Dil ve düşünce denkleminde güncel bir yaklaşım
sf 12-13
Fransa’da patlayan direniş Çıkarmaya çalıştığı Yeni Çalışma Yasası’yla “sosyalist” Hollande’nin ve burjuva demokrasinin işçi-emekçi ve halk düşmanı bir öze sahip olduğu tekrar sergilenmiş oldu. Adına demokrasi de dense, medeniyet ve çağdaşlıkla da lanse edilse ve hatta Batı’lı modern toplumsal sistem olma kibriyle üstünler ya da elitler olarak pazarlansalar da, bütün bu övgü ve gösteriş altında çürümüş ve kokuşmuş burjuvazinin, gerici sınıf ve faşist karakterlerinin olduğu inkâr edilemez bir gerçektir SF 19
Halkın Günlüğü
01-15 HAZİRAN 2016 Yıl: 4 Sayı: 123 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.org
“Tarihsel Miras Kaypakkaya Sempozyumu” gerçekleştirildi f GÜNCEL 20-21 Halkın Günlüğü Gazetesi olarak düzenlediğimiz sempozyumların ilki 22 Mayıs’ta İstanbul’da, ikincisi ise 29 Mayıs'ta Dersim’de gerçekleştirildi. Sempozyumlara çok sayıda aydınyazar ve siyasetçi katılırken, Kaypakkaya’nın metodolojisi, ideolojisi, yöntemi ve günümüz siyaseti üzerindeki etkileri tartışıldı
İşçiler hakları için direnişte
e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
ISSN: 2147-0499
Erdoğan/AKP iktidarının bütün dizayn hamleleri ve saldırıları nafile!
Çöküşünüz kaçınılmazdır! Türk hakim sınıfları ve temsilcisi Erdoğan/AKP iktidarı kendi faşist ve gerici saltanatını sağlamlaştırmak ve başkanlık sistemi başta olmak üzere bir dizi politikasını sorunsuz hayata geçirmek için kendi içinde de dizayn operasyonları yaparak süreci hızlandırmaya çalışmaktadır. Binali Yıldırım başkanlığında tescillenen 65. savaş hükümeti tam da bu ihtiyaca cevap mahiyetinde oluşturulmuştur. Egemenler arasındaki çatışma ve dalaş, bu faşist sürecin uygulanmasında engelleyici rol oynayamaz. CHP merkezli “Kan dökülür” tehdidi dâhil, burjuva gerici klikler arasındaki çatışma, egemen güçlerin merkezi siyasal süreçlerine karşı
08
Dokunulmazlıklar
10
duruş gösteremez. Mazlum ulusların ve ezilen halkların devrimci mücadelesi, faşist gericiliğin tüm planlarını yerle bir edecektir. 65. Kabine, mazlum Kürt ulusu ve ezilen-sömürülen halklarımıza karşı “yeni” bir savaş beyanıdır. Tek elde merkezileşmesiyle, “anayasa değişikliği” planlamasıyla, iç-dış politikadaki yönelimiyle ezilen ve sömürülen halkların yaşamına yönelecektir. Egemenlerin faşist dikta merkezileşmelerinin karşısında, toplumsal dinamiklerin devrimci savaşta birleşmesi, toplumun tüm alanlarında uygun araçlarla, devrimin stratejik planlarına uygun mücadele etmesi, süreci devrimci tarzda ilerletmenin tek anahtarıdır.
Güncel gelişmeler ve birleşik mücadele
14
02
güncel haber
01-15 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
Haziran ayaklanması’ndan öğrenelim! Gezi-Haziran Ayaklanması bir nostalji ve bitmiş bir tarih, kapanmış bir süreç değildir. “Diren Gezi” şiarı bugün “Diren Cizîr, Sûr, Silopiya, Nisêbîn…” olarak sürdürülüyorsa, bastırılmış da olsa kitlelerin devrimci ayaklanması bitmiş-yenilmiş değildir Ülke devrimci hareketi, 27 Mayıs 2013 günü tarihinin ender sayfalarından biri olarak Gezi-Haziran Ayaklanması gibi devasa bir halk ayaklanmasına yataklık yaptı. Büyük kitleler ayağa doğrulmuş tarih yazıyordu, yazdılar… Gerici hâkim sınıf iktidarlarının tarihsel tavrını tekrarlayan Erdoğan/AKP diktası ayaklanan geniş kitleleri çapulcu olarak aşağılamaya cesaret edecekti… Bundan önce, Gezi Parkı’nın “yayalaştırılması projesi” bahanesiyle başlatılan talan ve doğa katliamına karşı çıkan kitleler, aynı Erdoğan’dan “Ne yaparsanız yapın, karar aldık, o proje yapılacak” şeklindeki “Kasımpaşalı” yanıtını aldılar. Kitlelerin iradesini hiçe sayan bu külhanbeyi tavrı, kitlelerin tepkisin katlayarak adeta bardağı taşıran son damla işlevi görüyordu… Tarih, kitlelerin kahramanlığına ve tarih yazan özne olmasına Gezi-Haziran Ayaklanması’yla bir kez daha tanık oluyordu… Devrimci yığınlar coşkun sel gibi yasaklı sokak, meydan ve alanları zapt ederek halkın gücünü ortaya koyuyor, faşist iktidarı kâbuslara boğuyordu… 27 Mayıs'ta başlayan direniş kıvılcımı, takvim yaprakları 1 Haziran’ı gösterdiğinde faşist devlet polis güçlerinin Gezi Parkı’ndan çekilmesine yol açarak büyük bir kabarış ve kazanımlara imza atıyordu… Komün yaşamının ve dayanışma kültürünün son derece parlak biçimde örneklenmesi, direnişçilerin millet-milliyet ayrımı yapmaksızın direnişte birleşip dayanışması son derece anlamlı kazanımlarken, kışkırtılan milliyetçilik ve şovenizme de şamar atan bir sınıf dayanışması örneğiydi Gezi-Haziran Ayaklanma süreci ve pratiği. Sonrasında gerçekleştirilen forumlar aynı kazanımların ilerletilmesini, bilinç düzeyine çıkarılarak politik bilinç ve yönetim anlayışını kitlelere yayan değerli kazanımlardı… Gönüllü çalışmalar, yardımlaşmalar, paylaşımlar, çevre duyarlılıkları, dil-din gibi fesatları aşan birlik ve demokrasi kültürü elbette önemli kazanımlar olarak yer aldı ayaklanma sürecinde… Ne yazık ki, sosyalist önderlikten yoksun olan veya önderlik zafiyeti taşıyan devrimci kitlelerin ayaklanma hareketi, bu zaafı nedeniyle 15 Haziran’daki faşist iktidarın polis saldırısı sonucu Gezi Kampı dağıtılmış, direniş şiddetle bastırılmış oldu… Asker-polis ve sivil çeteler devreye sokularak TOMA’larla, ateşli silahlarla, işkencelerle azgın bir terör estirilip katliam yapılarak devrimci Gezi-Haziran ayaklanması bastırıldı. Ancak biz biliyoruz ki, Gezi-Ha-
ziran Ayaklanması bir nostalji ve bitmiş bir tarih, kapanmış bir süreç değildir. “Diren Gezi” şiarı bugün “Diren Cizîr, Sûr, Silopiya, Nisêbîn…” olarak sürdürülüyorsa, bastırılmış da olsa kitlelerin devrimci ayaklanması bitmiş-yenilmiş değildir. Kuzey Kürdistan’da soykırımcı katliamlara, kentlerin yıkılıp harabeye çevrilmesine ve en aşağılık saldırıların gerçekleştirilmesine rağmen teslim alınamayan direniş, en önemlisi de süren direniş yenilginin alınmadığının kanıtıdır. Sürecin dinamik olduğunun belgesidir… Bu vesileyle, 3. yılında Gezi-Haziran Ayaklanması’nın devrimci mimarı olan devrimci halk kitlelerini, halk kitlelerinin ayaklanma ruhu ve direniş coşkusunu selamlarken, bu büyük ayaklanmada faşist saldırı ve işkenceler sonucu ölümsüzleşen Gezi-Haziran direnişçilerini saygıyla anıyoruz. Aynı vesileyle, Kürt ulusunun kahramanca direnişini selamlıyor, direnişin gerçek kahramanı şehitleri saygıyla anıyoruz... *** Erdoğan komutasındaki faşist, şeriatçı ve cemaatçi AKP adlı iktidarın halk kitleleri üzerindeki faşist baskıları ve “mahalle baskısıyla” da anlamlandırılan toplumsal yaşamı dini esaslarda biçimlendirerek geriye çekme doğrultusundaki aşırı müdahaleleri ile talan uğruna doğayı tahrip eden kapitalist politika ve faşist uygulamaları geniş halk kitlelerinde büyük bir öfke birikimine yol açmıştı. Geniş toplumsal ke-
simlerde ve özellikle de emekçi kitlelerde içten içe huzursuzluk büyüyor, patlama vesilesi arıyordu. Nitekim toplumsal yaşama dini yaşam tarzını dayatan müdahalelerle yaşamı baskı altına alan, internete müdahale eden, futbola müdahale eden, gazete ve basına müdahale eden, yazarlara, akademisyenlere, kadına, gençliğe, heykellere ve farklı kimliklere hoyratça müdahale eden Erdoğan/AKP iktidarı bir dizi kitlesel tepki ve hareketin gelişmesine yol açmıştı. Yaşanan protesto ve kitlesel eylemlilikler Gezi-Haziran Ayaklanması’na uygun şartları hazırlıyordu. Nitekim Gezi Parkı yayalaştırma projesi müdahalesi ayaklanmanın patlamasına vesile oldu… Bu tarih, oldukça anlamlı ve öğretici bir pratikti. En önemlisi emekçi halk kitleleri kendi güçlerini görmüş, önemli bir tecrübe ve moral kazanmıştı. Neler yapabileceklerini kendi pratiklerinde görmüşlerdi. Faşist devlet ve iktidarın birleşen ve ayaklanan kitleler karşısında nasıl çaresiz kalacağı görülmüştü. Zira yasaklanan meydanlar kitleler tarafından zapt edilmiş, devlet güçleri bu meydanlardan süpürülmüştü. Evet belli bir gelişmeden sonra azgın saldırılar gerçekleştirilerek ayaklanma bastırıldı. Ancak ayaklanmanın bastırılması bir kader değildi ve kitlelerin iktidar karşısında yenilgi alacağının garantisi hiç değildi. Ayaklanmanın bastırılmasında esas etken gerekli nitel önderliğin olmaması ve hareketin bazı zaaflar taşımasıydı. Sosyalist devrimci önderlikten yoksun olan kendili-
ğinden gelişen devrimci hareketin yenilgi alması son derece olağan ve hatta kaçınılmazdır. Devrimci önderliğe sahip olmayan kendiliğinden gelme kitle hareketleri öyle ya da böyle yenilgiyle tanışmak zorunda kalır, kalmaktadırlar. Ayaklanmanın içinden çıkan ve oluşturulmaya çalışılan önderlik rolü ise hem yetersiz ve hem de geç bir gelişmeydi. Ki bu dönemde önderlik rolü adına yapılmak istenen de son derece yetersiz olup, hareketi-ayaklanmayı sürükleyebilecek, başarıya taşıyabilecek bir gerçekliğe sahip değildi. Dahası kitlelerin belli bir kesimi salt anti-AKP’ci nitelikte olmakla birlikte, önemli bir kesimi de CHP gibi düzen partilerinin etkisinde olan kitle idi. Dolayısıyla devleti ve siyasi iktidarı devrimci perspektif ışığında hedefleyen dinamik kitlelerin esasına sirayet etmiyordu. Önderlik zafiyeti bu kitlelerin doğru rotada ilerleyerek büyük başarılara ulaşmamasında temel bir sorundu. Ancak her şeye karşın ayaklanma pratiği hem kitlelere ve hem de bilinçli örgütlü devrimci harekete son derece zengin deneyimler, kazanımlar sağlamış, ufkunu genişletmiştir. Ne var ki, Gezi-Haziran Ayaklanması pratiğinin dersleri ancak sosyal pratiğe döküldüklerinde gerçekte anlam kazanırlar. Dolayısıyla, Gezi-Haziran Ayaklanması’nı bugüne taşıyarak, aynı ruh ve direniş kültürüyle sokaklara çıkmak, direnişin şehitlerini anmak, direniş geleneğini sürdürmek, iktidardan hesap sormak, daha da somutu Kuzey Kürdistan’da sürdürülen soykırımcı vahşi katliamlara karşı sokakları zapt ederek faşist iktidara dar etmek asıl tavırdır. Gezi-Haziran Ayaklanması’nın ruhunu taşımak ve ayaklanma pratiğinden öğrenmek ancak bununla karşılık bulur. Faşist iktidar bugün geniş emekçi halk kitlelerine dönük koyu bir faşist terör dalgası estirmekte, en ağır baskılar uygulamakta, özellikle Kürt ulusunu topyekûn savaş saldırganlığıyla kıyımdan geçirmektedir. Bu faşist tırmanış her gün yeni bir halkayla karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla yeni Gezi-Haziran Ayaklanması şartları hâsıl oldu, Kürt ulusuna dönük barbar kıyımlar göz önüne alındığında çoktan hâsıl olmuş, geçmiş durumdadır. Yeni “Gezi-Haziran” ayaklanmaları mümkündür. Faşist baskı ve katliamlar en geniş toplumsal kitleleri canından bezdirmiş, bıçak kemiğe dayanmış durumdadır. Bazen bir kıvılcım büyük alt-üst oluşların yaşanmasına yol açabilmektedir. Elbette hemen şimdi bir devrim değil ama büyük bir direniş, mücadele ve ayaklanma pratiği sergileyerek kazanımlar elde etmek, devrimi ilerletmek mümkündür. Gezi-Haziran Ayaklanması’nın 3. yıldönümü bu direniş için bir zemindir. Tüm devrimci ilerici güçler ve faşist iktidarın mağdur ettiği geniş demokratik kesimler birleşerek büyük bir direniş sergileyebilir, Gezi-Haziran Ayaklanması’nın ruhuna uygun bir eylem gerçekleştirebilirler, gerçekleştirmelidir de.
01-15 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
güncel haber
SINIF TAVRI
03
≫ bedreddin ufuktan
GEZİ HALK HAREKETİ’NDEN ÖĞRENECEK MİYİZ?
T
oplum bilimiyle ilgilenen hemen herkesin; “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dedirten “Gezi Ayaklanması” üçüncü yıldönümünü gördü. Pek çok hareket ve kişi bu direnişe “devrim” dedi. Milyonlara varan bu sokağa taşmaları görüp geleceğe umutlananlar ve yüreği göğsüne sığmayanlar oldu. “Barış sürecine kurulan bir provokasyondur” endişesiyle katılımını simgesel tutanlar oldu. Nihayet pastaya erişimin mesafesine erişiyoruz deyip ellerini ovuşturanlar oldu… Siyasal iktidarın yapabildiği ilk iş penguen belgeseliyle ayaklanmayı taşradan ve uluslararası kamuoyundan gizlemek oldu fakat başaramadı. Çünkü lodosun kopuşu ani; dipten yüzeye ve dalga boyu iki günde öngörülmeyecek yüksekliğe ulaştı. Penguen hamlesiyle sonuç alamayan iktidar, yalanın en sadık şahidi en yakınındakidir kuralını işleterek tüm kirli gerici araçlarını devreye koyarak görkemli direnişi bastırmaya ve meşruluğunu kırmaya çalışıyordu. Bu da ateşi söndürmeye yetmeyince nihayet Ortadoğu egemenlerinin sıklıkla başvurduğu öznesi “kutsallık” olan başka bir yalan imdada çağrıldı: “Camide içki içildi” yalanı devletin en tepesinin dilinde topluma afyonladı. Ve Gezi Ayaklanması, faşist iktidarın ruhuna bulaşmış bir dert olarak o günden itibaren “ahhh”lar la anılırken, üç yıl sonra da hala aynı derin diyafram zorlamasıyla, “ahhh bu Geziciler ahhh” hatırlanmasıyla ezilen ve direnenlere karşı duydukları kinin ve nefretin simgesine dönüştü. Bunlar oldu, olacaktı da. Her yalanın gerçekle ilişkili bir payı, her gerçeğin de göründüğünden başka bir yönü vardır… Gezi Ayaklanması da, “Cumhuriyet” tarihinde benzeri daha önce olmamış kendi zamanının tüm sosyal ve siyasal özgünlüklerini taşıyan bir direniş olarak anılmaya değer bir patlama halidir ve bunlar onun genel özellikleridir. Gezi Ayaklanması’nın asıl değerlendirilecek yönü, işçi sınıfı ve emekçi yığınların tarih yapmadaki rolüyle ilişkisinde önem kazanır. Bu açıdan bakıldığında Gezi’ye hamle yaptıran sosyal sınıfın işi sınıfı olduğunu söyleyemeyiz. Olmadığı gibi de, bu patlamada işçi sınıfı ve ezilen halk yığınları adına hareket eden herhangi devrimci bir örgütün “barut izini” aramak da yararsız bir çabadır. Aynı açıdan, “Tümüyle kendiliğinden miydi?” sorusuna “Evet” demek de bu direnişin gerçeğe tam uygun düşmez. Çünkü direniş, bir yönüyle “Arap Baharı” olarak adlandırılan Kuzey Afrika şeridinde patlayan “ayaklanma” dalgasının Ortadoğu üzerinden Türkiye-Kuzey Kürdistan üzerine büktürülmesinin verilerini barındırır. Özellikle direnişin işaret fişeğinin ateşlendiği Gezi Parkı günlerini dikkatle analiz eden her objektif gözlemci Kemalist kurumsal örgütlülüğün başından beri satranç tahtasının üzerinde aktif hamle yapan olduğunu görmüştür. Bunun en anlaşılır kanıtı, futbol takımlarının göz doldurur yoğunluktaki katılımı ve Kemalist oy potansiyelinin bulunduğu bölgelerden milyonluk komüne sunduğu açık destektir. Yanı sıra, Gezi’nin en temel itirazının AKP iktidarının başındaki kişiye karşı tutumda belirginleşirken, onun rolünün ise sadece “yaşam tarzına müdahale” eden “iblis”te simgeleşmesi de başka bir kanıttır. Faşist Cumhuriyet sistemin kurucu kliği, Erdoğan iktidarının aleyhine bu gibi bir hareketi hazırlamamışsa bile Kuzey Afrika sınırında patlayan ayaklanmalardan itibaren bunu öngördüğü ve buna uygun asgari bir hazırlık içinde olarak fırsat kolla-
dığını söylemek Gezi Ayaklanması gerçekliğine en yakın teşhistir. Bu gözlem direnişin başlamasından itibaren işçi ve emekçileri kendi bağrına çektikçe ezilenlerin konumundaki rahatsızlığın dilini konuşturarak hareketi genel bir özgürleşme talebine meylettirmesiyle çelişmediği gibi, işçi sınıfı ve ezilen halk kesimlerinin, kendiliğinden olarak sokaklara taştığı halde direnişe kendi sınıf damgasını vuramamış olmasıyla da çelişmez. Tarihi nitelikte olması nedeniyle, direniş hakkında yapılan ve birbirinden farklılıklar içeren değerlendirmelerin her birinin değerli yönleri olsa bile, direnişin bir sınıf temeline oturmaması ve sisteme tadilat düzeyinde bile olsa yaptırımcı bir enerji üretememesi; başlangıcını olduğu gibi, sonucunu da kendiliğinden niteliğinden kurtaramamıştır. Gezi Ayaklanması’nın bu özeliği iki nedenden dolayı özellikle altı çizilmesi gereken bir derstir. İlki, her kalkışmanın, nicelik olarak derinliği ne olursa olsun, bağrında onu itip çekecek bir öz örgütlülüğü yoksa kalktığı yere; üstelik çoğu kez daha da gerilemiş olarak oturduğu, sosyal bir yasa olarak yeniden teyit edildi. Evrendeki her madde nasıl ki, hareketini ve dönüşümünü bağrındaki yoğun enerji çekirdeğine ve/veya kütlesine borçluysa, işçi ve emekçi sınıfları da kendi bağrında yoğunlaşmış ve onu hareket ettirip yönetecek bir öz örgütlülükten yoksun olunca, kendi dışındaki “enerjiyle” ne oranda sarsılırsa sarsılsınlar eninde nihayetinde ilk hareket noktasına geri çekilmekten kurtulamazlar. Fazla olarak da yıpranır ve çoğu kez de ödediği bedeller burjuva kliklerin çıkar hanesine yazılmış olurlar… Ülkemiz tarihinde de bu olgunun bal damlası değerindeki tecrübesini bize bırakmış olan Kaypakkaya’dır. Gezi Ayaklanması ve/veya direnişinden ders çıkarmak isteyen her kim olursa, önünde 45 yıl önce kaleme alınmış “15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişinin Dersleri” yoksa o kişi ezilenlerin geleceği için eksik söz söyler. Tam da buradan çıkarılacak ikinci ders, bağlamı da yerinde kurar; o da postmodernist bakış açısının örgüt ve yığın diyalektiğine ilişkin iddiasına cevaptır. Gezi Ayaklanması post-modern perspektifin, yani öz olarak artık bir sınıf partisinin, bu bağlamda merkezi ve disiplinli bir komünist partinin “önemsizleştiğine” dair iddiasına alaycı bir cevap olmuştur. Post-modernistlerin tahayyül ettiği anti-sistem ve anti-kapitalist itirazın tüm dokusal imliklerinin biraradalığını veren Gezi Ayaklanması, öncesindeki tüm benzerleri gibi bir sınıf temeline oturmadığı ve devrimci sınıf örgütünden yoksun olduğu için, bütün görkemli niceliğine ve yirmi gün boyunca istikrarlı bir ayakta olma haline rağmen kalktığı yere oturmaktan daha ileri gidemedi. Bu iki ana konu devrimcilerle diğerlerini kitle hareketlerine materyalist tarih perspektifinden bakıp bakmadığının ölçüsünü verir. Artık döne döne her kitle hareketi karşısında züğürt hayali kuranların sayıklamalarını alkışlamayı geride bırakmak bir sorumluluk değil bir zorunluluktur. Aksi takdirde önünü bir devrimci ve komünist perspektifinden görmeyi değil de, bir adım ileri iki adım geri yapan mehteran taburlarının taklitçisi olmak kaçınılmazdır. Gezi Ayaklanması’nın bu özelliklerinin yanı sıra, bir de bu direnişin bağrında dinamik olarak yer alan, ama nicelik olarak toplam kitle oranında kendiliğinden niceliğin gölgesinde kalan devrimci örgütlerin tutumunu değerlendirmek de tarihi önemdedir. Devrimci örgütler,
bu tarihi fırsatı bir kez daha değerlendiremedi. Çoğu, direnişin seyrinde ortaya çıkan sayısız özgün örgütlülük oluşuyorken, devrimci örgütler anın özgünlüklerine dair politika üretmek yerine bütün bir direniş boyunca kendi varlıklarını arz etmekle zaman tükettiler. Oysa çoğu devrimci örgütün de içinde temsil edildiği bu özgün direniş “iradesiyle” ilişki doğru bir politikayla buluşturulabilseydi, direnişi ezilenlere sahiplendirmek imkânı test edilebilirdi. Bir açıdan, bu sıradanlık hazırlıklı olmadıkları bir ayaklanma olarak devrimci örgütlerin ilk deneyimi olarak tolere edilecek bir zaafa sayılabilir. Ancak insanlık tarihini sınıf mücadeleleri tarihi olarak gören her devrimci, tarihin derli toplu derslerinden haberdar olduğu halde bu tecrübeleri ve yasaları kendi koşullarıyla ilişkilendirmede çuvallıyorsa, bu onun bakış açısındaki sakatlığı işaret eder. Bu kabul edilemez yıkıcı eğilim ilk kez bu direnişe karşı tutumla da ortay çıkmadı. Bu eğilim; yani saldırı ve savunmayı, ayaklanma ve geri çekilmeyi bir bilim olarak öğrenmeyi ve uygulamayı reddeden devrimci hareketlerin kırk yıllık zaafı Gezi Ayaklanması’nda da tekrar etti. Devrimci hareket, Gezi vesilesiyle bu ideolojik zaafından özgürleşmeyi başarabilseydi, başlangıcı kendiliğinden olan bu görkemli kalkışmayı, sonucuyla örgütlü kılabilecek hem şansları hem şartları vardı ancak bu fırsatı da kaçırmış oldu. Oysa sorun, çözümünü daha açık dayatmıştı: Devrimci örgütlerin ortak bir iradeyle yapacağı şey ikinci haftasından itibaren somut hedefleri iyice belirsizleşmiş direnişi, iradi bir kararla geri çekmekti, yapamadı. Geri çekmeyi bir iradi karla yapabilseydi, milyonlarca insanın düşünce dünyasında oluşturacağı “birlik” coşkusunu korur, bir daha ki bu gibi bir fırsatta kitlelerin daha yüksek bir kararlılık ve özgüvenle sokakları zapt etmesine özgüven aşılardı. Koşul hazırlamış olurdu. Hedefi belirginleşmiş milyonları “zafere kadar” meydanlarda ve sokaklarda tutamayacağı ve savunamayacağı açıkken, Gezi’deki milyonların polisin saldırısıyla dağıtılmasına çaresiz kalarak, “devletin güçlü olduğu” algısını milyonların zihin dünyasında güncellenmesinin kabahatini sahiplendi. Saldırıyla birlikte milyonlarca “komüncü” Gezi’de ilk kez şahit olduğu yeni yaşamın umutlandırıcı duyguna baskın çıkan zehirli gazla evlerine ulaştılar. Birçoğu şöyle düşünmedi mi dersiniz? ‘Vay be demek ki bu kadar milyon da direnmek için yeterli değildir; bir dahakine katılmak için bundan daha çok milyonun çıkışını görmem gerekir’ Böyle düşündürmeyi engelleyecek; bu kendiliğinden sonuca, iradi geri çekilişle güç verecek tek güç devrimcilerdi ancak yapamadılar. Peki bundan öğrendiler mi? Son gün, tüm pankartların toplanarak tek bir slogan altında meydanda bir şenlikle direnişe ara vermeyi öneren kim vardıysa onlar zaten öğrenmişti ama sonuca damgasını vuracak güçleri yeterli değildi. Tek umut öğrendiğini bu tutumuyla ortaya koyan siyasal örgütlemenin bu gibi fırsatlara kendini daha hazır hale getirmesidir… Ve devrimci olan herkesin öğreneceği umudu da az şey olmasa gerek… Ama yıldızlaşanlarımız, en unutulmaz değerlerimizdir ve nadide bedellerimizdir. Gezi’nin can fedaları, her yeni alan ve bulvar taşkınında kavga cephanemizdirler… Geceler basmış ve teslim almanın hazırlığı olarak ışıklar kesilmişe unutmayalım: Özgürlüğün yanına “ekmeği” de koyarken hepimizden alınan ve çocuk ışığıyla yol gösteren Berkin’dir!
