitlelere güven vermek durumundadır. Bu maddi güven verilmeden salt teori ile kitlelerin kazanılması ve devrime seferber edilmesinin düşünülmesi yanılgıdır. Kitlelere çelişkiler, çelişkilerin kaynakları ve bu zeminde siyasi hedefler gösterildiği gibi, bu çelişkilerin çözülmesi ve siyasi hedeflerin elde edilmesinin pratiği de somut eylemde gösterilmek durumundadır. Gerici sınıflara karşı devrimci savaş yürütülmeden kitlelere devrimden ve devrime katılmalarından söz etmek boş ve saçmadır. Mücadeleyi telkin edenlerin bizzat mücadele ediyor olması güvenin temelidir. Burjuvaziye bir taş atmadan kitlelere onun yıkılmasını öğütlemek ciddiyetten uzak boş safsatadır. Eskiyi yıkma-yeniyi inşa etme zemininde değiştirme eylemine girişen devrimciler bu eylemin gereği olarak burjuvaziye karşı kararlı bir savaşım içinde olmak durumundadır. Kitleler ancak bu zeminde güven duyabilir, örgütlenip harekete geçebilir-geçirilebilirler. Kaba ajitasyon-propaganda kitlelerin harekete geçirilmesi ya da örgütlenmesi için asla yetmez. Kitlelere nüfuz edecek yetkin siyasetin geliştirilmesi elzemdir. Bu kitlelerin nabzını yakalamak, yakıcı sorun ve çelişkilerini kavramak, siyaseti kitlelerin günlük yaşamında biçimlendirmek demektir. Kitleleri kendi pratikleri içinde eğitmek, somut sorun ve çelişkileri üzerinden örgütlemek ve onlarla birlikte sosyal pratikte yer alarak onları ikna edip harekete geçirmek mümkündür. İleri kitleleri esas alarak orta kitleyle birleşmek ve geri kitleleri ilerletmek, en önemlisi de kitlelerden kitlelere siyasetini uygulamak, yani kitlelerin öğretmeni olmadan kitlelerin öğrencisi olmayı bilmek; işte bu, kitlelere dönük tek doğru siyaset metodudur. Kitlelerin çoğu kez öncüleri geride bırakan devrimci hareketlerde bulunması rastlantı değildir. Öncülerin ya da

öncülüğün yoksun olduğu koşullarda kitleler kendiliğinden eylemde bulunurlar ve bunun için öncüleri beklemezler. Bu, kitlelerin gerici egemen sınıflar ve sistemleriyle yaşadığı keskin çelişkilerin ürünü olup, kitlelerin nesnel olarak devrimci olduğunu ya da devrimci koşulların uygun olduğunun göstergesidir.

Nesnel durumun devrimci zeminde yürütülememesinde devrimci rolün yetersizliği belirleyicidir Günümüzde kendiliğinden gelme kitle hareketleri ve mücadeleleri küçümsenemez durumdadır. Özellikle ülke devrimci hareket tarihinin neredeyse tanımadığı büyüklük kapsamında gündeme gelen Gezi-Haziran Ayaklanması düşünüldüğünde, kendiliğinden gelme kitle hareketlerinin dinamik olduğu tartışmasız biçimde teslim edilmek durumundadır. Ki irili-ufaklı bir dizi kitle hareketi ve mücadelelerinden söz edersek gerçeği ifade etmiş oluruz. Bu durumun uygun devrimci şartlar anlamına geldiği de bir o kadar doğrudur. Bütün bu uygun şartlara rağmen doğru orantılı devrimci gelişmelerin kaydedilememesi, örgütlü devrimci hareketin nesnel koşula paralel bir gelişme düzeyi yakalayamaması hayati sorundur. Dolayısıyla, kitlelerin örgütlenmesinde uygulanan siyaset, genel siyaset tarzı, gerekli emek ve çabanın gösterilememesi, nihayetinde öncü-önder rolün yerine getirilememesine dönük sorunlar temel sorun olarak karşımıza çıkar-çıkmaktadır. Bunda da öncü-önderlik iddiasına sahip olan sosyalist ve örgütlü devrimci hareketin ciddi bir eylemsizlik, yeteneksizlik ve yetersizlik içinde olup, gerekli emek ve çabayı bilinçli olarak sergileyemediği şeklindeki nedensellikler açığa çıkar. Bugün durumun devrimci zeminde ilerletilememesinde sorun olan devrimcilik rolünün yetersizlikleri, sorunun çözümü ise bilinçli devrimciliğin somut şartların ihtiyaçlarına uygun olarak dinamize edilmesidir. Kitleler çeşitli biçimlerde mücadele ve harekette bir dinamizm sergilemekte, Kürt ulusu kıyıma maruz kalmasına karşın muazzam bir direniş sergilemekte, faşist iktidar bir taraftan azgın baskı ve katliamlarını tırmandırırken, diğer taraftan teşhir olup kan kaybederek sarsılmakta, alenen kırılmalar yaşamaktadır... Bütün bu zemin esasen devrimci gelişmelere büyük olanaklar sunmaktadır. Sosyalist ve devrimci hareket belli bir irade ve çaba göstermekte, ileriye dönük adımlar atmakta, fakat bunlar maalesef yeterli bir düzey ortaya koymamaktadır. Açık ki, daha profesyonel bir çalışma ve kurumsal faaliyet, daha militan devrimci bir ruh, daha atılgan ve daha eylemci bir devrimcilik, devrimci savaşa endeksli politik yönelim devrimci sıçrama için aktüel bir şarttır. Bugün her devrimci iddia, iddiasına uygun bir pratik içine girmekle yüz yüzedir. ‘Bekle-gör, iradi müdahale geliştirmeden kendiliğinden gelişmeleri bekleyerek tavır al’ politikası devrimci değil, kendiliğindenci ve kuyrukçudur. Uyuşuktur, ekonomisttir...


14 Emperyalizmin savaş örgütü NATO’nun 2016 zirvesi Varşova’da gerçekleştirildi güncel analiz

Yapısal krizlerinden kurtulabilmek için bölgesel çatışmaları derinleştiren, etnik ve mezhepsel farklılıkları sürekli güncelleyerek çatışmalı ortamlara sürekli odun atarak alevlendiren, ülkeleri işgal edip yakıp yıkıp yağmalayan, örtülü özel savaş örgütleri kurarak şemsiyesi altındaki resmi ordu birimlerine yaptıramadığı eylemleri, örgütlediği gizli örgütlere yaptırarak halkları kan sağanağına tutan emperyalizmin savaş örgütü NATO’nun, Erdoğan’ın isteklerini karşılamasının bedelinin halklarımız açısından ne olacağını hepimiz yaşayarak göreceğiz Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü(NATO)’nün 2016 zirvesi 28 NATO üyesi ülkenin devlet ve hükümet başkanlarının katılımıyla Varşova’da gerçekleştirildi. Ayrıca Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlardan üst düzey yetkililer de zirvede hazır bulundu. Zirveye “TC” adına Recep Tayyip Erdoğan katıldı, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ve Savunma Bakanı Fikri Işık da Erdoğan’ın yanı sıra zirveye katılanlar arasındaydı. NATO’nun 4-5 Eylül 2014’te yapılan Galler Zirvesi’nde alınan kararların bu zirvede de güncellenmesinin yanı sıra, yaklaşık bin NATO askerinin Rusya’ya karşı üç Baltık ülkesi (Estonya, Litvanya, Letonya) ve Polonya’da konuşlandırılması, Karadeniz’de NATO varlığının güçlendirilmesi, kara sınırlarında AWACS’ların sayılarının artırılması, Britanya’nın Avrupa Birliği’nden ayrılma kararı, Rusya-Ukrayna gerginliği ve Gürcistan’ın durumu, Afganistan, Irak ve Libya’nın durumu, Suriye meselesi ve mali yükün paylaştırılması gündemleri masaya yatırıldı. Yine İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonraki en büyük mülteci göçü karşısında Avrupa kapılarının mültecilere nasıl kapatılacağı so-

runu da zirvenin Galler Zirvesi’nde “TC”yi yakından ilgilendiren gündemlerinden biriydi. Zirveyi iki binden fazla gazeteci izledi. Zirvenin güvenlik nedeniyle Varşova’nın merkezinde bulunan stadyumda yapılması dikkat çekerken, dikkat çeken bir başka şey ise soğuk savaşın sona ermesi ve NATO’nun varlık nedenini açıklayan SSCB’nin dağılmasının ardından o dönem üzerinden Rusya’ya mesaj verme adına zirvenin Varşova Paktı’nın merkezinde yapılıyor oluşuydu. Zira bu toplantının merkezinde Rusya’ya karşı caydırıcılık durmakta. Buradan da anlaşılacağı üzere NATO şimdi eskisinden daha fazla Batı menşeili emperyalist politikalar ve saldırganlıkların vurucu askeri etkin gücü olarak kendini gerçekleştirmeyi sürdürüyor.

Berlin Duvarı’nın yıkılmasından günümüze değişen NATO stratejisi NATO’nun İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası ‘komünizm hayaleti’ korkusuyla tamamen emek düşmanı karşı devrimci bir cephe olarak SSCB’ye ve diğer sosyalist ülkelere karşı örgütlenmesinin üzerinden atmış yedi yıl geçti. Kuruluşundaki temel amaç; SSCB’ye karşı ABD ve Avrupa’nın askeri savunma gücü olmak, ikinci emperyalist paylaşım savaşından yıkımla çıkan Almanya’yı askeri olarak yeniden yapılandırmak, Avrupa’nın güvenliği konusunda ABD’yi sorumlu hale getirmekti. Doksanlı yıllara gelindiğinde artık NATO’nun yeni dünyanın durumundan çıkarabileceği bir vazifesi kalmamıştı. 1949 yılında Federal Almanya’nın da dâhil olmasıyla kurulan ve askeri etkinliğini arttıran NATO’ya karşı 29 Kasım-2 Aralık 1954 tarihleri arasında sekiz sosyalist ülkenin katılımıyla oluşturulan askeri ve siyasi bir birlik olan Varşova Paktı’nın kuruluşunun akabinde tırmanan soğuk savaş dönemi, 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1 Temmuz 1991’de Varşova Paktı’nın dağılmasıyla sona ermişti. Kuzey Atlantik İttifakı’nın varlığını devam ettirmesi için yeni argümanlar geliştirmesi, yeni varlık neden-

16-31 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü

leri bulması gerekiyordu ve bulmakta da gecikmedi. NATO 1991’de yapılan Roma Zirvesi’nde ‘terörizme’ karşı askeri caydırıcılığı olan uluslararası askeri bir birlik olarak kendini yeniden revize etti. NATO artık Kuzey Atlantik ülkelerinin güvenlik sorunlarını çözecek bir savunma gücü değil, doğrudan saldırı ve savaş gücüydü. Etkinlik alanları yeni üyelerin katılımıyla genişlemiş, ‘terörizmle mücadele’ adı altında emperyalizmin çıkarlarını koruyan bir militer güç olarak dünyaya kan kusturan ve halklarının başına daha fazla bela olan bir ölüm makinası haline gelmişti. 11 Eylül saldırılarını bahane edip ABD’nin önce Afganistan’ı, ardından Irak’ı işgal etmesi sürecinde NATO’nun gerçek rolü çok net ortaya çıkmıştır ki, NATO askerleri her iki ülkede de işgalci güç olarak bulunmuşlardır. Yani ABD şefliğinde Batılı em-

peryalistlerin emperyalist saldırganlığının askeri dayanağı olmak, AB’yi ABD’nin emperyalist talancı ve saldırgan politikalarının sadık ortağı/müttefiki yapmak kaydıyla Rusya ve Çin gibi Doğulu emperyalist ülkeler üzerinde kuşatma ve sınırlılıklar oluşturarak bu ülkelere de geri adım attırmak üzere konumlandırılmaktadır. Özellikle Rusya ve Çin’in de dünyanın enerji kaynakları, madenleri, biyolojik zenginlikleri ve pazarları üzerinde söz sahibi olmaları karşısında askeri caydırıcı güç olarak varlığını sürdüren NATO ittifakının yine en önemli güncel görevlerinden birisi de, Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu’daki petrol ve doğalgaz rezervlerinin ve bu rezervleri Batı’ya taşıyan boru hatlarının güvenliğini sağlamak oluşturuyor. Bakü-Ceyhan Boru Hattı ve yapılması öngörülen Nabucco Doğalgaz Boru


16-31 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü

Hattı’nın “TC”den geçiyor olması NATO için “TC”nin her şeye rağmen önemli bir yerde durduğuna ve “TC”de asgari düzeyde istikrarın sağlanmasının bu boru hatlarının güvenliği için de önemli olduğuna da dikkat çekelim.

