sf 12-13
Cevabımız militan devrimci atılım...
Katliamların sorumlusu Erdoğan/AKP’dir Erdoğan/ AKP iktidarının yıllardır IŞİD'e verdiği desteğin bedelini halk kitleleri canlarıyla ödüyor. 28 Haziran'da 3 IŞİD'li İstanbul'da bulunan Atatürk Havalimanı’na saldırdı. Düzenlenen saldırıda 44 kişi hayatını kaybetti. Kitlesel katliamlar politikasını devreye sokarak toplumu sindirmeye çalışan Erdoğan/AKP iktidarı tartışmasız olarak önceki katliamlarda olduğu gibi bu katliamın da bizzat sorumlusudur. Bu katliamların durdurulması ise ancak birleşik devrimci savaşın geliştirilip, güçlendirilmesiyle mümkün olacaktır SF 20-21
Halkın Günlüğü
01-15 TEMMUZ 2016 Yıl: 4 Sayı: 125 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.org
İngiltere AB’ye Hayır dedi! f DÜNYA
16-17
İngiltere'de AB'den çıkma ya da çıkmama sorusuna yanıt bulmak için gerçekleştirilen referandum sonuçlarında, %48'e karşı %52 oy oranıyla AB'ye hayır diyenler kazandı. Bu “hayır”ın, gerek İngiltere açısından ve gerekse de AB açısından önemli bir gelişme olup belli sonuçlara yol açacağı kesindir. İngiltere'nin birlikten ayrılması, somutta İngiltere ve hatta Avrupa çapında hortlayan ırkçılık ve faşistleşme eğilimi zemininde cereyan eden gelişmedir.
Sindirme hamlelerine karşı mücadeleye
e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
ISSN: 2147-0499
Faşist kuşatma ve topyekûn gerici savaşa karşı
Devrimci savaşı büyütelim Erdoğan/AKP iktidarının bütünlüklü yönelimi ve siyasi adımları göz önüne alındığında mevcut sürecin kanlı bir savaşa dönüşeceği açıktır. Bu belirleyicilik salt Kürt Ulusal Hareketi’nin geleceği ya da sınıf hareketinin karşı karşıya kalacağı ağır faşist baskı koşulları açısından değil, aynı zamanda mevcut iktidarın geleceği açısından da önem kazanmaktadır. Bunlardan hareketle, devrimci ve komünist hareketin süreç karşısında kararlı bir savaş pratiği yürütmesi zorunludur. Aynı biçimde Kürt Ulusal Hareketi’nin de mevcut siyasi çizgisinde sebat ederek direniş savaşını aynı kararlılıkla sürdürmesi elzemdir. Ki bu güçlerin ortak mücadele zemininde buluşa-
04
Gençliğin yönü devrim olmalı
rak güçlü bir direniş ve savaş cephesi yaratması da temel bir zorunluluktur. Devrimci ve komünist hareketin bu süreç ve sürecin öne çıkardığı görevler karşısında hiçbir tereddüde düşmeden totale bakması ve siyasi yönelimini buna uygun olarak biçimlendirmesi tek doğru siyasettir. Mevcut süreç Kürt direnişi ve savaşının yenilgisiyle sonuçlanırsa, bu, ülke halklarının bir “karabasan” altında yaşaması anlamına gelir. Ama süreç faşizme karşı direniş ve savaşın dinamikleriyle buluşup genel bir muhtevayla devrimci zeminde ilerlerse, bu, hâkim sınıfların kâbusu olarak büyür... İşte bizlerin süreç karşısındaki görev ve sorumluluğu bu noktadan ileri gelmelidir
08
“Ölüm mevsimi” başladı
10
02
güncel haber
01-15 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü
Yeni çıkan yasalar Erdoğan’ın faşist Gerici savaşı devrimci savaşla yanıtlamak, haksız savaşı haklı savaşla karşılamak, gericiliğe karşı ilerici güçlerle birleşmek, teslimiyet dayatmasını direnişle aşmak, köleleştirme savaşına karşı özgürlük mücadelesini yükseltmek, karşı-devrimi Sosyalist Halk Savaşı’yla alt etmek... İşte bilinç ve tavrımız budur, bu olmalıdır. Bunda hiçbir fedakârlıktan kaçınılamaz, kaçınılmamalıdır! Gerici hâkim sınıfların her devlet sistemi, iktidar ve yönetimi, açık faşist darbelerin yaşandığı geçiş dönemleri dışında istisnasız olarak belli bir anayasal yapıya sahip olup, görünürde bu yasalar zeminde varlık sürdürürler. Faşist devlet ve yönetim biçiminin egemen olduğu koşullarda da bu durum geçerlidir. Bu dönemin veya durumun anayasa ve yasaları da özel mülkiyetin tüm imtiyazlarıyla korunmasının hukukunu esas almakla birlikte faşist olarak karakterize olurlar, faşisttirler. Böyle de olsa, faşist egemen sınıfların kendi anayasa ve yasaları toplumsal gelişme süreci karşısında ya da siyasi gelişmeler karşısında faşist egemen sınıfların iktidarlarını koruma ve gerici çıkarlarını sürdürme ihtiyaçları karşısında yetersiz kalırlar. Söz konusu hâkim sınıfların, salt askeri darbe dönemlerinde değil, genel kural olarak kendi anayasa ve yasalarını uygulamayıp çiğnemelerinin ve onların dışına çıkmalarının, hatta anayasal zemin dışında illegal örgütlenmelere başvurmalarının temeli burada yatmaktadır. Askeri faşist darbeler döneminde göstermelik olmaktan öteye geçmeyen parlamentolarını feshedip bir kenara atarak açık faşizme başvurmaları belli dönemlere has olsa da, bu dönemler dışında genel olarak anayasa ve yasalarını çiğner, çiğnemektedirler. Çünkü gerici ve faşist anayasalarıyla karakterize olan sistemleri esasta sürdürülemez bir sistem olup, toplumsal süreç ve siyasi-ekonomik gelişmeler karşısında tıkanır, egemen sınıflar iktidarlarını koruyup sürdürebilmek için anayasa dışına çıkan yasadışı uygulamalarla ya da ek faşist yasalarla anayasalarını takviye etme yoluna giderler. Dün olduğu gibi, bugün de çıkarılan ve çıkarılmaya çalışılan faşist yasalar bu zeminde gündeme gelmektedir. İktidar ve egemenliklerini tahkim etme, ikti-
darları için tehdit olan siyasi gelişmeleri önlemek ve gerici çıkarlarını baltalayan her türden gelişmeyi bertaraf etmek için faşist anayasalarını yeni ek yasalarla desteklemektedirler. Tıpkı Demirel-Çiller dönemindeki ''kanun hükmünde kararnamelerle'' yönetme süreci veya pratiği gibi... Çok somut olarak, faşist Erdoğan-AKP iktidarı bugün özellikle Kürt Ulusal Hareketi’nin direniş ve karşı savaşı karşısında açmazlar yaşamakta, mevcut faşist anayasaları Kürt ulusuna karşı yürüttükleri pervasız katliam ve saldırganlığın ''ihtiyaçlarına'' cevap verememekte, dolayısıyla yeni faşist yasalar çıkarılarak Kürt ulusu ve hareketine karşı en vahşi ve hukuksuz savaş sürdürülüp Kürt direnişi kırılmak, Kürtler teslim alınmak istenmektedir. Kürt ulusunun yürüttüğü kahramanca
direniş ve karşı savaş Erdoğan-AKP iktidarında önemli bir kırılma yaratmış, acze sürüklemiştir. Bu durumdan kurtulmak ve aynı zamanda Kürt ulusal direnişini ezmek isteyen mevcut iktidar, yürüttüğü soykırım katliamlarıyla yetinmeyip, uyguladığı faşist saldırganlığı daha da pervasız boyutlarda sergilemek için yeni yasalar çıkararak faşist katliamlarını yasal hukuk zeminine oturtmak istiyor. Ki, iktidarın Kürt ulusuna karşı yürüttüğü saldırganlık ve haksız savaşta hiçbir savaş hukuku tanımayıp insanlık suçu çerçevesinde bir pratik uyguladığı bilinmekte, tüm dünyaca izlenmekte, hatta yer yer uluslararası kamuoyunda tepkiler almaktadır. Şüphesiz bundan daha da önemli olan şey, Kürt Ulusal Hareketi’nin direnişi karşısında çaresiz kalıp güçlü devlet imajlarının yerle bir olması, ''Ezeceğiz,
bitireceğiz, gömeceğiz'' şeklindeki kafatasçı çığırtkanlıklarına karşı Kürt direnişinin daha da gelişerek büyümesinin karşısında yaşadığı panik hali ve karşı karşıya kaldıkları gerçektir. Tam da bu esastan kaynaklı olarak, her türden hukuku devre dışı bırakan, her türlü vahşi kıyımın önünü açan, anayasal merkezli yetki ve sorumlulukları en aşağılara kadar indirerek sınırsız saldırganlığı buyur eden, Kürt ulusuna (ve elbette ki tüm emekçi halk kitleleri ve onların örgütlü güçlerine, mücadelelerine) karşı en pervasız bir savaş ve katliamı serbest eden, hiçbir kural ve hukuk tanımadan Kürt ulusu ve devrimci halk kitlelerini kanlı bir zulümden geçiren, Kürt Ulusal Hareketi’ni her şey pahasına ezip yenmeyi ve tasfiye etmeyi hedefleyen bir saldırganlığın yasalarını çıkarmaktadırlar.
01-15 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü
güncel haber
03
erkini anayasal zemine oturtuyor Devletin dizaynı ve tekçi anlayış Daha doğru ifadeyle, Erdoğan-AKP iktidarı, yargı-yasama-yürütme üçlüsünün yetkilerini, aynı biçimde ordupolis-mahkeme gücü gibi tüm güvenlik ve baskı güçlerinin yetkilerini, yani devlet makinesinden diğer baskı kurum ve araçlarının tüm yetkilerini Erdoğan elinde toplayıp ''Sultan''lığını ya da ''Başkan''lığını fiilen yerleştirip sisteme dönüştürmek istiyor. Aynı zamanda bu yeni yasalarla her türden mücadele, direniş ve muhalefeti bastırarak, tek adam sultasına endeksli tekçi ve tamamen militarist bir devlet ve yönetim biçiminin tesis edilmesi amaçlanıyor. Çıkarılan yeni yasaların bir anlamı ve karşılığı da budur. Her iki anlamda da çıkarılan yeni yasalar özünde yasasızlığın yasalarıdır. Anayasa kapsamında hukuken ve belli biçimiyle uygulamada yürürlükte olan faşist yasa ve mevzuatlar, çıkarılan yeni yasalarla boşa çıkarılmakta, yasadışılık veya yasa tanımazlık kanunlaştırılıp meşrulaştırılmakta ve Erdoğan eksenli faşist bir diktanın temelleri atılmaktadır. Yeni yasalar çerçevesinden ordu-polise getirilen yetkilerin, Erdoğan-AKP iktidarı dışında ordunun da adeta bağımsız bir güç odağı olacağına-olduğuna dönük yapılan değerlendirmeler yanılgılıdır. Ordu-polis güçlerine getirilen veya tanınan hukuksuz yetkiler, devlet veya iktidarda ikili bir güç odağının oluşması ya da gücün ikiye dağılması değil, bilakis merkezi devlet zemininde tüm gücün Erdoğan-AKP iktidarı tarafından kontrol edilmesidir esasta. Erdoğan-AKP iktidarını ordupolis gücü veya kurumlarından bağımsız görmek veya bunları karşı karşıya koymak yanılsamadır. Ordu-polisin doğrudan Erdoğan-AKP iktidarına hizmet ettiği, onun kontrol ve deneti-
minde hareket ettiği açıkça ortadadır. Ordu ve polise yeni yasalarla getirilen muafiyet ve koruma zırhı çerçevesinde, güvenlik güçlerinin yetki sınırlarının genişletilerek her türden hukuk dışılık ve sınırsız serbesti içinde hareket etmelerine olanak tanıyan, her türlü insanlık dışı uygulama ve katliamlarından dolayı yükümlü tutulamayacaklarına dönük çıkarılmak istenen yasalar, halk tarafından ya da onların deyimiyle ''milli irade'' tarafından seçilmiş olan Kürt milletvekillerinin yargılanması ve tutuklanıp hapsedilmesine dönük parlamentoda onaylanılarak çıkarılan ''dokunulmazlıkların kaldırılması'' yasası, keyfi gerekçelerle ''terör örgütüne yardım eden'' belediye başkanlarının halkın oylarıyla seçilmiş olmalarına karşın siyasi iktidar (daha doğrusu Erdoğan) tarafından görevden alınarak yerlerine kayyum atanmasına olanak veren ve adına ''yerel yönetimler reformu'' denilerek kamufle edilen faşist yasaların hepsi bu zeminde gündeme gelen faşist ya-
salardır. Ve bunlar mevcut iktidarın faşist karakterinin açık kanıtları olmaktan öteye, bu iktidarın kandan beslenerek kan dökmekten imtina etmediğinin ve etmeyeceğinin de aleni kanıtlarıdır. Bu durum, Erdoğan'ın başkanlığı ve dikta ettiği iktidarın başta Kürt ulusu olmak üzere, tüm ülke halklarına karşı amansız baskı ve kıyımcı politikalarının başarısı temelinde çıkarılan faşist ve keyfiyetçi yasalara, diğer anlamıyla yasasızlığın yasalarına karşı, bu yasaların engellemeye kilitlenmiş kararlı, militan bir direniş ve mücadelenin sergilenmesini şart koşmaktadır. Sorunu sadece Kürt ulusuna dönük bir mesele olarak ortaya koymak veya adı geçen yasalarla salt Kürt ulusunun hedeflendiği algısına kapılarak meseleye böyle yaklaşmak büyük bir hata olur. Çıkarılan yasalar Kürt Ulusal Hareketi veya Kürt ulusunun direniş ve savaşını ezmeye dönük özel bir anlamı olsa da, çıkarılan yasaların muhtevası ve hedefi tüm ezilen sömürülen
emekçi halk kitlelerini kapsayan niteliktedir. Faşizm veya hukuk dışılık veya keyfiyetçi faşist diktatörlük veya yasasızlığın yasaları zeminindeki azgın gericilik Kürt ulusuna karşı en azgın dişlerini kullansa da, bu, sadece Kürt ulusuna has uygulanan bir diktatörlük ve saldırganlık anlamına gelmez, bilakis en geniş toplumsal kesimleri ilgilendiren ve elbette emekçi halk kitlelerini hedef alan bir diktatörlüktür. Kürt ulusuna uygulanan vahşi kıyım ve katliamlarla tüm topluma mesaj verilip toplumun korku atmosferinde uysallaştırılarak susturulması, sindirilmesi hedeflenmektedir. Ki, Kürt ulusuna uygulanan kıyımla aynı derecede olmasa da sosyalist, devrimci, demokratik güçlere ve mücadelelerine karşı da aynı faşist katliam ve baskılar uygulanmaktadır. Dolayısıyla adı geçen yasalara karşı direniş ve mücadele Kürt ulusunun olduğu kadar, en geniş emekçi halk kitleleri ve bunların siyasi örgütlerinin de görevi ve sorumluluğudur. Bu direniş ve mücadele, HBDH zemininde kararlıca örülmekle birlikte, bunun dışındaki devrimci ve demokratik güçleri de kapsamak durumundadır. Direniş ancak bu zeminde ortak mücadele ile başarıya taşınabilir, faşist yasa ve saldırganlıklar geri püskürtülebilir. Gerici savaşı devrimci savaşla yanıtlamak, haksız savaşı haklı savaşla karşılamak, gericiliğe karşı ilerici güçlerle birleşmek, teslimiyet dayatmasını direnişle aşmak, köleleştirme savaşına karşı özgürlük mücadelesini yükseltmek, karşı-devrimi Sosyalist Halk Savaşı’yla alt etmek... İşte bilinç ve tavrımız budur, bu olmalıdır. Bunda hiçbir fedakârlıktan kaçınılamaz, kaçınılmamalıdır!
04
güncel haber
01-15 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü
Faşizmin baskı ve sindirme hamlelerine karşı mücadeleye! Kürt milletvekilleri, Kürt belediye eş başkanları şahsında Kürt ulusuna uygulanan milli zulüm ve faşist baskı, siyasi iktidar sorunundan bağımsız olmayıp tüm ülke halklarını hedef alan bir saldırganlık ve faşizm sorunudur. Aydınlara, demokratik kurum ve çalışmalara, devrimci ve sosyalist harekete karşı geliştirilen baskı ve saldırganlıklar bunu göstermektedir. O halde HDP Milletvekilleri ve belediye eş başkanlarına sahip çıkmak ve maruz kaldıkları faşist baskılara karşı mücadele etmek, faşist hâkim sınıflara ve onların iktidarlarına karşı mücadele demektir Kürtleri istediği çizgiye getiremeyen, dayattığı teslimiyet ve ödünleri kabul ettiremeyen, kısacası başkanlık dâhil olmak üzere esas istediklerini Kürtlerden alamayan Erdoğan, Kürtlere karşı topyekûn bir savaş başlatarak büyük katliamlara ve soykırıma girişti. Bununla Kürtleri teslim alıp istediği pozisyona getireceğini, dolayısıyla başkanlığa doğru tek adam sultasının önünü açacağını sandı. Büyük bir kinle intikam almaya girişti, bununla kalmayıp en vahşi katliamlarını büyük bir kıyıma dönüştürdü. Ezip teslim alacağından emin olarak amansız bir saldırganlık yürüttü. Askeri saldırganlıkla Kürt ulusunu teslim alacağını umdu. Ne ki, umduğunun tersine karşısında büyük bir direniş gördü. Teslim alma beklentisi büyük bir direnişle kâbusa dönüştü. Öyle ki, bu direniş ve karşı savaş Erdoğan-AKP iktidarını acze sokarak iradesini kırmaya kadar vardı. ''Dünyaya bedel olan bir Türk'' ırkçı safsatası çöküp giderken, bu ''Türk'ün'' ordusu bir mahalleye giremeyerek yerle bir oldu. ''Güçlü ve yenilmez devlet'' forsu yerlere serildi. ''Kahraman Türk Ordusu'' başına çuval geçirildikten sonra, bu kez de Sûr, Silopiya, Cizîr'de balon gibi söndü. Ne güçlü devlet, ne güçlü ordu prestiji kalmayarak yerle yeksan oldu... Yenilgiyi tadarak iradesi kırılan Erdoğan iktidarı dil değiştirse de Kürtlerden istediği yanıtı alamadı. Anlaşıldı ki, gerici faşist askeri saldırganlık, vahşi savaş ve kıyımlar Kürt ulusunu teslim al-
maya, direnişini bitirmeye yetmedi, yetmiyor... Aynı saldırganlık ve barbarlık daha da derinleştirilmek üzere devrede tutulup yeni faşist yasalarla tahkim edilerek gündemde tutulmak kaydıyla, Kürtler lehine ve Kürtlerin bir tek sesinin çıkmasına tahammül edilmeyen düzeyde her türden mücadele ve muhalefeti yok edip bastıran en geniş bir saldırganlık konseptinin her alanda uygulanmasına karar verildi. Muhtarlar, kaymakam ve valiler toplantılarının düzenlenmesi, il-ilçelerin değiştirilmesi, mevzuatın bir kenara bırakılarak ''gerekenin'' yapılması ve belediyelerin araçlarına el konulmasına dönük talimatların anayasa dışına çıkılarak verilmesi, aydınların linç ve ''aforoz'' edilmesi, milletvekili dokunulmazlıklarının daha doğrusu HDP Milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması, seçilmiş olan belediye başkanlarının tutuklanması ve yerlerine kayyum atanması biçimindeki uygulama ve yasaların hazırlanıp çıkarılması, hatta yargı reformu adına Yargıtay ve Danıştay’ın yeniden dizayn edilmesine dönük yasal düzenlemeler Kürt ulusuna karşı amansız düşmanlık konsepti zeminde gündeme gelen ırkçı-faşist süreç ve uygulamalardır. Bun-
ları yapmaktan başka bir çaresi de kalmamıştır Erdoğan iktidarının. Zira, ya Kürt direnişi karşısında yenilgiyi kabul ederek tüm hayallerinden vazgeçip iktidardan düşmeyi kabul edecekti, ya da her şey pahasına iktidarda kalmayı, dolayısıyla Kürt ulusuna karşı her türlü kıyım ve kırımı uygulama yolunda ilerleyecekti... Çaresizlik içinde ve iktidarını koruyup sürdürmek için ikinci yolu tercih etti, etmekten geri durmadı. Ne ki, bu yolun varacağı yer de hüsran ve yenilgiden başka yer olmayacak, hatta bu süreç iktidarı kaybetmeye kadar evirilecektir. Çaresiz iktidarın çare gördüğü konseptin bir ayağı, parlamentoda Kürt ulusunun iradesini temsil eden ve seçilmiş olan milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldıktan sonra şimdi yargılanıp hapsedilmeleri üzere ifadeye çağrılmaları noktasına gelmiştir. ''Milli irade'' çığırtkanlığından geri durmayan bu iktidarın gerçek yüzü, ''milli irade'' tarafından seçilen milletvekillerini, özellikle de bir ulusun iradesini temsil eden vekillerinin siyasi neden ve amaçlarla yargılanıp hapsedilmek istenmeleri tavrında çıplak biçimde açığa çıkmaktadır. HDP Milletvekilleri yükümlü oldukları seçmenlerine karşı sorumlulukları gereği de, yargılanmalarının,
hapsedilmelerinin anayasaya aykırı olup, temsil ettikleri ulus veya seçmen kitlesinin iradesine darbe olacağı-olduğu gerekçesiyle ifade vermeye gitmeyeceklerini duyurmuş bulunmaktadırlar. Zorla götürülmeleri durumunda ise geri adım atmayarak, maruz kaldıkları çifte standart ve ırkçı-faşist baskıyı teşhir edeceklerini, demokratik hak ve pozisyonlarını mahkemede savunacaklarını ortaya koymuşlardır. Faşist iktidarın tavrı ise, tüm süreç boyunca açık olmakla birlikte, son olarak doğrudan Erdoğan'ın ağzından ''Hesap verecekler'' biçiminde nettir.