04
güncel haber
01-15 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
Burjuvazinin ikiyüzlü “insani” politikaları Dünyayı yıkıma sürükleyen emperyalist-kapitalist sistem ve bu sistemin uzantılarının doğaya ve insanlığa sunacakları pozitif herhangi bir katkı yoktur. Doğa ve insanlık lehine atılacak en önemli adım bu gerici-sömürü sistemini bütün dayanaklarıyla beraber ortadan kaldırıp, özgür bir dünya yaratmakla mümkün olabilir ancak Emperyalist bir kuruluş olan Birleşmiş Milletler(BM) tarafından düzenlenen Dünya İnsani Zirvesi(DİZ), 23-24 Mayıs 2016 tarihlerinde İstanbul’da toplandı. Tarihte ilk defa organize edilen zirveye faşist “TC”yi temsilen R.T. Erdoğan, 60’a yakın devlet ve hükümet başkanı ve birçok sivil toplum kuruluşu temsilcisi katılım gösterdi. Zirveye davet edilen Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü ise çeşitli eleştiriler sunarak katılmadı. Lüks salonlarda, sıkı güvenlik önlemleri altında, şatafatlı sahnelerde, bütün katılımcılar bol kahkahalı pozlar vererek, dünya genelinde yaşanan “insani krize” çözüm bulacakları vaadinde bulundular. Zirvede, 7 yuvarlak masa toplantısı, 15 özel oturum ve 120 yan etkinlik düzenlendi. 23-24 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirilen Zirve’nin kendisine dair bir tartışma yürütmeden önce kısaca Zirve’nin amaçları ve hazırlık döneminden bahsedelim. DİZ için kurulan internet sitesinde hazırlık sürecine ve amaca dair şu vurgular yapılmaktadır: “Genel Sekreter Ban Ki-Moon, ülkemizin bu yöndeki önerisi çerçevesinde 26 Eylül 2013 tarihinde Zirve’ye İstanbul'un evsahipliği yapacağını açıklamıştır. BM tarafınca sürdürülen DİZ'in hazırlık süreci 19-20 Haziran 2014 tarihlerinde Fildişi Sahili'nde yapılan ilk bölgesel istişare toplantısıyla başlamıştır. Bu toplantıyı Japonya, Güney Afrika, Macaristan, Ürdün, Guatemala, Yeni Zelanda ve Tacikistan'da gerçekleştirilen diğer bölgesel istişare toplantıları takip etmiştir. Bölgesel toplantılarda ele alınan konular ışığında hazırlanan taslak Sentez Raporu 9-11 Eylül 2015 tarihlerinde Berlin'de Tematik İstişare Toplantısında ele alınarak nihai hale getirilmiştir. Hazırlık döneminde son olarak 14-16 Ekim 2015 tarihlerinde Cenevre'de Küresel İstişareler gerçekleştirilmiştir. Türkiye söz konusu hazırlık süreci sırasında, katkılarını içeren Ulusal Tutum Belgesini BM tarafına iletmiştir. BM Genel Sekreteri, bu hazırlık sürecinin ışığında 9 Şubat 2016 tarihinde yayınladığı "Tek İnsanlık: Paylaşılan Sorumluluklar" başlıklı raporuyla Zirve’ye ilişkin vizyonunu beş temel sorumluluk alanı altında kamuoyuna açıklamıştır. Ra-
porun ekinde yer alan İnsanlık Gündemi (Agenda for Humanity) belgesinde ise faaliyetlerin gerçekleştirilebileceği çeşitli alanlar sıralanmakta ve böylelikle dünya liderlerinin somut taahhütlerde bulunabilecekleri bir çerçeve sunulmaktadır. Zirvenin Katılımcıları: Zirve, BM üyesi ülkelerden resmi heyetlerin yanı sıra uluslararası ve bölgesel örgüt yetkilileri, parlamenterler, sivil toplum mensupları, akademisyenler, medya mensupları, özel sektör, gençlik ve krizden etkilenen kesimleri de kapsayan çok paydaşlı bir nitelik taşımaktadır. Zirve’ye katılım BM'nin davetiyle gerçekleşebilmekte, katılım için bireysel başvuru imkânı bulunmamaktadır. Zirvenin Amacı: Zirve, ister doğal afet kaynaklı, ister silahlı çatışmaların sonucu olsun, insan acılarının İkinci Dünya Savaşından bu yana en yüksek düzeye ulaştığı bir dönemde düzenlenmektedir. 60 milyon insan çatışmalar ve şiddet nedeniyle yerlerinden edilirken, her yıl 218 milyon insan doğal afetlerden dolayı mağdur olmakta ve bu afetlerin dünya ekonomisine maliyeti 300 milyar Doları aşmaktadır. Günümüzde insani yardıma muhtaç insanların sayısı hızla artarken, insani yardım sistemi de daha etkin müdahale yöntemleri geliştirme ve mevcut kaynakları en verimli şekilde kullanma mecburiyetiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Zirve, bu şartlar çerçevesinde, ilgili tüm paydaşların katkılarıyla mevcut küresel insani sistemin karşılaştığı sınamalara yönelik çözüm önerileri geliştirilmesini, ayrıca insani yardım çabalarının geleceğine ilişkin bir gündem oluşturulmasını amaçlamaktadır.” Kuşkusuz yukarıdaki satırlarda itiraz edilecek herhangi yön bulunmamaktadır. Dünyayı yönetme durumunda olan güçlerin, dünyada yaşanan sorunlara dair bir
araya gelip tartışmaları, çözüm projeleri oluşturmaları, bu tür toplantı organize etmeleri gayet doğal. Hele ki BM ve bu kurumun Genel Sekreteri Ban-Ki Moon söz konusu olunca akıllara hemen insan ve insani yardım konuları geliyor. Fotoğrafın bu tarafı gayet umut vaat ediyor. Hele ki “TC” Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın Zirve öncesi ve esnasında yaptığı açıklamalar, öne sürdüğü talepler bütün insanlığın gönlünü fethedecek bir dozda. Lakin bizlere gösterilmeye çalışılan bu pembe tablonun arkasında saklı olan acı gerçek ise başka dünyaya işaret ediyor.
Kapitalizm Öldürür Kapitalist sistemin doğa ve insana verdiği zararın boyutu, yüzyılları bulan bir süreçten daha büyük bir tahribata yol açmıştır. Kapitalist sömürü sistemi sadece insan üzerinde değil doğa üzerinde de büyük bir hasar yaratmıştır. Gezegenimiz bugün geri dönüşü olmayan bir sürece girmiş durumda. Emperyalist-kapitalist sistemin yarattığı haksız savaşlar, işgal, zulüm ve katliamlar, hayata geçirilen sömürü politikalarından dolayı bugün milyonlarca insan açlık ve sefalet içerisinde yaşamakta, milyonlarcası çeşitli hastalıklardan, haksız savaş ve işgallerden dolayı ölmekte, milyonlarcası işgal, savaş, açlık ve yoksulluk dolayısıyla yerlerini yurtlarını terk edip mülteci konumunda yaşamlarını devam ettirmenin çabasındadırlar. Bugün dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan herhangi bir sorun yoktur ki bu gerici-sömürücü sistemden muaf olsun. Tüm bu realiteyi daha iyi anlatmak, anlayabilmek için Türkiye-Kuzey Kürdistan’da sadece AKP döneminde insan ve doğa üzerinde yaratılan zarara kısaca göz atalım. Faşist “TC”nin 90 yıllık tarihinin aynı zamanda bir katliamlar tarihi olduğunu ifade etmeye gerek dahi yok. Emperyalist güçlerin projesi olarak iş başına getirilen AKP’nin 14 yıllık iktidarı döneminde ülke-
mizde yarattığı tahribatın boyutu ölçülemeyecek derecededir. Ülkemizin birçok doğal güzelliği HES, RES, baraj, maden arama vb. saldırılarla büyük oranda tahrip edilmiştir. İnşaatlaşmanın geldiği boyut, yaşam alanlarının adım adım yok edilmesi, doğa düşmanı politikalar büyük bir yıkımı da beraberinde getirmiştir. Aynı şekilde “Özgürlük, demokrasi, insan hakları” argümanlarını kendi gerici siyasetlerine payanda yapan AKP’nin son 14 yılda katlettiği insan sayısı binleri geçmiş durumda. Sadece son bir yıl içerisinde Kuzey Kürdistan kentlerine dönük gerçekleştirilen saldırılarda yüzlerce insan katledilmiş, binlercesi evlerini, yurtlarını terk etmek zorunda kalmıştır. Tank, top, savaş uçaklarıyla bombalanan yerleşim birimleri harabeye çevrilip, yerle bir edilmiştir. Bütün dünyanın gözü önünde yaşanan bu vahşet bütün sıcaklığıyla devam ederken, Faşist R.T. Erdoğan’ın kameralar karşısına geçip, insani yardım çalışmalarını anlatması, bu çalışmalara ev sahipliği yapması sözün bittiği yerdir aynı zamanda. Benzer durum Zirve’ye katılan hemen herkes için geçerlidir. Afganistan, Irak, Libya, Suriye ve daha onlarca yerde gerici savaşlara, işgallere, milyonlarca insanın ölümüne yol açan emperyalist güçlerin bir araya gelip kendilerinden kaynaklı bu sorunları çözeceklerini ifade etmeleri komediden başka bir anlam ifade etmiyor. Dünyayı yıkıma sürükleyen emperyalist-kapitalist sistem ve bu sistemin uzantılarının doğaya ve insanlığa sunacakları pozitif herhangi bir katkı yoktur. Doğa ve insanlık lehine atılacak en önemli adım, bu gerici-sömürü sistemi bütün dayanaklarıyla beraber ortadan kaldırıp, özgür bir dünya yaratmakla mümkün olabilir ancak. “Ya Barbarlık Ya Sosyalizm” bugün bütün çıplaklığıyla kendisini hissettirmektedir. Doğa ve insanlığın sosyalizmden başka bir kurtuluş yolu yoktur. Bugün yeryüzünde yaşanan bü-
05
tün sorunların yegâne sorumlusu olan emperyalistkapitalist sisteme karşı devrimci bir karşı koyuş ve bu sistemi kökten tıkmayı hedeflemeyen hiçbir çabanın uzun erimli bir karşılığı yoktur. Çözüm dünya halklarının kendi sorunları etrafında bir araya gelip, devrimci bir mücadele yürüterek dünyayı temellerinden sarsacak bir kavgaya girişmeleridir. Makalemizi İngiltere’de yayınlanan Independent gazetesi yazarlarından Ian Birrell’in İstanbul’da gerçekleştirilen Dünya İnsani Zirvesi(DİZ)’ne dair kaleme aldığı bir yazıdan bir bölümü aktararak sonlandıralım; "Dört yıl önce Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Ban Ki-moon, insani krizlerin çözümünde nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini görüşmek üzere dev bir zirve düzenleneceğini söylemişti. O günden bugüne kadar 153 ülkeden 23 binin üzerinde kişiye danışıldığı belirtiliyor. Şimdiyse kokteyl kanepeleri hazırlandı, en nadide şaraplar seçildi ve podyumlar kuruldu. 6 binin üzerinde siyasi, yarım kuruluşu yöneticisi ve iş adamı Türkiye'de düzenlenen dev toplantıya katılıyor. Sırtlar sıvazlanacak. Bugün İstanbul'da başlayacak olan Birinci Dünya İnsani Zirvesi'nden somut sonuç bekleyenlerin sayısı az. Sonuçta sayısız konferanslar düzenleyen bir sektörden bahsediyoruz. Cesur konuşmalar yapılacak, sırtlar sıvazlanacak ve artık bir klasik haline gelen daha fazla mali kaynak sözleri verilecek. Sınır Tanımayan Doktorlar örgütü zirveden çekildiğini açıkladı ve bu zirvenin dünyanın en savunmasız insanlarının korunması için hiçbir işe yaramayacağını düşündüklerini söylediler. Katılanların da beklentileri düşük. ‘BM hâlâ özür bile dilemedi'. Bir de zirveyi düzenleyen BM'nin ikiyüzlülüğünü düşünün. Hâlâ daha 2010'daki Haiti depremi için yapılan yardımların yolsuzluğa kurban gitmesi nedeniyle bir özür bile dilemediler. Afrika'daysa BM barış gücü askerleri tecavüz ve çocuk istismarı olaylarına karıştı. Ama bugün konuşacak olan Ban Ki-moon tutkulu bir biçimde daha iyi bir dünya çağrıları yapacak. BM Genel Sekreteri'ne Yemen'i bombalayan Suudilere silah satan ABD ve İngiltere'nin üst düzey siyasileri eşlik edecek. Avrupalılarsa bir yandan lideri soykırımla suçlanan Sudan gibi ülkelerle gizli anlaşmalar yaparken, zirvede mültecilere yardımdan bahsedecek. Öte yandan AB'nin Türkiye'yle yaptığı göç anlaşması hâlâ birçok grup tarafından insan hakları ihlâli olarak görülüyor. 'Altı haneli maaşlar' Aldatmaca sarmalı büyüdükçe, mültecilerin acıları da artıyor. Ama öte yandan da insani yardım sektörü hızla büyümeye devam ediyor. İnsani yardım ekonomisine her yıl 155 milyar dolar pmpalanıyor. Bu paranın büyük kısmınıysa sektörün büyük oyuncuları kapıyor. Dünya Gıda Programı 14 bin kişiyi istihdam ederken, Oxfam dünya genelinde 10 bin kişiyi çalıştırıyor. İhaleleri alan özel firmalar da sektörden faydalanırken, karlar artıyor altı haneli maaşlar banka hesaplarına yatıyor. 'Kendi kendisine hizmet eden sektör' İngiltere tarafından finanse edilen Norveç Mülteci Konseyi adlı bir örgütün gelirleri sadece son dört yılda ikiye katlanmış durumda. Save the Children (Çocukları Koruyun) vakfının yeni başkanının yıllık maaşı 341 bin dolar. Geçen yıl mültecilere yardım kuruluşlarının faaliyetleri sorulduğunda alınan cevaplar ise içler acısıydı. Karmaşadan, saygısızlıktan ve en savunmasız olan grupların bir türlü korunamamasından bahsediyorlardı. İstanbul'da konuşulması gereken konu tam da bu: İnsani yardım sektörü kendi kendisine hizmet eden bir yapıya bürünmüş vaziyette ve koruduklarını iddia ettikleri insanlara zarar verir hale gelmiş durumdalar. İnsani yardım alanında faaliyet gösterenler aşırı kibirli, kimseye hesap vermeyen, kendi kendisini yücelten bir ruh hali içerisinde. O yüzden bugün biraz daha tepeden bakan yalanlara hazırlıklı olun."
UFUK ÇİZGİSİ
≫ bakış can
HDP PARLAMENTOYU BOYKOT ETMELİMİDİR?
D
okunulmazlıkların kaldırılması, HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması anlamına gelmektedir. Parlamentoda yapılan oylamalarla bu yapılmış oldu. Yürütülen tartışmalar da dokunulmazlıkların kaldırılmasının tüm esprisinin HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması olduğunu kanıtlar durumdaydı… HDP Milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması, ilgili vekillerin yargılanarak hapsedilmesi amacını taşıyordu. Muhtemelen böyle de olacak. Ki eğer yargılayıp hapsetme süreci işletilmeyecekse, yapılan bunca şey anlamsız kalır. Yani yapılmak istenen şey HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılarak yargılanıp “cezalandırılmaları”, hapsedilmeleridir. Sürecin bu zeminde gelişeceği aşikârdır. Tabi ki, yapılmak istenen sadece birkaç vekilin hapse atılması değildir. Asıl yapılmak istenen bu vekiller üzerinden HDP’yi terbiye etmek, baskı altına alarak sesini kesmek, mevcut düzene entegre ederek teslim almaktır. Zira HDP’li vekillere reva görülerek uygulanan bu baskı Kürt ulusuna karşı yürütülen gerici savaş saldırganlığından bağımsız değildir. Kürt ulusunun nefes alması, sesini çıkarması yasaklanmakta, Kürtlerin iradelerine tahammül gösterilmemektedir. Kısacası, Kürt ulusuna dönük ırkçı-faşist baskı ve katliam politikasının bir parçası olarak HDP’li Milletvekillerinin dokunulmazlığı kaldırılmakta, HDP üzerinde “Demokrasi kılıcı” sallandırılarak susturulmak istenmekte, zayıflatılması hedeflenmekte ve nihayetinde düzenin öngördüğü bir HDP dayatılmaktadır. Düzenin HDP’si istenip hedeflenmektedir… Erdoğan sultasının yapmak istedikleri de yaptıkları da sır değil, tüm çıplaklığıyla ortadadır. Faşist bir terör estirilmekte, Kürt ulusu katliam ve soykırım pahasına teslim alınmak istenmektedir. Süreç ve yapılanlar bu kadar nettir. Ne var ki, bundan daha önemli konu HDP’nin ne yapacağıdır! Vekillerinin ve dahası Eş Genel Başkanlarının dokunulmazlıklarının kaldırılarak hapsedilmelerinin yolu açılıp bu süreç işletilirken, HDP bu sürece, kendi vekillerine dönük hukuksuzluklara ve yaşanan faşist baskıya karşı nasıl bir politika izleyecektir. Parlamentonun tek adam komutasındaki baskı aracına, açıktan ırkçı-faşist işlevi gören kuruma bu denli aleni dönüşen, göstermelik olmakla birlikte her bakımdan bir paçavraya dönüşen bu parlamentoya ve uygulamalarına karşın nasıl bir taktik siyaset izleyecektir HDP… Eğer HDP maruz kaldığı bu ırkçı-faşist baskıya rağmen parlamentoda kalma taktiği izlemeye devam edecekse, parlamentoda nasıl bir süreç ve politika benimseyecektir? Kolay yoldan ve hemen parlamentoyu terk etmek doğru olmayabilir. Oradaki mücadele ve direnişi terk edip salt gerici sınıflara bırakmak isabetli değildir. Parlamento bir kürsü olarak kullanılabilir, orada bir muhalefet yürütülebilir, orada direnişin sesi duyurulabilir, orada faşist politika ve katliamlar teşhir edilebilir, iktidarın
siyasi teşhiri yapılabilir, orada bir direniş de sergilenebilir… Dolayısıyla parlamentonun kolay yoldan terk edilmesi doğru olmayabilir. Terk edilmesinin zorunlu koşulları hâsıl olmamış olabilir. Bütün yapılanlara rağmen bu anlaşılır bir durumdur. Fakat parlamentoda kalmak koşuluyla bir tavır alınması, bir siyaset belirlenip yürütülmesi de şarttır. Parlamentoda kalınabilir evet ama kalmakla yetinmek veya sorunsuz kalma tavrı elbette ki doğru olmaz. Özcesi, HDP’nin parlamentodan çekilip çekilmeyeceğini bilmiyoruz. Ancak her şeye rağmen parlamentoda kalmakta ısrar etmesi ve kalarak tavır geliştirmesi en doğrusu olacaktır. Bu anlamda parlamentoyu köklü boykot edip orayı terk etmeyen HDP, parlamentoyu çeşitli biçimlerde boykot edebilir. Bu boykot politikası parlamentodan kesin çekilme biçiminde değil ama belli mesaileri grup olarak boykot edip, boykotunun gerekçelerini açıklayarak parlamentodan süreli olarak çıkması doğru olacaktır. Örneğin parlamentonun çalışmalarına gelip, çalışmalar açılırken HDP grup olarak gerekçelerini açıklayarak somut oturumu boykot edip dışarı çıkabilir. Dahası bu tavrı bir veya iki defa değil, olanaklar ölçüsünde sürekli bir eyleme dönüştürme biçiminde ele alabilir. Hatta bazı oturumlarda milletvekili yeter sayısı gibi kritik noktalar dikkate alarak sayıma girmeden parlamento çalışmasını günlük olarak da olsa tıkayabilir. HDP’nin grup olarak parlamentoya gelmediğinde parlamentonun çalışması için yeterli milletvekili çoğunluğu bulmaması durumunu gözeterek bu durumlarda parlamentoya gelmemesi bir yöntem olarak kullanılabilir. Özellikle de bazı kritik gündemler veya iktidar için kritik ve önemli olan (belki hayati olan) konu veya gündemlerde parlamentoyu tıkama şansı olduğunda bu şansını kullanması doğru olacaktır. Ki HDP genel politika olarak da parlamento çalışmalarını tıkama politikasını ilkesel olarak benimseyip uygulamalıdır. Bu politikalar ne kadar uygulanabilir veya hukuksal olarak ne kadar olanaklı olur bilemeyiz, ancak parlamento çalışmalarına katılıp ilk konuşmada grup olarak protesto gerekçelerini de açıklayarak (basın toplantısında da açıklayarak) parlamentoyu boykot edip dışarı çıkması ve bunu süreklileştirmesi mümkün olduğu gibi, doğru da olacaktır. Eş Genel Başkanları ve vekillerine, dolayısıyla HDP olarak kendisine dönük uygulanan bu faşist baskı politikasına karşı sessiz kalmayıp en azından bu tarz boykot tavrını uygulayıp geliştirmesi uygun ve yerinde olacaktır. Parlamento çalışmalarında bulunma zorunluluğunu dikkate alarak, bir gün katılma, iki gün katılmama biçiminde bu protestolarını sürekli devam ettirebilir. Ve bu protesto tavrını açıklama yapıp dışarı çıkma biçiminde uygularken, gerekçelerini salt vekillerine uygulanan baskıyla değil, genel olarak Kürt ulusuna uygulanan katliamları protesto etme olarak açıklamalıdır.
06 haber analiz
01-15 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
Biat kültürüyle kurulan 65. Kabine yeni bir savaş hükümetidir 65. Kabine, mazlum Kürt ulusu ve ezilen-sömürülen halklarımıza karşı “yeni” bir savaş beyanıdır. Tek elde merkezileşmesiyle, “anayasa değişikliği” planlamasıyla, iç-dış politikadaki yönelimiyle, ezilen ve sömürülen halkların yaşamına yönelecektir 2. Olağanüstü Kongresi, Türk hâkim sınıfları egemenlik sisteminin Hitler halefi Erdoğan’ın önderliğinde çekilen dizayn operasyonuna göre biçimlendirilerek yapıldı. Fiili başkan rolüyle, bütün ipleri elinde toplayan diktatör Erdoğan, gerici egemenler sisteminin iktisadi-politik sürecine göre, daha önce planlanan ve bu planlamalara uygun seçilen kişilikleri, kongrede onaylatmış oldu. Yani AKP 2. Kongresi, sadece planlanan bir süreci tasdik eden bir “noter” olma işlevinden öte bir anlam ifade etmemiştir... Tamamıyla Erdoğan tarafından dikta edilen gündemler onaylanmış, gerici burjuva siyasetin en kaba ve rezil biçimi uygulanmıştır. Böyle bir oturuma kongre demek ne kadar hatalı bir yaklaşım ise, bu oturumda çeşitli burjuva kurumları temsil etmek için “seçilmiş” kişilerin “demokratik” yolla seçildiklerini söylemek de bir o kadar hatalı bir yaklaşım olacaktır. Burjuva siyasal arenanın temel unsuru olan kişiliksiz ve dalkavuk bir siyasetin, uygun kişilikler özgünlüğünde, büyük bir çirkeflikle birbirini onayladığı ve gerici burjuva sürece göre bir emir eri olarak görev almak için sırada beklediği bir ortam, eşine az rastlanan bir dalkavukluk, itaatçilik ve düzeysizlik üretmiştir. Burjuva-feodal gerici kişilik anlamında dahi bir iradenin ortaya konmadığı, güç odaklarının emirlerine itaat şeklinde kişiliksizleşen davranış biçimleri, AKP 2. Olağanüstü Kongresi’nin açık çizgisi olmuştur. Faşist Türk hâkim sınıfları egemenlik sisteminin politik sürecine göre gerçekleşen bu dizayn hareketi, planlandığı gibi biat yeminleri üzerinde şekillenmiştir. Binali Yıldırım’ın AKP’nin başına getirilip başbakanlık koltuğuna oturtulması, sürece göre AKP’nin irade beyanı değil, biat kültürü üzerine inşa edilen yeminlerin beyanıdır. Yani alttan üste bir irade seçimi değil, üstten gerici erklerin, Erdoğan özgülünde dikta ettiği tek seçenektir. Bu anlamıyla, “Genel başkan seçildi”, “Yeni başbakan ve kabine” gibi söylemlerinin toplumsal karşılığı yoktur. AKP başkanlığı, başbakanlığın ve kabine bakanlıklarının ilahi güçlere sahip diktatör Erdoğan’ın elinde toplandığı bir süreç örgütlenmiştir. Bu merkezileşme, AKP ve devletin mekanizmalarına hâkim kılınarak, karar ve irade “halifelerin” buyruğunda, “ölümlüler” yani “fanilerin” sekreterliğinde otoriter bir güç olarak uygulanacaktır. Bu merkezileşmeyi, diktatör Erdoğan’ın “ilahi” yeteneklerine bağlamak, sosyal-sınıfsal toplum gerçekliğini ve bunun üzerinde bir sınıfın egemenlik aracı olan devlet gerçekliğini kavramamaktır. Kuşkusuz Erdoğan burada egemenlik sisteminin en bağnaz, en gerici yanını temsil etme konusunda bir öznedir. Ve bu “özneye”, güç veren, hareket alanı açan, faşist
AKP
Türk egemenlik sistemidir. Faşist egemenlik sisteminin niteliği, iktisadi ve politik süreci, bu sürece uygun yönetsel erklerde yaratılmaya çalışılan gerici merkezileşme, bu sürecin asıl “dinamiğidir” ve Erdoğan bu zemin üzerinde, en gerici ve faşist niteliğin uygulayıcısı olmaktadır.
Davutoğlu biatle gelmiş biatle gitmiştir! AKP Kongresi, bu merkezileşmenin ihtiyacı olarak gündeme gelmiştir. Biat kültürüyle gelip, gidişine, içindeki utangaç itirazlarla birlikte, uslu adımlarına “narinlik ve vefa” anlamı katan, Davutoğlu, karşısındaki egemenlik sisteminin topyekûn planının altında ezilmiştir. AKP 2. Olağanüstü Kongresi’nde, merkezi bir terör olarak estirilen ve baskın bir güç olarak yaşatılan “AKP'nin tek lideri vardır o da Recep Tayip Erdoğan’dır” sloganı ile ifade edilen, sadece egemenlik sisteminin tüm erklerindeki tekleşme değil, aynı zamanda AKP içindeki muhalif kesimlere yönelik açık bir mesajdır. “Kurucu lider, dönemsel başkan” tartışması, “AKP Erdoğan’ın partisidir” nitelemesiyle, en azından konjonktürel olarak sonlandırılmıştır. Erdoğan’ın gövde gösterisine dönüşen bu ortamda, AKP içindeki muhalefet, ‘ağlarım ama sorun çıkarmadan giderim’ modunu aşamamıştır. Bunun en sistematize ifadelenişi, “düşük profile” karşı “itiraz” eden ama “düşük profilli muhalefetle” giden Davutoğlu’nun konuşması olmuştur. “Yeni bir kongre için karşınıza çıkmak benim arzu ettiğim bir şey değildi. Bu durumun sizin ve milletimizin maşeri vicdanında yarattığı rahatsızlığın da farkındayım” diyen Davutoğlu, AKP’nin zarar görmesinden endişe ettiğini de ifade ederek, “Bu hareket için hiçbirimiz vazgeçilmez değiliz. İktidar sarhoşluğuna, güç yozlaşmasına asla düşmemeli, o emanete halel getirmemeliyiz” ifadesini kullandı. Davutoğlu konuşmasında öne çıkan bu ifadelerde “biat ile utangaç itiraz” yan yanadır. Zaten geçmişten bugüne AKP içindeki muhalif kesim bu çizginin dezavantajıyla tasfiye edildi. Erdoğan’la sorun yaşayan ve O’nun çizgisine muhalif olan AKP içindeki herkesin yaptığı stratejik hata budur: Uygun zaman ve zemin bekleme adı altında hamlesiz kalmak ve buradan doğan avantajla Erdoğan’ın karşı hamlelerine olanak sunmak. Bugüne kadar Erdoğan, bu edilgen, silik “muhalefete” karşı, AKP ve devlet kurumları içinde önemli stratejik hamleler yapmıştır. Polis, ordu, yargı, bürokrasi gibi devlet kurumlarında “paralelci”, “hain” nitelemesiyle tasfiye edilen cemaat ve AKP içindeki “muhalifler”, kongreye savunmasız ve zayıf girmişlerdir. Türk hâkim sınıfları egemenlik sisteminin, “tekleşme” ve “merkezileşme” siyasetini arkasına alan Erdoğancıların karşısında, kongrede muhalefet yapma olanağı tamamıyla zayıflayan Erdoğan karşıtlarının, AKP kongresinde bir irade ortaya koymaları çok zayıf bir ihtimaldi, nihayetinde öyle de oldu. Yani örgütlü bir biçimde ortaya konulamayan itiraz, anlamsız kalmıştır. Sonuçta Erdoğan merkezli tekleşmeye biat edilmiştir. Bu sadece konjonktürel olarak durulan suları ifade ediyor tabi ki. AKP içinde geçmişten bugüne var olan çatışma ve didişme, bugün farklı çelişkilerle birleşerek, gerici didişmeler ve çatışmaların haberlerini vermektedir. AKP içinde, Erdoğan cemaat, tek lider sultasına karşı parti içi yetki dağılımı, partinin sevk ve idaresi gibi birçok farklılaşmanın yanında, eski yönetim yapısıyla yeni kadro bileşeni arasındaki çatışma ve dalaş, soğuk küllerin altına dikta müdahale ile itilen volkanik çelişkilerdir. “Artık sıra bende” istenci ve “Erdoğan amirim ve liderimdir” biatına sıkı sıkı-
ya bağlı “yeni” kadrolar, eski yönetimi tehdit olarak görmekte ve bunlara karşı Erdoğan’a kulluğu kendileri için koruma kalkanı olarak kullanmaktalar. Bu Erdoğan özgülündeki merkezileşmeyle, Erdoğan karşıtları arasındaki çelişki ve uçurumu derinleştirecek çelişkinin çıkışı olacaktır. Uygulanacak politikalarla bu çelişki daha derinleşecektir. İktidar ve erk olandan gerici çıkar sağlayanlar, iktidar ve erklerini korumak için daha çok saldırganlaşacaklardır. Bu durum AKP içindeki muhalefete bir zemin sunacaktır. Ama muhalefet bunu kullanır mı, kullanmaz mı sorusunun cevabı belirsizdir. AKP içindeki muhalefetin beklemesi, tasfiyesi anlamına gelecektir. Ama irade olarak silikleşmiş, gerici burjuva-feodal kişilikte insan olma erdemlerini yitirmiş, kendi kirli çıkarları için, iktidar olanın tüm kirli emellerine entegre olmuş, ezilen halklar ve mazlum ulusların kanını içmede ortaklaşmış bu gerici muhalefetin, AKP içinde harekete geçmesi, gelişmelere ve koşullara hapsedilmiştir. İlerisi açısından bir güç olarak varlığını sürdürse de, mevcut konjonktürde kıpırdaması zayıf bir olasılıktır. İrade gösterme ve itiraz etme kültürleri, “hain” ve “paralelci” baskılanmasıyla AKP tabanında zayıflatılmış, teslim alınmış AKP “muhalefeti”, Erdoğan ve şürekâsının ezilen halkların ve mazlum ulusların devrimci muhalefeti karşısında zayıflamasını, uluslararası politikalarda başarısız kalmasını ve iktisadi krizlerin altında zayıflamasını beklemekteler. Bu sosyal ve siyasal gelişmeleri bekleyerek harekete geçme stratejisi dönem olarak dönüp onları vurmakta, Arınç, Gül, Davutoğlu örneğinde görüldüğü gibi, tasfiye olmaktadırlar. Ve bu süreç, AKP içinde patlamaya amade çelişkileri derinleştirdiği gibi, Erdoğan tekçiliği ekseninde bir merkezileşmeyi yaratmaktadır. Hiçbir şeyin durağan olmadığı gerçeğinden hareketle, bu çelişki de patlamaya dönüşecektir. Bu anlamıyla, Erdoğan diktatörlüğünün toplumda ve AKP gerici partisinde baki olduğunu hayal edenler, bekalarıyla birlikte toplumsal gelişmelerin altında ezileceklerdir.
01-15 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
“Düşük profil” elbisesiyle “onure” edilen Binali Yıldırım, biat naraları ve kirli siyaset! “Vefa” ve “sadakatin” ismi olarak Davutoğlu’nun yerine getirilen Binali Yıldırım’ın konuşması, bu süreçte neden tercih edildiğini kendi ağzıyla deklare etme konuşmasıydı. Zaten “düşük profili” tartışmasız kabul etmesi, burjuvafeodal gururdan dahi bir yoksunluğun ifadesidir Bütün bu handikaplar içinde “Yolun yolumuz, sevdan sevdamız” sloganı, AKP Kongresi’nin niteliğini deşifre eden en kişiliksiz slogandı. Gerici iktidar erki ve onun temsili konumundaki diktatörlerin planladığı her süreç ve örgütlenme gerici niteliktedir. AKP bu gericiliğin en merkezileşmiş halidir. Ve mevcut dizayn operasyonuyla iç işleyişi ve “iradesi”, Türk hâkim sınıfları egemenlik sisteminin iktisadi-politik sürecine göre “yeniden” örgütlenmiştir. Bu mantıkla örgütlenen kongrenin mesajı açık ve nettir. Fiili olarak var olan başkanlık sistemine göre AKP “yenilenmiştir”. Başbakanlık, sadece bakanların sınıf başkanıdır. Dış politika, ekonomi, toplumsal muhalif dinamiklere karşı sürdürülecek kuralsız savaş ve baskı, Kürt ulusunun en demokratik hakkının kanla ve şiddetle bastırılması yetkisi, bu kongre ile Erdoğan’a verilmiştir. Bütün bunlar, toplumsal dinamiklere karşı topyekûn sindirme hareketi olarak şekillenirken, giden Davutoğlu ile gelen Yıldırım, aynı tarzda “maşeri vicdanların” ruhları olarak rencide edilmiştir, gelene de, gidene de biat kültürü dayatılmıştır. Yıldırım’ın “Başbakanlık” koltuğuna oturması da, AKP MKYK'sı da ve kurulan hükümet kabinesi de tamamıyla görüntüdür. AKP yönetimi için seçilen isimlerin hepsi AKP'ye çekilen dizayn operasyonuna göre belirlenmiştir ve profil düşük tutulmuştur. Az çok burjuva gericiliği anlamında dahi profil sahibi olanların yönetsel kurumların dışında kalmaları, bunun en açık kanıtıdır. Bu anlamıyla “Kutlu yürüyüşe devam” şiarı, AKP'nin geçmişten daha kurumsal tarzda Erdoğan’a bağlanması şiarıdır. Bunun dışındaki gelişmeler teferruattır ve kongrenin ana gündemi de buydu. Gelişmeler şunu göstermektedir: Hükümet “icracı” bir heyet olacaktır. Sistemin ve sürecin politikalarını, Erdoğan’ın direk otorite olduğu MKYK belirleyecektir. Bunun somut karşılığı, AKP'nin ve hükümetin tek başkanı Erdoğan'dır. Burjuva parlamento, tüzüksel hükümler, genel başkanlık, başbakanlık tamamen göstermelik hale gelmiştir. Ve Türk usulü, Hitler modeli üniter başkanlığın fiili yolları bu tarzla döşenmiştir. Türk egemenler sistemi açısından parlamento ve hükümetlerin rolünün işlevsizliği, tabi ki bugünün sorunu de-
haber analiz ğildir. Keza, tüm burjuva gerici egemenlik sistemlerinde, parlamentonun ahır olma özelliği, bugünün açığa çıkardığı bir mesele değildir. Parlamento ahırındaki “seçilmişlerin”, burjuva gerici iktidarlar karşısındaki tarihsel rolü budur. Türk egemenlik sisteminde dün bu üst erkin rolünü MGK merkezli gerici güç kullanırken, bugün “sivil” manipülasyonu altında “seçilmiş” Cumhurbaşkanı üzerinden yapılmaktadır. Öz aynıdır. Egemenlik sisteminin gerici çıkarlarının burjuva gerici kurumlar üzerinden sürdürülmesi ve burjuva gerici kurumları sürecine göre dizayn edilmesidir. AKP özgülünde yaşanan süreç ve bunun sonucu oluşturulan “yeni” kabine, gerici egemenlik sisteminin siyasal süreci içinde bir yere oturmaktadır.
Oluşturulan “yeni” kabine ve dikta edilen kutsal görevler! “Yeni” atanan “Başbakan” ve kabinesi aslında başından belirlenmişti. Kamuoyuna farklı bir görüntü vermek için, eski ve yeni “başbakanla” Erdoğan arasında yaşanan görüşme trafiği ve görev alıp verme süreci tamamıyla bir aldatmacaydı. Kurulan kabinenin “hükümet” programı dâhil, kabinenin bileşenleri “düşük profilli” Yıldırım’ın önüne hazır konulmuştu. O sadece uygulamada görüntü memurudur. Kabinede yer alanlar, “yeni” gelenler, gidenler üzerinde kapsamlı bir tartışma yapmak anlamsızdır. AKP Kongresi ve gerici egemenlerin politik-iktisadi süreci, kalanların neden kaldığını, gelenlerin neden getirildiğini, gidenlerin de neden gönderildiğini yeterince açıklamaktadır. Bu bir dizayn operasyonuydu. Faşizmin sürece göre kendisini merkezileştirme hamlesiydi. Ve her adım bu durum hesaplanarak yapıldı. Temel mantık, faşizmin daha merkezi ve kurumsal hareketine göre belirlendi. Ve bu temsil Erdoğan merkezli yapıldı. Seçilen kişiliklerin hepsi bu sürecin uyumuna göre planlandı. Ve özellikle, ekonomik piyasalarda, “iç güvenlik” altında toplumsal devrimci dinamiklere karşı geliştirilecek saldırılarda, dış politikada, mali planlamada, eğitim sahasında, gerici egemenlik sisteminin sürecini zaafa uğratmayacak ve faşist uygulamaları kurumsallaştıracak itaatkâr kişiliklerin yerini koruması, ya da yeni getirilenlerde bu özelliğin aranması, örgütlenen sürecin niteliğini ortaya koymaktadır. Bütün bu politik-pratik örgütlenme ve konumlanma ile atanan 65. Kabine’nin ana davası, Erdoğan’ın başkanlığı, “yeni” anayasa ve Kürt ulusu başta olmak üzere, ulusal ve sosyal toplumsal dinamiklerin meşru mücadelesini bastırmaktır. Binali Yıldırım’ın grup konuşmasında “Buradan AK Parti grubu olarak bir kez daha diyoruz ki, yolun yolumuzdur, davan davamızdır, sevdan sevdamızdır. Bu dün
07
de böyleydi, bugün de böyle, gelecekte de böyle olmaya devam edecektir” ifadeleri, Erdoğan’ın sözlerine göre “taş üstüne taş koyma”, toplumsal dinamikler özgülünde “omuz başında baş bırakmama” beyanıdır. Erdoğan’ın planlarıyla hazırlanan “hükümet” programı, giriş bölümünde kutsal görevleri ve bu görevlerin icra biçimini ifade etmektedir. Davutoğlu ve kabinesi, başkanlık sistemine ve anayasa değişikliğine gerekli duyarlılığı göstermemiştir. Bu konuda atılacak tartışmasız adımlarla “Erdoğan’ın fiili başkanlığının önündeki tüm burjuva yasal engeller kaldırılacak”, tüm toplum bu faşist merkezileşmeye göre hizaya getirilecektir. 65. Kabine, Türk egemenler sistemi açısından stratejik özelliklere sahip adımlar atmak için göreve getirilmiş bir kabinedir. “Ülkenin birliği ve beraberliği yolundaki kutlu yürüyüşü kesintiye uğratan ve devlet-i âliyenin güvenliğini tehdit eden” tüm “şer” odaklarıyla kararlı mücadele, somutta Kuzey Kürdistan’da, Batı’da ve meclis çatısı altında Kürt ulusal ve devrimci sosyal mücadeleye karşı geliştirilen topyekûn savaştır. Bu topyekûn savaş, kuralsız katliamlarla, vahşi yöntemlerle sürmektedir. Kürt kentlerinde sivil, yaşlı, kadın, çocuk demeden yapılan katliamlar, gerici egemenlerin karanlık dünyasını yeterince açıklamaktadır. Bütün bunların karşısında boyun eğmeyen mazlum Kürt halkı ve direnen devrimci sosyal mücadele, faşist diktatörlüğü daha kapsamlı savaş konseptine göre örgütlenmesine vesile olmaktadır. Toplumsal tabanıyla, potansiyel “suçlu” kimliğiyle, toplumsal dinamiklerin katledilmesi, egemenlerin savaş stratejisidir. 65. Kabine bu stratejiyi bir emir olarak almış ve birinci gündemi yapmıştır. Kürt Ulusal Hareketi ve devrimci-komünist hareketlerin mücadelesini boğmak için sürdüreceği savaş konseptini, kendi iç merkezileşmesine paralel olarak işletmek ve karşılıklı doğan avantajları sürecine dinamik yapmak, faşist egemenliğin bir başka stratejik planıdır. Başkanlık sistemi, olmadı süreci “Partili Cumhurbaşkanlığı” sistemiyle parça parça örgütleyip, faşist diktatörlüğü iradede merkezileştirmek, toplumu kasıp kavuracak şekilde denetimine alma konusunda yaygınlaştırmak, faşizmin politik, askeri, iktisadi yönelimidir. CHP ve MHP'den alınan vekil oylarıyla, bu süreci mevcut meclis üzerinden yapmak, hâkim gericiliğin süreci açısından avantajlı olacaktır. Ve öncelikle bu yolla, en azından referanduma taşıyabilecek kadar oy ile bu süreç aşılmaya çalışılacaktır. Ama olmadı, yeni bir parlamento bileşeni yaratmak için kaldırılan “dokunulmazlıkların” kullanılarak yeni bir genel seçim yolunun açılması güçlü bir olasılık olarak gündemdedir. Faşizm süreci “tek parti-tek lider” mantığına göre planlamaktadır. Sözü edilen sistem değişikliğinin ana özü budur. Egemenler arasındaki çatışma ve dalaş, bu faşist sürecin uygulanmasında engelleyici rol oynayamaz. CHP merkezli, “kan dökülür” tehdidi dâhil, burjuva gerici klikler arasındaki çatışma, egemen güçlerin merkezi siyasal süreçlerine karşı duruş gösteremez. Mazlum ulusların ve ezilen halkların devrimci mücadelesi, faşist gericiliğin tüm planlarını yerle bir edecektir. 65. Kabine, mazlum Kürt ulusu ve ezilen-sömürülen halklarımıza karşı “yeni” bir savaş beyanıdır. Tek elde merkezileşmesiyle, “anayasa değişikliği” planlamasıyla, iç-dış politikadaki yönelimiyle, ezilen ve sömürülen halkların yaşamına yönelecektir. Bu saldırganlığı cepheden karşılamak, Kürt ulusu başta olmak üzere mazlum ulus ve azınlıkların, işçi sınıfı başta olmak üzere ezilen ve sömürülen toplumsal kesimlerin, Aleviler başta olmak üzere ötekileştirilen inanç gruplarının güncel görevidir. Egemenlerin faşist dikta merkezileşmelerinin karşısında, toplumsal dinamiklerin devrimci savaşta birleşmesi, toplumun tüm alanlarında uygun araçlarla, devrimin stratejik planlarına uygun mücadele etmesi, süreci devrimci tarzda ilerletmenin tek anahtarıdır.
08 güncel haber
01-15 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
İdeolojik rehberimiz gökte değil elimizde, hedef daha da ileridedir Gençlik açısından ideolojik meseleleri iyi kavramak ve var olan çizgiye hâkim olmak, ezilen yığınların birleşik mücadele hattında ısrarcı olarak onu ilerletmek elzem bir görevdir Tüm ezilenlere adeta kan kusturan ve her geçen gün çıtasını tüm aymazlığıyla daha da ileriye taşıyan faşizm, tersi biçimde tüm zorbalığı ve zalimliğine paralel olarak kendisiyle beraber direniş ve başkaldırı nüvelerini de ziyadesiyle canlandırmakta. Bir parantez açmak gerekirse her dönemin korku abidesi olmuş aristokrat “teorisyenler” elbette bu süreçte de geri çekilecektir. Bizim meselemiz bütünü ile onlardan bağımsızdır. Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyası üzerinde dönem dönem en alt kertelere kadar sönümlense de yine varlığını devam ettirmiş mücadele azmi ve kararlılığı bugün de kendini göstermekte, ezilen emekçi yığınlara umut olmaktadır. Bu meselenin bu şekilde bugünlere kadar gelip devam etmesinde en çok payı olan 12 Eylül AFC’sinden sonra kendine yaşam bulmuş, akabinde 19 Aralık Hapishaneler katliamından sonra daha yayılarak varlığını devam ettirmiş bütün tasfiyeci akımlara karşı ideolojik anlamda net ve çizgisinden zerre taviz vermeyen kavga erbaplarıdır. ‘90’ların ortasına gelmeden sivil toplumcu sağ oportünist akımlara kendilerini kaptırarak Marksizm’e motoru su kaynatan tüplü bir araba muamelesi yapmakla beraber sözüm ona neşter vurarak “ayar” vermeye çalışan yaman “devrimcilerin” düştüğü durum ortadır. Bu bağlamda sürecin ihtiyacı; ideolojik netlik, çizgisel anlamda tavizsizliktir. Sovyet Sosyal Emperyalizmi’nin çöküşüyle beraber dönemin SSCB’sine sosyalist muhteva biçenler elbette onun çöküşü ile beraber yeni arayışlara girmişler, onun iflasının sosyalizmin iflası olarak değerlendirerek kendi teslimiyetçiliklerine ve uzlaşı çabalarına kılıf olarak yeni akımlar ithal etmişlerdir. Post Marksizm ve Radikal Demokrasi gibi akımlarla kendilerine yeniden şekil vererek oduncu gömleklerini çıkarıp patron fuları takmaya başlamışlardır. Kendi dümenlerine gelmeyenleri faşist, sol sapmacı ya da Ortodoks Marksist ilan etmişler, kolları sıvayarak “demokrasiyi demokratikleştirmek” adına sınıf siyasetinden uzaklaşıp kitleselleşmek adına da ilke yahut çizgi sınırı bilmeksizin savrulup gitmişlerdir. Döneminde sosyalizm adına marşlar besleyip her boş duvara onun şiarlarını yazanlar gün gelmiş dümenlerini sosyalizmi boş bir uğraş olarak görenlerin rotasına kırmışlardır. Şunu çok iyi kavramalıyız ki SYRIZA’nın Yunanistan’daki seçim zaferinden sonra SYRIZA’yı Bolşevik Parti
Aleksis Çipras’ı da neredeyse Lenin ilan edenlerin beyhudeliği Radikal Sol Koalisyon’un hâlihazırda Yunanistan emekçilerine uyguladığı kemer sıkma politikalarıyla tescillenmiştir. Yine aynı ideolojik buhranı yaşayanlar, 7 Haziran 2015 seçimlerinin akabinde HDP’nin aldığı oy oranıyla beraber iyice kendini kaybetmiş tekrarlanacak seçimlerinden önce kaba tabirle ‘Yıllardır ifade ettiklerimiz yaşam buldu’ edalarıyla ortalıklarda dolanmış lakin “TC”nin Temmuz sürecinden sonra yeniden başlattığı savaş konseptiyle beraber yine kabuklarına çekilmişlerdir. Elbette o dönem HDP’nin yaptığı çıkış önemli bir yerde durmaktaydı, lakin bu meseleye Kürt ulusunun özgürleşmesiyle beraber devrim muamelesi yapanlar şimdi fikirlerini utangaç bir biçimde günlük çıkan gazetelerinde yayınlanan yazılarda ifade ediyorlar. Özcesi faşizm çemberi açtığında ülkede burjuva demokrasisi varmışçasına biz haklıydık diyen STK’cılar daralttığında ise faşizme lanet okurlar. Özelde gençliğin önemini her halükarda kavraması gerektiği husus, sınıf meselesidir. Tabii olarak belli meselelerde güne uyarlanmak, günü yakalamak elzemdir. Gün itibari ile gerçekliği olmayan belli argümanlarla devam edilmeyeceği açıktır. Şekillenişse o minvalde kendine alan bulmaktadır. Ekoloji, kadın, ulus ve tüm ezilen katmanlar ile alakalı mücadelemizi sonuna kadar sürdürmeliyiz ve bunda ısrarcı olmalıyız. Lakin sınıf meselesini bu yelpaze içinde küçük bir başlık altında ek bir konu olarak değerlendiren çeşitli örgütler kitleselleşme gayesiyle örgüt yerine içi hava dolu koca bir balon yaratmaktan öteye gidememektir, gidemezler. Bunun somut örnekleri bugün yaşadığımız coğrafya üzerinde defalarca kez karşımıza çıkmaktadır. Sürecin lehe işlemesi, ideolojik kararlılıkla ve o ideolojinin somutta pratik ile taçlanmasıyla gerçekleşir. Tüm ezilen yığınların birleşik mücadelesi bununla karşılık bulur. Çizgisi olmadan mücadele verenler, kabı olmayan sabun gibi zikzak çeke çeke yerini arayanlar bu süreçte gerçekliğini yitirirler. Bundan kaynaklı gençlik açısından ideolojik meseleleri iyi kavramak ve var olan çizgiye hâkim olmak, ezilen yığınların birleşik mücadele hattında ısrarcı olarak onu ilerletmek elzem bir görevdir. Nasıl ki net, doğru ve kararlı bir çizgi sağlam bir örgütlenme yaratıyorsa bunun tam tersi ise liberalizm ve oportünizm dehaları yaratmaktan öteye gidemez. Bu akımların gençliğin üzerine nüfus etmesine kati suretle müsaade etmemeliyiz. Gökten ağzımızı açarak kılavuz bekleyenler ellerini açsınlar, zira kılavuzumuz elimizin altında hedefimizi daha da ileridedir.
İşçiler hakları için direnişte Ülkenin dört bir yanında işçilerin, emekçilerin haklarını gasp ettirmemek adına direnişleri devam ediyor. Zonguldak'ta haklarını alabilmek için açlık grevine yatan madenciler, grevin 11'inci gününde kazanım elde ettiler AKP iktidarının halklara yönelik başlattığı topyekûn savaşta, işçi ve emekçilerin tamamı savaştan payını alıyor. Bir yandan halklara yönelik fiziki savaş yürüten AKP, halkların bilinçlerinde bulanıklık yaratarak tüm ilgiyi de bu alana yönlendiriyor. Bu arada ise işçi ve emekçilerin aleyhine bütün yasalar bir bir parlamentodan çıkıyor. Bir yandan Kürdistan'da fiili savaş devam ederken, bir yandan da ülkenin dört bir yanında işçi ve emekçilerin grevleri, eylemleri sürüyor. İşçilerin talepleri arasında öne çıkan ise sendikal hak talebi ve maaşların düzenli yatırılması yer alıyor. Özellikle son günlerde öne çıkanlardan eylemlerden birisi Zonguldak'taki madenci direnişiydi. Maaşlarını alamayan işçiler, yerin altında 11 gün boyunca açlık grevine yattılar. Bu süreç boyunca ise devlet ve kolluk güçleri tarafından defalarca tehdide ve manipülasyona maruz kaldılar. Madenciler polisin madene girmemesi için madenin kapısını göçerttiler.
11 günlük açlık grevinin ardından kazanım! Zonguldak'ta Deka Madencilik'e ait Balçınlar Madencilik işçileri, ücretlerini alamadıkları için açlık grevi başlattı. 18 Mayıs'ta başlayan açlık grevi 11 gün boyunca devam etti. İşçiler 11 günün ardından kazanım elde ederek açlık grevini sonlandırdı. İşçilere ilk etapta sosyal yardım oyarak 750 lira ve alacaklarına karşılık 1000’er lira ödendi. Alacaklarının tamamının ödeneceği sözü verilen işçiler ocaktan çıkarak sağlık kontrolünden geçirildi. Sadece ücretlerini değil iş de talep ettiklerini belirten madenciler, emniyetin baskılarına ve hükümetin sessizliğine de tepki gösterdi. İşçi temsilcisi Serkan Demir, yaptığı açıklamada alacaklarının tamamının ödenme sözünü aldıklarını, tazminatların ise yasal sürece bırakıldığını belirterek “Mücadele ederek kazandık” dedi.
Avon'da direniş devam ediyor ABD'li kozmetik şirketi Avon'un Gebze'de bulunan deposunda çalışan 8 işçi sendikaya üye oldukları gerekçesiyle 19 Mayıs'ta işten atıldı. İşçiler bunun üzerine 23 Mayıs'ta direniş başlattı. Depo ve Liman İşçileri Sendikası’na (DGDSen) üye olan işçilerin direnişi 10 gündür devam ediyor. İşten atılan işçilerden Eylem Görgü bağlı oldukları taşeron firmanın başka bir şirkete devredildiğini belirterek, "Biz ağır çalışma koşullarını ve bu sözleşmeyi imzalamak istemedik ve örgütlendik. Sendikalaşma mücadelesi yürütürken iş akdim feshedildi” dedi. Avon’da çalışan kadrolu işçilerle ve taşeron işçiler arasında ciddi ekonomik fark olduğuna dikkat çeken Görgü, şöyle devam etti: “Ve biz meslek hastalıkları yaşıyoruz. Çalışma saatlerimiz de oldukça kötüydü. Şimdi vardiyadaki arkadaşlarımız destek veriyor ancak servisleri artık sırf işçiler bize destek vermesin diye fabrika önünde durdurmuyorlar. İşçileri bilerek içeride indiriyorlar." dedi. Her sabah depo önüne gelerek çadır kuran işçiler, işlerine geri dönene kadar eylemlerini devam edeceklerini ve kararlı olduklarını belirtti.
09
ÖNCÜ KADIN
GEZİ VE KADINLARIN GÖRÜNÜRLÜĞÜ
G
Ermenek'te işçiler üretimi durdurdu Karaman'ın Ermenek İlçesi'nde bulunan Özkar Madencilik'te çalışan işçiler, ödenmeyen maaşlarını alabilmek için üretimi durdurdu. 5 aydır ödenmeyen maaşlarını talep eden işçiler, haklarının patronlar tarafından gasp edildiğini belirtti. İşletmenin üç farklı patron arasında bölüşüldüğünü söyleyen işçiler, patronların arasındaki husumet bahane edilerek maaşlarının ödenmediğini ifade etti.
Çiğli Belediyesi'nde işçilerden uyarı İzmir Çiğli Belediyesi’ne ait KAFESAN'da çalışan işçilerin 6 aylık toplu sözleşme hakları mahkeme kararına karşın ödenmedi. İhaleyi alan şirketin değişmesi gerekçe gösterilerek haklarının gasp edildiğini vurgulayan işçiler, belediye önünde bir eylem yaparak iş bırakma uyarısında bulundu. Çiğli Belediyesi’nde örgütlü olan Genel-İş İzmir 5 No’lu Şube, Çiğli Belediyesi KAFESAN işçilerinin toplu iş sözleşmesinde yer alan haklarının uzun süredir ödenmemesi üzerine belediye önünde açıklama yaptı. Öğle arasıyla ile birlikte belediye önüne gelen çok sayıda KAFESAN işçisi, belediyeden haklarını ödemesini istedi.
KESK alanlara çıktı Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), kamu emekçilerine yönelik baskıların devam ettiğini belirterek, sürgüne, işten atlamalara, baskılara ve laiklik karşıtı yaklaşımlara karşı alanlara çıktı. İstanbul, İzmir, Ankara ve Adana'da alanlara çıkan emekçiler, baskı, sürgün ve soruşturmalara karşı mücadeleyi yükselteceklerini haykırdılar. İzmir'de düzenlenen eylemde konuşan KESK Eş Genel Başkanı Lami Özgen, “Şiddet ve dehşetleriyle, emeğe, laikliğe, bilime, kültüre, sanata düşman karanlıklarıyla çekip gidecekler. Henüz iş işten geçmedi. Demokrasi güçleri olarak etkin bir seferberlikle, birleşik bir mücadeleyle direnişi yayarak ve çeşitlendirerek faşist saldırılara set çekebilir, durdurabiliriz. Bu ablukayı ve dayatılan cendereyi paramparça edecek yürek de kararlılık da emekçilerde vardır.” dedi.
OYAK Akdeniz Kimya işçileri sendikal hakları için direniyor İzmir Kemalpaşa'da bulunan OYAK Akdeniz Kimya fabrikasında sendikaya üye olan 13 işçi, işten atıldı. DİSK'e bağlı Lastik-İş Sendikası'na üye olan işçiler işe iade davası açtı. 28 Nisan'da sonuçlanan davada işçiler, işe iade hakkını kazandı. Ancak patron mahkemenin kararını da tanımayarak işçileri işe almadı. İşçilerin fabrika önünde gerçekleştirdiği eylemde, basın metnini okuyan Lastik-İş İzmir Şube Başkanı Zedin Yümli, bir OYAK kuruluşu olan Akdeniz Kimya Fabrikası’nın yabancı işyerlerini de satın alarak büyüdüğünü söyledi. Fabrikanın “kârına kâr” katmasına rağmen işçiye düşük ücret verdiğini belirten Yümli, fabrikada çalışma koşullarının ağırlığından, meslek hastalıklarından söz etti. Yümli işçilerin kötü çalışma şartlarına karşı seslerini yükselterek, toplu sözleşme haklarını kazanmak için mücadele ettiklerini anlattı. Yümli, patronu yasalara uymaya, işe iade davasını kazanan işçileri derhal işe geri almaya ve işçiler üzerindeki baskılara son vermeye çağırdı ve fabrikaya sendika girene kadar mücadele edeceklerini vurguladı.
Tuzla'da Altherm Klima işçileri üretimi durdurdu İstanbul Tuzla Organize Sanayii Bölgesi'nde bulunan Altherm Klima işçileri, aylardır maaş alamadıkları için üretimi durdurdu. Ocak ayından beri maaşlarını düzenli olarak alamayan işiler, daha öncede üretimi durdurmuş ancak hesaplarına bir miktar para yatırılınca kısmı iş başı yapmıştı. O günden bu yana maaşlarını alamadıklarını belirten işçiler bir kez daha üretimi durdurdu.
≫ aycan solmaz
ezi/ Haziran Ayaklanması direnişiyle algıları değiştiren, ezberleri bozan her kesimden temsiliyetin kolektif ürünüyle örülen ve kadının renginin yansıdığı direnişi unutmadık… *** Kadınların Gezi'ye katılımı ve yaratıcılığı, direniş içinde öne çıkan boyutları elbette sebepsiz değil. Son dönemde artan kadın cinayetleri, hükümet temsilcilerinin “Tecavüze uğrayan kadın öldürülsün çocuğun ne günahı var”, “Namuslu olsun kürtaj yaptırmasın” gibi çoğaltabileceğimiz açıklamaları kadınlarda kendi cinsini sahiplenme ile birlikte sokak etkinliklerine de yansımıştı. Gezi Parkı’nda yaşanan saldırının pervasızlığı kadınların, annelerin terlikleriyle sokaklara çıkışı, sisteme, devlete, hükümete olan öfke patlamasıydı. Saldırı karşısındaki öfke her kesimden kadını bir araya getirerek, kadının renginin ve yaratıcılığının Gezi'ye yansımasını sağladı. Polis ile çocuklarının arasına zincir ören anneler, Kürt kadını, feminist, lezbiyen, Alevi, solcu, Kemalist, başörtülü her kesimden temsiliyetin bir araya geldiği ve oluşturulan kolektifin yansıyan rengi kadının değiştirici gücüydü. Sokağın dilini sanata dönüştüren, cinsiyetçi ve homofobik söylemlere karşı direnişin içeriğine uygun sloganlarla cinsiyetçi dili eleştiren, bir devrim olacaksa bu devrim benim göğsüme dokunmadan geçmeyecek diyen ve gaza, tazyikli suya göğsünü siper eden kadınların, yaşamda kenarda kalan, dokunulduğunda asıl yaşamın yaratıcıları olan kadın kitlesinin görünürlüğüydü Gezi. Ezber bozan eylem tarzı hem devlet şiddetine karşı olması gereken yerde duran hem de direnişin içindeki yanlışı tartışabilen ve gösterebilen bir gerçekti Gezi. Kültür, cinsiyet, kuşak ve düşünce farklılığına rağmen kitlelerin eseri olacak olan devrimin ve değişimin heyecanı böyle yansıyordu sokaklara. Bu heyecan kalıcı örgütler yarattı mı, ka-
dınlar kendi örgütlerini çoğaltarak kurumsal hale gelebildi mi? Ve en önemlisi Kuzey Kürdistan’da taş taş üzerinde bırakmayan devletin saldırısına karşılık yalnız bırakılan Kürt halkı… Bunları devlet saldırısını ve devletin yıllarca düşman olarak gösterdiği Kürde olan algıyı es geçmeden eleştirmek gerekir. *** Gezi' den hendeklere sistematik ve tüm askeri araçları kullanarak saldıran Saray'ın devletine karşı Kürtler direnmeye devam ediyor. Kadın birlikleriyle basına yansıyan, Rojava'da savaşı komuta eden kadın komutanların IŞİD ile savaşı ve kendi savaşının savaşçısı olan kadınlar feyiz oluyor bize. Mücadele alanlarının birlikte örgütlendiği bu süreçte, bilinçli dinamik rolümüzün farkında olmalıyız. Bizlere feyiz veren; sınıf mücadelesinin en zor ve keskin yerlerinde kadının kurtuluşu için yaşamı pahasına mücadele eden kadınlardır. Bunlardan biri kadın mücadelesi içerisinde ayrı bir yerde duran, her Haziran özlemle dillendirdiğimiz Berna Ünsal'dır… Berna yoldaş devrimci yaşamdaki ısrarı, üretkenliği ve cesaretiyle ataerkil tüm yaklaşımlara, söylemlere ve tavırlara rağmen mücadeledeki ısrarından geriye düşmeden özgünlüğü ve rengiyle devrimci bir kadındı. Onu mücadelede güçlü kılan kendine güveni ve siyasetteki aktif rolüydü. Okuyan bir entelektüel pozisyonunda değil, fikir üreten, tartışan, örgütleyen önder kadındı. Birikimini ve avantajlarını bireysel yaşamı için kullanmayan, siyaseti aşkla yapan ve tüm zorluklarına rağmen keyifle sürdüren, sorumluluklarını duygularıyla karıştırmayan, ayırt etmeyi bilen ve gerektiğinde hepsini yaşamayı da bilen kalemiyle, düşüncesiyle öncü kadındı. Bu vesileyle Berna Ünsal’ı sevgi ve özlemle her daim hatırlarken, mücadelemizin ana ekseninde yer alan tüm kadın savaşçılardan güç alarak yolumuza devam edeceğiz.
10
haber analiz
01-15 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
Komünistler, devrimciler, Kürt ulusunun direngen güçleri, hayatın ve mücadelenin hiçbir alanında, gerici burjuva barbarlığın faşist saldırıları ve kuşatmalarına karşı bulundukları mevzileri terketmeyeceklerdir. Stratejik mevzilerden, taktiksel mevzilere kadar, dişe diş, kana kan bu mevzilerde konumlanmak, haklı, meşru ve demokratik taleplerin arkasında durmak, tarihsel ve güncel görevdir. Faşist baskılar karşısında, kendi rızamızla terkedeceğimiz hiçbir mevzimiz yoktur Ezilen halklar ve mazlum ulusların boğazlanması, katledilmesi seferberliğinde, egemen güçler ve onun siyasal gerici temsilcilerinin nasıl birleştiklerine dair somut bir pratiktir. Özü HDP Milletvekillerinin tasfiyesi ve Meclis’in egemen güçlerin “yeni” sürecine göre dizayn operasyonu olan milletvekilleri dokunulmazlıklarının kaldırılması meselesinde AKP, MHP ve oylamanın geçmesini sağlayacak kadar CHP‘nin onayı, gerici burjuva kliklerin ezilen halklara karşı nasıl birleştiklerine dair yeni bir veri olmuştur Türk hâkim sınıfları egemenlik sistemi, faşist uygulamalarının temsili olan burjuva yasalar nazarında Cumhurbaşkanı, fiili olarak “partili Cumhurbaşkanı” ya da “Başkan “ olarak rol oynayan diktatör Erdoğan’ın talimatı ile hızlı bir sürecin ardından Meclis Genel Kurulu‘na getirilen milletvekilleri dokunulmazlıklarına ilişkin anayasa değişikliği onaylandı. Referanduma gerek kalmadan, dokunulmazlıklara ilişkin anayasa değişikliği önerisi, 376 oyla Meclis’ten geçti. Meclis’in partilere göre dağılımı değerlendirildiğinde, ulaşılan bu sayıda CHP‘nin de oyları vardır. Sürece muhalif olduğunu söyleyen CHP’nin bu desteği, basit bir iki yüzlülük meselesi değildir tabiki. Ezilen halklar ve mazlum ulusların boğazlanması, katledilmesi seferberliğinde, egemen güçler ve onun siyasal gerici temsilcilerinin nasıl birleştiklerine dair somut bir pratiktir. Özü HDP Milletvekillerinin tasfiyesi ve Meclis’in egemen güçlerin “yeni” sürecine göre dizayn operasyonu olan milletvekilleri dokunulmazlıklarının kaldırılması meselesinde AKP, MHP ve oylamanın geçmesini sağlayacak kadar CHP‘nin onayı, gerici burjuva kliklerin ezilen halklara karşı nasıl birleştiklerine dair yeni bir veri olmuştur. Mazlum uluslar (Kürt ulusu başta olmak üzere diğer azınlıklar), sömürülen sınıflar ve ezilen halklara karşı geliştirilen fiili katliamlar konusunda geçmişi karanlık uygulamalarla dolu olan Türk egemenler sistemi, gerici burjuva zemininde, demokratik argüman ve taleplerle siyasal mücadelesini sürdüren ve halkın oylarıyla vekil olan ilerici, demokrat insanlara tahamül edememiş ve işlenecek siyasal cinayetlerin startını bu karar vermiştir. Genel milletvekilleri dokunulmazlıkları ve her partiden milletvekillerinin fezlekesi olduğu üzerinden sorun manüpile edilse de, bu siyasal saldırının tek hedefi HDP çatısında
Dokunulmazlıklar Meclis’e giren, ilerici, demokrat Kürt miletvekilleridir. Ve gerici barbar faşist Türk hâkim sınıfları egemenlik sisteminin, devlet kurumları AKP, MHP gibi gerici siyasal temsillerine çektikleri dizan operasyonunun bir ayağı da Meclis’e çekilmektedir. Temel sorun Kürtler başta olmak üzere, ilerici, ezilen ve sömürülen toplumsal sınıf ve tabakaların temsili olarak bir biçimiyle parlementoda yer alan kesimleri tasfiyeye dayanan bu planın ana hedefi, darbeci zihniyetle şekillendirilen bu sürece, tüm toplumsal kesimleri tabi kılmaktır. Özellikle 7 Haziran ile 1 Kasım Genel Seçimleri sürecinde, gerici Türk hâkim sınıfları egemenlik sisteminin mevcut temsili Erdoğan-AKP gerici diktatörlüğünün faşist kuşatması ve antidemokratik dayatmalarına karşın, büyük bir mücadele vererek ilerici halkların oyları ile Meclis’e gelen Milletvekillerinin, burjuvazinin ahırı parlementoda bulunan burjuva gerici partilerin “yukardan” gelen talimatlara uyarak darbe ile siyasal iradelerinin teslim alınmaya çalışılması, faşist egemenlik sisteminin tarihine kara bir leke olarak geçmiştir. Darbelenen ve Meclis’teki siyasal temsili elinden alınan Kürt ulusudur,
ilerici, aydın toplumsal dinamiklerdir. Dokunulmazlıkların bu merkezli kaldırıldığı tartışmasızdır.
Dokunulmazlıkların kaldırılmasında asıl hedef toplumsal mucadele dinamikleridir! Dokunulmazlıkların kaldırılmasına ilişkin anayasa değişikliğinin onaylanması, Türkiye-Kuzey Kürdistanda, faşist egemenlik tarafından “yeniden” şekillendirilmeye çalışılan siyasal sürecin bir sonucudur. Hedefin direk HDP Milletvekillerinin olması buna yeterince açıklık getiriyor. Ve şekillendirilmeye çalışılan siyasal süreç, sadece burjuva parlemento ile sınırlı değil, tüm toplumu içine alan bir genişlikte ele alınıyor. Onun için AKP-Erdoğan sultanlığı üzerinden faşist egemenlerin geliştirdiği bu hamle, görünürün ötesinde bir sınırı kapsamaktadır. Her şeyden önce Kürt ulusunun haklı ve meşru mücadelesini, Kuzey Kürdistan başta olmak üzere, meşru hakkını ifade ettiği her alanda ezmek, bu sürecin önemli ayaklarından birini oluşturmaktadır. Kuzey Kürdistan’dan Rojava’ya kadar Kürt ulusunun faşist
egemenlik tarafından askeri, diplomatik ve iktisadi çerçevede şekillendirilen saldırının hedefi haline getirilmesi, açık kitlesel katliamlarla bastırılması seferleri, burjuva zeminde demokratik haklarını savunan meşru hareketleri ezme ve sindirme seferleriyle birleştirilerek, topyekûn bir kıyım seferleri başlatılmıştır. Kürt, Kürt olduğunu söylediği her yerde bastırılmalıdır, katledilmelidir, sindirilmelidir. Hedef silahlı, silahsız, devlet sınırları içinde, devlet sınırları dışında tüm Kürt direniş ve muhalefet örgütlenmelerini dağıtmaktır. Aylarca Kuzey Kürdistan kentlerinde kontra-askeri güçleriyle Kürt gençlerinin direnişi karşısında yaşadıkları başarısızlık ve acizet ortadadır. Bunu Meclis’teki Milletvekilleri üzerinden bir güç gösterisine dönüştürmesi ve ezme hareketini kendi minderinde gerçekleştirmesi, politikasına taktiksel de olsa bir nefes aldırma gayretidir. Bununla birlikte HDP’nin Kürt ulusunun meşru talepleri dışında Türkiye-Kuzey Kürdistan işçi ve emekçilerine, ileri aydın ve yurtseverlere, ötekileştirilen inanç gruplarına verdiği mesaj ve seçim sürecinde yarattığı örgütlenme, ‘Bunlar Türkiye partisi değil,
01-15 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
PKK-Kandil’in emirerleridir’ manüpilasyonuyla boşa çıkarılmak istenmektedir. Yani sorun sadece Kürt Ulusal Hareketi’ni boğmakla sınırlı değil, aynı zamanda gerek HDP çatısında devrimci dinamiğini ifade eden toplumsal özneleri ve gerekse de sosyalist, devrimci örgütlenmelerde dinamiğini ifade eden toplumsal-sosyal özneleri tasfiye etmeyi amaçlamaktadır. En ufak demokratik-ekonomik hak arama eylemini şiddetle bastırmak bunun açık örneğidir. 4 aydır maaşlarını alamadıkları için maden ocağında açlık grevi yapan işçilere gösterilen tahamülsüzlük ve yaratılan faşist kuşatma bunun açık örneğidir. Aydınlara, akademisyenlere, gazetecilere, çevrecilere, işçilere, kadınlara, köylülelere, ögrencilere, en basit demokratik, akademik, ekonomik hak arama eylemlerinde kullanılan polis-asker şiddeti ve yapılan tutuklamalar, artık coğrayamızda rutin uygulamalar olmuş durumdadır. İşte tüm bu toplumsal ilerici muhalefetin sesi, her alanda susturulmak isteniyor. Burjuva gerici erklerdeki tekleşme ve faşist nitelikteki merkezileşme, kendi dışındaki tüm toplumsal sosyal dinamikleri, cebir ve şiddetle zapturapt altına almak istiyor. Tüm bunları, Erdoğan-AKP faşist diktatörlüğüyle teslim alınmış, sürece göre dizayn edilmiş, adeta bir adliye memurlarına dönüştürülmüş “yasama” organı üzerinden yapmak, en ufak bir itirazda dokunulmazlıkları Demokles’in kılıcı gibi kullanmak, egemen gerici güçlerin siyasal sürecini icra etmelerinde avantaj yaratmaktadır. Meclis ve gerici burjuva partilerde siyasal alanın dizaynı, HDP’yi tasfiye üzerinde şekillenirken, MHP‘nin de yargıya kadar uzanan Kongre süreci, CHP’de içten içe yaşanan huzursuzluk ve nihayetinde AKP’de Davutoğlu’na yapılanlar bu siyasal dizaynın uygun zeminlerdeki ayaklarıdır. Özellikle savaş politikası üzerinden gerici-sistemin faşist kuşatmasının esiri olmuş kitleler üzerinde hegomonyasını arttıran ve böylelikle MHP‘yi kendisine tabi hale getiren Erdoğan/AKP faşist diktatörlüğü, MHP içinde başlayan gerici didişme ve dalaşa dahil olmuş, devletin bazı kurumlarının inisiyatifini kullanarak MHP’de yaşanan süreci kendi siyasal sürecine entegre etmiştir. Burdan elde ettiği sonuca göre, MHP sadece Meclis’in “faşist muhalefeti” olmakla sınırlı kalmayacak, aynı zamanda Kürt ulusu ve ezilen halklara karşı geliştirilen savaş konseptinin direk yaratıcısı ve destekleyicisi olacaktır. Ergenekon-MHP-AKPSaray ve CHP kirli koalisyonu bu konsept üzerinden şekillenmektedir. Bu konseptin kendi içinde “muhalefetsiz” ve çatışmasız olduğunu söylemek eşyanın doğasına aykırıdır. Özellikle hükümetler ve iktidar dalaşında, temsil ettikleri gerici burjuva kliklerin çıkarlarını savunma açısından, bu konsept derin çatışmalar içermektedir. Burjuva gerici partilerin, gerici hâkim egemenliğin politikiktisadi sürecine “muhalefet” ve “destek”leri bu çıkarlara göre biçimlenmektedir. MHP’nin açık faşist çığırtkanlıkla, CHP’nin bazı meselelerde öne çıkardığı muhalefetinin gölgesinde bu savaş politikalarını desteklemesi niteliksel bir fark değildir. CHP’nin taban dinamiği ve temsil ettiği kliğin iktidar dalaşı üzerine şekillenen muhalefeti, burjuva iktidar dalaşı
sınırlarını aşmamakta, Kürt ulusu ve ezilen sömürülen halkların boğazlanmasında ortaklaşmaktadır.
Gerici sınıf çıkarları ve CHP Erdoğan/AKP ortaklığı CHP merkezinin egemen güçlerin aynı savaş politikalarında ortak hareket ettiği tartışmasızdır. Erdoğan/AKP faşist iktidarının son dokunulmazlık örneğinde olduğu gibi, yer yer döve döve, yer yer yumuşak uslupla ikna ederek hizaya getirmesi hem CHP’nin egemen güçlerin savaş politikalarına entegre olması açısından, hem de CHP’nin temsil ettiği gerici burjuva kliğin çıkarlarını temsil etmesi açısından izlediği siyasetin ürünüdür. CHP Başkanı Kılıçdaroğlu’nun ve merkezi organ temsilcilerinin “Korkmuyoruz” , “Başkanlık sistemi bu ülkede kan dökülmeden gelmez” çıkışı ve tavrının toplumsal karşılığı boştur. Çünkü mesele kendi cesaretleriyle ilgili bir mesele değil, verdikleri kararın hangi sınıfın çıkarlarını temsil ettiği meselesidir. Kuşkusuz “Başkanlık” , “Partili Cumhurbaşkanlığı” ve Anayasa değişiklikleri, CHP ve temsil ettiği burjuva kliğin siyasal, iktisadi ve hukuksal alanını daraltmaktadır. Bu alan daralmasını yaşamamak için, Başkanlık sistemi konusunda CHP elindeki tüm kozları kullanacaktır. Ama CHP’nin tabanındaki, ulusalcı, Kemalist ve orta burjuvazinin önderlik ettiği bir kitle hareketi olasılığı dışında, “kan ve can” pahasına, CHP’nin merkezinden cepheden kitle hareketleri tarzında bir toplumsal muhalefetin örgütlenmesi olasılığı yoktur. Bu tamamıyla CHP merkezi ve başkanının balon tehditidir. Burjuva iktidar erklerinde kendilerine bir yer açmak dışında hedefleri olmayan, muhalefetini gerici iktidardan alacağı payla sınırlı tutan CHP kliği, süreç itibarıyla temsil ettiği gerici burjuva kliklerin çıkarlarını temsil etme konusunda da dirayetsizdir, basiretsizdir. Bırakalım kendi gerici sınıf çıkarları ekseninde bir toplumsal muhalefeti örgütlemeyi, gelişen toplumsal muhalefeti iktidarın “terör” manüpilasyonu ile bastırmasına ortak olmakta, keza Kürt ulusunun haklı mücadelesinin bastırılması konusunda, daha uç gerici bağnazlığı savunmaktadır. Bütün bu gerçekliğe karşın, bazı liberal, Kemalist solcuların, CHP‘den sürece ilişkin daha ileri beklentiler yaratması, bir yanılsamadan öte ezilen halkların devrimci mücadelesine ihanettir. CHP merkezi tabanındaki bu dinamiği tutmak için bazen keskin “muhalif” söylemlere başvursa da, bu onun sınıf karakteriyle uyum içinde olan bir siyaset değildir. Kuzey Kürdistan’da “taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmama” faşist-ırkçı anlayışa göre sürdürülen katliamlara tavır alma yerine, sorunu “çözüm” süreci adı altındaki tasfiye politikası döneminde “Kürt Ulusal Hareketi”nin güçlenmesine bağlanması ve buradan AKP‘nin eleştirilmesi, “terörle mücadele” adı altında bu katliamlara açık destek verilmesi, CHP’nin faşist niteliğidir. Bu faşist nitelik ezilen halkların umudu değil, düşmanıdır, katilidir. Tarih bu konu da güçlü bir tecrübedir. Özü HDP’li Milletvekillerinin Meclis dışına itilip zındanlara tıkılması olan dokunulmazlık, anayasa değişikliğinde de bu faşist özle tekerrür etmiştir. CHP‘nin içindeki “fire” oylar,
haber haber “kısmi destek” gibi nitelemeler iki yüzlülüktür. “Seçim beyannemesinde dokunulmazlıkları kaldırma sözü vermişiz”, “Aksi oy kullanırsak HDP özgülünde teröre destek veren konuma düşeceğiz” yönlü savunmalar riyakârlıktır. Belirlenen plan ve verilen rol dışında CHP’de irade dışı bir tavır yoktur. Anayasa değişikliği için gerekli olan oy oranı başından belirlenmiş ve bunun adı “kısmi destek” olarak formüle edilmiştir. Birçok meselede, diktatör Erdoğan’ın, “Ordamısınız? Burdamısınız?” tarzında racon kesen baskılanmalarına karşı diz çökülmüş, Kürt ulusal sorunu ve toplumun sosyal sorunları konusunda da gerici sınıf tavrına göre siyaset belirlemiştir. Bu “Yeni” Türkiye adı altında, koridorları faşizmin harcıyla bina edilen sürecin “yeni” “uyumudur”. Yürütülen savaş bu “uyumun” temelidir. Dokunulmazlıklar konusunda varılan mutabakat ve çıkarılan sonuç, bu “uyumlu” sürecin ilk meyvesidir. Kendi içindeki iktidar dalaşları, kirli pazarlıklar, kirli ekonomik çıkarlar dışında, Kürt ulusu ve ezilen sömürülen halklar özgülünde bu “uyum”, en barbar, en vahşi savaşı örgütleyecektir. Lakin “yeni” bir sistem ve buna tekabul eden “yeni” bir siyasal alan dizayn ediliyor. Egemen güçler içi aktörler arasında sürece bir biçim veriliyor. Bütün kavga ve kirli dalaşları, Kürtlere, sömürülen sınıflara, ezilen inanç gruplarına karşı geliştirilecek savaş konseptinde bitiyor.
Topyekûn faşist kuşatmaya karşı topyekün direniş Faşist egemenlik, dindarı, ülkücüsü, ulusalcısı, klasik Kemalisti ile birlikte Kürt ulusunun ve tüm toplumsal devrimci güçlerin mücadelesine karşı son “dokunulmazlık” meselesiyle birlikte birleştiğini bir kere daha deklare etmiştir. Toplumun sınıf mücadeleleri açısından, ezen ve ezilenler açısından iki parça olduğu ve her parçanın kendi sınıf çıkarlarına göre hareket ettiğine dair açık bir fotoğraftır bu. Dayatılan, tarihten beslenen ve güncel olarak kendisini örgütleyen faşizmdir. Tekleşme olarak merkezileşse de, bu uygulama alanına ilişkin biçimdir, kurumsallaştırılan faşizmdir. Türkiye-Kuzey Kürdistan, Sunni İslam-ırkçı Türk zihniyetinindir. Bu gerçeği kabul etmeyenlerin sonu, imhadır, sürgündür, katliamdır, zındandır. Hangi temsiliyetle, hangi yasal “zırhla”, hangi kurumsal güçle durursan dur, anlayış olarak neyi savunduğun, nerde durduğun önemlidir. Belirlenen kalıpların dışındaysan, “çağdaş” Ebussuud efendilerin fetvasıyla katlin vaciptir. Bu bir katliamlar sürecidir. Ve bugün Meclis’te siyasi katliamla boyut almıştır. Korkulan ve tasfiye edilmek istenen, geniş yığınları bir araya getirme dinamiği gösteren devrimci muhalefettir. Tarih boyunca devrimciler ve komünistler bundan dolayı hedef olmuştur. Dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla sindirilmeye çalışılan budur. Ama bu durum egemen güçler için tehlike arz eden devrimci muhalefet ve mevzilerin gelişmesini engellemeyecektir. 1994 yılında olduğu gibi, Meclis’te iradesi faşist baskılarla tasfiye edilen ve zındana tıkılan Kürt ulusu, ulusal ve demokratik haklarının ancak ki devrimci zor araçlarıyla elde edebileceği konusunda
11
kitlesel bir bilinç sıçraması yaşayacaktır. Özellikle “çözüm” süreciyle birlikte farklı beklentilerle bu yönlü devrimci bilinci kırılan kitleler, devrimci silahlı zorun vazgeçilmezliği konusunda, daha somut bir bilgi kaynağına sahip olacaklardır. Egemen sınıfların bu zorbalığı, ezilen halklar ve mazlum uluslar özgülünde bu stratejik mevzilerin güçlenmesine olanak sağlamaktadır. Aynı durum sosyal kurtuluş mücadelesi veren devrimci ve komünist mevziler için de geçerlidir. Taktiksel bir zemin olan burjuva parlementodaki bu gerici zemin, stratejik devrimci silahların gelişip, geniş kitleler tarafından meşru olarak sahiplenmesinin aracı olacaktır. “Başkan”, ”Partili Cumhurbaşkanı” ve hatta yeni bir genel seçim önümüzdeki dönemin muhtemel siyasal gelişmeleri olacaktır. 65. Kabine’nin ana görevi bu eksende belirlenmiştir. Bu süreç faşist barbarlığın kuralsız uygulamarıyla pratikleştirilecektir.1930 Hitler Almanyasının hayalleri peşinde koşanların, topluma reva gördükleri; iradede merkezileşmiş, toplumsal gerçeklik özgülünde yaygınlaşmış faşizmdir. Öncelikle buna karşı barikat olmak, devrimci kitle muhalefetini buna göre örgütlemek, sürecin ana yönelimidir. Olası bir genel seçimde izlenecek taktiksel politika, gelişmeler ekseninde ele alınabilinecek bir gündemdir. Mevcut gelişmeler, olası bir genel seçimde “boykot tavrını” güncellemektedir. Devrimci güçlerin birliktelik zeminin koruma ekseninde ele alınacak bu tartışmanın dışında, faşist diktatörlügün merkezileşmesi olan “Başkanlık” ve “ Partili Cumhurbaşkanlığı” yönelimine karşı, toplumsal dinamiklerin mevzilerini devrimci bir güç olarak örgütlemek, faşizmin sürecini darbeleyecek tek dinamiktir. Devrimciler ve komünistler, daha geniş toplumsal dinamikleri harekete geçirme konusunda, daha avantajlı durumdadırlar. Çünkü hâkim sınıfların ekonomik-siyasal yönelimleri, daha geniş toplumsal kesimlerde derin bir itiraz yaratmaktadır. Bu itirazı devrimci mevzilerde örgütlemek, devrimci ve komünistlerin omuzlarındadır. Tam da bu kesitte, komünistler, devrimciler, Kürt ulusunun direngen güçleri, hayatın ve mücadelenin hiçbir alanında, gerici burjuva barbarlığın faşist saldırıları ve kuşatmalarına karşı bulundukları mevzileri terketmeyeceklerdir. Stratejik mevzilerden, taktiksel mevzilere kadar, dişe diş, kana kan bu mevzilerde konumlanmak, haklı, meşru ve demokratik taleplerin arkasında durmak, tarihsel ve güncel görevdir. Faşist baskılar karşısında, kendi rızamızla terkedeceğimiz hiçbir mevzimiz yoktur. Her türlü bedeli göze alarak, bulunduğumuz tüm alanları, öldürenin öldürdüğüne pişman olduğu alanlara çevirmek, derinleşen devrimle karşı devrimin çatışmasının doğal gereğidir. Bu anlamıyla parlementodaki dokunulmazlık zırhı, o alandaki meşru ve demokratik mücadelemizin kaderini belirleyecek bir zırh değildir. Devrimcilerin ve yurtseverlerin, haklı davaları uğruna bedel ödeme bilinci, dokunulmazlık zırhıyla garanti altına alınmış bir bilincin ürünü değildir. Meclis çatısından, geniş toplumsal alanlara kadar, meşru direnme hakkı, her türlü faşist uygulamayı, toplumsal dinamikler nazarında hükümsüz kılacaktır.
01-15 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
Dil ve düşünce denkleminde g Düşünce dile vurur ya da dile yansıyan düşüncedir. Düşünce net ve belirgin değilse dil de belirsiz ve net değildir. Kısacası, kavram ve tanımlamalar çerçevesinde yaşanan dildeki kırılmalar düşüncedeki kırılmanın dışavurumudur. Özellikle belli kavramların kullanılmasında sorunların yaşandığı, yaşanan bu sorunlarda etkilenmelerin izlerinin görüldüğü bir gerçektir Doğru fikirler gibi hatalı fikirler de yaşamdan bağımsız olmayan düşünce diyalektiğine uygun olarak bütün bir yaşam boyu var olurlar. Bunları reddetmek hatalı anlayış ve yöntemken, doğru metotlarla ikna eksenli dönüştürmeye dönük ideolojik mücadele yürütmek doğru olandır. Doğru düşünceler yanlış yöntemlerle savunulamaz. Yanlış yöntemler doğru mücadeleyi zayıflatmaktan öteye işlev görmez… Farklı/yeni fikirler, yeni kavram ve argümanlar son yılların modası olarak aktüeldir. Hepsi temelsiz ve anlamsız değildir fakat her yeni denilen şeyin gerçek manada yeniyi temsil etmediği gerçeği göz önüne alındığında bu “yenilerin” eleştirel süzgeçten geçirilmesi, dolayısıyla ideolojik mücadelenin bu alanda da yoğunlaşması isabetli olacaktır. Zira dildeki bozulmaların genellikle düşüncedeki bulanıklığın ürünü olduğu doğrudur. Daha etkili bir dilin kullanılması ise düşüncedeki sağlamlığın ifadesidir. Eğer dildeki bozulma popüler dilin kullanılması hastalığı değilse, kesinlikle düşüncedeki yozlaşmanın ifadesidir. Bundandır ki, sorunun küçümsenmeden ele alınması, ideolojik mücadele ve politik uyanıklığın yitirilmemesi yeni kavram, argüman ve kullanılan “yeni” dil konusunda önemli bir gereksinimdir. Her Parti’linin görevi, siyasi piyasaya sürülmüş fikirleri doğru-yanlış denkleminde ele alıp bilimsel sosyalizm teorisinin ölçüsüne tabi tutarak analizden geçirmek ve ileri sürülen bu fikirler karşısında doğru-yanlış ekseninde tutum almaktır. Ama bu tutum, dar döngüde yürütülen sığ tutuma, ikna zeminini kaybeden damgalayıcı, kaba suçlayıcı, yerici, itici ve ilkel kavgacı tutuma dönüşmemek durumundadır. Önderlik konumları ve pozisyonu bu görevde birinci dereceden sorumludur. Yeni fikir, eleştiri veya görüşlere karşı dogmatik ezberci refleks temelinde tepki vermek yanlışken, bunlara bilimsel eleştiri ve analiz zemininde yanıt olmak şarttır. İleri sürülen fikirlerin doğru olması ne kadar gerekliyse, yanlış fikirlere karşı mücadelenin doğru olması da bir o kadar zorunludur. Yöntem veya metot sorunu biçimsel denilerek küçümsense de aslında son derece önemli bir konudur. Doğru fikirlerin savunulması da yanlış fikirlere karşı mücadele de doğru metotlarla yürütülmek durumundadır. Aksi halde doğru sonuçların alınması mümkün olsa bile son derece zor olur… Gelişme sınırsızdır. Lakin somut tahlil ve tespitler de bir gerçektir, bir gerçekliği ifade eden gerekliliklerdir. Gelişmenin sınırsız olması, somut durumun belirsiz bırakılmasına gerekçe edilemez. Kavram ve belirlemele-
rin nesnel yaşamda bir karşılığı vardır ve her tanımlama, her kavram ve isimlendirme bir gerçeği ifade eder. Dolayısıyla gelişmenin sınırsız olması somut durum ve olguları net belirlemeyi yadsımaz, kavram ve tespitlerin belirsizleştirilmesine gerekçe olmaz. Gelişmelerin yaşandığı inkâr edilemez ve bu gelişmelere bağlı olarak yeni tespit ve fikirlere varmanın da ihtiyaç olduğu reddedilemez. Ne ki, yeni fikirler sınırsız ya da temelsiz bir zeminde ileri sürülemez, somut durum ve gelişmelere bağlı olarak sınırlanırlar. Değişim her şeyin değiştiği anlamına gelmeyeceği gibi, yeni fikirlere varmak da tüm fikirlerin reddedilmesi veya bağlayıcı referansların olmadığı anlamına gelmez… Düşünce dile vurur ya da dile yansıyan düşüncedir. Düşünce net ve belirgin değilse dil de belirsiz ve net değildir. Kısacası, kavram ve tanımlamalar çerçevesinde yaşanan dildeki kırılmalar düşüncedeki kırılmanın dışavurumudur. Özellikle belli kavramların kullanılmasında sorunların yaşandığı, yaşanan bu sorunlarda etkilenmelerin izlerinin görüldüğü bir gerçektir. O halde dil olarak kullandığımız kavram, tanım, belirleme ve tespitler üzerinde tartışma yürüterek sorunları gidermeye çalışmak zorunludur. Özellikle kavramların siyasi mücadelede bir silah etkisinde olduğunu düşünürsek bu tartışmanın zorunlu olduğunu teslim ederiz. *** Ulusal hareket ile sınıf hareketi temelden farklı iki siyasi cenahta biçimlenen iki farklı ideolojik-siyasi formattır. Haliyle argümanları, kavram ve tanımlamaları, içerik ve biçimleri ve benzeri de farklıdır, farklı olur, olmak durumundadır. Sınıfsal yapı ve bileşenleri, ideolojik-siyasi karakterleri ve örgütsel anlayışları, amaç ve hedefleri, ilke ve dayanakları, demokrasi ve devlet tasavvurları, nihayet varlık gerekçeleri gibi tüm temel meselelerde ulusal hareketler ile sınıf hareketleri tamamen farklıdırlar. Öyle ki, bu ikisi arasındaki farklar o kadar kuvvetli ve berrak ki, bunları açıklamak bile gereksizdir. Dolayısıyla ikisini karıştırmamak isabetken, karıştırmak ise proleter devrimci siyasette ana sınıfına gitmektir, sığ ve yavandır… Dil ile düşüncenin kopmaz biçimde ilişkili olduğu aşikârdır. Bu ilişki, dilin düşünceyi ifade etme aracı olmasında anlam bulur. Sınıf hareketinin kendisine göre argümanları ve dili vardır. Aynı biçimde ulusal hareketin de kendisine has argüman ve dili vardır. Sınıf hareketiyle ulusal hareketin dil ve argümanlarda ortaklaşması düşüncede ortaklaşması anlamına gelir demek yanlış olmaz, bilakis isabet olur. Elbette belli argümanların buluşması da inkâr edilemez gerçektir ki, bunlar daha çok özgün veya tipik olmayan ortak unsurlardaki aynılıklardır. Hiçbir aynılık tanımayan mutlak bir dil ve argüman ayrılığından söz etmek elbette yanlıştır. Ne ki, ideolojik-siyasi tipiklerde belirgin bir dil ve argüman ayrılığının olduğu da kesindir…
Kürt Ulusunun ileriye dönük her adımını destekleriz Genel bir hatırlatma babında ifade edelim. Ulusal hareketin, ulusal hareket olma realitesine uygun olarak ideolojik çizgi, stratejik yönelim veya genel siyasi çiz-
gisi itibarıyla silahlı reformist olduğu tespitimiz geçerlidir. Buna karşın ulusal hareketin kesinlikle demokratik muhtevaya sahip olup, demokratik nitelikte olduğu da tartışmasız gerçektir. Dahası, ulusal hareketin ideolojik doku ve kırılganlıklarına, ulusal hareket olma doğasından ileri gelen total özelliklerinin sınıf hareketlerinden köklü ayrışımı ifade etmesine karşın, bu ulusal hareketin mevcut siyasi atmosferde politik olarak devrimci rol oynadığı inkâr götürmez gerçektir. Ulusal hareketin proleter devrim hareketinin yedeği olması, demokratik özelliğe sahip olması, haklı ve ilerici muhtevasının olması, politik olarak oynadığı rol ve edindiği biçim ya da özellik gereği Kürt Ulusal Hareketi dostumuzdur. İttifak edeceğimiz, ortak mücadele ve eylem birlikleri gerçekleştireceğimiz, demokratik muhtevası kadarıyla destekleyeceğimiz bir güçtür Kürt Ulusal Hareketi. Kürt ulusal sorunu çerçevesinde Kürt Ulusal Hareketi ve ulusuna dönük yaklaşımımız, demokratik niteliğe sahip olup haklı bir mücadele yürüttüğü, dolayısıyla desteklenmesi gereken bir dinamik veya hareket olduğu biçimindedir. Kendi kaderini
perspektif
güncel bir yaklaşım sorunsalı
tayin etme hakkı zemininde bağımsız devletini kurma hakkını savunurken, bu hakkını hangi yönde kullanacağı tercihine de saygı göstermekten başka bir şey düşünemeyiz. Genel yaklaşımımız, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkını kayıtsız şartsız tanımakla ve tanınması ile u(ama burjuva iktidar altında birlikte yaşamayı tercih etmesi değil), kendi kendini yerinde yönetim ve geniş bölgesel özerklik zemininde sosyalist çözüm şeklindedir. Elbette siyasi sürecin aşamalarında ileriye dönük kazanım ve ilerlemeleri reddetmek anlaşılamaz bundan. Bilakis, Kürt ulusunun ileriye dönük her kazanımını destekleriz… Bu özet yaklaşımdan sonra ekleyelim ki, Kürt ulusu ve hareketiyle ilgili bu değerlendirmelerimize, yaklaşım ve somutta devam eden ilişkilerimize, ittifak ve ortaklıklarımıza rağmen, ideolojik-siyasi zeminde aramızda büyük ayrılıklar mevcuttur. Bu ayrılıklar köklü ideolojik-siyasi-örgütsel çizgide ifade bulurken, bu zeminden bağımsız olmamak kaydıyla dil ve argümanlarımızda da temelden farklılıklar taşımaktayız. Birlik olduğumuz yanlar olduğu gibi, nitel anlamda ayrılıklarımız da vardır. Dayanıştığımız ve dost olduğumuz kadar, ayrılıkla-
rımız ve eleştirilerimiz de vardır. Kısacası, birleştiğimiz kapsam bir bütün birleşme kapsamı değildir elbette. Soyutlama olarak ifade ettiğimiz bu gerçek unutulamaz. *** Koşulların canlı türü üzerinde kesin bir etkiye sahip olduğu evrim teorisiyle ispatlanmıştır. Bu ispat sosyal yaşam pratiğinde de desteklenmiştir. Koşullar insan üzerinde etkide bulunur. Aynı biçimde insanın üretim süreci, kullandığı araç ve yöntemler de insan üzerinde bir etkiye sahiptir. Ama diğer canlı türlerine ters olarak insanın başka bir özelliği vardır. Bu özellik koşullardan etkilenmekten muaf olmamakla birlikte, koşulları değiştirme gücü ve gerçeğinde ifade bulan özelliktir. Ki, bu da bilinç veya devrimci teoriden ileri gelen temel bir özelliktir. Dolayısıyla, siyasi parti ve örgütlerin içinde bulunduğu koşullar, yaşadığı ilişkiler, kullandığı araç ve yöntemler gibi süreçler bu partileri etkiler, üzerlerinde belli etkiler yaratırlar. Ne var ki, bu partilerin devrimci teori ve bilinci, ilgili etkiye karşı irade ve direnç göstermesinin büyük bir silahı olarak onları istenmeyen etki veya ters orantılı değişimden korur, koruma gücüdür. Buna karşın, bu etkiyi tümden yok etmek her zaman mümkün olmaz. Bu, tamamen istenmeyen etkiye karşı koruyucu silah olan devrimci teori ve bilinci kullanmasına bağlıdır. Devrimci teori ve bilinçte zayıflık ya da kırılmalar mevcut ise istenmeyen etkilenme kaçınılmaz olur. Bilinç zayıflığının oranı etkinin de oranını belirler. Ve eğer devrimci teori ve bilinçte sağlam bir duruş mevcut ise, etki o derece ötelenmiş, etkilenme yerine etkide bulunma gerçekleştirilmiş olur. Demek ki, tüm mesele devrimci fikir ve teorimizde yetkin olup olmamamıza bağlıdır… *** Etkinin düşünce ve dolayısıyla dilde yansıması kaçınılmazdır. Kullanılan dil ve argümanlar düşüncenin bir yansıması olduğu kadar, değişen dil ve argümanlar yaşanan etkinin bir göstergesi olabilirler. Bu etkiyi somut bazı kavram ve argümanlarda ele almak yararlı olacaktır. Örnekleyerek vereceğimiz argüman veya kavramları geniş yorumlamadan özet şekilde hatalı olduklarını vurgulamakla yetineceğiz. Zira bu yazı kapsamında daha geniş yorum yapmanın olanağı yoktur.
Mücadelede yaşanan zayıflıklar ve gerilemeler sağ fikirlerin gelişmesine tanıklık yapar Sınıf mücadelesinde yaşanan zayıflıklar ve gerilemeler dönemi genel olarak sağ fikirlerin gündeme gelmesine tanıklık yapar. Mücadeledeki tıkanıklıklar, zayıflıklar ve yetersizlikler tabiatıyla bir arayışı koşullar. Ne var ki, bu arayış egemen olan geri koşullardan etkilenerek esasta sağdan savrulma, bozulma ve kırılmalar biçiminde tezahür eder. İçinden geçtiğimiz dönem bu özellikleri barındırmaktadır. Doğru arayış ve sorgulamalar gibi, hatalı arayış ve sorgulamalar da gündemdedir. Özellikle dil, argüman ve kavramlarda belli bir bulanıklığın gündemde olup sınıf orijinli dili ve keskin devrimci bilinci silikleştirme zemininde geliştiğini söylemek mümkündür. Örneğin Birleşik Devrim’den söz edenlerin, “Türkiye’nin
özgürlüğü Kürdistan’ın özgürlüğünden geçer” demesi hem birleşik devrim argümanı bakımından tutarsızlıktır ve hem de dil, dolayısıyla etkinin ürünü olarak düşüncedeki değişimdir. Öte taraftan bu görüş iki ayrı devrimden bahsetmektedir. Ama bir devrimi veya bir yerin devrimini diğer yerin devrimine endekslemektedir. Bu temel bir hatadır. Kürdistan’ın özgürlüğünden kasıt Kürdistan’da bir devrim ise, mevcut durumda Kürdistan’daki Kürt Ulusal Hareketi bir devrimle özgürleşmekten değil, belirli ulusal taleplerinin karşılanması koşuluyla mevcut düzen içinde birlikte yaşamaktan söz etmektedir. Dolayısıyla “Türkiye’nin özgürlüğü Kürdistan’ın özgürlüğünden geçer” diyen görüş hiçbir açıdan sağlam ve tutarlı değildir… Hatalı bir kavram da “Türk egemenlik sistemi” ifadesidir-dilidir. Sistemin emperyalist kapitalist gericiliğin parçası olarak Türk menşeli olduğu doğrudur. Fakat bir bütün olarak Türk olanların hepsinin (tüm Türk milletinin) değil, aksine Türk hâkim sınıflarının egemenlik sistemidir. Bu ayrımı bulanıklaştırmak sınıf siyasetini bulanıklaştırmak olduğu kadar, milliyetçiliğin de etkisini yansıtmaktadır. Sosyalistler olarak bizlerin hiçbir milletle olduğu gibi Türklerle de bir problemimiz olamaz, problemimiz gerici sınıflar veya gerici egemen sınıflar ve bunların sistemiyledir… “Türk egemenlik sistemi” yerine, “Türk hâkim sınıfları egemenlik sistemi” demek daha isabetli olup devrimci sınıf siyasetine uygun olandır. Başka bir popüler argüman da “Radikal Demokrasi”dir. Argüman olarak “Radikal Demokrasi” kavramı Marksist teorinin yetersizliği öngörüsünden çıkarak alternatif oluşturma arayışının bir sonucu olarak doğan bir kavramdır. Sosyalist demokrasi, sınıf devrimi, sınıf iktidarı gibi sosyalist teorinin savunularını silikleştiren, anlamsızlaştıran ve yerine düzen içi iyileştirmeyi esas alan tutmturaklı kavramdan ileri bir şey değildir “Radikal Demokrasi” argümanı. Eğer öyle değilse, sosyalist demokrasi yerine “Radikal Demokrasi” demenin manası nedir? Ve neden sosyalist demokrasiden geri adım atarak “Radikal Demokrasi” diyerek kavram kargaşasına meyledelim? Hangi ihiyacın ürünü olarak sosyalist demokrasi yerine “Radikal Demokrasi” kavramını benimseyelim? Uzatmayalım: Demokratik Modernite, Özgür Yaşam, Özyönetim, Ekolojik Toplum, Medya Savunma Alanları gibi bir dizi argüman ve kavram aynı zeminde sınıf siyasetinin tespit, tarif ve kavramsallaştırmalarını bozan, yumuşatan, revize ederek belirsizleştiren ve silikleştiren bir dili temsil etmektedirler. Ne yazık ki, popüler dil hastalığı gerekli seçiciliği göstermeden bu argümanları kullanmakta, düşüncedeki bulanıklığını diline yansıtmaktadır. “Komünist adını almayalım kitleler tepki duyar” anlayışının bir türevi de ‘Diktatörlük demeyelim bu kitlelerde tepkiye yol açar, diktatörlük yerine devlet diyelim’ yaklaşımıdır. Bütün bunlar bir geri çekilme veya ödün verme yaklaşımıdır. Ve nerede duracağı belirsiz bir eğilimdir. Öyle ya kitleler devrim sözünden de ürker, o halde devrim yerine de başka bir şey diyelim yaklaşımı kaçınılmaz olarak gündeme gelir... Oysa ilkeli duruş ve ilkelere bağlı kalmak şarttır.
14 Güncel gelişmeler ve birleşik mücadele güncel analiz
01-15 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
Tekçi ve ırkçı-faşist bir devlet ya da iktidarın salt Kürt ulusuna karşı faşizme başvurması düşünülemez. Faşizmden veya faşist bir iktidardan söz edilmektedir. Dolayısıyla faşist bir iktidarın sadece Kürt ulusuna veya diğer azınlıklara karşı faşist baskılara başvurması ve emekçi halk kitlelerine faşist baskılar uygulamaması düşünülemez. Bu anlamda Erdoğan/AKP iktidarının uyguladığı faşist baskılar genel olarak emekçiler başta olmak üzere tüm toplumsal kesimleri hedeflemektedir, sadece bir ulusu değil Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında Erdoğan’ın tek adam sultası biçiminde katı merkeziyetçi yapılanmaya giden mevcut iktidar tarafından estirilen faşist terör dalgası ve gerici savaş saldırganlığı kuşkusuz ki tüm ezilen emekçi kesimleri hedeflemektedir. Faşist terör dalgasından payına düşeni almayan kesimler esasta Erdoğan ve iktidarına mutlak biat eden her türden düşük profilliler kalfasıdır. Bu kalfa kesimi az değil, hayli geniş bir bileşendir. Unvanları lekeli olmak kaydıyla, kalemşörlerden, akademisyenlere, yüksek yargıdan ordu ve polisine, yandaş medyadan profesörlere, din adamlarından çeşitli cemaatlere ve yemlenen bir dizi kesime kadar oldukça geniş bir düşük profilli ya da kişilik ve onur yoksunu bileşenden oluşur bu kalfa. Bunlar dışındaki kesimler şu veya bu biçimde faşist baskılardan payına düşeni almaktadır. Fakat esas olarak Kürt ulusunun okun sivri ucunda olduğu, dolayısıyla faşist saldırganlık ve katliamların birincil mağduru ve hedefinin Kürt ulusu, elbette hareketi olduğu reel gerçektir. Faşist terörün yoğun olarak odaklandığı hedef Kürt ulusu olduğu için, faşist teröre karşı direniş de Kürt ulusu ekseninde yükselmektedir. Sınıf hareketi de bu faşist dalga ve teröre karşı mücadelesini ve tavrını, çatışmanın somut merkezi olan Kürt ulusunun onurlu direnişiyle birleştirme biçiminde ele almak durumundadır. Faşist dalga ve terörün zayıf halkası da, pratik çatışma alanı da reel olarak bu direniş ve mücadele pratiğidir. Mevcut iktidarın en azgın saldırı ve barbar katliamları da Kürt ulusu şahsında şekillenip anlam kazanmaktadır. O halde bu saldırı
ve katliamlara karşı mücadele de aynı zeminde yükseltilmek, yükselmek durumundadır. Devre dışı bırakılarak yenilenen hükümetler savaş hükümetleri olmasına karşın, savaş bunları eskiterek yenilerinin gündeme gelmesini koşulluyor. Özcesi, somut siyasi çelişkinin şimdiki düğüm noktası, faşist terör dalgasının ana halkası ve elbette faşist iktidarın yumuşak karnı da mevcut gelişmelere bağlı olarak Kuzey Kürdistan ya da Kürt ulusuna uygulanan soykırım ve buna karşı sergilenen onurlu direniş savaşında biçimlenmektedir.
Gerçekleştirilen saldırganlık ve katliamlar bir soykırımdır Kuzey Kürdistan’da topyekûn savaş konseptiyle yürütülen katliamların kelimenin gerçek manasında soykırım evresine ulaştığı her bakımdan açıktır. Kuzey Kürdistan’ın Sûr, Cizîr, Silopiya, Gimgim, Ni-
sêbîn gibi il-ilçelerinde gerçekleştirilen, gerçekleştirilmeye devam edilen ve yaşam şartlarını ortadan kaldıran tanklıtoplu, kobralı-uçaklı saldırganlık ve katliamlar, yürütülen soykırımı alenen ortaya koymaktadır. Gerçekleştirilen saldırganlık ve katliamlar bir soykırımdır, çünkü bu katliamlar doğrudan Kürt ulusunu, yani bir ulusu hedeflemektedir. Ve bu ulusun kıyımdan geçirilerek ulusal bütünlüğü ve varlığı hedeflenmektedir. Bebeklerinden yaşlılarına kadar Kürt ulusunun her ferdi salt Kürt olduğu için kıyımdan geçirilmekte, sürgüne mecbur edilmekte, fiilen yok edilmesi veya teslim alınması hedeflenmektedir. Ki, ulusun siyasi, kültürel, etnik iradesinin teslim alınması o ulusun yok edilmesinden başka bir anlam taşımaz. Ne ki, Kürt ulusu iradesini devrimci yönde ortaya koymuş muazzam bir direniş sergile-
mektedir. Bu direniş savaşının teslim alınması veya bitirilmesinin olası olmadığı da her türden barbar katliamlara rağmen sürüyor olmasından aşikârdır. Eskitilen savaş hükümetlerinin yerini yeni savaş hükümetlerinin alması çare değildir, olmayacaktır. Yeni savaş hükümetinin akıbeti de öncekinin akıbetinden bağımsız olmayacaktır. Yıldırım’ın sonu Davutoğlu’nunkinden çok daha dramatik olacaktır. Yıldırım daha seçilir seçilmez savaş naraları atmaktan geri durmadı ama bu savaş ve saldırganlık Yıldırım’ı da harcayacaktır…
Neden Kürt ulusu bugün bir kez daha soykırıma tabi tutuluyor? Unutmamak gerekir ki, her şeyin dayandığı bir kaynak ve arka plan mutlaka vardır. Türk hâkim sınıflarının her iktidarı veya her iktidar dönemi egemen Türk ulusu çerçevesinde tekçi-ırkçı-faşist ka-
01-15 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
rakterde gelişmiş ve diğer azınlıklarla birlikte, özellikle Kürt ulusuna karşı imha, inkâr, asimilasyon politikalarıyla nitelenmiş, büyük bir milli baskı ve zulüme başvurmuşlar. Kürt ulusunun bu milli zulme karşı haklı isyanları ve mücadeleleri gelişmiştir. Kısacası bugün yaşananların tarihsel kaynağı “TC” devletinin Kürt ulusuna uyguladığı milli baskı, yok sayma ve imha-inkâr politikaları ve pratiğidir. Özetle bugün yaşananlar bu tarihsel kaynaktan bağımsız değildir. Kürdistan’ın emperyalist paylaşım savaşlarıyla emperyalist güçler tarafından önce ikiye ve sonra dörde bölünmesi zemininde hâsıl olan bu tarihsel kaynakla birlikte, emperyalist güncel siyaset ve stratejilere yaslanan bir arka plan da vardır. Ancak, Kuzey Kürdistan’da bugün yaşananlar salt tarihsel kaynak ve arka plan ile sınırlı olmayıp, güncel koşul ve gelişmelere yaslanan özelliği de vardır. Erdoğan sultasının tek adam diktası olarak tesis edilmesi için diri olan Kürt Ulusal Hareketi’nin tasfiye edilip “kabul edilir” sınırlara çekilmesi, daha doğru ifadeyle teslim alınması gerekli olandı… Kürt ulusunun teslimiyeti kabul etmeyerek ulusal hak ve talepleri doğrultusunda irade-direniş göstermesi veya iradesini teslim etmemesi Erdoğan’ın başkanlık sistemi altında tek adam diktası rüyasını bozduğu için Erdoğan/AKP iktidarının topyekûn savaş saldırganlığıyla soykırım katliamlarına girişmesine tanık olduk... Bu saldırganlığın soykırım düzeyine kadar tırmanmasında Kürt ulusunun teslimiyeti kabul etmemesi gibi, Kürt Ulusal Hareketi’nin gelişip büyümesi ya da Kürt ulusunun ciddi bir örgütlenme düzeyiyle önemli bir irade ve inisiyatif pozisyonu yakalaması da büyük bir etkendir. Ki genel olarak toplumsal kitlelerdeki gelişmeler veya devrimci durumun gelişmesi Erdoğan/AKP iktidarının faşist saldırganlığı tırmandırmasında rol oynamıştır. Kürt Ulusal Hareketi’nin teslimiyet çizgisine getirilip tasfiye edilememesi, tersine ciddi bir direniş-mücadele dinamiği durumuna gelmesiyle birlikte devrimci koşulların olgunlaşarak geniş kitlelerin devrimci muhalefetinin gelişip yaygınlaşması eğilimi Erdoğan/AKP iktidarının faşizmini tırmandırmasının sebepleridir. Daha özlü olarak, Erdoğan/AKP iktidarının emperyalist çıkar ve stratejiler ekseninde ve AB’ye uyum süreci olarak da emperyalistlerden aldığı devleti yapılandırma-güncelleme görevini gerçekleştirmek için faşizmi tırmandırdığı söylenebilir. Bir nüans olarak belirtelim ki, faşist tırmanışın Kürt ulusu şahsında odaklanması Kürt Ulusal Hareketi’nin silahlı niteliğiyle dinamik bir tehdit olmasından ileri gelirken, faşist saldırganlığın Kürt ulusu şahsında yoğunlaşması ulusal sorun gerçekliğine de işaret etmektedir. Yani genel olarak emekçi kitlelere karşı bir faşist baskı ve terör uygulansa da, bu baskı ve terörün Kürt ulusunu özellikle hedeflemesi ve Kuzey Kürdistan’da yoğunlaşması bir tesadüf değildir. Ulusal
sorun gerçeğini ortaya koymaktadır. Kısacası, sanki bir ulusal sorun yokmuş, genel çerçevede “olağan” bir faşist süreçmiş gibi algılanması hatalıdır. Kuzey Kürdistan’da yaşananların da bir milli baskı, zulüm, soykırım ve buna karşı bir ulusal direniş ya da başkaldırı olduğu açıktır. Ulusal sorun, baskı ve soykırımı yok saymak gibi, ulusal direniş ve hareketi yok saymak da doğru olamaz. Bunlardan kastımız şu; Kuzey Kürdistan’da yaşananlar ırkçı-faşist milli baskı ve kıyımı, buna karşı ulusal bir direniş ve hareketi ifade etmektedir. Ne milli zulmü gölgeleyerek hafifletmek ve ne de Kürt Ulusal Hareketi başka niteliğe koymak kabul edilemez olup, doğru yaklaşım değildir.
Saldırılar toplumun tüm kesimlerine dönüktür Tekçi ve ırkçı-faşist bir devlet ya da iktidarın salt Kürt ulusuna karşı faşizme
güncel analiz başvurması düşünülemez. Faşizmden veya faşist bir iktidardan söz edilmektedir. Dolayısıyla faşist bir iktidarın sadece Kürt ulusuna veya diğer azınlıklara karşı faşist baskılara başvurması ve emekçi halk kitlelerine faşist baskılar uygulamaması düşünülemez. Bu anlamda Erdoğan/AKP iktidarının uyguladığı faşist baskılar genel olarak emekçiler başta olmak üzere tüm toplumsal kesimleri hedeflemektedir, sadece bir ulusu değil. Ne ki, Kürt ulusu noktasında bir milli zulüm, kıyım uygulanmakta ve Kürt ulusu ikili bir baskı ve zulme maruz kalmaktadır. Yukarıda da değindiğimiz gibi, faşist baskılar ve faşist baskıların azgın boyutlarda tırmandırılması, emperyalist çıkar ve stratejiler bağlamında alınan görevlerin yürütülmesi ve öte taraftan gelişen devrimci hareketin bastırılması zeminine oturmaktadır. Bu anlamda faşist süreç sadece Kürt ulusuna dönük politikanın ürünü değil, genel bir sorun
15
olarak bütün ezilen emekçi halk kesimlerini hedeflemektedir. Bu zeminde birleşik mücadelenin geliştirilerek büyütülmesi önemli bir ihtiyaç olarak devrimci güçlerin karşısında çıkmaktadır. Halk kitlelerinin birleştirilmesi, onun siyasi parti, örgüt ve temsilcilerin görece birleşmesi veya birleşik mücadele zemininde bir araya gelmesiyle olanaklıdır. Devrimci güçlerin dağınıklığının giderilerek, devrimci bir direncin oluşturulması ve faşist terör dalgasına karşı etkili bir mücadelenin sergilenmesi ancak devrimci müştereklerde birleşmek, birleşik mücadeleler ortaya koymakla mümkündür. Gerici iktidarların aşılması tamamen bu zeminde gelişecektir. Kuşkusuz ki, faşist saldırılara karşı tek tek parti ve örgütler ve hatta bireyler de direniş gösterebilir, mücadele yürütebilirler. Ancak sorun salt faşist terör dalgasına karşı direniş göstermek değil, bunu püskürtüp geriletmek ve giderek zayıflatıp yenilgiye uğratmaktır. Sorun salt azgınlaşarak tırmandırılan faşist terör dalgasına karşı direniş-mücadele değil, ana hedef faşist hâkim sınıf iktidarları ve düzenlerinin yıkılmasına dönük bir mücadelenin geliştirilip zafere taşınmasıdır. Dolayısıyla devrimden menfaati olan sınıfların, bu sınıf ve ara katmanların siyasi temsilcileri veya partilerinin devrimci görevlerde ortaklaşarak birleşik mücadelelerde bulunması zorunludur. Devrimci güçlerin karşı-devrimci sınıflara karşı veya bunların faşist saldırılarına karşı birleşik mücadele zemininde bir araya gelmesi halkın ve devrimin çıkarına olduğu gibi, tek tek devrimci parti ve örgütlerin de çıkarınadır. Dahası demokratik şartlarda oluşturulacak birleşik mücadele cepheleri bu devrimci parti ve örgüt bileşenlerinin ideolojik, siyasi, örgütsel çizgi ve yönelimlerine de ters olmayıp zarar veren değildir. Son derece yalın bir gerçektir; bütün devrimci güçlerin ortak hedefleri ve çıkarları temelinde güçlerini görece birleştirmeleri veya birleşik eylemde bulunmalarıdır yapılması gereken. Bunda ideolojik-siyasi bir kaygı gütmek yersizdir. Birleşik mücadele bileşeni olan bütün devrimci güçlerin öngördüğü ve onayladığı bir sosyal pratiğe, işleyiş ve görevlere sahip olacaktır. Bileşenlerin hiçbirinin siyasi iradesine ipotek konulamaz, bağımsız eylem ve iradeleri yok sayılamaz. Her bileşenin politikasına uygun olan ortak bir zeminde gerçekleştirilecek birleşik mücadeleden sakınmak veya sakınca duymak tamamen yersizdir. O halde birleşik mücadelenin geliştirilmesinin önünde bir engel yoktur. Nitekim “Halkların Birleşik Devrim Hareketi” bu zeminde doğmuş olup varlığını sürdürmektedir. Elbette anlamlı ve devrimci bir gelişmedir. Bunun geliştirilerek büyütülmesi görevdir. Temkinli yaklaşıp ayrık durmak ise hatadır.
16 Devrimciliğin nüansları (1) analiz yorum
Toplumsal reflekslerin hiçbirine burun bükmeden, irili-ufaklı olup olmadığına bakmadan tüm bu reflekslerin bir araya getirilmesi perspektifi ve yönelimi Maoist komünistlerin misyonu gereğidir. Bu refleksler başkalarına havale edilemez. Bunların her biri devrim-sosyalizm mücadelesinin sessiz kalamayacağı durumlardır. Bunlara sessiz kalmak, başkalarının bu alanları doldurmasını istemek anlamına gelir. Özde devrimci olan hiçbir reflekse devrimciler duyarsız kalamazlar. Duyarsızlıkları devrimciliğe yaklaşımlarını tartışılır duruma getirir. Devrimcilik sorumluluk demektir. Sorumlulukları gerillaya, gerilla eylemine havale eden yaklaşım gerillaya haksızlık eden yerde durur. Gerillanın aldığı rol, üslendiği misyon başkadır, diğer alanların aldığı rol, üslendikleri misyon başkadır ve hepsinin bileşimi Sosyalist Halk Savaşı’dır Devrim mi reformizm mi tartışması yeni değil, devrim ve sosyalizm mücadelesi süresince sürekli tartışılan bir konu olmuştur. Daha özcesi, Marksizm’in tarihiyle yaşıt demek yanlış olmaz. Nihayetinde proleterya ve emekçilerin elindeki bilim olan komünizmin ideolojisi, reformizmle Marksizm arasında yürüyen ideolojik mücadele üzerinden gelişerek bugünlere geldi. Yalnız reformizmle de değil elbette, sendikalizmle, anarşizmle, revizyonizmle mücadele de buna dâhildir. Devrim ve sosyalizm mücadelesi sürdüğü müddetçe de, bu alandaki ideolojik mücadele sürecektir. Devrim ve reformizmin düşünsel olarak dayandığı olgular vardır ve o bu olgulardan bağımsız değildir. Kendiliğinden ortaya çıkan bir düşün de değildir. İşçi aristokrasisinin görece rahat yaşam koşulları, bu rahat koşulların devamı noktasındaki istemi, ona uygun düşünün de zeminini oluşturmaktadır. Bu düşün dünyasında silahlı mücadeleye yer yoktur. Var ise de ancak taktik bir araçtır ve özel mülkiyete, özel mülkiyet üzerinde vücut bulan devlete de dokunulmamaktadır. Dokunulan yan, yaşanan haksızlıkların, adaletsizliklerin, eşitsizliklerin daha makul bir hale getirilmesi,
daha “yaşanılır” bir dünya yaratılmasıdır. Sistemin ve devletin halkları rahatsız eden sivri uçlarının törpülenmesi için mücadele edilirken, bu mücadele yine sistemin ve devletin çerçevesi-yasal sınırları aşılarak yürütülmez. Bu sınırlar içinde, bu sınırların “biraz daha” genişletilmesi, halkların “biraz daha” rahat nefes almasını öngörür vb… Devrim ise başka bir şeydir, toplumsal olarak büyük alt-üst oluş eylemi demektir. Ezilen sınıfların ezen egemen sınıfa karşı yürüttüğü mücadelede mülkiyetin özel biçimini reddediş vardır. Mülkiyetin özel biçimine karşıt olarak toplumsal mülkiyet savunulur. Mücadele, sistemin ve devletin yasal çerçevesine sığmaz, bu sınırları tanımaz. Devletin örgütlü şiddetine karşı devrimci şiddeti savunur ve örgütler, silahlı mücadeleyi gerekli ve zorunlu görür. Kısa ve basit ifadelerle dile getirilen devrim ile reformizm arasındaki farklılık yalnızca düşün dünyasıyla sınırlı ele alınamaz. Bunun pratik ayağı, mücadele karşısındaki duruşu da önemli bir yer tutar. Düşünsel olarak savunulan her bir teori, pratik bir tutum, duruş ve pratik gerektirir. Bugün belki de ideolojik mücadeleyi yadsımadan, en çok üzerinde durulan yan da budur. Vaktiyle 2. Enternasyonal’in Sosyal Demokrat Partilerinin 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndaki yönelimleri, Lenin’in nasıl ki bu partilerle arasına net bir çizgi çekmesine ve yeni temelde ve yeni isimle örgütlenmelerine neden olmuşsa, bu doğru ve yerinde tavır-yaklaşım bugün savunulan biçimiyle devrimciliğe karşı da sergilenmelidir. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi uzunca sayılabilecek bir dönem, görece barışçıl geçen, legal yollardan işçi sınıfı ve emekçilerin eğitildiği bir dönem olarak, verili koşullara karşılık gelebilmekteydi. O dönemin öncü partileri olan Sosyal Demokrat Partiler de buna göre konumlanmışlar ve örgütlenmişlerdi. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın öngünleri, emperyalistler arasındaki paylaşım savaşını zorunlu kıldığı tüm gelişmelerin bu türden bir savaşı gösterdiği süreçte, Sosyal Demokrat Partiler de mücadelelerini, duruşlarını buna göre ele almak gelişen yeni duruma göre bir duruş sergilemek durumundaydılar. Ne var ki Marksizm adına, emperyalistler arası pazar savaşında “anavatan”ı savunma adına kendi ülkelerinin burjuvazisi desteklenmiş, sürecin yaratacağı devrimci durum görülememiş, işçi sınıfı burjuvazinin peşine takılmaya çalışılmıştır. Bu savaş işçi sınıfının ve emekçilerin çıkarına bir savaş olmadığını, bu savaşın
01-15 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
taraflarından biri de olunamayacağını savunan Lenin, böylesi bir savaşta yer almayacakları gibi, bu savaşta kendi burjuvazilerine karşı mücadele edileceğini, bu savaşı bir iç savaşa dönüştürerek bütün Sosyal Demokrat Partilerin ve işçi sınıfı emekçilerin bu doğru tavırı geliştirmelerini dile getirmiştir. Tarih, Sosyal Demokrat Partilerin sosyal-şoven politika ve duruşlarına tanıklık etmiştir. Dünün işçi sınıfı ve emekçilerinin temsilcileri-öncüleri olarak tarih sahnesinde yerini alan bu partiler, gelişmelerin belli bir aşamasında 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı yıllarında, Marksizm’i bu sürece cevap verecek bir bilim olarak ele alamamışlar, doğru bir politika belirleyemeyerek, sürece uygun bir duruş sergileyememişlerdir. Yanlışları, Marksizm’in devrimci özüne yaklaşımlarından kaynaklanan dogmatizmdi. Israrlı Marksizm savunusu “din”dar
olunca gidebilecekleri yer doğal olarak, devrim olamazdı. Olmadı da. Sosyal şoven partiler haline geldiler, sistemin içinde sistemin birer partileri haline dönüştüler. Bu partilerin yürüttükleri politikalar “sosyal demokrasi”ye, “sosyal demokrat”lığa uymayan politikalardı. Bu politikaların teşhir edilmesi, içi boşaltılan sosyal demokratlığın işçi sınıfı ve emekçilere anlatılması “sosyal demokrat” parti adıyla yapılamazdı. Yeni temelde yeniden ele alınan bir partiyle bu yapılabilinirdi ve bu parti sosyalizmi-komünizmi savunduğunu net bir şekilde ifade etmeliydi, duruşunu da açık-net göstermeliydi. Oysa bu Sosyal Demokrat Partiler, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı dönemine kadar işçi sınıfı ve emekçilerin yegâne öncü partileriydi. Fakat kılavuz aldıkları Marksizm doğrultusunda hem teorik olarak hem de pratik olarak
01-15 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
kendilerini geliştirmediler ve eskidiler. Ayırım çizgileri net ortaya konmalıydı ve süreç bunu istiyordu. Devrimcilikte kendini yeniden inşa etmeli, kendini yeniden tanımlamalıdır. Bugün devrimcilik, yükselen faşizm koşullarında, devrim ve sosyalizm mücadelesinin görevleri, rolü ve misyonu etrafında bugüne cevap olamayan dünün devrimciliğinden kurtulmak zorundadır. Bugün sokağın dilini eylemselleştiren, bunu taktik zenginliğe döken, tarzıyla farklılık yaratan ve tüm ezberleri bozan, tüm edinilmiş eski alışkanlıkları aşan, edilgenlikten öncülüğe sıçrayan militan devrimcilik önümüzde durmaktadır. Devrimcilik mi? Militan devrimcilik mi? Bugün cevap bekleyen soru budur. Güne cevap olma, süreci örgütleme, Sosyalist Halk Savaşı’nın pratik duruşunu sergileme bu soruya verilecek cevaba bağlıdır.
Devrimci duruma uygun devrimci duruş kendini dayatmaktadır Bugün devrimcilik bir sınavdan geçmektedir. Sürecin kendine has özellikleri, verili koşullar, devrimciliği de koşullayan bir yerde durmaktadır. Süre-
cin devrimciliğe yüklediği rol ve misyon yeterli düzeyde anlaşılamadığında, buna uygun bir duruş-pratik de sergilemek olanaksızdır. Devrimci duruma uygun devrimci duruş kendini dayatmaktadır. Sürecin devrimciliğin önüne koyduğu duruş iyi anlaşılmalı, süreç iyi okunmalıdır. Geride kalmak, cevap olamamak, istenilen yere varamamak bu rolün içeriğini doldurmakla alakalıdır. Devrimcilik genel olarak soyutlama düzeyinde ele alındığında kavramsal ve olgusal olarak şöyle ele alınabilir. Kavramsal olarak ele alındığında, yenilikten yana olmak tam karşılığını bulmaz. Devrim sınıf mücadelesinde toplumsal olarak bir alt-üst oluş eylemidir. Ezen ve ezilenler arasındaki sınıfsal mücadelede eskiyi temsil eden ezen egemen sınıflar kaşısında yeniyi temsil eden ezilenlerin yürüttüğü mücadelede eski olanın yıkılması, yeninin inşaa edilmesi eylemidir. Daha somut ifade ile, özel mülkiyet edinimi üzerine kurulan sistemi ve onun meşruluğunu garanti altına alan, koruyan ve yaşatan aynı zamanda ezilen sınıf üzerinde ezen egemen sınıfların elinde bir baskı aracı olan devlet mekanizmasını hedef alan devrim mücadelesi, devleti ve sistemi ala-
analiz yorum şağı eden, yıkan bir mücadeledir. Aynı zamanda yıkılanın üzerine gelecek toplum projesine uygun olarak yeniyi inşaa etme eylemidir. Devrimcilik de burada anlamını bulur. Bunun, devrim mücadelesinin pratiğini sergileme işidir devrimcilik. Devrimcilik, gelecek toplu tahayyüllerine bağlı olarak farklı isimler de alır. Küçük burjuva devrimciliği, komünist devrimcilik gibi. Ama her ikisi de toplumsal alt-üst eyleminden beslenir, hedefine göre de farklılaşır. Devrimcilik, düşün dünyasıyla, pratik duruşuyla bir bütünsellik içinde ele alınır. Eylemi onun düşün dünyasından ayrı değildir. Fikri ve zikri onun niteliğini gösterir. Ne tek başına düşün dünyası, ne de tek başına pratiği devrimciliği gerçek anlamına kavuşturmaz. Bütünseldir, an’lık değil bütünseldir. Devrimcilik, an’a cevap değildir. An’a ilişkin sergilenen her fikirsel yaklaşım ve her duruş devrimcilik olarak ele alınamaz. Alındığında yanılgılı sonuçlara, değerlendirmelere varmak kaçınılmazdır. Devrimcilik daha genel, daha kapsayıcı ve sistematik duruştur. Kavramsallaşan kişiliktir de denebilir. Ve bu kişiliğin her bir an’daki duruşu, fikri öz itibariyle aynıdır. Örneğin, UKKTH meselesinde devrimci bir fikire sahip olmak devrimci bir pratiği de şart koşar. Bu şarta uygun davranış sergilenmez ise sorunlu bir devrimcilik ortaya çıkar. Veya UKKTH meselesinde devrimci bir fikre sahip olmamak bunun yanında kadın mücadelesinde devrimci fikre ve pratiğe sahip olmak da devrimciliği tartışılır bir duruma sokmaktadır. Bu yüzden devrimcilik parçacılığı, metafizik yaklaşımı kabul etmez, ettiği oranda da devrimciliği komünist ve küçük burjuva devrimciliği olarak değerlendirmeye tabi tutar. Olgusal olarak ise devrimcilik, günümüzde daha anlamlı bir yerde durmaktadır. Gelişmelerin toplumsal yaşamda yarattığı travma, gerilim, çatışma, ötekileştirme, birbirine düşürme, sınıfsal farklılıkları derinleştirme yönelimi devrimciliği daha değerli bir hale getirmektedir. Kürt ulusuna yönelik katliamlar eşliğinde sürdürülen yok sayma politikaları, yerlerinin, yurtlarının, evlerinin viraneye dönüştürülmesi, Kürtlerin adı konmamış sürgüne maruz bırakılmaları, en demokratik kazanılmış haklarının dahi gasp edilerek toplumsal yaşamdaki yerlerinin silinmeye çalışılması karşısında, en insani değerlerin korunması açısından dahi insani refleks geliştirmeyi talep eder. Çalışırken inşaatın onuncu katından yeterli güvenlik önlemi alınmadığından yere düşen ve ölen işçinin, üzerine yıkılan kömür madeninin altında kalan ya da gaz zehirlenmesinde yaşamını yitiren madencinin daha çok kar adına alınmayan tedbirlerden kaynaklı değil de, “kader”i böyleymiş ya da “bu işin fıtratında var” denerek savunusu dahi insani bir refleksi gerekli kılar.
17
Her gün cinsel baskıya, tecavüze, istismara uğrayan, örf-adetler denilerek katledilen kadınların “geleneksel” değer yargıları, “adap” denilerek eve, erkeğe bağlanmaya çalışılması, “kuyruk sallamasaydı”, “mini etek giymeseydi”, “rızası olmasaydı”, “şuh hareketler yapmasaydı” bunlar olmazdı denerek kadınları insan olmanın ötesine iten yaklaşımlar karşısında her şeyin ötesinde insan olmanın gereği olarak refleks gereklidir. Her şeyi bir kenara bırakalım, düşünme, davranma, giyinme, yeme, konuşma, yazma, fikir belirtmenin yasakçı bir yaklaşımla karşılandığı, hapis cezalarıyla, işkenceyle, yaptırımlarla karşılandığı, “tek dil, tek bayrak, tek vatan, tek dil” yaklaşımının “tek adam, tek düşünce ve tek tip” le iyice tekleştirilip, toplumun ve toplumsal yaşamın tek tip haline getirilmeye çalışıldığı bir sistemin inşaası karşısında sessizlik insani bir refleks olarak kabul edilemez. Daha sıralanabilecek onlarca, yüzlerce sorun, toplumsal yaşamı derinden etkileyen gelişme artan ve nereye gideceği, nasıl bir şekil alacağı belli olmayan yeni tipte bir faşizm olarak insanlığın karşısına dikilmişken, bu gerçek durum karşısında refleks gerekli ve zorunludur. Tüm ceberrut özellikleri üzerinde barındıran ve daha da geliştiren devlet ve bu devletin hâkimi olan sınıflar, kan kusturduğu halkların refleksi karşısında, kusulan kanlarında boğulmamanın tedbirlerini de almıyor değiller. Bu alınan tedbirler dünü aratan uygulamalar-politikalar olarak okunmalıdır. Baskı, şiddet, işkence, “zor” devlet eliyle ve örgütlü olarak daha çok devreye giriyorsa, korkulan ve korkutan gelişmeler var demektir. Veya her ikisinin zemini güçleniyor demektir. Durduk yere baskı, işkence, katliam, devletin örgütlü “zor”u gündeme gelmez, ya da durduk yere bunun dozu artmaz. Nedeni vardır ve keyfi değildir. Egemen sınıflar devleti keyfine göre çalışan bir araç ve örgütlenme değildir. Oluşacak tehlikeyi önleme adına alınan tedbir, kendilerini tehdit edecek yeni tehlikelerin oluşmasına zemin hazırlarken, bu durum zincirleme olarak “doz”un sürekli artmasını, yeni tedbirlerin geliştirilmesini sürekli canlı tutar. Bu toplumsal yaşamı derinden etkiler ve toplumu nefes alamaz duruma sokar. Ve nefes almak için toplumsal refleksi zorunlu kılar. Devrimcilik de bu olgulardan beslenir, vücut bulur, anlam kazanır. Dağınık ve örgütsüz olan toplumsal refleksin sınıf mücadelesinde bir yeri vardır. Gerçek anlamını ise somut olarak Sosyalist Halk Savaşı ile buluştuğunda bulur. Gerçek, kalıcı, sosyal-siyasal dönüşüm için gerekli olan da bu buluşmadır. Bu buluşma sağlanamadığı sürece de toplumda ve devrimcilerde gösterilen refleks yorucu, bıktırıcı, karamsarlaştırıcı bir yanı sürekli canlı tutar.
YAZININ DEVAMI SAYFA 18
18 Devrimciliğin nüansları (2) analiz yorum
(YAZININ ÖNCELİ SAYFA 16-17) Devrimcilik bugün bir sınavdan geçmektedir Kavramsal ve olgusal olarak devrimciliği ele aldığımızda, devrimciliğin bir sınavdan geçtiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Edilgen, üretemeyen, alışkanlıklarının esiri olmuş, kendini tekrar eden, kendi mücadele alanındaki gelişmeyi kendi pratiğinin dışından bekleyen, pratik politika-taktik ve tarz konusunda ezberci, an’lık olarak ele alınan, böylesi bir misyon ve rolü kabul eden bir yaklaşım günümüz devrimciliğinin muzdarip olduğu hastalıktır. Bu hastalıklı halle toplumda gösterilen reflekslere cevap olunamayacağı gibi, bu reflekslerlede buluşmak ve bu refleksleri örgütlemek olanaksızdır. Dahası refleks gösterilen sistem ve devletin yeniden inşaasına zımni destek görevi yapar. Bugün, devimcilik, militanlıkla gerçek ifadesini bulur. Tek başına devrimcilik ne günü açıklamaya yeter ne de güne cevap olmaya. Ne de Sosyalist Halk Savaşı’nda bir karşılığı vardır. Devrimciliğin, ağır baskı, şiddet koşullarında sindirilmiş toplumun dört duvar sıkıştırılmış koşullarında bilinçlendirmek, aydınlatmak, bilincini diri tutmak açısından yeri olabilir, fakat bugün açısından, devletin ve sistemin geldiği yer, pratik yönelimi açısından yeterli gelmez ve gelişmelere de cevap olamaz. Görece “barışçıl” geçen çatışmasızlık ortamında, komünistlerin içinde bulundukları somut durumlardan kaynaklı ajitasyon/propagandanın sürdürülmesinde, pratik eylemselliğin yürütülmesinde, kitlelerin devrim mücadelesine taşınmasında, toplumda oluşan refleksin örgütlenmesinde, izlenen yol-yöntem o tarihsel kesitlerde doğrusuyla-yanlışıyla bir yere oturtulabilir. Basın açıklamalarının ötesine geçemeyen, sokağın dilini militanlaştıramayan, her bir somut duruma uygun taktik geliştiremeyen ve bunu geniş şekilde örgütleyemeyen, dar alanlara sıkıştırılmış ve kendi yağıyla kavrulan devrimcilik, dünün elde ettiği birikim ve tecrübelerinden hareketle dünün devrimciliğini bugünkü koşullarda sergileyemez. Sergilemesi, devrimciliğin içini boşaltma anlamına gelir. Böylesi bir devrimci duruşa neden olan algılayış-yaklaşım eleştiri konusudur. Devrim ve sosyalizm mücadelesini silahlı biçimiyle ele alan ve silahlı mücadeleyi esas, olmazsa olmaz olarak gören Maoist komünistler, burjuva devlet mekanizmasının örgütlü devrimci “zor” yo-
luyla yıkılmasını ilkesel olarak savunmaktadırlar. Ve tüm mücadele alanları bu devrimci “zor”u örgütleme aracı olarak ele alınmaktadır. Bazı alanların “yasal” zorunlulukları, bu alanları sınırlasada, bu alanların mücadelesi yasallığın dar sınırlarına da hapsedilemez. Bu sınırların zorlanmasını, genişletilmesini hedefler. Açık alan, demokratik alan ya da yasal alan da diyebileceğimiz bu alanlar ve silahlı mücadelenin aktif olarak ele alındığı ve somut olarak ta buna göre konumlanılan alanlar dışındaki tüm alanlar bu perspektife-yaklaşıma sahip olmak zorundadırlar. Devrim ve sosyalizm mücadelesi silahlı güçlerin tek başına ve sınırlı bir alanda yürüttüğü bir mücadeleye sıkıştırılacak kadar küçük, dar ve sınırlı değildir. Daha geniş ve kapsayıcıdır. Devrimin silahla olacağı, silahlı mücadeleyle başarılacağı gerçeği, silahsız olan diğer alanların değerini düşürmez, onları anlamsızlaştırmaz, devrim mücadelesindeki yerlerini silikleştirmez. Aksine her bir parçanın, alanın kendine has özelliklerini görmeyi, ona uygun konumlanmayı, ona uygun mücadele yöntemlerini geliştirmeyi gerekli kılar. Birbirini besleyen, tamamlayan, biri olmadığında ya da eksik kaldığında mücadelenin genel gidişinigelişimini olumsuz yönde etkileyeceği görülmelidir. Devrim mücadelesinin bütünselliği, her bir parçaya bir rol-misyon yükler. Bazılarına daha zor, bazılarına daha basit, bazılarına daha karmaşık, bazılarına nispeten karışık, bazılarına geniş, bazılarına dar görev ve sorumluluklar yükler. Her biri devrim mücadelesinin somut ihtiyaçlarının ürünü olarak gündeme gelir ve hepsi birbiriyle diyalektik bir bütünsellik içindedir. Bu diyalektiği doğru anlama ve kavrama, devrimciliğin de doğru kavranmasını, doğru ele alınmasını ve doğru bir duruşun sergilemesini sağlar. Maoist komünistlerin bu noktadaki perspektifleri açık ve nettir, fakat kavranışı noktasında aynı netliği söylemek zor gibidir. Sürece cevap olmada, süreci karşılamada sergilenen devrimcilik günü açıklamaya yetmemekte, sürece cevap olamamaktadır. Bu, bahsedilen diyalektik bütünlüğün kavranışındaki hatalardan kaynaklanmaktadır. Belirleyici olanı, başat gideni ise rolü ve misyonunu yeterince görememesidir. Kendisini önemsizleştirmesidir. Toplumsal alt-üst edişte kendisine biçilen misyonu, rolü yeterli düzeyde kavradığını söylemek doğru olmayacaktır. Belirtmek gerekir ki, silahlı mücadelenin esas olarak ele alındığı ve buna göre ör-
01-15 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
gütlenmelerin geliştirildiği coğrafyamızda, gerilla mücadelesi ve gerilla eylemleri sürekli ilgi odağı olagelmiştir. Ve bugün de haklı olarak ilgi odağı olmaya devam etmektedir. Bu ilgi yalnızca halk kitlelerinde değildir, gerilla alanlarının dışında olan, farklı alanlarda mücadele yürüten devrimcilerde de vardır. Ve bu durum yalnızca Maoist komünist saflarda değil, devrimci hareketlerin hepsine sirayet etmiş bir durumdur. Bu haklı ilginin, silahlı mücadele üzerinden şekillenen devrimcleri etkilememesi, kuşatmaması, gerillayı ilgi odağı haline getirmemesi düşünülemez. Lakin bu etkileme ve kuşatma, devrimci mücadelenin tüm yükünü de zamanla gerillaya yıkmayı gündeme getirmiştir. Devrim silahlı mücadeleyle olacaksa, bu silahı kullanan gerillanın önemli hatta belirleyici yere oturtulması kadar doğal bir şey olmaz. Bu doğallık, devrimci mücadelenin diğer alanlarının önemini ve varlığını silikleştirici bir yere konmaması koşuluyla. Kabul etmek gerekir ki genel olarak gerilla alanlarının dışında yürütülen tüm mücadele alanlarında esas olarak yürütülen mücadele gerillaya dayandı. Gerilla mücadelesine, yapılan gerilla eylemlerine dayanır duruma geldi. Gerilla eyleminin yaptığı olumlu etki, yarattığı heyecan, ortaya çıkardığı birikim, diğer alanların mücadele zemini oldu. Görülecektir ki, gerillanın eylem yapmadığı koşullarda ve durumlarda, diğer alanlar görece “sessiz”, “hareketsiz” ancak büyük-toplumsal sorunlarda ortaya çıkan ve kaybolan bir mücadele hattı izlemiştir.
Her alan devrimci rolünü oynamak durumundadır Esas olarak gerilla mücadelesinin ve eylemlerinin ortaya çıkardığı olanak ve yarattığı “hava”nın devrimci mücadelenin diğer alanlarına yeni alanlar açtığı, mücadelenin diğer alanlarda da geliştirilmesine olanaklar sunduğu, zemin hazırladığı doğrudur. Fakat kendisini gerilla savaşına, gerilla eylemlerine endeksleyen, gerilla eylemi olmadığında hareketsiz kalan devrimcilik sorunlu bir yerde durur. Parçada aldığı rolü ve misyonu unutmuş, ona uygun bir duruş sergilemiyor demektir. Ki bu durum da devrimciliği tartışılırdır. Somut ihtiyacın ürünü olarak gündeme gelen irili-ufaklı örgütlenmeleri ele alalım. Her birisi devrimci mücadelenin ihtiyaçları doğrultusunda oluşan örgütler olarak rol ve misyon sahibidir dedik. Her birisinin görevi esas olarak devrimi örgütlemektir. Görev ve sorumlulukları; tek başlarına kalsalar dahi bulundukları
alanda kitleleri kazanmak ve devrim mücadelesinin verili an’ı içinde kitleleri örgütleyip devrime seferber etmektir. Bu şu anlama gelir; yüklendikleri somut görevleri yerine getirmek, bilgi, beceri, yetenek ve tecrübelerini devrim ve sosyalizm mücadelesini gelişiminin hizmetine sokmak. İnsiyatif almak, öncülük yapmaktır. Karşılaştıkları her bir somut soruna çözüm olmak, devrimi yapacak kitlelerin içine girmek, onlarla buluşmak ve onları örgütlemektir. Belirli an’larla, sınırlanmış dar basın açıklamalarıyla, kendini tekrar eden takvimsel etkinliklerle, alışkanlık haline gelmiş ezberlenmiş tarzlarla, daraltılmış kitle faaliyetiyle, pasifist-edilgen duruşla bunların yapılamayacağı açıktır. Toplumsal reflekslerin hiçbirine burun bükmeden, irili-ufaklı olup olmadığına bakmadan tüm bu reflekslerin bir araya getirilmesi perspektifi ve yönelimi Maoist komünistlerin misyonu gereğidir. Bu refleksler başkalarına havale edilemez. Bunların her biri devrim-sosyalizm mücadelesinin sessiz kalamayacağı durumlardır. Bunlara sessiz kalmak, başkalarının bu alanları doldurmasını istemek anlamına gelir. Özde devrimci olan hiçbir reflekse devrimciler duyarsız kalamazlar. Duyarsızlıkları devrimciliğe yaklaşımlarını tartışılır duruma getirir. Devrimcilik sorumluluk demektir. Sorumlulukları gerillaya, gerilla eylemine havale eden yaklaşım gerillaya haksızlık eden yerde durur. Gerillanın aldığı rol, üslendiği misyon başkadır, diğer alanların aldığı rol, üslendikleri misyon başkadır ve hepsinin bileşimi Sosyalist Halk Savaşı’dır. Sosyalist Halk Savaşı her bir militanının önüne şu somut görevleri koyar: Muhafazakârca var olanla yetinme, devrimi her bir alanda örgütle. Bulunduğun her alanı devrim mücadelesinin arenasına çevir. Kitlelerin olduğu her yerde onların içine gir, somut sorunları etrafında onları örgütle ve devrime seferber et. Kitlelerin kendiliğindenci irili ufaklı her eyleminde gösterdiği militan duruşu ileri taşı. Süreci militan devrimci duruşla göğüsle ve ör.
SON
01-15 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
haber yorum
19
Fransa’da patlayan direniş Avrupa’yı saracak devrimci sürecin ilk kıvılcımıdır! Fransa halkı demokratik kültür ve devrimci geleneklerini takip ederek faşist yasa ve yasalara izin vermeyecektir. Yükselen direniş dalgasının uluslararası devrimci işçi-emekçi hareketiyle desteklenip geliştirilmesi enternasyonalist dayanışmanın gereği olduğu kadar, emperyalist gericilik başta olmak üzere bilumum gerici iktidarlara karşı mücadelenin geliştirilmesinin de gereğidir Fransa’da burjuva demokrasisi özüne uygun bir sınav vermektedir. Buna karşın Fransa işçi sınıfı ve gençliği de tarihsel mirasına uygun bir sınav vermektedir. İç faşistleşmenin bir göstergesi olarak işçi sınıfı ve halka dönük faşist yasaların çıkarılması-çıkarılmaya çalışılmasıyla yaşanan gelişmeler, devrimci gelişmeleri de tetikleyerek büyütmektedir. Fransa burjuvazisinin esnek çalışma yasası, işçi ücretlerinin kesilmesi, işten çıkarmaların önünün açılması, çalışma ve iş güvenliğinin yok edilerek emperyalist kapitalist tekellerin vahşi sömürüsünü azgınlaştırıp sistemlerini ayakta tutulması ya da sistem krizlerini işçi sınıfının sırtına yıkılması amacıyla çıkarmaya çalıştığı Yeni Çalışma Yasası, yeni devrimci çalkantılara yol açacak büyük bir direnişle karşı karşıyadır. İşçilerin direnişi, gençliği de kapsayarak tüm topluma yayılmaktadır. Fransa işçi sınıfı ve gençliğinin gerici faşist yasalara karşı sergilediği onurlu direniş Avrupa’yı sarıp sarsan bir gelişmenin işareti durumundadır. *** Burjuva demokrasisi veya Avrupa’da demokrasinin kadim, lider ve gözde ülkesi olarak sunulan Fransa’nın gerçek demokrasiden fersah fersah uzak olduğunu ve hatta son gelişmelerle birlikte veya bu gelişmeler karşısındaki tavrıyla burjuva demokrasisi bakımından da ne kadar kaba ve gerici olduğunu, dolayısıyla burjuva demokrasisinin özünde faşist olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Çıkarmaya çalıştığı Yeni Çalışma Yasası’yla “sosyalist” Hollande’nin ve burjuva demokrasinin işçi-emek ve halk düşmanı bir öze sahip olduğunu sergilemiş olmaktadır. Adına demokrasi de dense, medeniyet ve çağdaşlıkla da lanse edilse ve hatta Batı’lı modern toplumsal sistem olma kibriyle üstünler ya
da elitler olarak pazarlansalar da, bütün bu övgü ve tumturakların altında çürümüş ve kokuşmuş burjuvazinin, gerici sınıf ve faşist karakterlerinin olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Burjuva manada en gelişmişi de olsa demokrasinin gerici bir diktatörlük olduğu, özünde faşist karakter taşıdığı defalarca kanıtlanmıştır. “Demokrasisi” nam yapmış ADB emperyalizminin “barış ve demokrasi götürme” serüvenlerinin ne kadar barbar, ne kadar kanlı olduğu belleklerden silinmiş değildir. Almanya, Fransa, İngiltere ve yönetim biçimi olarak burjuva demokrasisini benimsemiş tüm emperyalist kapitalist ülkeler de ABD emperyalizminin uyguladığı bu barbarlıktan geri değildir özünde… İşçi sınıfının tarihsel mücadeleleri ve bu mücadelelerin ağır bedelleri pahasına kazanılmış olan belli başlı işçi haklarının gasp edilmesine dönük hazırlanan Yeni Çalışma Yasası’na karşı gençliğin dinamik katılımıyla gelişen işçi sınıfı mücadelesi karşısında Fransız burjuvazisi, hükümet ve cumhurbaşkanı dâhil tüm sahte “sosyalistler”, yani emperyalist kapitalist burjuvazi gerici dişleriyle birlikte emek ve işçi düşmanı gerçek yüzünü tam bir faşist nitelikte ortaya koydu. Fransa gençliği ve işçi sınıfının çıkarılmak istenen baskıcı, gerici, faşist yasaya karşı büyüyen direnişine azgınca saldırdı, polisi direnişçilerin üzerine sürdü. Ne ki, polis terörüyle sürdürülen faşist baskı Fransa gençliği, işçi sınıfı ve halkının direnişini geriletme bir yana daha da büyümesine yol açtı. Fransa’da patlayan işçi-gençlik eksenli direniş Yeni Çalışma Yasası’nın geçmesine izin vermeyen kararlılıkta olmakla birlikte, Fransa’dan başlayarak Avru-
pa’ya dalga dalga vuracak bir direniş ve ayaklanmanın dinamiklerini taşımaktadır. Avrupa’yı kapsayacak büyük çalkantıların kapıda olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Emperyalist-kapitalist burjuvazinin göreli olarak uyguladığı yönetim biçimi her ne olursa olsun, bu yönetimin son tahlilde gerici sınıf diktatörlüğü olup son tahlilde faşist öze sahip olduğu unutulamaz. Fransa burjuvazisi ve hâkim sınıfları da bu gerçeğin dışında değildir. Yeni Çalışma Yasası ve buna karşı gelişen demokratik tepkiye karşı başvurduğu faşist baskı ve şiddet politikası bunun teyididir. Ancak, Fransa burjuvazisine karşın, Fransa halkı, işçi sınıfı ve gençliği demokrasi bilinci ve kültürü gelişkin, devrimci damarı güçlü bir toplumu ifade etmektedir. Dolayısıyla işçi düşmanı yasalara geçit vermeyeceği gibi, faşistleşmeye karşı da direnecektir, direnmektedir. Nitekim direniş Fransa kentlerine dalga dalga yayılarak on binlerin kararlı mücadelesine tanıklık yapmaktadır. Fransa’daki burjuva demokrasisinin gerici olması, gerektiğinde faşizme başvurması, burjuva demokrasisinin bir gerçeğidir. Özellikle içinden geçilen süreçte Avrupa’da faşistleşme eğiliminin giderek güçlendiği tesadüf değildir. Bu, hem burjuva demokrasisinin gerici niteliğinden, faşist öz ve karakterinden ve hem de emperyalist kapitalist sistemin içinde bulunduğu ekonomik-siyasi kriz kırılganlığından bağımsız değildir. Avrupa’nın hemen her ülkesinde peş peşe çıkarılan ekonomik reform paketleri emperyalist-kapitalist sistemin içinde bulunduğu yapısal krizin ürünü olarak anlam kazanmaktadır. Emperyalist sistem ve gericiliğin yeni dönem stratejileri
temelinde savaşlarla geliştirdiği siyasi saldırganlık süreci onun yapısal-ekonomik krizlerini aşmadığı gibi derinleştirmektedir. Fransa’da çıkarılmaya çalışılan Yeni Çalışma Yasası doğrudan işçi haklarını gasp etmeyi hedefleyen özelliğiyle emperyalist sistemin krizini resmeden durumdadır, onun ürünüdür. Fransa burjuvazisi bizzat Cumhurbaşkanı Hollande’nin tavrıyla parlamentoyu devre dışı bırakarak salt hükümet yetkisiyle işçi düşmanı yasayı çıkarma kararlılığını ilan etmektedir. Ne ki, buna karşı işçi ve gençliğin büyüyerek gelişen direnişiyle yenilmez bir kararlılıkla karşı karşıyadır. Fransa halkı demokratik kültür ve devrimci geleneklerini takip ederek faşist yasa ve yasalara izin vermeyecektir. Yükselen direniş dalgasının uluslararası devrimci işçi-emekçi hareketiyle desteklenip geliştirilmesi enternasyonalist dayanışmanın gereği olduğu kadar, emperyalist gericilik başta olmak üzere bilumum gerici iktidarlara karşı mücadelenin geliştirilmesinin de gereğidir. Fransa işçi sınıfı ve gençliği yalnız değildir. Avrupa ve dünya işçi sınıfı ve gençliği Fransa halkının yanındadır. Fransa’da yeni bir gençlik hareketi dalgası görülmektedir. Bu dalga Avrupa’dan tüm dünyaya yayılma koşulları barındırmaktadır, dünya şartları ve emperyalist gericiliğin içinde bulunduğu durum uygun devrimci koşullar sunmaktadır. Fransa gençliği ve işçi sınıfının devrimci direnişini selamlayarak sahiplenmek ve dayanışmada bulunmak elzemdir. Yeni bir devrim dalgası tamamen mümkündür. Ve kazanan direnen halklar olacaktır.
20
güncel haber
01-15 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
“Tarihsel Miras Kaypakkaya Sempozyumları” gerçekleştirildi! Komünist önder İbrahim Kaypakkaya şahsında devrim ve komünizm mücadelesinde yaşamını yitirenlere atfen düzenlediğimiz “Tarihsel Miras Kaypakkaya Sempozyumları” gerçekleştirildi. 22 Mayıs İstanbul ve 29 Mayıs’ta Dersim’de düzenlenen sempozyumlara birçok aydın-yazarın yanı sıra devrimci kurumlardan da konuşmacılar katıldı. İçinden geçmekte olduğumuz bu tarihsel kesitte kimi eksikliklerine rağmen sempozyumların başarılı bir şekilde gerçekleşmesi ve Kaypakkaya’nın komünist fikirlerinin çeşitli aydın-yazarlar, devrimci kurumlar ve kitlelerle tartışılması bizler açısından önemli bir yerde durmaktadır Komünist önder İbrahim Kaypakkaya şahsında devrim ve komünizm mücadelesinde yaşamını yitirenler anısına saygı duruşu ile başlayan sempozyumlarda gazetemiz adına yapılan açılış konuşmasında özetle şunlara değinildi; “Tarihte köleler, köylüler, işçiler, ezilen halk ve uluslar, baskı altındaki kadınlar, kısaca ezilen tüm toplumsal dinamikler, başkaldırdıkları sistem ve sınıflara karşı kendi örgüt ve temsilcileriyle görünürler. Toplumsal hareket ve kurtuluş mücadelesi ne kadar çetin ise, öncülerinin egemen sistem karşısındaki duruşu da aynı
çetinlikte olur. Egemen sistem, ezdiği kesim ve sınıflar üzerinde baskı, işkence uygulamakla kendini sınırlamaz; aynı zamanda bu kesimlerin önder şahsiyet ve kurumlarını daha ağır bir baskı altında tutar. Onları yenmeyi, başarısızlığa uğratmayı kendisi için öncelikle bir görev olarak kabul
eder. Hatta onlarla hesaplaşmayı nihai bir sorun olarak telakki eder. Onun için tüm işkence ve çirkef yöntemleri uygulamaktan kendini sakınmaz; her tür egemenlik gücü ve avantajını kullanarak, devrimci önderlere saldırır, onları imhaya yönelir. Bu saldırı karşısında ezilenlerin öfkesi, bilinci keskin bir kılıç gibi bilenir; zulme karşı direniş o ölçüde sert ve tarih yapıcı olur. Mayıs, büyük bir direnişle faşizme karşı devrimci-komünist önderlerin tarihe not düştüğü bir aydır. 6 Mayıs'ta Deniz, Yusuf, Hüseyin; 13 Mayıs'ta Armenak Bakırcıyan, 20 Mayıs'ta Kazım Çelik, 18 Mayıs'ta Mahmut, Eşref, Ferhat, Necmi: Dörtler, Haki Karer ve İbrahim Kaypakkaya faşizme bir hançer gibi saplana-
rak, ezilenlere ışık oldular. Mayıs'ta devrim mücadelesinde büyük bir cüret gösteren ve bu kavgada yitirdiğimiz devrimciler şahsında tüm şehitleri anarken, onların devrimci hatıraları önünde saygı ile eğiliyor, İbrahim Kaypakkaya'nın devrimci komünist hatırasını selamlıyoruz. Kaypakkaya, Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimi için yol açtı ve bu yolda birikmiş ne kadar tortu varsa onları temizledi. Teori ve pratiğini, temizlediği bu güzergâhta ezilen halk kitlelerin tarihsel mirasına dayandırdı. O Türk hâkim sınıflarının inşa ettiği ideolojik bakış ve resmi tarih yazımının halk kitleleri ve onların özneleri üzerinde yarattığı tahribatı gördü. Dolayısıyladır ki Kaypakkaya, o güne kadar egemen Türk-İslam sentezinin devrimci muhalif öznelere sindirdiği bakış açısını yerle bir ederek, sistemin en zayıf iki noktası Kemalizm ve Kürt ulusal sorunu konusunda, egemen sınıfları karşı cepheden vurdu. Sistemin üzerinde oluştuğu bu iki temel sacaya-
01-15 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
ğını, halklar ve ezilen uluslar cephesinden yargıladı. Kemalizm’in egemen görüş açısına darbe vurmuş, Kürdistan hakkındaki yalan üzerine kurulu egemenlik iddiasını çürüğe çıkarmıştı. Osmanlı ve Kemalist hareketin mirasçılarına karşı, bu siyasal egemenlik sistemlerine başkaldıran halkların devrimci geleneklerinin temsilcisi Börklüce Mustafa’yı, Şeyh Bedreddin'i, Pir Sultan’ı, Kürt ulusunun milli baskı ve zulme karşı duruş ve direnişini, Seyit Rıza, Şeyh Sait hareketinin demokratik muhtevasını, Mustafa Suphileri sahiplendi Kaypakkaya. Egemen sistem can evinden vurulmuş bir halde zembereğinden boşalarak Kaypakkaya’yı hedef haline getirdi. Kaypakkaya’nın bütünlüklü düşüncelerinin yanında bu iki güncel sorun egemen sınıfları ürküttü. Bu düşüncelerin yaygınlaşmasını ve pratikle buluşmasını istemediler. Tarihsel sürecin bir sonucu olarak düşünce üreten ve kendini bu süreçle bilinçli olarak bağdaştıran Kaypakkaya’nın oluşturduğu yeni görüş açısı, doktriner olmaktan çıkıp devrimci bir nitelik kazanmıştı. Bundan dolayı İbrahim, ağır işkenceler altında tez elden alçakça katledildi. Bir özne olarak Kaypakkaya’nın kendisi, geçmiş devrimci hareket ve mücadelenin bir sonucu ama aynı zamanda bir kalkış noktasıdır da. Çünkü Kaypakkaya, Kemalizm ve TKP’nin reformist çizgisinden beslenen sol içindeki damarını parçalamış, solun makûs tarihini değiştirmiştir. Bundan dolayıdır ki, Perinçek taifesi onu “sol içindeki bir virüs” olarak
görür. Gerçekten İbrahim, devrimci bir virüs gibi solun organizmasını bozan karşı-devrimci öğelere karşı katalizör bir görev üstlenmiştir. ‘70 sonrası devrimci hareketler kendilerini gözden geçirirken, Kaypakkaya’nın eleştirilerini hesaba katmak zorunda kalmışlardır. Ve yeni programlara vesile olacak tezlere, Kaypakkaya’nın oluşturduğu bu temel bir nevi çıkış noktası olmuştur.”
“Kaypakkaya’nın devrimci metodolojisi O’nu devrimci kopuşlara götürdü” İki oturum biçiminde gerçekleştirilen sempozyumlarda “Tarihsel bakış ve
güncel haber
Kaypakkaya” ve “Kaypakkaya aynasında güncel siyaset” konuları ele alınarak tartışıldı. Yapılan oturumlara konuşmacı olarak Sibel Özbudun, Temel Demirer, Volkan Yaraşır, Mehmet Ali Eser, Hüseyin Şimşek, Kazım Cihan, Muzaffer Oruçoğlu, Ufuk Göllü(Devrimci Parti), Deniz Bakır(ESP), Barış Karaguş(BDSP), Erdal Ataş(DHF) ve Nuran İmir(HDP) konuşmacı olarak katıldılar. “Tarihsel bakış ve Kaypakkaya” oturumunda konuşma yapan aydın-yazarlar ve gazetemiz temsilcileri Kaypakkaya’nın devrimci yöntemi ve MLM’yi bilimsel olarak kavramasının sonucu olarak uluslararası komünist
21
harekette dâhil ülkedeki devrimci ve komünist hareket üzerinde hâkim olan bütün burjuva tortuları süpürdüğünü ve devrimci kopuşlar gerçekleştirerek bilimsel sosyalizmin kızıl bayrağını coğrafyamızda ete kemiğe büründürdüğünün altını çizdiler. İkinci oturum konu başlığı olan “Kaypakkaya aynasında güncel siyaset” bölümünde ise konuşmacı olan devrimci kurum temsilcileri, gazetemiz yazarları ve aydınlar Kaypakkaya’nın aynasından güncel siyasal gelişmeleri değerlendirdiler. Yaşananlar bağlamında bugünkü güncel-siyasal gelişmelerin Kaypakkaya’nın devrimci perspektifi ve yöntemiyle ele alınması gerektiğinin altı çizilerek, sürecin devrimci ihtiyaçları ve zorunlulukları babında ideolojik mücadeleyi elden bırakmadan birleşik devrimci bir mücadele hattı örmenin ve bu noktada atılan somut devrimci adımların tarihsel değerde olduğunun altı çizildi. Gerçekleştirdiğimiz sempozyumlar bizlere bir kez daha bu tür platformların ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. Bu doğrultuda hem teorik ve hem de güncel-siyasal gelişmelerin devrimci sınıf perspektifi rehberliğinde kitlelerle ve farklı kesimlerden aydın-yazarlar ve devrimci güçlerle tartışılmasının öğretici ve aydınlatıcı yönünü kuşanarak bundan sonra da bu tür platformları değişik konular bağlamında ele almaya devam edeceğiz.
22
kültür sanat
01-15 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
Yirmi yılı aşkındır ezilenlerin acılarını ve gelecek güzel günlere olan özlemlerini çeşitli dillerden ezgilere dökerek milyonlarla buluşturan Grup Munzur Kom Müzikten çıkan ‘’Hava Kurşun Gibi Ağır’’ albümüyle yeniden kitlelerle buluştu
Grup Munzur sanat faaliyetlerine 1992 yılında İzmir’de başlamıştır. Çeşitli etkinlikler ve konserlerden sonra 1993 yılında çalışmalarını İstanbul’a taşıyan grup 1994 yılından bugüne Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi bünyesinde çalışmalarını sürdürmektedir. Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi’nin bir birimi olarak çalışmalarını sürdüren Grup Munzur 24 Temmuz 1994’te, yabancılaşma, yozlaşma, çürüme ve gericileşmeye karşı halkın kültür, sanat ve edebiyat alanında gelişip yaygınlaşması için; ‘Yüz Çiçek Açsın’ şiarıyla yola çıkmıştır. Halkla birlikte yaşayıp, onların acılarından, sevinçlerinden, özlemlerinden, umutlarından, isyanlarından öğrenerek halkın sanatını yapmayı amaç edinen Grup Munzur, dünyayı eşit, özgür ve sömürüsüz bir hale getirmek için yürütülen mücadelenin ezgilerini seslendirir. Grup Munzur İstanbul’a geldiği ve çalışma mekânı sorunlarının yaşandığı bir süreçte “Babanın Türküsü/Onların Kavgası” adıyla ilk albümünü çıkarmıştır. 1995 Eylül’ünde sisteme karşı gelişen toplumsal muhalefetin kültür ve sanat cephesinden bir karşı duruşunu temsil eden ikinci albümü “Hep Birlikte”yle halka dayatılan, onu yozlaştıran kültürel ürünlerin karşısına, alternatif kültürel ürünlerle çıkmıştır. Grup Munzur, 1997 yılında ilk iki albümün deneyimlerinden yola çıkarak daha öz ve titiz bir çalışmayla “Tutuşturun Geceleri” adlı üçüncü albümüyle dinleyicileriyle buluşmuştur. 2000 yılına gelindiğinde her türlü umarsızlığa ve karamsarlığa geçit vermemenin adıyla “Beklenen Uzak Değil” adlı albümü, 2003 yılında ‘Bahara Çağrı’ adını taşıyan albümüyle; Türkçe, Zazaca, Kürtçe ve Lazca dillerinden oluşan repertuarıyla dinleyicilerine seslenmiştir. Beş yıl gibi bir süre albüm çalışması yapamayan Grup Munzur, uzun bir aradan sonra 2008 yılında Kızıl Anka albümüyle dinleyicileriyle daha büyük bir şevkle buluşmuştur. Kızıl Anka albümünden sonra çalışmalarına devam eden Grup Munzur 2010 yılında, farklı dillerin ve ezgilerin bir araya geldiği “Haykırış” adlı albümüyle halkların kardeşliği şiarını haykırmıştır.
Hava Kurşun Gibi Ağır Son olarak koşulları gereği bir süredir albüm çıkaramayan Grup Munzur, 2016 yılında ‘Bunca acının baskının olduğu yerde elbette ki bizim de söyleyecek sözümüz vardı ve sözümüz ‘Hava Kurşun Gibi Ağır’ ile ezgilere döküldü. Bombalarla soldurulmuş gülüşlerimizedir sözümüz. Kimliğine bedenine emeğine sahip çıkan ve fabrikalarda her gün yeniden hayatı yaratanlaradır ezgilerimiz. Bu karanlık saltanatına karşı ’Yeşil bir yaprak gibi yüreğini koparıp güneşe’ atanlaradır seslenişimiz.’ diyerek dinleyicileri ile buluşmuştur. Albümün müzik yönetmenliğini Ali Ekber Kayış yapmış ve ülkede öne çıkmış birçok müzisyen de emekleriyle albümde yer almıştır. Kolektif bir planlama ve birlik çağrısı ile tasarlanan albümde, grubun 24 yıllık geçmiş tarihinde gruba vokal olarak emek vermiş tüm grup elemanlarıyla seslendirilen ‘Rüzgarın Kanatlarında’ adlı eser ile yadsınamayacak bir tarih ve bugünle birlikte yarına adım atılmıştır. Albümde kadın mücadelesinin önemliliğine vurgu yapan bir çalışma ise; insanca yaşamı yok sayan egemen sistemin karşısında muhalif duruşlarını koruyan devrimci müzik gruplarının kadın solistleri ile ortak seslendirilen kadın marşıdır. Bu çalışmada, toplumsal mücadele içerisinde olduğu gibi kadın
ANTAGONİZMA DEVRİM
M
ülk sınıflarına ve mülksüzlere ait olmak üzere iki tür devrim var. Mülk sınıflarının devrimi, mülk sistemi içinde gerçekleşir. Bu devrim bazen, İngiltere'de Oliver Cromwell'in temsil ettiği İngiliz burjuvazisinin yaptığı gibi devlete egemen olan bir sınıfın veya zümrenin egemenliğini yıkar, onun yerine kendi egemenliğini kurar. Yani sisteme bekçilik eden devleti parçalamaz, onu ele geçirir. Bazen de Fransa'da olduğu gibi kralın başını çektiği feodal aristokrasi ile bir kısım kralcı mali burjuvaziye bekçilik eden devleti kısmen parçalar ve yerine burjuvazinin devletini ikame eder. Modern teoriyle donanmış mülksüzlerin devrim anlayışı, mülk sistemine karşı yükselir ve toplumu tamamıyla mülksüzleştirmeyi amaçlar. Bu devrim anlayışını da iki tipe ayırabiliriz. Birinci tip, mülk sistemine bekçilik eden hazır devleti parçalar ve onun yerine mülksüzlerin merkezi devletini kurar ve bu devlet aracılığı ile toplumun mülkünü, süreç
mücadelesinde de sanatın değiştirici, geliştirici ve birleştirici gücünün önemli olduğu inancı vurgulanmıştır. Sözleri Aslı Erdoğan’a ait olan ‘Bir Kadın’ adlı eseri; AlaMor, Grup Emeğe Ezgi, Sarya Müzik Topluluğu, Grup Vardiya, Grup İsyan Ateşi, Adalılar ve Kaldırım Müzik Topluluğu ile ortak oluşturulan kadın korosu tarafından seslendirmiştir. Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki katliamlara sessiz kalmayan Grup, Ömer Leventoğlu’nun Kobanê direnişinden beslenerek sözlerini yazdığı Dara Jiyanê adlı eser ile direnişe ve direnenlere seslenmiştir. Em Mırovın adlı bir diğer Kürtçe eserin de yer aldığı albümde, sözleri İbrahim Karaca’ya ait olan Soma katliamında yitirdiğimiz madenciler anısına ‘Soma’ adlı eser de yer almıştır. Mehmet Çetin’in kaleme aldığı, yaşamdan ötelenemeyecek bir tutkuyu yansıtan, Zazaca ‘Haleto’ ve 2012 yılında yaralı olarak ele geçmesine rağmen hastanede işkence ile katledilen Ali Çelik’e atfen yapılmış ‘Ali’ye Ağıt’ adlı eserlere de yer verilmiştir. ‘Gelme Ölüm’ adlı eser ve Zazaca ‘Xo be Xo’ adlı bir marşa da albümde yer verilmiştir. Son olarak Grup Munzur, Nazım Hikmet’in sesinin de yer aldığı albümünde ‘Sen yanmasan, ben yanmasam, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa’ sözleriyle ‘Kerem Gibi’ adlı eser ile karanlık saltanatına karşı başkaldıranları selamlıyor.
≫ muzaffer oruçoğlu içinde devlet mülkü haline getirir. Yirminci yüzyıl, bu tip büyük devrimlere tanık oldu. İki büyük küresel savaşın doğurduğu derin yıkımlardan doğan bu tip büyük devrimler, yarattıkları bürokratik, militer mülk devletlerinin kurbanı olmaktan kurtulamadılar. Mülk devletinin kaçınılmaz olarak ürettiği yeni sınıfın bir bölümü, -Sovyetler ile Doğu Avrupa'da olduğu gibi- halkın tarih bilincinde, inancında, ahlakında, yaşam tarzında vb. yaşayan ve de görünmeyen sivil devlete dayanarak, kitle galeyanı ile devleti ele geçirip, restorasyonu tamamladı. Çin, Kore ve Vietnam gibi ülkelerde ise bu durum süreç içinde, sessizce gerçekleşti. İkinci tip devrimin bir başka örneği Paris Komünü'dür. Devrim, burjuva devlet makinesini lağvetti; bunun yerine, kitlelerin doğrudan yönetim ve icra organları olan komünleri geçirdi. Savunmayı, halkın genel silahlanması esasına dayandırdı. Hayat, tabandan tepeye doğru kurulan komünlerin, yani doğrudan demokrasinin denetimi altına girdi. Her birey, hayatın yönetmeye, yasa yapmaya, uygulamaya ve savunmaya ilişkin görevlerine etkin bi-
çimde sarılmaya başladı. İlke, hayatı yaratan, onu yönetebilir, yasa yapabilir, uygulayabilir ve doğrudan silahlanıp hayatı savunabilir şeklindeydi. Hiç kuşku yok ki bu, sistemden çok daha ileri boyutlarda bir kopuştu. Sistemin devletini farklı bir biçim ve özde yeniden kurmuyor, o devletin görevlerini halka ve onun içinde yer aldığı komünlere dağıtıyordu. Günümüzün devrimi, sisteme, devlete ve halkın bilincinde, ruhunda, inancında, ahlakında, alışkanlıklarında, geleneklerinde, yaşam tarzında var olan, görünmez sivil devlete yönelmek durumundadır. Sistemin resmi devletini yıkmak nispeten kolaydır. Zor olan, sivil devletin yıkılmasıdır ki, oldukça uzun bir tarihi süreci kapsar bu. Devrimi yapacak olan kadroların, komünistlerin, kendi içlerindeki sivil devletten kurtulmaları da kolay değildir. Bu kadrolar mülkten kolayca kurtulabilirler, ama mülk duygusundan, sivil devletten kurtulmaları kolay değildir, süreç işidir. Profesyonel, merkezi bir devlet kurmayı amaçlayan her devrim, niteliği ne olursa olsun, son tahlilde sistem içi bir devrimdir.
tarih 23 Kitlelerle buluşmanın seçkin komünist önderlerinden: İsmail Bulut 01-15 HAZİRAN 2016 Halkın Günlüğü
rinden biri olur. Dağların Şahin’i olarak kitlelerin gönlünde taht kuran İsmail Bulut yoldaş kısa bir sürede düşmanın bir numaralı hedeflerinden biri durumuna gelir. Halkçılığı ve mütevazılığı ile komünist bir simge haline gelen İsmail Bulut yoldaş Dersim halkı başta olmak üzere kitlelerin dilinde ezgilere, bilincinde de yaşayan bir ışığa dönüşür. Öyle ki Şahin yoldaş şehit düştükten sonra Dersim halkı onun ardından ağıtlar yakarak marşlar bestelemiştir. Baba Erdoğan önderliğinde kızıllaştırılan Karadeniz’de devrimci savaşı yükseltmek için canla başla mücadele eden İsmail Bulut yoldaş burada da kısa sürede düşmanın bir numaralı hedefi haline gelir. Tarihler 21 Haziran’ı gösterdiğinde Karadeniz’den bütün ülkeye bir çığlık yükselir. Düşman pususuna düşen İsmail Bulut önderliğindeki gerilla birliği çemberi yararak pusuyu boşa çıkarır. Cephane hazırlamak için Doğan Karadağ yoldaş ile birlikte bomba hazırlamaya çalışırlarken kaza sonucu bombanın patlamasıyla
Dağların Şahin’i olarak kitlelerin gönlünde taht kuran İsmail Bulut yoldaş kısa bir sürede düşmanın bir numaralı hedeflerinden biri durumuna gelir. Halkçılığı ve mütevazılığı ile komünist bir simge haline gelen İsmail Bulut yoldaş Dersim halkı başta olmak üzere kitlelerin dilinde ezgilere, bilincinde de yaşayan bir ışığa dönüşür. Öyle ki Şahin yoldaş şehit düştükten sonra Dersim halkı onun ardından ağıtlar yakarak marşlar bestelemiştir 43.yıllık mücadele seyrinde onlarca komünist kadrosunu devrimci savaşın bağrında güneşe uğurlayan Proleter Öncü’nün simgeleşen ve kitlelerin gönlünde taht kuran komünist önderlerinden biri de İsmail Bulut’tur. Kitlelerle devrimci ilişki ve etkileşim dendiğinde ilk akla gelenlerden biri kuşkusuz ki İsmail Bulut yoldaştır. Öyle ki mücadele yürüttüğü bütün alanlarda kitleler onu görmek ve onunla sohbet etmek için sabırsızlanıyordu. Küçük yaşlarda mücadeleye atılan İsmail Bulut yoldaş bir süre milislik görevi yürüttükten sonra 1983 yılında Proleter Öncü’nün üyesi olarak mücadelesini bir adım daha ileriye taşır. Proleter Öncü’nün içinde bulunduğu o zor dönemlerde mücadeleye sıkı sıkıya sarılan İsmail Bulut yoldaş artık komünist bir kadro olarak devrimci savaşın önderle-
Doğan Karadağ yoldaş şehit düşerken İsmail Bulut yoldaş ise ağır yaralanır. Kısa bir süre sonra alana gelen düşman İsmail Bulut yoldaşa en ağır işkenceleri yapar. İşkenceler karşısında komünist direnme geleneğini kuşanarak tavır takınan İsmail Bulut yoldaş düşman tarafından katledilir. Cenazesi konvoyla Dersim’e getirilen İsmail Bulut yoldaş Dersim halkının görkemli sahiplenmesiyle güneşe uğurlanır. İçinden geçmekte olduğumuz tarihsel dönemde ve devrimciliğin bir sınavla karşı karşıya kaldığı bu süreçte İsmail Bulut yoldaşın seçkin komünist bilincini kuşanarak Sosyalist Halk Savaşı’nı yükseltmeliyiz. İsmail Bulut yoldaşla birlikte Proleter Öncü saflarında Haziran ayı içerisinde ölümsüzleşen Aziz Aras, Efendi Diril, Mehmet Kalkan, Haşim Gözoğlu, Naki Göksu, Ali Asker Doğan, Yıldız Çiçek, Hıdır Doğan, Hakkı Şenli, Doğan Karadağ, Ahmet Kargın, Zülfü Yıldız, Gülbahar Göynek ve Ramazan Kılavuz yoldaşların devrimci anıları önünde saygıyla eğilerek, ideallerini komünizm mücadelemizde yaşatacağımıza söz veriyoruz.
Ahmet Kargın
Ali Asker Doğan
Aziz Aras
Ramazam Kılavur
Doğan Karadağ
Efendi Diril
Gülbahar Göynek
Yıldız Çiçek
Hakkı Şenli
Hıdır Doğan
Naki Göksu
Zülfü Yıldız
Halkın Günlüğü
1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:
Yurtiçi 54 TL
Yurtdışı
108 EURO
HESAP NUMARALARI Ahmet AKSOY adına Yapı Kredi Bankası ANK. Mithat Paşa ŞB. : (TL) 93602130 Yapı Kredi Bankası (Euro) 10 0006 7010 0000 0043 4140 14 Yapı Kredi Bankası (Sterlin) 13 0006 7010 0000 0043 4140 57 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL
Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96
Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18
ROJANEYA GEL Fenanî fîşekê giran e esman Fenanî fîşekê giran e esman Çalakiyên Koma Munzur, di sala 1992’an de li İzmir’ê destpê kir. Kom, piştî çendîn çalakti û qonseran, di sala 1993’an de bi xebatên xwe ve guhastin Stenbolê. Ew roj pê ve xebatên Komê, di bin siya Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi (Navenda Çanda Şînahiya Sedçîçekê) de berdewam e. Wek beşeke di nav beşen Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi (NÇŞÇ) de Koma Munzur, di sala 1994’ê 24’ê Tirmehê de, li dijî xerîbîbûn, teredîbûn, xirabî û paşverûtiyê derket holê. Bi armanca çêkirin û pêşvebirina çand, huner û wêjeya gelê tevgeriya. Destpêka rêwîtiyê jî bi gotina “Bila Sed Çîçek Vebe” destpê kir. Wek pîvan jî bi gelê xwe ve, jiyaneke hevpar pejirand. Ji êşa wan, ji hezkirin û şahiya wan, ji hesret û hêviya wan, ji serîrakirina wan fêr bû. Çêkirina hunera gel jî ji xwe re wek armanc girt. Koma Munzur, ji bo ku dinya dinyayekî wekhev, rizgar û dijî mêtîngeriyê bibe, stran û klamên xwe çêdike û dengvedide. Gava ku Koma Munzur derbasî Stenbolê bû, hê jî ne xwedî cihekî bû ku xebatên xwe li wê derê bimeşîne, di wê demê de bi berhemên xwe yê binav “Klama Bavo / Şerê Wan” xwe nîşanî gel dan. Di sala 1995, meha Îlonê de jî bi navê “Hemû bi hev re” albûmek derxistin. Bi vî berhemê ve, berxwedaniya ku di wê demê de li dijî pergalê di nav civakê de derdiket pêş û muxalefeteke pêşverû hebû, di qada çand û hunerê de nûnertiya wê tevgerê hildan li ser stuya xwe. Koma Munzur, di sala 1997’an de jî ew herdu xwebatên xwe yên berê wêdetir, xebateke hê bi tecrube û têgihiştî derketin ber gel. Vêcar Albûma “Şevan Bişewitînin / Tutuşturun Geceleri” derketin. Heta mîlenyûmê xebatên şoreşgerane şopandin û domandin. Gava sal bû 2000, li himberî nebihîstin û bêhêvîtiyê albûma “Hêvî Ne dûr e / Beklenen Uzak Değil” derket. Piştre di sala 2003’an de jî “Bang ji Biharê re / Bahara Çağrı” derxistin. Di van xebatan de Bi zimanên Tirkî, Zazakî, Kurmancî û Lazî naverokek ava kirin û banga xwe gihandin guhdarên xwe. Piştî van xebatan, qasî 5 salan tu berhemek
dernexistin. Lê piştî vê 5 sal a dûr û dirêj, ango di sala 2008’an de bi albûma xwe ya “Anqe ya Sor / Kızıl Anka” ve derketin beranberî guhdaran û bi hêsteke çoşane hemêzkirinek pêk hat. Kom, piştî vê xebatê jî nesekinî, heta di sala 2010’an de gelek ziman û klamên cûda anî cem hev û berhema “Qêrîn / Haykırış” derxistin. Bi vî xebatê ve jî wekhevî û biratiya gelan anîn ziman û qêriyan. Di dawiyê de, ango ji wê demê heta îsal jî, ji ber şert û mercên neyînî ya civakê û saziyê, xebatên albûman çênekirîbûn. Lê îsal bi gotineke ramanî ve dîsa derketin holê û wiha gotin: “Li cih û warê ku evqasî êş û keser heye, evqasî fişar li ser gelê me tê meşandin, helbet gotineke me jî heye.” Bi vî gotinê, berhem a “Fenanî Fîşekê Giran e Esman / Hava Kurşun Gibi Ağır” derxistin. Û wiha gotin: “Stranên me ji ruçikên me re ye. Ew sûretên me ku desthilatdar dixwazin bi bombebaraniyê
ve biçilmisînin. Stranên me, ji kesên ku xwedî ji nasname, beden û kedên xwe ne û di karxaneyan de rojbiroj jiyan ava dikin, ji bo wan e. Dengê me, ji bo ew kesan e ku, wekî pelekî kesk in û dilên xwe diqetînin û diyarî rojê dikin re ye.” Koma Munzur, bi van vegotinan tevî guhdarvanên xwe hevdîtinek pêk anî. Ali Ekber Kayış derhênerî ya berhemê kir, çendîn kesên ku li welêt di qada muzîkê de bi nav û deng in û xwedî ked in jî bi kedên xwe cih girtin. Xebatên berhemê, wek bi awayekî komî, bi plansaziyeke hevpar û bi banga yekbûyînê ve pêk hat. Bi vî hawî, ked û pêmayiya 24 salan di vî xebatê de hate ser hev. Ji wê roja destpêkê heta îro çendîn kes ku di xebatên komê de wek dengdayînvan û muzîkjen cih girtine, ew hemû jî di strana “Di perên Bayê de / Rüzgarın Kanatlarında” dengvedan. Bi vî rengî jî roja îroyê, ango nûjeniyê ji dîrokê ve girêdan. Di
navbera nûjenî û dîrokê de bendek veçinîn. Di berhema komê de ji bo tekoşîna jinan jî stranek cih girt. Di wê stranê de ji bo ku tekoşîn û keda jinan were ziman û sekneke birûmet li himberî pergala paşverutiyê were nîşandan, stranek hate çêkirin. Bi navê “Marşa Jinan” straneke bi şêweya marşê çêkirin. Ev marş jî tevî jinên şoreşger ku di nava komên jin a şoreşgeran de cih digirin, hate gotin. Di vî xebatê de, baweriya guherîna civakî, pêşketina hunerên pêşverûtî û şoreşgerî tê bilêvkirin. Gotina vê marşê ya binav “Jinek / Bir Kadın”, Aslı Erdoğan nivîsî. Dengvedanî jî, tevî çend kom ên jinan ya şoreşger; ango AlaMor, Koma Emeğe Ezgi, Koma Muzîk a Sarya, Koma Vardiya, Koma İsyan Ateşi, Adalılar û Koma Muzîk a Kaldırım'ê ve pêk hat. Koma Munzur, li himberî komkujiyên ku li Tirkiyê-Kurdistana Bakûr pêk tên jî bêdeng nema. Strana “Dara Jiyanê” ku bi hêstên berxwedaniya Kobanê, ji alî Ömer Leventoğlu ve hatibû nivîsandin jî di albumê de cih girt û ji bo berxwedanî û têkoşêran hate dengvedan. Di berhemê de bi navê “Em Mirovin” ji cih digire. Ligel van, bi nivîsandina İbrahim Karaca, ji bo Qetlîama Soma'yê jî stranek hate gotin. Di vî stranê de karkerên komir ku ji Soma hatin qetilkirin, bîranîna wan hate ser ziman. Beranberî van, straneke Zazakî ku ji alî Mehmet Çetîn ve hatiye nivîsandin, bi navê “Haleto” û ligel vê yekê, li ser Ali Çelik jî stranek hate gotin. Ali Çelik ku di sala 2012'an de birîndar ketibû deste dijmin û li nexweşxanê ji alî dewletê ve hatibû kuştin, li ser wî, “Giriyek li ser Elî / Ali’ye Ağıt” hatiye gotin. Stranên “Neyê Mirin / Gelme Ölüm” û bi Zazakî bi navê “Xo be Xo” jî di berhemê de cih digirin. Di dawiyê de, Koma Munzur, berhemeke Nazım Hikmet’ê re jî beşek veqetand. Kom, tevî van yekan, helbesta Nazım Hikmet ê, “Gava tu neşewitî, ez neşewitim, em neşewitin, taritî dê çawa bibe ronahî?” û berhema “Fenanî Kerem / Kerem Gibi” jî têxist nava xebatên xwe û bi vî rengî kesên ku li dijî desthilatdariya tarîtiyê serî radikin, silav kir.