Batı’nın Rusya ile ‘tavşan kaç tazı tut’ oyunu Varşova Zirvesi’nin öne çıkan ve Rusya’yı dolaysız ilgilendiren en önemli gündemlerinden biri Estonya, Litvanya, Letonya ve Polonya’da asker konuşlandırılması oluştururken, diğer önemli gündem ise ABD’nin ‘genişletilmiş Karadeniz’ söylemine bağlı olarak Karadeniz’de NATO’yu kullanarak deniz kuvvetleri konumlandırmak istemesi oluşturuyordu. Yine Gürcistan, Ukrayna krizi, Kırım’ın Rusya tarafından işgal edilmesi ve Suriye savaşında Rusya’nın taraf olan konumu zirvede tartışılan gündemlerdi. Görüşülen bu gündemlerin ve Rusya’ya karşı NATO’nun geliştirdiği caydırma stratejisinin merkezinde Avrasya’daki petrol ve doğalgaz rezervlerinin ABD, AB ve Rusya arasında paylaşılamaması sorunu oluşturuyor. Zira dünyanın petrol ve doğalgaz ihtiyacının yüzde yetmişinin bu bölgeden sağlandığı düşünülürse Avrasya’ya hâkim olan güç dünya ekonomisinin de başat aktörü olacak ve sömürmenin kurallarını belirleyecektir. ABD’nin Rusya’yı batı ve güneyden çevreleme stratejisi izlemesi, Avrasya’ya hâkim olma hedefine hizmet etmektedir. ABD’nin Ukrayna, Gürcistan, Azerbaycan, Afganistan gibi ülkeler üzerinde oynadığı oyunlar tamamen bu siyasetin

parçasıdır. ABD’nin ve NATO’nun hamleleri karşısında Rusya da boş durmamakta, bu emperyalist dalaşın kendisine yüklediği rolü layıkıyla oynamaktadır. Rusya’nın, oluşturduğu bağımsız devletler topluluğunda Gürcistan’ı tutmayı başaramaması ve Gürcistan’ın NATO ve Batılı emperyalist devletlerle yakınlaşmasını önleyememesi Gürcistan üzerindeki hesaplarını bitirmemiş, aksine çelişki derinleşmiştir. Abhaza ve Güney Osetya’daki azınlık ayaklanmaları karşısında Gürcistan’a karşı buralardaki etnik direnişlere geçmişte destek verme siyasetiyle de Gürcistan’la ipleri iyice koparmasına rağmen, Hazar petrollerinin taşınmasını sağlayan kanalların Tiflis’ten geçiyor olması gerçeğini unutmamakta ve Batı’yla Gürcistan üzerindeki hâkimiyet savaşını sürdürme konusunda kararlı görünmektedir. Yine Ukrayna ve Kırım Rusya’yı Batı’yla birleştiren kilit noktada durmaktadır ve Karadeniz hâkimiyeti için Ukrayna stratejik önemdedir. Rusya, Ukrayna ve Kırım olmadan önemli oranda Karadeniz’de güç kaybedeceği öngörüsüyle “Rus karşıtı hükümetten Sovyet vatandaşları koruyorum” bahanesiyle Kırım’ı işgal etti. Ukrayna üzerinden Karadeniz üzerindeki hâkimiyet savaşını ABD de neredeyse bir gurur meselesi haline getirdiği için geri adım atacağa benzemiyor. Dış politikası yerlerde sürünen “TC” ise Karadeniz’de NATO deniz kuvvetleri varlığına tam destek veriyor. Yine NATO’nun üç Baltık ülkesini aceleyle üye yapması ve Rusya üzerindeki

güncel analiz çemberi buralardan da daraltmak istemesi karşısındaki tavrına Rusya’nın cevabı, bu ülkelere bakan kara şeridine füze konumlandırmak oldu. NATO’nun Varşova Zirvesi’ndeki bu ülkelere asker konuşlandırma kararını da buradan okumak gerekir.

Rusya’nın Akdeniz’e açılan kapısı Tartus Zirvenin en önemli gündemlerinden biri de Suriye savaşı ve Rusya’nın Suriye politikasıydı muhakkak. Rusya ile Suriye’nin ilişkilerinin tarihi arka planının olduğunu hatırlamakta fayda var. Ortodoks Rusların Çarlık Rusya’sında Ortodoksların da önemli dini merkezlerinden olan Filistin’e hac ziyareti yüzyıllarca Suriye üzerinden yapılmış, Suriye’deki Ortodoks Hristiyanlarla ticari ilişkiler kurulmuş ve Osmanlı ile Karlofça Antlaşması imzalanmış, Deli Petro döneminde ise Suriye üzerinden sıcak denizlere inme siyaseti izlenmiştir. Soğuk savaş döneminde de Suriye’nin SSCB ile dostluk ve ittifaka dayalı ilişkileri olmuştur. Putin Deli Petro’nun bu rüyasını güncellemekte, zira Tartus kenti Rusya’nın Ortadoğu’da askeri üssünün bulunduğu tek yer ve Akdeniz’e açılabileceği tek kapı. Yine Suriye’deki silah ithalatının yüzde yetmiş biri Rusya’ya ait. ABD’nin enerji politikasındaki değişiklik ise Katar’ı yeni pazarlar aramaya itti ve Avrupa’yı tercih etti. Katar’ın Avrupa’ya satacağı doğalgaz boru hatları Basra Körfezi ve Suriye üzerinden geçecek ve Avrupa’nın Rusya’ya bağımlılığını önemli ölçüde azaltacak. Rusya Suriye’ye buradan da yükleniyor. Güç olmanın gerektirdiği uluslararası prestiji Suriye savaşında aktör olmadan edinemeyeceğinin de farkında olan Rusya’nın, Suriye politikasında çok büyük değişiklikler yapmayacağı açıktır.

NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’den Rusya’ya mesaj: Tecrit değil diyalog istiyoruz NATO Genel Sekreteri Stoltenberg, NATO-Rusya Konseyi’nin 13 Temmuz’da Brüksel’de toplanacağını açıkladı. Stoltenberg Konsey’den beklentilerini “Toplantı yükselen tansiyonu düşürmek ve yeniden görünürlüğü artırmak amacıyla önemli bir diyalog ve bilgi paylaşımı forumu rolü oynayabilir” şeklinde özetledi. NATO’nun Rusya ile tecridi değil yapıcı diyaloğu hedeflediğini kaydeden Stoltenberg; “Yeni bir Soğuk Savaş, yeni bir silahlanma yarışı ya da yeni bir karşı karşıya geliş istemiyoruz. Bir yandan caydırıcılığımızı ve savunmamızı güçlendirirken, Rusya’yla yapıcı bir diyaloğun da yollarını arıyoruz. Rusya bizim en büyük komşumuz. Rusya tecrit ve edilmemelidir” diye konuştu. Almanya Başbakanı Merkel ise Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesini eleştirmekle birlikte Moskova’ya diyalog çağrısı da yaparak; “Avrupa’da kalıcı güvenliğe Rusya’ya karşı olarak değil,

15

Rusya ile birlikte ulaşabileceğimiz konusunda hemfikiriz” dedi. Bu açıklamalar, NATO’nun Rusya’ya dönük caydırma stratejisine rağmen zirve öncesi yürütülen Rusya karşıtı psikolojik savaşla soğuk savaş dönemi rüzgârları estirme ve bir dizi askeri önlemin ötesinde Rusya’ya karşı daha fazla yaptırıma gidilemeyeceğini göstermektedir. Her ne kadar Rusya’ya ilişkin nihai karar için NATO-Rusya Konseyi’nin toplantı sonuçlarının bekleneceği söylense de, Rusya, Irak, Libya ya da Suriye gibi kolay lokma değil ve yine dünyayı nükleer bir savaşın eşiğine getirebilir öngörüsünden de uzaklaşılmayacaktır.

“TC” için zirveden çıkarılacak sonuçlar Zirvede “TC”yi direk ilgilendiren gündemler, Suriye sınırında Almanya’nın AWACS’lar yerleştirmesi yoluyla AWACS uçuşlarının sıklaştırılması, İtalya’nın Türkiye’yle karadan havaya füze sitemleri kurması, Karadeniz’de NATO’nun deniz kuvvetleri konuşlandırmasıydı. Erdoğan zirveye giderken havaalanında gazetecilere yaptığı açıklamada Irak ve Suriye ile sınır olma konumuna bağlı olarak “terörle” mücadelede NATO’yu daha fazla “TC”nin yanında olmaya davet etti, IŞİD’le mücadele ve mülteci krizinin çözümü için “TC”nin yalnız bırakılmaması gerektiğini belirterek uşaklığı da aşan bir yalakalık ve teslim olmuşlukla çözümde NATO’nun başat rolüne dikkat çekti. Yapısal krizlerinden kurtulabilmek için bölgesel çatışmaları derinleştiren, etnik ve mezhepsel farklılıkları sürekli güncelleyerek çatışmalı ortamlara sürekli odun atarak alevlendiren, ülkeleri işgal edip yakıp yıkıp yağmalayan, örtülü özel savaş örgütleri kurarak şemsiyesi altındaki resmi ordu birimlerine yaptıramadığı eylemleri, örgütlediği gizli örgütlere yaptırarak halkları kan sağanağına tutan emperyalizmin savaş örgütü NATO’nun, Erdoğan’ın isteklerini karşılamasının bedelinin halklarımız açısından ne olacağını hepimiz yaşayarak göreceğiz. Şunu söyleyebiliriz ki İncirlik Üssü üzerinden emperyalizmin askeri hareketliliği daha da artacak, “TC”nin hava sahası NATO’nun kullanımına daha da açılacak, Karadeniz Erdoğan’ın deyimiyle “Rus gölü” değil, “NATO gölü” haline getirilmeye çalışılacaktır. Tüm bu askeri hazırlıkların yıkıcı sonuçlarıyla yine halklarımız karşı karşıya kalacaktır. Tüm bu emperyalist saldırganlık, işgal, talan hazırlıkları karşısında dünya halklarının kendi uluslararası dayanışma ve mücadele örgütlerini oluşturması ve güçlendirmesi şarttır. Süreci izleyip peşinden sürüklenen değil, emperyalist yağma ve yıkıma karşı mücadeleyi büyütüp, önlem geliştirip direnen yerde durulması şarttır.


16

güncel analiz

16-31 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü

Ankara, Moskova ve Tel- Aviv üçgenindeki Türk hâkim egemen sınıflarının, İsrail, Rusya, Mısır, İran, Irak başta olmak üzere bölge siyasetinde bugüne kadar sürtüştüğü güçlere “sulh” elini uzatması, gerici çıkarların uzlaşmazlığında, daha derin sürtüşmelere dönüşmesi, önümüzdeki sürecin en güçlü olasılığıdır. Özellikle Kürt düşmanlığı üzerine çekilen tüm kırmızı çizgiler, Türk hâkim sınıflarını vuran bir silaha dönüşmesine karşın, faşist barbarlık Kürt düşmanlığı üzerinde benimsediği siyasetinden vazgeçmeyecektir. Kürt ulusu ve devrimci-ileri güçleri imha etme üzerine belirlediği iç ve dış siyasetine, konjonktürel ve stratejik olarak “müttefik” yaratmada daha esnek yaklaşarak, gerici emellerine ulaşmaya çalışacaktır Faşist Türk hâkim sınıflar egemenlik sisteminin iktidarı Erdoğan-AKP diktatörlüğünün, gerilim ve şiddet üzerinde şekillenen iç ve dış politikasında yaşanan tıkanıklığı “aşmak” ve sürece göre “yeni” bir yol haritası belirlemek için, İsrail ile yapılan anlaşma ve Rusya ile yaşanan “yakınlaşma”, son siyasal sürecin iki önemli gelişmesi oldu. Erdoğan- AKP iktidarı ile İsrail arasında yapılan Roma Anlaşması’nın hemen akabinde, Erdoğan’ın Putin’e yazdığı özür mektubu, Mısır’a gidip gelen diplomatik mesajlar, iç ve dış politikada sıkışan gerici egemenlik sisteminin süreci “aşmak” için politik olarak belirlediği manevraların niteliğini açığa çıkarmaktadır. Özünü, emperyalist güçlerin hegemonya çatışması ve her emperyalist gericiliğin bölgesel ittifak gücünün nasıl konumlanması gerektiği konusundaki stratejik politikaların belirlediği bu süreci, Türk hâkim sınıf egemenler sisteminin “profilsiz Başbakanı” Binali Yıldırım tarafından, “az düşman çok dost” tekerlemesiyle, kendi siyasal iradesine pay etmesi, sadece kamuoyuna yönelik algı operasyonudur. İsrail ve Rusya merkezli yaşanan bu siyasal gelişmeler, kapalı kapılar ardında, karşılıklı niyetler sınanarak, uzun dönemdir sürdürülen ilişkilerin bir sonucudur. Ve “az düşman çok dost” ya da “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” tekerlemesiyle diplomatik alandaki “zafer” olarak ifade edilen, İsrail anlaşması ve Rusya yakınlaşmasının özü (ki faşist egemenlik sistemi açısından, insani duyguya hitap eden bu kavramlar, gerici egemenliğin tesisi için mazlum ulusların ve ezilen halkların barbarca boğazlamak için kullanmıştır) uluslararası alanda yaşanan gelişmelerin, karşılıklı gerici çıkarlar ekseninde, gerici güçlerin iliş-

kilerini konseptsel de olsa “normalleştirmesidir.” Yani gerici güçler arasında ilişkilerin kriz üretmesi ya da dönemsel “normalleşmesi”, gerici çıkarlarının hükmündedir. Kapitalist egemenlik sisteminin, merkezileşmiş sermaye oranına göre, şu veya bu düzeyde var olan tüm gerici iktidarları, insanlığın huzuru ve güveni için barış ya da anlaşmalar imzalamazlar. Bu gerici güçler arasında imzalanan tüm anlaşmalar veya dönemsel “normalleşmeler”, gerici çıkarları özgülünde karşılıklı koparılan tavizleri ve manevraları ifade etmektedir. “Barış” anlaşmaları adına topluma mal edilmesi, gerici çıkarlar özgülünde sağlanan “anlaşmalara” toplumsal bir meşruluk kazandırma amaçlıdır. Erdoğan-AKP faşist iktidarı ile İsrail arasında mutabakata varılan Roma Anlaşması, Rusya ile yaşanan yakınlaşma, Mısır, İran ve Esad Suriye’sine atılan diplomatik oltalar, bölgesel ve uluslararası alanda birbirini karşılıklı yoklayan gerici çıkarların birer basit görüngüsüdür. Ve sürece göre yeni politik manevralar, bu görüngünün niteliğini belirlemektedir.

Neo-Osmanlıcılık, İslam Dünyasının Liderliği Hayali ve “One Minute” Şovu Genel kanı olarak, İsrail-Türk hâkim sınıfları arasındaki kriz, “Mavi Marmara” ile başlatılsa da, “Mavi Marmara” yaşanan krizin başlangıcı değil, krizin patlaması ve derinleşmesidir. O dönem başbakan olan Erdoğan’ın, “Bir daha Davos’a gelmem” diye celallendiği “One minute” çıkışı sürecin asıl başlangıcıdır. Kuşkusuz bu “çıkış”, bir anlık öfke ve heyecanın ürünü olan bir çıkış değildir. Erdoğan-AKP iktidarının, Arap Yarımadası ve Ortadoğu başta olmak üzere, uluslararası alanda derinleşen emperyalist hegemonya çatışmasında, kendisine alan açmak için benimsediği “neo-Osmanlıcı” dış politika hayallerinin ürünü olarak planlanan bir çıkıştır. Yani AKP-Erdoğan diktatörlüğüyle, İsrail siyonizmi arasında yaşanan siyasal kriz, Mavi Marmara krizi değil, Mavi Marmara’yı da bir sonuç olarak yaratan, Osmanlıcı dış politika hayallerinin, ilk elden etkili sonuç elde etmek için seçilen gerici hasımlarıyla didişme krizidir. Ki AKP-Erdoğan diktatörlüğünün “Şam’da ikindi namazı kılma” hayaliyle sloganlaşan yeni Osmanlıcı dış politikası, İsrail gericiliğiyle didişmekle sınırlı kalmamış, Suriye, Irak, İran, Rusya ve hatta stratejik müttefik güç olarak tanımladığı ABD ve AB emperyalist ülkeleri ile yaşanan tüm kriz ve çatışmalara neden olmuştur. Hemen belirtelim ki, bu çatışma ve dalaşta, haklı ve meşru olan taraf yoktur. Mazlum uluslar ve ezilen halklar üzerinden bir egemenlik ve gerici çıkarların paylaşılmasına dayanan bu dalaşta, AKP-Erdoğan gericiliğinin politik yönelimini ifade etmemiz, karşısındaki gerici güçlerin meşru ze-

minde durdukları anlamına gelmemektedir. Bu gerici güçlerin çatışmasına yön veren, gerici çıkarlarıdır ve bu gerici çıkarların nemalandığı alan, sömürülen ve ezilen halklara uygulanan sömürü ve zulümdür. Bu genel doğrunun özgün yansıması olarak, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün, neoOsmanlıcı hayallerini ilk elden İsrail ile sürtüşme üzerinden pratikleştirmesi, tesadüfen seçilmiş bir durum değildir. İsrail ile kriz süresi boyunca, İsrail ve Yahudiliğe dönük tüm eski “suçlamaları”, günlük siyasetin argümanı haline getiren Hitler selefi Erdoğan, kapalı kapılar ardından siyasal ve ticari ilişkilerin iplerini koparmadan, bu çatışmayı iç ve dış politika malzemesi yapmıştır. Yani İsrail’le kriz, hem bölge üzerindeki gerici çıkarların hem de Türkiye-Kuzey Kürdistan’da faşist gerici iktidarın korunması, derinleştirilmesi için kullanılmıştır. Burada amaç açıktır. Somut olarak İslam dünyasında var olan anti-semitizm, Yahudi düşmanlığı dokusu canlı tutularak, hem Ortadoğu’da var olan gerici cihadist örgütlenmelerin desteğini almak ve bu cihadist örgütlenmeleri merkezi siyasetine göre hareket ettirme olanağı yaratmak, hem de Türkiye’yi İslam dünyasının kurtarıcısı pozisyonuna getirerek bir yandan emperyalist güçler karşısında pazarlık gücünü arttırmak, diğer yandan da eski Osmanlı işgaline uğramış coğrafyalarda “yeni Osmanlıcı” iddiaları gündemleştirmektir. Dış politikadaki bu hedef, iç politikada da bir biçim almaktadır. Toplumsal yaşamın her alanına, Sünni İslam referanslar sızdırarak, “dindar nesiller yetiştirme” projesiyle, gerici ideolojik-politik hegemonyayı yaygınlaştırmak, buradan yaratılan avan-

tajlarla, başta Kürt ulusunun meşru mücadelesi olmak üzere, devrimci-komünist sosyal kurtuluş mücadelelerini tasfiye etmek... Her uluslararası diplomatik krizlerde olduğu gibi, İsrail, Rusya, İran, Suriye çatışmaları, Türk hâkim sınıfları egemenlik sistemi tarafından böyle kullanılmıştır. Lakin “Mavi Marmara” olayı ile derinleşen kriz öncesi ve sonrası, Türkiye-İsrail, İsrail Gazze arasında var olan sorunlarda niteliksel bir farklılık olmamasına karşın, gerici taraflar “Roma Anlaşması” ile bir “uzlaşı” yakalamışlardır. Türkiye-İsrail-Gazze hattında yeni bir süreç olmamasına karşın, Türk hâkim gericiliğiyle İsrail gericiliğinin anlaşması, başka uluslararası ve bölgesel gelişmeler akabinde ortaklaşan gerici çıkarlardan kaynaklıdır. İç ve dış politika malzemesi yapılan bu kriz, gelişen süreçle beraber gerici çıkarlar ekseninde “normalleştirilmiştir.” 2013 yılında, Roma Anlaşması’nda büyük bir başarı olarak sunulan “Mavi Marmara” olayı için özür dileme ve “Mavi Marmara” baskınında öldürülen Türk vatandaşlarına tazminat ödeme sorunu zaten aşılmıştı. Gazze’ye uygulanan ambargonun kaldırılması şartının şovu altında, Türk hâkim sınıfları tarafından ötelenen bu süreç, Gazze konusunda hiçbir ilerleme kaydedilmeden “Roma’da” anlaşmaya dönüşmesi, konjonktürel gerici çıkarların buluşmasıdır. “Roma Anlaşması” Gazze’ye ambargoyu kaldırmamıştır. Aşdod Limanı üzerinden İsrail kontrolünde yapılacak “yardım” zaten var olan bir durumdu. Buna karşın, Türk hâkim sınıflarının, özellikle Hamas’ın “TC”deki hareket alanını daraltması ve İsrail’e karşı aleyhte faaliyetlerini engellemesi, gizli kapılar ardında, kirli çıkarlardaki ortaklaşmanın boyutunu ortaya koymaktadır. Bir çırpıda


16-31 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü

güncel analiz

17

“normalleşme” ve bölgesel çatışmalar

bugüne kadar ortaya konulan tüm “kırmızı çizgilerden” “feragat” etme, kirli ve daha büyük bir gerici hesabın neden olabileceği bir sonuçtur.

Ve Rusya Krizi! Türk savaş güçleri tarafından düşürülen Rus Savaş Uçağı SU-24 sonrası, krize dönüşen Rusya-Türkiye ilişkileri içinde süreç aynı mantıkla işlemiştir. Rusya’nın askeri yayılmacılığı karşısında, hamle üstünlüğünü yitiren ABD-AB-Suudi Arabistan, Katar ve “TC” gerici hâkim sınıfları bloğu, uçak düşürme olayı üzerinden stratejik politikalarına alan yaratmaya çalışmış ve krizi bu kesitte derinleştirmişti. Fakat emperyalist bloklar, gerici bölgesel ittifak güçleri ve bölgesel gelişmeler tek düze ve planlanan şekilde gelişmediği için, süreç “yeni” stratejileri zorunlu kılmaktadır. Bugün Rusya ile “normalleşme”, domates ve biberin pazar hareketi, ya da ülkelerinde “TC”ye gelmek için sabırsızlıkla bekleyen Rus turistlerin karşılıklı yaratacağı ekonomik çıkarlara bağlansa da, bu sadece buz dağının görünen yüzüdür. Kuşkusuz krizin karşılıklı yarattığı bir ekonomik külfet vardır ve özellikle turizm sektörünün yaşadığı bunalımın bu “normalleşmede” rolü vardır. Ama asıl neden, bölgede ve uluslararası alanda yaşanan gelişmelerdir.

AKP-Erdoğan İktidarının İsrail ve Rusya İle İlişkilerini “Normalleştirmesi”, Bölge Siyasetinde Farklılaşmanın İlk Sinyalleridir “Neo-Osmanlıcı” hayallerle, emperyalist dalaş ve hegemonya çatışması arasında, kendi gerici çıkarlarına alan yaratmaya çalışan AKP-Erdoğan sultanlığı, stratejik

müttefikleri dâhil, birçok emperyalist ve bölgesel gerici güçle sürtüşmüş, ilan ettiği tüm “kırmızı çizgiler”, bölgesel gelişmelerin karşısında hükümsüz kalmıştı. Özü cihadist yayılmacılık olan dış politikada ürettiği her siyaset, stratejik olarak ittifak güç gördüğü emperyalist, bölgesel gericilikler dâhil, hasım emperyalist-bölgesel güçler karşısında başarısız olmuş ve pastadan pay kapma yarışında başarılı olamamıştır. Rojava merkezli Kürt ulusal önderliği PYD’ye karşı sürdürdüğü kirli ve gerici siyasetin, Rojava ve Kuzey Kürdistan merkezli direnişle boşa çıkarılması, PYD’nin bölge siyasetindeki etkinliği beraber Türk hâkim gericiliğinin hareket alanını daraltmıştır. Rusya, ABD, Esad güçleri, İran ve Irak’ın askeri kuşatmaları, PYDYPG’nin ana güç olduğu SDG’nin askeri hamleleri, AKP-Erdoğan gericiliğiyle, bölgede var olan cihadist güçler arasındaki koordineyi de zayıflatmış ve Türk hâkim gericiliği bölge siyasetinde çamura saplanmıştır. ABD’nin PYD’ye verdiği açık desteğin ardından, daralan ve çamura batan dış siyasette alan yaratmak, Türk hâkim gericiliğinin zorunluluğu olmuştur. Davutoğlu’na yapılan darbe ile AKP’ye yapılan baypas, siyasal erk dâhil devletin tüm organlarında, faşist merkezileşmeye göre gerçekleştirilen çizim operasyonları, iç ve dış politika boyutuyla planlanan değişikliklerin hazırlıklarıydı. Kuşkusuz bu değişiklik, “neo-Osmanlıcı” hayallerden vazgeçme anlamına gelmemektedir. Ama Rusya ve İsrail’le “normalleşme”, Mısır ve İran’a uzatılan “barış” eli, hatta gizli istihbarat kanallarıyla Esad ile sağlanmaya çalışılan “illegal” “dostluk” köprüsü, Türk hâkim sınıflarının, bugüne kadar çok ciddi kırılmalar yaşadığı bölge siyasetinde bir “değişikliğe” gittiği anlamına gelmektedir. İsrail ile “normalleşmeyi”, Batı ve ABD emperyalizmiyle, Rusya ile “normalleşmeyi”, İran, Irak, Suriye ve Mısır ile “normalleşme” anlamında ele alan faşist “TC”, bölgede karşılaşacağı daha ağır sonuçlardan kurtulmak için “yeni” bir manevra alanı yaratmak istemektedir. Kuşkusuz politikada manevra alanı yaratmak, avantajlı konuma gelmek için verili koşulları kullanmak, stratejik ve taktik planlarını buna göre yapmak, her gücün kullandığı bir yöntemdir. Bu anlamıyla, faşist “TC”nin, İsrail ve Rusya ile yakınlaşması, sadece tek taraflı siyasal bir çıkar değil, İsrail ve Rusya’nın da çıkarları gereğidir. Her iki güçte, bölge siyasetinde, “TC” üzerinden yapabileceği hamleleri planlamaktadır. Yani mesele karşılıklı gerici çıkarlardaki konjonktürel “uzlaşıdır.” Bu “uzlaşı” kendi içinde derin çatışmaları barındırıyor. Bu da meselenin bir başka yanıdır. Bütün bunların yanında faşist “TC”nin İsrail üzerinden yapmaya çalıştığı politik hamle açıktır. Erdoğan-AKP iktidarının,

“terörist devletten”, “Ortadoğu’da ihtiyaç duyulan devlet” statüsüne götüren süreç, duvara toslayan dış politikadaki tıkanıklığa nefes alanı yaratmadır. Kısa başlıklarla, İsrail’in doğalgazını Rus gazına bir seçenek olarak kullanmak, Rusya, İran ve Mısır’ın “TC”ye karşı oluşturdukları cepheye karşı İsrail’le yakınlaşmayı koz olarak kullanmak, İsrail’le askeri, siyasi, ekonomik ilişkileri geliştirerek (Özellikle askeri ortaklık) bölge politikalarının yenilenmesinde Batı’nın yardımı için İsrail’in desteğini sağlamak... gibi çok önemli konular da “TC”yi İsrail’le yakınlaşmaya zorlamıştır. Bu madalyonun bir yüzüdür. Ama madalyonun diğer yüzü, birbirine alternatif gibi görünen güçleri karşılıklı vuruşturmaktır. Yani Rusya’ya karşı İsrail kozu,(bu aynı zamanda Batı’ya jesttir) ama İsrail’e karşı da Rusya kozu… Bir gün arayla iki güçle “dostluk” kucaklaşmasının özü budur. Rusya ve “TC” gerici hâkim güçlerinin yakınlaşmasında, askeri, siyasal bazı hesapların yanında birçok ekonomik hesabın rol oynadığı açıktır. Buna en somut güncel gelişme, doğal gaz üzerine yapılan planlamadır. ABD ve AB’nin, Rusya’ya karşı gaz ambargosu sürerken, İran’a yönelik ambargoyu kaldırması, İran ile Rusya rekabetini yaratma beklentisi yarattı. ABD ve Batı emperyalist güçlerinin diktelerine boyun eğmeyen bu iki ülke, bununla vuruşturulmak istendi. Washington ile Tahran arasında, İran gaz boru hattının, İran, Irak ve Suriye’ye kadar genişletilmesi ile ilgili gizli anlaşma söylentisi, Rusya ve “TC”yi rahatsız eden bir durumdur. Rahatsızlık bu iki ülke ile sınırlı değil. İran’ın bölgesel rakipleri de, İran, Irak, Suriye ve Lübnan hattındaki Şii birleşmesiyle özdeş gördükleri bu projeyi engellemek istemektedirler. Bu fikre karşı alarma geçen bir başka güç de Suudi Arabistan ve İsrail’dir. ABD’nin, ambargolarla Rusya’yı enerji pazarının dışına itme hesabı, “TC” üzerinden planlanan boru hatlarını engelleyeceğinden, doğalgaz merkezli kamplaşma, “TC”yi Rusya’nın yanına itmektedir. Rusya, İran’la olan tarihsel stratejik ilişkilerinin yanında, bu projeye karşı müttefiklerini çoğaltarak, elini zayıflatmak istememektedir. Mevcut teknik düzeyle, önemli gaz rezervine sahip olsa da, İran Rusya’nın rakibi zaten olamaz. Batı tarafından inşa edilmeye çalışılan Hazar Denizi Boru Hattı Projesi’nin, İran ile ortak tavırla engellenmesi, Rusya’yı avantajlı kılan bir diğer öğedir. Tam da bu gelişmeler ekseninde, Rusya gazı için transit ülke olma konumu, İran projesinin yürürlüğe girmesi durumunda yitirileceğinden, Türk hâkim egemen sınıfları, birçok ekonomik-siyasal çıkarlarını korumak için Rusya’ya yanaşmıştır. Yoksa gelişmeler Türk hâkim egemen sınıfları için tehlike çanları çalmaktadır. ABD desteğiyle SDG (ana gücü Kürtler)

Rakka’yı, Sünni güçler de Musul’u ele geçirmek üzere. Bu iki noktadaki gelişmeyle Tahran doğal gazını çok kolayca Basra Körfezi’ndeki Chah Bhar Limanı’na taşıması zor olmayacak. Bu durum Türk hâkim egemen sınıflarının enerji transportu üzerindeki büyük planlarını ve getirim hesaplarını bozmaktadır. Türk hâkim egemen sınıfları açısından, bölgesel çıkarlarını zedeleyen tüm bu gelişmeleri, başarısız olmuş bir dış politika siyasetiyle avantaja dönüştürmesi olanaksız olduğundan, “dostlarını çoğaltma” manipülasyonuyla, siyasal, askeri, ekonomik “ortaklık” alanı genişletilmek istenmektedir. Kuşkusuz bunu emperyalist güçlerin hegemonyası altında yapacaktır. Ama süreç, “barış anlaşmaları” ya da “normalleşme” söylemlerine karşın, emperyalist ve bölgesel gerici güçler arasındaki çatışmaları derinleştirerek gelişmektedir. Varşova’da yapılan son NATO toplantısında alınan kararlar ve “TC” üzerinden, Akdeniz, Karadeniz, Ege hattında NATO güçlerinin sürece göre askeri olarak konumlandırılması planı, Ukrayna, Pasifik, Ortadoğu hattında yoğunlaşacak emperyalist dalaşın açık anlamıdır. Kuşkusuz bu gerici dalaş ve çatışma, Rusya, ABD-AB merkezli gerici emperyalist güçler ve bunların bölgesel ittifak güçleri arasında derinleşecektir. Yani gelişmelerin ana yönü, gerici güçlerin kendi içindeki çatışmaları ve gerici güçlerle ilerici devrimci güçler arasındaki çatışmaların derinleşmesi boyutunda ilerleyecektir. Türk hâkim egemen sınıflarının, İsrail, Rusya, Mısır, İran, Irak başta olmak üzere bölge siyasetinde bugüne kadar sürtüştüğü güçlere “sulh” elini uzatması, gerici çıkarların uzlaşmazlığında, daha derin sürtüşmelere dönüşmesi, önümüzdeki sürecin en güçlü olasılığıdır. Özellikle Kürt düşmanlığı üzerine çekilen tüm kırmızı çizgiler, Türk hâkim sınıflarını vuran bir silaha dönüşmesine karşın, faşist barbarlık Kürt düşmanlığı üzerinde benimsediği siyasetinden vazgeçmeyecektir. Kürt ulusu ve devrimci-ileri güçleri imha etme üzerine belirlediği iç ve dış siyasetine, konjonktürel ve stratejik olarak “müttefik” yaratmada daha esnek yaklaşarak, gerici emellerine ulaşmaya çalışacaktır. Mevcut koşullarda, dış politikadaki manevra girişimlerinin, iç politikada da bir karşılığı olacaktır. Yani dışarda ABD ve AB emperyalistleri ve Rusya ile sağlanan “uzlaşmalar”, bölge üzerindeki gelişmelere alınan tutum, bir yandan Kürt ulusal mücadelesine karşı, diğer yandan sosyal kurtuluş mücadelesine karşı, iç politikada “terörle mücadele konseptinde” faşist barbarlığa dönüşecektir. “Tek parti, tek lider” rejimli merkezileşme üzerinden, faşizmi, toplumun tüm hücreleri üzerinde baskın bir erk olarak yaygınlaştırma, bu dış siyasetin iç siyasete yansıması olacaktır.


18

güncel analiz

16-31 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü

“Darbecilik”, diktatörlük ve tüm gericilikler devrimci savaşla yıkılacaktır! Ulusal ve sosyal kurtuluş davasının devrimci-komünist güçlerinin yarattığı birlik, bu süreçte daha da güçlü kılınması gerekmektedir. Devrimci savaşın mevzilerinden militan ve silahlı duruşun muhalif kitleleri kapsaması, kaçınılmazdır. Bu gerici kuşatmayı dağıtmak, sivil ve askeri faşist güçleri, kirli emellerinde başarısız kılmak, devrimci halk direnişiyle olanaklıdır. Bu anlamıyla devrimci kitlelerin silahlanması, devrimci savaşın mevzilerindeki devrimci militan duruşla savaşın stratejik bir parçası olması, hâkim faşist gericiliğin tüm planlarını bozacaktır. “Darbe” girişimini bastırma üzerinden taktiksel bir üstünlük elde etse de, bu durum geçicidir. Faşist iktidara karşı ezilen halkların kini bilenmiştir. Yani stratejik olarak zayıflamaktadır. Stratejik güçlülüğümüzle, gerici burjuva dalaşı devrimci savaşla derinleştirmek, gerici burjuva düzeni tüm türevleriyle yıkmak, bugün her zamankinden daha olanaklı ve günceldir Faşist “TC”nin egemenlik sistemi içinde, gerici iktidar dalaşının bir sonucu olarak, 15-16 Temmuz tarihinde, faşist gericiliğin tarihsel ve güncel güvencesi olarak görülen Türk Silahlı Kuvvetleri içinde bir kesimin başlattığı “darbe” girişimi, başarısızlıkla sonuçlandı. Aksiyon filmlerini andıran gelişmelerin bir geceye sığdırıldığı ve beraberinde yığınlarca tartışmanın gündemleştiği “darbe” girişiminin, AKP-Erdoğan hâkim kliğinin karşı darbesi ile başarısız olduğunu söylemek, somut durumu daha doğru ifade etmektedir. Faşist “TC”nin tarihinde nadir görülen, egemen gerici güç-

ler içindeki bir kapışmaya dönüşen 1516 Temmuz “darbe” girişimi, AKP-Erdoğan diktatörlüğü tarafından “Halkımızın tavrı ile demokrasi kurtarıldı” diye sonucu “demokrasi şöleni” olarak lanse edilse de, gerici burjuva kliklerin çatışması ve bu çatışmanın toplumsal alana yansımalarına bakıldığında, her anlamıyla faşist barbarlık yaşanmıştır. Yani ortada, burjuva demokrasisi anlamında dahi olsa, burjuva demokrasisi ile askeri cuntanın dikta rejiminin bir çatışması söz konusu değildi. Kullanılan kirli silahlar, yöntemler, geliştirilen linç girişimleri ve kitlesel katliam boyutu ile gerici kliklerin sınıfsal dokularına uygun olan faşist yöntemlerle bir hesaplaşması söz konusu idi. “Darbe” girişiminde bulunan

generaller, gerici hasım kliği olan AKPErdoğan diktatörlüğünün gardını düşürmek için, belirli kurumlara çapı oranında saldırırken, AKP-Erdoğan diktatörlüğü, bu klik çatışmasında iktidarda kalmayı sürdürmek için, “askeri cuntanın” açık faşist uygulama yöntemleriyle, denetimindeki militarize devlet güçleriyle, paramiliter güçlerle sokakları “teslim” almıştır. Oluşumu ve uygulanması, bundan sonraki sürece dair planlaması ile kapsamlı bir değerlendirme konusu olan bu meseleyi, detaylı niteliği konusunda bir değerlendirme yapmaktan öte, bu “darbe” girişiminin yarattığı sonuçlar, AKP-Erdoğan iktidarı tarafından süreci yönetme biçimi ve ulaşmak istediği sonuçlar üzerinden, devrimci ve komü-

nistlerin alması gereken tutumu ortaya koymak, ilk elden daha doğru bir ele alış olacaktır. Tarihsel süreci ve güncel hali, ezilen halklar, ötekileştirilen inanç grupları ve mazlum uluslar üzerinde bir baskı ve diktatörlük aracı olarak var olan faşist “TC”, kendi içinde gerici kliklerin hâkimiyet çatışmasında da en geri ve kirli siyaseti kullanagelmiştir. Gerek parlamento maskesi altında, gerekse de açık AFC koşullarında, ezilen ve sömürülen halklara uyguladığı baskı ve zulüm, gerici sınıf karakterinin özünü belirlediği şekilde gerici iktidarını korumak maksatlıdır. Toplumsal çelişkilerin derinleştiği her tarihsel koşulda, devreye koyduğu tüm baskı ve zor aygıtları, sosyal ve ulusal devrimci mücadele başta olmak üzere, ilerici toplumsal dinamikleri ezmek içindir. Gerici iktidarını koruma hedefinde daha etkin sonuçlar elde etmek için devlet egemenliğini buna göre organize etmek de süreçlerinin bir yönelimidir. Burjuva demokratik “meşruluğu” bile olmayan faşist kurumlar üzerinden en barbar saldırganlık olarak kendini inşa eden faşist "TC”, kendi içindeki klik dalaşında da “sivil” ve askeri darbeleri hep bir yöntem olarak kullanagelmiştir. Özü, ezilen ve sömürülen halkların devrimci mücadelesini bastırmak için, faşist devlet niteliğinin, özgün tarihsel koşullara göre organize edilmesi maksadı taşıyan darbeler, aynı zamanda faşist egemenlerin hâkim kliğe göre dizayn edilmesi amacı da taşımaktadırlar. Faşist “TC”nin tarihinde kendi içindeki iktidar dalaşı ve ezilen halklarımıza karşı sürdürülen gerici savaşta bu amaçla birçok darbe gerçekleştirmiştir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat “post-modern” darbesi, 27 Nisan E-Muhtırası, en son Erdoğan diktatörlüğünün AKP-Davutoğlu’na çektiği balans ayarı, ilk elden aklımıza gelen tarihsel kesitlerdir. Bütün bu tarihsel kesitlerin ana boyutu ile ikili yönü olmuştur. Birincil yön; egemen sınıfların yaşadığı ekonomik ve siyasal krizler akabinde derinleşen toplumsal çelişkiler ve bu toplumsal çelişkilerin devrimci sosyal ve ulusal mücadelede yarattığı ivmeyi bastırmak iken, diğer yönü de; devlet egemenliğini, hâkim burjuva klik


16-31 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü

üzerinden buna uygun, siyasal-ekonomik-askeri ve hukuksal olarak kurumsallaştırmaktır. Tarihsel süreci, bu gerici-darbeci kültür üzerinden var olup bugünlere gelen faşist “TC”nin mevcut iktidarı AKP-Erdoğan diktatörlüğü, 15-16 Temmuz tarihinde başarısız olan bir “darbe” girişimiyle karşı karşıya kalmıştır. Oluşumu, yaşanmışlığı ve sonuçlarıyla, tarihte yaşanmış darbelerden farklılık arz etmesiyle, bu girişim özgündür. Baştan sona görsel burjuva yayın organlarından yayımlanması, savaş uçaklarıyla devletin MİT, Meclis, emniyet, MGK, Özel Hareket Dairesi gibi kurumlarının bombalanması, çatışmaların tankların eşliğinde yapılması, sivil, polis, asker olmak üzere çatışmalarda ölü ve yaralıların olması, bu “darbe” girişiminin aksiyoner yanını teşkil etmekteydi. Ama bütün bunların yanında, bu “darbe” girişimini daha önce kullanılan biçimlerinden farklı kılan yanlarının olduğunu da ifade etmek gerekir. Askeri ve “sivil” darbeler başta olmak üzere, burjuva gerici kliklerin iktidar dalaşında üzerinde yükseldikleri ana zemin ekonomik ve siyasal kriz koşullarıdır. Ekonomik ve siyasal kriz koşullarını, toplumsal adaletsizlik, özgürlük ve sömürü argümanları ile birleştirerek, ulusal ve uluslararası toplumsal desteği arkalarına alıp yönelimlerini biçimlendirmek, öz olarak bütün darbelerin ana yönelimi olmuştur... Uluslararası bir emperyal gücün çıkarlarını garanti altına alma siyasetiyle, desteğini almak, bunu iç sermaye kesiminin niteliğiyle temsile dönüştürmek, toplumsal hoşnutsuzluklar kullanılarak toplumsal sınıf ve katmanların desteğini yanına almak, egemen güçler arasındaki iktidar dalaşında önemli stratejik ayaktır. Yani “TC”nin askeri darbeler tarihine göz attığımızda, mutlaka arkasında bir ekonomik plan vardır ve ülke, bu ekonomik politikaya uygun dizayn edilmesi için kan gölüne çevrilmiştir. Örneğin, derinleşen toplumsal çelişkiler üzerinden, önemli tarihsel fırsatlar üzerinden yürüyen devrimci hareketi bastırmak, bir toplumsal sindirme hareketiyle, kitlelerin dinamik rolünü katliamlar ve pervasız baskılarla tasfiye etmek ve 24 Ocak ekonomik kararlarını uygulamak için uygun ortamı yaratmak, 12 Eylül AFC’sinin ana hedefleriydi. Neo-liberal politikaları hayata sokma ve sermayenin hareketine geniş ve etkili alanlar açma, AFC'nin ekonomik nedenleri olmuştur. TSK'nın içinde bir kesimin harekete geçmesi ile AKP-Erdoğan diktatörlüğüne karşı geliştirilen “darbe” girişiminde, bu genel durumun ayakları havada kaldığı ortadadır. Her ne kadar, Erdoğan-AKP iktidarının, Kürt ulusu başta olmak üzere, genel olarak sosyalilerici devrimci muhalefet karşısında yaşadığı siyasal tıkanıklık, uluslararası alanda ve Suriye-Ortadoğu özgülünde çamura saplanmış bir dış siyaset krizi ve devletin AKP-Erdoğan diktatörlüğünün

temsil ettiği hâkim Türk Sünni İslam paradigmasına göre dizayn edilmesinin yarattığı çatışmalı durum, egemen güçler arasındaki klik dalaşını koşullayan bir durum olsa da, bunun sistemli olarak toplumsal bir güç olarak örgütlenmesi, buna uygun uluslararası desteğinin yaratılmasın ayağı, AKP-Erdoğan gerici hâkim kliğine yönelen “generaller” merkezli güç olmaya çalışan kliğin zayıflığı olmuştur. Yönetenlerin yönetememe krizinin derinleştirilerek kullanılması boyutu ile ele alınarak bir toplumsal “meşruiyet” yaratılmadan, devlet mekanizması içindeki bir güçler çatışmasında, AKP-Erdoğan hâkim kliğinin avantajları baskın gelmiştir. Gerici burjuva kliklerin bu çatışmasında, siyasal ve ekonomik erk olanaklarının yanında, planlamada doğan bazı zafiyetler de bu sürecin niteliğini belirlemede baskın olmuştur. Pratik yaşananlar ve doğan sonuçlar değerlendirildiğinde, bunun AKP-Erdoğan diktatörlüğü tarafından “tertiplendiği” değerlendirmesinin altı boş değildir tabi ki. Ama veriler ve gerici kliklerin çatışmalı süreci ele alındığında, bu “darbe” girişiminin AKPErdoğan diktatörlüğünden ve politikalarından rahatsız olan bir başka burjuva gerici kliğin yönelimi olduğu açıktır.

“FETÖ Terör Örgütü” nitelemesi üzerinden lanetlenen naklen darbe girişimi ve AKP-Erdoğan diktatörlüğünün toplumu baskıyla kuşatma konsepti! AKP-Erdoğan diktatörlüğünde temsil edilen gerici komprador tekelci burjuva klikle, ordu, bürokrasi, yasama ve devletin başka kamu alanlarında konumlanan gerici klasik Kemalist burjuva ile cemaatçi klik arasındaki çatışma, faşist devlet egemenliği içindeki son tarihsel sürecin başat çatışmasıydı. Özellikle tarihsel mirasıyla ordu içinde güç olan faşist klasik Kemalistler ve bağnaz Gülen Cemaati, bu gerici kliğin ana gücünü oluştursa da, AKP-Erdoğan diktatörlüğünden hoşnutsuz olan birçok gerici

güncel analiz

burjuva-feodal kesim bunlarla dirsek temasındaydı. Gerici burjuva klik dalaşında, burjuva gerici parlamenter yöntemle ya da askeri darbe ile hâkim klik haline gelmek, bu kliğin hiçbir dönem vazgeçmediği bir planıdır. Ama güç ve hareket konusunda, uygun zaman ve fırsat koşulları planlanmaktaydı. AKP-Erdoğan diktatörlüğü özgülünde merkezileşen hâkim gerici klik, bu planlardan bihaber olmadığı gibi, her dönem düzenlediği operasyonlarla, devlet kurumlarında bu güçleri zayıflatmakta ve devlet kurumlarında kendi kadrolarıyla kurumsallaşmaktaydı. “FETÖ Terör Örgütü”ne karşı toplumsal “meşruiyeti” yaratılan her operasyon, aynı zamanda devlet içinde AKP-Erdoğan kliğinin merkezileşmesi adımı olmuştur. AKPErdoğan diktatörlüğünün, Ergenekon, MHP, CHP başta olmak üzere, çeşitli gerici burjuva siyasal temsillerle savaş konsepti özgülünde yarattığı kirli ittifak, AKP başta olmak üzere devletin önemli kurumlarına çekilen dizayn operasyonları ve uluslararası alanda yaratılan “dostluk” (Rusya ve Mısır’la yakınlaşma, İsrail ile anlaşma, ABD ve AB ile bölge siyasetinde u dönüşü yaparak uzlaşma) ilişkileri, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün gerici burjuva hasımlarına karşı elini güçlendirmiştir. Ve belirli sıkıştırmalarla hasım gerici kliği harekete geçirmek, hata yapmaya zorlamak, doğan avantajlarla hem bu kliği tasfiye etmek ve hem de iç siyaseti gerici emellerine göre kurumsallaştırmanın olanaklarını yaratmak, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün stratejik planları ekseninde gündemleşen taktikleri olmuştur. Bu karşılıklı gerici klik konumlanması ve yapılan hazırlıklar, çelişkinin bir noktasında açık çatışmaya dönüşecektir. Bu muhtemel durumun, sürece daha planlı ve hazırlıklı giren AKP-Erdoğan hâkim kliği tarafından “yönlendirildiği” ortadadır. Yani bir yandan operasyon baskılanmasıyla sıkıştırmak, hazırlıksız harekete geçmenin zeminin yaratmak, bir yandan da kontrol altında bir koridor

19

açarak, "darbeciler, vatan hainleri, cuntacılar, teröristler” suçlaması altında, planlanan büyük tasfiyeyi gerçekleştirmek... "Darbe” girişiminin ardından, ordu, HSYK, polis, bürokrasi alanında gözaltına alınan 10 bine yakın kişiyi, "darbeci, ihanetçi, FETÖ’cü” suçlaması ve bu suçlamanın somut “darbe” ögesi üzerinden tanımlanarak yapılması dışında hiçbir neden, AKP-Erdoğan gerici kliğinin elini bu kadar güçlendiremezdi. Kuşkusuz, bu tasfiyeyi gerçekleştirmek için “darbe” tertiplendi demek doğru değildir. Ama karşılıklı hazırlıklarda, hâkim kliğe yönelen gerici kliğin sürece hazırlıksız ve dezavantajsız girmesi için birçok baskılanma yaratılmış, hazırlıksız hareketin alanı yaratılarak, “darbe” girişimi tam hazırlık yapılmadan harekete geçme zemini yaratılmıştır. Darbe girişiminden bir gün sonra, AKP-Erdoğan gerici kliğinin operasyon hazırlığı içinde olduğu, kimlerin, nasıl, hangi suçlamalarla alınacağı konusunda yapılan hazırlık ve bu hazırlığın bazı kanallar üzerinden dillendirilmesi ve YAŞ toplantısında, bu tasfiyenin kapsamlıca gerçekleştirilmesi planı bu tespiti doğrulayan güçlü veridir. Bu “darbe” girişiminin, FETÖ'nün bir girişimi olarak gösterilmesi, yine bilinçli bir çarpıtmadır. Gerici burjuva-feodal klik çatışmasında, hasımlarını alt etmek için, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün en etkili kullandığı silah, "FETÖ Terör Örgütü ve Paralel Devlet” olgusudur. AKPErdoğan diktatörlüğünün iktidarlaşma sürecinde, Gülen Cemaati'nin belirleyici rolü vardır ve bu gerici-bağnaz cihadist cemaat, devlet ve ordu içinde belirli örgütlü bir güce sahiptir. Buna karşın bu “darbe” girişimini, sadece Gülen’e mal etmek, gerçeği yansıtmamaktadır. TSK içinde birçok ilde komuta kademe düzeyinde, kara, hava, deniz kuvvetlerinde katılımın olması, olup biten bu hareketlenmenin Gülen Cemaati’nin güçleriyle sınırlı olduğu yaklaşımını doğrulamamaktadır.