Erdoğan ve dokunulmazlıklar Bütün bunlar zemininde muhtemel olan gelişme, faşist zor ve şiddetin kullanılarak Kürt ulusunun iradesine büyük bir saldırının yapılacağı ve bunun karşısında Kürt ulusu ve somut muhatap olan HDP'li Milletvekillerinin haklı direnişinin gerçekliğidir. Bu süreç Kürt ulusal direnişini daha da harlayan ve en keskin çatışmanın gündeme gelmesini koşullayan keskin bir savaş zemininde ilerleyecektir. Şayet ''mucizeler'' devreye girmez ve tarafların tavrında keskin bir dönüş gündeme gelmezse... Ki, bu olasılık en azından şimdilik yok derecesinde zayıftır. Kısacası, faşist
05
düzen ve anayasal çerçeve bu sürece uygun olarak yeniden ve yeniden düzenlenip daha koyu faşizm veya açık faşizm biçiminde tahkim edilirken, Kürt ulusunun direniş ve savaşı da buna koşut olarak derinleşecektir. Görülen süreç HDP Milletvekillerinin yargılanarak hapsedileceğine işaret etmektedir. Ancak bu sürecin siyasi sonuçları Kürt ulusunun direniş ve savaş kararlılığı düşünüldüğünde esas olarak faşist iktidara fatura olacaktır. Kuşkusuz ki, milletvekillerin yargılanıp hapsedilmesi süreci HDP'de belli yansımalar bulacaktır. Ki, faşist iktidarın bununla hedeflediği de esasta HDP'yi baskı altına alarak geri çekilmesini sağlamaktır. Ne ki, HDP'nin siyasi alanının daraltılarak anlamsızlaştırılması Kürt dinamiğin büyük potansiyel olarak yönünü daha fazla savaşa çevirmesine yol açacaktır. Safların çok daha keskin belirlenmesi ya da saflaşmanın daha kalıcı oturması kaçınılmaz olacaktır. Bütün bu eğilim ve olası gelişmeler, Erdoğan-AKP iktidarının uyguladığı saldırganlık altında kalacağını gösterir... HDP'li belediye eş başkanlarının hukuksal zeminden yoksun biçimde milletvekillerine uygulanan aynı yapay ve siyasi gerekçelerle tutuklanıp hapsedilmesi ve yerlerine kayyum atanması süreci de benzer bir gelişmenin zemini olacaktır. Seçtikleri belediye başkanlarının yerine, kendisini bu iradenin yerine koyan siyasi iktidar ve kurumların yapacağı hukuksuz kayyum atamaları kesinlikle Kürtler tarafından kabul görmeyecek ve büyük bir direnişin en meşru zemini olacaktır. Ülkenin ve dünyanın her tarafında yerel yönetimler ve başkanları seçmenin tercihi ve oyuyla belirlenirken, Kürtlerin bu genel kural dışında tutularak yerel yönetim ve başkanlarının faşist darbe koşullarına has biçimde siyasi iktidar tarafından atanması hiçbir demokratik normla bağdaşmadığı gibi, Kürt ulusu tarafından da kabul edilmeyecek, direnişlerinin daha da yaygınlaşarak büyümesine vesile olacaktır. Kısacası bu faşist politika ve sürecin altında kalan da Erdoğan-AKP iktidarı olacaktır. Ne var ki, Erdoğan iktidarı kendiliğinden yarattığı bu yığının altında kalmayacaktır. Kürt ulusunun direniş ve savaşı bunda esas rolü oynayacaktır. Fakat faşist sürece karşı direniş ve savaşın tek dinamiği Kürtler olmamalı, bu sorumluluk tek başına Kürtlere yıkılmamalıdır, yıkılamaz da. Dolayısıyla direnişin en geniş demokratik kesimleri kapsayacak biçimde ele alınıp geliştirilmesi ve özellikle devrimci sınıf hareketinin bu süreçte etkin rol oynaması ertelenemez görev ve sorumluluktur. Güç ve eylem birlikleri, ittifak ve mücadele birliklerinde buluşan demokratik, devrimci ve sosyalist güçlerin ortak mücadelesi elzemdir. Devrimci halk kitleleri birleştirilmeden, ortak mücadelede seferber edilmeden ve devrimci halkların siyasi hareketleri bu ortak mücadelede birleşmeden faşist saldırganlık durdurulamaz. Kürt milletvekilleri, Kürt belediye eş başkanları şahsında Kürt ulusuna uygulanan milli zulüm ve faşist baskı, siyasi iktidar sorunundan bağımsız olmayıp tüm ülke halklarını hedef alan bir saldırganlık ve faşizm sorunudur. Aydınlara, demokratik kurum ve çalışmalara, devrimci ve sosyalist harekete karşı geliştirilen baskı ve saldırganlıklar bunu göstermektedir. O halde HDP Milletvekilleri ve belediye eş başkanlarına sahip çıkmak ve maruz kaldıkları faşist baskılara karşı mücadele etmek, faşist hâkim sınıflara ve onların iktidarlarına karşı mücadele demektir.
UFUK ÇİZGİSİ
≫ bakış can
HAKLI SAVAŞ YANLIŞ EYLEMİ KOTARMAZ
D
urup soluklanmak bir yana gün be gün tırmanarak tüm sınırları zorlayan zulme ve kıyıma en makul tanımlama nasıl yapılabilir sorusuna tatmin edici yanıt bulamadık. Ama yetersiz de olsa, Kürt ulusunun nefes alması engellenerek boğulmak ve yok edilme pahasına teslim alınıp en ağır şartlarda köleleştirilmek isteniyor demekte (durumu hafifletme kaygısı taşıyarak da olsa) sakınca görmedik. Kavramsallaştırılmasında zorluk çekilen ölçüde barbar bir zulüm, vahşi bir katliam ve amansız bir kıyım uygulanıyor Kürt ulusuna. Kürt ulusu soykırımdan geçiriliyor... Gerçeğin gizli olduğu ''ayrıntıyı'' izah edemesek de gerçek tablo özlü olarak böyledir, budur. Tabloyu resmetmenin anlamı, bu tablo karşısında çıkarılması gereken sorumluluk ve görevlerin tespit edilerek pratikleştirilmesinde karşılık bulur. O halde bu tablo karşısında, lime lime edilen Kürt bebekleri, çocukları ve tüm yaşamlarını yaşam hakkı adına da olsa savunmak için Kürt direnişiyle omuz omuza mevzilenmek şarttır. Bitki ve hayvan türünün varlığını sürdürüp yok olmasının önüne geçmek için gösterilen gayret ve duyarlılık ne kadar anlamlı ise, tüm insanlığın tanıklığında kıyımdan geçirilen Kürt ulusunun varlığınıyaşamını sürdürmesi için (fazlası değil salt bunun için) gösterilecek gayret ve duyarlılık çok daha anlamlı ve onurludur! Mesele komünistler ve devrimciler açısından ele alındığında ise, bu gayret ve duyarlılık doğrudan bir görev ve sorumluluk pratiğinde anlam bulur. Bu görev ve sorumluluk pratiğinde tam bir varlık gösterilemezse bile, her türlü çaba, küçük de olsa her katkı, yükseltilen her ses, Kürt ulusunu destekleyen her irade beyanı, dayanışmanın basit bir eylemi ve haklının yanında haksızın karşısında sergilenen her duruş mutlaka kıymetlidir ve en azından bunlar yapılmalıdır. Bunda tereddüt edenler Türk hâkim sınıflarının saflarında değilse, onların ırkçı milliyetçilik zehriyle kör edilenlerdir... Bu tabloda kanları-canlarıyla yer alan Kürtlerin mağdur özneler olarak büyük bir öfkeyle karşı savaş vermeleri son derece yerinde ve tabiidir. Zorunlu, şart ve hiçbir nifak barındırmayan berraklıkta gerekli, haklıdır bu savaş. Bu haklı savaşa söz edenler ırkçı-faşist mezalimin takipçisi ve destekçileridir. Kürt ulusunun yanında ve haklı savaşından yana yer almak, Türk hâkim sınıflarının kıyımına kararlıca karşı çıkmak bulandırılamaz bir tavırdır. Kürt ulusunun savaşı devrimci açıdan sahiplenmeli, desteklenmeli, Türk hâkim sınıflarına karşı savaşılmalıdır! Türk hâkim sınıfları ve iktidarlarına karşı en yıkıcı savaş yürütülmelidir. Bunda bir tereddüt yoktur, olamaz da. Bu kadar net ve keskindir devrimci tavır. Ne var ki, haklı savaşın bağlayıcı bir ilkesi, bir kuralı ve berrak bir amaç ve hedefi olmalıdır, olmak zorundadır. Bu da net olan başka bir tutumdur. Kürt ulusunun yürüttüğü bu haklı savaşa
küçük de olsa gölge düşürmek, Kürt ulusuna ve haklı savaşına karşı işlenmiş ağır vebaldir. Bu vebali niyetten bağımsız olarak Kürt Ulusal Hareketi de işlese, sosyalist ve devrimciler de işlese durum değişmez, vebal hafiflemez, eleştiri elzem kalır. Kürt ulusunun ve hareketinin düşmanları veya düşman hedefleri Türk hâkim sınıflarıdır. Haklı savaşları Türk hâkim sınıfları, bunların gerici, faşist devleti ve iktidarlarıdır. Kürtlerin haklı savaşının askeri hedefleri Türk hâkim sınıflarına ait askeri, siyasi, ekonomik hedeflerdir. Haklı savaşın askeri yönelimi kurum ve kuruluşlarıyla bu hâkim sınıf gericiliğine yönelmek durumundadır, esasta da öyledir. Fakat bu haklı savaşta gerçekleştirilen bazı eylemler veya bu eylemlerin sonuçları, genel eylem çizgisine dönüşmemiş olsa da ciddi olumsuzluklar barındırmaktadır. Sonuçlarında olumsuzluk taşıyan bu eylemlerin bir anlayışa dönüşmesi veya genel eylem çizgisine dönüşmesi yukarıda söz ettiğimiz vebali gündeme getirecek niteliktedir. Bahis konusu eylem veya sonuçlar, savaşın hedefi olmayan ve olması tartışılamayacak kadar net olan sivil ve halktan insanların yaralanması veya ölmesidir. Bu durum, genel hal aldığında savaşta ilkenin, hedefin ve hatta düşmanın muğlaklaştırılmasına işaret olduğu söylenebilir. Ki, gericilere karşı yürütülen haklı ve ilerici savaşta sivillere yönelmenin yanlış olması bir yana, halktan insanların zarar görmesi asla kabul edilemez. Bu bir ilke sorunudur! Savaşta irademiz dışında sivillerin, halkın zarar görmesi gündeme gelebilir, bu mutlak biçimde önlenemez. Ancak buna azami derecede dikkat göstermek ve seçici olmak kaçınılmazdır. Dahası, irademiz dâhilinde ve bilinçli olarak gerçekleştirdiğimiz eylemlerde sivil halkın zarar görmesine asla rıza gösteremez ya da bunu göze alamayız. Bilerek ve bilinçli olarak halka zarar vermek anlayışla karşılanamayacağı gibi, hiçbir anlaşılırlığı ve gerekçesi de olamaz. İstemimiz dışında gelişmesi muhtemel olan durumlarda ise, gerekli açıklamayı yaparak özür dilemek şarttır... Son olarak Dersim-Pulur’da gerçekleştirilen bombalı eylemde halktan insanlar yaralanmıştır. Evleri tahrip olmuş ya da yanmıştır. Türk hâkim sınıfları Sûr'da, Cizîr'de, Silopiya'da halkın evlerini yerle bir edip başlarına yıktı. Dolayısıyla halkımızın evi ve yaşamı yok edilmişken, orada bir evin yanması söz konusu edilmemeli şeklindeki anlayışla hareket etmek yanlıştır, kabul edilemez. Faşist hâkim sınıfların halka zarar vermesi onun halk düşmanı faşist karakterine bağlı olarak anlaşılabilir durumdur, fakat halkın dostlarının halka zarar vermesi asla anlaşılır olamaz. Bu eylem HBDH tarafından üstlenilmiştir. HBDH’nin yapılan eylemden bir süre sonra halktan özür dileyen bir açıklama yapması önemlidir ve devrimci tutarlılığın gerekliliği de bunu emretmektedir.
06
güncel haber
01-15 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü
Baskılar içine düştükleri acizliktendir Muhalif ve özgür basının bu kadar ağır baskılara uğraması AKP iktidarının iç ve dış siyasette çıkmaza girmiş olması büyük nedendir. Küheylan siyaseti kendilerini köşeye sıkıştırmış, şimdi ise İsrail ve Rusya'ya yalvaracak kadar acizleştiklerine şahit oluyoruz. Öyle görünüyor ki İsrail'e ve emperyalist devletlere karşı büyük tavizler vererek iktidar ömürlerini uzatma yolunu tercih etmişler. Fakat onların iktidar ömürleri ezilen ülkemiz halklarının elinde. Hem Kürt halkına karşı başlattıkları katliamların üstünü örtmek hem de dış siyasette düştükleri acizliği gözlerden kaçırmak için muhalif basına yönelik yapacakları baskılar heveslerini kursaklarında bırakacaktır Özgür Gündem’de Nöbetçi Genel Yayın Yönetmenliği yaptıkları için “terör örgütü propagandası yapmak” ile suçlanan RSF Türkiye Temsilcisi Erol Önderoğlu, TİHV Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı ve yazar Ahmet Nesin tutuklandı. Tutuklamalar düşünce ve ifade özgürlüğüne karşı geliştirilen saldırıların daha da pervasızca devam edeceğine işarettir. Bu tutuklamalara karşı birçok kesimden tepkiler geldi. Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Genel Başkanı Uğur Güç, karara "Hukuka aykırı bir karar. Yayın yönetmenleri o gün çıkan haberden dolayı sorumlu tutulamaz. Bu talimatla yapılan bir tutuklama. Türkiye'de düşünce ve ifade özgürlüğünün geldiği noktayı gösteriyor" sözleriyle tepki gösterirken, Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat ise gözdağı verilmek istendiğinin altını çizdi. Polat, "Özgür Gün-
dem'e çözüm süreci diye ifade edilen dönemde tek bir dava daha açılmamıştı. Ama bu süreçte dayanışma gösterenlere bile dava açıldı. Bu dayanışma nöbetine gözdağı vermek içindir. Dayanışmamız artarak devam edecek" dedi. Cumhuriyet Gazetesi Köşe Yazarı Ayşe Yıldırım ise kararı rezalet olarak nitelendirdi. Yıldırım, "Her an herkesin tu-
tuklanabileceği bir süreç. Bu süreçte AKP'nin köşeye sıkıştığını görüyoruz. Bu kadar saldırganlaşmasının sonucudur. Bu tutuklamayı kabul etmiyoruz. Türkiye daha derin ve çözümsüz bir sürece ilerliyor" dedi. Her an herkesin tutuklanacağı aşikâr. Zira Erdoğan ve AKP iktidarı “tek ses” istemekteler. Yoğunlaştırılmış faşizme karşı en ufak bir sese bile tahammülleri kalmamıştır. Kendi havuz medyasında bile en ufak tepkiyi kabul edecek durumda değiller. "Her şey doğru, şu olmazsa iyi olurdu" şeklinde yükselen en ufak itiraz bile Erdoğan'ın hışmına uğramakta. Dış siyasette düştükleri acizlik hallerini hiç kuşkusuz baskı yaptıkları tüm kesimler karşısında da yaşayacaklar. Yaşanan tutuklamaların ardından gösterilen tepkiler buna işarettir. Tutuklamaların hemen ardından Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can
Dündar'ın nöbeti devralması ve akabinde gönüllü yayın yönetmenliği için yapılan başvuruların artması iktidar için hayal kırıklığı olmuştur. Keza tutuklananların duruşu da iktidar partisini hayal kırıklığına uğratan başka bir gelişmedir. Korur Fincancı ifadesinde "Bizim olanlardan haberdar olma hakkımız vardır. Bunu sağlayan basına da borcumuz vardır. Ben de bu amaçla arkadaşlara destek olmuştum" demişti. Nesin suç konusu yazılarda herhangi bir terör örgütü propagandası görmediğini belirtmiş, Önderoğlu ise 21 yıldır gazetecilik yaptığını belirterek şöyle konuşmuştu: "10 binin üzerinde habere imza attım. Bugüne kadar hakkımda açılmış ilk soruşturma budur. AİHM, Anayasa Mahkemesi ve yerel içtihatlar ışığında yaptığımızın mesleki bir dayanışma ve medya özgürlüğüne sahip çıkma olması itibariyle tutuklanmamayı istiyorum."
güncel haber
01-15 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü
Şebnem Korur Fincancı hapishanede tuttuğu günlüklerde "Sessiz kalmak insanlığıma ihanet olurdu" sözleriyle bir kez daha kararlılığını dile getirdi.
Süreç nasıl gelişti? Özgür Gündem ile dayanışmak amacıyla başlatılan “Nöbetçi Genel Yayın Yönetmenliği” kampanyasına katılan 44 kişiden 37'si hakkında “örgüt propagandası” iddiası ile soruşturma açılmış ve üç kişi tutuklanmıştı. 3 Mayıs’ta başlatılan Nöbetçi Genel Yayın Yönetmeni kampanyasına 44 kişi destek verdi. Kampanyaya şu isimler katılmıştı. T24 yazarı ve Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün kurucu başkanı Hasan Cemal, Şeyhmus Diken, Hasan Hayri Şanlı, Cengiz Baysoy, Dicle Anter, Faruk Balıkçı, Kemal Can, Jülide Kural, Ahmet Nesin, Deniz Türkali, Necmiye Alpay, Çilem Küçükkeleş, Saruhan Oluç, Ertuğrul Mavioğlu, Ahmet Abakay, Hasip Kaplan, İhsan Eliaçık, Yıldırım Türker, Murat Çelikkan, Ayşe Batumlu, Nadire Mater, Aydın Engin, Tuğrul Eryılmaz, İhsan Çaralan, Şebnem Korur Fincancı, Işın Eliçin, Uğur Karataş, Mehmet Güç, Beyza Üstün, Celalettin Can, Sebahat Tuncel, Erol Önderoğlu, Nurcan Baysal, Eşber Yağmurdereli, Ragıp Duran, Melda Onur, Celal Başlangıç, Mustafa Sönmez, Ayşe Düzkan, Uğur Güç, Faruk Eren, Kumru Başer, Nevin Erdemir ve Hakkı Boltan.
Soruşturma açılanlar Son soruşturmayla birlikte haklarında soruşturma başlatılan Nöbetçi Genel Yayın Yönetmenleri şunlar: Faruk Eren, Ertuğrul Mavioğlu, Ayşe Düzkan, Erol Önderoğlu, Celalettin Can, Mustafa Sönmez, Melda Onur, Fehim Işık, Celal Başlangıç, Eşber Yağmurdereli, Ragıp Duran, Nurcan Baysal, Ömer Ağın, Ahmet Abakay, İhsan Çaralan, Işın Eliçin, Murat Çelikkan, Uğur Karataş, Öncü Akgül, Ayşe Batumlu, Sebahat Tuncel, Saruhan Oluç, Nadire Mater, Beyza Üstün, Mehmet Güç, Tuğrul Eryılmaz, Faruk Balıkçı, Şeyhmus Diken, Necmiye Alpay, Jülide Kural, Yıldırım Türker, Ahmet Nesin, Kemal Can, Şebnem Korur Fincancı, Hasip Kaplan, Nevin Erdemir, Hakkı Boltan Tablo bu kadar vahim. Muhalif ve özgür basının bu kadar ağır baskılara uğraması AKP iktidarının iç ve dış siyasette çıkmaza girmiş olması büyük nedendir. Küheylan siyaseti kendilerini köşeye sıkıştırmış, şimdi ise İsrail ve Rusya'ya yalvaracak kadar acizleştiklerine şahit oluyoruz. Öyle görünüyor ki İsrail'e ve emperyalist devletlere karşı büyük tavizler vererek iktidar ömürlerini uzatma yolunu tercih etmişler. Fakat onların iktidar ömürleri ezilen ülkemiz halklarının elinde. Hem Kürt halkına karşı başlattıkları katliamların üstünü örtmek hem de dış siyasette düştükleri acizliği gözlerden kaçırmak için muhalif basına yönelik yapacakları baskılar heveslerini kursaklarında bırakacaktır.
ÖRGÜTSEL YÖNELİM
07
≫ refik demir
TEMEL MESELE DEVRİMİ MERKEZE KOYMAKTIR
D
evrim ve komünizm mücadelesi ciddi bir iştir. O her şeyden önce devrimci ciddiyeti gerektiren bir yerde durmaktadır. Devrimle oynanamayacağı doğru savı bütün devrim süreçlerinde berrak biçimde yaşanan ve ustalar tarafından da her kesitte vurgulanan/ tüm devrim süreçleri tarafından da her defasında doğrulanan devrimci bir zorunluluktur. Dolayısıyla özellikle bugün içinden geçmekte olduğumuz tarihsel kesitte bu mesele daha bir önem arz etmektedir. Bütün politika, strateji, taktik, ittifaklar, gençlik, kadın, parlamento, yerel yönetimler, kültür sanat yani kısacası devrim ve komünizm mücadelesinin bütün bileşkeleri kendi özgünlükleri doğrultusunda devrimi merkeze koyarak hareket etmelidirler. Bütün çalışmaların merkezine devrim perspektifi hâkim olmalıdır. Devrim perspektifi ile diyalektik bağı olmayan ve onu beslemeyen hiçbir mücadele biçim ve aracının devrimci olamayacağı çok açıktır. Bu anlamda esastali, strateji-taktik gibi devrim hareketinin temel diyalektik belirlemeleri belirleyici bir yerde durmaktadır. Bunu anlamayanlar ve kavramayanların niyetlerden bağımsız olarak konjonktür devrimciliğinin ötesine geçemeyeceği ve hâkim olan politik basıncın etkisi altında silikleşeceği kaçınılmazdır. Ki devrimci harekette yaşanan temel ideolojik kırılma ve krizin başında bu gerçeklik gelmektedir. Tüm taktik politikalarımız kesinkes stratejimize hizmet eden ve onu besleyen bir içerikle ele alınmalıdır. Bunu aşındıran ve tek başına taktik politikaları merkeze koyan anlayışların asla devrime çıkması düşünülemez. Bu bağlamda stratejiyle diyalektik bağı içerisinde onlarca, yüzlerce taktik politikanın geliştirilmesi sınıf mücadelesinin kaçınılmaz bir zorunluluğudur. Yani nesnel çelişki ve sorunlar yumağına cevap olabilecek onlarca hatta yüzlerce taktik politikanın ve aracın devrim perspektifi düzleminde devreye sokulması olmazsa olmaz bir yerde durmaktadır. Bu bağlamda proleter devrimcilerin meseleye yaklaşımı oldukça berraktır. Temel yaklaşımımız ideolojide keskinlik, taktik politikalarda esnekliktir. Bugün proleter devrim hareketi ve onun bütün bileşkelerinin yöneliminde devrim bilinci merkezde olmak durumundadır. Hiçbir taktik politika ve ilkelere tekabül etmeyen hiçbir sorun ve çelişki devrim hareketinin merkezine konulamaz. Sınıf mücadelesinin çelişkili doğası gereği mücadele içinde yaşanan sorunlar, çelişkiler, açmazlar ve hatta bazen devrimci zemini aşındırarak burjuva çizgiye tekabül eden anlayış ve pratikler kesinlikle devrim hareketinin önüne çıkarılarak ele alınamazlar. Sınıf mücadelesine böyle yaklaşanlar asla devrim hareketini örgütleyemezler ve yaşanan sorunlar karşısında mücadele etmek yerine tökezlemek ve geriye düşmekten kurtulamazlar. Ki saflarımızda da buna tekabül eden güçlü bir devrimcilik algısının olduğu açıktır. Yaşanan olumsuzluklar ya da kurumsal sorunları merkeze koyarak gerileyen ve hatta tamamen devrimci zeminin dışına çıkan pratikleri yoksa nasıl açıklayacağız. Dolayısıyla devrim ve komünizm mücadelesi ile kurmuş olduğumuz bu sorunlu devrimcilik algısı kesinlikle MLM’nin bilimsel metodu ile ve keskin bir ideolojik mücadeleyle mahkûm edilmelidir.
Sınıf mücadelesini kaba anlamda sadece burjuvaziye karşı yürütülen bir mücadele olarak algılayanların bu kaçınılmaz sondan kurtulmaları imkânsızdır. Çünkü yaşanan sorun ve çelişkileri besleyen ve ona zemin yaratan özel mülkiyet ilişkilerinin toplum ve devrim hareketi üzerindeki etkisini göremeyenler ve kendilerini adeta bu toplumsal gerçekliklerden muaf tutanlar yaşanan sorunlar karşısında doğallığında bocalayarak şok yaşamaktadırlar. Devrim ve komünizm mücadelesinin aynı zamanda ve esas olarak özel mülkiyet ilişkilerinin belirleyici olduğu bütün geleneksel ilişkiler ve toplumsal rollere karşı köklü bir değişim ve dönüşüm mücadelesi olduğunu kavramayanlar doğallığında devrim hareketini “saf, sorunsuz ve mükemmeliyetçi” olarak ele alarak burjuva idealizminin sefaletine düşmekten kendilerini alıkoyamazlar. Devrim denilen mesele zaten toplumsal sorun ve çelişkiler yumağının adım adım çözümünü içeren ve aynı zamanda kendisi ile de sürekli bir mücadeleyi zorunlu kılan bir yerde durmaktadır. Dolayısı ile esas olan devrim ve komünizm yürüyüşünün bilimsel zorunluluğudur. Bu bilimsel gerçeklik anlamını yitirmediği sürece hiçbir şey onun önüne çıkarılamaz. Tabi ki burada amaç-araç arasındaki diyalektik devrimci bağ tarihi önemde bir yerde durmaktadır. Yani kısaca araçlarımız amaçlarımıza uygun olarak biçimlenmelidir. Devrim ve komünizm mücadelesi insanlık için hiç bu kadar tayin edici önem arz etmemiştir. Yaşadığımız dünya ve ülke gerçekliği bugün her zamankinden daha fazla devrim ve komünizm mücadelesini bir zorunluluk olarak dayatmaktadır. Bu bağlamda tali olan yani esasa tekabül etmeyen ve sınıf mücadelesi düzleminde sürekli değişik biçimlerde karşılaşacağımız sorunları ve çelişkileri gerekçe yaparak devrim hareketinin merkezine koymak ve bu zeminde gerilemeler yaşamak hiçbir şekilde devrimci tutumla bağdaşmaz. Evet sorunlar var, çelişkiler var, açmazlar var, devrim hareketini aşındıran pratikler var, dün de bunlar vardı ve yarın da olacaktır. Bunları besleyen nesnel zemin ortadan kalkmadığı müddetçe bu ve buna benzer sorun ve çelişkilerle sürekli yüz yüze geleceğiz. Bu nesnel gerçekliği bilerek ve kavrayarak devrim hareketiyle ilişkilenmek durumundayız. Bir de sınıf mücadelesini ve devrim hareketini sürekli tek yanlı ele alan yaklaşımlar bulunmaktadır. Yukarıda belirtmeye çalıştığımız meselelere de esasta nedensellik teşkil eden bir içerik taşımaktadır bu yaklaşım… Yani sürekli eksiklikleri, olumsuzlukları öne çıkartarak ve merkeze koyarak meseleleri ele alan ve bu düzlemde sürekli “karamsar, umutsuz” bir hava yaratan anlayışlarla kesinlikle doğru bir zeminde mücadele edilerek bu problemli yaklaşım mahkûm edilmelidir. Ki yaşadığımız tarihsel süreç olumsuzlukları ve olumluluklarıyla içe içe geçen bir muhteva içermektedir. Bu anlamda da devrim hareketi açısından olumlu değerlendirebileceğimiz bir yığın olumlu, ileri gelişme ve zemin bulunmaktadır. Bunları burada ayrıntılı biçimde açmayacağız. Fakat sınıf mücadelesini bilimsel bir zeminde ele alanlar bu gerçekliği berrak biçimde görebilirler. Özcesi devrim hareketi ile olan ilişkimizi bu bilimsel devrimci perspektifle ele almak zorundayız.
08 gençlik analiz
01-15 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü
Karanlığa sırt çeviren gençliğin yönü devrim olmalı İktidar olan her egemen sınıfın gençliğe ilişkin bir politikası var. AKPErdoğan iktidarının politikası da “dindar bir nesil” yaratmaktır. Ve bunun için gerekli olan ne ise onu yapmaktadır. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Şaşılması gereken, karanlığı daha derinden örmeye çalışan bu yönelime karşı 300’ü aşan lisenin gösterdiği reflekse, faşizmin ayak seslerinin daha bir gürleştiği bir süreçte gereken ilginin devrimci-komünist gençlik tarafından yeterince gösterilememesidir. Liseli gençliğin “karanlığa” sırt dönmesi anlamlıdır, devrimcidir. Sırtını yalnızca AKP-Erdoğan’ın yaratmak istediği karanlığa dönmemelidir. Karanlığı yaratan sisteme ve onu meşrulaştırıp koruyan devlete de dönmelidir Bazen hiç de önemsenmeyen küçük bir tepki, tahmin edilemeyen sonuçlara varabiliyor. Aynı o kocaman, devasa, yüzbinlerle ortaya konan tepkinin hiçbir sonuç vermeyebildiği gibi. Bunun sosyolojik, toplumsal, siyasal nedenleri tartışılabilir. Farklı nedenler sıralanabilir. Sıralanabilmekte de. Ama her birisinin ortak bir sonuca vardıkları da kuşku götürmez bir gerçektir. Bu gerçek, devrimci bir önderliktir. Gezi-Haziran başkaldırısı buna iyi ve öğretici bir örnektir. 79 ilde ayağa kalkan toplumun her kesiminden kitlelerin, nedenleri ne olursa olsun tepkilerini dile getirdikleri, haftalarca sokakları mesken edindikleri o unutulmaz Haziran günleri, haklı ve meşru temelde yükselen devrimci-demokratik bir yönelimi olan bir başkaldırıydı. Normal koşullara yan yana gelmeleri, getirilmeleri, ortak paydalarda buluşturulmaları ve hareket etmeleri hayli zahmet gerektiren, sosyal yaşam koşullarına, fikirlerine, dünya tasavvurlarına rağmen, ortak gerekçenin kıvılcımı “ağaç” olsa da, bu gerekçenin ötesine varan bir gerekçeler zinciri bu toplumsal kesimleri yan yana getirdi. Şöyle iddialı bir söz yerinde olur. Bu toplumsal kesimleri yan yana getiren gerekçeler zincirinin üzerinde vücut bulduğu asıl gerçek ve maddi olgu, AKP-Erdoğan iktidarının hayata geçirdiği sosyal-siyasal-ekonomikpolitikalar nezdinde devletin niteliğiydi. Bu gerçek, ayağa kalkan halk kitlelerince ne
kadar biliniyor, ne kadar görülmektedir bu ayrı bir tartışma konusudur. Ancak, sokağa taşan tepkilerin gerekçesi olan her bir politikanın-uygulamanın “bir baskı aracı olan” devletten ve bu devletin niteliğinden bağımsız ele alınması, AKP-Erdoğan iktidarını hedefe oturturken, onun varlık gerekçesi olan, onu ve onun gibileri var eden burjuva egemen devleti de kutsamaya götürür. AKP-Erdoğan iktidarına yönelen her bir eleştiri, tepki, aynı zamanda egemen devlete yönelik de bir eleştiri ve tepkidir. İster reform düzeyinde olsun, isterse devrimci temelde olsun, ileri sürülen her bir eleştiri, tepki, devlete, devletin niteliğinedir. Taksim-Gezi Parkı’nda yapılması planlanan Topçu Kışlası’yla hedeflenenle, özelleştirmelerle hedeflenenden, kentsel dönüşümle hedeflenenden, HES’lerle hedeflenenden hiçbir farkı yoktur. Ya da, Terörle Mücadele Yasası’yla hedeflenenle, yargıdaki yeni düzenlemelerden, polisin ve askerin uygulamalarını meşrulaştıran, sorgulanamaz kılan düzenlemelerden hiçbir farkı yoktur. İlki, özel mülk edinimini-gaspını egemen sermaye için kolaylaştırırken ve bunu hedeflerken, bir diğeri de, bu edinimin-gaspın karşısına çıkacak irili-ufaklı engelleri bertaraf etmek, bu engelleri bertaraf ederken izlenecek her türlü yol-yöntemleri meşrulaştırmak içindir. Özü; özel mülkiyeti ve özel mülk edinimini -gaspını korumak- meşrulaştırmaktır. Devlet de bunu sistemleştiren ve sistemleştirdiğini koruyan araçlar toplamıdır. İşte, Gezi-Haziran başkaldırısının görülemeyen hedefi buydu. AKP-Erdoğan iktidarı özgülünde cisimleşse de, özü devlete ve devletin niteliğine ilişkindi. Polisiyle, ordusuyla, yargısıyla, bürokrasisiyle teyakkuza geçen devletti.
Karanlığa sırtını dönenler GeziHaziran derslerinden öğrenmelidir Sorgulamayan, tartışmadan biat eden, “şükreden”, “fıtratı”nda ne varsa onu kabul eden dindar bir nesil yaratmak için eğitim sistemini “yap-boz” tahtasına çeviren, bilimsel-parasız-ana dilde eğitimden fersah fersah uzak olmasına rağmen seküler yaşamın sürdürülmesinde önemli bir yeri olan eğitim kurumlarında yetişen gençliğin, hedeflediği toplum projesine uygun “beyinler” yetiştirmemesi uzun süreden beridir AKPErdoğan iktidarını rahatsız eden bir konuydu. Sürekli değiştirilen eğitim sistemi, okullarda gündeme gelen yönetmelikler, okulların haremlik-selamlık kabilinden ayrıştırılmaya çalışılması, imam hatip okullarına verilen hız, seçmeli-zorunlu din dersleri, okullara yapılan “ilahiyatçı” müdür-öğretmen atamalarıyla öğrenci yaşamına müdahaleler, okulların sosyal-kültürel aktivitelerin yasaklanması-engellenmesi gibi son dönemde liseli gençliğin kamuoyuna yayınladıkları bildirilerle ifade ettikleri uygulamalar göstermektedir ki, toplumun en dinamikenerjik kesimi olan gençlik de gidişattan memnun değildir. Egemenlerin horladığı, ‘Bunlar ne anlar’, ‘Bunların arkasında marjinal gruplar var’ dediği, ‘Kışkırtıyorlar’ diyerek “çocuk” yerine koyduğu liseli gençliğe egemenlerin yaklaşımı, AKP-Erdoğan iktidarı nezdinde bir kez daha görülmektedir. “Ağaç yaş iken eğilir”miş. Geleceğin sahipleri olan bugünün gençliği nasıl eğitilirse, gelecek yaşamın sürdürülmesi de buna göre olur. Sistemin yaşatılması ve yeniden yeniden üretilerek sürdürülmesi için önemli bir yerde duran eğitim, egemen sınıflar açı-
sından stratejik önemdedir. Bu eğitimlerden geçen gençlik yarının siyasetçileri, bürokratları, askeri, polisi olacaktır. Devletin temel kurumlarının başında olacaklardır. Egemen sınıflar bu yüzden eğitime kayıtsız kalamazlar. Her egemen iktidar siyasetin kendi ideolojik yönelimine göre bir eğitim sistemini gündeme getirmesi, buna göre yasalar çıkarması, müfredatlar hazırlaması hedefledikleri yarınlara ilişkindir. AKP-Erdoğan iktidarının da bu doğrultuda seküler yaşama “ağaç yaş” iken müdahale etmesi anlamsız değildir. Burjuva anlamda da olsa aydınlanmaya daha açık olan seküler yaşam şekillenmesinin (sistem sınırlarını aşmasa da) “sorgulayan-itiraz” eden yanını törpülemek istemektedir. Bunun en iyi yolu da dindar gençlik yetiştirmektir. Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki bunu net ifade ediyor: “Allah’a hamdolsun imam hatip gençliği gayet güzel okuyor, önüne bakıyor, milletini seviyor, hizmet etmek istiyor, devletiyle de asla bir problemi yok” derken öncesinde de “devlete hainlik edenlerin çoğuna bakın üniversite mezunu” demektedir. İktidar olan her egemen sınıfın gençliğe ilişkin bir politikası var. AKP-Erdoğan iktidarının politikası da “dindar bir nesil” yaratmaktır. Ve bunun için gerekli olan ne ise onu yapmaktadır. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Şaşılması gereken, karanlığı daha derinden örmeye çalışan bu yönelime karşı 300’ü aşan lisenin gösterdiği reflekse, faşizmin ayak seslerinin daha bir gürleştiği bir süreçte gereken ilginin devrimci-komünist gençlik tarafından yeterince gösterilememesidir. Liseli gençliğin “karanlığa” sırt dönmesi anlamlıdır, devrimcidir. Sırtını yalnızca AKP-Erdoğan’ın yaratmak istediği karanlığa dönmemelidir. Karanlığı yaratan sisteme ve onu meşrulaştırıp koruyan devlete de dönmelidir. Karanlığa sırtını dönen gençlikle aydınlığa bakabilmek, karanlığa karşı aydınlığı örmeye çalışmak, faşizme karşı mücadele de önemli bir yerdedir. Dindar gençlik hedefi, yalnızca seküler yaşamın şekillendirdiği toplumun burjuva demokratik refleksine önlem olarak anlaşılmamalıdır. Uysal, sessiz, “ahiret”le meşgul bir toplum elbette ki hedeflenmektedir, ancak aynı zamanda dozu giderek artan ve yeniden daha güçlü bir şekilde tahkim edilmek istenen faşizme yönelik gelişecek tepkilerin de önünü almayı hedeflemektedir. Maoist gençlik, karanlığa sırtını dönen gençliğin yanında onlarla aydınlığa birlikte yürümelidir, aydınlığa olan özlemine Gezi-Haziran başkaldırısından çıkardığı derslerle kılavuz olmalıdır.
01-15 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü
gençlik analiz
09
Faşizme karşı gençliğin birleşik mücadelesini örelim Daha kitlesel daha etkin bir muhalefet ya da karşı koyuş için bir araya gelmek ayrı durmaktan yeğdir. İlkesel meseleleri ve en kaba tabiri ile kırmızı çizgileri koruyup muhafaza etmekle beraber günün ortak mücadele perspektifi için biçilmez kaftan olduğunun bilincindeyiz, bundan kaynaklı daha sonraki adımlarımızı bu düşünceden hareketle atmak doğru olandır. Amfilerden sokaklara gençliğin muazzam gücünü hissettirmenin ve tüm emekçi ezilen yığınların sesine ses katmanın tam da zamanıdır Birlikler ve ortak mücadele meselesi noktasında daha önce sayfalarca yazılar yazıldı, çok şey söylendi. Öyle ki hiçbir dönemde birlik ya da birlikler meselesi şu an önem arz ettiği kadar belki hiçbir dönemde böylesine önem kazanmamıştı. Hâkim klikler topyekûn şekilde ezilen emekçi yığınlara savaş ilan etmiş, yaşadığımız coğrafyayı amiyane tabirle kan gölüne çevirmiştir. İşçi sınıfı ve proletarya yine iliklerine kadar sömürülmekte ve bunun yanında onların aleyhine çıkarılan yasalarla beraber onları daha da yoksullaştırmaya yönelik adımlar atılmaktadır. Güvencesiz bir şekilde çalışıp her gün birer beşer katledilmekteler. Gençlik üniversitelerde her gün polisin sistematik işkencesine maruz kalmakla beraber, akademik hakları gasp edilerek geleceksizleştirilmektedir. Yoksul mahallelerdeki halk gençliği özelde emekçi mahallerde hâkim klikleri desturu ve işbirliği ile uyuşturucu gibi hastalıklı alışkanlıklarla tanıştırılmakta ve çürümeye terk edilmektedir. Kuzey Kürdistan kan gölüne dönmüş durumdadır. Aleni bir biçimde burjuva savaş kuralları dahi tanınmaksızın kitlesel katliamlar yapılmakta, Kürt ulusu teslim alınmak istenmektedir. Son dokunulmazlıklar meselesi ile beraber daha net bir biçimde görünür olan hâkim klikler arasındaki ittifak, şunun göstergesidir ki, ezilen yığınlara karşı geliştirilen yeni savaş konseptine dair hem fikir olunmuştur. Bu karşı devrimci güçlerin ittifakı ve birliğidir. Burjuva kamuoyundaki dalaşlar münakaşalar bu birliğin teşhirine engel değildir, ki bu ittifak yalnızca Kürt Ulusal Hareketi’ne ya da Kürt ulu-
suna değil Türkiye/Kuzey Kürdistan’ın tüm emekçi yığınlarına karşı ilan edilmiş bir savaştır. Toplumun en dinamik ve nicel ve nitel anlamda daha ileride olan kesimi olan gençlik bu savaşın direk hedefi durumundadır. Çünkü gençlik olası bir direnişte ya da ayaklanmadaki -Gezi Ayaklanması buna en somut örnektir- toplumun dinamo gücü ve lokomotifi olma gibi bir özellik taşır. Burjuvazinin direk hedefi durumdadır. Hal böyleyken gençlik neden bölük börçük durumdadır ya da takvimsel eylemlikler dışında neden bir araya gelemez, neden ortak kitlesel eylemler örgütleyemez bunun üzerinde durmak gerekir. Gençliğin bir araya gelebilmesi için illa Suruç’ta onlarca siper yoldaşımızı kaybetmemiz mi gerekecek? Ya da gençlik yalnızca 6 Mayıs anmalarında mı ortak eylemlilik oluşturmalı? Daha ötesi üniversite amfilerinde 15-20 kişi ile yapılan YÖK protestolarının kime ne faydası var? Sembolik bir protesto olmanın dışında bir niteliği var mı? Koca bir hayır! Üniversite içerisinde ‘Burası senin köşen, orası benim köşem, köşelerimizi işgal etmeyelim’ mantığının etki alan ne kadar olabilir. 30 tane gençlik örgütü basın açıklaması dışında bir şey üretmiyor, üretemiyor. Hem kendini eritiyor hem de gençliğin hiçbir sorununa cevap olamıyor. Bu mesele tatminkârlıktan ve örgüt fetişizmden öteye gitmeyecek bir durumdur. Ne yazık ki böyledir. Katledilen birçok genç-öğrenci işçi ile alakalı elle tutulur bir şey yapılmamış olması ne yazık ki trajik bir durumdur. Buyurun hep beraber Deniz Gezmiş’i analım, Mahir Çayan’ı analım Kaypakkaya’yı analım burada bir sıkıntı yok. Anmamak abes kaçar. Lakin koskoca bir gençlik toplamı -özelde gençlik örgütleri olarak daha da daraltalım- Deniz Gezmiş anmaları dışında ortak bir güç oluşturamıyorsa burada çok büyük bir sıkıntı var demektir. Böylesi bir süreçte gençlik çıkartabileceği sesin onda birini çıkartamıyor. Parça parça işgal eylemleriyle, stant masalarıyla, bildiri ve açıklamalarla günü kurtarıyor. Bu a ve ya b örgütünün suçu değil topyekûn tüm gençlik örgütlerinin eşit seviyede nasibini aldıkları bir gayriciddi bir durumdur. A örgütüne karşı bir tutuklama furyası başlamış mesnetsiz ve komik gerekçelerle tutuklamalar oluyor ki bu durum sistemli bir şekilde coğrafya üzerindeki tüm devrimci güçlere karşı hâkim güçler tarafından başlatmış olduğu bir sürek avıdır. Böylesi bir durumda yal-
nızca o kurumun bileşenlerinin ya da diğer kurumların sembolik bir iki kişiyle basın açıklamasına dâhil olması bu durumu bu şekilde protesto etmelerinin kime ne faydası var ya da ne kadar ses getirmekte. Üniversite öğrencilerinin polis tarafından gözaltına alınıp darp edilmesi, sokaklardan gençlerin kaçılarak işkenceye uğramasını İHD’de yapılan bir basın açıklaması ile geçiştirilmesi kadar ya da inşaattan düşerek ölen bir üniversite öğrencisinin ölümüne sosyal medyada ah vah edilmesi kadar saçma bir durum olamaz. Yapılacak olan bellidir. Tüm gençlik örgütlerinin en acil bir biçimde bir araya gelip bu eksik-gedik durumun çözümüne yönelik adımlar atması gün için elzemdir. Gerekirse platform, girişim adına ne dersek diyelim ilkesel meseleler dışında gençlik anlamında birleşik mücadele hattının örülmesi için artık somutta adımlar atılmalı birlik zemini oluşturulmalıdır. Bugün geldiğimiz durumda fikirsel anlamda birbirine en yakın gençlik örgütleri dahi belli biçimlerde hala bir araya gelmiyor ya da gelemiyorsa bunu sorgulamak gerekir. Bunun tersini savunan ya da ortak mücadele perspektifini dar grupçu anlayışlarla yahut örgüt fetişizminden kaynaklanan kaygılarla reddeden kim olursa olsun ezilen emekçi yığınların lehine değil aleyhine hareket etmiş olur. Mao Zedong’un da dediği gibi “Kapalı kapıcılık taktiği ancak balıkları derin sulara, serçeleri çalılıklara kaçırır ve milyonlarca kitleyi bu muazzam gücü düşman saflarına iterek hiç kuşkusuz düşmanın övgüsünü kazanır.”(Mao, Seçme Eserler 1) Koca bir meseleyi birkaç cümleyle özetleyecek olursak me-
sele tam da buna tekabül eden bir durumdur. Günün kapalı kapıcısı olmak gibi bir düşüncemiz buna itiraz etmek için sarılacak bahanemiz yoktur. Birleşik mücadele durumunu herhangi bir örgütün belirleyiciliği ya da etkinliğiyle değil tüm gençlik örgütlerinin ortak iradesiyle örmek temel gaye olmalıdır. Daha kitlesel daha etkin bir muhalefet ya da karşı koyuş için bir araya gelmek ayrı durmaktan yeğdir. İlkesel meseleleri ve en kaba tabiri ile kırmızı çizgileri koruyup muhafaza etmekle beraber günün ortak mücadele perspektifi için biçilmez kaftan olduğunun bilincindeyiz, bundan kaynaklı daha sonraki adımlarımızı bu düşünceden hareketle atmak doğru olandır. Amfilerden sokaklara gençliğin muazzam gücünü hissettirmenin ve tüm emekçi ezilen yığınların sesine ses katmanın tam da zamanıdır. Kuşkusuz ki sessiz kaldığımız her an mazlumların lehine zalimlerin aleyhine olacaktır. Zira bizlerin de bu noktada ortak mücadeleye itiraz noktasında sarılacağı herhangi bir argüman henüz icat olmamıştır. Bu mesele üzerindeki ısrarcı tavrımız ve zorlayıcılığımız devam etmekle beraber bunu somutta gerçekleştirmek adına adım atmamız kaçınılmaz bir görevdir. Bulunduğumuz her yerde bu meselenin ısrarcısı ve başat aktörü olmak durumundayız. Diğer türlü ses çıkarmadığımız çıkaramadığımız her an bir adım daha geri gitmemiz anlamına gelmekte süreci daha da kötü bir kerteye itmektedir. Gün dar-grupçu kaygılarla süreci seyretme günü değil, bilakis topyekûn ona müdahale etme lehte geliştirme günüdür…
10
emek haber
01-15 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü
Tarım işçilerinin “ölüm mevsimi” başladı Mevsimlik tarım işçilerine yönelik alınmayan önlemler ve güvencesiz koşullar nedeniyle işçi katliamları devam ederken, hükümet sadece izlemekle yetiniyor. 3 yıl içerisinde en az 912 tarım işçisi hayatını kaybetti. Özellikle Suriyeli göçmenler üzerindeki sömürü ise katmerleşerek artıyor Mevsimlik tarım işçilerinin “ölüm mevsimi” yaz aylarının gelmesiyle birlikte başladı. Yıllardır yüzlerce tarım işçisinin yollarda katledilmesine, güvencesiz ve sağlıksız koşullarda çalışmaya mecbur bırakılmasına karşın değişen hiçbir şey yok. Özellikle son yıllarda Suriyeli mültecilerin tarım işçisi olarak çalışmak zorunda kalmasıyla birlikte sömürü katmerleşerek arttı. Bu alanda devam eden denetimsizliğin sonucu olarak işçiler adeta ölüme, açlık sınırında yaşamaya mahkûm ediliyor. Tarım işçilerinin tarlalardan yaşadıkları alanlara taşınma yöntemi ise açık katliamın göstergesi olarak karışımıza çıkıyor. Onlarca işçi minibüslere, kamyonetlere, traktörlere bindirilerek katliama açık davetiyle çıkarılıyor. 2014 yılında Isparta'da 18 tarım işçisi, 2015'te Manisa'da 15 tarım işçisi ve son olarak Elazığ'da 9 işçinin katledilmesi "trafik kazası" olarak kayıtlara geçti. Ancak işçilerin katledilmesinin gerçek sebebi, daha fazla kar isteyen, rantın peşinden koşan, tarım işçilerinin çalışma koşullarına dair hiç bir yasa çıkarmayan patronlar ve onların siyasal temsilcisi AKP'dir.
“3 Yılda en az 912 tarım işçisi katledildi” Mevsimlik tarım işçilerinin katledilmesine ilişkin bir rapor hazırlayan İSİG Meclisi, bu konudaki vahim tabloyu bir kez daha gözler önüne serdi. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi tarafından yapılan araştırmaya göre 3 yılda en az 912 tarım işçisi katledildi. 2016 yılının ilk üç ayında 59 tarım işçisi katledilirken, 2013, 2014 ve 2015 yıllarını kapsayan araştırmaya göre en az 912 işçi katledildi. Göçmen işçilerinin koşulların çok kötü olduğu vurgulanan araştırmaya göre, bu durum en çok Adana, Adıyaman, Urfa ve Düzce'de görülüyor.
Mevsimlik tarım işçilerine ilişkin raporda şu tespitlerde bulunuldu; “1- Kadın işçilerin durumu: Tarımda kadın işçiler toplam istihdamın neredeyse yarıdan çoğunu oluşturmaktadır. Kadın tarlada çalışmanın yanı sıra ev içindeki işleri de üstlenmiştir. Ayrıca emeğinin karşılığı olan ücretinin denetimi kendinde değil aile otoritesi olan babaları ya da kocalarındadır. Ücreti erkekten düşüktür. Yine çocuk emeğini de değerlendirirken bu mevcut durumdan ayrı bakamayız. 2- Dayıbaşılık: Mevsimlik tarım işçiliğinde yüzlerce işçiye aracılık yapan ve her işçinin yevmiyesinden ortalama yüzde 10 pay alan dayıbaşları esasen tarımdaki taşeronun adıdır. Dayıbaşı akrabalık, köylülük vb. ilişkiler vasıtasıyla işçilerle kurduğu feodal güven ilişkisi üzerinden tarımdaki üretim sürecinin denetimini gerçekleştirir. 3- Barınma ve ulaşım sorunu: Mevsimlik tarım işçileri kurulan çadır kentlerde kalmaktadır. Ancak çadır kentlerin durumu hiç de televizyonla-
rın verdiği gibi değildir. Yerel halkla görüşmesi engellenen, yani fiziksel olarak tecrit edilen tarım işçileri barınma, beslenme, altyapı gibi olanaklardan yoksun bulunmaktadır. Yine çocuklar eğitim imkânına sahip olamamaktadır. İşçiler kapalı kasa kamyonet, traktör römorku gibi uygun olmayan koşullarda taşınmakta ve her yıl yüzlerce tarım emekçisi yollara savrulmaktadır. Oysa mevsimlik tarım işçilerinin çalışma ve sosyal hayatlarının iyileştirilmesi, ulaşımı gibi genelgeler çıkarılmasına rağmen devlet kendi yasalarına uymamaktadır.” Raporda dikkat çeken bir başka ayrıntı ise, katledilen 912 kişiden 92'si 18 yaşın altında, yani çocuk. Çocuk işçilik oranı tarım işçiliğinde yüzde on oranına kadar ulaştı.
Sömürünün en katmerlisini Suriyeli mülteciler yaşıyor Tarım alanında en çok sömürüye ise Suriyeli mülteciler maruz kalıyor. Ülkelerindeki savaştan kaçan Suriyeliler, hayatlarını idame ettirebilmek için çalışmak zorundalar. Ancak daha çok
kar peşinde koşanlar, bu durumu bir fırsat olarak görüyorlar. Suriyeliler günde 11 saat boyunca 20 ile 40 lira arasında değişin yevmiye karşılığında çalışmak zorunda bırakılıyorlar. Alınan bu denli düşük ücretler ise Suriyeli bir ailenin geçimine elbette yetmiyor. Bu sebeple aile üyelerinin çoğu üretime katılmak zorunda kalıyor. Bu da Suriyeli çocuklarında çalışmak zorunda kalması demek. 3 milyon civarında Suriyelinin Türkiye/Kuzey Kürdistan topraklarında yaşadığı biliniyor. Bu rakamın çok büyük bir bölümü de tarım işçisi olarak çalışmak zorunda kalıyor. En düşük ücretlerin Antep, Maraş ve Çukurova'da verildiği belirtiliyor. Bunun nedeni ise bu bölgelerde çok sayıda Suriyeli işçinin olması geliyor. Aynı zamanda Suriyeli kadınların üretim alanlarında maruz kaldığı cinsel saldırıların boyutu da bilinmesine karşın hiçbir önlem alınmıyor. Suriyeli mültecilere adeta “En ucuza çalış, cinsel saldırıya uğra gerekirse öl” deniyor.
emek haber
01-15 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü
11
İşçiler ölüyor patronlar karlarına kar katıyor İş kazalarına, işçi ölümlerine, tedbirlere, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerine patronlar tarafından “maliyet” gözüyle bakılmaktadır. İktidar tarafından patronları korumak amacıyla çıkartılan yasalar sonucu işyerlerinde yaşanan işçi ölümlerine ya da iş kazalarına yönelik açılan davaların birçoğu patronların lehine sonuçlanmaktadır. İşçiler bir yandan patronların kar hırsının kurbanı olurken bir yandan da patronların istemleri doğrultusunda AKP iktidarı tarafından çıkartılan yasalar nedeniyle başvurdukları mahkemelerde bir sonuç alamamaktadır Türkiye’nin en önemli sorunlarından birisi haline gelen işçi sağlığı ve iş güvenliği konusu her gün yaşanan işçi katliamlarıyla her daim gündemde yer almaktadır. Yaşanan katliamların ardından AKP iktidarının sözcüleri üst üste
basına demeçler vererek ölümlerin çıkarılacak yasalarla engelleneceğinden ve işçiyi koruyacak yasaların çıkarılacağından bolca bahsetmektedirler. Yaşanan her işçi ölümünün ardından çıkarılan torba yasalarla işçi ölümleri sözde engellenmeye çalışılırken aksine işçi ölümleri gün geçtikçe artarak devam ediyor. Yaşanan işçi ölümlerinin gün be gün artmasının temel sebeplerini, eğitimsizlik, ihmal, iş yerlerinde güvenlik önlemlerinin alınmaması oluştururken esas sebebi ise patronların karlarına kar katma anlayışlarıdır.
İşçiler birer ikişer ölüyor İşçi katliamları daha çok inşaat, tarım, taşımacılık, belediye, metal, maden sektörlerinde meydana gelmektedir. Ancak özellikle şantiye haline gelen ülkemizde işçi katliamları tarım ve ulaşımın gelişmesi nedeniyle taşımacılık işkollarında yoğunlaşıyor. Bölgesel olarak da Marmara, Ege, Akdeniz ve İç Anadolu bölgeleri sektörel-sanayi olarak geliştiği için işçi ölümlerinin daha çok yaşandığı yerler olmaktadır. 2016’nın ilk 6 ayında yaklaşık 800 civarında işçi yaşamını yitirdi. Bu ölümler daha çok inşaat, tarım, taşımacılık, belediye, metal, maden sektö-
ründe yaşanıyor. 2014’ün Mayıs, Ekim aylarında yaşanan Soma ve Ermenek maden katliamlarında toplamda 319 işçi gerekli önlemler alınmadığı için hayatını kaybetmişti. Her ne kadar Soma katliamından sonra işçi sağlığı ve iş güvenliği konusu yeniden konuşulmuşsa bile, gündem olmaktan öteye gidememişti. Yaşanan ölümlerin ardından AKP iktidarının patronları korumaya devam ettiği, onların karlarına daha çok kar katmaları için çeşitli yasalar çıkarmış olduğu ve çıkaracağı da açık bir gerçektir. Öte yandan yaşanan onca işçi katliamlarının birinci derecede sorumlusu olan patronlar yargılanıp cezalandırılmak bir yana, hiçbir cezai yaptırımla karılaşmadan yargı tarafından adeta mükâfatlandırılıyorlar. Her dönem iktidarlar tarafından korunan patronlar bu zamana kadar hiçbir hapis cezasına almamıştır.
Yasalar patronların yanında, işçilerin karşısında İş kazalarına, işçi ölümlerine, tedbirlere, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerine patronlar tarafından “maliyet” gözüyle bakılmaktadır. İktidar tarafından patronları korumak amacıyla çıkartılan ya-
ÖNCÜ KADIN
salar sonucu işyerlerinde yaşanan işçi ölümlerine ya da iş kazalarına yönelik açılan davaların birçoğu patronların lehine sonuçlanmaktadır. İşçiler bir yandan patronların kar hırsının kurbanı olurken bir yandan da patronların istemleri doğrultusunda AKP iktidarı tarafından çıkartılan yasalar nedeniyle başvurdukları mahkemelerde bir sonuç alamamaktadır. Böylelikle yaşanan işçi kazaları ya da ölümlerin ardından patronlar maliyetin altında harcamalar yaparak işçi ölümlerine ve iş kazalarına zemin hazırlamaktadırlar.
Haziran’da 141 işçi yaşamını yitirdi İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi(İSİG) Haziran ayı iş cinayetleri raporunu açıkladı. Rapora göre; Haziran ayında en az 141 işçi yaşamını yitirdi. En fazla ölümler, yine inşaat, tarım, maden ve taşımacılık işkollarında yaşandı. Buna göre; 37 inşaat işçisi, 29 tarım emekçisi ve 16 taşımacılık işçisi can verdi. Madenler, Soma’dan sonra değişen pek bir şeyin olmadığını gözler önüne sererek Haziran ayında 10 işçiye mezar oldu.
≫ aycan solmaz
BOZKIRI TUTUŞTURACAK OLAN KADININ DEVRİMCİ ÇIKIŞIDIR
Y
asa koyucuların, tek bayrak, tek dil, tek din ve tek milliyet anlayışlarıyla, tekçi zihniyetlerin sirayet ettiği toplumlarda ve günümüz dünyasında faşizmin akla zararziyan saldırıları devam ediyor. Nereye baksanız doğanın ve onunla birlikte tüm canlıların var olma çabası artık doğal yaşamın getirdiği zorluklardan ziyade, insan denen varlığın yarattığı yıkımlarla mücadeleye dönüşmüş durumda. Mevcut sistem tarafından görünürlüğü silikleştirilen kadın ve onun üzerinden ezilen toplum gerçekliği önümüzde duruyor. Kimi zaman inceltilmiş eril söylemlerle ama daha çok da kabaca ve göstere göstere yapılan ve dillendirilen anlayışlara karşı koyuş ise kadın cinayetleriyle sonuçlanıyor. Son dönemde Çilem Doğan’ın kendisine şiddet uygulayan eşini öldürmesi ve akabinde verilen 15 yıllık hapis “cezası” yasa koyucuların taraflılığını bir kez daha göstermiştir. Çilem bugün kefaletle serbest kalmıştır ama kendisine yönelik tehditler de devam etmektedir. Bundan sonrasında bu toplumda Çilem’in yaşamını sürdürebilmesi nasıl mümkün olacaktır birlikte göreceğiz, ama tek bildiğimiz kolay olmayacaktır. Tüm bu saldırılara karşı burjuva yasaların da ka-
dını korumadığı yüzlerce kadın ölümüyle ortada iken, açık alanda mücadele eden kadın örgütlerinin tavır belirlemede ve yaşanan durumu değiştirmede çok belirleyici olamadığını görüyoruz. Kadın özgünlüğünde yaratılmak istenen ve verilmek istenen mesaj iyi okunmasına rağmen pratik karşı duruş ve mücadeleyi büyütmek, sokak ayağını örgütlemek ve anında etkin tavır almada yeterli olunamamaktadır. Burada anlatılandan mücadelenin inkârı anlaşılmamalıdır. Ancak örgütlü ve değiştirici bir ivme kazanma adına edilgen olduğunu görmek gerekiyor. Bu sistem içine sıkışmış çözümler nihai çözüm olarak görülemez. Kadın hareketlerinin an’da yaşanan haksızlıklara karşı yükselttiği talepleri desteklerken hedefi gözden kaçırmamalıyız. Mesele düzenin değişimi için tüm baskılara karşı direk eyleme girilme meselesidir. Sistemin zoruna karşı zoru kuşanarak savaşın ön cephelerinde öncü kadının devrimle buluşmasıdır. Bu buluşmalar tarihten günümüze hepimizin bilgisi dâhilinde iken, güncelimizde somut halini Rojava’da ve Kuzey Kürdistan’da hendeklerin arkasında savaşan kadınlarda görüyoruz. Tarihimizde öncü kadınlarımızdan Yeter Koç, Perihan Çolak, Aycan Tato, Barbara Anna Kistler ve Berna Ünsal’da gö-
rüyoruz. Parti 3. Kongresinin formüle ettiği Sosyalist Halk Savaşı perspektifi ile yaratılan öncü kadının mirasının iyi kavranması bir görev olarak önümüzde duruyor. Kadını güçlendirecek ve geliştirecek olan, kapitalizmin ve özel mülkiyetin yarattığı gerici ilişkiler ve kültüre karşı savaşın sıcak alanlarında, kendisiyle birlikte toplumu değiştirme cüreti ve feda ruhudur. Sınıfsal baskının gerçekliğini akılda tutarak tüm cephelerde var olma perspektifi ile donanan kadın özgür toplumu yaratabilir. Bugün için elzem olan Sosyalist Halk Savaşı’ndan anladığımızı sadece cephede savaş olarak sınırlandırmadan, toplumsal mücadelenin tüm alanlarında uygulayarak, öğrenip öğreterek yeni toplum ve insanı yaratma bilinciyle ele almaktır. Bütün zorbalıklara karşı kadının devrimci çıkışı tüm bozkırı tutuşturabilir. Ezilen emekçi halklara yönelik yürütülen saldırılara cevap olması adına, kadınlar olarak geleneksel davranış biçimlerimizi devrimcileştirerek kapsamlı bir değişim yaşamamız gerekiyor. Devrimci bir kültürle donanıp her alanda karşı koyuşu örgütlemeliyiz. Partisiyle buluşan kadın ısrarlı ve sürekliliği olan bir mücadele olan SHS ile özgür toplumu yaratacaktır.
01-15 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü
Cevabımız militan de AKP-Erdoğan iktidarı nezdinde ceberut devletin örgütlü şiddeti dozunu artırarak devreye girmekte, buna paralel sivil uzantılar da halk kitlelerini kuşatmaktadır. Bu karşıdevrimci hamleye karşı devrimci bir hamle ile karşı koymak, karşı koyulan yerde durmadan atılan adımı ileri taşımak gereklidir. Kuşatma daralmakta ve bu sinsice olmaktadır. Nefes alma zorlaşmakta; mecal, derman, enerji gittikçe azalmaktadır. Karşı-devrimin topyekûn savaş ilanına karşı, topyekûn mücadele ile karşı koyuş kuşatmayı parçalayacak, nefes almayı kolaylaştıracak, enerji-moral depolayacaktır. Depolanan her enerji mücadeleye yeni bir soluk katacak, yeni bir adım daha attıracak, kuşatanları kuşatacaktır. Bu devrimci militan bir atılım anlamına gelmektedir. Süreç böyle bir duruşu gerekli kılmaktadır, “Yeni Türkiye” adı altında taş üstünde taş bırakmayan barbarlar karşısında daha azını değil Görünen odur ki, faşizm üzerine kaygılı olan sınıf bilinçli ileri örgütlü öğeler dahi, yaklaşan tehlikenin ötesinde, yaklaşan felaketin dahi yeterince bilincinde değildir. ‘80 Askeri Faşist Cuntanın ayak seslerinin geldiğinin tespitini yapan ama buna karşı tedbir, buna uygun taktik, buna uygun mücadele yöntemi geliştiremeyen devrimci-komünist hareketin aldığı ağır darbeler, yaşadığı örgütsel yenilgiler, işkenceden geçirilen, katledilen, cezaevlerinde yıllarca yatan devrimci kitleler, dahası, bu noktada bilinçlendirilip örgütlenemeyen geniş halk yığınlarının en ağır şekilde sindirilmesi unutulmuşa benzemektedir. Faşizm, keyfi uygulanan bir yönetim biçimi değildir. İçinde bulunulan ekonomik koşulların ürünüdür. Siyasal coğrafyamızda, geniş halk yığınlarının Ekonomik, demokratik, akademik, sosyal, siyasal hak ve taleplerinin karşılanamaması karşısında gündeme gelen tepkilerin denetime alınması için devletin tüm kurumlarının örgütlü bir güç olarak şiddet temelinde konumlanmasıdır. Burjuva anlamda da olsa demokratik devrimini yapamamış, ilkel sermaye birikimini tamamlayamadan emperyalizme bağımlı hale gelmiş bir devletin, kurulduğu andan itibaren, örgütlü zor gücünü kullanması ve bunun sürekli bir biçime bürünmesi ekonomisinden bağımsız değildir. Ekonomik olarak toplumun asgari istemlerine dahi cevap olamama, bu istemleri baskı altına almayı zorunlu kılar. Bu faşizm olarak sosyal yaşama yansırken, siyasal olarak da devlete karakterini veren ve devleti şekillendiren bir hal alır. Ve kurulduğu andan itibaren bu niteliğe sahip olan “TC” devleti, AKP-Erdoğan iktidarı eliyle yeniden yapılandırılırken, faşizm de yeniden ve daha koyu bir şekilde tahkim edilmeye, dev-
let terörü yeni biçimde örgütlenmeye, toplumsal tabanı da örülmeye çalışılmaktadır. Faşizmin bu yeni biçimde ve daha koyu biçimde gündeme gelmesinin de nedenleri vardır ve ekonomiden, uluslararası gelişmelerden, siyasetten bağımsız değildir. Bunun emareleri uzun bir süredir tartışılmakta, devrimci kamuoyuna sunulmakta ve geniş halk kitlelerine derinden ve daha kapsamlı şekilde gelen bu tehlike karşısında örgütlenme ve mücadele çağrısı yapılmaktaydı. Gelinen aşamada bu çağrıların yeterli gelmediği, sürece cevap olmadığı ortadadır. AKP-Erdoğan iktidarı hem devrimci-komünist harekete musallat olan bu ataletli durumdan, hem burjuva egemen siyasetin müzmin muhalefetinden, hem de halk kitlelerinin tepkiler biriktirmesine rağmen örgütlü bir duruş sergileyememesinden hareketle hamle üstüne hamle yapmakta, yaşamı daha çok zapturapt altına alan düzenleme ve uygulamalar gündeme getirmektedir. 18 Haziran’da “Antik Çağdan 21. Yüzyıla Büyük İstanbul” etkinliğinde “cesur” olun sözleri AKP-Erdoğan iktidarının yalnızca Topbaş’a yapması gerekenler için bir yol verme olarak anlaşılmamalıdır. Öncesi olmakla birlikte piyasaya sürdüğü sivil faşist çetelere, yargı kurumlarına, bürokrasiye, polis ve askere de “yürü”melerinde daha cesur olmalarını telkin etmiştir. “Hassasiyet”, “refleks” gibi yaklaşımlarla derinleştirdiği kutuplaşmada “%50’yi zor tutuyorum” diyerek tehdit gücünü elinde tuttuğunu ifade eden Erdoğan, şimdi o bahsi geçen %50’ye cesur olun ve yürüyün demektedir. Kuzey Kürdistan’da yürüttüğü katliamda teşhir olan uygulamalardan kaynaklı askere dokunulmazlık zırhının hazırlanması, bundan sonra sırf Kuzey Kürdistan’da değil, tüm Ülkede daha “cesur” adımların atılacağına işarettir. Ki, “dünü” aratır bir şekilde en küçüğünden en büyüğüne en basitinden en karmaşığına gündeme gelen demokratik bir eyleme istisnasız olarak gaz ve TOMA’larla müdahale etmesi, gözaltına alması, şiddet uygulaması polis tarafından uygulamaya sokulmuştur. Yargıda yapmayı planladığı, gündeme ısıtıp ısıtıp getirdiği yeni düzenlemeler atılacak “cesur” adımların koruyucu kılıfı anlamına gelecektir. Yandaş yargı üzerinden -var olan “yargı”dan zaten bahsedilemezdi elbetteşimdi hukuksuzlukların daha rahat ve sorgulanamaz, hatta sorgulamaya çalışanların sorgulanacağı bir hale geleceği ortadadır. Her sorgulamanın “devletin birliği ve bütünlüğü” ile başlayan ve “hükümete darbe” ile biten iddianamelerin konusu olacağı su götürmezdir.
Sermayenin yeni birikim sürecindeki hamlesi: “Kayyum”lar AKP-Erdoğan iktidarından nemalanan sermaye çevresi, ekonomik çıkarları gereği daha radikal adımların atılmasını, elde edilen rekabet gücünün daha güçlenmesini, rakip sermaye karşısındaki avantajlı bir pozisyonunu daha da güçlendirmek ve bu güç üzerinden sermaye birikimini geliştirmek istemektedir. Bu genel olarak tüm sermayenin yönelimi-eğilimidir. Fakat iktidara yeni oturmuş (Cumhuriyet tarihi baz alındığında DP iktidarını da sayabiliriz) AKP-Erdoğan iktidarı nezdinde vücut bulan sermaye, rekabet gücünü daha da arttırmak ve
rakipleri karşısında birikimini ilerletmek arzusundadır. Bu arzuya, izlenen dış politikadan kaynaklı sıcak para akışının yavaşlaması, yabancı iştiraklerin geri dönmesi gibi ekonomiyi etkileyen sebepler, iç siyasette rakip sermayeye karşı devreye girmekte ve iktidarı daha hızlı, daha katı davranmaya yöneltmektedir. 7 Haziran seçimleri sonrası ortaya çıkan tablo karşısında panik havası yaşayan ve elde ettiği iktidarın yeteri kadar sağlam olmadığını düşünen AKP-Erdoğan kliğinin dozunu arttırarak yürüttüğü savaş her ne kadar 1 Kasım seçimlerinde hükümet olmasını sağlasa da, iktidar koltuğunun daha sağlam bir zemine oturması için daha baskıcı ve hâkimiyetini sağlamlaştırıcı tedbirler almayı zorunlu kılmıştır. AKP-Erdoğan iktidarı nezdinde egemen olan tekelci burjuvazi ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak istemekte ve bunu varlık-yokluk düzleminde ele almaktadır. Gelişmelere bakıldığında haksız da değillerdir. İzledikleri dış politikadan, iç politikaya, ekonomik politikalardan birçok uygulama göstermektedir ki, sıkışmış durumdadırlar ve daha rahat hareket edecek bir ortam oluşturmak istemektedirler. Yanına çekemediği Kürt kitlesine karşı kapsamlı saldırılar başlatması ve bunu MHP’ye taş çıkartırcasına milliyetçi temelde yapması, “barış-çözüm” aldatmacasıyla kandıramadığı Kürt halk kitlesinin yerine MHP kitlesini hedeflediğini göstermektedir. Temmuzun ikinci yarısıyla birlikte başlattığı katliam saldırıları karşısında MHP kitlesinin AKP’ye dönen yüzü de buna örnektir. Öyle ki, gelinen aşamada iç karışıklık yaşayan MHP, siyaset sahnesinde gerekli mi-gereksiz mi tartışmasının
perspektif
vrimci atılım... izlenen politik yönelimlerden birisidir. Zamanında komprador Türk burjuvazisinin palazlanma adına gayrimüslimlerin malına-mülküne-sermayesine el koyması gibi, bugün de AKP-Erdoğan iktidarı çevresine kümelenmiş sermaye çevresinin sermaye birikimine hizmet etmektedir. O dönemle tek farkı, bugün “kayyum” adı altında yasal düzenlemeyle hukuksal bir kimlik kazandırılmış olmasıdır. “Paralel”le mücadele adı altında Gülen Cemaati’ne yakın basın ve sermayeye “kayyum” atayarak ele geçiren AKP-Erdoğan iktidarının, şimdi Kürt belediyelerine atayacağı ”kayyum”larla sınırlı kalacağı sanılmamalıdır. Rant kapısı olarak ele alınan diğer belediyelere de çeşitli gerekçelerle kayyum atayacağı, dahası diğer sermaye çevrelerine de “kayyum”lar atayarak sermaye birikimine hız vermeye çalışacağı ortadadır. Bunu ne kadar başarır bu ayrı bir konu, fakat sermaye birikimi için ne gerekiyorsa yapmaya çalışacaktır. TÜSİAD ve benzeri çevrelerden “kayyum”lara ilişkin yürütülen eleştiriler bu minvalde ele alınmalıdır.
Daha üst boyutta mücadele dayatılmaktadır, cevabımız militan devrimci duruşla “kabulümüzdür” olmalı
konusu olmaya da aday hale gelmiş durumdadır. Sırf MHP değil, düzenin diğer partisi CHP de aynı sorunu yaşamakta, adına “demokrasi” dese de yaşadığı iç karışıklıklarla boğuşmaktadır. En son dokunulmazlık oylamasında ortaya koyduğu tavır dahi, yeniden yapılandırılan devletin bekası için AKP’den geri kalmayacağını göstermiştir. Burjuva siyasette rakiplerinin bu parçalı ve sorun yaşayan durumu AKP-Erdoğan iktidarını cesaretlendiren bir faktördür. Ve daha rahat hareket etmesine, adım atmasına, uygulamaları gündeme getirmesine cesaret kaynağı olabilmektedir. Örgütlü zor gücünü katliamlar eşliğinde topyekûn seferberlikle Kuzey Kürdistan’dan başlatan AKP-Erdoğan iktidarı, savaş uçaklarıyla yerle bir ettiği yerleşim alanlarını aynı zamanda yeni rant alanı olarak ele almakta, savaşın ihtiyaçlarına göre bu yerleşim yerlerini inşa etmeyi hedeflemektedir. Türkiye-Kuzey Kürdistan halkları içinde en dinamik halk kitlesi olarak öne çıkan Kürt halkını katliamla, sürgünle, yasaklarla sindirmeyi hedefleyen faşist devlet, yeni bir adım olarak da “terör”e destek veriyorlar diyerek DBP elindeki belediyelere “kayyum” atamayı hedeflemektedir. Hem Kürt halkının örgütlenmesinde bir araç olan ve yaşadıkları alanlar üzerinde söz-yetki-karar sahibi olmalarına olanak tanıyan bu araçlar ortadan kaldırılmak istenmekte hem de rant kapısı olarak görülen bu belediyeler bu yerleşim alanlarının yeniden yapılanma sürecinde sermaye için rant kapısı durumuna getirilmek istenmektedir. Fakat AKP-Erdoğan iktidarının gündeme getirdiği “kayyum” atamalarını sırf Kürt belediyeleriyle sınırlı tutmak eksik olacaktır. Kayyum atamaları sermaye birikimi için
Tüm bunlar ve daha sıralanamayan benzeri politik ve ekonomik uygulama ve düzenlemeler dahi ele alındığında, AKP-Erdoğan iktidarının kendisine ayak bağı olarak gördüğü parlamentoyu işlevsiz kılacak adımlar atması(dokunulmazlıkların kaldırılması, Meclis iç tüzüğünün yeniden ele alınması, hükümeti-bakanları işlevsiz duruma getirmesi, komisyonları işlevsizleşmeleri, gensoruların anlamsızlaşmaları…), yargıda yeni düzenlemelere gitmesi, ordu-askere dokunulmazlık girişimleri, kayyum atamaları, memurlara ilişkin yeni düzenlemeler vb. karşısında egemen sınıfların diğer kesimlerinden gelecek tepkilerden korkmamaktadır. Korktuğu halk kitleleridir. Halk kitlelerinin tepkileri, örgütlü tepkileridir. Halk kitlelerinin örgütlü gücüdür. Hem Topbaş nezdinde gündeme getirip sarf ettiği “Cesur olun” telkini, hem de sonrasında sanat ve spor çevresine verdiği iftar yemeğinde sarf ettiği “Milletimizin tüm gücüyle ve samimiyetiyle yanınızda olduğunu göreceksiniz” sözleri AKP-Erdoğan iktidarının başlattığı yeni hamlenin işareti olarak okunmalıdır. Yani, AKP-Erdoğan iktidarının siyasi görüşüne, politik yönelimine, uygulamalarına uymayan, itiraz eden en küçük bir eylem, İslami referansların eleştirdiği her bir hareket ve görünüş, seküler yaşamın her bir biçimi karşısında “cesur” adımlar atılacak, kadınlar sokak ortasında katledilecek, öğrenciler-gençler okullarından uzaklaştırılacak, memurlar “yandaş” olmadıklarından işlerinden atılacak, sanatçılar İslami dini motifleri, kişilikleri daha çok işleyecek, polis “kuş” uçurtmayacak, asker OHAL’in tüm olanaklarını daha rahat kullanacak, DKÖ’ler “terör yuvaları olarak kapatılacak, devrimci basın üzerindeki baskı daha artacak, sesleri kısılan devrimci-ilerici aydın, yazar, akademisyen ve sanatçılar kökten susturulacak... Ve en önemlisi de, “mahalle baskısı”yla kitleler denetim altına alınacaktır. Evlerinde tutulan %50’nin hazır kıtaları olan eli sopalılar bu iş için hazır beklemektedirler. Polisin ve ordunun yetişemediği
yerlere bunlar yetişecektir. Gelişmeler, devrimcilere, sosyalistlere ve halk kitlelerine daha üst boyutta ve daha aktif mücadele yürütmeyi dayatmaktadır. Ya bu mücadele kabul edilerek ona uygun bir duruş sergilenecektir, ya da 1980 Askeri Faşist Cuntası’nın devrimci harekette ve toplumda yarattığı sonuçların benzeri sonuçlardan daha ağırını yaşatacak sonuçları bugünden kabullenip sessizce beklenecektir. Başka da bir seçim şansı yoktur. Ve kimseyi teğet geçmeyecektir. Maoist komünistler, yaklaşan felaketin bilinci doğrultusunda cesur, militan adımlar atmalıdır. Halk kitlelerinin ayağa kaldırılması elbette zor bir iştir, fakat imkânsız değildir. Mevzu bahis olan kitlelerin kendi yaşamıdır ve bu yaşamı bekleyen tehlikeleri onlara anlatmak, bıkmadan usanmadan tekrar tekrar anlatmak ve kitleleri bu tehlikeler karşısında bir araya getirip mücadele etmelerini sağlamak militan devrimcilerin asli görevi, varlık nedenidir. AKP-Erdoğan iktidarı, devlet, kendini halk kitlelerine 24 saatin her saniyesini doldurarak anlatmakta, halk kitlelerini manipüle ederek bilinçlerini bulandırmakta-uyuşturmakta ve örgütlemeye çalışmaktadır. Maoist komünistlerin, karşı-devrimin bu çabasından daha azını yapması beklenmemelidir. Aksine her yönüyle AKP-Erdoğan iktidarının, devletin bu çabası engellenerek devrimci-komünistlere daha çok olanak yaratılmalıdır. Onlar halkın demokratik siyaset yapmasını engelliyorsa neden onlar da engellenmesin, seçilmiş halk temsilcileri yerel yönetimlerden alıkonuluyorsa, neden onlar da alıkonulmasın, “teröre” destek veriyor denerek yapılan tüm uygulamalar karşısında “karşıdevrimci terör”e destek veriyorlarsa neden cevap verilmesin, “mahalle baskısı” uygulayanlara neden “devrimci otorite” ile cevap olunmasın, polis terörüne neden “devrimci dayanışma” ile “birleşik mücadele” ile cevap verilmesin, ki ılımlı İslamcısı, Ergenekoncusu, ulusalcısı, milliyetçisi ortaklaşmış saldırıyor, neden her bir yerelde, semtte, ilçede halkların devrimci öncülerinin ortaklaşması sağlanarak militan mücadele yürütülmesin ki... Devlet ve sivil uzantılarının her bir yerdeki terörünü her yerde teşhir etmek, buna karşı militan tepki koymak, bunu örgütlemek ve bunu sürekli kılmak halk kitlelerine güven ve cesaret verecektir. AKP-Erdoğan iktidarı nezdinde ceberut devletin örgütlü şiddeti dozunu artırarak devreye girmekte, buna paralel sivil uzantılar da halk kitlelerini kuşatmaktadır. Bu karşı-devrimci hamleye karşı devrimci bir hamle ile karşı koymak, karşı koyulan yerde durmadan atılan adımı ileri taşımak gereklidir. Kuşatma daralmakta ve bu sinsice olmaktadır. Nefes alma zorlaşmakta; mecal, derman, enerji gittikçe azalmaktadır. Karşı-devrimin topyekûn savaş ilanına karşı, topyekûn mücadele ile karşı koyuş kuşatmayı parçalayacak, nefes almayı kolaylaştıracak, enerji-moral depolayacaktır. Depolanan her enerji mücadeleye yeni bir soluk katacak, yeni bir adım daha attıracak, kuşatanları kuşatacaktır. Bu devrimci militan bir atılım anlamına gelmektedir. Süreç böyle bir duruşu gerekli kılmaktadır, “Yeni Türkiye” adı altında taş üstünde taş bırakmayan barbarlar karşısında daha azını değil.
14 Sürecin doğru okunması ve devrim üzerine güncel analiz
Mevcut süreç Kürt direnişi ve savaşının yenilgisiyle sonuçlanırsa, bu, ülke halklarının bir ''karabasan'' altında yaşaması anlamına gelir. Ama süreç faşizme karşı direniş ve savaşın dinamikleriyle buluşup genel bir muhtevayla devrimci zeminde ilerlerse, bu, hâkim sınıfların kâbusu olarak büyür... İşte bizlerin süreç karşısındaki görev ve sorumluluğu noktadan çıkış almalıdır. Kelimenin tam anlamıyla bir yok edim uygulanıyor Kürt ulusuna. Tüm ezilen emekçi halklara tehdit olan bu ırkçı-faşist dalga kırılmak zorundadır. Bunda tüm sosyalistler, devrimciler, demokrat ve aydınlar ve elbette demokratik Kürt hareketi yükümlüdür Proleter devrimci siyaset doğal olarak pratik-politikasını toplumsal çelişkiler merkezinde odaklayıp, tüm ilgisini siyasi gelişmeler ekseninde toplar. Sınıf mücadelesi kaçınılmaz olarak tolumdaki tüm çelişkileri bünyesine alarak bu çelişkileri basamak edinir. Tüm toplumsal çelişkilerin toplamı sınıf mücadelesini oluşturur ya da sınıf mücadelesi hiçbir toplumsal çelişkiyi dışta bırakmadan konu edinir. Sınıf mücadelesinin en geniş bileşenleri veya güçleri de bu zeminde birleştirilmiş olur. Sınıf hareketi ancak bu toplumsal çelişkilere gösterdiği duyarlılık zemininde geniş emekçi kitleleri birleştirebilir. Geniş kitlelerin proleter devrimci sınıf önderliği altında ve/veya tarafından birleştirilmesi, özellikle de seferber edilmesi ancak onların genel ve özgün çelişkileri şahsında taleplerinin karşılanması, bu çelişkilerinin sınıf hareketi tarafından konu edinilip sahiplenilmesiyle mümkün olur. Daha somut olarak, halk kitleleri ne istiyor, sınıf hareketi olarak bizler ne istiyoruz sorusu temel meselelerdendir. Şayet geniş halk kitleleri ile bizlerin istemleri uyum gösteriyorsa burada büyük bir birlik-birleşmeden söz edilebilir. Bu müştereklik zemininde ikinci bir zorunluluk doğar: Birleşen istemler zemininde bu istemleri gerçekleştirmek için gerekli olan pratiğin sergilenmesi. İstemler pratik davranış ya da eylemde de birleşirse değiştirilmesi hedeflenen şeyin değiştirilmesi önünde gerici zordan başka bir
şey kalmaz. Ki bu gerici zor da, sınıf mücadelesi muhtevasında tarif edilen devrimci zor tarafından yenilir. Basitleştirilmiş bu seyir doğru siyasetten, bu siyasete uygun pratiğe, bu siyaset ve pratiğin sergilenmesinde rol oynayacak örgüt ve önderliğin olmasına, bu örgüt ve önderliğin doğru siyaset ve pratiği yetenekle yönetmesine, bütün bu süreçlerin meşakkatli bir emek ve mücadele süreciyle gelişmesine, ilkelerin takip edilmesinden siyasetin zengin olarak sergilenebilmesine kadar bir dizi meseleyi ve oldukça uzun bir mücadele yolunu kapsadığı unutulamaz. Kolay devrim, kolay kazanım ve ilerleme sınıflar mücadelesi doğasına aykırıdır. Emek ve üretim süreci ya da doğasına aykırıdır. Emek vermek, gerekli süre zarfında emek vermek ve bilinçli olduğu kadar fedakârca emek vermek, bu zeminde ileri olanı daima üretmek, birikim sağlamak, dinamik oluşturmak, şartları olgunlaştırıp hazırlamak, görev ve gereksinimleri yerine getirmek, bu uğurda bedel ödemek-bedel ödemeyi göz almak ve eylemde bulunmak her kazanım ve hedefin gerçekleştirilmesi sürecinin
01-15 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü
parçası ve doğasıdır. Kitlelerle birleşmenin zemini de budur. Ne var ki, kitlelerin sınıf hareketi önderliğinde birleştirilmesi bütün bu süreçler şahsında bir noktada somutlaşır, o da kitlelere güven veren bir örgütün ve önderliğin olmasıdır. Elbette bu örgüt ve önderlik siyaset yeteneği kadar eylem yeteneği de göstermek durumundadır. Yani doğru politika-siyasete endeksli olarak devrimci bir pratik ya da eylem de ortaya koymak durumundadır. Kitlelerin güveni ancak bu pratik eylemle tam olarak kazanılabilir. Dolayısıyla bu zeminde kitleler güven veren bir örgüt-önderliğin olması, istemler paydasında birleşen geniş kitleler ile sınıf hareketinin birleşmesinde tayin edici yerde durmaktadır. Sorun burada bitmez. Yukarıdaki şart ve gereksinimler belli bir gerçeği ifade ederler. Ancak bu gerçek başka gerçeklerle tamamlanmak durumundadır. Şöyle ki, geniş kitlelerin birleştirilmesi ve seferber edilmesi son tahlilde devrimin gerçekleştirilmesi için zorunludur, bu doğrudur. Doğrunun diğer bö-
lümü ise, mevcut siyasi süreç ya da durumun bir devrim anı mı, yoksa devrimci zeminde gelişen devrimci bir süreç mi olduğunun isabetle saptanmasıdır. Mevcut durum doğru tahlil edilip meseleye bu açıdan perspektif sunmak hayati önem taşır. Dolayısıyla işleyen bir devrimci sürecin ele alınışı ayrı ama devrim anının ele alınması daha farklıdır. Farklıdır çünkü, devrim anı için bu geniş kitlelerin esasta birleştirilmiş ve seferber edilmiş olması gerekmektedir. Devrimci zeminde gelişen devrimci bir süreç için ya da bu sürecin ele alınmasında ise geniş kitlelerin birleşmiş-birleştirilmiş ve seferber edilmiş olması bir şart değildir. Dolayısıyla, devrim anı olmayan devrimci süreçte geniş kitleler birleştirilmemiş olmasına karşın devrimci eylem vasıtasıyla devrim için ihtiyaç olan geniş kitlelerin birleştirilmesi, devrimci görevlerin yerine getirilerek gerekli birikim ve dinamizmin sağlanması, devrim koşullarının sübjektif güçlerinin yeterliliği ve hazırlığı bakımından genel şartların ol-
01-15 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü
gunlaştırılması sağlanır, sağlanabilir. Her nesnel devrimci şartlar uygunluğunun devrime çıkmayacağı açıkken, devrim için gerekli olan sübjektif gücün yaratılması ile bu iki şartın hazır bulunması zemininde devrime gidilebilir. O halde bu iki şart mevcut veya yeterli değilken, bir devrimden, devrim anından bahsetmek ve siyasi hat ya da yönelimi böyle pratikleştirmeye kalkışmak sol hata olur ki, devrimin örgütlenip gerçekleştirilmesi için sol hatanın son tahlilde sağ hatadan farklı bir kapıya çıkmayacağı da açıktır. Okun hedefe varmaması hedefin vurulamaması olarak yanlışken, okun hedefi aşıp daha uzağa gitmesi de hedefin vurulamamasıdır ve ikisi de yanlıştır...
Devrim hareketi ileri kitleleri esas alarak ilerler Sağ ya da sol siyaset kitlelerin istemleri veya durumu açısından da değerlendirilip tespit edilebilir. Kitlelerin istemleri ve buna bağlı hareketinden daha geri bir siyaset ve pratik zemininde isek, bu sağ olduğumuzu ama kitlelerin istem, durum ve hareketinin ilerisinde isek bu da sol olduğumuzu gösterir. Kitleler hazır değilse devrime kalkışmamalıyız öğüdü boş değildir. Nesnel durum veya gerçekliğe uygun bir politika izlemek hatalara düşmemek için kaçınılmazdır. Objektif durum veya nesnel şartların gerisinde bir siyaset ve pratik izliyorsak bu sağ olduğumuzu ama
nesnel durum ve şartların ilerisinde(üstünde) bir siyaset ve pratik izliyorsak bu da sol olduğumuzu gösterir. Burada bir gerçeğe daha işaret edilmek durumundadır. Diğer şartlara koşut olarak, geniş kitlelerin birleştirilmesi ve seferber edilmesi durumu devrim için şartken, devrimci gelişme süreci açısından geniş kitlelerin birleştirilmesi veya seferber edilmesi gibi bir koşul öne sürülemez. Bu anlamda devrimci süreçlerde sınıf hareketinin politikası-siyaseti-eylemi, geniş kitlelerin durumu, istemleri veya hareketlerine endeksli bir hat izlemekten ziyade, esasta ileri kitleleri ölçü alan ve onlara göre biçimlenen olmalıdır, ileri kitlelere göre biçimlenmek durumundadır. İleri kitleleri ihmal ederek geri kitlelere göre izlenen siyaset kuşkusuz ki, sağ ve kuyrukçu bir siyasettir. Devrimci örgüt ve önderliğin bir rolü de burada açığa çıkar ki, bu rol devrimci hareket ve dalgayı geliştirerek devrimci süreç ve şartları ilerletir, geliştirir. Ama ileri kitleler ölçü alınmaz, tersine geri kitleler ölçü alınarak politika veya pratik politika belirlenirse, bu, sağ olmanın yanında devrimci süreci geliştirmekten de uzak kalır. Şayet geniş kitleler hazırlanmış, birleştirilmiş ve seferber edilmiş değilse ve sübjektif güç olarak gerekli örgüt ve önderlik düzeyi yeterli değilse, devrimden söz etmek sol sübjektif bir siyaset ve hatadır. Devrim için sübjektif şart ile objektif şart
güncel analiz olmak üzere bu iki şartın bir arada bulunması şarttır. Devrim, mevcut iktidarla sınırlı hedef ve amaca sahip bir yönelimle ifade edilemez. Erdoğan-AKP iktidarı karşıtlığı ile devrimcilik tanımlanamayacağı gibi... Dolayısıyla devrimin gerici sınıf iktidarı gibi, doğrudan gerici sınıflar devletini, sistem ve düzenini hedeflemesi şarttır. Hatta devrimin en azından yıktığı devlete alternatif bir devlet kurmayı da hedeflemesi şarttır. Ki, ancak bu durumda devrim olabilir ya da devrimden bahsedilebilir. Devrim algısı bunun dışında olur veya bunun dışında tarif edilirse, o devrim anlayışı sakat ve sorunlu demektir. Siyasi süreçteki ciddi gelişmeler veya seyir haklı olarak devrimci politikanın ilgi alanına oturup gündemini işgal ederken, sürecin okunmasında farklı açılar veya yaklaşımlar gündeme gelmektedir. Devrim beklentisine kapılan yaklaşımlar kadar, ayak sesleri ''geliyorum'' diyen bir darbenin olacağını öngören yaklaşımlar da mevcuttu. Bu yaklaşımlar elbette siyasi süreç ve gelişmeler paralelinde belli bir nesnel zemine dayanıyor, fakat gerçekliği abartılı değerlendirip tam ve bütünlüklü gerçeği anlamaktan uzaktırlar. Elbette süreç, çıkarılan yeni yasaların, genişletilerek sınırsızlaştırılan yeni saldırıların keskinleşme eğilimiyle gelişiyor ve daha kanlı bir çatışmaya-savaşa hızla ilerliyor. Sürecin son derece tahripkâr ve yıkıcı gelişmelere sahne olacağı, saldırıların mevcut eğilimiyle daha da geniş yelpazeye serpileceği, daha acımasız saldırı ve darbelere tanıklık yapacağı, demokratik kırıntı namına söz etmek bir yana her şeyin tırpanlanıp en koyu faşist saldırganlığın hortlayacağı muhtemeldir, beklenmelidir de. Ancak buradan darbenin ayak sesleri geliyor sonucunu çıkarmak çok anlamlı değil. Zira yaşanan süreç tüm muhtevasıyla tam bir darbe sürecidir. En fazla bu sivil darbedir, askeri darbe gelecek denilebilir ki, bu da mevcut durumda ihtiyaç değildir burjuvazi açısından. Sivil darbe denilen mevcut süreçle zaten askeri darbe ile yapılan her şey yapılmaktadır. Dolayısıyla yaşanan sivil darbe sürecinden yeni bir darbe beklemek en azından şimdilik anlamsızdır. Öte taraftan devrim beklentisi de ruhen devrimci bir damarı-duyguyu taşısa da gerçeklik karşısında sübjektiftir, sol'dur. Zira, nesnel koşullar uygun olmasına karşın, sübjektif koşullar uygun, yeterli ve hazır değildir. Ulusal hareket askerisiyasi güç anlamında örgüt ihtiyacını karşılayan pozisyondadır. Fakat bu örgütsel-siyasi güce damga vuran önderlik ve çizgi devrim hedefinden uzaktır, ideolojik-siyasi olarak bu yeteneğe ve dinamiğe sahip değildir. Mevcut ulusal hareket önderliği ve çizgisi politik olarak devrimci rol oynasa da, stratejik olarak
15
bu dinamizme sahip değil, bilakis silahları masaya oturmanın baskı aracı olarak kullanmaktadır. Sergilenen devrimci direniş ve savaş pratiğine karşın, hedef ''özerklik'' ya da özyönetimden daha ileri değildir. Savaşın da anlaşma koşullarına, dönme esasına göre yürütüldüğü açıktır. Bunun genel stratejik siyasi-ideolojik yönelim olarak silahlı reformist olduğu açıktır. Kısacası bu örgüt ve önderlik niteliği ve çizgisinin bir devrime çıkması sübjektiftir. Sosyalist ve devrimci örgüt, önderlik açısından da devrime cevap verecek bir yeterlilik maalesef yoktur. Bu durumda devrim beklentisi yanılgılıdır.
Süreç devrimci harekete kararlı bir savaşı dayatmaktadır Sürecin devrim beklentisi ya da bir darbe beklentisi açısından yanılgılı değerlendirmesi bir gerçekken, ErdoğanAKP iktidarının bütünlüklü yönelim ve siyasi adımları ile bu zeminde mevcut emareler göz önüne alındığında bu sürecin en uçta bir kanlı savaşa dönüşerek belirleyici bir süreç olacağı da inkâr edilemez. Bu belirleyicilik salt Kürt Ulusal Hareketi’nin geleceği ya da sınıf hareketinin karşı karşıya kalacağı ağır faşist baskı koşulları açısından değil, aynı zamanda mevcut iktidarın geleceği açısından da önem kazanmaktadır. Bunlardan hareketle, sosyalist ve devrimci hareketin süreç karşısında kararlı bir savaş pratiği yürütme görevini militan ruhla üstlenmesi zorunludur. Aynı biçimde Kürt Ulusal Hareketi’nin de mevcut siyasi çizgisinde sebat ederek direniş savaşı veya karşı savaşını aynı kararlılıkla sürdürmesi elzemdir. Ki bu güçlerin ortak mücadele zemininde buluşarak güçlü bir direniş ve savaş cephesi yaratması da temel bir zorunluluktur. Sosyalist hareket bu süreç ve sürecin öne çıkardığı görevler karşısında hiçbir tereddüde düşmeden totale bakması ve siyasi yönelimini buna uygun olarak biçimlendirmesi tek doğru siyaset ya da siyasi tavırdır. Şu özet yapılabilir: Mevcut süreç Kürt direnişi ve savaşının yenilgisiyle sonuçlanırsa, bu, ülke halklarının bir ''karabasan'' altında yaşaması anlamına gelir. Ama süreç faşizme karşı direniş ve savaşın dinamikleriyle buluşup genel bir muhtevayla devrimci zeminde ilerlerse, bu, hâkim sınıfların kâbusu olarak büyür... İşte bizlerin süreç karşısındaki görev ve sorumluluğu noktadan çıkış almalıdır. Kelimenin tam anlamıyla bir yok edim uygulanıyor Kürt ulusuna. Tüm ezilen emekçi halklara tehdit olan bu ırkçı-faşist dalga kırılmak zorundadır. Bunda tüm sosyalistler, devrimciler, demokrat ve aydınlar ve elbette demokratik Kürt hareketi yükümlüdür.
16 İngiltere Referandumundan dünya haber
01-15 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü
Sosyalistler, İngiltere şahsında ırkçı-faşist eğilimin gelişmesi açısından gelişmenin bu yanını teşhir ederek karşı çıkmalı ama emperyalist örgütlenmelerin öyle ya da böyle zayıflamasını olumlu görüp emperyalist birliklerden çıkılmasını savunmalıdır. Sosyalistler elbette halkın, ulusun iradesine saygılıdırlar. Saygılı olmaları bu iradenin verdiği kararların mutlaka ya da her zaman doğru olduğu anlamında gelmez. Ulus iradesini yanlış yönde tayin etse de sosyalistler buna saygı göstererek tanırlar. O halde İngiltere'nin AB'den çıkma tavrı karşısında esasta nötr olmak, ama ırkçı-faşist eğilimin güçlenmesi özelliğindeki yanının teşhir edilmesi doğru olandır İngiltere'de AB'den çıkma ya da çıkmama sorusuna yanıt bulmak için gerçekleştirilen referandum sonuçlarında, %48'e karşı %52 oy oranıyla AB'ye hayır diyenler kazandı. Yani referandum sonuçlarından AB'ye hayır kararı çıktı. Bu “hayır”ın, gerek İngiltere açısından ve gerekse de AB açısından önemli bir gelişme olup belli sonuçlara yol açacağı kesindir. Referandumun yapılması alelade bir iş olmayıp referandumun öylesine yapılmadığı düşünüldüğünde, çıkan sonucun önemli gelişmelere yol açacağı da kendiliğinden açığa çıkar. İngiltere'nin mevcut başbakanı Cameron'un, İngiltere'deki sağ partiler ve aynı eğilimdeki partilerden milletvekillerinin AB'den çıkmaya dönük yaptığı çağrılar ve propagandalar karşısında, seçilip başbakan olduğu takdirde bu sorunu kamuoyuna götüreceğinin sözünü verdiği için bugün bu sözünün gereği olarak AB'de kalıp kalmamayı referanduma sunduğu söylenmektedir. Ki, referandum sonuçlarının bu sağ-faşist partilerin eğilimleri doğrultusunda çıkmasıyla birlikte Cameron istifa kararını açıkladı. Bu referandum objektif olarak Cameron ile aşırı sağcı ve ırkçı olan bu faşist kesim ve partiler arasındaki bir referandum olarak anlam kazanmaktadır. Dolayısıyla Cameron’un bu sonuçtan sonra istifa etmesi olağandır. Referanduma gitme kılıfı, başbakanın verdiği söze uygun olarak referandum
çağrıları ve istemlerini dikkate alıp bu kararı vermesi biçiminde gerekçelendirilmektedir. Ancak bu gerekçenin tek başına sağlam ve gerçekçi olmadığı ya da tek neden olmadığı aşikârdır. Muhtemel başka nedenleri, emperyalist sistemin karşı karşıya olduğu ekonomik-siyasi kırılganlıklar sürecinde ve özelde de AB'nin karşı kaşıya olduğu ekonomik-siyasi sorunlar sürecinde “gemisini” kurtarma telaşı, aynı biçimde emperyalist bloklar arası dalaşta yeni pozisyon alma yaklaşımı olarak ve benzeri biçiminde değerlendirilebilir. Ki, İngiltere'nin ortak para
birimi Euro'ya geçmeyerek temkinli davranması ve ABD'nin AB içindeki “Truva Atı” değerlendirmelerine yol açan pozisyonu bütün bunlara bir anlam vermektedir... Öte taraftan İngilteresiz bir AB'nin nasıl bir gelişme süreciyle karşı karşıya kalacağı, İngiltere'nin mevcut tavrının başka AB üyesi ülkelere yansıyıp yansımayacağı, yansıması durumunda AB'nin beklenenden daha ciddi sorunlara gebe kalarak geleceğinin ne olacağı, AB'nin İngiltere'nin tavrından sonra yaşanacak muhtemel gelişmelerin siyasi boyutlarının olacağı gibi,
ekonomik boyutlarının olacağı da kaçınılmaz olacaktır. Bu gelişmeler, İngiltere ile AB ilişkilerinin bundan sonra nasıl biçimleneceği, İngiltere'nin nasıl bir süreç izleyeceği ve ortaklıklarının nasıl biçimleneceği, bunun emperyalist bloklara nasıl yansıyacağı, İngiltere iç siyaseti ve siyasi yaşamının hangi dengelerde ve hangi siyasi eğilimlerle biçimleneceği, ırkçı-faşist eğilimin daha da güçlenmesi, iç faşistleşme sürecinin hızlanması ya da kan tazelemesi, başını çeken ülkeler arasında olan İngiltere'nin bu çıkışıyla birlikte AB'nin siyasi ve ekonomik bakımdan objektif olarak zayıflaması, Euro-Dolar ve Sterlin arasındaki değer oynamalarının ekonomik sonuçları ve EuroDolar dengesindeki bozulmanın Dolar lehine olup Dolar emperyalizminin güç kazanması biçiminde özetlenebilirler... Bu gelişmeler ve daha fazlasının gündeme gelmesi bazı yansımalarda kaçınılmaz ve söz konusu olası gelişmelerin geneli açısından da muhtemeldir. Yani, bu olası gelişmeler tablosundaki öğelerin çoğu çıkış sürecine tabi olarak gündeme gelecektir. Ancak AB'nin geleceği hususunda bazı sorunların gündeme gelmesi muhtemel olsa da, AB'nin çözülme sürecine girmesi veya yakın dönemde dağılması gibi gelişmeler gerçekçi değildir. AB'nin önemli bir güç odağı olduğu, ayakta kalma dinamikleri taşıdığı, 27 üyelik bir örgütlenme olarak gücünü muhafaza edeceği ve hatta İngiltere üzerinde belli düzeyde yaptırımlarda bulunup basınç oluşturması mümkündür. Ki, AB'nin İngiltere’ye baskısı daha ilk günden yaptığı açıklamalarla kendisini yansıtmıştır. İngiltere'nin bu süreçten sonra AB ile yeni anlaşma şartlarında müzakerelerde bulunma eğilimi AB ülkeleri tarafından reddedilerek, böyle bir görüşmenin olmayacağı ve İngiltere'nin zaman kaybetmeden referandum sonuçlarına uygun adımlar atması gerektiği açıklanmıştır... Uluslararası tekellerin merkezlerini Londra'dan taşıma ve yatırımlarını durdurma yönündeki açıklamaları İngiltere'nin özellikle ekonomik açıdan karşı karşıya kalacağı sorunları alenen ortaya koyarken, AB'nin İngiltere'ye dönük baskısını da ortaya koyan gelişmedir. Elbette AB, İngiltere'nin birlikten çıkmasıyla birlikte objektif olarak etkilenecektir fakat bu etkilenme esas olarak İngiltere aleyhine daha etkili ve ağır olacaktır. AB örgütlüğü zemininde bakıldığında bunu söylemek mümkün...
01-15 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü
dünya haber
17
Avrupa Birliği’ne Hayır! Devrimci bakış açısıyla meselenin irdelenmesi Devrimci bakış açısı ve politika açısından yaklaşıldığında ise, daha farklı değerlendirmeler yapmak gerekmektedir. AB bir emperyalist blok ve örgüt-örgütlenmedir. Almanya, Fransa, İngiltere gibi AB'nin baş aktörleri bu birlikten zarar gören değil, talan, sömürü ve ekonomik-siyasi nüfuzlarını büyütme anlamında menfaat sağlayan durumdadırlar. Dolayısıyla bu birlik bu ülkelerin çıkarlarına hizmet eden ve esasta bunlar lehine olan bir örgütlenmedir. Fakat bu ülkeler dışında kalan ve özellikle de kapitalist yarı-sömürge durumunda olan ya da AB'de yedek güçler olarak yer alan diğer ülkeler açısından durum tam tersinedir. Bunlar ulusal çıkarlarını üstün tutup geliştirme yerine, baş aktörlere yamanıp esasta onlara angajedirler ve onların nüfuzunu güçlendiren durumdadırlar. AB'ye üyelik süreciyle birlikte ekonomik olarak zayıflayan, iflas ve moratoryumlar eşiğine gelen ülkeler gerçekliği düşünüldüğünde AB'nin esasta kimlerin çıkarlarını temsil ettiği ve kimlerin çıkarlarına aykırı olduğu açıkça görülebilir... Bu zeminde bakıldığında, her emperyalist blok ve birliğin dağılması gibi, AB'nin de dağılması, emperyalist örgütlenmelerin-birliklerin zayıflaması, egemenlik ve tahakküm altında tutukları ülke pazarlarındaki talanlarının gerilemesi ve bu pazarlar üzerindeki tahakküm ve talanın zayıflaması bakımından iyidir, desteklenmesi gerekendir. Zira bu birlikler emperyalist karakteri gereği, geri ülke ve halklar üzerindeki emperyalist tahakkümü derinleştirip etkili kılan, emperyalist nüfuzu büyüten gerici örgütlenmelerdir. Dolayısıyla dağılmaları, yıkılmaları, emperyalist nüfuzun görece de olsa zayıflaması, ezilen ulus ve halklar üzerindeki talan ve baskının nispeten zayıflaması anlamında buyruk ulus ve halklar lehine bir gelişmedir. İngiltere'nin birlikten ayrılması, somutta İngiltere ve hatta Avrupa çapında hortlayan ırkçılık ve faşistleşme eğilimi zemininde cereyan eden gelişmedir. Bu anlamda genel olarak emperyalist birlik ve örgütlenmelerin dağılması olumlu karşılanacak bir gelişme olmasına karşın, İngiltere'de yaşanan gelişme objektif olarak bu yanı barındırsa da, esasta ve siyasi olarak ırkçı-milliyetçi faşist gelişmeler zemi-
ninde cereyan etmesi itibarıyla somut olarak değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Daha doğrusu, İngiltere’nin AB'den çıkma tavrı ikili özellik taşımaktadır. Birincisi veya siyasi olarak önemli olan özelliği, bu gelişmenin ırkçı-faşist gelişme zeminine sahip olmasıdır. İkincisi ise, dünya halkları ve ezilen ulusları üzerinde hegemonya unsuru veya araçlarından biri olan emperyalist örgüt-örgütlenmenin görece zayıflaması ya da sorunlar yaşaması gerçeğidir. Sosyalistler, İngiltere şahsında ırkçı-faşist eğilimin gelişmesi açısından gelişmenin bu yanını teşhir ederek karşı çıkmalı ama emperyalist örgütlenmelerin öyle ya da böyle zayıflamasını olumlu görüp emperyalist birliklerden çıkılmasını savunmalıdır. Sosyalistler elbette halkın, ulusun iradesine saygılıdırlar. Saygılı olmaları bu iradenin verdiği kararların mutlaka ya da her zaman doğru olduğu anlamında gelmez. Ulus iradesini yanlış yönde tayin etse de sosyalistler buna saygı göstererek tanırlar. Fakat doğrusunun ne olduğunu veya ulus iradesinin ortaya koyduğu sonucun hatalı olduğunu anlatmaktan da geri durmazlar. İngiltere'de yaşanan gelişme, rakamsal sonuçlar ve biçimsel açıdan toplumun
iradesini yansıtmaktadır. Dolayısıyla yok sayılması veya saygı gösterilmemesi düşünülemez. Ancak buna rağmen, bu gelişmenin gerici faşist eğilimi kuvvetlendirdiği veya bu zeminden beslendiği gerçeği atlanamaz. Bilakis bu gerçeğin teşhir edilmesi zorunludur. Erdoğan'ın toplumun %52 oy desteğini alarak cumhurbaşkanı seçilmesi onu kabul edeceğimiz anlamına gelmez. Bunda yapılan seçim veya referandumların gerçek anlamda demokratik koşul ve biçimde gerçekleştirilip gerçekleştirilmemesi tayin edicidir. Toplumsal kitlelerin manipüle edilmesi, seçim ve referandum oyunlarının binbir hile, entrika ve gayrı meşru yöntemlerle gerçekleştirilip, sonuçların bu maharetle yönlendirilerek tayin edilmesi gibi gerçekler göz önüne alındığında; bu seçim ve referandumların demokratik ve meşru olmadığı, dolayısıyla sonuçlarının da toplumun gerçek iradesini yansıtmayıp meşru olmadığı açıktır. Bu zeminde yapılan seçim ve referandumların sonuçlarının halkın-ulusun iradesi olarak lanse edilip saygı gösterilmesi de esasta yanlıştır. Tersi olsaydı Erdoğan ve tüm faşist iktidarları meşru sayıp kabul etmek gerekirdi ki, bu doğru olamaz. İngiltere'de siyasi durum ve
mülteciler sorunu gibi gelişmeler kullanılarak gerici milliyetçi duygulara hitap edilerek referandum sonuçlarının, dolayısıyla toplumun iradesinin yönetilmesi bir yana, İşçi Partisi milletvekilinin öldürülmesi de referandum sonuçlarını etkilemeye dönük faşist bir eylemdi. O halde buradaki referandumun da demokratik ve özgür şartlarda gerçekleştirildiği söylenemez. Her şeye karşın izlenen yöntem bir sonuç ortaya çıkarmıştır ve İngiltere'nin buna uygun davranmasından başka bir şey düşünülemez. Fakat bu tercih İngiltere'nin emperyalist niteliğinde bir ilerleme, emperyalist emel ve dünya dışına çıkma veya emperyalist boyunduruktan kurtularak bağımsız olma gibi anlamlar taşımamaktadır. Dahası ırkçı-faşist gelişme ekseninde gündeme gelen gelişme olması itibarıyla pozitif olarak rol oynamamaktadır. O halde İngiltere'nin AB'den çıkma tavrı karşısında esasta nötr olmak, ama ırkçı-faşist eğilimin güçlenmesi özelliğindeki yanının teşhir edilmesi doğru olandır.
18
güncel yorum
01-15 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü
Sivas Katliamı sadece Alevilere dönük bir mesaj ve saldırı örneği değildir elbette. Sivas Katliamı Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın düşünen, sorgulayan, üreten, halktan yana devrimci-demokrat güçlerine dönük bir mesajdır aynı zamanda. Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok, Hasret Gültekin, Behçet Aysan gibi ülkemiz tarihinin en önemli aydın-yazar-sanatçılarının da aralarında bulunduğu 33 kişinin hunharca katledilmesi bu gerçekliğe en önemli örnektir. Sivas ile hedeflenen, tekçi paradigmaya teslim olmayıp devrimci-demokratik cephede yer alan Alevilikti, düşünen-sorgulayan-üreten aydınlık beyinlerdi, devrimci mücadeleye, gelecek güzel bir dünya düşüne inanan ve bu uğurda mücadeleye ilham olan devrimci fikirlerdi 2 Temmuz 1993 yılında faşist “TC” tarafından organize edilen Sivas Katliamı’nın üzerinden 23 yıl geçti. Her yıl geleneksel olarak yapılan Pir Sultan Abdal Şenlikleri esnasında, Madımak Oteli’nde kalanlara dönük devlet organizeli gerçekleştirilen saldırılar neticesinde, otelde kalan 33 aydın, yazar, sanatçı ile 2 otel çalışanı yaşamlarını yitirdi. İnsanlık tarihine kara bir leke olarak yazılan Sivas Katliamı’nın üzerinden geçen zaman zarfında ise bırakalım katliamın faillerinin açığa çıkartılıp yargılanması, birçoğu ödüllendirilerek devletin çeşitli kademelerinde görevlendirildi. Faşist “TC”nin “Tek din, dil, bayrak, devlet, düşünce” paradigmasına göre inşa ettiği “Türkiye Cumhuriyeti”, kuruluşundan bu yana, bu gerici-faşist paradigmaya uymayan, karşı duran, kabul etmeyen kesimlerin teslim ve tasfiye edilmesi üzerine bina edilmiştir. Bu gerici-faşist saldırı furyasının en önemli üç hedefi ise 3K olarak tarif edilen komünistler, Kızılbaşlar ve Kürtlerdir. Faşist “TC”nin Osmanlı’dan devraldığı gerici yönetim modelini, çağa ve emperyalist efendilerinin isteklerine uygun bir şekilde güncelleyerek hayata geçirdikleri “TC”nin, özellikle kuruluş süreci öncesi ve esnasında, Ermeniler, Süryaniler, Rumlara karşı uyguladığı soykırım politikası ve katliamlar tam bir etnik temizlik hamlesidir. Hem siyasi, hem de ekonomik ve kültürel olarak faşist “TC”, soykırıma tabi tuttuğu başta Ermeniler olmak üzere çeşitli millet ve inançlardan halkların kanı üzerine kurulmuştur. Bu soykırım ve katliam sürecinde, taktik-
Sivas’ın ateşi sönmeyecek pragmatist bir şekilde Kürtlere bazı vaatlerde bulunup, yanına çekme politikası güdülmüş ve bu politikada dönemsel kazanımlar elde edilmiştir. Faşist “TC”nin bu sinsi politikasını görmeyip, kuruluş sürecine methiyeler dizenlerin, Türk-Kürt ulusları dışında diğer ulus, milliyet ve inançtan halkımızın kanıcanı üzerine inşa edilen bu gerici-faşist devletin özüne dair hiçbir şey anlamadıkları ortadadır. Faşist “TC”nin kuruluş süreci ve sonrasına dair doğru-bilimsel fikirler edinmek isteyenlerin komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın analizlerine yeniden bakmalarını tavsiye ederiz.
Türk-İslam Sentezi 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında dağılma aşamasına gelen Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki bir kesim, özellikle Fransız Devrimi sonrası canlanan ulus-devlet modeline sarılarak, temel eksenini Türklük ve İslam’ın Sünni kolunun oluşturduğu yeni bir devlet kurma arayışına girdiler. Böylesine “homojengüçlü-bir arada kalabilecek” bir devlet yaratmak içinse, belirli bir coğrafi sınır, insan gücü, ekonomi ve siyaset gerekiyordu. Daha önce Balkanlar’da yaşanan kopmalar, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan yenilgiyle çıkılması, Osmanlı’dan devralınan toprak miktarının ve içte Türk-İslam sentezine uygun kitlenin azlığı, böylesine bir projeyi oldukça
zora sokuyordu. Çeşitli ulus-milliyet ve inançtan halkın aynı coğrafya üzerinde yaşadığı bir alanda tekçi bir zihniyetle hayata geçirilmeye çalışılan bu proje ise, baştan faşist bir diktatörlüğün taşlarını döşüyordu. Osmanlı zamanında çeşitli katliamlara maruz kalmış Alevilerin, sürece olan haklı güvensizlikleri, 19. yy boyunca merkezi Osmanlı iktidarı ile çeşitli çatışmalar yaşamış olan Kürtlerin haklı kaygı ve beklentileri, keza büyük bir soykırımdan geçirilen Ermenilerin, Süryani ve Rumların, böylesine bir projeye haklı olarak karşı durmaları, bu gerici-faşist paradigmanın gündemden kalkmasına vesile olmamış, bilakis emperyalist güçlerinde desteği alınarak çeşitli ulus-milliyet ve inançtan halkların kanı üzerine “TC” inşa edilmiştir. “TC”nin kuruluşundan itibaren faşist bir diktatörlük şeklinde yönetildiği, çeşitli dönemlerde sürecin ihtiyaçlarına dönük hayata geçirilen bazı politikaların bu gerçeği değiştirmeyeceği, tarihte defalarca ispatlanmasına rağmen hala bu yönde körlük yaşayanların bulunması ise şaşırtıcı bir durum. Bu duruma son örnek AKP’nin kendisidir. Hatırlatmakta fayda var; bugün hiçbir maskeye gerek duymadan açık faşist bir diktatörlük yönetimini hayata geçiren AKP’den daha düne kadar demokrasi, özgürlük bekleyen ve bu minvalde zımni destek veren-
ler haylice çoktu. Bu körlük durumu maalesef “TC” tarihi boyunca çeşitli biçimlerde yaşanmış ve her seferinde ezilen-emekçi kesimlere büyük faturalar olarak geri dönmüştür. Faşist “TC”nin bina edilmesine harç olan en önemli iki kaynağın Türklük ve İslam inancı olduğunu söylemiştik. İslam inancı içerisinde ise Sünni mezhebin merkeze alındığı bir realite söz konusu. Türk-İslam sentezinin kendisine düşman olarak seçtiği en önemli kesimlerden biri ise kuşkusuz Alevilerdir. Alevilik inancının ve bu inanca mensup milyonlarca insanın, faşist “TC” tarafından ehlileştirilmelerine, teslim alınmalarına, bunlar yapılamıyorsa da tasfiye edilmelerine dönük sistematik politikalar hayata geçirilmiştir. Burada önemli bir noktanın altını çizmemiz gerekiyor. Faşizmin Alevilere dönük saldırıları sadece bir inanç meselesi üzerine kurulu değildir. Bu saldırı aynı zamanda Türkİslam sentezli uluslaşma sürecinin sekteye uğraması, Alevilik inancının bağrında taşıdığı ilericilik, özellikle Dersim örneğinde olduğu gibi, kendi kimlik ve inançlarını yaşama noktasında ortaya koydukları tavırlardır. Kuşkusuz faşist “TC” dikensiz bir gül bahçesi hayaliyle sahneye çıkmış ama yaşamın acı gerçekleri karşısında şaşkına uğrayarak, faşist saldırı ve katliam furyasına
01-15 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü
başlamıştır. “TC”nin ilk 50 yılında Alevilere dönük gerçekleştirilen sistematik katliam saldırılarından en öne çıkanları Koçgiri ve Dersim’dir. Faşizm bu iki katliamla tam bir soykırım örneği sergilemiştir. Bu katliamların izleri, acısı hala tazeliğini korumakta, bu katliamcı zihniyet hala bütün yönleriyle mevcudiyetini sürdürmektedir. Alevilere dönük saldırı furyasının en önemli ikinci ayağını ise 1970’li yıllardan sonra görmekteyiz. Bu dönemde hem dünyada ve hem de Türkiye-Kuzey Kürdistan’da gelişen-yükselen sol dalganın etkisiyle, milyonlarca insan çeşitli şekillerde devrimci mücadeleyle tanışmış, bu mücadele içerisinde yer almıştır. Ülkemizde gelişen devrimci mücadelenin en önemli sosyal dayanaklarından birisini ise kuşkusuz Aleviler oluşturuyordu. Başta Dersim olmak üzere, Alevilerin önemli bir bölümü sınıf mücadelesi içerisinde kendi kimlik ve talepleriyle beraber devrimci mücadeleye katılmış ve önemli bir kitle gücü olarak kendisini var etmiştir. Faşizmin bu dönemde çeşitli ulus ve milliyetlerden emekçi halkımıza dönük gerçekleştirdiği kapsamlı saldırı ve katliamlar hafızalardaki tazeliğini koruyor. Bu katliam furyasının hedeflerinden birisi ise kuşkusuz Alevilerdi. Zaten faşizmin kurucu kodlarıyla uyuşmayan, bu kodlara teslim olmayan Alevilerin bir de devrimci-komünistlerle ortak paydalarda buluşup, devrimci mücadele saflarında yer almaları tehlikeyi çok büyük bir hale sokuyordu. Bu süreçte Alevilere dönük toplu katliamlar gerçekleştirilerek, Aleviler bir kez daha teslim alınmaya çalışılmıştır. Malatya, Çorum ve en büyük katliamlardan biri olarak tarihe geçen Maraş, bu katliam sürecinin acı örneklerindendir. Bu katliamlarla yüzlerce Alevi katledilirken, on binlercesi yerlerini-yurtlarını bırakarak başka yerlerde yaşamak durumunda kalmışlardır. Daha sonraki süreçte yaşanan Gazi-Ümraniye katliamları da bilinçliplanlı bir saldırı dalgasının ürünüdür ve hedef devrimci güçler ile Aleviler arasındaki bağı koparmaktır.
Sivas Katliamı Alevilere dönük sistematik saldırıları sadece fiili katliamlarla açıklamak yetmez. Bahsettiğimiz üzere Alevilere dönük sistematik bir saldırı söz konusu ve bu proje yaşamın bütün alanlarında; devletin en üst kademelerinden, okullara, yargıya, günlük yaşama değin hayata geçirilmektedir. Faşizmin etnik ve dini milliyetçilik üzerine inşa ettiği bu gericilik önemli bir kitle desteği de bulmuş-bulmaktadır. Aksi bir durum olsaydı faşist “TC” pervasız katliamları böylesine rahatlıkla hayata geçiremezdi. Ki dikkat edilirse gerçekleştirilen katliamların birçoğunda sivil unsurlar en ön safta yer almışlardır. Faşizmin kendisine oluşturduğu bu gerici-faşist sosyal dayanak, Ermeniler, Rumlar, Aleviler ve Kürtlere karşı gerçekleştirilen birçok katliam ve saldırıda aktif rol almışlardır.
Ermeni Soykırımı’ndan Sivas Katliamı’na değin katliamlar sürecinde bu gerçekliği net olarak görmekteyiz. Bu gerici-faşist zihniyetin kendisini en vahşi şekilde sahnelediği örneklerden birisi ise Sivas Katliamı’dır. Oldukça organize ve sinsi bir şekilde hayata geçirilen Sivas Katliamı ile Aleviler bir kez daha sindirilerek teslim alınmaya çalışılmış, lakin bırakın teslim olmayı bu katliamdan sonra Aleviler arasında örgütlü mücadele ihtiyacı daha yakıcı bir şekilde kendisini dayatarak, yaşamsallaşmaya başlamıştır. Sivas Katliamı sadece Alevilere dönük bir mesaj ve saldırı örneği değildir elbette. Sivas Katliamı Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın düşünen, sorgulayan, üreten, halktan yana devrimci-demokrat güçlerine dönük bir mesajdır aynı zamanda. Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok, Hasret Gültekin, Behçet Aysan gibi ülkemiz tarihinin en önemli aydınyazar-sanatçılarının da aralarında bulunduğu 33 kişinin hunharca katledilmesi bu gerçekliğe en önemli örnektir. Sivas ile hedeflenen, tekçi paradigmaya teslim olmayıp devrimci-demokratik cephede yer alan Alevilikti, düşünen-sorgulayan-üreten aydınlık beyinlerdi, devrimci mücadeleye, gelecek güzel bir dünya düşüne inanan ve bu uğurda mücadeleye ilham olan devrimci fikirlerdi. Sivas Katliamı’nın dönemsel-istisnai bir durum olmadığını “TC” tarihine bakarak rahatlıkla görebiliriz. Ki katliamdan sonra bugüne dek yaşananlar dahi tek başına faşist “TC”nin katliamdaki rolü ve yaklaşımını net olarak gösteriyor.
Yargılama Tiyatrosu Sahnede Bizzat Özel Harp Dairesi tarafından plan-
güncel yorum lanıp, uygulamaya konulan Sivas Katliamı sonrası, 190 kişi gözaltına alındı. Bunların 124’ü hakkında “Laik anayasal düzeni değiştirip din devleti kurmaya kalkışma” suçlamasıyla dava açıldı, geriye kalanlar serbest bırakıldı. Sivas Katliamı davasının ilk duruşması 21 Ekim 1993 tarihinde yapıldı. 20 Aralık 1994 tarihinde karara bağlanan dava sonucunda, 22 kişi hakkında 15’er yıl, 3 kişi hakkında 10’ar yılı 54 kişi hakkında 3’er yıl, 6 kişi hakkında 2’şer yıl hapis cezası, 37 kişi hakkında ise beraat kararı verildi. Yapılan itirazlar sonucu Yargıtay verilen kararı esastan bozarak, mahkemenin yeniden görülmesine karar verdi. 28 Kasım 1997 tarihinde açıklanan yeni kararda 33 kişi idama, 14 kişi ise 15 yıla kadar değişen hapis cezalarına mahkûm edildi. 24 Aralık 1998 tarihinde verilen hapis cezaları Yargıtay tarafından onandı. 33 kişi için istenen idam cezası ise usul noksanlıkları nedeniyle bozuldu. Yeniden başlayan yargılama sonrası 16 Haziran 2000 tarihinde 33 kişi DGM tarafından yeniden idam cezasına çarptırıldı lakin 2002 yılında idam cezasının kaldırılmasıyla verilen cezalar müebbet ağır hapis cezasına dönüştürüldü. 13 Mart 2012 tarihinde görülen duruşmada ise dava zaman aşımına uğrayarak düştü. Sivas Katliamı davasında yer alan katillerin birçoğu dönemin hükümetleri tarafından kurtarılırken, katliamda yer alan 7 sanığın aranırken askere gittiği, evlendiği ve ehliyet aldığı ortaya çıkmıştı. Bu sanıklar arasında Cafer Erçakmak’ın dosyası 26 Aralık 1994’te, sanıklar Şevket Erdoğan, Köksal Koçak, İhsan Çakmak, Hakan Karaca, Yılmaz Bağ ve Necmi Karaömeroğlu’nun dosya-
19
ları ise 16 Haziran 1994’te tefrik edilmişti. Çakmak’ın aranırken 27 Temmuz 1999’da Sivas Altınyayla Belediyesi’nde evlendiği, 22 Mayıs 1997’de askere gittiği, çocuğunu nüfusa kaydettirdiği, Emniyet’e başvurarak ehliyet bile aldığı anlaşıldı. Sanıklardan Yılmaz Bağ’ın ise aranırken Sivas Kangal ilçesinde düğün yaptığı belirlendi. Sivas Katliamı katillerinin avukatlığını yapanların büyük bir çoğunluğu ise sonraki dönemlerde devlet içerisinde önemli görevlere getirtildiler. 35 insanı diri diri yakanların avukatlığını avukatlardan bazılarının aldıkları görevler şunlar: Av. Celal Mümtaz Akıncı - Afyon Barosu Başkanı ve AKP oylarıyla Anayasa Mahkemesi üyesi, Av. Hayati Yazıcı AKP’nin Devlet Bakanı, Av. Haydar Kemal Kurt AKP Isparta Milletvekili, Av. Zeyid Aslan - AKP Tokat Milletvekili, Başbakan Erdoğan’ın eski avukatı, Av. Hüsnü Tuna AKP Konya Milletvekili, Av. Burhanettin Çoban - Afyonkarahisar AKP’li Belediye Başkanı, Av. Faik Işık - Başbakan Erdoğan’ın ve Süleyman Mercümek’in avukatı, Av. İbrahim Hakkı Aşkar - 22. Dönem AKP Afyon Milletvekili, Av. M. Ali Bulut - AKP Maraş Milletvekili ve Anayasa Komisyonu üyesi, Av. Bülent Tüfekçi - AKP Malatya İl Başkanı, Av. Halil Ürün - RP kayıp trilyon davası sanığı, AKP Afyon Milletvekili, Av. Mevlüt Uysal - AKP İstanbul Başakşehir Belediye Başkanı, Av. Nevzat Er - Eski AKP Eminönü Belediye Başkanı, Av. Suat Altınsoy - AKP Konya İl Başkanı Yardımcısı, Av. Tayfun Karali - İstanbul Büyükşehir Belediyesi Darülaceze Müdürü, Av. Ferruh Aslan - İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın Yayın Müdürü, Av. İbrahim Kök - AKP Elazığ Milletvekili Aday Adayı, Av. Ali Aşlık - Eski AKP İzmir İl Başkanı ve 2011 seçimi milletvekili, Av. Bedrettin İskender - AKP Ümraniye Belediye Başkan adayı, Av. Ekrem Bedir Sakarya AKP Hendek Belediye Meclis Üyesi, Av. Faruk Gökkuş - AKP Kâğıthane Belediye Başkanlığı Aday Adayı, Av. Hasan Hüseyin Pulan - AKP İstanbul İl Disiplin Kurulu üyesi, Av. Hurşit Bıyık AKP Trabzon İl Başkan Yardımcısı, Av. Reşat Yazak - Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Üyesi. 19 yıl süren davanın ardından 13 Mart 2012 tarihinde görülen duruşmada 2’si ölen, 5’i firari olan 7 kişi hakkında zamanaşımı kararı verilerek dava düşürüldü. Söz konusu karar sonrası dönemin Başbakanı R.T. Erdoğan tarafından yapılan şu yorum, bir bütün gerçekliği gözler önüne sermek adına yeterlidir; “Milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun. Zaten onlar da söylüyorlar... Yıllar yılı içerde olan vatandaş, içlerinde kaçak olanlar vardı. Bilemiyorum tabii onlar da var...”
20
güncel haber
01-15 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü
Kitlesel katliamlarla örülen topyekûn gerici savaş devrimci kalkışmaları şart koşmaktadır Tartışılması gereken mevcut iktidarın bu kadar pervasız saldırıları ve kitlesel katliamlar gerçekliği karşısında devrimci ve ilerici toplumsal güçlerin gösterdikleri siyasal tavrın kendisidir. Ki Erdoğan/AKP iktidarının zaten bu kadar pervasız saldırmasının esas nedeni kendisine karşıt olarak gördüğü devrimci ve ilerici toplumsal dinamikleri bastırmak ve korku cenderesi yaratarak tamamen etkisiz hale getirmektir. Bunda önemli oranda başarılı olduğu da bir gerçekliktir. Bu bağlamda bu topyekûn savaş ve saldırganlık nasıl püskürtülebilinir sorusu temel bir önem teşkil etmektedir. Proleter devrimciler başta olmak üzere bütün devrimci ve ilerici toplumsal güçlerin sürecin ciddiyeti ve ihtiyaçları doğrultusunda politikalar geliştirerek güne müdahale etmesi artık kaçınılmaz devrimci bir zorunluluktur. Bu düzlem geliştirilmediği sürece mevcut kitlesel katliamlar devam ederek toplum tamamen teslim alınmaya çalışılacaktır. Koyu karanlık dehlizlerin bir daha yaşanmaması için beynimizdeki prangaları parçalayarak var gücümüzle insanlığın kurtuluş mücadelesinde yerimizi almalıyız Kitlesel katliamlar gerçekliğinin artık rutinleştiği ve devrimci/ilerici güçler dâhil topluma kanıksatıldığı bir süreçten geçmekteyiz. Bunun ne kadar tehlikeli bir durum olduğunun farkında mıyız kestirmesi zor bir soru. Farkındalık me-
selesi yaşanan toplumsal gelişmeler ve artık akıl sınırlarını dahi zorlayacak bir düzeyde meydana gelen vahşete ve barbarlığa karşı gösterdiğimiz tavır ve reflekslerle ilintili bir durumdur. Kitlesel katliamlar gerçekliğinin artık sıradanlaştığı ve yaşamın sanki kaçınılmaz bir sonucu olduğu bu tarihsel kesitte yaşananları kaba ve sadece gerici iktidarın politik manevraları düzleminde açıklamak eksik bir yerde durmaktadır. Tabi ki yaşananları yaratan ve kendi politik hedefleri doğrultusunda biçimlendirip korku imparatorluğu yaratarak toplumu zapturapt altına almaya çalışan Erdoğan/AKP iktidarının bir sonucu olduğu tartışmasız bir gerçektir. Ki mevcut iktidarın ideolojik geleneksel dokusu bunu besleyen ve bu zeminde kendi gerici paradigmasını topluma zorla dayatan bir yerde durduğu açıktır. Fakat tartışılması gereken mevcut iktidarın bu kadar pervasız saldırıları ve
kitlesel katliamlar gerçekliği karşısında devrimci ve ilerici toplumsal güçlerin gösterdikleri siyasal tavrın kendisidir. Ki Erdoğan/AKP iktidarının zaten bu kadar pervasız saldırmasının esas nedeni kendisine karşıt olarak gördüğü devrimci ve ilerici toplumsal dinamikleri bastırmak ve korku cenderesi yaratarak tamamen etkisiz hale getirmektir. Bunda önemli oranda başarılı olduğu da bir gerçekliktir. Bu bağlamda bu topyekûn savaş ve saldırganlık nasıl püskürtülebilinir sorusu temel bir önem teşkil etmektedir. Proleter devrimciler başta olmak üzere bütün devrimci ve ilerici toplumsal güçlerin sürecin ciddiyeti ve ihtiyaçları doğrultusunda politikalar geliştirerek müdahale etmesi artık kaçınılmaz devrimci bir zorunluluktur. Bu düzlem geliştirilmediği sürece mevcut kitlesel katliamlar devam ederek toplum tamamen teslim alınmaya çalışılacaktır. Koyu karanlık dehlizlerin bir daha yaşanma-
ması için beynimizdeki prangaları parçalayarak var gücümüzle insanlığın kurtuluş mücadelesinde yerimizi almalıyız.
Katliamların sorumlusu Erdoğan/AKP iktidarıdır Kitlesel katliamlar politikasını devreye sokarak toplumu sindirmeye çalışan Erdoğan/AKP iktidarı tartışmasız olarak önceki katliamlarda olduğu gibi son katliamın da bizzat sorumlusudur. Manipülasyonlar yaratarak kitlelerin tepkisini engellemek babında katilleri başka yerlerde ve adreslerde arama sahtekârlığı ve sözüm ona IŞİD’e yönelik yapılan göstermelik operasyonlar bu gerçekliği asla ortadan kaldırmaz. Ki IŞİD denilen barbar güruh bizzat Erdoğan/AKP zihniyetinin ve iktidarının kendisidir. Önceki katliamlarda olduğu gibi son katliamda da her haliyle saldırıların IŞİD tarafından yapıldığı ayan beyan ortada olmasına rağmen ısrarla ve pişkince başka
güncel haber
01-15 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü
yerleri adres göstermek, Erdoğan/AKP iktidarı ile IŞİD arasında var olan stratejik ortaklığı ortaya koyan bir durumdur. Katliamın özellikle “TC” ile Rusya ve İsrail arasında yaşanan anlaşmalar ve “TC”nin deyim yerindeyse karizmasının çizilerek tökezlediği, hizaya getirildiği bir sürecin hemen ardından yapılması tesadüfî bir durum değildir kesinlikle. Yaşanan katliam dolayısıyla doğallığında gündem tersine döndürülmüş, Erdoğan/AKP iktidarına “kanlı” bir nefes aldırılmıştır. Erdoğan/AKP iktidarı bizzat kendisinin yarattığı ve sebebi olduğu katliamlar gerçekliği zeminini kendi gerici politikalarına payanda yapmada oldukça başarılı olmaktadır. Ki yaşanan katliamlar ve topyekûn savaş sürecinin yarattığı atmosferi “ülkenin bölünmezliği, terör” vb. politikalarla propaganda ederek geniş yığınlar başta olmak üzere kendisiyle çatışma halinde olan diğer bütün burjuva-gerici parti ve odakları da arkasında hizaya getirmiş durumdadır. Dolayısı ile devrimci ve ilerici güçler bu kirli politikaları teşhir ederek kitlelere gerçekleri anlatmalı ve aydınlatmalıdır. Bu yapılmadığı sürece Erdoğan/AKP iktidarı yaşanan bütün toplumsal meseleleri ve bizzat kendisinin sebep olduğu faşizm,
gericilik ve katliamlar gerçekliğini bin bir türlü kirli araç ve manipülasyonlarla propaganda edip kitleleri daha da kutuplaştırarak kendi politik zeminini güçlendiren ve “meşruluk” kazandıran bir algıya dönüştürmektedir.
Keskinleşen süreç keskin bir mücadele ve savaşı dayatmaktadır İçinden geçmekte olduğumuz sürecin her açıdan keskin bir muhteva içerdiği ve daha da keskinleşeceği güçlü olasılıklardan biridir. Ki hem egemenler cep-
hesinde hem de ezilenler cephesinde yaşanan politik gelişmeler bunun göstergeleridir. Erdoğan/AKP iktidarının kitlesel katliamlarla beslediği topyekûn savaşı daha da boyutlandıracağı kesinlik arz eden bir durumdur. Erdoğan/AKP iktidarının bunu yapmaktan başka bir seçeneği de zayıf ihtimallerden biridir. Keskinleşen toplumsal mücadele ve savaş gerçekliği yaşamın bütün alanlarında bizlere keskin mücadeleleri ve bir adım daha öne atılmayı şart koşmaktadır. Keskinleşen süreç ancak keskin
ANTAGONİZMA
21
mücadele biçim ve araçlarının devreye konulması ile karşılanabilinir. Yaşanan gelişmeler ve süreç bir bütün olarak bizlere iki tercih yapmamızı dayatmaktadır: Ya topyekûn savaş gerçekliğini kabul ederek hizaya geleceğiz ya da topyekûn savaşa karşı devrimci savaş mevzilerini kuşanarak ve yeni devrimci mevziler yaratarak cevap olacağız. Kuşkusuz ki tercihimiz tartışmasız olarak ikincisi olacaktır/olmalıdır. Bu bağlamda sürecin tersine çevrilmesinde birleşik devrimci mücadele hattı tayin edici bir yerde durmaktadır. Bu noktada hali hazırda atılan önemli adımlar(HBDH) olmasına rağmen, bu adımlar hala gerçek manada rolünü oynayamamaktadır. Var olan atıl durum ve bu noktada zayıflatıcı rol oynayan politik yönelimler ve anlayışlar iyi bir şekilde değerlendirilmeli ve ideolojik mücadele yürütülerek sürecin ihtiyaçları ve kitlelerin çıkarları merkeze koyularak daha ileri bir düzeye taşınmalıdır. Kitlelerin bizlerden beklentisi budur. Dolayısıyla devrimci savaşı sadece belli alanlarla sınırlı tutmayarak toplumsal mücadelenin bütün alanlarına kendi özgünlükleri düzleminde yaymalıyız. Ancak bu biçimde gerici faşist kuşatma ve savaş önlenebilinir ve Erdoğan/AKP iktidarının manevra alanları daraltılabilinir.
≫ muzaffer oruçoğlu
İBO'NUN ÇALIŞMA TARZI bo bir konuda ciddi bir yazı kaleme almadan önce, konuyla ilgili ön araştırmaya giriyordu. Diğer dağları, olanca haşmetiyle görebilmek için haşmetli bir dağa tırmanmak olarak görüyordu ön araştırmayı. Bulduğu kitapları, dokümanları okuyor, yakın arkadaşlarının görüşlerini alıyor, sonra oturup yazmaya başlıyordu. Birincil ile ikincil, esas ile tali, acil ile acil olmayan, öncelik ile sonralık ayrımlarını yapmadan edemiyordu. Konunun doğasına ve kendini kolayca ele verme özelliklerine bağlı olarak bazen parçadan bütüne, bazen de bütünden parçaya doğru yürüme tarzını izliyordu. Gerçeğe açılan kapı hangi noktadaydı ve hangi tarzla daha kolay aralanabilirdi bu kapı? Farklı ve oldukça ateşli bir arzuya, geleceğin çelişkilerini, günün çelişkileri içinde görme arzusuna sahipti. Ders kitaplarını tümüyle okumazdı. Okuyacağı kitabın asıl istinat noktalarını tespit ederdi. Kitabı belirleyen ana tema veya kilit sorun üzerinde yoğunlaşırdı. Bunlara bağlı diğer tüm tali sorunlara, ana temanın veya kilit sorunun esaslı bir şekilde kavranmasından sonra yönelirdi. "Bu kitabı dokuz formül belirliyor," derdi. "Dokuz formülü de üç formül belirliyor. Bu üç formülün en önemlisi şudur." Edebiyat dergilerinde öncelikle şiirleri, şiirler içinde
İ
de öncelikle ilgisini en çok çeken (İkinci Yeni) şairlerin şiirlerini okur, kalemle altlarını çizer, işaretler kor, notlar düşerdi. Okuduğu dergilerin boş sayfalarına, o anda içine doğan dizeleri yazdığı da olurdu. Bazen, çinili kütüphanede benim masama gelir, işaretlediği bir şiiri göstererek, "Şunu oku bakalım," derdi. Okur, "Bir şey anlamadım," derdim. "Peki sende ne gibi duygular ve çağrışımlar yarattı? Şiirin iç sesini duydun mu?" derdi. "Vala bende bir bok yaratmadı, ses mes de duymadım," derdim. Güler, bir başka şiiri okuturdu. Ona göre, okur şiiri anlasa da anlamasa da, şiirin duygusu, iç sesi, iç zenginliği, okurun duygusuna ve diline akıyor, onu değişime uğratıyordu. Çoğu okur, bu değişimin farkında olamıyordu. İstanbul'da, Demirdöküm gibi önemli fabrikaların bulunduğu Alibeyköy işçi semtinde çalıştığı bir dönemdi. "Şehirlerdeki çalışmalarda, işçi sınıfı arasındaki çalışma esastır," diyordu. "İşçi sınıfı arasındaki çalışmalarda fabrikalar, fabrikalar içinde büyük fabrikalar esastır. İleri işçilere dayanıp, geri işçileri kazanmak; işçilik geçmişi uzun olan, pratikte sınanmış, ileri bilinçli, kişilikli işçilerle partiyi inşa etmek." İşçiye, çok iyi bildiği kendi sorunlarını anlatmaya karşıydı. Dolambaçsız, doğrudan sosyalizmi ve komünizmi anlatmayı yeğliyordu. Herhangi bir çalışma bölgesinde güç haline gelebilmek için öncelikle bölgeyi tanımak gerektiğine ina-
nıyordu. Bunun için bölgenin sosyo-ekonomik yapısının, yakın tarihinin ve kültürünün tespitini, tahlilini zorunlu görüyordu. Belli başlı çelişkileri, temel çelişkiyi, baş çelişkiyi isabetli bir tarzda tespit etmek için böylesi bir tahlil zorunluydu. Her sınıfın temel ve acil sorunu nedir? Güvenilir dostlar, kararsız dostlar, orta unsurlar kimlerdir? Düşmanlar kimlerdir? Baş düşman kimdir? Düşmanlar arasındaki çelişkilerin mahiyeti nedir? Araştırma ve tespitler, eksiksiz ve esasa ilişkin olmalıydı. İhtiyatı, zaman zaman elden bırakıyordu. Ama genelde, kuyusunu iki ucu sivri iğne ile kazmayı tercih eden bir insandı. Barındığı, çalıştığı yeri, temiz ve derli toplu tutuyordu. Alçakgönüllü ve yalındı. İyimserlik, sevinç, şaka, oyun ve müzik, yaşamının vazgeçilmez ögeleriydi. Tartışmalarda inatçıydı. Komünizmin büyük ustalarının, kararlı ve ortodoks bir izleyicisiydi. Söz konusu ustalara, kuşkucu, esnek ve eleştirel bir iklimle yaklaşma eğilimleri göstermiyordu. Teoriyi pratik içinde inşa etmek, temel tarzıydı İbo'nun. Komünist devrimciliğin, ideal bir yaşam tarzı olduğunu söylüyordu. İster cezaevinde, isterse dışarda, en ağır baskı altında olsun, sistemle bağlarını koparan, sisteme başkaldıran her komünistin özgür olduğu kanısındaydı. İyimserliği, yaşam sevinci, geleceğe olan güveni, önemli ölçüde bu anlayıştan kaynaklanıyordu.
22
güncel haber
01-15 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü
Kamusal alanın fethi: Onur Haftası LGBTİ hareketi hem politik zeminden yükselen bir hareket hem de bulunduğumuz coğrafyada yaşanan sorunların birbiri ile bağlantısı olduğunu gören bir diyalektiğe sahip. Dolayısıyla demokrasi güçlerinin bileşenlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Bu konumlanış beraberinde saldırıları da getiriyor. LGBTİ hareketin politik konumlanması böyle bir yerde dururken toplumsal muhalefette ise homofobik ve transfobik bir ittifak söz konusu. Bu sebeple LGBTİ’lere yönelen herhangi bir saldırıda toplumsal muhalefeti bir araya getirmek, güçlü bir karşı koyuş sergilemek ise zor bir yerde duruyor 7 Haziran seçimleri sonrası yaratılan atmosfer topyekûn bir savaş sürecini beraberinde getirdi. Suruç katliamı ile başlayan bu süreci Amed, Ankara katliamları ve peşi sıra Gever, Sûr, Nisebîn’de yaşanan katliamlar izledi. İktidarın ayrıcalıklı konumunu koruma ve bu konumu daimi hale getirme isteği; şehirlerin abluka altına alındığı, gözaltında kayıpların çoğaldığı, vahşet bodrumlarında yüzlerce insanın yakıldığı, demokratik hak ve taleplerin tümden askıya alındığı, faşist, ırkçı, tekçi anlayışın tüm topluma yayılmaya çalışıldığı, bir arada yaşam umuduna karşılık öfke, kin ve nefretin yayıldığı bir ülke yarattı. Tek devlet, tek millet, tek din söylem-
leri eşliğinde işledikleri suçların hesabını vermek istemeyen muktedirler ellerindeki tüm araçlarla şiddetin dozunu arttırmış, toplumsal muhalefeti yok etmek için korku iklimini hâkim hale getirmiştir. Son 1 yılda neredeyse her ay bombalar patlatılmış, ilçeler şehir savaş uçakları ile bombalanmış, ülke açık bir mezarlığa çevrilmiştir. Tüm bu saldırılarla toplumsal muhalefetin kazandığı mevziler hedef alınarak bir arada durduğumuz alanlar dağıtılmaya çalışılmıştır. İktidarın başlattığı bu topyekûn savaş genişleyerek içine akademisyenleri, gazetecileri, inanç gruplarını, göçmenleri de alarak palazlanmış, nefret kültürü körüklenmiştir. Bu saldırıların son örneği ise 7. Trans Onur Haftası ve 14. LGBTİ Onur Haftası’nın örgütlenme sürecinde görüldü. “Ramazan ayı,” “Kutsal aylar,” “İslami
hassasiyet,” “İslam’a hakaret” gibi söylemlerle Onur Haftaları manipüle edilmiş, Valilik ve devlet erkânından gelen açıklamalarla yürüyüş yasaklanmıştır. Sendikaların dahi alan kaybettiği bir dönemde LGBTİ’lerin alan ısrarı toplumsal muhalefet açısından önemli bir yerde durmaktadır. Müslüman Anadolu Gençlik, Alperen Ocakları gibi selefi, paramiliter güçlerin dâhil olduğu, 3 IŞİD çetesinin saldırı hazırlığında yakalandığı, valiliğin yasak koyarak engellemeye çalıştığı iki haftada tarihine yaraşır bir şekilde gerçekleştirildi. Trans Onur Haftası Komisyonu’nun Valiliğin yasak kararı ile ilgili “Vali’nin kararını tanımıyoruz,” “İzin istemedik ki” minvalindeki açıklamaları Stonewall direnişine yakışan bir noktada dururken LGBTİ Onur Haftası’nın “Yürüyüşü iptal ediyoruz. İstiklal’in ara sokaklarına dağılıyoruz” açıklaması ertesinde bütün Taksim’i direniş alanına çeviren iradesi yaratıcılığın önemini bizlere göstermektedir.
Peki, neden yıllardır müdahale edilmeyen Onur Yürüyüşleri son iki yıldır engelleniyor? LGBTİ hareketi hem politik zeminden yükselen bir hareket hem de bulunduğumuz coğrafyada yaşanan sorunların birbiri ile bağlantısı olduğunu gören bir diyalektiğe sahip. Dolayısıyla demokrasi güçlerinin bileşenlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Bu ko-
numlanış beraberinde saldırıları da getiriyor. LGBTİ hareketin politik konumlanması böyle bir yerde dururken toplumsal muhalefette ise homofobik ve transfobik bir ittifak söz konusu. Bu sebeple LGBTİ’lere yönelen herhangi bir saldırıda toplumsal muhalefeti bir araya getirmek, güçlü bir karşı koyuş sergilemek ise zor bir yerde duruyor. Nefret cinayetleri, homofobi, transfobi ya da başka herhangi bir konuda duyarlı olduğunu iddia eden politik kitle örgütleri ya eylemlere hiç teşrif etmez ya da bir temsilci yollayarak bu sorumluluğun altından kalkmaya çalışır. Bunun en berrak örneğini Orlando katliamında görüldü. Bazı alternatif hareketler açıklama yapmazken bazıları ise katliamın yöneldiği LGBTİ’leri görmezden geldi. Açıklamalarında bu durumdan bahsetmediler bile. Bu homofobik ve transfobik ittifak dünyanın birçok yerinde aynı hattı izledi. Orlando şahsında bu ittifakın evrenselliğini bir kez daha görmüş olduk. Tüm bu açık ya da bilinçsiz ittifakların ortasında sisteme kafa tutan, anayasal haklarını kullanmakta hiçbir sakınca görmeyen LGBTİ’ler, Taksim ısrarı ile kurulan bu ablukaya açık cevap oldu. Egemenlerin, cihatçıların ve paramiliter grupların tehdidi karşısında kamusal alanı terk etmeyerek tarihe not düştü. Şimdi sıra toplumsal muhalefetin tüm bileşenlerinde. Ya homofobi ve transfobi illetiyle yok olup gitmeye ya da hep birlikte özgürleşmeye!
tarih
01-15 TEMMUZ 2016 Halkın Günlüğü
23
Gözaltında kaybetme saldırısının ilk halkalarından: Hasan Gülünay Devletin bugün halklara karşı başlatmış olduğu topyekûn savaş konsepti doğrultusunda gözaltında kaybetme saldırısını yeniden devreye koyduğu ve önümüzdeki süreçte daha etkin bir saldırı politikası olarak kullanacağı açıktır. Bir ayı aşkındır gözaltına alınan ve kendisinden hala bir haber alınamayan Hurşit Külter örneği bunu açıkça ortaya koymaktadır. Tüm çaba ve yaratılan kamuoyuna rağmen Hurşit Külter’den hala bir haber alınamamaktadır. Bu da devletin önümüzdeki süreçte bu kirli politikayı yeniden devreye sokacağını göstermektedir Sınıflar mücadelesi karşıt güçler arasında her tarihsel kesitte farklı farklı biçim ve mecralarda keskin olarak devam etmektedir. Bu mücadele seyri içinde proleter devrim perspektifi ile hareket edenler kendi geçmiş tarihsel süreçlerini devrimci bir perspektifle muhasebe ederek, devrimci tecrübeler çıkartarak yoluna daha ileri bir düzeyde devam etmişlerdir. Proleter devrimciler tüm araç ve mücadele biçimlerini ve bu düzlemde olgunlaşan tüm politikalarını halkların çıkarını esas alarak gelecek dünya tasavvurlarına uygun olarak kavrarlar. Burjuvazi ise tam tersine sınıf mücadelesi gerçekliğinde halklara karşı savaşımda kendi karşı devrimci niteliğine uygun olarak her türlü insanlık dışı uygulama ve kirli politikaları devreye sokarak kendi saltanatını korumaya çalışmaktadır. Onun kendi saltanatını garanti altına almak için yapmayacağı bir şey yoktur. Bu anlamda akıl sınırlarını zorlayan çeşitli kirli araçlarla pervasız bir biçimde halkların özgürlük ve kurtuluş mücadelesine saldırarak bastırmaya çalışmaktadır. Fakat burjuvazinin bütün bu insanlık dışı uygulamaları ve saldırıları halkların devrim ve komünizm yürüyüşünü durduramamıştır
ve bugünde durduramayacaktır. Burjuvazinin halklara karşı savaşta kullandığı en kirli politikalardan biri de gözaltında kaybetme saldırısıdır. Özellikle toplumsal mücadelenin yükseldiği koşullarda egemenlerin hemen devreye soktukları kirli saldırıların başında gözaltında kaybetme politikası gelmektedir. Özellikle 90’larda başta Kürt Ulusal Hareketi olmak üzere yükselen toplumsal kurtuluş mücadelesi karşısında faşist “TC” bir dizi kirli politikanın yanında(köylerin yakılıp yıkılması, sokak infazları…) devreye soktuğu en etkili ve kirli politikalardan biri de gözaltında kaybetme saldırısı olmuştur. Faşist “TC”nin gözaltında kaybetme saldırısının ilk halkalarından biri Proleter Öncü savaşçısı Hasan Gülünay’dır. 20 Temmuz 1992 yılında sabah işe gitmek için evinden çıkan Hasan Gülünay’dan o tarihten bugüne hala bir haber alınamamıştır. Gözaltında kaybedilen Hasan Gülünay’ın mezarına da ailesinin ve devrimci demokratik kamuoyunun bütün girişimlerine rağmen hala ulaşılamamıştır. Kaybedildiği günden bu yana kayıplar mücadelesinin simge isimlerinden biri olan Hasan Gülünay’ın gözaltında kaybedilmesine dair ailesinin başvurusu üzerine durumu değerlendiren AİHM, “Gülünay soruşturmasının yeteri düzeyde yapılmadığına karar vererek soruşturmanın yeniden başlatılması” gerektiğini açıkladı. Gülünay ile başlayan devletin gözaltında kaybetme saldırısı sistematik bir devlet politikası olarak devreye konulmuş, onlarca devrimci, komünist ve yurtsever gözaltına alınarak kaybedilmiştir. Hala onlarca kişinin mezar yerleri bilinmemektedir. Gözaltında kaybetme saldırısında sonrasında ise Hasan Ocak ve Talat Türkoğlu başta olmak üzere onlarca devrimci ve ilerici yer alarak kayıplar mücadelesinin simgeleri haline gelmişlerdir. Devletin bugün halklara karşı başlatmış olduğu topyekûn savaş konsepti doğrultusunda gözaltında kaybetme saldırısını yeniden devreye koyduğu ve önümüzdeki süreçte daha etkin bir saldırı politikası olarak kullanacağı açıktır. Bir ayı aşkındır gözaltına alınan ve kendi-
sinden hala bir haber alınamayan Hurşit Külter örneği bunu açıkça ortaya koymaktadır. Tüm çaba ve yaratılan kamuoyuna rağmen Hurşit Külter’den hala bir haber alınamamaktadır. Bu da devletin önümüzdeki süreçte bu kirli politikayı yeniden devreye sokacağını göstermektedir. Devletin bu kirli saldırganlığına karşı bulunduğumuz tüm alanlarda toplumsal mücadeleyi daha da yükselterek cevap olmalıyız. Bu anlamda Hurşit Külter özgülünde yeniden devreye sokulan gözaltında kaybetme saldırısı daha fazla duyarlılık ve birleşik mücadele bilinci ile püskürtülmelidir. Temmuz ayı içerisinde Proleter Öncü’nün kızıl bayrağı altında devrim ve komünizm şiarlarını haykırarak ölümsüzleşen; Tuncay Bali, Erol Doğan, Cevdet Yaşar, Naci Karabudak, Emre Bilgin, M. Ali Çakıroğlu, Mustafa Kalkan, Sinan Demirbaş, Haydar Fındık, Hüseyin Ekici, Ayhan Güngör, Deniz Türk ve Özlem Eker’in devrimci anıları önünde saygıyla eğilerek devrim, sosyalizm ve komünizm mücadelemizde yaşatacağımıza söz veriyoruz.
AYHAN GÜNGÖR
ÖZLEM EKER
HAYDAR FINDIK
HÜSEYİN EKİCİ
M. ALİ ÇAKIROĞLU
MUSTAFA KALKAN
NACİ KARABULUT
EMRE BİLGİN
SİNAN DEMİRBAŞ
TUNCAY BALİ
Halkın Günlüğü
1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:
Yurtiçi 54 TL
Yurtdışı
108 EURO
HESAP NUMARALARI Ahmet AKSOY adına Yapı Kredi Bankası ANK. Mithat Paşa ŞB. : (TL) 93602130 Yapı Kredi Bankası (Euro) 10 0006 7010 0000 0043 4140 14 Yapı Kredi Bankası (Sterlin) 13 0006 7010 0000 0043 4140 57 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL
Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96
Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18
ROJANEYA GEL Ji damezirandinê heta roja îro şêwaza birêvebirina “TC” faşîzm bû, hin car bi pêdiviya rewşa siyasî ji faşîzmê wêdetir an jî rêvebertiyeke wisa ku faşîzma xwe nexuya were rojevê jî, bi tevahî pergal pergaleke faşîzmê bû, lê hin kes h3e jî ev yek nabînin an jî naxwazin bibînin, ev jî ne mijareke matmayînê ye. Ji bo vê rewşê mînaka dawî jî AKP bixwe ye. Divê me bibîrbixin ku berî hingê çendîn kesên “zanyar” ji AKP rêvebertiyeke demokratîk û azadiyê dixwastin û bendê bûn ku AKP pergaleke demokratî dayine pêş. Lê mixabin di dîroka Tirkiyê de çendîn car ev çavkorî pêşketiye, bi vê jî polên zelûl û bindest berdela van yekan bi canê xwe daye.
Qetlîama Siwasê
Agirê Siwas venamire Li ser qetlîamê Siwas’ê ku ji alî dewleta Faşîst a Tirkiyê ve hatibû organîze kirin, 33 sal derbas bû. Şahiya Pîr Sultan Abdal ku her sal dihate çêkirin û xwedî kevneşopiyek bû, bi destê dewletê ve rastî qetlîamek hatibû û di wê bûyerê de li Otêla Madimak’ê 33 rewşenbîr, nivîskar, hunermend û du xebatkarê otêlê jiyana xwe ji dest dabûn. 33 salê ku li ser qetlîamê derbas bû, çi berpirsiyarên qetlîamên derketin holê, çi aşkere bûn, çi jî li ber dadgehê rastî dozgeriyê hatin. Lê ew kesên berpirsiyar jixwe bi awayekî zelal dihatin zanîn û dîsan çend astên dewletê de xwedî kar bûn, wek însanên birûmet di nav civakê de tevgeriyan û bûn xwedî xelatên cûrbecûr. Çi ku Komara Tirk a Faşîst, ji damezrandina xwe vir ve bi nêrîna “Yek ol, yek al, yek ziman, yek dewlet û yek raman” tevgeriyaye û kesên ku dijî van nêrînan in û li gor berjewendiya ev “Komara Tirkiyê” tevnagerin, her tim bi êriş û qetlîamên dewletê ve hatine têk birin. Mebesta têkbirina dewletê jî her tim bi kurtasî 3K nin. Ev 3K, bi Tirkî Kızılbaş, ango Elewiyên dijpergal, