Değiştirme eylemi olarak devrim bilinci!
sf 12-13
Almanya ve Ermeni soykırımının kabulü Ermeni Soykırımı geçmişteki ve şimdilerin Türk devletince utanmazca inkâr edilegelmiştir. Bu inkârcılık sendromu, soykırımın başlıca bileşenlerinin, yani kurban halkı imha etme niyetinin ve merkezi otoritelerin hedefteki kurban halkın toptan imhasının örgütlenmesi ve yürütülmesine doğrudan karışmış olmalarının inkârıyla halen bütünleşmektedir. Bugün Alman Parlamentosu’nda kabul gören soykırım kararı 1915 katliamındaki Almanların rolünü, tutumlarını, tarihsel sorumluluklarını insanlık vicdanında hafifletir mi? SF 9
Halkın Günlüğü
16-30 HAZİRAN 2016 Yıl: 4 Sayı: 124 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.org
Şimdi Fransızca konuşmanın zamanı f DÜNYA
16-17
İnsanlık tarihinde, özellikle son 200 yıldır, oldukça önemli-politik bir yeri olan Fransa, bir kez daha, Avrupa emperyalizminin kalbinde, burjuvaziye korku salıyor. Nuit Debout/Gece Ayakta ismiyle başlayan isyan dalgası üç aydır, bütün baskı ve saldırılara rağmen devam ediyor. Dünyanın 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası’na kilitlendiği bugünlerde, bir yandan futbol ile gündemi değiştirip, zihinleri zehirleme hamlesi yapılırken, diğer yandan ise futbol “şöleninin” yaşandığı Fransa’da sokaklar işçi ve emekçilerin sloganlarıyla sarsılıyor
Tutsaklara yönelik saldırılar sürüyor
e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
ISSN: 2147-0499
Krizlerini devrimci savaşla derinleştirelim Mazlum Kürt ulusu ve ezilen-sömürülen halklarımıza karşı geliştirilen topyekûn savaş konseptinde CHP, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün yanında açık yer almıştır. Bu CHP’nin yeni bir siyasal tercihi değil, tarihsel ve güncel olarak gerici sınıf karakteridir. Kan ve zulümden beslenen ve Kemalist diktatörlüğün en gerici uygulama iradesi olan CHP, aynı sınıfsal özü gereği son faşist yasalara da “açık çek” siyasetiyle destek vermiştir. CHP, AKP-Erdoğan iktidarının savaş konseptine tabi hareket etmiştir. AKP-Erdoğan diktatörlüğünün “sınır ötesine asker gönderme teskeresine” evet demesi, “dokunulmazlıkların kaldırılmasında” joker rolü oynaması ve en son “asker ve polisin işlediği suçlara dokunulmazlık getiren, öte yandan da valilerin yetkilerini askeri yetkililere devreden” yasal dü-
02
Muhammed Ali’nin ölümü
zenlemeye onay vermesi, CHP’nin, AKP-Erdoğan-Ergenekon-MHP kontra savaş konseptinin bir “dinamiği” olduğuna yeterli açıklık getirmektedir. Ezilen halklara ve mazlum uluslara karşı egemen gerici klikler arasındaki bu birleşme, kendi içinde gerici çıkarlar ekseninde şekillenen çatışma ve dalaşın yadsınması anlamına gelmemektedir. Ve birbirleriyle didişme, bu gerici zemin üzerinde şekillenmektedir. AKP-Erdoğan hâkim kliği tarafından, CHP yönetimi ve Kılıçdaroğlu’na karşı geliştirilen fiili saldırılar, bu klik dalaşının bir sonucudur. Gerici burjuva klikler arasındaki çatışmanın derinleştirilmesi ve devrim lehine bir zemine dönüştürülmesi için elzem olan proleter devrim perspektifli devrimci savaştır. O halde görev, bütün alanlarda devrimci savaş mevzilerini güçlenirmektir.
16
Hurşit Külter nerede?
22
02
güncel haber
16-30 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
Tutsaklara yönelik saldırılar 'gizli genelge'lerle yürütülüyor kameralarda kayıtlıdır.” denilen suç duyurusunda sonuç olarak ise şu ifadelere yer verildi; “25.05.2016 tarihinde Emre Salcan, Aydın Karaboğa, Ferhat Yalçın, Mehmet Ali Atilla, Adem Çelik ve Behzat Firik isimli arkadaşlarımıza yönelik gerçekleştirilen saldırının, işkencenin uygulayıcısı olan gardiyanlar ve bu talimatı işkence timine veren hapishane idaresi hakkında suç duyurusunda bulunuyor. Gerekli yasal işlemlerin yapılmasını istiyoruz."
AKP iktidarının hapishanelerdeki sureti olan hapishane idareleri, gönderilen “gizli genelge” ile tutsaklara yönelik saldırılarını ve baskılarını arttırdı. Her gün birçok hapishaneden hak ihlali raporları yayınlanıyor. Raporlarda müdür denetiminde işkenceye kadar pek çok suçun işlendiği bildiriliyor “TC” devleti tarihi boyunca hapishaneleri baskı aracı olarak kullanmış, başta devrimci tutsaklar olmak üzere tüm toplumu sindirme politikasının önemli bir bölümünü hapishaneler üzerinden yürütmüştür. Kanlı, işkenceci tarihine yeni "destanlar" yazma peşinde olan AKP iktidarı da aynı yöntemleri kullanmak konusunda tereddüt etmiyor. 2000'li yılların başında hükümet olan AKP, "işkenceyi bitirme" ve "hapishanedeki yoğunluğu" çözme iddiasında bulunsa da, geldiği pozisyonda bunun tam tersi olarak yeni yeni hapishaneler kuruyor. Özellikle devrimci, sosyalist tutsaklara yönelik saldırılarda ise 'Şu hapishanede oluyor' demek mümkün değil. Ülkenin dört bir yanında kurulu hapishanelerde baskılar, saldırılar, işkenceler yaşanıyor. AKP geçen yıl başlattığı topyekûn savaş konsepti gereği tutsaklara saldırmayı da es geçmiyor. Çok sayıda hapishaneye gönderilen "gizli genelge" ile tutsaklara sınırlı sayıda kitap ve dergi bulundurması dayatılıyor. Bununla da kalmayan hapishane idareleri, tutsakların paspaslarına sopalarına kadar zarar veriyor. Tutsaklara yönelik bu saldırılardan görüşçüleri de nasibini alıyor. Edirne Hapishanesi’nde başlatılan uygulamayla, görüşçüler "güvenlik araştırmasından" sonra görüşe girebiliyor. Tutsaklara gitmek isteyen görüşçülerin evlerine, komşularına, ekmek aldıkları fırınlara kadar gidilerek, görüşçü hakkında "bilgi" toplanıyor! Bu tip faşizan uygulamalarsa gün geçtikçe yaygınlaşıyor.
Sincan'da tutsaklardan suç duyurusu Ankara'da bulunan Sincan 1 No'lu F Tipi Hapishanesi'nde devrimci tutsaklar, yaşanan saldırılarla ilgili Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu. Yapılan suç duyurusunda hapishanenin birinci müdürü Kahraman Topaloğlu'nun başkanlığındaki idarenin her gün farklı bir işkence yöntemine başvurduğu belir-
Tutsaklardan 'gizli genelge' vurgusu
tildi. Suç duyurusunda, "Geçtiğimiz haftalarda tutuklanıp hapishaneye getirilen Mehmet Hayme isimli siyasi tutsak arkadaşımızı bu hapishanede MİT ve istihbarat ajanları ile beraber sorgulayan ve ellerini kollarını bağlayarak işkence uygulayan hapishane müdürü ve işkence ekibi, bu insanlık suçunu sürdürmeye devam etmektedir. Bu işkence ve eziyet suçunun en sonuncusuna, dava dosyalarının Ankara A.C.M.’ye devredilmesi ile Sincan F-1 Hapishanesi’ne nakledilen Mehmet Ali Atila, Adem Çelik, Ferhat Yalçın, Emre Salcan, Aydın Karaboğa ve Behzat Firik isimli arkadaşlarımız iradenin çeşitli keyfi uygulamaları neticesinde maruz kalmışlardır. Hapishaneye geldikleri tarihten bu yana kitap, dergi ve gazetelerine gayri hukuki, keyfi bir biçimde idare eğitim kurulu tarafından el konulmuştur. Arkadaşlarımız kitap ve dergilerini idareden istedikleri için saldırıya uğradılar. Süreli ve süresiz yayınlardan yararlanma en tabi ve vazgeçilmez hakkımızdır. Bu hak 5275sayılı CGİK’in 62. Maddesi’nin birinci bendinde; hükümlü mahkemelerde yasaklanmamış olması koşulu ile süreli ve süresiz yayınlardan bedelini ödeyerek yararlanma hakkına sahiptir şeklinde mahkemelerce yasaklama kararı bulunmayan kitap, gazete ve dergileri kabul edebilmemizi, hücrelerimizde bulundurabilmemizi hiçbir şekilde genişletilmeyecek, çarpıtılmayacak nitelikte bir hak ola-
rak tarif etmektedir. Kanun koyucu aynı maddenin üçüncü fıkrasına ‘ kurum güvenliğini tehlikeye düşüren veya müstehcen haber, yazı, fotoğraf ve kapsayan hiçbir yayın hükümlüye verilmez’ hükmünü ekleyerek kitap ve yayınların engelleme kriterini açıkça belirtmiştir." denildi. "25.05.2016 tarihinde B/6-53 No’lu hücrede bulunan Mehmet Ali Atilla, Adem Çelik ve Behzat Firik isimli arkadaşlarımız robocop adı verilen işkenceci grubun coplu, tekmeli, yumruklu, hakaretli şiddetine maruz kalmış ve bu işkence B/7-31 No’lu süngerli hücreye götürülene dek ağır bir biçimde sürmüştür. Bu adi insanlık suçuyla yetinmeyen yaşananlara tanık olan B/6-52 No’lu hücrede bulunan coplarla yumruklarla saldırmış ve havalandırma kapılarını kapatarak arkadaşlarımızı hücrelere hapsetmişlerdir. Arsızlığını daha da derinleştiren irade uyguladıkları fiziki işkence sırasında “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” sloganını atan arkadaşımız hakkında slogan ile işkenceye karşı direndikleri için disiplin soruşturması başlatmaktan da geri durmamıştır. Arkadaşlarımıza yönelik planlı olarak gerçekleştirilen bu işkence B/6 ve B/7 koridorlarının kameralarında da birer delil olarak mevcuttur. İşkenceye maruz kalan arkadaşlarımıza, nasıl müdahale edildiği, bu işkenceye hangi gardiyanların dâhil oldukları, koridorlarda nasıl darp edilerek, yumruklar ile coplar ile sürüklendikleri
Giresun Hapishanesi’nde tutsak bulunan Mehmet Darga'nın gönderdiği mektupta gizli bir genelgeden bahsettiğini söyleyen Diyarbakır TUHAD-DER Eş Başkanı Cahit Demirkıran, “Bu genelge çerçevesinde hak gaspının yanı sıra adli tutuklular da siyasi tutsaklara karşı kullanılmakta ve siyasi tutsakların hemen yan koğuşunda bulunan adli tutuklular cezaevi yönetiminin istemi ile onları sürekli lafla taciz etmekte. Yine Diyarbakır Hapishanesi’nden Giresun Hapishanesi’ne sürgün edilen Mehmet Saruhan isimli bir siyasi tutsak herhangi bir gerekçe olmamasına rağmen gizli genelgeye dayanılarak tek kişilik hücreye alınıp ve burada işkenceye maruz kalıyor. Keza Edirne Hapishanesi’nde de aynı uygulamalar söz konusu. Burada bulunan Enver Baysal ve Halil Yaman isimli siyasi tutsakların beyanlarına göre sıcak su ve su kısıtlaması yapılması, ortak alana çıkarılmama, hijyenik ortamın yaratılmamasına bağlı olarak hastalıkları türemesi durumları söz konusu. Tüm bunları göz önüne alınca devletin kendi dediklerine biat etmeyen tutsakları belirlediği bu cezaevlerine göndererek boyun eğdirmeye çalıştığını görüyoruz” dedi. Aynı 'gizli genelge'den bahseden tutsak Kadir Kevser ise gönderdiği mektupta, "Son bir yılda günlük olarak basına da yansıdığı gibi dışarıda gelişen topyekûn savaş, zindan sahalarında da kendini hissettiriyor. Kaldığımız Elazığ E Tipi Kapalı Hapishanesi’nde de özellikle bütün haklarımız gasp edilmiş durumda. Basına da yansıyan “gizli genelge” bahane edilerek tüm odalarda bulunan özel ve kişisel eşyalarımız ile genel temizlik malzemelerimiz toplandı. Kantinden kendi paralarımızla aldığımız eşyalara el konuldu. " dedi.
Antalya L Tipi Hapishanesi’nde işkence! Antalya'da bulunan L Tipi Hapishanesi'nde adli tutukluların 8 aydır tünel kaz-
03
dığı ve tünelin ihbar sonucunda ortaya çıktığı bildirildi. Bunun üzerine ise hapishane müdürünün de katılımıyla tutuklulara işkence yapıldı. Tünel kazan tutukluların bulundukları koğuş 30 kişilik, tünelin ortaya çıkmasının ardından ise 20 tutuklu farklı koğuşlara dağıtıldı. 10 tutuklu ise gardiyan, jandarma ve diğer hapishane görevlileri tarafından işkenceye maruz kaldıkları ve falakaya çekildikleri öğrenildi. Tutukluların tedavi hakları ve darp raporu talepleri ise yine işkenceyle karşılık buldu.
Şakran raporu: Tutsaklara işkence yapılıyor Adı sürekli olarak işkenceler, hak ihlalleri ve baskılarla anılan İzmir Şakran Hapishanesi’nde giden bir heyet rapor hazırladı. Şakran 4 No'lu T Tipi Hapishanesi’nde incelemelerde bulunmak isteyen avukat ve insan hakları örgütleri temsilcilerinden oluşan heyete izin verilmedi. İnsan Hakları Derneği (İHD), Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD), Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) ve Özgürlükçü Hukukçular Derneği (ÖHD) İzmir Şubeleri temsilcilerinden oluşan bir heyetin geçtiğimiz günlerde siyasi tutsaklara yönelik darp olayı ile gündeme gelen Şakran 4 No'lu T Tipi Cezaevi'ne dair hazırladığı rapor, düzenlenen basın toplantısıyla kamuoyuyla paylaşıldı. İHD Şube binasında düzenlenen toplantıya kurum temsilcilerinin yanı sıra TAYD-DER yöneticileri de katıldı. Hapishanenin B-13 koğuşunda kalan tutsakların 30 Mayıs günü sabah saatlerinde 20-25 gardiyanın yaptığı sayım sırasında yaşanan bir tartışma sonrasında darp edildiklerini anlattıklarını ve bu darp izlerinin halen vücutlarında bulunduğunu belirten Polat, bu anlatımlardan cezaevi yönetiminin insan onuruna yakışmayan uygulamaları gizlemeye çalıştığı izlemini edindiklerini ifade etti. Polat, sayım esnasında yaşanan tartışma nedeniyle beraberlerinde başka gardiyanlarla B-13 koğuşuna gelen Cezaevi 2'inci müdürleri olan Faruk Yokuş, İsmail Durmaz ve Zaim Çil'in talimatları ve yönlendirmeleriyle tutsaklara ağır darp şeklinde işkence yapıldığı aktarımlarının ellerinde mevcut olduğunu söyledi. Tutsakların boyun, bel ve göğüs kafesine basılması ve tekmelemeler sonucu çeşitli yerlerinden çok ciddi şekilde darp edildikleri dile getiren Polat, tutsaklardan Selim Eklik'in ise kaburgalarının kırıldığını tespit ettiklerini paylaştı.
‘Açlık grevindeki tutsaklar, kollarından tutup yerde sürüklenmekte’ Açlık grevine giren tutsaklara halen aynı uygulamaların dayatıldığını kaydeden Polat, şunları söyledi: "Açlık grevinde olmalarına rağmen her gün sabah sayımında 2'inci müdürler eşliğinde odaya gelen kalabalık gardiyan grubu, ısrarla sayım almak için havalandırmaya çıkıp ayakta beklemelerini, dışarı çıkmayanları kollarından tutup yerde sürükleyerek havalandırmaya çıkarmaktadırlar. Açlık grevlerinin temel sebebinin bu son yaşanan olay olmadığını, aslında daha öncesinde bu kararın alınmış olduğunu fakat dışarıdaki olayların ağırlığından kaynaklı gündemi meşgul etmemek adına bu kararı ertelediklerini beyan etmektedirler. Hatta olay olmadan iki hafta önce, ‘uyarı’ mahiyetinde 10 günlük dönüşümlü açlık grevi eylemi yapmışlardır." Bu yaşananların "kaygı verici" olduğunu bir kez daha vurgulayan Polat, "Heyetimiz, cezaevi rejimi, fiziki koşullar ve uygulanan muameleler hakkında etkili bir idari ve yargısal denetim sağlanması gerektiğini kaydetti” dedi.
SINIF TAVRI
≫ Bedreddin Ufuktan
ZORUNLULUK VE KEYFİYET ALGISININ ÇATIŞMASI OLARAK DİN!
D
in, canlı türleri arasında evrimleşmesi insanlaşmaya doğru tamamlanan Homo Sapiens’in, hayata -cevabı da zihninde karmaşık duran- ilk büyük soru soruşudur. Din, nesnel dünyayı, doğayı ve gökyüzünü anlama arayışındaki insanın felsefeye ilk girişi; canlı türleri arasındaki özgünlüğünü korkakça fark edişidir. İnsanın bu ilk büyük sorusunun cevabını arama sürecinde öğrenme, anlama ve bilmeye koşut olarak “yaşayan” bilinmez’e güzelleme düzerken farkında olmadan tamamladığı şey ise, aklının diyalektiğidir. Ama din, kendisinin arayışı sonucu bulunmuş bir şey değil, insanın zorunluluk zincirlerinden kurtulmak arayışından çıkan, kurtulmaya yetemediği tarafın adı ve prangası, nesnel dünyada kendini arayışının ilk sonucu olarak bilinmeze ve gemlenmeze duyduğu korkunun karşılığıdır. Dolayısıyla din, insanın kendini fark edişinin başlangıcı, kendisiyle diğer her şeyin kıyaslanması, nesnel dünya ile öznel dünyanın çarpışmasında uyanırken, bulduğu sihirli bir zekâ oyunudur. Dinsel felsefe, insanın yaratımı olarak hem kendi zekâsının farkına varışı ve giderek bu zekânın efendisi, hem de kölesi olmakla nesnel dünyanın yasalarına yabancılaşmanın da ilk üretimidir. Korkuları karşılığında aradığı kendi dışındaki bir “yaratıcı”yken, büyük etkilenme ve esinlenme yolunda bulduğu şey ise farkında olmasa da, her zaman hep kendisidir. İçinde kendi insan kimliğini bulduğu nesnel dünyaya ilk sorusunu sorduktan itibaren korkuttuğu şeyi; canlıyı, olayı, olguyu uzaktan gözlemlemiş, öykündüğü şeye yakınlaşıp incelemiş olan bu insan, vardığı her sonucu kendi yeteneklerinin de buluşu olarak biriktirmiştir. Hafızanın bu birikiminden yararlandıktan itibaren de, hem korkuttuğu hem de öykündüğü şeyin kendisi de olabileceğini far kedince de, “tarih” denen sahaya giriş yapmıştır. Düşünce yetisindeki sıçramayı da veren tarihe bu giriş, saflıkla kurnazlığın diyalektik zıtlaşması olarak “insan tanrıların” devrine kapı açmıştır. Bu aşamayla aynı süreçte çıkış amacına yabancılaşan felsefe de diyalektik tamamlanışını bulmuştur. Köle ve efendi denkleminde kurulan ve bin yıllar süren ilk sınıflı toplumun üst yapısal ideolojisini oluşturan tanrı insan; tanrısallık ve dokunulmazlık, yani tabu idealizmi; arayışta ısrar edenler; bilgeler, üretenler, filozoflar ve keşifler de maddeciliği temsil etmiştir. Şimdi olduğu gibi o gün de sosyal ve bilimsel ilerleyişin temsilcileri olan zamanın maddecileri, felsefenin diyalektik ve tarihsel materyalizm olarak iki ayağı üzerine dikleşeceği zamana söz, kavram ve çıkarsama biriktirmiş, yol döşemiştir. Bilmediğine tapmak ve ondan korkmakla başlayan doğayı ve evreni anlama arayışı, yasalarını ve davranış kurallarını anladığı şeye gem vurmakla yaratıcı yeteneğini fark eden insan, beş bin yıldır sadece dışındaki canlı ve cansız varlığa ket vurmak, bent koymak ve gem vurmakla yetinmedi, en büyük buluşunu, kendi türünde olanları köleleştirmekle gerçekleştirdi. Din, sınıflı toplum nüvelerinin ortaya çıkmasına paralel olarak tüm sınıflı toplum kurumları gibi egemen sınıf ve sistemlerin mülkü olarak kitlele-
rin aldatılmasında ve uyuşturulmasında göreve koşulmuş, sadece satanların kazandığı, alanların ise sosyal acılarını unutacak uyuşturucu işlevini görmeye devam ediyor. Satanların sabır ve “şükür” olarak ezilenlere telkin ettiği din, şimdide bu metadan almak istemediğini söylemekle uyanışını haber verenlerin üzerine ölüm olarak çökmüştür. Tek tanrılı dinlerin çıktığı aynı coğrafyada üretilen, insansal tüm değerlere yabancılaşmakta niteliğini bulan ve DİN denen şeyin bütün özünü temsilen, bilimin ve insan biriktirdiği her şeyi imhaya programlanmış IŞİD de, sadece İslam’ın değil, İslam’ın olduğu gibi o da tüm tek tanrılı dinlerin özü, onun insana dair tasavvur ettiklerinin sentezi, doğal olan her şeyin antitezi olarak insanlık nazarında kendi nihai çırpınışını ortaya koymuştur. Dolayısıyla her kurum ve metanın kendine özgü kimliği gibi kurumsallaşmış ve metalaşmış dinin de kimliği kendine özgüdür; din, nesnel değil özneldir, somut değil soyuttur! Zamanda ya da tarihte her şeyin bir çıkış zamanı ve mekânı varken, din, çıkışını da mekânını da insan zihninin soyut tünellerinde inşa etmiş bir şey olarak tarihsel miadını da aynı tünellerde doldurup sönecektir. Çıkışı nasıl ki insanın bilinmezliğine karşılık bir türetim olmuşsa, insanlık hayatından çıkıp gitmesi onun yerleştiği insan zihninin doğanın ve evrenin bilinmiş sonuçlarını ihtiva eden bilginin yerleşmesiyle kovulup gidecektir. Dolayısıyla dine karşı mücadelenin araç ve argümanları, mücadele edilen sosyal zorunlulukların araç ve argümanlarıyla benzeşmez. Din, onun anlamsızlığını anlamış insanlığın onu karşısına alarak hakkında geleceği bir şey değil, birey insanın zihninde işgal ettiği alana bilimin sonuçlarını yığmakla kurtulacağı bir zihinsel kelepçedir. Diyalektik ve tarihsel materyalizm yöntemini uygulayanlar tek tek bireyleri ve/veya ezilenleri onun uyuşturucu atmosferinden kurtarmaya çalışırken, dikkat edecekleri şey acıtacak argümanlardan kaçınmak olmalıdır. Dinin uyuşturduğu kitlelerden kaçmak da devrimci bir tutum değildir. Kitleler devrimin temel özenesi ve sosyal dönüşümün kavurucu enerjisini üretenler olarak, üstten tutuşturulduğu gibi, alttan da tutuşturulacak bir özelliğe sahiptir. Alttan tutuşturma kitlelerin ideolojisini, yani inanma tarzını değiştirmekle aynı anlamda bir çaba olarak sadece devrimcilerin sorumluluk alanını işaret eder. İnanç aşağılanacak bir şey değildir, din ise küfredilerek ortadan kaldırılacak bir şey değildir. Dini, insanlık türünün yaşam öyküsünde ihtiyaç haline getirmiş her ne var ise, bunları biliminin sonuçlarıyla düşünce dünyasında yer değiştirmektir. Bu nasıl olur denirse yol gösterici olarak başvuracağımız kişi burada da Marks’tır: “Acil görev, insan yabancılaşmasının, kutsal yönden yapılmış olması yanı sıra, dünyevi (cismani) yönden de maskesini indirmektir. Böylece göğün eleştirisi kendiliğinden yerin eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine ve teolojinin (ilahiyatın) eleştirisi, siyasetin eleştirisine dönüşür.” Bilimin ağırlığını yüklenmeyen, dinin ağırlığından kurtulamaz!
04
güncel haber
16-30 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
Yasa hazırlandı: Polisten sonra askerede sınırsız öldürme yetkisi Önümüzdeki günlerde Meclis’e sunulacak yasa tasarısıyla askere geniş yetkiler verilmesi hedefleniyor. AKP bu yasayla hem askerin kaderini eline almak hem de polis gibi askeri de dokunmazlık zırhıyla koruma altına almayı hesaplıyor. Bunu, Kürtlerin, Alevilerin, devrimcilerin ve muhaliflerin ezilmesi için devlet cephesinde meydana gelen çatlaklıkların giderilmesi ve çelişkilerin etkisizleştirilmesi için atılan adımlar olarak da görebiliriz. Aynı zamanda asker ve iktidarın güç paylaşması olarak da okuyabiliriz. Bu tasarıya CHP ve MHP'nin peşinen destek vermesi, askeri vesayet ve AKP vesayetinin bir ortak zeminde buluştuklarına işarettir Irkçı devlet terörü saldırılarını her geçen gün daha üst boyutlara taşıyor. Faşizm baskılarını artırarak sürdürürken baskılarına dayanak olarak oluşturmaya çalıştığı sosyal tabanını genişletme arzusunda. Irkçılık üzerinden yürütülen siyaset, Sünni İslam siyasetiyle birleştirilerek daha da güçlendirildi. Yani ezmek istediği güçleri çok yönlü baskı altına alabilecek bir siyaset sahneye konuldu. Irkçı devlet terörü, Sünni İslam çizgisiyle birleştirilerek devlet eliyle savaş terörü aşamasına geçildi. Böylelikle faşist baskıların dozu daha da artırıldı. AKP eliyle oluşturulan faşizmin bu boyutlu saldırıları çok yönlü örgütlenerek hayata geçiriliyor. Bilindiği gibi bu kapsamda İç Güvenlik Yasası yürürlüğe konuldu. Bu yasayla polis dokunmazlık zırhına kavuştu. Dolayısıyla polis terörü iyice azgınlaştı. Polise verilen bu yetkilerin ne anlama geldiğini en yakıcı haliyle Kürt illerinde gördük. Çocuk, yaşlı, kadın denmeden yüzlerce insan katledildi. Canlı yayınlarda binalar çökertildi, onlarca sivil insanın binaların altında nasıl katledildiği tüm topluma izlettirildi. Ölüm makinesine dönüştürülen polis gücünü İç Güvenlik Yasası'ndan alıyordu. Şimdi ise benzer bir yasa asker için gündemde. Polise verdikleri yetkilerin benzerini askere ve-
rerek devlet terörünü artırmak istiyorlar. Öte yandan MİT Yasası, yargıda yapılan düzenlemeler, bürokraside yapılan atamalar şiddetlenen devlet terörünü besleyecek düzenlemelerdi. Devlet terörünün şiddetlendirilmesi için atılan adımları bu yasal düzenlemelerle sınırlamak eksik kalır. Zira bu saldırılardan havuz medyasını, tetikçi olarak kullanılan mafyayı, linç yönteminin devreye konulmasını muaf tutmak büyük bir eksiklik olur. Bilindiği gibi barış için bildiri yayınlayan ve bu suça ortak olmak istemiyorum diyen akademisyenler tutuklandı. İşlerinden olanlar oldu. Havuz medyası bu
aydınları hedef haline getirecek bir yayın çizgisi izledi. Hedef haline getirilen bu onurlu insanlara karşı devlet destekli mafya harekete geçti. Devlet destekli mafyalardan biri de Sedat Peker'in başında bulunduğu mafyadır. Mafya dünyasında yalakalığı kimseye kaptırmayan Sedat Peker akademisyenlere tehditler savurdu. Seçim döneminde AKP faşizmiyle kol kola giren Peker, halkı oluk oluk kan akıtmakla tehdit ediyordu. AKP iktidarının katliamcı politikalarına karşı çıkan akademisyenleri ise “Kanınızla duş alacağız” şeklinde tehdit ediyordu. Peker'in bu söylemlerine karşı iktidar partisinde en ufak bir tepki oluşmadı. Bu sözlerinden do-
layı bırakın gözaltına alınmasını veya tutuklanmasını, devlet mahkemeleri kamu davası açmaya bile gerek duymadı. Yapılan suç duyurularıyla ilgili ise en ufak bir adım atılmadı. Atılmaz da. Zira AKP'nin ve devletin onların kanlı ellerine ihtiyacı var. İhtiyacı olduğundan bu elleri koruma çabası içindeler. Tüm ülkenin gözü önünde Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar'a karşı silahlı saldırı oldu. Bu saldırıya karşı açılan dava için savcı iddianamesini bitirdi ve ilgili mahkemeye sundu. İddianamede saldırganın eylemi “Öldürme amacı gütmeyen saldırı” olarak nitelenmiş. Yani sadece yaralama amacı taşıdığına kanaat getiren savcı bu saldırganın ödüllendirilmesi için üstüne düşeni yapmış ve topu mahkemeye atmıştır. Böylelikle anlamış olduk faşizme yedeklenmiş mafyaya da dokunmazlık zırhı verilmiş. AKP ve devlet baskısını artıracak sivil saldırılarda destek görüyor. Bu saldırıların en başında ise linç saldırıları geliyor. AKP'nin saldırganlık konsepti boyunca Kürtlere ait onlarca iş yeri kundaklandı ve yağmalandı. Kürtlerin işçi olarak çalıştığı işyerleri basıldı, işçiler öldüresiye dövüldüler. Sırf sokakta Kürtçe konuştukları için linç edilip öldürülen Kürtler var. Tüm bu olanları devlet seyirci kalarak Kürtlere karşı gi-
05
rişilen linç saldırılarını destekledi. AKP'nin havuz medyası ise hem saldırılara zemin hazırladı hem de bu saldırılarda bulunanları koruma çabası içine girdi. Halka karşı suç işleyen AKP beslemeleri ve havuz medyası da dokunmazlık zırhına büründürülmüş.