YAZININ DEVAMI SAYFA 20-21


20

güncel analiz

16-31 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü

YAZININ ÖNCELİ SAYFA 18-19 AKP-Erdoğan diktatörlüğü süreciyle birlikte, komprador tekelci burjuvazinin bir siyasal yönelimi olarak ordu eski gücünde olmasa da, ordunun siyasal alana dâhil edilmiş olmasından kaynaklı, ordu içinde çeşitli burjuva kliklerin odaklanması ve birbirleriyle çatışması, faşist “TC”nin, var olmasıyla birlikte siyasalaskeri bir gerçekliğidir. Her kliğin orduyu siyasette aktif bir güç olarak kullanması, bunun için ordu içindeki kadrolaşma, partizanlaşma, ordu içindeki darbe girişimlerinin zeminidir. Bu zemin, aynı zamanda faşist “TC”nin niteliğidir. Diğer klikler gibi AKP-Erdoğan diktatörlüğü de bunu yapmıştır ve ordu içinde son “darbe” girişimi ile ordunun ikili tavır geliştirmesi bundan dolayıdır. Bütün bu tablo düşünüldüğünde, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün ordu içindeki uzantıları dışında kalan kesimler, bu “darbe” icraatında ortak hareket etmişlerdir. Kuşkusuz darbe girişimiyle harekete geçen generaller ve temsil ettikleri gerici sınıf, niteliğinden dolayı, başarılı olmaları durumunda, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da faşizmin en azılı bekçileri olacaklardı. “Yeniden tesis edilmesi gereken her anayasal düzen”, askeri cuntaların ilk vaadidir ve bunun tarihte yaşanan örnekleri gibi, açık faşizmdir. Ve klik dalaşında gerici burjuva hasımlarını iktidar dalaşında alt ettikten sonra, katliamlarla, işkencelerle, idamlarla baskı altına aldıkları kesimler, ülkenin ilerici güçleri, devrimciler ve ezilen-sömürülen halklar olmuştur. Ama bu “darbe” girişiminin önlenmesinden, cunta koşullarındaki faşizmin geriletildiği anlamı çıkmamaktadır. AKP-Erdoğan diktatörlüğü de, açık faşizmi uygulayan, darbeci bir iktidar çizgisidir. Bu çizgi, ABD-AB emperyalist sermayeye olan bağlılığı ve İslami cihadist ülke ve gerici güç odaklarıyla olan ilişkisiyle, barbar ve katliamcı bir çizgidir. Ve bu gerici iktidar çizgisi bugüne kadar yapılmış burjuva seçimleri dâhil, tüm gerici burjuva aygıtlarını darbeci bir kültürle işletmiştir. Devletin tüm dizayn süreci, fiili olarak kendini “başkan” ilan eden diktatör Erdoğan’ın fiili darbeleriyle yürümektedir. Bu anlayışın kurumsal olarak örgütlendiği, AKP-Erdoğan faşist diktatörlüğünün “darbe karşıtı” söylemleri, birer yalandır, aldatmacadır. Toplumun “darbeler” konusundaki hassasiyetini kullanmak için ortaya atılan bu sloganın eşliğinde sokaklarda estirilen terör, sadece “darbe” girişimini bastırmak maksatlı değil, aynı zamanda Kürt ulusunun ulusal mücadelesi başta olmak üzere, tüm sosyal ekonomik, demokratik hak arama mücadelesi ve devrimci savaşları ezme planlarıdır. “Darbe” girişiminin engellenmesi ve “darbe” suçlularının cezalandırılması adı altında, AKP-Erdoğan diktatörlüğüne itiraz dinamiği olan tüm güçler tasfiye edilmektedir.

Çünkü bu “darbe” girişimi, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün eline önemli tarihsel fırsatlar vermiştir. Her şeyden önce “darbe” karşıtlığı üzerinden yarattığı baskılanmayla, MHP ve CHP gibi gerici burjuva partilerin yanında, birçok liberal burjuva kesimi, en azında süreç bağlamında yanına almıştır. “Darbe” karşıtlığı üzerinden, idamı geri getirmek başta olmak üzere birçok yasal düzenlemede, bu gerici “birliğini” bir güç olarak kullanması, eskisine göre daha kolay olmuştur. Bu “milli menfaatler birliği” ve “demokrasi savunuculuğu”, Kürt ulusu başta olmak üzere, ezilen ve sömürülen halklarımızın ölüm fermanlarını yazmaktaki ortaklık olacaktır. Yine AKP-Erdoğan diktatörlüğü tarafından “darbe” girişimi bastırılması, AFC koşulları uygulamalarının, olağan uygulamalar haline getirilmesinin zemini haline getirilmiştir. Ordu ve polis içindeki güçleriyle beraber, paramiliter güçlerin harekete geçirilip, sokaklarda, askerlerin boğazlarının kesilmesi, toplu linçlerin geliştirilmesi, önümüzdeki süreçte olağan uygulamalar haline getirilecektir. Yani sahnelenen, cihadist IŞİD yöntemleridir. Tüm muhalif kesimlere bir gözdağıdır. Farklı ulus ve inanç gruplarına bir mesajdır. Başbakanın, Kürt ulusu, Aleviler, devrimciler, sosyalistler başta olmak üzere, kendisine muhalif olan tüm kesimleri sıralayarak “Bundan sonra kimseye geçit vermeyeceğiz” demesi, tüm toplumsal muhalif dinamiklere karşı başlatılacak cadı avını ifade ediyor. Minarelerden ve cenaze namazlarında, “Okumuşların şerrinden koruma” içerikli selalar, aydın, ilerici insanlara karşı boyutlanacak linçleri ifade etmektedir. Sivil faşist ve paramiliter örgütlü güçlerle harekete geçirilen geri kitleler üzerinden dillendirilen idamı geri getirme talepleri, MGK ve Meclis Genel Kurulu'nda alınması planlanan faşist "yasal” düzenlemeler, "darbecileri” yargılama adı al-

tında tüm toplumu cunta koşullarıyla yönetme planlarıdır. Vahşi tutuklama görüntüleri ve “demokrasi şehitleri” üzerinden adına “demokrasi şöleni” denilen gösterilerle, planlanan bu tehlikeli oyundur. Bu oyun kendini başkomutan olarak ilan eden Hitler halefi rütbesiz general Erdoğan komutasında sahnelenecektir. IŞİD'ci cihadist yöntemlerle sokak infazları, paramiliter güçlerle muhalif sınıf, ulus, azınlık ve inanç gruplarına karşı katliam girişimleri örgütlenen sürecin kontra ayağı olacaktır. Zindanlar, işkenceler, yerleşim alanlarında toplu katliamlar, kitlesel göçler, ulusal ve sosyal kurtuluş davasına karşı boyutlanacak topyekûn savaş konsepti en geniş “yasal” statülerle uygulanacaktır. Yani “yasal” ve kontra güçlerle, darbe engellenmemiştir, AKP-Erdoğan diktatörlüğü özgülünde olağanlaştırılmıştır. Engellenen, gerici klik dalaşında, gerici bir kliğin iktidarı ele geçirme hamlesidir. “Ne Darbe, Ne Diktatörlük” şiarı, devrimci savaşla faşizmin egemenliğini parçalamalıdır! Maoist komünistler açısından, “darbe, diktatörlük ve burjuva demokrasisi” meselelerine yaklaşım açık ve nettir. Maoist komünistler, gerici burjuva yönetim anlayışı ve “değerlerinin” tüm tü-

revlerine karşı dururlar ve burjuva devlet mekanizmasına cepheden tavır alırlar. Tavır almak sadece durumu yorumlamak meselesi değil, devrimci savaş pratiğiyle, zorla değiştirme eylemidir. Bu her şeyden önce Maoist komünistlerin stratejik duruşudur. Tarihsel koşullarıyla burjuvazi tarafından en barbar yönetim tarzı olarak gündeme gelen, darbe ve diktatörlük koşullarına karşı çıkmak, “demokrasi havariliği” ile burjuva demokrasisi gibi kirli ve gerici silaha sarılmak anlamına gelmemektedir. Bu anlamıyla anti-darbecilik üzerinden, “demokrasi şöleni” çadırında yaratılan buluşma, devrimci ve komünistlerin mevziisi değildir. Çünkü bu “demokrasi savunuculuğu”, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün tüm yönleriyle kendisini dizayn etme projesidir. Bu süreç, ulusal bilincine göre konumlanan Kürtler başta olmak üzere, tüm azınlıklar, Aleviler başta olmak üzere, ötekileştirilen inanç kesimleri, sömürülen ve ezilen halklar başta olmak üzere, devrimci, aydın ve komünistlere karşı sürdürülen topyekûn savaş konseptinin, en barbar yöntemlerle derinleştirilmesi süreci olarak gelişecektir. Bu stratejik planı, stratejik konumlanmayla cevaplamak, devrimci savaşımızın ana halkasıdır.


güncel analiz

16-31 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü

Bu kuşatmada, ekonomik, demokratik, akademik hak arama talebi başta olmak üzere, tüm muhalif yönelim kanla bastırılacaktır. Cihadist paramiliter güçlerin, bu gibi demokratik hak arama eylemlerine saldırması, katliamlar yapması, bir olasılıktan öte, faşist diktatörlüğün planıdır. Bütün bunların karşısında, muhalif toplumsal dinamiklerin, devrimci savaşın saflarında, stratejik mevzilerde konum-

lanması elzemdir. Tarihsel veri olarak, topyekûn savaş konsepti ve gerici darbe koşullarında, bu stratejik konumlanış sağlanamadığı için, devrimci ve komünistler açısından, darbe ve yenilgiler kaçınılmaz olmuştur. Tarihin olumsuz tekerrürünü engellemek, bu tarihsel birikimle, güçlü devrimci bir tecrübemizdir. Ulusal ve sosyal kurtuluş davasının devrimci-komünist güçlerinin yarattığı birlik, bu süreçte daha da güçlü kılınma-

sı gerekmektedir. Devrimci savaşın mevzilerinden militan ve silahlı duruşun muhalif kitleleri kapsaması, kaçınılmazdır. Bu gerici kuşatmayı dağıtmak, sivil ve askeri faşist güçleri, kirli emellerinde başarısız kılmak, devrimci halk direnişiyle olanaklıdır. Bu anlamıyla devrimci kitlelerin silahlanması, devrimci savaşın mevzilerindeki devrimci militan duruşla savaşın stratejik bir parçası olması, hâkim faşist gericiliğin tüm planlarını bo-

ANTAGONİZMA

21

zacaktır. “Darbe” girişimini bastırma üzerinden taktiksel bir üstünlük elde etse de, bu durum geçicidir. Faşist iktidara karşı ezilen halkların kini bilenmiştir. Yani stratejik olarak zayıflamaktadır. Stratejik güçlülüğümüzle, gerici burjuva dalaşı devrimci savaşla derinleştirmek, gerici burjuva düzeni tüm türevleriyle yıkmak, bugün her zamankinden daha olanaklı ve günceldir.

≫ muzaffer oruçoğlu

İBO'NUN “ESKİ TÜFEKLER”LE İLİŞKİLERİ

B

iz kendi aramızda, yaşayan eski TKP'lilere "Eski Tüfekler" derdik. Bu deyim, Melih Cevdet Anday ve yakın çevresinin, Menderes döneminin TKP'lilerine "Eski Tüfekler" demesi üzerine çıkmıştı. Mihri Belli de bu deyimi, E. Tüfekçi diye, Yön Dergisi'nde yazdığı bir makalede takma ad olarak kullanmıştı. 1966-67 ve 68'de gökyüzü oldukça berrak ve derindi. Bu berraklık içinde İbo'nun "Eski Tüfekler"e karşı merakı ve ilgisi oldukça dikkat çekiciydi. Yayın dünyasında, TKP'nin tarihini, ülkeye ve dünyaya dair teorisini, iç işleyişini, tarzını anlatan fazla bir yayın yoktu. Komünizmle Mücadele Dernekleri'nin kurucularından Fethi Tevetoğlu'nun "Türkiye'de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler" adlı kalın kitabı ile Adalet Partisi Milletvekili ve Son Havadis yazarı Tekin Erer'in “Kızıl Tehlike” adlı kalın kitabı akla ilk gelenlerdi. Solda, bu konuda, dikkati en çok çeken kitap ise Mete Tunçay'ın “Türkiye'de Sol Akımlar”ıydı. İbo, yürürlerken acaba aynasız var mı diye ikide bir başlarını sezdirmeden çevirip arkalarına bakmayı güdü haline getirmiş olan bu saygın emektarların, kafa ve ruh dünyasında istiflenen ve sadece sır ortakları arasındaki sohbetlerde açığa vurulan anılarıyla, bunların zulalarındaki arşivlerine takmıştı kafayı. Bunlar, Mustafa Suphi dönemine, Suphi'nin Kurtuluş Savaşı'na ve Türkiye devrimine ilişkin görüşlerine dair, -yayınlanmış bildirilerin dışında- ne biliyorlardı? TKP içindeki mücadelelerin teorik ve pratik manzarası neydi? Yayınlanmamış gizli dokümanların varlığı ve hacmi neydi? TKP'nin Komüntern ile ilişki ve yazışmalarından elde kalan bir şey var mıydı? İbo'nun, sözünü ettiğim 66-67-68 döneminde en çok önemsediği, ciddiye aldığı eski tüfek, Kıvılcımlı'ydı. Siyaset, tarih, felsefe ve sosyoloji alanlarında sıkı bir çalışma içinde olan ve sade yaşayan, ilkeli bir komünistti İbo'nun gözünde Kıvılcımlı. Ak saçları, gözlük camının arkasında kendi iç evrenine doğru ışıldayan bakışları ve dimdik yürüyüşüyle hemen herkeste filozofların son mohikanı çağrışımını yapan bir insandı Kıvılcımlı. Tabi üzerimizde yarattığı bu derin etkide, onun, polisteki örnek tavrının ve uzun süreli cezaevi yaşamının da önemli bir payı vardı. İbo, yanılmıyorsam bir veya iki kez Kıvılcımlı'nın

evine gitti. Kıvılcımlı'nın Aksaray'daki seri seminerlerinin düzenlenmesinde rol aldı ve Çapalı devrimcilerin, benim de desteğimle, bu seminerlere geniş katılımını sağladı. Değirmenköyü topraksızlarının toprak işgali sırasında, Kıvılcımlı'nın, İsmet Sungurbey ile birlikte köyde bir konferans vermelerini sağladı. İşgal anında ben, Namık Kemal Boya ile birlikte tutuklanıp Silivri Cezaevi'ne konulduğum için konferansı dinleyemedim. İbo'nun yakın ilişki kurmak istediği eski tüfeklerden birisi Kerim Sadi (A. Cerrahoğlu) diğeri de Rasih Nuri İleri idi. Her ikisinin de sır ortakları bunların çok zengin bir TKP arşivine sahip olduğunu söylüyorlardı. Ama söz konusu arşive ulaştım diyen insan pek yoktu. İbo, Dev Güç'ü gerçekleştirme çabası içinde olan Kerim Sadi ile birkaç kez konuştu, bir sonuç alamadı. Rasih Nuri, ise, Türk Solu Dergisi'nin bürosuna pek uğramıyordu. Uğradığı zaman da, üst sınıflardan gelme, gün görmüş, çelebi bir görünümü olan bir insanla hemen hasbıhale dalma durumumuz yoktu. İbo'nun ilgi duyduğu bir başka “Eski Tüfek” de ünlü Sansaryan Han'ının direnişçilerinden Şevki Akşit idi. Nuran abla ile birlikte, Mihri Belli'nin en yakın arkadaşıydı ve zaman zaman devrimci gençliğin İTÜ'nün Gümüşsuyu anfisinde düzenlediği formlara katılıyor, ateşli konuşmalar yapıyordu. İbo, bu konuşmaları hoş ama derinliksiz buluyor, ondan geçmişe dair bilgi devşirmenin uygun bir yolunu arıyordu. İbo'nun “Eski Tüfekler”le en yakın ilişki içinde olduğu dönem, Dev-Genç'in ve yayın organlarının ikiye bölündüğü ikinci dönemdir (1969-70). Bu dönemde, Türk Solu Dergisi'nin bünyesinde, işçi, köylü ve çeviri olmak üzere üç büro kuruldu. Çeviri bürosunda, Mihri'ye karşı olan “Eski Tüfek” kadrolardan Erdoğan Berktay, Vecdi Özgüner, Sevinç Özgüner ve Halim Spatar yer alıyordu. Bir iki tane de Robert Kolejli öğrenci vardı. Eskilerden bilgi olarak en donanımlı olanı Berktay'dı. Toplantılara seyrek gelirdi. Son derece ciddi, geçit vermez, prensip ve cüsse sahibi bir insandı. Edasında, yanına yaklaşmamızı güçleştiren, içe dönük ve donuk bir eyyam vardı. İbo ile ben, diğer üç “Eski Tüfek”le samimi ilişkiler kurduk, onlardan geçmişe dair ayrıntılı bilgi aldık. Sevinç ablayı çok sevdik. Yedi kat yeraltında bir ömür çalışmış ve hakkını alamamış bir madenci kadını andırıyordu. Mahzun, alçak gönüllü ve oldukça ince-

likli bir kadındı. Onlarca devrimcinin dişlerini bedava yaptı. Onun 1969'da yaptığı dolgu hala duruyor dişimde. Çeviri bürosunun toplantılarına 7-8 yaşındaki kızıyla birlikte düzenli gelirdi. Küçük kız, anasının yanında oturur, konuşanları, toplantı bitinceye kadar sabırla dinlerdi. 1970'in sonlarına geldiğimizde İbo, Kıvılcımlı'nın kitaplarını okumuş, “Eski Tüfekler” ve özellikle de Kıvılcımlı ve Mihri konusunda kesin bir yargıya varmıştı. Kıvılcımlı’nın, tarih, devlet ve devrim tezlerinin, devrimi imkânsız hale getirdiğini, Marksist olmadığını savunuyordu. Kıvılcımlı ve Mihri'nin, 1908 devrimini, Kurtuluş Savaşı'nı ve 27 Mayıs'ı ordunun gerçekleştirdiğini, Türkiye'nin yakın tarihinde devrimci bir rol oynadığını, önümüzdeki süreçte de bu rolü sürdüreceğini savunduklarını belirtiyordu. İbo'ya göre, 1968'de şekillenmeye başlayan ve aynı yılın 29 Nisan’ında, Ankara mitingiyle sokağa çıkan Dev- Güç (Devrimciler Güç Birliği), varlığını fiili olarak sürdürüyor ve üç güçten oluşuyordu. Birinci güç, milli burjuvazinin merkez kanadıydı. Bunları, Cemal Madanoğlu, Suphi Karaman, Mucip Ataklı, K. Karvelioğlu, Kadri Kaplan gibi 27 Mayıs'çı tabi senatörler temsil ediyorlardı. Cumhuriyet gazetesi ile öğretim görevlilerinin desteklediği bu kanat, ordunun içindeki darbeci subaylarla sıkı ilişki içindeydi. Dev Güç içindeki ikinci güç, milli burjuvazinin sol kanadıydı. Bu kanadı, Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli gibi “Eski Tüfekler” ile TKP temsil ediyordu. Üçüncü Güç ise, şehir ve köy küçük burjuvazisinden gelen devrimci öğrencilerin oluşturduğu FKF ve sonrasının DevGenc'i idi. Tüm bu sınıflar, kendilerini ezen emperyalizme, komprador kapitalizme, büyük toprak ağalarına ve mütegallibeye (toprak ağalarının şehirde burjuvalaşanlarına, yani emperyalist petrol tekellerinin bayiliklerini açanlara; kamyon, traktör, patos, biçerdöver vb. gibi taşıma ve üretim araçlarının taşeronluğunu yapanlara) karşı yöneltmişlerdi mücadelelerini. Orduyu müttefik bir güç, vurucu, devrimci bir güç olarak gören bu mücadele, ya ordu tarafından evcilleştirilecek, ya da tepelenecekti. 12 Mart Darbesi olup bittikten sonra, "Bak," dedi İbo, "devletin komprador Kemalist kanadı(İnönü-GürlerBatur) milli burjuvazinin de içinde olduğu halk muhalefetine karşı, diğer komprador kanatla(Demirel-Tağmaç-Türün) uzlaştı. Tepelenme sürecine girdik."


22 Sanat ve Kültürde İnsan Gerçeği kültür sanat

Toplumsal yapılar, gelenek-görenekler, olaylar ve tarihsel gerçeklikler, insan unsurunun temel öznesini oluşturur. Özneler insanın nesnel gerçekliği yolunda döşenen taşların ilk basamakları ve de en önemli evresidir. Tıpkı, “İnsan mı varoluşu kullanıyor?(Hareketi, evrensel dönüşümü vb.)”, yoksa “Varoluş mu insan evriminin devşirilmesine hükmeder?” sursu gibi… Özünde, biri olmadan diğerinin gerçek varlığından bahsetmek mümkün değildir, dolayısıyla her iki olasılığın mevcudiyeti ve de etkileşiminin kaçınılmazlığı söz konusudur. Beynin birey üzerindeki etkisi ve bireyi harekete geçirme fonksiyonu, ısrarlı bir varoluşun insan gövdesi üzerindeki mevcudiyeti söz konusudur. Beynin insanı adeta bir yönlendirme kulesi gibi etki alanında tutma gerçeği kadar yalın, kaçınılmaz ve varoluşu kadar da saydam olmasıdır: İnsan gerçeğinin yaratıcılık alanındaki icraatları söz konusu olunca. Bu varoluş gerçekliğinden hareketle yukarıda dile getirilen yöntem, soru ve olabilecek yanıt bütünü kaçınılmazdır. İnsan varlığı, en basitinden bir “doğa evriminin oyun alanıdır.” Her şeyin yontulurcasına (doğanın aşındırılması, insanların fiziki olarak zamanla değişime uğraması) değişimin acımasız akıntısında ısrarla hep birlikte olma gerçekliği kadar somut ve özlü bir olgudur. Canlı cansız nesneler/unsurlar söz konusu “evrim’in” dünyasına teslim alındığından beri, adeta bir Tango dansı gibi bir bu yana bir o yana veya beşikteki çocuğun sallanma öyküsü kadar bir gerçekliğin özünü sırtında taşımak gibi hakikati yansıta gelen insan evrimi, bir varoluşun somut yansımasıdır… Tam da bu bağlamda anlatmaya çalıştığımız; insanın varoluş ilişkisindeki bir yaşam ve de düşün tarzı öyküsü belirlenirken, buna insanın sanat ve kültür gerçeği demek, abartılı olmasa gerek. Çünkü bireyin yaşama dair kural ve estetik yansıması özünde sanatsal bir tarzın (kültürün) oluşumundaki yansıması demektir. Bireyin öne çıkan bu kozmopolit gerçekliği, bir varoluş sarmalındaki oluşumdur, dolayısıyla bu insanın ontolojik gerçeğidir. Tıpkı 2,5 milyon yıl öncesinden (Y. N. Hararı, ‘Sapiens, Hayvanlardan Tanrılara’, 2016) günümüze dek süre gelen insanın devşirilme sürecinde bugünkü modern insan gerçeğinin ortaya çıkmış olmasıdır! İnsan eksenli sanat, her şeyden önce

evrenselliği olan bir estetik, tasarım ve tarz olduğuna göre, bunun yaşama hükmetmesi de bir kültürdür. Yapmak, istemek veya yapamamak gibi… Bu eksendeki sanat-kültür yansıması özgür bir düşün noktasında vardır ve ancak orada anlam bulabilir. Kültür ve sanatın birey eksenindeki yansıması içsel olmalıdır. İçselleştirilmeyen bir sanat veya kültür savunu ne özgürdür ne de tutarlılık arz eder. Zaman ve mekâna göre birçok yansımayla öne çıkan değişken ve de içselleşmemiş sanat-kültür anlayışı, bir turnusol esprisinden öte gidemez. Bu bağlamda, sanat ve sanatçı niteliksel olarak hep tartışma konusu olmuştur. Sanatçının ciddiye alınıp alınmaması, tam da bu nedenlerle veya çelişkili ilişkiler bütünü görünümünde icra edilen “sanat-kültür” oluşumunun yansıması en genelde insan ontolojisi ile ilgilidir. Günlük yaşamda istem ve düşünü içsel-

16-31 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü

leşmiş bir anlayışın ürünü olarak, kendi eylemselliğiyle korkmadan ve net bir biçimde dışa vurabilmelidir. Bu noktadaki yansımanın doğal sonucu olaraktan kendini bir tutarlılık akışı içerisinde arz etmiş olmak gerekmektedir. Sanatçı, yazar veya düşünür gibi bireyler sanat ve kültürü icra ederken, çıkış noktası podyum telaşı noktasında bir talep istemi değildir -ve de olmamalıdır. Ne de politik veya herhangi bir siyasal arka planı suistimal edip ve onun ideolojik zırhına sığınarak bir aydın olma arayışında bulunmaktır, gerçek bir aydın kıstası söz konusu olunca. Aydın halkla olmalıdır, halkın onu sahiplenmesi değil de, sıralamada aydının halkla bütünleşmesi gerekmektedir. Şüphesiz bu sıralamada yer alan öncelik: “Halk için olanıdır.” Halkın da onlar için olacağı gerçeği muktedirdir. Birçok aydın zaman zaman ve mevcut koşullarda halkın onları sahiplenmesi olmuştur. Sanat

A.Can Atas,

ve kültürü icra eden bir aydının tek bir yolu vardır; o da ülke meselesinin ve konumunu toplumda “ezilenlerin bakış açısından” ele alan ve irdeleyen bir zorunluluk anlayışından hareketle öne çıkmalıdır. Zira, dünyadaki değişim ve de dönüşüm gerçekliğini göz ardı etmeden. Aydın olmanın evrensel kriterinde onun hiç kimse tarafından “görevlendirilmemiş” olma gerçeği vardır. Ancak o hiçbir zaman emekçi sınıfın gözünde bir şüpheli olarak değil de, onlardan yana bir bakış açısında olan bir kişilik sıfatını benimseyen ve özünü taşıyan onurlu bir yazar/araştırmacı, eylem insanıdır. Bu çerçevede, yukarıda sözü edilen aydının icra ettiği sanat ve kültür gerçeğinin beslendiği esas damar; “halk için ve halktan yana olanıdır”!


tarih

16-31 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü

23

Ölümü küçülterek yenenleri kimse yenemez! ‘96 Ölüm Orucu Direnişi’ne “Zafere mahkûm olanlar ölümü küçülterek yenerler” şiarı ile katılan Maoist Parti hem içerde hem de dışarıda geliştirdiği mücadeleyle etkin rol oynadı. Dışarı da gerek şehirlerde gerekse de gerilla alanların da ördüğü silahlı eylemlerle keza yine toplumsal mücadele düzleminde etkin biçimde yer alarak sürecin öznelerinden biri olmuştur. ‘96 Kardelen süreci gibi ağır koşullar altında süreci omuzlayan Maoist Parti hem içte hem de dışta geliştirilen karalama ve çarpıtma kampanyalarına Parti çizgisini ve direniş geleneğini tereddütsüzce kuşanarak cevap olmuş ve boşa çıkarmıştır. Bu tarihsel direnişte Maoist Parti üç seçkin kadrosunu yitirmiştir. Parti açısından ‘96 Ölüm Orucu Direnişi aynı zamanda bir ilke de imza atıyordu. Ölüm Orucu Direnişi’nde ipi ilk göğüsleyen Aygün Uğur Maoist Parti’nin ilk ölüm orucu şehidi olarak tarihe geçecekti Devrim ve komünizm yürüyüşü kan revan içinde yığınca yaratılan değerler ve ödenen bedellerle kendi mecrasında yoluna devam etmektedir. Bu mücadele seyri içinde bazı tarihsel süreçler vardır ki oynadıkları rol ve yarattıkları devrimci etki bakımından tarihe iz bırakarak not düşmektedir. Sınıf mücadelesinin en keskin alanlarından biri olan hapishanelerde de tarihe bu bağlamda not düşülen onlarca, yüzlerce devrimci pratik bulunmaktadır. Hapishaneler cephesinde yaşanan ve tarihe not düşülen önemli tarihsel süreçlerden biri de kuşkusuz ki ‘96 Ölüm Orucu Direnişi’dir. Bu süreç, dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ağar tarafından yürürlüğe koyulan gerici yasalar ve genelgelerle devrimci tutsakların can ve kan be-

ALİ ÇELİK

deli pahasına yaratıkları kazanımları hedefleyen, esas olarak ise toplumsal mücadelenin en diri alanı olan hapishanelerde devrimci tutsakları teslim almaya dönük kapsamlı bir saldırı olarak örülmekteydi. Bu düzeyde kapsamlı bir saldırı ancak merkezi kapsamlı bir mücadele hattı ve direnişle püskürtülebilinirdi. Bu perspektifle süreci ele alan devrimci ve komünist güçler saldırıları boşa çıkarmanın en etkili araçlarından biri olan açlık grevleri ve ölüm oruçlarını devreye koyarak karşı saldırı başlattılar. Maoist Hareket’in başından itibaren özne olduğu ‘96 Açlık Grevi ve Ölüm Orucu Direnişi DHKP/C, MLKP, TKP/ML, TKEP/L, TDP ve Direniş Hareketi davasından tutsakların kamuoyuna yayınladıkları talepler doğrultusunda fiilen başladı. Gerçek anlamda bir siper yoldaşlığı ruhunun hâkim olduğu hapishanelerde yaratılan destansı direniş kısa sürede hapishane duvarlarını aşarak ülke ve dünyanın bir numaralı gündemi halini alır. Hapishanelerde yaratılan ölüm orucu direnişi dışarıda toplumsal mücadeleye ivme kazandırarak daha ileri bir düzeye taşır. Özellikle emekçi semtler günlerce barikatlarla tutuşturularak tutsakların devrimci direniş geleneği sokaklarda yangına çevrilir. Keza toplumsal mücadelenin bütün ilerici dinamikleri harekete geçerek tutsakların sesini ve soluğunu alanlara taşıdılar. Oluşan bu tarihsel devrimci direnişi ve toplumsal duyarlılığı hazmedemeyen devlet ise yine pervasızca hem içerde hem de dışarıda toplumsal muhalefete saldırarak ezmeye çalıştı. Fakat hem içerde hem de dışarıda örülen tarihsel direniş devletin bütün planlarını ve saldırılarını tozla buz etmekteydi. ‘96 Ölüm Oruçları Direnişi’nde 12 devrimci ve komünist tutsak bedenlerini halkların özgürlük ve kurtuluş mücadelesine armağan ederek ölümsüzler kervanına katıl-

dılar. Direnişte; Altan Berdan Kerimgiller, İlginç Özkeskin, Müjdat Yanat, Yemliha Kaya, Ayçe idil Erkmen(DHKP-C), Hüseyin Demircioğlu(MLKP), Tahsin Yılmaz, Hicabi Küçük, Osman Akgün(TİKB), Aygün Uğur, Hayati Can, Ali Ayata(MKP) ölümsüzleşerek adlarını altın harflerle tarihe yazdırdılar. Zafere mahkûm olanlar ölümü küçülterek yenerler! ‘96 Ölüm Orucu Direnişi’ne “Zafere mahkûm olanlar ölümü küçülterek yenerler” şiarı ile katılan Maoist Parti hem içerde hem de dışarıda geliştirdiği mücadeleyle etkin rol oynadı. Dışarı da gerek şehirlerde gerekse de gerilla alanların da ördüğü silahlı eylemlerle keza yine toplumsal mücadele düzleminde etkin biçimde yer alarak sürecin öznelerinden biri olmuştur. ‘96 Kardelen süreci gibi ağır koşullar altında süreci omuzlayan Maoist Parti hem içte hem de dışta geliştirilen karalama ve çarpıtma kampanyalarına Parti çizgisini ve direniş geleneğini tereddütsüzce kuşanarak cevap olmuş ve boşa çıkarmıştır. Bu tarihsel direnişte Maoist Parti üç seçkin kadrosunu yitirmiştir. Parti açısından ‘96 Ölüm Orucu Direnişi aynı zamanda bir ilke de imza atıyordu. Ölüm Orucu Direnişi’nde ipi ilk göğüsleyen Aygün Uğur Maoist Parti’nin ilk ölüm orucu şehidi olarak tarihe geçecekti. Direnişte ölüm orucu direnişçileri Hayati Can ve Ali Ayata da bu tarihsel direnişte ölümsüzler kervanına katılmışlardır. Bu bağlamda tarihi ‘96 Ölüm Orucu Direnişi şehitlerinin devrimci/komünist hatıraları önünde bir kez daha saygıyla eğiliyoruz. Yine 20 Temmuz 2012’de ölümsüzler kervanına katılan Maoist Parti’nin yiğit militanı ve parti üyesi Ali Çelik yoldaşın devrimci hatırası önünde bir kez daha saygıyla eğilerek anısını devrim ve komünizm mücadelemizde yaşatacağımıza söz veriyoruz.


Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:

Yurtiçi 54 TL

Yurtdışı

108 EURO

HESAP NUMARALARI Ahmet AKSOY adına Yapı Kredi Bankası ANK. Mithat Paşa ŞB. : (TL) 93602130 Yapı Kredi Bankası (Euro) 10 0006 7010 0000 0043 4140 14 Yapı Kredi Bankası (Sterlin) 13 0006 7010 0000 0043 4140 57 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL Dewletek ji daristan, xweza, av û jiyanê re dijmin: “TC” Divê şoreşger û komunîstan rewşa xwe ya neyînî berçav derbasbikin û li pêş cih bigirin. Divê neye jibîrkirin ku, di roja îroyîn de nakokiyên xwezayê perçek ji nakokiyên polî ye. Ji ber vê yeke jî, divê tevgera polî bi nakokiya xwezayê ve rasterast tekiliyek e baş damezrîne û hilde rojeva xwe Dewleta faşîst a Tirk, hebûna xwe datîne li ser paşverûtiyê û bi vî rengî li himberî nirxên pêşverûtî re pefçûnek didomîne. Bi vî hawî dixwaze pergala xwe ya paşverûtiyê bidomîne. TC, ne tenê dijî mirovatiyê, di heman demê de dijî xweza û hemû hebûnên xwezayê jî pergalek ava kiriye. Li gor wî, çi ku li jiyan û xwezayê heye û nûnertiya pêşveçûyînê bicîh tîne, divê ew tişt were binpê kirin. Ku pergala dewleta TC’yê çawa êriş dibe li ser nirxên pêş û çawa wekî dijmin dibîne, ji bo berjewendiya xwe çi zerbe lêdixe wan jî wek bi awayekî zelal xuyaye. Heskîf, Munzur, Geliya Bahoz’ê, Artvîn-Cerattepe jî mînakên vê yeke ne. Dîşsa em dikarin bejin şerê qirêj a dewletê ya li himberî gele Kurd jî li Kurdistanê li ser vê esasê dimeşe, beşeke vî şerê jî qirêjkirin û tunekirin a xweza ya Kurdistanê ye. Ev siyaset, di dima 1990’an de di rojevê de bû, vêcar dîsa ketiye rojevê û armanca vê yeke jî dîsa talankerî û tunekirin a xweza û civak bi hev re ye. Bi vê mijarê ve giredayî li çend cihên Kurdistanê de xweza û daristan tên şewitandin, talan kirin û di dawiyê de nirxên Kurdistan bi desten dewleta Tirk ve tên binpêkirin. Ew dewletê ku li her dere Kurdistanê de bajar û gund dişewitîne, jiyan tüne dike, heman şêwe li dar û daristanê re jî dijmintî dike û jiyana Kurdan ji kokê radike. Herî dawî li Licê, dar û daristan li ber

çavê mirovahiyê wek bi awayekî hovane hate şewitandin, ev yek ten abi ser xwe jî mînakeke kurtasî ye û siyaseta dewletê Tirk dide der. Ew daristanên Licê ji deste dewletê ve hate şewitandin û di encamê de her kes dît ku tevahî bajarok wekî agirek şewitî, Lice wek ciheke agirê xwe da xuyandin. Li jimberî van siyaseta hov jî gele Kurd mînakeke berxwedaniyê nişan da, tene bi derfetên xwe ve hirikî li ser agirê, ji bo ku bajar û bajarokên Kurdistan neyen şewitandin hewldaniyek da pêş xwe, xebitî, xwîdanên xwe rijand û di encamê de derfet neda dewletê ku çi ji destê wî were bike, Kurdistan wek bêxwedî bibine û biçe ser.

Xwerdîbûna daristan, av û jiyan, pêywireke mîrovî û dîrokî ye

Xwedî jê derketina nirxên însan û xwezayê, xwedî jê derketina nirxên k udi dîrokê de danehevbûne, îro pêywireke mirovî ye û wek mêzîneke însanbûyînê ye. Ji ber vê yeke jî, bi vî rewşê ve giredayî çendîn pêywir li ser stuyê me disekine. Ji wan yek û herî girîng xwedî jê derketina xwezayê ye. Ev pêywir, pêywireke şoreşgeriyê ye. Çi ku dewlet, hebûna xwe bi tevahî li ser tunekirin a nirxên însan û xwezayê re dide damezirandin. Ji ber vê yeke jî, divê em, li hemû qadan, li hemû beşen civakê berxwedaniyeke bêhempa nişan bidin, tevgereke xwezayê bimeşînin û ji pozê dewletê bînin. Divê sazî, dezgeh û komelên ku ji bo berjewendiya xwezayê li gelek ciyan hatine avakirin tev li wan bin. Di nav wan komelan teko-

şîneke hevbeş bidin pêş û têbikoşin. Divê şoreşger û komunîstan rewşa xwe ya neyînî berçav derbasbikin û li pêş cih bigirin. Divê neye jibîrkirin ku, di roja îroyîn de nakokiyên xwezayê perçek ji nakokiyên polî ye. Ji ber vê yeke jî, divê tevgera polî bi nakokiya xwezayê ve rasterast tekiliyek e baş damezrîne û hilde rojeva xwe. Dîsa rastiyek heye ku; ger dunyayeke em li ser bijîn tune be, wate ya şoreşger û komunîstan jî namîne û nîn e jî. Ji ber vê rastiyê jî divê em ji îro pêve tekoşîneke xwedîderketina xwezayê bidin pêş xwe û ji bo vê armancê wek bi awayekî bihişmend, têgihiştî û şoreşgerane têbikoşin.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.