Asker de sınırsız öldürme hakkına kavuşacak Önümüzdeki günlerde Meclis’e sunulacak yasa tasarısıyla askere geniş yetkiler verilmesi hedefleniyor. AKP bu yasayla hem askerin kaderini eline almak hem de polis gibi askeri de dokunmazlık zırhıyla koruma altına almayı hesaplıyor. Bunu, Kürtlerin, Alevilerin, devrimcilerin ve muhaliflerin ezilmesi için devlet cephesinde meydana gelen çatlaklıkların giderilmesi ve çelişkilerin etkisizleştirilmesi için atılan adımlar olarak da görebiliriz. Aynı zamanda asker ve iktidarın güç paylaşması olarak da okuyabiliriz. Bu tasarıya CHP ve MHP'nin peşinen destek vermesi, askeri vesayet ve AKP vesayetinin bir ortak zeminde buluştuklarına işarettir. Hatırlanacağı gibi AKP'nin askere vereceği bu yetkiler daha önce askerin elinde vardı zaten. 1997 yılında gerçekleşen ve adına 28 Şubat darbesi dedikleri dönemde düzenlenen EMASYA Protokolü ile askerin yetkileri artırılmıştı. AKP iktidara geldiğinde 'normalleşme' ve 'demokratikleşme' söylemleri altında EMASYA Protokolü'nü ve OHAL Yasası'nı kaldırdı. Tabi aklı başında olan her insan bunun demokratikleşme ve normalleşme adına yapılmadığını çok iyi biliyordu zaten. AKP iktidarda gücünü pekiştirdikten sonra şimdi kontrollü bir şekilde güç paylaşımı metodunu seçti. Tasarının içeriği tam olarak netleşmemiş olmasına rağmen İç Güvenlik Yasası'yla polise sunulan sınırsız terör hakkı askerinde eline geçmiş olacak. Aynı İç Güvenlik Yasası tasarı halindeyken gösterilen tepkilerin yetersizliği şimdi de nüksediyor. Bu tür gerici yasalların engellenmesi için mücadele verilmesinin ne kadar önemli olduğu şu son dönemde yaşadığımız olaylar biz tüm yakıcılığıyla gösteriyor. Asker için düzenlenecek olan tasarıya ilişkin HDP Mardin Milletvekili Prof. Dr. Mithat Sancar şunları söylüyor: “Bu tasarının anlamı açık aslında; Türkiye’de hukuk devleti askıya alınıyor. AKP’nin övündüğü iki şey vardı: Birincisi AKP, kurduğu hükümetler zamanında OHAL’i kaldırdığını söylüyordu. İkincisi AKP’nin ülkeyi yönettiği dönemlerde askeri vesayete son verdiğini söylüyordu. Bu tasarıyla askere OHAL’den daha geniş yetkiler veriliyor. Şartlar (faili meçhullerin yoğun olarak yaşandığı, toplu katliamların yapıldığı, köylerin yakıldığı) 1990’lı yıllardan daha ağır olacak. Şu an askere EMASYA’dan daha geniş yetkiler veriliyor. Bunun da Türkiye’de hukuka, demokrasiye ve toplumsal barışa darbe vuracağını düşünüyorum.” Egemenler işçi sınıfına, ezilen halklara ve farklı inançlara karşı ne kadar acımasız saldırılar devreye koysalar da ve istedikleri kadar dokunmazlık zırhına bürünseler de önce zırhları ve sonra iktidarları parçalanacaktır.
UFUK ÇİZGİSİ
≫ bakış can
ERDOĞAN/AKP SULTASININ MANİPÜLASYONU TUTMADI, FAŞİST ÖZ KABARARAK HORTLUYOR!
İ
ç Güvenlik Yasası yetmedi Erdoğan'a. Militar kuvvetlere sınırsız yetki tanıyan ve sorumluluktan muaf tutan yeni vesayetçi faşist yasalar yeniden çıkarılarak faşist vesayet askerileştiriyor. Bu, Erdoğan/AKP iktidarında bir dönüşten ziyade, faşist sultası için ne zaman ne gerekiyorsa onu yapan keyfiyetçi diktasını gösteriyor. Aynı zamanda hangi dönemde ihtiyaçları nasıl şekilleniyorsa bu ihtiyaçlara göre politika ve araçlar devreye soktuğunu tanıtlıyor. Burjuva karaktere uygun burjuva pragmatizmi ve politikasının tipik bir örneğini sergiliyor Erdoğan/AKP iktidarı... Erdoğan/AKP iktidarının belli bir gelişim sürecinde attığı adımlardan biri askeri vesayeti kaldırma ve bu doğrultuda yasalar çıkararak belli düzenlemeler gerçekleştirmesiydi. Şimdi bu adımlarını geri alan yasalar çıkarmaktadır. Bu Erdoğan/AKP iktidarı için bir geriye dönüş olarak değerlendirilemez. Zira, Erdoğan/AKP iktidarı gerçek bir ilerleme sergilemedi ki şimdi geriye dönsün. O halde bugün askere dokunulmazlık yasası çıkarması nedir, nasıl okunmalıdır? Olan şudur: Erdoğan/AKP güruhu iktidarı için tehlike gördüğü, iktidarının sağlamlaştırılması için gerekli gördüğü ve iktidarını pekiştirmek için günün koşullarında ne yapması gerekiyorsa onu yaparak iktidar erki ve hâkimiyetini kurarak derinleştirme politikası izledi, izliyor. Olanın özü budur. Dün Kemalist ordu iktidarı için veya iktidarını pekiştirmek için Kemalist klikle birlikte bir tehlike durumundaydı, böyle görüyordu. Ki, Kemalist klikle çelişki ve çatışmaları had safhada seyretmekteydi ve Kemalist klik bugünkü kadar etkisizleştirilmemiş, etkisizleşmemişti... Bu muhalefetin dinamik ve güçlü olduğu kritik koşullarda iktidarını sağlamlaştırmak için belli adımlar atmak durumundaydı. Zira iktidar pastasının paylaşılması veya ona sahip çıkmanın çatışması yaşanıyor, Erdoğan iktidarını sağlamlaştırıyordu... Bu aşamada tehlike gördüğü kurum ve güçler ile muhalefet etkisizleştirilmek durumundaydı ve bunu yaptı/yapıyordu... Orduya dönük sonradan ' komplo yargılamalar'' olarak ifade ettikleri görece tasfiye süreci ve ordunun sivil siyaset kurumlarına bağlanması gibi adımlar bu dönemde atılıyordu. Bu içteki muhalefet dinamiklerinin tasfiye edilerek ya da etkisizleştirilerek iktidarını sağlamlaştırma hedefiyle sürerken, uluslararası alanda kabul görmesi ve belli bir uyum sağlayarak iktidarını ayakta tutmasının da gerektirdiği adımlar süreciydi... Aynı zaman ve zeminde bu iktidarlaşma aşamasında Kürt Ulusal Hareketi’yle ' Çözüm-Açılım'' safsatasıyla geliştirilen ve müzakere aşamasına kadar ulaşıp Dolma-
bahçe Protokolü’nün başkanlık hayallerine bağlı olarak reddedilerek barış masasının devrilmesiyle kesintiye uğrayan belli bir süreç aktüeldi. Kürt Ulusal Hareketi’nin silahlı niteliği tasfiye edilerek iktidarı için tehlike ve tehditlerin ortadan kaldırıldığı bir süreç işliyordu. Erdoğan/AKP iktidarının manipülasyonları başarılı olmuş, büyük bir yanılsama yaratılmış ve hatta “yetmez ama evetçi”ler bu manipülasyonun başarısının eseri olarak tarihe geçmişlerdi... Kısacası bütün bu şartlarda Erdoğan/AKP güruhunun iktidarını pekiştirip muhalefeti etkisizleştirmek için bazı düzenlemeler yapması gerekiyordu ve yapıyordu. O gün iktidarlaşma doğrultusundaki hedeflerini gerçekleştirmek için (yarattığı manipülasyonla da bu şartları yaratıyordu) iktidar egemenliğinin gerektirdiği kadarıyla adı geçen düzenlemeler yapıyordu. Ordunun vesayetinin kaldırılması biçimsel olarak gerçekleştirilirken, kendi iktidar vesayeti sağlamlaştırılarak, son tahlilde koyu faşist bir diktaya doğru ilerliyordu... Ancak bugün şartlar planladığı ve düşündüğü gibi gitmeyerek değişti. Dolayısıyla bugün faşist ve talancı dikta iktidarı için ne gerekiyorsa onu yapıyor. Vesayetini askeri vesayetle destekleyip içinde bulunduğu kritik süreci atlatıp iktidarını tekrar sağlama almak istiyor. Dolayısıyla İç Güvenlik Yasası’ndan, asker-polise dokunulmazlık ve muafiyetsizlik yetkisi tanıyıp katliamların, infazların, keyfiyetçi yönetim altında azgın baskı ve saldırıların önünü sınırsızca açıp yargılama ve hukuk dışında tutmaya dönük yasal düzenlemelerin yapılmasına, topyekûn savaş saldırganlığı ile ülke halklarına faşist baskıyı dalga dalga tırmandırmasına ve Kürt ulusuna soykırımcı katliamlar uygulayan vahşetine kadar tüm faşist uygulama ve yasalar bu iktidar egemenliği uğruna yapılmaktadır. Ancak, bugün tırmandırdığı faşist saldırganlık ve soykırımcı katliamlar nasıl ki sonuç vermiyor ve Kürt ulusunun kahramanca direnişiyle alabora ediliyorsa, öyle de çıkardığı faşist yasalar devrimci direniş ve gelişmeleri engellemeye ve iktidarını daha fazla ayakta tutmasına yetmeyecektir. Her şeye karşın çıkarılan faşist yasalara, özelde de pervasız katliam ve infazları gündeme getirecek olan askere dokunulmazlık zırhı getiren yasanın çıkarılmasına karşı her düzeyde tepkinin gösterilerek mücadeleyle karşılanması ihtiyaçtır. Kitlelerin büyük yığınlar halinde sokağa dökülmesi elzemdir. Bunun şartları mevcut ve uygundur. Faşist yasalara geçit verilmemelidir, verilemez. Başta Kürt ulusunun karamanca direnişi olmak üzere, Fransa işçileri ve halkının direnişi ilham olmalıdır.
06 güncel haber
16-30 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
15-16 Haziran tarihselliği ve önderlik 15-16 Haziran büyük işçi direnişi özellikle yaşandığı tarih itibariyle ülke devrimci hareket tarihinin gördüğü en büyük kitlesel direniş veya hareket niteliğidir. Direnişin büyük kitlesel niteliği ve devasa gücüne karşın hâkim sınıflarca bastırılması ve dinamik potansiyeline karşın somut sonuç ve kazanımlar elde edememesi, esasen direnişin kendiliğinden gelme ve komünist önderlikten yoksun olma özelliğinden illeri gelmekteydi 15-16 Haziran büyük işçi direnişi özellikle yaşandığı tarih itibarıyla ülke devrimci hareket tarihinin gördüğü en büyük kitlesel direniş veya hareket niteliğidir. Ki, devrimci 15-16 Haziran büyük işçi direnişi salt yığınsal hareket olma özelliğiyle değil, genel dersleri itibariyle de sınıf hareketinde tam bir dönemeci ifade etmektedir. Bundandır ki, ülke bilinçli devrimci hareketi bu direnişten büyük dersler çıkaran özel bir ilgi göstermiştir. Kaypakkaya yoldaşın hareketi değerlendirmesi ve hareketten dersler çıkarması 15-16 Haziran işçi direnişinin taşıdığı bu anlamı göstermektedir. Kitlelerin devrimci öfkesini dışa vuran işçi direnişi devasa devrimci bir gelişme olmasına ve direniş-mücadele geleneği bakımından ağladığı siyasi kazanımlara, işçi sınıfının üretimden gelen gücünü ortaya koymasına karşın, bu büyük hareket doğru orantılı sonuçlara ulaşamamıştır. Hâkim sınıflar tarafından kan ve katliamla bastırılmıştır. Bu vesileyle direnişte katledilen işçi ve devrimcilerin anısı önünde eğiliyoruz.
15-16 Haziran ve önderlik sorunu Direnişin büyük kitlesel niteliği ve devasa gücüne karşın hâkim sınıflarca bastırılması ve somut sonuç ve kazanımlar elde edememesi, esasen direnişin kendiliğinden gelme ve komünist önderlikten yoksun olma özelliğinden illeri gelmekteydi. Direnişin derslerini özetleyen Kaypakkaya yoldaş özellikle hareketin bu özelliğine vurgu yaparak, doğru derslerin çıkarılmasına ışık tutmuş, direnişin devrimci niteliği ve öğretici özelliğine işaret etmiş ve aynı zamanda kendiliğinden gelme hareketlerin önünde eğilen önderliğin tayin edici rolünü yadsıyan anlayışları da haklı olarak eleştirmiştir. Buradaki eleştiri esas olarak komünist ve devrimci hareketin önderlik nokta-
sındaki yetersizlikleriyle anlam kazanmaktadır. Büyük işçi yığınları ayaklanmalara girişerek devrimci rolünü sergiliyor ancak bilinçli devrimci hareket işçi kitlelerinin devrimci gelişmesine ayak uyduramıyor ya da bu gelişmeye ulaşma yeteneği reel olarak taşımıyordu. Önderlik rolünün bu yeteneksizliği veya yetersizliği işçi sınıfı ve devrimci kitlelerin devrimci enerjisini objektif olarak boşa çıkarıp sonuçsuz bırakıyordu. Devrimci parti ve örgütler işçi direnişi içinde yer alarak fedakârca çatışıp bedeller ödese de, bu olumlu pratiği önderlik etme yetersizliğini gidermeye yetmiyordu... Bugün onlarca yıl sonra bilinçli devrimci hareketin durumu benzer noktalarda seyretmektedir. Örneğin, Gezi-Haziran Ayaklanması gibi devasa hareket büyük kazanımlara yol açan bir potansiyele ve dinamiğe sahip devrimci gelişmeyi temsil etmesine karşın, komünist ve devrimci hareket bu gelişmeye önderlik edememiş, içinde yer alarak belli oranda yönetip önderlik yapmaya çalışsa da örgütsel durumu açısından bunu başaramamış, hareket esasta burjuva kesimlerin etkisinde kalmıştır. Bugün Erdoğan/AKP iktidarı her türden demokratik mücadele ve tepkiye azgınca saldırmakta, tam bir faşist diktatörlük uygulayarak toplumu büyük bir baskı altında tutmaktadır. Devrimci koşul-
ların pozitif eğilimine, işçi ve emekçi yığınların büyük hoşnutsuzluğuna rağmen, topyekûn savaş saldırganlığı altında estirilen faşist terör ve katliamlar toplumu sindirip kitlelerin harekete geçmesini engellemekte ya da elverişli devrimci koşullara karşın devrimci dalganın yükselmesini objektif olarak bastırmaktadır. Bu gerçek Kuzey Kürdistan'da tersinden cereyan etse de, ülkenin diğer kesimlerinde toplum korku atmosferine alınmış, işçi sınıfı baskılar altında esasta edilgen hale getirilmiştir. Daha da önemlisi keskin faşist saldırı dalgası altında hüküm süren siyasi süreç ve gelişmeler baskın olarak öne çıkıp işçi sınıfı hareketinin fiilen geride kalmasına yol açmaktadır. Tüm bu realiteye karşın parçalı da olsa önemli oranda işçi-emekçi mücadelelerinin yaşanmasından söz edilebilir. Çevre sorunları temelinde küçümsenmeyen direniş ve hareketler dinamik olup süreklilik kazanmış durumdadır... Toplumsal kitlelerde mevcut iktidara karşı büyük hoşnutsuzluk ve tepki büyümekte, ama bir tedirginlik de yaşanmaktadır. Milliyetçilik zehri ve ırkçı faşist baskılar kitlelerin belli bir bölümünü iktidara eklese de büyük bir toplumsal kesimin patlamaya hazır olduğu söylenebilir. Ki, zaman zaman gündeme gelen direnişler
ve elbette Gezi-Haziran Ayaklanması’yla doruğuna ulaşmış olan hareket bunun delili durumundadır. Ki, Gezi-Haziran Ayaklanması’na gelmeden önce yaşanan kitlesel eylem ve hareketler de azımsanacak ölçüde değildi. Demek ki, faşist terör, katliam ve baskılar objektif olarak kitlelerin hareketini etkilese de esasta bilinçli devrimci hareketin süreçte güç olamaması, önderlik rolünü oynayamaması ve uygun olan devrimci koşulları yönetememesi gerçeği kitle hareketinin büyük dalgalarla serpilememesinde belirleyici etkendir. Bugün faşist saldırı ve baskılar çok azgın sularda seyredip kitlelerin tepki ve hareketine etkide bulunsa da, devrimci koşullar son derece uygundur. Toplumsal bilinçlenme ve demokratik bilincin gelişme düzeyi düne oranla daha gelişkindir. Çelişkiler çok daha keskin ve derindir. Siyasi çelişkiler zeminde yaşanan gelişmeler az değil, gereğinden fazla olanak sunmaktadır. Kuzey Kürdistan somutundaki gelişmeler ölüm-kalım sınırında ağır bir mücadele sürecine tanıklık yapmaktadır. Korkunç katliamlara paralel biçimde kahramanca direniş yaşanmaktadır. Bütün bunlar devrimci şartların uygun olduğunu göstermektedir. Fakat militan devrimci çizgiyle sürece müdahale etme pratiği Kürt ulusunu dışta tutarsak genel anlamda zayıf ve yetersizdir. Önderlik rolü boşluk taşıyan alan olma durumunu sürdürmektedir. Daha da önemlisi bilinçli devrimci hareket objektif olarak kitlelerin kendiliğinden hareketine umut bağlamış durumdadır. Büyük bir kesim burjuvazinin iç çelişkilerinden medet uman-arayan durumdadır. Komünist ve devrimci yapıların belli iradi çabalarına ve bu temelde oluşturdukları Halkların Birleşik Devrim Hareketi gelişmesine karşın, egemen tablo esasta bu edilgen durumdadır. İşçi sınıfı hareketinin siyasi gelişmelerin gölgesinde kalmasının veya zayıf kalarak beklenen reaksiyonu verememesinin en önemli nedenlerinden biri işçi sınıfı içindeki örgütlenmelerin zayıflığı, dolayısıyla sendikaların bilumum versiyonda burjuva önderlikler tarafından yönetilmesi gibi nedenlere dayanmaktadır. O halde görev açıktır; işçi sınıfı içinde örgütlenmeye yoğunluk verilmelidir. Sendikalarda örgütlenme ve yönetimlerini ele geçirmek ertelenemez görevdir. Son tahlilde militan çizgide devrimci mücadelenin kendi kulvarında geliştirilmesi zorunlu olup esas alınması gereken doğrultudur.
16-30 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
güncel haber
ÖRGÜTSEL YÖNELİM
07
≫ refik demir
PROLETER DEVRİM EKSENLİ DEVRİMCİ/KOMÜNİST ÖRGÜTÜN STRATEJİK MAHİYETİ
S
ınıflar mücadelesinin MLM ustalar tarafından bilimsel sosyalist manifestoya dönüştürülerek özel mülkiyet ilişkilerinin köklü devrimci dönüşümü ekseninde komünizmi merkeze koyup kendi ayakları üzerine dikilmesi ve burjuvazinin karşısına çıkmasından bu yana her konjonktürde farklılıklar ve sınırlılıklar içerse de, MLM’nin evrensel değişmez olan belli temel ilkeleri bulunmaktadır. Bunları kısaca bir kez daha tekrarlamayı gerekli görmekteyiz. Bunlar; her devrimin temel içeriği olan siyasal iktidarın devrimci savaşla parçalanması, proleter dünya devrimi ve komünizmi hedeflemesi, komünist partinin stratejik varlığı ve burjuvaziye karşı devrimin dostlarını ve müttefiklerini birleştirme perspektifi ile biçimlenen birleşik cephe olarak özetleyebiliriz. Devrimin diğer bütün bileşkeleri yani program, strateji ve taktikler, araçlar somut politika ve biçimler bu temel ilkelere göre biçimlenir ve biçimlenmek durumundadır. MLM’nin temel evrensel ilkelerine göre biçimlenmeyen ve ona hizmet etmeyen hiçbir mücadele biçim ve aracının proleter devrimci olması asla düşünülemez. Bu istisnasız olarak tüm mücadele biçim ve araçlarımızın kendi özgünlükleriyle proleter devrimi merkeze koymalarını zorunlu kılar. Zaten devrim ve reformizm arasındaki keskin ayrışım tam da bu zeminde vücut bulmaktadır. Siyasal iktidar mücadelesiyle arasında diyalektik bir bağı olmayan ve dolaylı ya da dolaysız onu beslemeyen, ona kan taşımayan bir mücadele biçimi ve onun hizmetindeki araçların niyetlerden bağımsız olarak reformizme kayması kaçınılmazdır. MLM ilkelerden veya siyasal iktidar mücadelesinden kopuk olarak ya da bu ilkeleri sulandırarak sadece günlük ya da dönemsel politikayı merkeze koyanların kaçınılmaz olarak gideceği durak reformizmdir. Hiçbir mücadele alanı kendini sadece belli görev ve sorumluluklarla sınırlandırma lüksüne ve siyasetine sahip değildir. Her mücadele alanının kendi özgünlükleri zemininde proleter devrimi besleyeceği, kitleleri devrimcileştireceği ve toplumsal mücadeleye önderlik edeceği bir gerçekliği bulunmaktadır. Açık alan çalışması da dâhil tüm alanlar ve araçlar tartışmasız olarak kendilerini bu devrimci düzlemde inşa etmek durumundadır. Devrimci militan bir halk hareketi ancak bu perspektifle yaratılabilinir. Belli devrimci görev ve yönelimleri kendinden azade görerek sadece başka yerlere havale eden anlayışlar kesinlikle kabul edilemez. Diğer tüm mücadele alanlarında olduğu gibi açık alan mücadelesinde de örgütlenmemizin temel içeriği devrimci meşruluğu esas alır. Bu alan mücadelesi burjuvazinin yasal boşluklarından sonuna kadar yararlanmayı benimserken kendini asla burjuva yasallıkla sınırlamaz. Bu alanda da kendi özgünlüğü zemi-
ninde mücadele ve örgütlenmesinde burjuva yasallığı değil, devrimci meşruluğu esas alır. Meseleye dair yaklaşımımızı daha berraklaştırmak için Sınıf Teorisi’nin 20. sayısında yayınlanan “Örgütlenme Üzerine” başlıklı makaleden kısa bir alıntı yapmak gerekli olacaktır: “Bu bağlamda silahlı mücadele ve devrimci zoru prensipte reddeden bir mücadele formatı asla proleter devrimci nitelikle bağdaşmaz. İşte bundandır ki yukarıda bahsi geçen-geçmeyen her türlü mücadele biçimi, ister açık alan yasal zemin mücadeleleri olsun isterse başka alanlara özgü mücadele ve örgütlenme biçimleri olsun hepsinin son tahlilde silahlı mücadele biçimi ve örgütlenmesine bağlanması ve buna tabi ele alınması devrimci çizgi ile reformist çizgi arasındaki ilkesel bir ayrım noktasıdır. Eğer bütün bu mücadele ve örgütlenme biçimleri silahlı mücadele prensibi temelinde ele alınmazlarsa hepsinin son tahlilde burjuva reformist damga yemesi kaçınılmaz olacaktır. Proleter devrimci perspektif en gerici kurumda örgütlenme anlayışını benimserken, parlamentodan kürsü olarak yararlanma amaçlı seçimlere girme siyaseti veya bu alanı kullanması, açık alan demokratik mücadele ve örgütlenmelerini kullanmayı istisnasız olarak benimseyip. Bütünüyle silahlı mücadele ve sosyalist halk savaşını geliştirme yâda ona hizmet etme temelinde ele almaktadır.” Sınıflar mücadelesinin bütün tarihsel sürecinin bizlere kanıtladığı ve MLM’nin de kendi tarihsellikleri bağlamında sürekli nitel olarak geliştirdiği ve sınıf mücadelesinde burjuvazi karşısında işçi sınıfı ve ezilenlerin en ileri stratejik araçlarından biri olan devrimci örgüt sorunu bugün de siyasal iktidar mücadelesinde olmazsa olmaz bir yerde durmaktadır. Gerek dünya gerekse kendi ülke gerçekliğimize baktığımızda ve kitlelerin egemenler karşısında gelişen kendiliğindenci eylemlerini doğru okuduğumuzda çıkaracağımız temel sonuç şu olacaktır; devrimci örgütün olmayışı ya da zayıflığı durumudur. Devrimci örgüt derken herhangi bir devrimci nitelikli örgütten bahsetmiyoruz. Ya da MLM’den etkilenen fakat ufku küçük burjuva devrimciliğini aşmayan bir devrimci örgütten bahsetmiyoruz. MLM’nin bilimsel komünist zemininde kendini billurlaştıran, MLM’nin yaşayan canlı ruhunu kendine referans alarak sürekli kendini yenileyerek nitel olarak ilerleyen ve proleter dünya devrimi rehberliğinde açıkça komünizmi hedefleyen bir devrimci/komünist örgütten bahsediyoruz. Bugün devrimle karşı devrim arasında keskinleşen sınıflar mücadelesinde can alıcı sorun devrimci örgüt sorunudur. Dünyayı değiştirme ve dönüştürme yürüyüşümüzde temel stratejik araçlardan biridir devrimci örgüt. Dolayısı ile bugün her zamankinden daha fazla sarılmamız ve inşa etmemiz ge-
reken biricik devrimci gerçek devrimci/komünist örgütü kendi MLM zemininde daha ileri düzeyde ayakları üzerine dikmek olmalıdır. Bu belirlemelerimizden devrimci/komünist bir örgütün olmadığı yargısı çıkmamalıdır. Aksine Türkiye-Kuzey Kürdistan’da proleter dünya devrimini kendine rehber edinen ve komünizmi berrak biçimde hedefleyerek enternasyonal proletaryanın kızıl bayrağını coğrafyamızda kan ve can pahasına dalgalandıran Maoist Parti’nin varlığını ve siyasal iktidar mücadelesini hedefleyen yönelimini bir kez daha gururla vurgulamak elzem olacaktır. Fakat bu durum anlatmaya çalıştığımız gerçekliği ortadan kaldıran bir nokta değildir. Evet, Maoist Parti’nin varlığı bir gerçekliktir. Fakat bu gerçeklik daha da nitelikli adımlarla daha da ilerletilmeli ve somutta devrimci rolünü oynayacak ve toplumsal çelişkilere devrimci müdahalelerde bulunacak bir düzeye taşınmak zorundadır. Ki bu bizlerin önündeki en temel görevlerden biridir. Gerek sınıf mücadelesinin bütünlüklü tarihsel süreci, tecrübeleri ve gerekse de kendi ülkemizdeki devrimci mücadelenin tarihsel sürecinin bizlere kanıtladığı devrimci gerçeklerden biri de devrimci/komünist bir örgüt olmaksızın hangi düzlemde olursa olsun gelişen ve hatta büyük kasırgalara yol açan kitle hareketlerinin nihayetinde yenilgiyle karşılaşacağıdır. Ülkemiz mücadele tarihi açısından somut olarak Devrimci Yol ve Kurtuluş gibi hareketler buna tipik örnektir. Devrimci örgüt noktasındaki keskin olması gereken anlayışımızı pekiştirmek açısından yine Sınıf Teorisi’nin 20. sayısında yayınlanan “Örgütlenme Üzerine” başlıklı makaleden kısa bir alıntı yaparak yazımızı sonlandırmak istiyoruz: “Devrimde teorik-pratik, ayakta kararlı bilimsel bir duruş ve çizgi temelini esas almayan, dolayısıyla siyasal ilişkiler dışında geri ilişkiler biçimlerine dayanan anlayışlar esasta komünist parti ruhu ve kişiliğine terstir. Devrim faaliyetine cevap olamayan bir örgüt ve kadro bir etiket taşıyor olsa bile reel gerçekte devrimin silahı durumunda değildir. Komünizm için yeni mevzilerle ilerlemeyen, ideolojik siyasi seviyesini ilerletmeyen, komünistleri, sınıfı, halkı birleştirmede sürekli mesafeler kat etmeyen, nitel inşayı derinleştirmeyen, stratejik konumlanmayan, kibir ve gösterişten uzak komünizmi içselleştirip bir kültür ve kişilik olarak yükseltmeyen bir örgüt ve birey problemlerden ciddi şekilde muzdarip demektir. Geçmiş veya geçmiş mirasını tükenmez bir kredi olarak kullanan bura üzerinden yükselmekle yetinen ve kendini yenilemeyen bir örgüt ve kadro gelenekçiliği aşıp geleceği kuramaz.”
08 analiz yorum
16-30 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
Ermeni Soykırımı ve Almanya Soykırım, katliam ve sömürü düzeninden beslenen emperyalist ülkelerin soykırımları sadece söylem düzeyinde kınamaları pratikte ise bütün savaş, soykırım, kıyım ve katliamlardan rant devşirmeleri emperyalist düzenlerinin bir gereğidir. Bunu bildiğimiz zaman, Almanya dâhil bütün emperyalist ülkelerin, soykırımlara karşı durma veya soykırımları engelleme gibi bir dertlerinin olmadığını da iyi biliriz. Sadece bugün Ortadoğu coğrafyası ve Afrika’da süregelen emperyalist talan ve katliamların perde arkasındaki emperyal güçlere bir baktığımızda, Almanya’nın Ermeni Soykırımı’nı tanımakta pek de samimi olmadığını rahatlıkla görebiliriz Bugüne kadar çoğunluğu Avrupa’da olmak üzere 29 ülke tarafından resmen tanınıp kabul edilen, Osmanlı İmparatorluğu’nun başta Ermeniler olmak üzere diğer Hristiyan azınlıklara da uyguladığı 1915/1916 Ermeni Soykırımı, 2 Haziran 2016’da Alman Federal Meclisi tarafından kabul edildi. Çok geç kalınmış ve birçok yönüyle yetersiz bir karar olmasına rağmen, Ermeni Soykırımı’nın Alman Federal Meclisi’nce tanınması, soykırımın unutturulmaması adına ileri ve önemli bir adım olarak görülebilir. Tarihte dünyanın en büyük soykırımlarından birinin altında imzası olan Nazi Almanyası’nın ırk ve milliyet bakımından devamı sayılan bugünkü Almanya’nın, söz konusu Ermeni Soykırımı’nı tanımakta ikircikli davranması, soykırım kabulünün bugünlere kadar sürüncemede bırakılmasının mutlaka bir arka planı vardır. Bu arka planın deşifrasyonuna geçmeden önce, Alman Federal Meclisi’nce onaylanıp kabul edilen Ermeni Soykırımı yasasının neleri içerdiğine kısa bir göz atmak gerekiyor. Bunun için birkaç sayfadan oluşan tasarıda, kayda değer birkaç ifadeyi aktarmak yeterli olur sanırım. “101 yıl önce Ermenilere ve diğer Hristiyan azınlıklara yönelik soykırımın hatırlanıp anılması” başlığını taşıyan tasarı; “Alman Federal Meclisi, Osmanlı İmparatorluğu’nda 100 yıldan uzun bir zaman önce Ermenilere ve diğer Hristiyan azınlıklara karşı girişilen tehcir ve katliamların kurbanlarının önünde eğilmektedir” diye başlayarak “Alman Federal Meclisi, zamanın İttihat ve Terakki hükümetinin, Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenileri neredeyse tamamen yok eden uygulamalarını da kınıyor” şeklinde devam ediyor. Ermeni Soykırımı’nda Almanya’nın oyna-
dığı rol ve sorumluluğa vurgu yapma adına ise, “Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri müttefiki Alman İmparatorluğu’nun, kendi diplomatlarının ve misyonerlerinin, Ermenilere yönelik sistematik sürgün ve yok etme uygulandığına dair raporlarına ve bildirimlerine rağmen, bu suçu durdurmak için harekete geçmemesinden üzüntü duyulduğu” şeklinde bir söyleme yer verilmiş. Soykırımın resmen tanınmasının akabinde yapılması gerekenler konusunda ise net bir ifade yer almıyor. Ermeni Soykırımı’nın orta eğitim ve yüksekokulların eğitim müfredatında yer alacağının söylenmesi dışında herhangi bir yaptırım taahhüdü bulunmuyor. Soykırım mağdurlarının taşınmaz mallarının iadesi veya tazminat hakkına ilişkin ise tavsiye niteliğinde dahi herhangi bir karara yer verilmemiş. TC Devleti ile AB’nin önderliğini yapan Almanya arasında kıyasıya bir mülteci pazarlığının yapıldığı bugünlerde, soykırım yasasının Alman Parlementosu’nda kabul edilmesinin zamanlama açısından Almanya için isabetli olmadığı sanılabilir ilk bakışta. Ancak görünüşün ardındaki gerçeğe baktığımız anda, her ifadesinde kerhen kabul edildiği anlaşılan yasa ile asıl hedeflenen kazanımları daha net görebiliriz. Zira kendi tarihi Holokost gibi ağır bir soykırımla lekeli olan bir ülkenin, 100 yıllık Ermeni Soykırımı’nı yeni tanıması, demokrasi ve adalete olan inancı ve derin sevdasından kaynaklanmıyor. Almanya’da başbakan Angela Merkel’in, mülteciler konusunda Türkiye’ye dolayısıyla R.T. Erdoğan’a çok taviz verdiği yaygın kanısı bulunmaktadır. Bu yaygın kanının önlenmesi ile Merkel’in partisi ve koalisyon hükümetinin büyük ortağı Hristiyan Birlik Partileri’nin (CDU/CSU) giderek oy kaybettiği algısının önüne geçilmesi gerekiyordu. Bu yasanın kabulü ile Merkel hem kendi seçmenine hem de dünyaya, “Almanya dünyada hiçbir güce boyun eğmez” mesajı vererek imajını düzeltmeye gitmiştir. Avrupa Birliği’nin üye ve aday ülkelere şart koştuğu demokratik kriterlerin TC tarafından bir türlü yerine getirilmemesi, R.T. Erdoğan’ın iç politikada prim yapmayı amaçlayan tutarsız-sert üslup ve ırkçı-milliyetçi söylem ve uygulamaları, AB görüşmelerini yürüten eski başbakan Davutoğlu ve ekibinin hükümetten tasfiye edilmesi gibi gelişmeler; özellikle mülteci anlaşmasında Türkiye’nin güvenilir bir partner olmadığını net bir şekilde ortaya koydu. Zaten mültecileri geri kabul etmesi (Geri Kabul Anlaşması) karşılığında Türkiye’ye, AB ülkelerine vizesiz seyahat hakkı sağlanmasına, Almanya dışındaki diğer AB ülkelerinin sıcak bakmadığı da biliniyor. Türkiye’nin IŞİD ve benzeri terör örgütlerine destek verdiğinin görülmesiyle de Türk vatandaşlarının Avrupa’ya vizesiz seyahat edebilmeleri halinde, “terör” tehdidin somut
bir hal alacağı endişesi ve korkusuyla, başta İngiltere olmak üzere bazı ülkeler, AB’den çıkma tartışmalarını ortaya atmaya başladı. Hatta İngiltere, bu tartışmaları bir adım ileriye taşıyarak 23 Haziran’da AB’de kalıp kalmamayı halk oylamasına sunmaya hazırlanıyor. Bütün bu güvenlik endişeleri altındaki muğlâk süreçte Almanya, Türkiye’ye AB vize serbestisi ile tam üyeliğin verilemeyeceğini anlamış durumda ancak anlaşma masasını deviren taraf olarak da görülmek istemiyor. Bunun için soykırım yasasının kabulüyle TC’yi masadan çekilmeye zorlamak istiyor. Yoksa yansıtılmaya çalışıldığı gibi Türkiye’nin terörle mücadele yasasını değiştirip değiştirmemesi ne Almanya’nın ne de diğer AB ülkelerinin umurunda. Kaldı ki gerçekte böyle bir kaygıları olsaydı, aylardır TC devletinin Kuzey Kürdistan’da taş üstünde taş bırakmayan askeri operasyon ve saldırılarına bir ses çıkarma cesaretini gösterirlerdi. Aksine; Kürt sorunu konusunda yıllardır ikiyüzlü bir politika izlemekten vazgeçmeyen Almanya ve AB ülkeleri, şu anda Kuzey Kürdistan’da soykırım sınırlarını zorlayan TC’nin katliam politikalarına herhangi bir tepki vermedikleri gibi göz yummaya da devam ediyorlar. Diğer taraftan, demokrasi, özgürlükler, hukukun tarafsızlığı ve üstünlüğü konusunda gün be gün totaliterleşen, bununla kalmayıp diktatörlük yolunda hızla ilerleyen RTE merkezli bir rejime gidiş, kadim demokrasisi ile övünen AB ülkelerinin bu konuda bir kelam etme zorunluluğunu dayatıyor. Dolayısıyla, soykırım yasasını bu konuda bir fırsat olarak gören Almanya’nın, yasanın kabulü ile halklar nezdinde vicdanını rahatlatma bu yolla siyasal bir çıkar elde etme peşinde olduğu görülüyor. Zaten soykırım, katliam ve sömürü düzeninden beslenen emperyalist ülkelerin soykırımları sadece söylem düzeyinde kınamaları pratikte ise bütün savaş, soykırım, kıyım ve katliamlardan rant devşirmeleri emperyalist düzenlerinin bir gereğidir. Bunu bildiğimiz zaman, Almanya dâhil bütün emperyalist ülkelerin, soykırımlara karşı durma veya soykırımları engelleme gibi bir dertlerinin olmadığını da iyi biliriz. Sadece bugün Ortadoğu coğrafyası ve Afrika’da süregelen emperyalist talan ve katliamların perde arkasındaki emperyal güçlere bir baktığımızda, Almanya’nın Ermeni Soykırımı’nı tanımakta pek de samimi olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Başta da biraz değinmeye çalıştığım gibi; Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni, Aramî/Asuri, Keldani, Süryani gibi azınlıklara uyguladığı soykırıma sessiz kalan dönemin Alman İmparatorluğu da Jön Türkler’in suç ortağıdır. Bu suç ortaklığını mahcup bir ifadeyle kabul eden Alman Parlamentosu’nun Almanya ve TC Devleti’ne herhangi bir yaptırım kararının olmaması
samimiyetsizliğin açık bir ifadesidir. Dahası, Almanya bugün ABD ve Rusya’dan sonra dünyanın silah ihraç eden ülkeleri içinde 3. sıradadır. Küçük çaplı silahlar dışında, savaşlarda kullanılan ağır silahların büyük bir bölümünün Suudi Arabistan gibi Ortadoğu ve Afrika’nın dikta rejim sahipleri diktatörlere satıldığı biliniyor. Bu diktatörlerin de silahlarını çoğunlukla halklarına karşı kullandıkları düşünüldüğünde, Almanya’nın üretip sattığı silahlarla, ezilen halk ve azınlıklara karşı soykırımları nasıl desteklediği daha net anlaşılıyor. Ayrıca Almanya bugün, dünyadaki savaş, soykırım ve katliamların baş aktörleri ABD ve NATO’nun en büyük destekçisi ve silah sağlayıcısı ülkelerin başında gelmektedir. Bunun için, emperyal emelleri uğruna dünyayı cehenneme çeviren emperyalist-kapitalist-faşist iktidar sahiplerinin yaptıkları soykırımları bir 100 yıl sonra bu şekilde konuşmak istemiyorsak; bütün evrende barış, demokrasi ve özgürlüğü hâkim kılacak, eşitlikçi ve adil bir düzeni kurma mücadelesini yükseltmek ve sınıf savaşı saflarındaki yerimizi almak zorundayız. RİMA GÜNEŞ
16-30 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
haber yorum
09
Almanya’nın gizlenmeye çalışılan rolünden soykırımın kabulüne Ermeni Soykırımı geçmişteki ve şimdilerin Türk devletince utanmazca inkâr edilegelmiştir. Bu inkârcılık sendromu, soykırımın başlıca bileşenlerinin, yani kurban halkı imha etme niyetinin ve merkezi otoritelerin hedefteki kurban halkın toptan imhasının örgütlenmesi ve yürütülmesine doğrudan karışmış olmalarının inkârıyla halen bütünleşmektedir. Bugün Alman Parlamentosu’nda kabul gören soykırım kararı 1915 katliamındaki Almanların rolünü, tutumlarını, tarihsel sorumluluklarını insanlık vicdanında hafifletir mi? Bugün 1915 Ermeni Soykırımı ele alınırken sorumluluk sahiplerinin kendi tarihsel rolünü yok sayarak kavramsal olarak soykı-
rımı kabul edebilmeleri çok anlamlı olmasa gerek. Oysa kesin bir dil kullanmamakla beraber Ermeni Soykırımı’nın 20. yy’ın ilk büyük soykırımı olduğunu ifade etmek doğru olacaktır. Kesin olmama hali, işlenen suçun büyüklüğüne nazaran uluslararası arenada ve günümüzün insanlık vicdanında cezalandırmaktan kurtulmuş olmasındandır. Faillerine sağlanan olanaklar, dokunulmazlıkların yanı sıra Ermeni Soykırımı’na bir başka önemli fark yüklenmiştir. Bu da bizzat Hitlerin de dile getirdiği gibi Nazileri II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda kitlesel imha kampanyalarını hayata geçirmede güçlü kılmıştır. Holokost’tan örneklersek, Ermeni Soykırımı Holokost’tan bir farkla ayrılır. Holokost tam olarak kabul edilmiş, bedeli ödenmiş ve fail kampında yer alanlara büyük oranda tazmin edilmişken, Ermeni Soykırımı geçmişteki ve şimdilerin Türk devletince utanmazca inkâr edilegelmiştir. Bu inkârcılık sendromu, soykırımın başlıca bileşenlerinin, yani kurban halkı imha etme niyetinin ve merkezi otoritelerin hedefteki kurban halkın toptan imhasının örgütlenmesi ve yürütülmesine doğrudan karışmış olmalarının inkârıyla halen bütünleşmektedir. Bugün Alman Parlamentosu’nda kabul gören soykırım kararı 1915 katliamındaki Almanların rolünü, tutumlarını, tarihsel sorumluluklarını insanlık vicdanında hafifletir mi? Türk inkârcıları belgeleme işine ayrı bir önem atfetmekteler. Gerekli olan şey alışılagelmiş belge türü değil. Zorlayıcı güce sahip belgelerdir; güvenirlik, açıklık, inkâr edilememezlik… Ermeni Soykırımı’na ilişkin Alman kanıtlarının güvenirliliği, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndaki imparatorluk Almanya’sı ve imparatorluk Türkiye’si arasındaki siyasi ve askeri ittifaka uzanan güçlü bağlardan gelmektedir. Tüm Türkiye‘yi saran Alman diplomatik ve askeri görevlileri ağı Ermenilere uygulanan mezalimi birinci elden görme fırsatı sağlıyordu. Ama soykırım eylemlerinin gerçekleştirildiği bölgelerde konuşlanmış tüm alt rütbeli konsolosluk memurlarınca toplanan belgeler Berlin’de üst otoritelerce özellikle de İmparator II. Wilhelm tarafından gizlenmeye, görmezden gelinmeye tabii tutulacaktı. Soykırım hiçbir engelle karşılaşmadan titizlikle sağlanılacaktı. Almanların, Ermenilerin bu durumuna yönelik aldırmazlığa varan politikası 1883 yılında dönemin demir şansölyesi Bismarck’a kadar uzanır. Bismarck’ın izinden giden II. Wilhelm Abdülhamit’le dostluğunu sürdürdü, hatta padişah Avrupalı devletlerce kabul görmezken Wilhelm ‘hayırsever dostum’ demekteydi. 1909 Adana katliamının doruğunda bile ‘Ermenilerden bize ne?’ demekteydi. Çünkü 1896’da karşılıklı yapılan siyaset beyannamesi iki ana ögeye oturuyordu: Bir; Almanya hiçbir menfaati olmadığı bir ırk namına müdaha-
lede bulunmaya sebep duymayacaktı. Hristiyan halkın hatırına İslam âlemine karşı bir Haçlı seferi başlatmak Alman politikasının işi olmayacaktı. İki; Türkiye’nin bütünlüğünü ve Türkiye’deki sayısız Almanın ticari menfaatlerini tehdit eden tehlikeler mevzubahis olmakla ‘Ermenistan’daki katliamlar büyük resim içinde ehvenişer sayılmalıdır” diyeceklerdi. Buna onay veren Alman Dışişleri Bakanı Marshall 26 Kasım 1896’da bu belgeyi Şansölye Chlodwig’e iletecekti. Böylece Bismarck’ın dediğine gelinecekti… Bismarck’ın “Osmanlı İmparatorluğu’nun tebaa milliyetlerinden hiçbirinin bir Alman askerinin bile edilmesine değmeyeceği” biçimindeki sözlerini anımsayarak onay veriyordu Chlodwig. Kısaca Ermeniler için harekete geçme teklifleri anlamsızdı Almanlar için. Çünkü kurulan siyasi, ekonomik, askeri ilişkiler iki imparatorluk arasında önemliydi. Ve II. Wilhelm Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın patlak vermesinden önce Türkiye’de görevlendirilen askeri heyete bir sunumunda “Türkiye’nin dâhili meselelerine müdahil olmayın” talimatı verecekti. Çünkü Almanlar müttefik olarak uğruna savaşa hazır bir gücü görmekteydi. Yanı sıra o dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri Genel Kurmaylığı’na atanan Alman General Fritz Bronsart von Schellendorf bu emrin Ermeni sorununa yönelik uygulamaların bütün yöntemlerini kapsadığını belirtecekti. Başka bir deyişle en yüksek Alman General komuta ettiği Türk müttefiklerine Ermenilerle ilgili uygulamalarda alabildiğine özgürsünüz diyordu. Ermenileri kendilerini bekleyen kadere terk edilmelerine Almanlar tarafından da karar verilmişti. Türkiye’de bulunan Alman Büyükelçisi Baron Hans Freiherr von Wangenheim Almanya’ya gönderdiği raporda, “Bilhassa dikkatli olmalıyız. Aksi takdirde belki de beyhude bir gayeyle müdahalede bulunarak bizim için çok önemli ve çok hayati menfaatleri tehlikeye atabiliriz.” diyordu. Berlin’den Arthur Zimmermann da aynı düşünceyle, “Kendi evlatlarımız ve kardeşlerimiz bize Ermenilerden daha yakındır” diyor ve savaş dolayısıyla Türk askeri yardımına muhtaç olduklarını ekliyordu. Sorun Ermenilerin mahvolup olmadıkları değil, savaşın sonuna kadar Türk kuvvetlerini yanlarında tutmaktan ibaretti. ‘Bırakınız yapsınlar’ demek Türklerin Ermeni Soykırımı’nın onayına destek anlamına geliyordu. 15-18 Ekim 1916 yıllarındaki ziyaretlerinde Türk yetkililerle görüşmelerinde “Ermenistan Osmanlı Hükümeti’nin kendi takdirine kalmıştır” ifadesi de soykırıma açıktan destekten öte bir anlam taşımıyordu. Aynı yıllarda Alman basını da Ermenistan soykırımına karşı Alman hükümetinin uygulamalarına, kayıtsızlığına karşı hükümetin emirlerine uyacaktı. Prusya Savunma Bakanlığı temsilcilerin-
den oluşan Sansür Kurulu devreye girecekti.7 Ekim 1915 günü yapılan basın toplantısında Sansür Kurulu kararı ile “Türkiye’yi Ermeni katliamlarıyla ilgili hikâyelerle rahatsız etmemeleri” öğütleniyordu. Tekrar 23 Aralık 1915 tarihli başka basın toplantısında gazetecilere “Ermeni meselesi hakkında sesiz kalmanız iyi olur “denmekteydi… Alman General Colmar von Der Goltz Ermenileri Türkiye açısından önemli bir stratejik engel olarak gördüğünü açıkça dile getirebiliyordu. Onları komşu Rusya’nın potansiyel müttefiki ve aynı zamanda hemen tümüyle Müslümanların oturduğu bölgede yabancı bir etnik unsur olarak tanımlıyordu. Goltz, dini açıdan homojen bir Müslüman kalesi ve yayılmacı Rusya karşısında bir siper yaratmak için Ermeni halkının Mezopotamya çöllerinde tebdili mekâna mecbur edilmesini önerecek kadar soysuzlaşmıştı. Türk Genelkurmayı’nın başı General Bronsart ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin fiili kumandanı Enver iyi sırdaşlardı. Enver’in başlattığı 1914-1915 Soykırımı’nda Goltz’un yol göstericiliği önemliydi. “Muayyen bölgelerin Ermenilerden temizlenmesi” gerektiğinde ısrar ediyordu. Almanlar yol göstericileriydi demek abartılı olmayacaktır… Almanların Jön Türk liderleri Talat ve Enver’in soykırım politikalarına verdiği destek açıktı… Enver’in yakın dostu olan kıdemli Yüzbaşı Humman geçtiği mesajda bunu açıktan ifadelendiriyordu! “Türk hükümeti Ermeni meselesini cebren hallederek harbe ve Avrupa’nın işgaline yardımcı olmaktadır” demekteydi. Bütün bu yaşananlara vicdani tanıklıkları sorumluluk sayan, gerçekleri araştırma ve dolayısıyla soykırımı belgeleme yükünü esas itibariyle üstlenen Alman Konsolosluklar da yok değildi. Bunlardan Heinrich Bergfeld(Trabzon Konsolosu) Eugen Büge(Adana Konsolosu) Walter Rössler (Halep Konsolosu) Türk otoritelerinin suçlamaları dile getiren inkârlara karşı durmayı seçmişlerdi. Adana Konsolosu Talat’ın inkârını yüzsüzlük olarak değerlendiriyordu. Trabzon Konsolosu ise Ermenilerin tamamının imha edildiğini ifadelendirerek tarihe not düşmede önemli rol üstlenmekteydi. Fakat Türkiye ile güçlü ittifak ilişkileri bulunan Berlin’de etkili olmasalar da inkârın çürük temellerini yıkmayı dönemsel olarak başarmışlardı… İstanbul ve Berlin’deki üstlerinin manipülasyonlarına karşı çıkmada insanlığa hizmet ederek en azından insan haklarına hürmette sadık kalmışlardır. Ondandır ki geçmişin Almanya’sının 1915’deki rolünü incelemeden bugün Alman Parlamentosu’nda onaylanan soykırım kararı hakkında yorum yapmak eksik kalır. Tarihin sorumluluklarını geçmişten koparıp bugünün güncel siyasallığıyla değerlendirmek, tarihi sorumsuzluğu ve soykırım ortaklığındaki rolü hafifletmez.
10
kadın haber
16-30 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
AKP’nin muhafazakârlığı, İslamcılığı, neoliberalizmi ve kadınlar SİBEL ÖZBUDUN
partinin “beden politikaları”nda da görmüyor muyuz?
“Hevrîşmê deranî agir wergirt Kemînê danî mirinê wergirt.”[1] Tahribatın en yoğun gözlemlendiği toplumsal kesimlerden biri de, hiç kuşku yok ki kadınlar. AKP iktidarıyla birlikte, kadınların yaşamlarının her yönü, uzun bir sürece yayıldığı için geniş kesimlerce pek duyumsanmayan, ancak her seferinde bir boğum daha daraltılan bir cendereye mahkûm kılındı. Kadınların yaşam tarzları, giyimkuşamları, bedenleri, emekleri, İslâm referanslı bir muhafazakârlığın koyu ve tavizsiz uygulayıcısı olarak AKP’nin doğrudan ilgi ve müdahale alanına giriyor. Giriyor, çünkü AKP tarzı ideolojik bagajı yüklü ve doktriner partiler için “kadın sadece kadın değildir”. Bedeni, emeği ve kimliğiyle kadın, kendi kabullerini dayatabileceği bir savaş alanı, konturları bir hakikat rejimi eliyle çizilen bir yaşam tarzının cisimleşmesidir 14 yıllık AKP iktidarının tahripkâr varlığını bazı toplum kesimleri, daha yoğun hissediyor: Kürtler, Alevîler, işçiler; milliyetçiliğin, (Sünnî) İslâmcılığın ve de neoliberalliğin gelmiş geçmiş en koyu ve geçirimsiz karışımı olan bu partinin hedef tahtasındalar. Tahribatın en yoğun gözlemlendiği toplumsal kesimlerden biri de, hiç kuşku yok ki kadınlar. AKP iktidarıyla birlikte, kadınların yaşamlarının her yönü, uzun bir sürece yayıldığı için geniş kesimlerce pek duyumsanmayan, ancak her seferinde bir boğum daha daraltılan bir cendereye mahkûm kılındı. Kadınların yaşam tarzları, giyim-kuşamları, bedenleri, emekleri, İslâm referanslı bir muhafazakârlığın koyu ve tavizsiz uygulayıcısı olarak AKP’nin doğrudan ilgi ve müdahale alanına giriyor. Giriyor, çünkü AKP tarzı ideolojik bagajı yüklü ve doktriner partiler için “kadın sadece kadın değildir”. Bedeni, emeği ve kimliğiyle kadın, kendi kabullerini dayatabileceği bir savaş alanı, konturları bir hakikat rejimi eliyle çizilen bir yaşam tarzının cisimleşmesidir. Bu nedenledir ki, kendini içine yerleştirmekten hoşlandığı muhafazakâr-popülist “Türk
AKP’nin “beden politikaları”
sağı” geleneğinin hibrid, eklektik ve muğlak çerçevesinin tersine, AKP’nin kadınlar konusunda oldukça net, tutunumlu, kendi içinde tutarlı bir projesi var. Dilerseniz bu “proje”yi birkaç başlık hâlinde irdeleyelim.
Kadının bir “aile varlığı” olarak tescili “Proje”nin “resmî” ayağını, kadının “müstakil” bir varlık, bir kişi olarak yok sayılması ve aileyle tanımlanması oluşturuyor. İşin ilginç yanı, bunun, Türkiye’nin taraf olduğu kadın eşitliğini sağlamaya yönelik (CEDAW gibi) sözleşmeler gereği oluşturduğu kurumlar üzerinden gerçekleştirilmesidir. Böylelikle, Türkiye’de kadın-erkek eşitliğini sağlamak ve kadına karşı ayırımcılığı önlemek misyonuyla kurulan 1990’da kurulan Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve bu Müdürlüğün bağlı olduğu Devlet Bakanlığı, Önce Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı olarak takdis edilecek; ancak AKP iktidarı bakanlığın adındaki “Kadın” sözcüğünden rahatsız olmuş olacak ki, 2011’de, dönemin başbakanı Erdoğan’ın “Biz muhafazakâr demokrat bir partiyiz. Bizim için aile önemli,” kerametleri eşliğinde bu bakanlık kaldırılarak yerine “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ihdas edilecekti. Ama bu yetmedi; Meclis İçtüzüğünde değişiklik yapılarak Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun (KEFEK) kaldırılarak “Aile ve Sosyal Politikalar Komisyonu”na dönüştürülmesi yolunda teşebbüste bulundu iktidar partisi;[2] ancak muhalefetin ve kadın örgütlerinin sert tepkileri sonucu bu adımdan geri dönülecekti.[3] Evet, AKP, kadının aileden bağımsız, müstakil bir özne olarak varlığına tahammül edemediğini, teorik olarak kadın-erkek eşitliğini sağlamakla yükümlü kurumların adlarıyla (ve hiç kuşku yok ki görevleriyle) oynayarak gösteriyor.
Bunun son örneğini ise, kamuoyunda kısaca “Boşanma komisyonu” olarak bilinen, tam adıyla “Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar ile Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi İçin” kurulan Araştırma Komisyonu oluşturuyor. İktidar partisinin, ne hikmetse 2002’den bu yana yüzde 1400 artan kadın cinayetlerini değil de, boşanmalardaki yüzde 1.7’lik artışı “sorun” edinerek oluşturduğu komisyonun birbirinden tüyler ürpertici önerileri, kamuoyunda bir hayli tartışıldı. Hadi biz en “parlak” birkaçını anımsayalım: tecavüzcünün, kurbanıyla beş yıl boyunca “sorunsuz” bir evlilik sürdürmesi durumunda, denetimli serbestlikten yararlanabilmesi. Özcesi, mağdurenin tecavüzcüsüyle baş göz edilmesi! Boşanma davalarında arabuluculuk yoluna gidilmesi… Şiddet durumunda uygulanacak tedbir süresinin, kocayı mağdur etmemek için 15 günle sınırlandırılması… Aile hukukuna ilişkin tüm davalarda “gizlilik” uygulanması… Ve “altın vuruş”: İlahiyat mezunlarının aile danışmanı olabilmesi…[4] Evet, AKP indinde kadın, bir hak öznesi değil, bir aile varlığıdır. Onun yeri kamusal yaşamdan çok, yuvası, görevi politika (ya da bilim, sanat…) ile uğraşmaktan çok kocasına, çocuklarına sıcak bir yuva sunmaktır. Bu amaçla değil midir ki, devlet kademeleri tedricen kadınlara kapatılır: Günümüzde 900 kaymakamdan 13’ü, 448 vali yardımcısından 10’u, 80 müsteşar yardımcısından 5’i, 140 genel müdürden sadece 9’u kadındır.[5] 81 ilin valileri arasında kadın sayısı ise, 2’dir! “Tepe”de hâl böyleyken, tabanda durum hiç farklı değil. Kız öğrencilerin yüzde 40’ının lise öncesinde öğrenimi terk ettiği[6] bir tablo, 10-15 yıl içinde bugünkü durumu mumla arayacağımızı göstermiyor mu? “Kadın birey değil, aile varlığıdır” görüşünün en ete-kemiğe bürünmüş tezahürünü bu
Önce İstanbul Belediye Başkanı sıfatıyla kıydığı, sonraları Başbakan ve Cumhurbaşkanı vasfıyla tanık olarak katıldığı nikâh törenlerinde, geline, “en az 3 çocuk” talkınıyla tanıştık. Önceleri, kendine “Başkan baba”lık payesi biçen bir işgüzarın genç çiftlere “ayar çekmesi” gibi göründü. Ama iş, bununla kalmadı. Derken tam Roboskî tartışılırken gelen “Her kürtaj bir Uludere’dir!” absürdlüğü… Hemen ardından sökün eden kürtaja (ve sezaryene) ilişkin devletsel kısıtlamalar… “Çoğalın ki ben de ahirette ümmetimin çokluğuyla övüneyim,” dediği rivayet edilen bir peygamberin, “Biz milletimizi güçlü kılmak için hem nüfus itibariyle daha çok genç nüfusa, dinamik nüfusa ihtiyacımız var,”[7] deyip çocuk sahibi olmayan kadınları “yarım” ilan eden gayretkeş tilmizi… Böylelikle Türkiye sınırları dâhilinde kürtaj ve sezaryen fiilen yasaklanmış oldu; Diyanet İşleri’nin fetvası eşliğinde.[8] Ama AKP burada durmadı… Kadın bedenine müdahalelerini sözel ve fiiliyatta sürdürüyor. Kâh “Hamile kadınlar sokaklarda dolaşmasınlar” buyuran bir din âlimi; kâh “kadın iffetli olmalı, herkesin içinde kahkaha atmamalı,” diyebilen bir meclis başkanı; “Dolmabahçe’deki ofisimde, Kadıköy’den gelenlerin durumuna bakıyorum da…” deyip yutkunan bir başbakan; devletlû’nun “kızlı erkekli oturuyorlar” lafı üzerine öğrenci evlerini basmaya koyulan kolluk kuvvetleri; ilk-ortaokullarda kız ve erkek öğrencilerin kullandıkları merdivenleri ayıran yöneticiler, örtünme “serbesti”sinin ilkokullara dek inmesi… Ve bu coğrafyada herkesin bildiği “sır”: Çocuk gelinler. “Her ne pahasına olursa olsun nüfusu arttıralım,” dürtüsü, kız çocuğu bir an önce kazasız belasız sahibine devredilmesi gereken patlayıcı olarak gören namus anlayışı, kız çocukların “başlık parası” kisvesiyle alınıp satıldığı yoksulluk sahnesi, 8-9 yaşında kocaya verilmelerine cevaz veren dinsel gelenekler birleştiğinde, “Kadınların yüzde 40’ının çocuk gelin”[9] olması, karşısında AKP’nin ne yapmasını bekliyorsunuz? Ortalama erkek yurttaşlar bu “beden politikaları”nı son derece doğrudan okudular. Ve AKP iktidarı boyunca, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri kat be kat arttı…
Kadına yönelik şiddet Denk düşürdükçe (ya da “başı sıkıştıkça” mı demeli?) toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin kavrayışımıza “Eşitlik kadının fıtratına aykırıdır”[10]; “Kız mıdır kadın mıdır, bilemem!”[11]; “Anneliği reddeden kadın eksiktir, yarımdır”[12] kerametlerini buyuran “imam”
kadın haber
16-30 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
karşısında erkek cemaat coştukça coşuyor. Kadına yönelik şiddet, kadın cinayetleri, kriminoloji literatüründe içine yerleştirildikleri “namus/töre cinayetleri – şehvet suçları” kapsamını çoktan aşarak, “yaratıcı işkence yöntemleri” boyutuna büründü: tüfek harbisiyle tecavüz; tırnak sökme; burun kesme; baltayla, pompalı tüfekle, yakarak, parçalayarak öldürme; bütün bir kasaba ricalinin bir kız çocuğuna topluca ve yıllar boyu tecavüz etmesi; devletin kurumlarında, “koruma altındaki” kadın ve/veya çocuklara yönelik süregiden cinsel istismarlar… Ve karşılarındaki, kravat takıp el pençe divan duran faillere karşı sonsuz ve suç ortaklığı sınırlarına varan bir hoşgörü gösteren hâkimler…[13] Günde en az üç kadın cinayeti… Ve bütün bunları dert edinmeyen, tüm çabasını “evlilikte acı günler de olur, tatlı günler de… Sen de kocanı idare ediver, kızım,” “Kol kırılır yen içinde kalır,” “Koca bu, döver de sever de” kıvamında “aile yuvasının dağılmamasına”, boşanmaların azaltılmasına yoğunlaştırmış bir iktidar!
Bütün bunların sonucu: Boğaz tokluğuna kadın emeği Olayların buraya kadarı, İslâm referanslı bir muhafazakârlığı toplumsal yaşama nüfuz ettirme, toplumun kodlarını dinsel bir çerçeveye uyacak tarzda dönüştürme konusunda uzun soluklu ve sebatkâr bir stratejiye işaret etmeye yetiyor. Ancak hikâyenin tamamı bu değil. İşin bir de, AKP’nin bu ülkede “şampiyonluğu”nu üstlendiği neoliberal iktisat politikalarıyla bağlantılı yönü var. AKP’nin “İslâmcılığı”nın iktisadî alandaki karşılığı, yıllarca Marmara sermayesi karşısında “ötelenmiş” Anadolu sermayesinin ulusal pastadaki payını büyütme ve küresel piyasayla bütünleşme çabasının motoru
olmak. Bunu bir yandan (TSMF gibi) devlet aygıtları, bir yandan hileli ihaleler, bir yandan da bu sermayenin istihdam ettiği işgücünü alabildiğine ucuzlatarak gerçekleştiriyor. İşgücünü ucuzlatmak… Bu girişimin bir yanı başta Suriyeliler olmak üzere sığınmacıları boğaz tokluğuna dayanıyorsa eğer; çok önemli bir boyutu, kadınları düzenli istihdam piyasasının dışına iterek kayıt dışına mahkûm kılmaktır. Gerçekten de AKP iktidarı boyunca formel sektörlerde çalışan kadınların sayısı neredeyse istikrarlı bir tempoda azalıyor. Kadın emekçiler kayıtlı istihdamın üçte birinden daha azını oluşturuyor.[14] “Doğurun, daha çok doğurun” söylemleriyle kadınlar -eğitim düzeylerine bakılmaksızın[15] evlere doğru itiliyor. AKP hükümetlerinin birbiri ardı sıra açtığı “kadın istihdamı paketleri” de, kadın istihdamını arttırmaktan çok, kadın doğurganlığını arttırmayı hedeflemekte. Evlere püskürtülen, ancak çoğunlukla kendilerini derinleşen bir yoksulluk içinde bulan kadınların önünde ise, büyük çoğunluğunun içinde yer aldığı muhafazakâr ortamda, “aile bütçelerine katkıda bulunabilecekleri” tek seçenek bulunmaktadır: esnek, son derece düşük ücretli, güvencesiz, kayıtsız işler.[16] Bunlar işyerinde değil de çoğunlukla aile ortamında gerçekleştirildikleri için, bu kadınlar kendilerini “işçi/ emekçi” olarak değil, aile bütçelerine katkıda bulunan “ev kadınları” olarak tanımlamaktadır: bu nedenledir ki örgütlenmezler, hak mücadelesine yabancıdırlar, talepkârlık düzeyleri son derece düşüktür. “(Kadın istihdamını arttırma ve ‘çok çocuk doğurun’ söylemleri arasında) ciddi bir çelişki var. Bu mantığı ancak esnek çalışma modeline dayandırabilirseniz olur. Zaten yapılmaya çalışılan da bu. Biz bu sistemin kadın istihdamı için tehlikeli olduğunu
düşünüyoruz,” diyor Kadın Emeği ve İstihdamı Girişimi (KEİG) Platformu’ndan Nevra Akdemir.[17] “Esnek çalışma”… yani işçi olduğunun, sömürüldüğünün, sırtından devasa artık değer devşirildiğinin bilincine varmadan, çoğunlukla mahalleden bir aracı, konu-komşudan bir elci, akrabadan ya da cemaatten bir taşeron-patron için, ürettiklerinin uluslararası markalar tarafından el yakan fiyatlarla pazarlandığının farkında dahi olmadan, günde 13-14 saat, boğaz tokluğuna çalışmak… Bu arada ev işlerini, çocukları, bulaşığı, çamaşırı da ihmal etmemek… Yani hem üretimi, hem de yeniden üretimi, boğaz tokluğuna üstlenmek… Ve milliyetçi-muhafazakâr Anadolu sermayesini uçuşa geçirmek… 10-15 yıl öncesine dek birer imalathaneden ibaret işletmeleri, “dünya zenginleri” listesinde yer alan dev holdinglere dönüştürmek. Ramazanlarda lüks arabalarıyla mahallelerine teşrif edip iftarlık dağıtan Ray-Ban gözlüklü, Vuitton çantalı, ipek tesettürlü patron aileleriyle “din kardeşi” olmanın gururunu yüreğinde hissederek! Evet, gerçekten de AKP’nin muhafazakârlığı, İslâmcılığı ve neoliberalizmi, toplumun geniş kesimlerini, ama özellikle de kadınları yıkıma uğratan tutarlı, tutunumlu ve -kabul etmeli ki etkili- bir pakettir. NOTLAR [1] “Gökyüzünün karanlık kefeniyle örtük/ Yıldızların delik deşik ettiği ölüleriz.” (Murathan Mungan.) [2] Ve dönemin “yandaş” yazarları, bu tutuma arka çıkmak için fora ediyorlardı kalemlerini. Örneğin Nazife Şişman, Zaman’dan şöyle seslenmekteydi: “… ‘Kadın’ vurgusu illa aile karşıtı olmayabileceği gibi, ‘aile’ vurgusu da kaçınılmaz bir şekilde kadını ikincilleştiren, bizatihi onu ezen bir konumlandırmayı ihsas ettirmiyor olabilir.” (Nazife Şişman, “Kadına Karşı Şiddet mi, Kadına Karşı Aile mi?”, Zaman, 10 Mart 2012, s.22.) Bir kadın “sosyolog”un ağzından, şiddete uğrayan kadınlara ilişkin vakaların neredeyse tamamında failin bir erkek aile bireyi (koca, baba, erkek kardeş) olduğuna ilişkin verilerin ortaya saçıldığı bir dönemde fazla “gayretkeş” bir saptama! [3] Türey Köse, “Kadının Adı Devletten Siliniyor”, Cumhuriyet, 5 Aralık 2013, s.10; Işıl Özgentürk, “Devlet Kadını Siliyor”, Cumhuriyet, 3 Aralık 2013, s.8… Ama hâl-i hazırda bu komisyonun başkanı,
ÖNCÜ KADIN
11
bir erkek! (“İlk Fırsat Eşitliği Erkeklere Oldu” Evrensel, 2 Aralık 2015.) İşlevselliğini siz tahmin edin… [4] “TBMM Boşanma Komisyonu Kadın Ve Çocuk Haklarını Sıfırladı”, Evrensel, 16 Mayıs 2016... http://www.evrensel.net/haber/280306/tbmm-bosanma-komisyonu-kadin-ve-cocuk-haklarini-sifirladi [5] “CHP’li Dudu: AKP İktidarında Kadın Yönetici Sayısı Düştü”, 8 Mart 2016, Cihan HA… https://www.cihan.com.tr/tr/chp-hataymilletvekili-mevlut-dudu-8-mart-dunya-emekci-kadinlargunu-akp-kadin-yonetici-sayisi-dusus-2031243.htm [6] Mustafa Çakır, “Sistem Kızları Eve Kapatıyor”, Cumhuriyet, 23 Mart 2015, s.15. [7] “Doğum Kontrolü İhanet”, Hürriyet, 23 Aralık 2014,s.15. [8] AKP iktidarının “Şeyhülislâm”ı, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, 4 Haziran 2012 tarihinde Sapanca İl Müftüleri toplantısında yaptığı konuşmada, “Anne karnındaki ceninin, bebeğin de kendisine ait hayat hakkı vardır. Ne annesinin, ne de babasının onun üzerinde mülkiyet hakkı olmadığı gibi, onun hayatı üzerinde vazgeçme, sonlandırma yetkisi de yoktur,” buyurmuştu (“Diyanet İşleri Başkanı Görmez: Annenin Hayatı Sonlandırma Hakkı Yoktur”, Milliyet, 5 Haziran 2012, s.17). Ancak cenin “haklarını” anababasına karşı savunan hazretin, 12-13 yaşında evlendirilen kız çocukları, dini vakıflarda tecavüze uğrayan çocuklar, PKK’ye karşı savaşta öldürülen Kürt bebelerin hakları konusunda bir şey söylediğini duymadık! [9] “Kadınların Yüzde 40’ı ‘Çocuk Gelin’…”, Milliyet, 17 Mayıs, 2015, s.18. [10] Hatırlayalım: “Kadın ile erkeği eşit hale getiremezsiniz. Fıtratları farklı. Bazen erkek-kadın eşitliği diyorlar. Kadın kadına eşitlik doğru olanıdır. Erkek erkeğe eşitlik doğru olanıdır.” (1. Uluslararası Kadın ve aile Zirvesi’nde yaptığı konuşmadan, “Eşitlik Kadının Fıtratına Aykırı”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2014, s.6)… [11] Konya mitinginde, Hopa’daki olayları protesto etmek için tank üzerine çıkan ve polis müdahalesi sonucu kalçası kırılan Halkevleri Merkez Yürütme Kurulu üyesi Dilşat Aktaş’a yönelik sözleri! (4 Haziran 2011.) [12] KADEM hizmet binası açılış töreninden. (5 Haziran 2016.) [13] “Kadın sosyal paylaşım sitesine ilişki durumunu evli yazmamıştı, adam öldürdü, tahrik edilmiş sayıldı. Adam duruşma salonundaki avukatları ‘karısına yaptığı gibi’ öldürmekle tehdit etti, görülmedi, ‘iyi hâl’ aldı. Adam kadını erotik filmdeki başrol oyuncusuna benzetti, mahkeme ‘benzetmiş olabilir’ diyerek kararını ‘tahrik’ indirimli verdi. Kadın belki sevdi, kaçtı ancak adam fiziksel şiddet uyguladı, mahkeme kaçma geçmişini dikkate alıp ‘rıza’ saydı. Kız çocuğu bira içti, akrabası olan adam cinsel istismarda bulundu, heyet ‘rıza var’ dedi.” (Damla Yur, “Kırmızı Mont, Beyaz Pantolon Yargı İçin Tahrik Sebebi”, Cumhuriyet, 13 Kasım 2015, s.15.) [14] “Son 12 ayda artan 15 yaş üstü nüfusun, yani potansiyel işgücünün ancak yüzde 27’si işgücü piyasasına çıkmış. Ya diğerleri? 15 yaşını geçen bu nüfustan bir kısmı öğrenci, bunu anlarız, ama esas irkilten, ‘ev kadını-ev kızı’ konumuna geçirilenler. 12 ayda yaklaşık 500 bin kadın evlere tıkıldı ve ‘ev kadını’ olarak kodlanan kadın sayısı 12.2 milyona çıktı.” (Mustafa Sönmez, “500 Bine İş, 500 Bine de Ev Kadınlığı”, Cumhuriyet, 16 Haziran 2012, s.12.) [15] İstihdamın dışına itilmekten yüksek öğrenimli kadınlar da kaçınamıyor: Mayıs 2008 itibariyle kadın işsiz sayısı 129 bin dolaylarında iken, 2013’te bu sayı ikiye katlanmıştı: 265 bin. (“Kadının İşle İlişkisi Kesiliyor”, Birgün, 19 Ağustos 2013, s.4.) [16] “Çalışan Her 100 Kadından 53’ü Kayıt Dışı Çalıştırılıyor” Evrensel, 18 Kasım 2013, s.4. [17] “Patriarkal Kapitalizm ‘Kadın’ Üzerinden Besleniyor”, Cumhuriyet, 11 Mart 2013, s.9.
≫ aycan solmaz
STONEWALL’UN RUHU ORLANDO’NUN HESABINI SORACAK BD'de 12 Haziran Pazar günü yapılması planlanan Onur Yürüyüşü öncesi LGBTİ’lerin gittiği bir bara girerek kullandığı silahla onlarca kişiyi katleden ve onlarcasını da yaralayan saldırganın yine karşımıza barbar IŞİD örgütünü çıkarması pek şaşırdığımız bir durum olmadı. İslam dinini benimseyen ama sırf aynı mezhepten olunmadığı için bile öldürülen insanların yaşadığı Ortadoğu’da bu çetelerin ilerleyen dönemlerde Avrupa ve diğer ülkelerde de bu tür saldırıları gerçekleştirebilecekleri önceden tahmin ediliyordu. Amerikan halkının büyük bir şok yaşadığının söylendiği tüm haberler aynı zamanda gündeminde seçim olanların da argümanlarına yön verdi. Beyaz Saray önce “iç terör” olarak değerlendirdi. Ama çok geçmeden saldırganın bu eylemi IŞİD'e adadığı, yine bazı haberlerde de saldırıyı yapmadan önce FBI’ı arayarak bu örgüte katıldığı söylendi. Irkçı Trump ise yapılan protestolar sonucu Müslümanlara yönelik
A
söylemlerini azaltmışken bu saldırı ile birlikte tekrar eski argümanlarına döndü. Cumhuriyetçi Parti saldırıyı kınıyordu ama ne hikmetse saldırının yapıldığı yerin LGBTİ’lerin gittiği bir bar olduğunu söylemiyordu. Nefret cinayeti tanımının yetmediği bir saldırı söz konusu! Bilinçli, kendi gerici düşüncelerine göre "sapkın" olarak değerlendirilen bu insanlara yönelik planlı bir saldırı olduğu kesin. Akit Gazetesi’nin de böylesi tanımlamaları yapması bu algının Türkiye/Kuzey Kürdistan'da da oldukça yoğun olduğunu hatırlatıyor bize. Bu durum karşısında cinsel yönelimleri ve cinsiyet kimliklerinden dolayı sürekli tehdit altında olan LGBTİ’lerin yaşam hakkını savunma kampanyaları yürütmek ve duyarlı olmak zorundayız. Cinsel yönelimleri ve cinsiyet kimlikleriyle itibariyle toplumda ezilen ve katliamlara maruz kalan LGBTİ’lerle ortak bir mücadele hattı oluşturulmalı, haklı-meşru mücadeleleri söz dışında da eylemsel
olarak desteklemeli ve sahiplenmeliyiz. ‘Genel kültür’ ve ‘genel ahlak’ bakış açısına sahip erkek egemen anlayışla etkin mücadele etmeli ve bunu devrimci görev ve sorumluluklarımız içinde değerlendirmeliyiz. Barbar ve katliamcı IŞİD çetelerine karşı yürüttüğümüz her türlü mücadeleyi LGBTİ mücadele alanında da aynı duyarlılık ve sorumluluk bilinciyle ilerletmeliyiz. Bilinmelidir ki; Maoist komünistler sosyalizm koşullarında da cinsel yönelimlerin ve cinsiyet kimliklerinin kendilerini özgürce ifade edebilmesini ve haklarının korunmasını savunur. Bu doğrultu da içinden geçtiğimiz hafta itibariyle başta Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyası olmak üzere bir bütün dünya genelinde homofobi ve transfobiye karşı Trans Onur Haftalarına aktif katınılmalı ve Orlando katliamı başta olmak üzere LGBTİ’lere yönelik katliam ve saldırılar protesto edilmelidir! Unutulmamalıdır ki, 1969’da Stonewall’da ortaya çıkan direniş ruhu Orlando’nun hesabını soracaktır!
16-30 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
Değiştirme eylemi olara Devrimin kendisi değiştirme eylemi olduğuna göre, devrimci ve devrimcilik kaçınılmaz olarak değişimi tanır ve değiştirme esasına göre biçimlenir. Duygularla yoğrulmuş nostaljik devrimcilik ise, mantalitesine uygun olarak yeninin veya değişimin öne sürdüğü ihtiyaçları rahatsız edici telakki ederek eskiyle yaşayıp yürümede ısrar eder. Eskinin bağlarından kurtulamayan ve değişime ayak uyduramayan duygusal devrimcilik objektif olarak bilinçli devrimciliğin önünde ayak bağı durumuna düşer. Bu, niyet sorunu değil, bilinçli tutum ile duygusal tutum arasında doğru tercihten yana yaşanan bocalamanın reel sonucudur İnsan dünyasına ait yaşamda büyük değişim ve gelişmeler yaşanmaktadır. Yaşam her gün yeniliklere tanık olmakta, istisnasız bir devinim hareketi içinde değişime maruz kalmaktadır. Bu değişim ve gelişmeler tek yanlı dinamik ve nedenlere dayanmayıp, dünya sistemini kontrol eden uluslararası emperyalist tekellerin talan ve egemenlik ihtiyaçlarının daha elverişli standartlarda karşılanması, bu talan ve egemenliğin daha rasyonel şartlarda pekiştirilerek azami kar ilkesine tabi biçimde üretimin planlanması ya da ''modernleştirilmesi'' ve üretim ilişkilerin bu zeminde güncellenmesi, aynı zamanda toplumsal yaşamın dayattığı kaçınılmazlıklar ile egemenlerin pazara dönüştürdükleri bu yaşam veya sistemlerinin sürdürülebilmesinin ihtiyaçlarına bağlı olarak pozitif bilimlerdeki gelişmelerden kaçınamaması ve en önemlisi de gerici sınıflara karşı devrimci sınıfların ekonomik, siyasi zeminde demokrasi ve özgürlük eksenli mücadelesinin egemen sistem üzerindeki basıncı ya da doğrudan gelişme dinamiği olarak oynadığı rol temelinde cereyan etmektedir. Değişim ve gelişmelerin üretim ilişkileri ve bunların siyasi zemindeki yansımaları temelinde ekonomik-siyasi zeminde seyrettiği kabul gören genel bir doğrudur. Girdiğiniz suya ikinci kez girme şansınızın olmadığı felsefi diyalektiğin derin gerçeği kavrandığında değişim ve gelişmenin ne denli gerçek olduğunu tartışmaya gerek kalmayacaktır. Kuşkusuz ki, bu değişim diyalektiğine karşın, değişimi destekleyen ve köstek olan dinamiklerin rolü de göz ardı edilemez diğer gerçektir. Değişim sürecinin takip ettiği hız ya da değişimin somut niteliği tamamen köstek olan ile ivme kazandıran dinamikler tarafından tayin edilir. Ancak değişim asla durmaz, durdurulamaz. Tam da bura da, “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” aforizmasını hatırlamak, anlamını kavramak yerinde olacaktır.
Değişimin nesnel ve öznel olmak üzere iki koşulu vardır. Nesnel koşul insan iradesinden, dolayısıyla değişimin önünde köstek olan gerici sınıflar ile değişimi hızlandıran devrimci dinamiklerden bağımsız bir koşul ya da süreçtir. Öznel-sübjektif koşul ise, insan iradesine bağlı olup gerici sınıflar ile devrimci sınıfların temsil ettiği koşul veya süreçtir. Dolayısıyla insan iradesine bağlı olarak siyasi zeminde yaşanan gelişme, insan iradesinin lehtealeyhteki pozisyonuna göre oynadığı rolle yavaşlatılıp hızlandırılabilirken, insan iradesinden bağımsız olan nesnel koşul, siyasi sürece karşın durmaksızın değişim temelinde işleyen dinamik bir süreçtir. Bu durumda sınıflı toplumlar aşamasında nesnel koşulun ekseriyetten devrimci olduğu söylenebilir. Sübjektif koşulun ise, nesnel koşuldan bağımsız olmamak kaydıyla devrimci ve gerici olmak üzere iki yandan karakterize olduğunu söylemek yanlış olmaz. Aynı biçimde siyasi eksendeki değişim, bu sürecin ikili dinamiklerinin niteliğine bağlı olarak ileriye doğru-devrimci ve geriye doğru-gerici olmak üzere iki nitelikte ifade bulur. Gerici sınıflar gerici nitelikteki değişimlere öncülük yaparken, devrimci sınıflar devrimci nitelikteki değişime imza atarlar... Buradan da anlaşılacağı gibi, devrim bilinci veya devrimcilik değişime kayıtsız kalmazken, değiştirme pratiğini esas alır. Zira onu devrimci kılan da değiştirme pratiğine girmesidir. Değişim karşısında vazife edinmeyen devrimciliğin, süreci takip eden pozisyona düşüp kuyrukçu ve devrim adına yeteneksiz kalması bir rastlantı olmayacaktır. Tersi durum ise devrimciliğin başarı çizgisini destekleyeceği aşikârdır. Marksizm’in tarihi ve gelişme serüveni ya da devrimci teori ve pratiğin ilerleme çizgisi bunu doğrulamıştır, doğrulamaktadır.
Değişim ve değiştirme eylemi Değişim ile değiştirmenin belirgin nüanslarla birbirinden ayrılan iki farklı kavram olduğunu belirtelim. Değişim kavaramı esasen kendiliğinden bir süreç olarak tanımlanabilir. Nesnel olarak ya da diyalektik yasaya göre işleyen ve dıştan iradi müdahale gerektirmeyen bir süreçtir bu. Daha özlü olarak bu değişim süreci pasif değişim biçimi olarak da ifade edilebilir. Fakat değiştirme kavramı doğrudan iradi müdahaleyi çağıran ve bu müdahalenin marifetiyle gerçekleştirilen bir eylem sürecidir. Pasif değişim değil, devrimci süreçtir değiştirme pratiği. Değişim kendiliğindenci, değiştirme devrimcidir demek mümkündür. Kendiliğinden eylem değişimi, devrimci eylem ise değiştirmeyi içerir... Devrimcilik olgusunu bilinçli-sübjektif devrimcilik ve objektif-nesnel devrimcilik olmak üzere iki nitelikte tanımlamak mümkün. Objektif devrimcilik, niteliği devrimci bilinçten bağımsız olarak sınıf, mülkiyet ve üretim araçları karşısındaki pozisyona bağlı olan ve pasif diyebileceğimiz kendili-
ğinden devrimcilik biçimidir. Halk kitleleri objektif olarak devrimcidir. Çünkü yöneten sınıflardan baskı görüp ezilmekte ve sömürülmektedirler. Çıkarları da tabiatıyla devrimden yanadır. Bilinçli devrimcilik niteliği ise, nesnel koşullardan tamamen bağımsız olmasa da esasta sınıf bilinçli bir tercih olarak ideolojik-siyasi zeminde güdülen devrimcilik niteliğidir. Bu devrimcilik biçimlerinden olan bilinçli devrimcilik cephesinde değişik siyasi format, nitelik ve biçimde değişik devrimcilikler tarif edilebilir. Mevcuttur da. Bunlar içinde ideolojik-siyasi sahada sağlam görünen fakat sadece görünen ama esasta tutucu olan özgün devrimcilik biçimi dikkat çeker. Bu devrimcilik biçimini “eski devrimcilik” ah’ları çekmesiyle izah etmek yeterli değildir. Eskinin bugüne gelişini anlayıp kabullenmeme, dolayısıyla tüm değişim gerçeğine karşın her şeyi eskisi gibi/eskide olduğu gibi tasavvur edip istemek ve savunmak nostaljik devrimciliğin temelidir. Yani değişimi tanımamak, görmemek ve istememek ama eskide kalmak, her şeyi eskide olduğu gibi istemek bu devrimciliğin tipik özelliğidir.
perspektif
k devrim bilinci! gerçeği... Birincisi benimsenmesi gerekenken, ikincisi aşılması gerekendir...
Devrim kendini değiştirme eylemidir
Değişim süreci objektif olarak analiz edilmeden değiştirme pratiğinin başarılı bir süreç olarak gerçekleştirilmesi zorlaşır. Bu ikisi arasında bilimsel denklem kurulmadan da devrim bilinci yerli yerine oturtulamaz. Değiştirilmek istenen gerçeğin niteliğini tahlil etmek ne kadar gereksinim ise, o gerçeği değişim içindeki mevcut durumuyla tanımlamak veya andaki somut durumuyla tahlil etmek de bir o kadar zorunludur. Hedefi isabetle seçmek veya düşmanı doğru tanımak, hedefin veya düşmanın değişim sürecini takip etmek ve değişmiş olan niteliğini tespit etmekle mümkündür. Değişen hedef ve düşman gerçeği, yeni siyaset, strateji, taktik ve planların devreye sokulmasını koşullar. Kullanılan yol-yöntem ve araçlar tesadüfi ya da keyfiyete dayalı bir tercihle belirlenmez. Bilakis somut şartlara endeksli olarak belirlenirler ki, bu da somut koşulların somut tahlilini yapmak anlamına gelir. Yukarıda ki özetten sonra iki konu önümüze çıkar: Bir; devrimcinin veya devrim bilincinin değiştirme eylemi ve pratiğinden bağımsız olamayacağı, dolayısıyla buna başvurmasının zorunluluğu, iki; değişimi tanımayan devrim bilinci veya devrimciliğin nostaljik bir devrimcilik olarak eksik devrimcilik
Devrim bilinci ya da bilinçli devrimcilik, değişimi yadsıyarak atlayan nostaljik devrimcilikle yetinemez. Yani bilinçli devrimcilik eskiyip geride kalanı ketumca yaşayıp değişimi esas almayan anlayışla bağdaşmaz. Devrimin kendisi değiştirme eylemi olduğuna göre, devrimci ve devrimcilik kaçınılmaz olarak değişimi tanır ve değiştirme esasına göre biçimlenir. Duygularla yoğrulmuş nostaljik devrimcilik ise, mantalitesine uygun olarak yeninin veya değişimin öne sürdüğü ihtiyaçları rahatsız edici telakki ederek eskiyle yaşayıp yürümede ısrar eder. Eskinin bağlarından kurtulamayan ve değişime ayak uyduramayan duygusal devrimcilik objektif olarak bilinçli devrimciliğin önünde ayak bağı durumuna düşer. Bu, niyet sorunu değil, bilinçli tutum ile duygusal tutum arasında doğru tercihten yana yaşanan bocalamanın reel sonucudur. Marksizm ilk evresine çakılıp kalmayarak üçüncü nitel gelişim düzeyine kadar ilerledi. Yaşam dünde kalmayarak ilerledi. Yani, özü kalmakla birlikte, teorisi pratiğiyle Marksizm değişti. İnsan dünyasına ait yaşam devasa boyutlarda değişimlere uğradı. Bu değişim ve ilerlemenin sonsuz bir helezon olarak süreceği de kesindir. İnsanın ihtiyaçlarına dayalı üretim sürecinin devam etmesi ve insanın bilinçli dinamik rolünün tarihte gördüğü işlev, değişimleri ve değiştirme eylemleri temelinde gelişip ilerleme gerçeğini kaçınılmaz kılar. Tarihi durduran, tekerrüre boğan ve sonunu ilan eden burjuva idealizminden başkası olamaz. Değişimin veya değiştirme eyleminin ihtiyaçlara bağlı bir süreç olduğu söylenebilir. İhtiyaçlar değiştikçe değişim ve değiştirme pratiği de aktüel olup gündeme gelir. İlerlemeler bu sürecin ürünü olarak yaşanır. Yeni ihtiyaçlar, yeni biçimler, yeni fikirler, yeni projeler, yeni ilişkiler değişim ve ilerlemenin muhtevasını oluşturur. Bu zeminde somut koşullar ve şartlar da değişir... Ne var ki, değişim süreci sonsuz olup somuttaki her değişim görelilik taşır. Değişmiş olan şey yeni değişimlere gebe kalır, gebedir. Her yeni şey eskimek üzere mevcut olur ve istisnasız olarak eskir. Miadını tamamlayarak yerini yeniye bırakan değişim süreci, miadını doldurmamış olgular için tamamlanmış değildir. İhtiyaç olmaktan çıkmamış şeylerin somutta değişiminden bahsedilemez. Gerçekleştirilmemiş ve gerçekleşmemiş olan ihtiyaç ve hedefler değişmemiş olarak yerini korurlar. Bir araç olarak Parti belirli tarihsel koşullar ortadan kalkmadan bir ihtiyaç olmaya devam eder. Parti, somut şartlara bağlı olarak biçimde, nitelikte bir dizi değişikliklere uğrasa da, araç olarak Parti ihtiyacı tarihsel koşul ve sürece bağlı olarak devam eder. Devrim, izlediği metotta, izlediği yol-yöntemde, biçimde, nitelikte değişimler gösterse de, devrim ihtiyacı sınıflı, sınırlı, sömürülü toplumsal
şartlarda temel olarak devam eder. Öz değişmeden biçim ve nitelikte değişimler yaşanır. Parti’yi ve devrimi zorunlu bir ihtiyaç haline getiren sınıflı toplum gerçeği dünya ölçeğinde değişmeden Parti de devrim de diğer tüm değişimlere rağmen ihtiyaç olarak gündemde kalır. Siyasi devrim gerçeğinin değişmesi veya ortadan kalkması dünya ölçeğinde büyük özgürlüğün egemen olması koşullarına bağlıdır. Dolayısıyla değişim konusu olan şeyin değişimi kendine has şartlara-koşullara bağlı olarak gerçekleşir. Basit değişimler anlık gerçekleşirken, stratejik değişimler süreçsel değişimlerle tamamlanır... Bütün değişimleri somut mesele olarak kabul etmek tek doğrudur. Sınıflar ortadan kalkacak demek ayrı, sınıflar ortadan kalkmıştır demek ayrı şeylerdir. Koşulların nitel bazda değişmiş olduğunu anda tespit etmek ayrı ama değişeceğini öngörmek ayrı şeylerdir. Kırk yıl önce ülkenin o gün itibarıyla kapitalist olduğunu iddiayla tespit eden görüş, on yıl sonra kapitalizmin hâkim hale gelmesiyle haklı çıkmış olmaz. Sosyalist Devrimi 1970'lerde geçerli gören yaklaşım, on yıllar sonra Sosyalist Devrim’in geçerli hale gelmesiyle haklı çıkmış olmaz. Bunun gibi, bugün Sosyalist Devrim’i öngörmek Demokratik Devrim’in tüm ödevlerinin ortadan kalktığı anlamına gelmez. Koşulların değiştiğini ileri sürmek, koşulların değişmemiş boyutlarının olduğunu yadsımaz. Nitelik değişse de öz değişmemiş ya da nitelikte değişime muhtaç yanlar olabilir... Özcesi, değişimi kabul eden yaklaşımın her şeyin değiştiğini iddia etmesi, değişimi reddeden yaklaşım kadar olmasa da yanılgılıdır. Değişim adına Marksizm’i reddeden, komünizmi belirsiz biçimde kategorize ederek birinci aşamasını kapatıp ikinci aşamasını baştan, sınıf mücadelesi ve sınıf devrimini belirsizleştirerek sivil toplumculuğa meyleden, sınıf mücadelesiyle ulusal mücadeleyi aynı kefeye koyarak harmanlayan, devrimci teorinin temel ilkelerini silikleştirerek reel gerçeği her şey gören, siyaset ile stratejiyi/taktik ile ilkeyi/somut süreç ile stratejik süreci karıştırarak nüanslarını anlamsızlaştıran, andaki faydayı esas alarak uzun vadeli çıkarları ana feda eden oportünizm türevlerinin tümü sapma içindeki yanılgılardır. Değişimleri devrimci amaç ve ilkeler ile planlayarak belirli politik pratik siyasi mücadelelerle değiştirme eylemi temelinde ele almak devrimci bilincin hüneridir ve bu, devrimcilik ile kendiliğindencilik, devrimci yol ile reformist yol arasındaki keskin ayrım noktasıdır. Bugün ihtiyaç olan değişim zeminini objektif olarak değerlendirip bu değişim zemininde değiştirme pratiğine pürüzsüz bir bilinçle girmektir. Devrimcilik tam da budur. Değiştirme pratiğine girmeyen, devrim bilinci ve bilinçli devrimcilik açısından noksandır. Değiştirme pratiğine giren her birey, bu pratik karşısındaki yetersizliklerini gidermek için öncelikle kendisinde değişimi gerçekleştirmek durumundadır.
14
güncel analiz
16-30 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
Kliklerin dalaşı ve topyekûn savaş! CHP, AKP-Erdoğan iktidarının savaş konseptine tabi hareket etmiştir. AKP-Erdoğan diktatörlüğünün “sınır ötesine asker gönderme teskeresine” evet demesi, “dokunulmazlıkların kaldırılmasında” joker rolü oynaması ve en son “asker ve polisin işlediği suçlara dokunulmazlık getiren, öte yandan da valilerin yetkilerini askeri yetkililere devreden” yasal düzenlemeye onay vermesi, CHP’nin, AKP-Erdoğan-Ergenekon-MHP kontra savaş konseptinin bir “dinamiği” olduğuna yeterli açıklık getirmektedir. Ezilen halklara ve mazlum uluslara karşı egemen gerici klikler arasındaki bu birleşme, kendi içinde gerici çıkarlar ekseninde şekillenen çatışma ve dalaşın yadsınması anlamına gelmemektedir. Ve birbirleriyle didişme, bu gerici zemin üzerinde şekillenmektedir
ğin diktatör temsili Erdoğan-AKP iktidarının, hiçbir maskelemeye ihtiyaç duymadan açık talimatlarıyla, Kuzey Kürdistan’da, insanlık suçu işlenmekte, savaş alanlarından geliştirilmeye çalışılan bu gerici-faşist terör, tüm toplumsal dinamikleri hedefi haline getirerek, savaşın kapsamı ve hedef kitlesi genişletilmektedir. Kürt kentlerinde yediden yetmişe “Ben Kürdüm” diyen her insanın üzerinde estirilen faşist terör, sosyalist, komünist, demokratik, aydın, yazar, gazeteci, akademisyen kesimleri de hedef haline getirerek, işçi sınıfı, ezilen halklar ve inanç grupları üzerinde baskı ve zor aygıtlarıyla kuşatmaya dönüşmektedir. Tanımlamanın en yalın haliyle, Erdoğan-AKP hükümranlığı, Türkiye-Kuzey Kürdistan’ı, iktidarlarının bekası için, kan gölüne dönüştürmüş durumdadır. En edilgen ve uzlaşılır zemindeki farklılıklar dâhil, kendisinden olmayan her toplumsal-sosyal dinamiği ezmek, kan ve şiddet üzerinde kendi iktidarını tesis eden gericiliğin, temel stratejisi ve politik hattıdır. Bu anlamıyla gerici topyekûn savaş stratejisi, geniş ulusal, sınıfsal ve inançsal toplumsal farklılıkları ve dinamikleri hedef aldığı gibi, her döneme uygun, stratejik politik planlarla uygulanmaktadır.
Türk hâkim sınıfları egemen sisteminin mevcut iradesi, Erdoğan-AKP faşist iktidarının gerici politik iktidarlarını korumak için devreye koydukları topyekûn savaş konsepti, Kürt ulusu başta olmak üzere, ezilen ve sömürülen halklarımızı, ezmek, teslim almak için, “yeni” stratejik hamlelerle, tüm toplumsal dinamikleri hedefleyen, pervasız katliamlara dönüşmüş durumdadır… En kirli savaş araçları ve yöntemlerinin kullanıldığı bu gerici savaş konsepti, Cizîr, Sûr, Nisêbîn, Şirnex, Silopiya ve Farqin başta olmak üzere, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, kuralsız faşist kuşatmaya dönüşmüş durumdadır. Kürt ulusunun, demokratik hakları dâhil, ulus olma hakkının doğurduğu taleplerini elde etmek için sürdürdüğü her direniş, geliştirilmiş askeri teknolojinin kullanıldığı, resmi ve kontra militarize güçlerle, teslim alınmaya çalışılmakta, savaş alanlarında kullanılması “yasak” olan silahlarla, Kuzey Kürdistan’da Kürt ulusunun yaşam alanları bombalanmakta, yağmalanmakta ve yakılıp- yıkılmaktadır. Bodrumlarda insanların diri diri yakıldığı, cenazelerin günlerce sokaklarda çürümeye bırakıldığı, cenazelerimizin çıplak olarak “teşhir” edildiği, ailelerin cenazelerini alıp gömmesinin engellendiği ya da yasaklandığı, yaşam alanlarının, kitlesel katliamlar hedeflenerek bombalandığı gerçeği göz önüne alındığında, TürkiyeKuzey Kürdistan’da, faşizmin geliştirdiği gerici savaşın, kuralsızlığı ve gerici kapsamı ortaya çıkmaktadır. Faşist gericili-
Faşizm, burjuva yasal düzenlemelerle gerici savaş sahasını genişletmekte, vahşette sınır tanımamakta “İç Güvenlik Yasası”, yargı, yasama, yürütme organlarındaki merkezileşme, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması, filli olarak uygulanan ve burjuva hukuk açısından yasallaşması planlanan, “başkanlık” ya da “partili cumhurbaşkanlığı” sistemi, EMASYA Protokolü’nün güncellenmesi olan, asker ve polisin “dokunulmazlık” zırhı ile sınırsız yetkilerle hareket etmesi, Erdoğan-AKP faşist iktidarının, halklarımıza karşı sürdürdüğü kapsamlı savaşın sürece göre hamleleridir. Bu hamleler, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da topyekûn savaşın daha büyük katliamlarla derinleştirilmesi ve devrim-demokrasi güçlerinin tasfiye edilmesi hedefine göre planlanmıştır. Parlamenter gerici maskeye ihtiyaç duymadan, faşizmi, açık araçlarla ve tek elde merkezileşmiş bir diktatör kanalıyla uygulamak, bu topyekûn savaş konseptinin öne çıkan özelliğidir. Kuşkusuz, hâkim sınıfların geliştirdiği savaş konseptinin bu özelliği, çatışmanın bir yanını temsil etmektedir. Türkiye-Kuzey Kürdistan ezilen halklarının geleceğine kasteden, mevcut siyasal ve iktisadi krizleri daha da derinleşen, inanç ve mezhep farklılıkları üzerinden toplumsal kamplaşmaları çatışmalara dönüştüren ve toplumsal sınıf çelişkileri derinleştiren yapısıyla, derin-
leşen devrimci durum, devrimci mücadelenin gelişip güçlenmesine çok güçlü nesnel zemin olmaktadır. Kürt ulusunun kır ve kentlerde geliştirdiği görkemli direniş, komünist-devrimci güçlerin savaş sahalarındaki konumlanışı, ulusal devrimci hareketle, devrimci, komünist güçlerin savaş alanlarındaki ortak örgütlenmeleri ve süreci göğüsleme hamleleri örneğinde olduğu gibi, çelişkinin bu yanı faşist gericiliğin korkularını büyütmektedir. Derinleşen toplumsal çelişkilerin, devrimci ve komünist hareketlerin savaş gücü olarak örgütlenmesi dinamiği, hâkim sınıflar açısından en büyük korkudur. Faşist gericilik açısından bu toplumsal dinamiğin devrimci ve komünist önderlikleriyle buluşmaması, stratejik savaş planlarının önemli bir ayağını teşkil etmektedir. Bu anlamıyla, Kürt ulusu ve önderliğini, devrimci ve komünist güçleri, sosyalist ve aydınları kapsayacak biçimde tüm toplumsal dinamikleri ezmek, sindirmek, toplumsal kitle tabanıyla birlikte dağıtmak, faşist gericiliğin ana yönelimi iken, hâkim iktidar kurumlarında, tek elde bir merkezileşmeyi yaratmak, sürecin öne çıkan diğer politik niteliğidir. Özcesi, hâkim sınıfların egemenlik sistemi olan faşizm, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerini boğmak için, kapsamlı bir savaş stratejisi uygulamaktadır. Gerilla alanları ve kent direnişlerinde bu strateji, kuralsız-kontra yöntemlerle ve güçlerle uygulanmaktadır. Ekonomik, demokratik, akademik hak arama eylemleri, temsil edilen toplumsal kesimler özgülünde aynı savaş stratejisine göre baskı altına alınmakta, şiddet ve terörle susturulmak istenmektedir. Saldırı sadece bu alanlarla sınırlı kalmamaktadır. Halkın büyük çoğunluğunun oyu ile seçilmiş yerel alanlarda yönetime gelmiş devrimcidemokrat insanlar, tutuklanmakta, bu yerel alanlar ve yönetimler kayyum atamasıyla faşist politikanın denetimine sunulmak istenmektedir. Dokunulmazlıkların kaldırılması, bazı belediye başkanlarının tutuklanıp kayyum atama çalışmaları, geliştirilen topyekûn savaşın tüm toplumsal hücrelere yayılmasıdır. Hâkim sınıflar egemen sistemi açısından, toplumu faşist uygulamalarla kasıp kavuracak bu savaşta, savaş kurmaylığını, hareket planında sınırsız yetkilerle donatmaktır… Bu yetkilerde merkezileşmek, egemen güçler arasındaki çatışmaları ve klik dalaşını bu duruma göre biçimlendirmek, faşist hâkim sınıfların bir başka çatışmalı alanını ifade etmektedir. Devlet içindeki yapılanmadan, AKP’ye çekilen balans ayarına kadar, hâkim sınıfların son süreci dizayn etme çalışmaları, egemen klikler arasındaki çatışmayı ve bu çatışmaya verilmeye çalışılan biçimi ifade etmek-
tedir. Gerici egemen güçler arasındaki klik dalaşında, hâkim gerici kliğe göre çatışmayı biçimlendirmek ve hâkim gerici kliğe göre gerici güçleri konumlandırmak için kullanılan en iyi araç “terör” ve “dış güçler” tehdididir. Toplum üzerinden estirilen gerici şiddet ve gerginlik, din, ulus, mezhep üzerine geliştirilen toplumsal kamplaşma ve geliştirilen ırkçılık, faşizmin kendisini beslediği “kaynaklardır.” AKP-Erdoğan iktidarı da, bu gerici kavramlar üzerinden, bir yandan geliştirdiği gerici savaşa toplumsal dayanak yaratmaya çalışmakta, bir yandan da, gerici klikler dalaşında, hasımı olan gerici klikleri, kendi sürecine entegre etmektedir. Erdoğan-AKP iktidarı, Kürt ulusunun meşru mücadelesini ve sosyal devrimci savaşı tasfiye etmek için, sivil alanlar dâhil toplum üzerinden kurmak istediği tahakkümü, burjuva siyasal alanda da kurmak istemektedir. Bunu sağlamak için, gerici burjuva siyasal alanda, kirli oyunlar oynamakta, kontra yöntemlerle, burjuva hasımları üzerinde üstünlük kurmaya çalışmaktadır. Yargı, polis, özel hareket, yürütme, ekonomi, medya gibi kurumları, esasta yandaş gücü olarak kurumsallaştıran AKP-Erdoğan iktidarı, bu kurumlar üzerinden “yasal” ve kontra yöntem ve güçlerle, halklarımıza karşı geliştirdiği savaşa diğer gerici klikleri de yedeklemiş durumdadır. MHP’nin vatan ve millet naraları üzerinden, bu gerici savaşın en barbar tetikçisi olması, sınıfsal özü ve tarihsel “mirası” gereğidir. Egemen güçlerin en ırkçı çizgisi olarak, Kürt
16-30 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
ulusu, ezilen ve sömürülen halkların boğazlanması seferlerinde, gönüllü “fedailik”, MHP’nin gerici sınıfsal niteliğidir. Bu anlamıyla, AKP-Erdoğan diktatörlüğü, sürdürdüğü gerici savaşa en hızlı MHP’yi ortaklaştırmıştır. MHP’nin bu gerici ortaklaşmaya karşın, egemen güçler arasında kendi çıkarlarını savunmak için sürdürdüğü “muhalefet”, devlet-i aliyyenin bekasının sınırları kadardır. Bu duruşuna karşın, tıpkı AKP gibi, MHP’nin de, hâkim sınıfların politik sürecine göre dizayn edilmesi, girilen ve yargı aşamasında alınan kararla gerçekleşecek olan kongrenin gündemidir. Durum açık ve nettir. Hakim sınıflar egemenlik sisteminin faşist temsili olan AKP-Erdoğan diktatörlüğü, burjuva siyasal alana dizayn operasyonu çekmektedir. Gerek temsil ettiği klasik Kemalist klik anlamında ve gerekse üzerinde şekillendiği gerici sınıfsal çıkarlar bağlamında, bu siyasal dizayn operasyonuna, burjuva klik dalaşında en “güçlü” direnç CHP’den gelmektedir. Son dönemlerde daha açık fiili yöntemlerle CHP ve Kılıçdaroğlu bu nedenden hedef haline getirilmiştir.
Topyekûn savaş konseptine bağlanan CHP, burjuva siyasal arenada terbiye edilip, “yeni” sürece göre konumlandırılmak istenmektedir! Tarihsel ve güncel olarak CHP, temsil ettiği sınıf ve savunduğu politik görüşler açısından gericidir, faşisttir. Temsil ettiği egemen güçlerin bugün iktidar, kendisinin de hükümet olmaması, söylem bazında “demokrasi”, “hukuk”, “insan hakları” kavramları üzerinden “muhalefet” yapmasına vesile olsa da, CHP’nin bu duruşu, mevcut iktidarda kendisine alan açma sınırları kadardır. Öncelikle bu gerçeği yeniden vurgulamak gerekir. Mazlum Kürt ulusu ve ezilensömürülen halklarımıza karşı geliştirilen topyekûn savaş konseptinde, CHP, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün ya-
nında açık yer almıştır. Bu CHP’nin yeni bir siyasal tercihi değil, tarihsel ve güncel olarak gerici sınıf karakteridir. Dönemsel olarak gündeme gelen bazı burjuva yasal düzenlemelere “muhalefet” etmesi, bu burjuva yasaların Kürt ulusu ve ezilen halklarımıza karşı içerdiği baskı ve zulüm değil, CHP’nin temsil ettiği gerici burjuva kliğin çıkarları gereğidir. Nitekim kan ve zulümden beslenen ve Kemalist diktatörlüğün en gerici uygulama iradesi olan CHP, aynı sınıfsal özü gereği son faşist yasalara da, “açık çek” siyasetiyle destek vermiştir. Yani CHP, AKP-Erdoğan iktidarının savaş konseptine tabi hareket etmiştir. AKPErdoğan diktatörlüğünün “sınır ötesine asker gönderme teskeresine” evet demesi, “dokunulmazlıkların kaldırılmasında” joker rolü oynaması ve en son “asker ve polisin işlediği suçlara dokunulmazlık getiren, öte yandan da valilerin yetkilerini askeri yetkililere devreden” yasal düzenlemeye onay vermesi, CHP’nin, AKP-Erdoğan-Ergenekon-MHP kontra savaş konseptinin bir “dinamiği” olduğuna yeterli açıklık getirmektedir. Ezilen halklara ve mazlum uluslara karşı egemen gerici klikler arasındaki bu birleşme, kendi içinde gerici çıkarlar ekseninde şekillenen çatışma ve dalaşın yadsınması anlamına gelmemektedir. Ve birbirleriyle didişme, bu gerici zemin üzerinde şekillenmektedir. AKP-Erdoğan hâkim kliği tarafından, CHP yönetimi ve Kılıçdaroğlu’na karşı geliştirilen fiili saldırılar, bu klik dalaşının bir sonucudur. Kuşkusuz burada hedeflenen, CHP ve Kılıçdaroğlu’nu istenen kıvamda terbiye etmektir. Yani CHP yönetimi ve Başkanı Kılıçdaroğlu’nun, AKPErdoğan iktidarının “gerici savaş konseptine” tamamıyla teslim olduğu, Kılıç-
güncel analiz daroğlu’nun her açıklamasında, sürdürülen gerici savaşta hükümete “açık çek” verdiği bir dönemde, böylesine fiili bir saldırının hedefi haline getirilmesi, ilk başta şaşırtıcı gelebilir. Ve sorun gerici iktidar temsilcilerinin açıkladığı gibi, “halkın takdiri”, “tepkisi” olarak açıklanması için bu durum zemin haline getirilebilinir. Ama meseleye daha ayrıntılı bakıldığında, arka planda oynanan kirli oyunlar deşifre olmaktadır. Kılıçdaroğlu’nu açıkça “öldürmek tehdidi” anlamına gelen “mermi fırlatma” ve yumurtalı, yumruklu saldırılar, Erdoğan ve şürekâsı dâhil, AKP kadroları, emniyet ve savcılık tarafından “halk tepkisi” olarak gösterilerek, oynanan oyun ve yaşanan klik dalaşı manipüle edilmeye çalışılmıştır. Oysa sorun bu kadar yüzeysel değildir. Bu yönelimlerle, hâkim egemen burjuva klik, CHP’yi sindirmeyi, laf yarışına indirgediği “muhalefetini” tamamıyla etkisizleştirmeyi ve itibarsızlaştırılmış bir CHP kimliğinde, CHP içinde karışıklık yaratarak iç sorunları içinde boğmayı hedeflemektedir. Amaç açıktır. Burjuva siyasal alana bir dizayn operasyonu çekilmektedir. Burjuva siyasal alanda farklı gerici kliklerin “muhalefeti”, hâkim sınıfların merkezi sürecine itirazsız bağlanmak istenmektedir. HDP’nin “dokunulmazlıklar” kılıcı üzerinden tasfiye edilmesi planı, merkezileşen ortak konseptin politik yönelimidir. Ama hâkim güçler açısından sorun HDP’yi tasfiye etmekle bitmiyor. Lümpen-bağnaz milliyetçilik üzerinden etkisizleştirilen MHP, sürecin politik yönelimlerine gerici sınıf çıkarları ekseninde itiraz eden CHP’nin terbiye edilmesiyle birleştirilerek, gerici savaş konseptinin her ayaktaki parçası haline getirilmelidir. AKP-Erdoğan iktidarı için, olmazsa olmaz olan son politik saldırılarda CHP can simidi olmuştur ve bunu “terörle mücadele” gerekçesi üzerinden tabanına açıklamıştır. Bu CHP gericiliğinin yumuşak karnıdır. AKP-Erdoğan iktidarı, CHP’yi buradan vurarak merkezi çizgisine entegre edecektir. Asker ve polis cenazelerinde özellikle saldırıları organize etmesi, geçmişte hapishanede hasta tutuklularla yapılan görüşmeleri “teröristlerle görüştüler” biçiminde teşhir etmesi, CHP’yi yumuşak karnından vurma hamleleridir. Şimdi Erdoğan ve AKP kurmayları için, CHP’yi bu gerekçeler üzerinden “başkanlık” ya da “partili cumhurbaşkanlığı” ve “yeni anayasa” çalışmalarına entegre etme hedefi günceldir. CHP ve temsil ettiği gerici burjuva klik için, bu önemli bir çatışma vesilesidir. Çünkü AKP-Erdoğan diktatörlüğünün bu politik planları, CHP ve temsil ettiği kliğin hareket sahasına ciddi darbeler vuracaktır. CHP bu sürece “kırmızı çizgileriyle” muhalefet edecektir. Bu derin çatışmalı durumu, AKP-Erdoğan kliği, bazı baskılanmalarla kendi lehlerine çevirmek istemektedirler. Bu siyasi baskılanmaya daha fazla direnç gösteremeyecek olan CHP
15
ve kadroları, yarın “gerginlik olmasın”, “siyasal tansiyon yükselmesin”, “halk kesimlerini karşı karşıya getirmeyelim” gerekçesiyle, AKP-Erdoğan’ın tüm politikalarına destek veren düzeye geleceklerdir. Bu hâkim sınıfların son süreçte etkili kullandığı bir taktiktir. Siyasal kurumlardan iktisadi birimlere, yönetsel erklerden medya sahasına kadar, birçok alan böyle teslim alınmış, gericiliğin merkezi sürecine bu yöntemlerle bağlanmıştır. Ve gerici burjuva klik dalaşında, hâkim sınıfların çıkarlarına göre bu ayar CHP gericiliğine çekilmektedir. Tarihsel ve güncel olarak CHP ve CHP gerici çizgisinden, tutarlı ve toplumsal süreci demokrasi zemininde ilerletecek bir muhalefet beklemek, tarihsel bir yanılgıdır. Türkiye-Kuzey Kürdistan sömürülen halkları ve CHP tabanındaki ilerici dinamik, bunun muhasebesini acilen yapmak durumundadır. “Terörle mücadele” adı altında, hâkim sınıfların topyekûn savaş konseptine bağlanan CHP, gerici sınıf çıkarlarına göre rolünü oynamaktadır. AKP-Erdoğan diktatörlüğünün, bazı politik süreçlerine itiraz etmesi, CHP’nin ilerici rolünden değil, gerici sınıf çıkarları gereğidir. Onların gerici sınıf çıkarlarını korumaktan başka kavgaları ve çatışmaları yoktur. Her tarihsel kesitte sağlama aldıkları ve korumak istedikleri bu gerici çıkarlarıdır. Gerici sınıf çıkarlarının yön verdiği, dalaş ve çatışmalar egemen klikler arasında devam edecektir. Kimin kimi boğazlayacağı meselesi, Kürt ulusu ve ezilen-sömürülen halklarımızın taraf olacağı bir mesele değildir. Ezilen ve sömürülen halklar, yaşam sahalarını ve geleceklerini bu güçlere karşı aynı içerik ve bilinçle savunmak durumundadırlar. Kuşkusuz bugün AKP-Erdoğan gerici kliği iktidardır ve halklarımızın ana hedefidir. Ama bu CHP gericiliğinin sınıf düşmanımız olduğu gerçeğini ötelemez. Bunlar arasındaki gerici çatışmaların derinleşmesi, bunların güçsüzlüğü olacaktır. Politik mücadele alanını genişleterek, konjonktürel olarak öne çıkan gerici güçlerle yaratılan devrimci hesaplaşma, stratejik olarak tüm gerici güçleri hedef almak durumundadır. Kürt ulusu ve ezilen halklarımıza karşı geliştirilen gerici savaş konsepti, bu devrimci stratejik duruşun özne olduğu devrimci savaşla ancak ki geriletilebilinir, toplumsal devrimci gelişim yaratılabilinir.
16
dünya haber
16-30 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
Muhammed Ali’nin ölümü Körfez Savaşı sırasında Irak’a giderek Amerikalı rehinelerin serbest bırakılması için Saddam Hüseyin ile görüşmüştür. 17 Kasım 2002 tarihinde “BM Barış Elçisi” olarak Afganistan’a gitmiştir. Muhammed Ali’nin yaşamı burada yazamadığımız daha birçok olayla anılmıştır.
Kuşkusuz Muhammed Ali, devrimci fikirleri benimseyip, yaşamını buna göre düzenleyen bir kişi değildir. İçerisinde bulunduğu koşullar, sorunlar, böylesine popüler bir şahsiyetin attığı her adımın, söylediği her sözün dikkatle dinlenip, önemsenmesine vesile olmuştur. ABD emperyalizminin kalbinde, özellikle Vietnam işgali ve siyahilerin hak mücadelesi konularında geliştirdiği tavırla Muhammed Ali, pozitif, önemli bir yerde durmaktadır. Bu tavrı devrimci bir bilinçle buluşturup, devrim mücadelesinin nehirlerine aktarmak ise biz devrimci-komünistlerin görevidir Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi boksörü olarak anılan Muhammed Ali, 3 Haziran 2016 tarihinde solunum yolu yetmezliği sebebiyle, tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi. Muhammed Ali’nin ölümü, dünya genelinde büyük bir etki yaratıp, yaşamının, maçlarının, sözlerinin yeniden tartışılmasına yol açtı. Dünya halklarının gönlünde de yer edinen Muhammed Ali’nin ölümünün böylesine büyük bir etki ve tartışma yaratmasının en önemli sebebi ise kuşkusuz sadece boks yaşamında elde ettiği başarılar değil, yaşamı boyunca dile getirdiği bazı söylem ve takındığı tavırlardır. Şimdi kısaca Muhammed Ali’nin yaşamının öne çıkan bazı dönemlerini aktaralım. İlk ismi Cassius Marcellus Clay Jr. olan Muhammed Ali, 17 Ocak 1942 tarihinde ABD’nin Louisville-Kentucky bölgesinde doğru. Ali, Afro-Amerikan ve İrlanda kökenlidir. Küçük yaşlarda babası vesilesiyle boksla tanışan Ali, kısa zaman içerisinde, National AAU ve Altın Eldiven Şampiyonası’nda amatör olarak maçlara çıkmaya başladı. 1960 yılında Roma’da ağır siklette altın madalya alarak profesyonel lige döndü. 18 yaşında katıldığı Roma Olimpiyatları’nda altın madalya aldıktan sonra ismi dünya genelinde duyulmaya başlandı. Muhammed Ali, 1964 yılında henüz 22 yaşındayken, S. Liston’u yenip dünya şampiyonu oldu. Bu maçtan sonra dinin değiştirdiğini açıklayarak İslam’a geçti. İsmini de Muhammed Ali olarak değiştirdi. ABD emperyalizminin Vietnam işgaline tepki gösterip, “Vietnamlılar bana hiçbir kötülük yapmadılar ki onlarla savaşayım” diyerek savaşa gitmeyi reddettiği için 1967 yılından 1970 yılına kadar boks yapması yasaklandı ve 5 yıl hapis ile 10 bin dolar para cezasına çarptırıldı. Lisansı ve pasaportu elinden alınan Ali, büyük maddi sıkıntılar yaşayıp, iflas ettiğini açıkladı. Ali 1970’te temyiz davasını kazanıp yeniden boks yapmaya başladı. 1971 yılında Joe Fra-
Erdoğan’ın konuşma yapmasına izin verilmedi
zier ile “asrın maçı” olarak anılan bir müsabaka yaptı ve kariyerinde ilk defa bir maçı kaybetti. Bu maç sonrası Ken Norton ile yaptığı maçı da kaybedince kariyerinin bittiği yorumları yapıldı. Fakat Muhammed Ali, büyük bir çaba ve çalışma ile art arda unvan maçlarına çıkıp, Ken Norton’u yenip rövanş maçını kazandı. Muhammed Ali 1978 yılında çıktığı maç sonrası yeniden dünya şampiyonu olup bu unvanı 3 kez elde eden ilk boksör oldu. Bu maçtan sonra AL, boksu bıraktığını açıkladı. 1984’te Parkinson hastalığına yakalanan Ali, uzun yıllar bu hastalıkla mücadele etti. Muhammed Ali, boks kariyeri boyunca çıktığı maçların 37’si nakavt olmak üzere 56’sını kazanıp büyük bir başarı elde etmiştir. Boks kariyeri büyük başarılarla geçen Muhammed Ali isminin bu kadar anılmasının diğer bir sebebi ise yaşamı boyunca sergilediği politik tavırlardır. Muhammed Ali, 1960 Roma Olimpiyatları’ndan döndükten sonra
bir lokantada sadece beyazlara servis yapıldığını öğrenince, altın madalyasını Ohio Nehri’ne atmıştır. Uzun yıllar sonra kendisine yeni bir altın madalya verilmiştir. Muhammed Ali’nin yaşamını etkileyen en önemli olaylardan biri ise kuşkusuz Vietnam Savaşı’na karşı takındığı tavırdır. Vietnam Savaşı için askere çağrılan Ali, “Benim onlarla(Vietkonglar) bir sorunum yok” diyerek askere gitmeyi reddetmiştir. Bu sözleri nedeniyle Ali’nin unvanlarına el konularak bokstan uzaklaştırıldı. İslamiyet’i seçmiş olan Ali, bu süre zarfında üniversiteleri dolaşarak politik konuşmalar yapmıştır. Malcolm X ile yakın ilişkiler kuran Muhammed Ali, ABD’de siyahilere karşı uygulanan ırkçı politikalar ve bazı diğer meselelerle ilgili çalışmalara katılmıştır. Muhammed Ali, boksu bıraktıktan sonrada siyasal çalışmalarına devam etti. 1984 yılında ABD Başkanı Ronald Reagan’ın yeniden seçilebilmesi için destek verdiğini açıklamıştır. 1991 yılında
Ölümünden sonra yapılan cenaze törenine ise “TC” Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan damga vurdu. Ali’nin cenaze törenine katılan Erdoğan, Kâbe örtüsünün bir parçasını tabutun üzerine koymak isteyince “Biz sonra koyarız” yanıtını alarak reddedildi. Yine Erdoğan’ın Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ile beraber Kur’an okuma isteği de reddedildi. Daha önce konuşma yapacağını açıklayan Erdoğan ve Ürdün Kralı II. Abdullah’ın konuşma yapmalarına da izin verilmeyince Erdoğan cenaze törenini yarında keserek ülkeye dönmek zorunda kaldı. Erdoğan’ın Muhammed Ali’nin ölümünü siyasi bir ranta çevirip, son dönemde dünya kamuoyunda oluşan itibarını yeniden düzeltme çabaları böylelikle karşılıksız kalmış oldu. Muhammed Ali’nin ölümü üzerine Türkiye-Kuzey Kürdistan’da hâkim sınıflar cephesinden yapılan açıklamalar ise bir başka ikiyüzlülüğü ortaya koymuş oluyor. Muhammed Ali’nin Vietnam savaşı vesilesiyle sarf ettiği sözleri övenlerin, Amedspor’lu Deniz Naki’nin “Çocuklar ölmesin, maça gelebilsin” sözleri vesilesiyle linç edilmesini organize ettiler. Muhammed Ali’nin yaşamı, kariyeri, siyasi tercih ve çıkışları uzun bir süre hafızalardaki yerini koruyacaktır. Böylesine önemli şahsiyetlerin yaşamlarında takındıkları bazı insani tavırların dahi ne çok etki yarattığına en iyi örneklerden biridir Ali’nin yaşamı. Kuşkusuz Ali, bir devrimci ya da siyasal bir kişilik değildir. Muhammed Ali, içerisinde büyüdüğü koşullar, ABD’de özellikle siyahilere karşı izlenen ırkçı siyaset ve İslam dini ile ilişkilenmesi neticesinde doğal bir siyasi ortam içerisinde yaşamıştır. Bu yaşam içerisinde geliştirilen her tavır ise bir politikaya tekabül ediyor. Kuşkusuz Muhammed Ali, devrimci fikirleri benimseyip, yaşamını buna göre düzenleyen bir kişi değildir. İçerisinde bulunduğu koşullar, sorunlar, böylesine popüler bir şahsiyetin attığı her adımın, söylediği her sözün dikkatle dinlenip, önemsenmesine vesile olmuştur. ABD emperyalizminin kalbinde, özellikle Vietnam işgali ve siyahilerin hak mücadelesi konularında geliştirdiği tavırla Muhammed Ali, pozitif, önemli bir yerde durmaktadır. Bu tavrı devrimci bir bilinçle buluşturup, devrim mücadelesinin nehirlerine aktarmak ise biz devrimci-komünistlerin görevidir.
16-30 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
dünya haber
17
Şimdi Fransızca konuşmanın zamanı Mart ayı sonunda başlayan eylemler, Fransız devletinin bütün saldırı ve manipülasyonlarına rağmen büyüyerek devam ediyor. Hemen hemen bütün işkollarına sıçrayan direniş Fransa’da hayatı durdurmuş durumda 1971 devrimci-silahlı kalkışmasının devrimci-militan önderlerinden Mahir Çayan, devrim aşamalarına dair yürüttüğü tartışmalardan birinde Karl Marks ve Friedrich Engels’e atıfta bulunarak şu önemli belirlemede bulunur: “Devrim aşaması kısa bir dönemdir. Bu aşama, verili sosyal düzenin alt üst olması aşamasıdır. Bu kısa aşamada proletaryanın ve onun öncüsünün taktiği hücumdur; gündemde tek bir madde yazılıdır: AYAKLANMA! Bu dönemde proletaryanın taktiği verili devlet mekanizmasını parçalayarak, proletaryanın devrimci iktidarını kurmaktır. Marks ve Engels bu taktiğe, Fransızların ihtilâlci atılım ve geleneklerinden esinlenerek Fransızca konuşma adını koymuşlardır. Marks ve Engels'e göre ayaklanma bir sanattır.” Fransa emekçileri son üç aydır tam anlamıyla Fransız sermayesi ve koruyucu olan devlet mekanizmasıyla Fransızca konuşuyor. 2013 yılında ülkemizde patlak veren Gezi/Haziran Ayaklanması’na tanık olanların son üç aydır Fransa’da yaşananlara oldukça aşina olduklarını vurgulamak lazım. İnsanlık tarihinde, özellikle son 200 yıldır, oldukça önemlipolitik bir yeri olan Fransa, bir kez daha, Avrupa emperyalizminin kalbinde, burjuvaziye korku salıyor. Nuit Debout/Gece Ayakta ismiyle başlayan isyan dalgası üç aydır, bütün baskı ve saldırılara rağmen devam ediyor. Dünyanın 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası’na kilitlendiği bu günlerde, bir yandan futbol ile gündemi değiştirip, zihinleri zehirleme hamlesi yapılırken fakat diğer yandan ise futbol “şöleninin” yaşandığı Fransa’da sokaklar işçi ve emekçilerin sloganlarıyla sarsılıyor. Yapılan bütün anketlerde halkın %70 desteğini alan eylemlerin tarihsel arka planına dair bazı veriler sunup, vurgularda bulunarak makalemize devam edelim.
Neo-liberal saldırı furyası Kapitalizmin sömürü üzerine kurulu gerici düzeninin her dönem krizlere gebe olduğu bilinen bir gerçek. Kendisini var edip, sürekliliğini sağlamak için burjuvazi her dönemin ihtiyaçlarına göre farklı politikalar hayata geçirmeye çalışmaktadır. Sınırsız sömürü ve kar için, bütün imkân ve olanaklar kullanılarak, ezilen-emekçiler aleyhine sürekli bir
saldırı durumu söz konusudur. Bu saldırıların en önemli ayağı ise, tarihsel mücadeleler neticesinde kazanılmış hakların ilk fırsatta birer birer geri alınmasıdır. Özellikle sosyalizmde yaşanan geri dönüşler ve sosyalizme yönelimi engellemek için hayata geçirilen sosyal devlet olgusunun sona ermesiyle beraber, işçi ve emekçilerin büyük mücadeleler sonucu elde ettiği hak ve kazanımlara dönük kapsamlı bir saldırı furyası da başlatılmış oldu. Dünya genelinde hayata geçirilen neo-liberal politikalar, özellikle Batı Avrupa ülkelerinde kazanılmış bütün hakların budanıp, birer birer rafa kaldırılmasına yol açtı. Bu kapsamlı saldırı politikasının en bariz yaşandığı ülkelerin başında ise Almanya geliyor. Alman burjuvazisi özellikle 2000’li yıllarda hayata geçirdiği yasa ve düzenlemelerle, işçi-emekçilere dönük kapsamlı bir saldırı gerçekleştirerek, sermaye lehine önemli kazanımlar elde etti. Alman emperyalizminin küresel çapta yeniden sahneye çıkması ve emperyalist rekabet içerisinde önemli bir yer edinmesi ülke içerisinde emek cephesine dönük kapsamlı saldırıların önünü açtı. Almanya’da örgütlü-militan-devrimci bir işçi-emekçi gerçekliğinin olmaması, söz konusu saldırıların esas olarak sorunsuzca hayata geçirilmesine vesile oldu. Şimdi bu kapsamlı neo-liberal saldırı politikalarının hedefinde Fransa emekçileri bulunuyor. Lakin Fransa sermayesinin işi komşu ülke yönetimleri kadar kolay değil. Mücadeleci bir geleneğe sahip olan Fransız
işçi-emekçileri, söz konusu yeni saldırı furyasına karşı da kolay kolay geri adım atacak gibi değil. Fransa’da son üç aydır, öncülüğünü lise-üniversite gençliği ile işçi sınıfının militan kesimlerinin çektiği milyonlarca kişi, sokakları yangın yerine çevirmiş durumda. Fransa’nın TÜSİAD’ı olan MEDEF tarafından hazırlanan ve hükümetçe onaylanan Yeni İş Yasası, Fransa’da emekçiler lehine olan birçok kazanımın ortadan kaldırılmasını amaçlıyor. Esnek çalışmanın önünü iyice açacak alan Yeni İş Yasası ile 35 saatlik çalışma saati fiilen ortadan kaldırılıp, koşullara göre 60 saate kadar uzatılabilinecek. “Ekonomik nedenlerden” ötürü işten atmalar kolaylaşacak, toplu sözleşme yerine işyeri seviyesinde sözleşmeler kabul edilecek. Sermaye tarafından dayatılan düzenlemeler kısaca böyle. Lakin yukarıda da belirttiğimiz gibi emek cephesinden geliştirilen direniş sermayenin işini oldukça zora sokuyor. Yeni İş Yasası’nın gündeme geldiği andan itibaren öncülüğünü lise ve üniversite öğrencilerinin gerçekleştirdiği kitlesel yürüyüşler başladı. 29-31 Mart tarihlerinden on binlerce kişinin katıldığı yürüyüşler sonrası Fransa’nın en önemli alanlarından olan Cumhuriyet Meydanı’nda “Nuit Debout/Gece Ayakta” hareketi kuruldu. Hareketin kuruluşundan hemen sonra Fransa’nın onlarca şehrinde benzer işgal ve eylemler gerçekleştirildi. Mart ayı sonunda başlayan eylemler, Fransız devletinin bütün saldırı ve manipülasyonlarına rağmen büyüyerek
devam ediyor. Hemen hemen bütün işkollarına sıçrayan direniş Fransa’da hayatı durdurmuş durumda. Fransa’nın birçok bölgesinde son bir yıl içerisinde gerçekleştirilen IŞİD saldırılarından dolayı OHAL uygulamaları hâkim. Söz konusu durumu Fransız devleti, mevcut direnişi bastırmak için etkin bir şekilde kullanmaya çalışıyor. Keza Fransız medyasının, direnişi karalayan ve boşa çıkarmaya çalışan özel çabaları, polis terörünü gizleyerek, eylemcilerin meşru direniş ve mücadele araçlarını manipüle eden yayınları, aynı şekilde bütün sermaye güçlerinin direniş karşısında ortak bir paydada buluşmaları keskin sınıf mücadelesinin yansımalarındandır. Söz konusu direniş, yukarıda bahsini ettiğimiz şekilde Fransız devletinin bütün saldırılarına rağmen, bütün dinamiğiyle devam ediyor. Hareketin niteliği esas olarak kendiliğindenci bir şekilde gelişmektedir. Herhangi bir siyasi öznenin direkt etki ve yönlendirmesi söz konusu değil. Esasen anti-kapitalist, sol bir çizgide başlayıp, devam eden hareket içerisinde komünistlerden, anarşistlere, feministlerden, çevrecilere kadar oldukça geniş bir kesim var. Gezi Ayaklanması’ndan aşina olduğumuz oldukça benzer yönler taşıyan Gece Ayakta hareketi, özellikle meydan işgalleri, forumlar ve sosyal medya kullanımı noktalarında en iyi şekilde analiz ederek, devrimci-komünist güçlerin uygun bir şekilde hareketin içerisinde yer alması gerekiyor.
18
güncel yorum
16-30 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
*Yaralı bayramlar geçti Mevsimler, bütün anlamlarıyla Yüreğin koyu yerinde birikenler Kendi takvimleriyle gelip geçtiler Gelip geçti şehirler ve ölüler Unutmadık Topraktan çobanyıldızına değin Hey yer Her şey Mümkündü Nazım kadar coşkulu Aragon kadar aşık Lorca kadar yaralıydık Unutmadık Yoldaş kaybını savaşın kaçınılmaz sonuçları olarak açıklayarak, kalınan yerden mücadelenin ihtiyaçlarına göre yeniden konumlanmak, her şeyden önce kaybettiğimiz yoldaşlarımıza karşı sorumluluğumuz gereği esastır elbet. Alınan ağır darbe karşısında kayıpları ortaya çıkaran zaaf, eksik ve hatalar ideolojik, politik, örgütsel yönleriyle tartışılır, örgüt yeniden düzenlenir, dost ve düşman karşısında dik durulur, parçabütün ilişkisi doğru okunur, yeni bir dünya tahayyülünün gerçekleştirilmesi için, bütünün kurtuluşu için, bazı parçalarımızı feda etmek zorunda olduğumuz bilinci öne çıkarılır. Tüm bunlar zorunluluk-özgürlük ilişkinin birbirine doğru eklenmiş halkalarıdır ve devrimci savaşın ve mücadelenin devamlılığı içindir. Ezici çoğunluğu örgütün yönetici kademelerinde bulunan, on yılların mücadele deneyimini birikime dönüştürerek Parti’ye aktaran yoldaşların, 17’lerin kaybı sonrası da hareket için süreç böyle işlemiştir. Bu yazıda 17’leri buradan anlatmak, onların varlığının ya da yokluğunun Parti ve devrim mücadelesinde nerede durduğunu tartışmak istemiyorum, zira bunun üzerine hepimiz sayısız yazı okumuşuzdur. Onlarla ilgili benim için anı değeri çok yüksek yaşanmışlıkları anlatmak istediğim bu yazı, aslında benim de yarama dokunma cesareti göstereceğim ilk deneyimim olacak. Zira yoldaş kaybı insanın ölüm ırmağının kıyısında kendi parçalarının sürüklendiğini izlemesine benzer. Eksilirsin, çünkü insanın insana kattıkları vardır, insan kendini insanla tamamlar, yoldaşlık maneviyatında bu paylaşım çok daha yoğun, derin ve özeldir. Kaybedilen yoldaşların yaratacağı duygusal iç çöküntünün seslerini hayatımız boyunca duyacağımızı biliriz. Belki zamanla hayatın başka sesleri de karışır o seslere, öyle ya, insan yaşadığı yerden, zamandan ve insanlardan bağımsız değil ki, anlamını böyle edinir, başka yerlerde, zamanlarda ve başka insanlarla bu edinim süreci yeni anlamlar katar insana, kaybedilenin boşluğu başka şeylerle doldurulur biraz, duygusal gedikler onarılır ama taa derinlerde saklı uçurumundan hiç kaçamaz insan. 17’lerin kaybıyla aldığımız ağır darbenin sarsıcı etkilerini biraz da buradan okumak, yokluklarını insani arka planıyla
da konuşmak, onları günlük yaşamda ortaya koydukları insani zarafetleriyle, incelikleriyle ve zenginlikleriyle de anarak uğruna öldükleri ütopyanın muhtevasına biraz da buradan ilerlemek istedim.
İlk karşılaşma: Bir görüş kabininde… Yağmurlu bir İstanbul sabahı, Bayrampaşa Hapishanesi’nin yolunu tutmuştum. Oradaki tutsak yoldaşlarla ilk kez tanışacaktım, 2000 Ölüm Oruçları başlamıştı, ‘96 Ölüm Oruçları’nın yengisinin, dışarıdaki canlı duyarlılığın ve hareketliliğin, devrimci-komünist tutsakların kararlılığının avantajıyla sürecin somut kazanımlarla sonuçlanacağı beklentisi dışarıda üst boyuttaydı. Nihayet hapishaneye vardığımda hala çok heyecanlıydım. Kabine girdiğimde
17’ler… Cafer yoldaş geldi. Çok kendimi tanıtmama gerek kalmadı, zira hakkımda bilgisi vardı, çok titiz ve dikkatliydi, merak ettiği şeyleri sordu, kötü giden işlerden söz etti, yapılması gerekenleri sıraladı. İlk kez karşılaşmıştık, ama o yıllardır tanıdığı bir yoldaşına davrandığı rahatlıkta davranmış, kendisiyle ilgili bir yabancılık hissetmeme izin vermemişti. Doğaldı, örgütsel ciddiyeti ve titizliği sevecenliğini gölgelemiyordu. Süreç ve yoldaşlar karşısında hissettiği ağır sorumluluk her halinden anlaşılıyordu ve hataya tahammülü yoktu.
Sonra Aydın yoldaş geldi, uzunca sohbet etmiştik, değişik konularda da konuşabiliyorduk, kendimi onunla oldukça rahat hissetmiştim her zaman da öyle hissedecektim. Konuşkan, sevecen, samimi mizacıyla, iddialı ve kendine güvenen kadro profilini kendinde bir arada gerçekleştirdiği anlaşılıyor, yoldaşlık sevgisini cömertçe hissettiriyordu. Aydın yoldaşı daha ilk karşılaşmamızda çok sevmiştim ve ona karşı derin yoldaşlık sevgim daim olacaktı. Bayrampaşa Hapishanesi’ne daha sonra iki kez daha gidebildim, Ökkeş, Taylan
16-30 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
ve oradaki diğer yoldaşlarla da tanıştım. Hapishaneler kesinlikle pasif direniş mevzileri değildi, yoldaşların dışarıyla bütünlüklü davranma iradeleri beni çok etkilemişti. Onlar için tutsaklık düş kurmayı örgütleyen bir yaratıcılık ve üretim süreciydi. Direndikçe özgürleştikleri, ürettikçe düşlerini büyüttükleri alternatif bir yaşam alanı haline getirmişlerdi hapishaneleri. Bu Parti okulunun kabininin dışarı bakan tarafında kalan bizlere de kazandırdığı kuşkusuz çok şey vardı. Bu birkaç görüşmenin en azından benim Parti’ye dönük kavrayışımda değişiklik yarattığını söylemem abartılı olmaz. Orada “Biz devrim yaparız” bilinci yapılan her sohbetin satır aralarında okunuyordu. Sonra 19 Aralık katliam saldırısı, F Tipi hapishaneler ve bitmeyen bir ölüm mevsimi…
Yeni bir deneyim: Alibeyköy Direniş Evi Saat sabahın yedisi, Garip Şahin çalıyor, “Bırakın yakınmayı, olan oldu yoldaşlar.” Alibeyköy Direniş Evi’nin kalk saati Aydın yoldaşın talimatıyla her gün bu marşla veriliyor. Direnişin coşkun sesi bu… Devletin ölüm orucu direnişini kırmaya dönük manevrasını direnişi dışarıya taşıyarak böyle boşa çıkarıyor yoldaşlar. Beş kişilik direniş ekibinde Karadeniz’de ölümsüzleşen Cemal Keser yoldaş ve Aydın yoldaş da vardı. Alibeyköy’de Aydın yoldaşla ilgili hatırladığım en önemli özellikleri; bozuk bir prizin onarılması ya da patlak bir ampulün değiştirilmesine kadar indirgeyebildiği muazzam örgütçülüğü, titizliği, direnişçi kimliğini asla üstünlük aracı haline getirmeyen, ölebilmeyi çok da abartılmaması gereken görev olarak tartışan alçakgönüllülüğü, devletin kolluk güçlerinin saldırı hazırlığı karşısında onun çağırmasıyla hep birlikte evin balkonuna çıkıp coşkuyla okuduğumuz “Bize Ölüm Yok” marşıydı. Bir de o süreçte çok öne çıkan korumacılığı tabi. Küçük Armutlu Direniş Evi’ne giderken gözaltına alınmıştım, polis minibüsünde bekletilirken telefonum çaldı, sesini tanıyamamıştım, “Kimsiniz” dedim, “Deden” dedi. Telefonun ucundaki Aydın’dı, bizi merak etmişti. Yine Bursa’daki bir gözaltımız sonrası İstanbul’a döndükten birkaç gün sonra Aydın’da İstanbul’a gelmiş, gözaltı sonrası sağlığımızı merak edip çağırıp görmek istemişti. Bizi merak ederken kendisi ölüm orucundaydı ve sağlığı hayli kötüydü. O hep önce yoldaşlarını düşünürdü. Ve Cafer yoldaş, her gün geliyordu, yoğun olduğu, başka işlerle de ilgilendiği anlaşılıyordu, yorulmuyordu. Berna yoldaş, bazen direniş evinde kalıyor, ciddi sağlık sorunlarına ve yürümekte zorluk çekiyor olmasına rağmen sorumluluk alıyor, her işle ilgileniyordu. Aydın’ı bazen kör pratikçilikle eleştiriyor, Aydın yoldaş ise gerçekte karşılığı
olmayan teorik reçetelerin işe yaramayacağını savunuyordu. Bu tartışmaları izlemek hem keyifli, hem de öğreticiydi. Berna yoldaşın bilme düzeyi, bildiğini yapmakla birleştirme kararlılığı, yine bildiğini paylaşmak istemesindeki cömertliği, nezaketi ve inceliği çok etkileyiciydi. Devrimci kadının cinsel kimliğiyle barışık örgütlediği iktidarlaşma bilinci Berna’da ete kemiğe bürünüyordu. Parti’nin kadına dönük kavrayışını sıçrama yaratarak ilerleten, kadının partide ve devrim mücadelesindeki öncüleşme bilincinin ideolojik dayanaklarını sağlamlaştıran, Demokratik Kadın Hareketi’nin fikir öncüsü Berna yoldaş, sınıf kökeninin kendisine dönük yarattığı önyargıları boşa çıkarırcasına yoldaşlarına yemek yapacak, kirli çamaşırlarımızı makineye koyacak kadar da ortak yaşamın içerdiği her işle iç içe olmayı önemserdi. Okan’ın kendisine yazdığı mektupları bazen birlikte okurduk. Berna saçlarının daha canlı çıkması için saçlarını kazıtmış, Berna’nın pek de önemsemediği bu durum Okan’ı üzmüştü. Okan’ın üzüntüsünün onu ne kadar üzdüğünü görmüştüm. İyi ya da kötü duyguyu çok derinden duyumsardı. Okan’a “ustam” derdi, Okan içerde tüm yaptıklarını günlüğüne yazar, her hafta Berna’ya verirdi. Berna Mahmud ile Yezida’ya* benzetirdi hikâyelerini, onların masalı farklı bir zamanda aksa da birbirleri için ırmağa atlayacak cüretlerinin olduğu her zaman ve her durumda onlar için de hissedilmiştir. 17’ler için, tek tek tüm yoldaşlar için yazacak o kadar çok şey var ki… Ersin’in tiyatro yeteneği, barınaklarda hazırladığı tek kişilik oyunlar, çatışmada kleşiyle helikoptere sıktığı kurşunlar, Gülnaz’ın azmi, Ökkeş’in emek ve sevgi cömertliği ile yoğrulmuş ağırbaşlılığı, Taylan’ın mütevazılığı, berrak bilinci, kararlılığı, Okan’ın İç Anadolu türküleri okurken ki neşesi, muhabbeti, hepsinin kuşkusuz sayısız zenginliği var anlatılabilecek. Biraz da bittiği yerden anlatmalı onları belki dağdan…
Aklın yolu dağdan geçer Yanımdaki kadın yoldaş Dersimliydi, bölgeye çok yabancı olduğum için benimle gelmişti. Annesinin evinde misafir olduk. Dersim’e ilk girdiğimde oradaki savaş gerçeği arama noktalarıyla, kentin çeşitli yerlerine konuşlanmış askeri araçlarla, sıkça çalışan askeri helikopterlerle hemen göze çarpıyordu. Direnen bu kadim kentin ilk kez duyduğum kederli sesi beni sarıp sarmalamıştı, şimdi ben de buranın ötekisiydim, burası Kürdistan’dı ve hakikaten başka bir ülkeydi. Kuryenin bizi bıraktığı köyde bizi alacak birliği beklerken, yanımızda olan deneyimli kadro yoldaş heyecanımızı yatıştırmaya çalışırken, yıllar süren tutsaklığının ardından tekrar gerillayla buluşacak olmasının kendisinde yarattığı heyecanı da gizleyemiyordu aslında. Dağın ve gerillacılığın insana kendini yeniden armağan eden cömertliğiyle erken tanışamamıştım. 1. Kongre süre-
güncel yorum cinde gitmiştik, meşe ormanının elimizi yüzümüzü kabartan tırtılları ve acımasız sivrisinekleriyle boğuşurken bir yandan da bu yeni yaşamı, yıllardır gerillacılık yapan yoldaşları ve dağı tanımaya, anlamaya çalışıyordum. İlk algım aşağıda idealize edip yere göğe sığdıramadığımız gerillaların aslında senin benim gibi insanlar oluşuydu. O sıradan görüntülerinde okunmayan, harcına biraz da acı kattıkları insan ve doğa karşısındaki o çok özel çizgileşmelerini zamanla kavrayacak, düş ve duygu dünyalarındaki zenginliklerini adım adım keşfedecektim. Ve henüz bu yeni hayatın insanın kabullenilirlik sınırlarını aşan olağanüstülükleriyle tanışmadığım için sağlığı uygun her yoldaşın gerillacılık yapabileceği kanaati oluşmuştu bende. Zira ilerleyen yıllarda sağlıklı birçok arkadaş bırakma kararı almıştı ya da ağır sağlık sorunları olan yoldaşlar hareketli birlikler içinde katır üstünde yer değiştirerek o alanda kalıp işlerini halletmeyi başarmışlardı. Tıpkı 1. Kongre sürecinde olduğu gibi… Aydın yoldaş gibi… Karşılaşacağımız olağanüstü durumlarda insan iradesinin nelere kadir olduğunu ilerde ben de yaşayarak öğrenecektim. Henüz hareketli değildik, yeni katıldığımız için konaklama yerinde güvenlik ve komün nöbeti dışındaki içe dönük faaliyetler dışında dışa dönük faaliyetlerde yer almıyorduk ve ben gerilla yaşamına okuduğum kitaplara rağmen komüncü ihtiyaç listesi hazırlarken tuvalet kâğıdı istemeyi düşünecek kadar yabancıydım. Evet bu hayat zordu, doğada bulduklarını günlük ihtiyaçları karşılamak için kullanılabilir malzemeye dönüştürme becerisi gerektiriyordu ve bu beceri bende hiç yoktu. 1. Kongre’nin delegelerinin tamamının alanda toplanması bekleniyordu, sonra hareket edecek, kongrenin yapılacağı alana ilerleyecektik. Bu arada yeni katılan bizler de oradaki hayata yavaş yavaş adapte oluyorduk. Nihayet tüm güçler alana ulaştı ve hareket ettik. Çok zor bir yolculuk olmuştu. Kongrenin gerçekleşeceği alana yaklaştığımızda mola verdik, sağlık sorunu olan Aydın, Okan ve … yoldaşın at üstünde süren zorlu yolculuğu nihayetlenmişti. Kırdaki yoldaşlar gücü daha güvenli bir alana taşımış olmanın rahatlığı içindeydi. Sağlık engeli olan bu yoldaşların hayatlarını ortaya koyarak at üstünde yaptıkları bu yolculuk feda bilincinin en çarpıcı örneklerinden biriydi belki, zira düşmanla bir karşılaşma durumlarında çekilebilmeleri neredeyse imkânsızdı. Ama her şeye rağmen başarmıştık!
Bizden selam olsun Bolu Beyi’ne Kongre başarıyla tamamlanmış, Parti yeni bir merkezi birleşik yapıyla sağlamlaştırılmış, birçok meselede yeni görüşler kabul görmüş, ezber bozan değişikliklere gidilmişti. Coşkuluyduk, biraz da buruk. Yoldaşlar görev yerlerine gidecekti, ayrılık vakti de gelmişti. Her gün akşam közün başında okunan coş-
19
kulu marşları sabah Cafer ile Aydın’ın atışmaları takip ediyordu, görünen o ki ikisi de “halk çocuğuydu.” Cafer’in yolculuk sırasında yolun kenarındaki kocaman tabelayı görmeyerek çarpması, yine yüzmek için dereye kendini attığında çıkardığı muazzam sesler haftalardır espri konusuydu. Hakikaten de çıkan yüksek ses güvenlik sorunu yaratmıştı. Evet onlar da hata yapabiliyordu. Bir de tutsak kökenli yoldaşların neredeyse her gün okudukları Köroğlu deyişi “Bizden selam olsun Bolu Beyi’ne” onlar gittikten sonra da bizim sesimizle onları her zaman bizimle hissettirecekti.
Kaf Dağı’nı aşan Simurg olmak 17’lerin kaybının ardından yoldaşların şehit düştüğü alandayız. Olayın olduğu yeri gidip görmek istedik. Munzurların Erzincan tarafına yakın çukurda duran çok da arızalı olmayan açıkta bir arazi. Çukurun ortasında büyükçe bir taş var, altı hafif oyuk. Yoldaşlara ait bazı eşyalar o taşın etrafına saçılmış ve öylece kalmış. Bazı yoldaşların o taşın etrafında uyuduklarını tahmin ediyoruz. Bir kırık gözlük çerçevesi, küçük bir krem kutusu, yeşil bir atlet, bir şampuan kutusu… Hepsini özenle topluyoruz. Taşın arkasında bağlı kana bulanmış kalınca bir ip duruyor, atın bağlandığı ip olmalı diye düşünüyoruz. Demek ki at açıkta bağlanmış ve düşmana ait bir keşif helikopterinin ya da bir gözetleme biriminin görmemesi imkânsız. Kalınan alan sıcak bir temasta çatışmaya oturulacak ve tutunulacak elverişliliğe sahip değil. Bu kadar tedbirsizlik insanı incitiyor… 2. Kongre sürecinde merkezdeydik, son hazırlıklarımızı yapıp 2. Kongre’nin yapılacağı alana biz de gidecektik. Sabah haberlerinde kayıp haberleri geçiyor, PKK güçlerine dönük sanıyoruz. Akşam köye giden birimimiz kayıpların bize ait olduğunu öğreniyor. Konaklama yerine geldiklerinde çok kötü bir durum olduğunu yüzlerinden anlamıştık. Öğreniyoruz, evet insana ait bir refleks saklayamamıştık gözyaşlarımızı. İlk şok geçtikten sonra orada özel görevde olan birliğimizle buluşmak üzere bulunduğumuz alanı terk ediyoruz. Katliamın yapıldığı alana gittiğimizde orada bulunan birlik gerekli araştırmaları yapmıştı ve ayrıntılı bilgiye sahiptiler. Katliamın gerçekleştiği nokta ise yukarıda anlattığım gibiydi. Bu defa başaramamıştık, ama biliyorduk ki otuz kuşun Anka ile Kaf Dağı’na yolculuğu orada bitmemişti. Cafer’in, Aydın’ın, Okan’ın, Berna’nın ve kaybettiğimiz tüm yoldaşların cüretiyle yine deneyecektik, belki yine yenilecektik ama yenildikçe daha çok öğrenecek yine deneyecektik ve bir gün mutlaka başaracaktık. Onlardan ve tarihimizden aldığımız ilk ders düşman karşısında dik durmak ve asla yılmamaktı. Aydın yoldaşın 1. Kongre’de bir gece otururken işaret ettiği o parlak yıldızı bir gün mutlaka avuçlayacaktık.
Halkın Günlüğü okuru *Şiir Murathan Mungan
20
güncel haber
16-30 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
Lı ser çiya dengê Partizan* Sinan ve Rıza yoldaşlara… “İlkeli bir direniş, destansı bir ölüm” “Beyaz Dağ artık değişti Adını rüzgâra verdi Dersim'in her canı duydu Burası Kızıl Dağ oldu” Hiç başlamak istemediğim ve hiç bitirmek istemediğim bir yazı… Günler geçti, aya vuruyor… Ne elim gitti yazmaya, anlatmaya, ne de gülmeye… Sonra başka yoldaşların, dostların yazdıklarını okudum, herkes aynı yumruyla fakat herkes aynı sorumlulukla sarılmış kaleme… Ne anlatsak az, ne anlatsak yetersiz… Hiçbiri yetmeyecek, bu kadar net! Cümlelerin, anıların tıkanıp gözyaşına, öfkeye, hesaba dönüştüğü bir yerdeyim. Sizi anlatmaya çalışanların aynı duyguyu paylaşıyor olması; sizin yerinizi, duruşunuzu anlatmanın en özlü ifadesi… Biz, Suruç’tan sonra tanışmış Cizîr’de katliam saldırıları başladığında, 10 Ekim Ankara Katliamı’ndan hemen önce ayrılmıştık. Sinan yoldaşın dediği gibi “Şehit düşmezsek muhakkak görüşecektik”… Mücadelede bulunduğum süre içerisinde tanıdığım, tanımış olmaktan gurur duyduğum savaşçılarsınız, devrimcilersiniz. Bir derviş sadeliğinde yaşadığınızın tanığı oldum. Dost olduk, yoldaş olduk, can olduk. Günlerce hayata, geleceğe, hayallerimize, geçmişe, çocukluğumuza, sevdaya, sanata, sinemaya, gerilla ve kamp faaliyetine, kadın mücadelesine dair konuştuk, güldük, hep güldük. Hep güleçtiniz… Hep güçlüydünüz… Rıza yoldaş gibi sadeliği halkçılıkla buluşturan, acısını, öfkesini duygu seliyle yoğuran, Sinan yoldaş kadar güzel gülen, bilge, duru, mütevazı devrimcilerle tanış-
mış olmak benim için bir miras… Devrimci mücadelenin zayıfladığı, devrimci duruşun sürekli bir mücadele halinde olduğu bugün, siz herkesin tanıması, bilmesi, dokunması gereken yiğitlersiniz. Yazdıklarım ne abartı ne de gidenin ardından bir övgüdür. Siz anlatmakta yetersiz kaldığım, tanıdığım en güzel insanlardansınız. İyi ki tanışmış, iyi ki hayallerimizi anlatmış, aynı ekmeği bölüşmüş, birlikte göğe uzanan, dağları dolaşan, dünyaya seslenen sohbetleri paylaşmışız. Sinan yoldaşın gerilla yaşamındaki duruşu hepimizi çok etkilemişti. Bir yoldaşı demiş “İbrahim Kaypakkaya’nın genç ama derinlikli, mütevazı ama öncü, öfkeli ama güleç duruşu, o güzel yüzü, Haydar’a da bulaşmıştı. ‘En büyük kahramanlığı bile sıradan bir işmiş gibi yapanların’ neslinden bir komünist olarak direndi, yoldaşı Murat Tekgöz’le birlikte şehit düştü Haydar.” Fazlası, daha fazlası… Sinan ve Rıza arasında hep özle bir bağ gördüm, özel bir yakınlık, duruluk,
birbirlerine çok benzerlerdi. Rıza’nın yapacağı ya da geçmişte yaptığı, yaşadığı her şeyi “Öyle değil mi Sinan yoldaş?” diyerek Sinan’a onaylatması hepimizi güldürürdü. Elaziz’in Güçlü’sü dağların Rıza’sında gördüğüm sadelik bir çocuğun sadeliği, gördüğüm inanç bir halkın kurtuluşuna olan bağlılığıydı. Rıza’da düşmana karşı gördüğüm kin ve netlik sarsılmaz bir ilkeydi. Gecenin koynunda bağlamayla söylediği, söylediğimiz türküler, marşlar, kahkahalar en keyifli zamanlarımızdandı. Gün gece birlikteydik. Gün gece tartışmadaydık. Gün gece gülümsemedeydik. Sinan, fedakâr, mütevazı bir duruşa, bir insanı tanımak için etkileyici bir sabra sahipti. İnsanları tek davranışları ile yorumlamanın ve yargılamanın ne kadar büyük bir yabancılaşma olduğunu sözüyle, pratiğiyle birleştiren nadide insanlardandır. Maoist geleneğin yıllardır süren birlik-ayrılık tartışmalarına dair kaçınılmaz olarak yaptığımız sohbetlere gülerek başlar, bitirirdik.
Bir ormanın içinde kıvrılıp giden belirsiz bir patikayla ulaşırdık yanınıza. Çocukluğumun geçtiği bu orman, defalarca sizle buluşup sohbete tutuştuğumuz, şarkılar söylediğimiz bu orman bir mezar artık. Dört bir yanı Beyaz Dağ’a, Hüseyin Gözlü ve Mehmet Şefik yoldaşların kanıyla kızıla boyanan dağa bakıyor. Sizi her düşündüğümde titreten bir serinlikle yanıma oturuyorsunuz. Dersim dağları bu yıl soğuk, baharı buruk karşılıyor. Soğukluk hiç çekilmiyor Dersim’den. Ne yağmurlar diniyor, ne insanlar gülüyor. 16 Eylül günü Baran Dersim’in katledildiğinde, Dersim’de “yasaklı” bölgeler uzatıldığında bu kışın sert geçeceğini konuşmuştuk. Çok sert bir kış geçirdiniz, çok sert bir kış geçirdik. Bunca saldırıya göğüs gerip parçalayıp, göğü kucakladığınız ilk an çatışmada çığlık oldunuz. Şimdi Deşt sizi konuşuyor, bir günden diğerine yangına tutuşan bir ormanda şehit düştüğünüz kıyameti ağıt ediyor. Dersim sizi konuşuyor, devrimciler sizi konuşuyor, halk sizi konuşuyor. Düşman çemberini yarıp yoldaşlarını kurtaran sizi konuşuyor. Yüreğimizden, yüreğimden iki damar kesildi. Evet çok üzgünüz, ama biliyoruz ki zafere kan içinde varılacak ve bu dağları titreten hüzün ve öfke yarının müjdecisi. Bu kan günlerinden, bu zulüm günlerinden özgürlük marşlarıyla çıkacağız yarınlara… Sizin şahsınızda tüm şehitlere sözümüzdür… Bizlere, Kaypakkaya’nın ardıllarına, nice Sinan ve Rıza’ya devrettiğiniz kavga bayrağını yüreğimizin en saf, en güleç, en direngen yerinde taşımak size sözümüzdür…
Deşt’ten Halkın Günlüğü okuru *TİKKO Müzik Topluluğu/Un Çiyaye
Kadın tutsaklardan yeni bir soluk: “Çıplak ve Özgür” Elazığ E Tipi Hapishanesi’ndeki kadın tutsaklar “Çıplak ve Özgür” isimli dergi çalışmalarıyla kadın mücadelesine yeni ve renkli bir soluk katabilmek için yayın hayatlarına başladıklarını duyurdular Ülkemizde devrim ve demokrasi mücadelesi verenler mesnetsiz iddialar ve düzmece fezlekelerle gözaltı ve tutuklama terörü ile karşı karşıya kalmaya devam ediyor. Bugün hapishanelerin doluluk oranının en fazla olduğu dönemden geçmekteyiz. Gene benzer iddialarla 13 Nisan’da Elazığ’da gözaltına alınan DHF’li tutsaklar Elazığ E Tipi Hapishanesi’nde “Çıplak ve Özgür” adlı
tutsak dergisinin 1. sayısını çıkardılar. Kadın tutsakların açıklaması ise şöyle;
Neden “Çıplak ve Özgür”? Faşizmin çıplak bedenlerimizle esasen kendisini teşhir ettiği bu dönemde bizlere yakışacak en güzel ismin “Çıplak ve Özgür” olacağı kanaatindeyiz. Bu bilinçle her sayımızda kadın merkezli ve kadına dair yazılarımız, şiirlerimiz, öykülerimizle yayın hayatımıza başlamış bulunmaktayız. Kadın mücadelesine hapishanelerden güçlü yeni ve renkli bir soluk katabilmek amacıyla bu yolculuğa çıktık. İlk durağımız olan sizlere uğrarken Barbara’dan Merallere, Zilan’dan Beritanlara, Bernalardan Gülnazlara, Sakinelerden Sevelere kadın mücadelemizi yükselterek devam edeceğiz.
16-30 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
kültür sanat
ANTAGONİZMA
21
≫ muzaffer oruçoğlu
İBRAHİM'İN KEMALİZM TAHLİLLERİNE GİDEN YOLU DÖŞEYEN TAŞLAR bo'nun, Kemalizm tahlilini doğuran etkenler neler olabilir? Bu yazıda bunları irdelemeye çalışacağım biraz. 1966 ve 67'de, İbo da Mahir ve Deniz gibi, Doğan Avcıoğlu, TİP ve Eski Tüfekler gibi Mustafa Kemal'i 'asker sivil aydın zümrenin bir temsilcisi, Ekim Devrimi'nin müttefiki, anti emperyalist, yurtsever bir şahsiyet olarak görüyordu. Birinci milli kurtuluş savaşı yarıda kalmıştı, yapılması gereken, onu sosyalizm ile sürdürmek ve aşmaktı. 1967'de, Kemal Tahir'in “Devlet Ana” adlı romanının yayınlanmasıyla birlikte, Asya Tipi Üretim Tarzı temelinde, Osmanlı toplumu ve Cumhuriyet tartışmaya başlandı. Tartışma sol içinde, Asya tipi üretim tarzcıları ile Cumhuriyeti savunan TİP'li sosyalistler ve aydınlar arasındaydı. Bu tartışmalar, 1967'nin sonlarında, Sencer Divitçioğlu, Selahattin Hilav ve Murat Sarıca gibi FKF'ye yakın olan aydınların etkisiyle, FKF içindeki ileri kadroları da bir nebze içine çekmiş bulunuyordu. Kemal Tahir ile İdris Küçükömer Osmanlı toplumuna ilişkin görüşlerini genelde yazılı olarak yayıyorlardı. Özgürlüğünü çile çekme ve azla yetinme üzerine kuran Kemal Tahir, milletin içine pek çıkmazdı. Zaten milleti illet olarak, avanak olarak görüyordu. Yakın arkadaş çevreleri ve bir iki gazete aracılığı ile iletirdi görüşlerini. Zaten “Devlet Ana” romanı ile tartışmasını başlatmış bulunuyordu. Sanat yapan birinin aynı zamanda politika da yapmış olduğuna inanan birisiydi… Kemal Tahir'in, İstanbul Teknik Üniversitesine ait bir amfide, bir kültür festivali vesilesiyle yaptığı konuşmayı dinledim. Dinleyiciler arasında Aziz Nesin gibi tanınmış yazarlar da vardı. Ben, FKF'li bir öğrenci olarak, Aziz Nesin ile orta sıralarda, tesadüfen yan yana düşmüştüm. Bol bol sigara içiyor ve yanındakinin kulağına ikide bir bir şeyler mırıldanıyordu. O toplantıdan aklımda sadece, düşüncelerini sevgi ve tapınç halesi içinde sunan okurların yazarlara ellerindeki kitapları imzalatma görüntüleri kaldı. İbo, 1967'de Kemal Tahir'i dikkatle izledi, onun tartışma yaratan “Devlet Ana” adlı romanını okudu. Bu vesileyle bazı tarihçileri de okudu ve Kemal Tahir'in Osmanlı devlet ve toplum yapısına dair tahlillerinin hemen tümüne karşı bir duruş içinde buldu kendini. Tımarlı sipahi sisteminin sınıfsız bir sistem olarak sunulmasını bariz bir körlük ve Osmanlı hayranlığı olarak değerlendirdi. Kıvılcımlı'nın da Fatih öncesini sınıfsız bir toplum olarak değerlendirdiğini ileri sürdü. Buna bağlı olarak, Kemal Tahir ve İdris Küçükömer'in Kurtuluş Savaşını anti- emperyalist bir savaş olarak değil de bir Türk Yunan savaşı olarak değerlendirmeleri ile, savaşın sonuna doğru, Kemalistlerin Sovyetlere karşı İngilizlerle uzlaşmaya vardıkları yönündeki görüşlerinin incelenmesi gerektiği kanısına vardı. Araştırma arzusu güçlenmişti. FKF'nin dışında, TİP'in Eminönü şubesine, Beyazit Kütüphanesi'ne ve Sahaflar'a uğruyordu zaman zaman. 1967'de İbo'nun dikkat merkezlerinden birisi de TİP'in 'Doğu Mitingleri'nden dolayı Kürdistan'dı.
İ
‘68'de patlayan eylemler, Asya Tipi Üretim Tarzı tartışmalarını bitirdi. Kemal Tahir başta olmak üzere, Asya Tipi'cilerin ezici çoğunluğu 68'e karşı tavır aldılar. Bu yıl içinde İbo, “Manifesto”, “Devlet ve İhtilal”, “Ne Yapmalı”, “Teori ve Pratik (Mao)” başta olmak üzere birçok kitabı okudu. Devlete, devrime, sosyalizme ve komünizme dair görüşleri berraklaştı. Sürekli okuyan ve yazan bu insanın, 68'in sonuna geldiğimizde, dilde, kavrayışta ve hitabette kat ettiği gelişme belirgindi. Ben romanı bitirmiş, öykü yazımında yoğunlaşmıştım. Kendisini her gördüğümde, kıpırdayan her zerreciğe aynı anda bakan, onların iç serüvenlerini kavrayıp anlama dönüştüren ve bunu bakışlarıyla bana yansıtan garip insanlar beliriyordu hayalimde. 1969, İbo'nun, Dev-Genç forumlarında, çeşitli toplantılarda ve Türk Solu bürosunda bol bol tartıştığı bir yıl oldu. Devrimin yoluna ilişkin görüşleri berraklaşmıştı. 1969'da, Ant Yayınları’nı yürüten kadrolar, bir başka yayınevinin, Mao'nun Yeni Demokrasi adlı kitabında, Mustafa Kemal'e dair yaptıkları sansürü açığa çıkardılar. Daha sonra da Stalin'in açığa çıkan görüşleri, Mustafa Kemal'in Sun Yat Sen değil, Çan Kay Şek çizgisinde ele alındığını gösterdi. 1970 yılı, 15-16 Haziran İşçi Hareketi'nin patlamasıyla bir dönüm noktası oldu. Bir buçuk yıldır, Alibeyköy’de, Demirdöküm işçileriyle içli dışlı olan İbo, hareketin içinde yer aldı. Harekete katılan DevGenç'in, işçi asker değil de işçi ordu el ele sloganını atması, İbo'nun, Kemalizm’in ve Kemalist devletin, Türkiye devrimi üzerindeki dayanılmaz ağırlığını ve prangalayıcı gücünü bizzat hissetmesine yol açtı. İşçi hareketi malum devlet teorilerine güçlü bir darbe vurmuştu. Bununla birlikte Mevcut durum, Kemalizm’i, can alıcı, karakteristik özellikleriyle açığa çıkarmayı, devrimci güçlere anlatmayı ve ona karşı cepheden bayrak açmayı emrediyordu. Bu yıl içinde devlete, devletin zayıf olduğu yerlerden yüklenme görüşü iyice güçlendi. İbo, Mehmet Altun ile beraber Çorum köylerini gezdi, harika bir rapor kaleme aldı, ben ise Trakya’da tutuklandım, cezaevinde Trakya raporunu kaleme aldım. Bu yazı, Proleter Devrimci Aydınlık Dergisi’nde yayınlandı. 1971 Mart’ına kadar çok yoğun pratik faaliyetlerin içinde yer alan İbo, okuma, inceleme çabalarını ısrarla sürdürdü. Şefik Hüsnü'nün “Seçme Yazılar”ını okudu. Şnurov'un Ant Yayınları'ndan çıkan ve Rusçası 1929 yılında yayınlanan “Türkiye'de Sınıf Mücadeleleri” adlı kitabını okudu. Buna ek olarak, yine aynı yayınevinden çıkan, Emin Türk Eliçin'in “Kemalist Devrim İdeolojisi” adlı kitabı ile İdris Küçükömer'in “Düzenin Yabancılaşması" adlı kitabını okudu. Jön Türkler ve özellikle de İttihat ve Terakki üzerine yazılmış makalelere, kitaplara göz attı. Bu esas okumalarla birlikte zamanın önde gelen edebiyat dergilerini izlemeyi de ihmal etmedi. 1971 askeri darbesi, mekânımızı İstanbul ve Trakya'dan Kürdistan'a kaydırdı. İbo Kürecik'e ben de Siverek'e yerleştim. İbo Kürecik raporunu yazdı, ben de büyük toprak ağası Şeyh Halit'i merkez alan Si-
verek raporunu yazdım. Bu yazı o zaman illegal çıkan Şafak dergisinde yayınlandı. 1971'in sonbaharında, Siverek bağlarında, İbo, Bora Gözen ve ben, Doğu Anadolu Bölge Komitesi olarak bir araya gelip, program taslağının tartışmasına başladık. Bu tartışmalarda İbo ile ben, programa birçok noktada itiraz ettik. Bu itirazların merkezinde iki temel mesele vardı: Kurtuluş Savaşı ve milli mesele. İbo, aldığı notlarla her sayfası bir labirenti andıran defteriyle gelmişti. Bora da hazırlanıp gelmişti ve birikimli bir insandı. Kurtuluş Savaşı'na, milli burjuvazinin önderlik ettiğini savundu. İbo, Kurtuluş Savaşı'na, milli burjuvazinin değil, Ermeni ve Rum mallarıyla palazlanan ticaret burjuvazisinin üst kesiminin, yani Türk olan kompradorların önderlik ettiğini, bu önderliğe de büyük toprak ağalarının ortak olduğunu, Müdafa-i Hukuk Cemiyetlerinin bu gücü temsil ettiğini savundu. İbo, savaşa önderlik eden bu gücün, savaş yılları içinde ve kısa bir zaman diliminde, milli burjuvaziyi temsil eden Çerkez Ethem liderliğindeki Kuvayi Seyyareye saldırdığını, Halk İştirakyun Fırkası'nın kadrolarını tutukladığını, Mustafa Suphi liderliğindeki TKP Merkez Komitesini Karadeniz’de boğdurduğunu ve hemen akabinde Dışişleri Bakanı Bekir Sami'yi Londra Konferansı’na göndererek İngilizlerle uzlaşmaya çalıştığını ve Sovyetlere karşı ikiyüzlü bir politika izlediğini anlattı uzun uzun. Milli sorun konusunda ise tartışma, Kürt ulusunun varlığı, Kürt isyanlarının niteliği ve Kürt ulusunun ayrılma hakkının kayıtsız şartsız tanınması çevresinde cereyan etti. Siverek tartışmaları, İbo'nun görüşlerinin tüm yönleriyle açığa çıkmasına, daha bir belirginleşmesine yol açmakla kalmadı, İbo ile benim parti içinde apayrı bir çizgi savunduğumuzu da açığa çıkarmış oldu. Tartışmadan sonra, Bora'yı Malatya'ya yolcu ettik. İbo ile birlikte tartışmanın bir değerlendirmesini yaptık. Tartışmalarda savunduğumuz görüşleri, Program Taslağının Eleştirisi başlığı altında, İbo'nun öz bir şekilde kaleme alması ve komite (DABK) çoğunluğunun görüşleri olarak partiye sunması kararına vardık. İbo ile anlaşamadığım tek nokta, partinin adıydı. İbo, parti adının TKP (M-L) olarak değiştirilmesini savunuyordu. Ben TİİKP olarak kalmasından yanaydım. 1972'nin Şubat’ında yayınlanan DABK kararlarıyla ayrılığın ilk adımı atıldı. Nisan ayında ise ayrılık gerçekleşti. TKP (M-L) olarak ortaya çıkan yeni partinin koordinasyon komitesi ve iki kişilik daimi komitesi oluşturuldu. Bir yıla kadar Dersim'de birinci kongrenin toplanması kararı alındı. İbo, yeni partinin programına temel teşkil edecek görüşleri kaleme almayı üstlendi. İbo'nun dört yıllık hummalı teorik ve pratik çabası ile birikimi, ayrılık olmasa bile ona, tezlerini yazılı hale getirmesini telkin edip duruyordu. Pratik faaliyetin içinde ve düşün atölyesinde incelikle işlediği tezlerini 1972'nin ikinci yarısında yazılı hale getirmeye başladı.
22
güncel haber
16-30 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
Hurşit Külter nerede?
Kendi iktidarını sağlamlaştırmak için başlatılan topyekûn savaş konsepti sonucu kentleri yakıp yıkan, katliamlar gerçekleştiren AKP-Erdoğan iktidarı son olarak geçmişten bugüne her daim savaş konseptinin geliştirildiği koşullarda işletilen gözaltında kaybetme politikasına sıkı sıkıya sarılmış durumda AKP-Erdoğan iktidarı bir yandan toplumu kendi politikaları ekseninde dizayn etmek ve kendi iktidarlarını korumak için başlattığı topyekûn savaş konsepti sonucu halklara saldırmaya devam ediyor. Diğer bir yandan da Kuzey Kürdistan'da kentleri hem karadan hem havadan bombalayarak, yakıp yıkarak özyönetim direnişlerini bastırmaya çalışıyor. Yürütülen özyönetim direnişleriyle topyekûn direnişe geçen halka yönelik geliştirilen katliamları çıkartılan yeni yasalarla aklamaya çalışan iktidar, bir yandan da gözaltı ve tutuklamalarla siyasi soykırım saldırılarına devam ediyor. Kuzey Kürdistan'da her gün onlarca ev ve kurumlara devlet güçlerince baskın yapılmaya devam ediyor. Yapılan baskınlar sonucu belediye eş baş-
kanları, parti yöneticilerinin de içerinde yer aldığı onlarca kişi gözaltına alınarak tutuklanıyor. Kayıp politikasına geri dönüş Şirnex’te gözaltına alındığı özel harekât polislerine ait sosyal medya hesaplarından paylaşılan, ancak Şirnex İl Emniyeti’nin gözaltına alınmadığını söylediği DBP Şırnak İl Yöneticisi Hurşit Külter’den 27 Mayıs'tan bu yana haber alınamıyor. Konuya ilişkin açıklama yapan Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş Genel Başkanı Sebahat Tuncel “Külter ile birlikte yeni kayıpların olacağının mesajı verilmek isteniliyor” diyor. Tuncel açıklamasında, “Devlet toplu infazlarla birlikte kaybetme politikasını devreye koydu. Hurşit Külter'le bunun işareti verildi. Devlet yetkilileri özellikle de Şirnex Valiliği Külter'in gözaltına alındığını kabul etmiyor. Ama birçok emare böyle olmadığını gösteriyor. Öncelikle Hurşit Külter'in son paylaştığı mesaj gözaltına alındığını gösteriyor. Şirnex'te sokağa çıkma yasağı ilan edilince Külter'in ailesi bölgeyi terk etmek zorunda kalıyor. Ama Hurşit Külter Şirnex 'ı terk etmiyor. 14 Mart tarihinde ilan edilen sokağa çıkma yasağı birlikte katliamlara start veriliyor, fakat ailesi 27 Mayıs'a kadar Hurşit Külter'den haber alabiliyor. Hurşit'in son
olarak 27 Mayıs'ta ailesine gönderdiği mesajı babası şöyle aktarıyor: ‘Şu an evde olduğunu evin etrafının askerlerce sarıldığını, kendisini almaya geldiklerini, akıbetini araştırmalarını ve haklarını helal etmelerini istedi.’” dedi.
‘Başbakan Binali Yıldırım, Hurşit Külter nerede?’ Aynı gün bu konuşmanın hemen ardından operasyonlara katılan kolluk elemanlarının kullandığı “BÖF@Tweet_Guneydogu” Twitter hesabından Hurşit Külter’in gözaltına alındığı bilgisi verilip sorguya alındığı yazıldı. Konuya ilişkin İnsan Hakları Derneği(İHD) de çeşitli girişimlerde bulundu. Hurşit Külter'in ailesinin sunduğu verileri ve Twitter'de özel hareket polislerinin Külter gözaltına aldığına dair yaptıkları paylaşımları delil gösteren İHD Külter'in akibetini Adalet Bakanı’na, İçişleri Bakanı’na, Şırnak Cumhuriyet Başsavcısı’na ve Şırnak Valisi’ne sordu: "Bilindiği üzere, sokağa çıkma yasağı başladığı 14.03.2016 tarihinden beri avukatlarımızın ve insan hakları savunucularının, Şırnak’a, girişine izin verilmemektedir. Şırnak’ta yaşananlar konusunda kamuoyu hiçbir şey bilmemektedir. 78 gündür Şırnak’ta neler yaşandığı konusunda bilgi paylaşmayan Şırnak Valisi yaşanan
tüm faili meçhul olayların sorumlusudur. Yaşanan olaylar hakkında adli takibat yapmayan Şırnak Cumhuriyet Başsavcısı yaşananların açığa çıkmamasından sorumludur. Birleşmiş Milletlerin Zorla Kaybedilmeye Karşı Sözleşmesini imzalamayarak, hukuksuzluğun ve cezasızlığın teminatı olduğunu gösteren ve bu konuda gerekli hukuki düzenlemeleri yapmayan devlet yetkilileri, insanlığa karşı suç olarak nitelenen zorla kaybedilmelerin baş sorumlusudur. Buradan Adalet Bakanı’na, İçişleri Bakanı’na, Şırnak Cumhuriyet Başsavcısı’na ve Şırnak Valisi’ne sesleniyoruz; DBP Şırnak İl Yöneticisi Hurşit Külter nerede?”
Cumartesi Anneleri de Külter'in akıbetini sordu Her hafta gözaltında kaybedilen yakınları için bir araya gelen Cumartesi Anneleri, bu hafta İstanbul Galatasaray Meydanı'nda 585'inci haftasında bir araya gelirken, Amed ise 383'üncüsü Koşuyolu Parkı Yaşam Hakkı Anıtı önünde bir araya geldi. Cumartesi Anneleri, 27 Mayıs'tan bu yana kendisinden haber alınamayan DBP Şirnex İl Yöneticisi Hurşit Külter'in akıbetini 'Başbakan Binali Yıldırım, Hurşit Külter nerede?' diye sordu
tarih
16-30 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
23
Komünizmin kutup yıldızları: 17’ler İbrahimlerden Caferlere herkesin gözleri önünde yükseklere çekilen sosyalizm ve komünizm bayrağımız, 3. Kongremizle şimdi daha da berrak olarak somutlaşmış ve güncellenmiş durumdadır. 17’ler Vartinik’ten Mercan’a dalgalandırılarak bayraklaşan sosyalizm ve komünizm bayrağının daha da yükseklere çekilmesidir. Burjuva medeniyetçi paradigmadan ve onun her türlü resmi düşünce, tarih, çizgi ve yöneliminden koparak sınıflar mücadelesine doğru ve bilinçli teorik pratik politikalarımızla müdahil olup, objektif koşulları sosyalizm ve komünizme varana dek sürdürme kararlılığıdır 17’ler. Vartinik’ten Mercan’a, ideolojik, politik, örgütsel ve askeri olarak Türkiye-Kuzey Kürdistan halk kitlelerine sınıfsız ve sömürüsüz komünist topluma kilitlenen ve bizzat kendi savaşı ve kurutuluşu için Sosyalist Halk Savaşı'na katıl çağrısıdır 17’ler Devrim ve komünizm yürüyüşünde her kayıp, darbe ve yenilgi önemlidir ve yarattığı etki bakımından da belirleyici bir yerde durmaktadır. Fakat bazı kayıplar ve süreçler vardır ki yarattığı etki bakımından sınıf mücadelesinin seyrini etkileyecek bir muhteva içermektedir. İşte bu süreçlerden biri de 17 Haziran’da Mercan Dağları’nda bedenleri bombalarla dağlanan ve tarihe 17’ler olarak geçen Mercan katliamı ve stratejik direniş çizgisidir. 17’ler kaybı Proleter Öncü başta olmak üzere TürkiyeKuzey Kürdistan devrimi açısından tarihsel önemde bir yerde durmaktadır. Ki Proleter Öncü hala 17’ler darbesinin yarattığı etkiden tümüyle kurtulmuş değildir. Bunu mekanik anlamda örgütsel durumla açıklamıyoruz. Bu bağlamda Proleter Öncü 17’ler darbesini kendi tarihsel köklerine ve tecrübelerine dayanarak aşmış, hareketi kısa bir sürede yeniden merkezileştirerek ayakları üzerine dikmiş ve 17’lerin komünist çizgisini kuşanarak yoluna emin adımlarla devam etmiştir. 17’lerin bilimsel metodunu ve stratejik kazanma bilincini kendine rehber edinen Proleter Öncü gerçekleştirdiği iki kongreyle devrim ve komünizm yürüyüşündeki ısrarını nitel ilerlemelerle sürdürmüştür. Belirtmek istediğimiz durum; 17’lerle cisimleşen tarihsel birikim, tecrübe, sınanmışlık gibi temel önem teşkil
eden bir devrimci birikimin yitirilmesidir. Bu anlamda Proleter Öncü’nün tüm ileri yanlarına rağmen somutta da yaşadığı en büyük eksikliklerden birisinin tarihsel tecrübe ve birikimin zayıflığı olduğunun altını çizmek gerekiyor. 17’lerin Proleter Öncü’nün tarihinde her anlamda bir dönüm noktası olduğunun altını çizmek gerekiyor. Bu devrimci gerçekliği özet olarak şöyle ifade edebiliriz: 'TKP(ML)'den MKP'ye bu tarih bizim!' şiarıyla özetlenen tarihsel sürecimizin ideolojik, siyasal, örgütsel ve askeri olarak bütünlüklü muhasebe, Marksizm-Leninizm-Maoizm bilimi ve ideolojisinin geçirdiği tarihsel süreçleri, doğru yanlış temelindeki mücadelesi ve gelişimi temelinde doğru kavrayışın oturtulması, geçmiş hatalarından dersler çıkarılarak stratejik kolektif önderliğin önemi ve perspektifin güçlendirilmesi, o güne kadar programatik görüşlerle sınırlı tutulan görüşlerimizin asgari ve azami programa dönüştürülerek geliştirilmesi, sosyalizmin son derece önemli ve temel sorunlarına ilişkin doğru yaklaşım, politik iktidar mücadelesinde zora dayalı devrimci savaş stratejisinde ısrar ve hedeflerin belirlenmesi, parti içi iki çizgi mücadelesinde İbrahim’den devralınarak ulaşılan seviye ve daha bir dizi önemli konularda 1. Kongremizle ete kemiğe bürünen ve Kaypakkaya’nın bilimsel komünist çizgisinin yeniden ve ilerletilerek ayakları üzerine dikilmesi olarak belirtebiliriz. İbrahimlerden Caferlere herkesin gözleri önünde yükseklere çekilen sosyalizm ve komünizm bayrağımız, 3. Kon-
gremizle şimdi daha da berrak olarak somutlaşmış ve güncellenmiş durumdadır. Vartinik’ten Mercan’a dalgalandırılarak bayraklaşan sosyalizm ve komünizm bayrağının daha da yükseklere çekilmesidir. Burjuva medeniyetçi paradigmadan ve onun her türlü resmi düşünce, tarih, çizgi ve yöneliminden koparak sınıflar mücadelesine doğru ve bilinçli teorik pratik politikalarımızla müdahil olup, objektif koşulları sosyalizm ve komünizme varana dek sürdürme kararlılığıdır 17’ler. Vartinik’ten Mercan’a, ideolojik, politik, örgütsel ve askeri olarak Türkiye-Kuzey Kürdistan halk kitlelerine sınıfsız ve sömürüsüz komünist topluma kilitlenen ve bizzat kendi savaşı ve kurtuluşu için Sosyalist Halk Savaşı'na katıl çağrısıdır 17’ler… Bugün içinden geçmekte olduğumuz tarihsel süreçte her zamankinden daha fazla 17’lerin kan kızıl bir deryada bizlere miras olarak bıraktıkları komünizmi kazanma stratejik çağrısına kulak vermeliyiz. Onların her türlü tasfiyecilik ve reformizme meydan okuyup devrim ve komünizmi merkeze koyarak kanlarıyla kızıllaştırdıkları enternasyonal proletaryanın ülkemizdeki temsilcisi Proleter Öncü’nün kızıl bayrağı altında daha fazla kenetlenelim. Gün yeniden ve daha ileri bir düzeyde bir kez daha bizlere Caferleşmeyi, Aydınlaşmayı, Okanlaşmayı, Bernalaşmayı… yani 17’lerleşmeyi dayatmaktadır. Yine 27 Haziran 2011 Tarihinde Dersim/Ovacık’ta 17’lerin komünizmi kazanma bilincini kuşanarak ölümsüzleşen Ozan Derman, Abidin Demir ve İsmail Perktaş yoldaşların devrimci anıları önünde bir kez daha saygıyla eğilirken, onların bizlere devrimci miras olarak bıraktıkları devrim ve komünizm bayrağını daha da yükselteceğimizi bir kez daha haykırıyoruz.
Halkın Günlüğü
1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:
Yurtiçi 54 TL
Yurtdışı
108 EURO
HESAP NUMARALARI Ahmet AKSOY adına Yapı Kredi Bankası ANK. Mithat Paşa ŞB. : (TL) 93602130 Yapı Kredi Bankası (Euro) 10 0006 7010 0000 0043 4140 14 Yapı Kredi Bankası (Sterlin) 13 0006 7010 0000 0043 4140 57 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL
Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96
Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18
ROJANEYA GEL Li Fransê serhildan, hemû kûçe dişewitin!.. Ji destpêka meha Adarê vir ve kûçeyên Fransa, germahiya xwe dide li hemû dinyayê. Fişarê şelav û kela çemê Sein’ê jî, ji vemirandina kûçeyên Fransê re kêr nehat. Bi vî şiklî, nerazîbuna ku li himberî zagona karkeriyê derketibû holê pijiya, mezin bû û berxwedanî bi sê meha xwe tijî kir. Jixwe di van çalaki û tevgerê berxwedaniyê de, ji destpêkê vir ve jî nîşaneya belavbûnê hebû. Wekî ku dihate hesibandin jî roj bi roj hêjahiya xwe ava kir û bû “serîrakirina gel a sivîl.” Ji ber vê yekê çi hewldanên biçûkxistina tevgerê çi jî êrişa polês ên hikumata Vals ku binavkirineke “sosyalîst” liser e, neweriyan ku vê tevgera gelê têk bibin. Li gorî lêpirsîn û lêkolînan, ji kargehên petrolê heta metroyan, ji santralên enerjî yên nukleer heta xebatiya rê yên dewlet ên esmanî û trembolî, tevger li gelek qadan belav bûye û gel jî ji sedî heftê piştgirî dide tevgerê. Kesên ku sibehê diçin karen xwe, diçin dibistanên xwe jî di nav nîqaşan de tevlêbûnek pêk tînin û tevgerê ku roj bi roj dibe tevgereke siyasî dipejirînin. Bi xwezayî sekn û nêrîn li gor polên civakî ya însan diguherin, lê tiştê ku rasteqîn e, her kes nerazîbûna xwe ya hikumatê bilev dike û ji çep heta rast di her qada civakê de nêrîneke hevpar û tund ava dibe.
Sekn û nêzîkahî yên nîşandayî Li ser berxwedaniya Fransiyan, sekna herî tund, ji rêxistina karsazan, ango ji MEDEF’ê hat. Serokê MEDEF’ê Pierre Gattaz nerazîbûna xwe nişan da û ji bo berxwêdêran got: “Wekî nijdevan û terorîst tevdigerin”. Lê bersiva serokê MEDEF’ê dereng nema û ji rêberên Partiya Çep Jean Luc Mélanchon, Gattaz’ê wek “kurtelxureke civakî û rapeçker” binav kir û got: “Ji dîktatoriya MEDEF’ê re êdî bes”!.. Ji Partiya Sosyalîst ê ku desthilatdare jî dengen cûda derhatin. Wek mînak, endameke rêvebertî ya partiyê û rehdareke komunîst Gérard Filoche, sekneke piştgiriyê nîşan da û ji bo zagonê binavkirineke “pirr serbest û ji ewlehiyên karkeran re êrişeke dijwar termonukleer” bilêv kir û gotinên xwe bi vî awayî domand: “Ev dijşoreşiyeke wisaye ku, li Fransayê, di vî sedsalî de yekem car hatiye dîtin”. Sekn û nêrînên kûçe û qadan jî wekxwe bû: hê dînamîk û hê ciwan... Wek mînak, xwadevaneke civaknasiyê Jérémy, xwe wek “dijî zagona xebatkariyê û dijî gerdûna vê zagonê” binav dikir û ji dayikê xwe re digot: “Piştî ku mase were hilweşandin dê guherîn pêk were”. Ciwaneke anarşîst digot: "Dinya biguherînin an jî wê bişewitînin." Qerebalixên girseyî digotin: “Mafa me ji vî dinyayê baştir e û emê bi hev re bidest bixin.” Li ser van yekan, ne bi awayekî nişkegavî, bi awayekî xwezayî, ev deng li gelek welatên Awropayê deng veda.”
“Şev li ser pî ye” Tevgerê “Şev li ser pî ye” ku li Qada Cumhuriyet a Fransayê dest pê kir û di zemanekî kurt de belavî 80 bajaran bû, rastî tundiya polês û çapemenî ya desthilatdarê hat. Êrişên polês ku ji Tirkiyê jî wêdetir tund bû, tevî êrişa medya ya karsazan pêk hat. Berxwedaniya ciwanan, ji alî medyayê karsazan wek “êşqiyatî / şikîner” hate binav kirin û “anarşîstên burjuva yên biçûk” hatin sucdar kirin û kirin mehkum. Li gor wan divê ev tevger bihata sekinandin. Lê nebû. Çi “rewşa alozbayî”, çi binavkirina “teror”, çi şampiyoniya futbolê ya Awropa, tu yek jî ji bo sekinandina tevgerê kêr nehat. Çi ku pirsgirêk pirsgirêkeke kûr bû. Pêyamên ku di rûniştinên rêxistina “Şev li ser pî ye” de dihatin dayîn, taybet li ser rewşa xwezayê, jiyana komunê, li ser hunerê birastî jî xwedî bandorek bû ji bo civakê. Û ji nêrînên cuda, gelek însan, wekî komunîst, anarşîst, sendîkavan, femînîst, dersiyaset, hunermend û rewşenbîr, her kes li wir bû û gelek nêrînên dewlemend dihatin ziman. Ji her kesî dengek derdiket û bi pirdengî û aloziyê ve hêviya pêşerojê ava dibû. Di vî navberê de entelîjensiya yên pergalê jî, ji bo ku hêviya ciwanan bişkênînin ketibûn navberê û bi deveke çep, xizmeta pergalê dikirin. Li gorî wan “Komuna Parîsê, ceribandina sosyalîst a pêkhatî û ceribandina ciwantiya 68 hemû têk çûn. Ji wê wêdetir wekî proudhon û wekî Karl Marx di wê demên kevn de nêrîna xurt a pêşerojê hebû, lê ciwanên vê demê hemû bêhêvî û hov in. Ji ber wê jî, divê destur neye dayîn ku ev tevger bi tu awayî xwe negihîne pola karkeriyê...”
“Zagon mahne ye!” Belê, “Zagona El Khomri” mahneyek û ji bo hincetiyek bû. Wekî ku di sala 2005’ê de hin bajarokên Parîs’ê hatin şewitandin, wekî kul i dijî reforma teqawitbûnê
hincetek... Di rastiyê de hovîtiya kapîtalîzmê li ser masê dihate lêpirsînê û di rojevê de lêgerîneke rêyeke serfiraziyê hebû. Çi ku rewş ne asayî bû. Dema 68 û hin demen bere dihate bibîranîn. Bûyerên ku diqewimiyan bûyerên gerdûnî û dîrokî bûn. Ji ber wê, nerazîbûn û dengvedaniya ciwanan ji sînorên Fransay3e derbas bû û xwe gihand heta Belcikiyê, Spanyayê, Qanadayê, Holandayê, Luxembûrgê û heta Taylandê... Li Spanyayê 8 bajaran, li Belcikiyê jî 9 bajaran çalakiyên piştgiriyê çêbûn.
Bi kurtasî; Di eniya civak û ciwaniyê de nerazîbûn dipijiya û her 5 sal carê bi awayekî derdiket holê û diweşiya kolanan. Wek bi awayekî hêsteke xurt û girseyî... Ev yek, li gorî meşa dîrokê bûyereke asayî ye. Çi ku di xwezahiya kapîtalîzmê de ji bo însan û civakê gengeşî heye û di navbera polen cûda bivênevê alozî derdikeve. Hemû cûre yên civaka Fransa’yê jî, wek bi awayekî xwezayî ber xwe dide û mafa xwe ya protestokirinê dişuxulîne. Rêxistinên pergalê jî, ji bo ku berî hilbijartina 2017 vê tevgerê binpê bike û kilîd bike di nav hewldaniyekê de ye. Di encamê de jî, polen karker û ciwan ên ku xwedî hêvî û xwedî armanc in û roj bi roj bêhêvî dimînin, li himberî pergalê disekinin û ji bo mafên xwe biparêzin jî şer dikin. Ango pîvana “derdê goşt û can” jî di vir de derbasdar e. Ger çalakî nebin û kes ber xwe nede, daxwazên maf û azadiyê jî nayên cih. Ev yek ji alî her kesî ve tê zanîn. Rexneyên ku tene di qada huner û wêjeyê de dimînin jî ten abi ser xwe çare nabe. Ji ber wê, desthilatdar dixwazin k udi demeke kurt de çareyek ji bo vê kêşeyê bibinin û berxwedêran rawestînin, tevgera wan bidin sekinandin. Lê wisa xuya dibe ku; di demeke dirêj de ev berxwedanî dê bipije, mezin be, eniya kedkariyê û eniya dijkapîtalîzmê li şuna xwe nesekine, ne tenê bişev, biroj jî ev rêxistin û tevger dê li ser pî be.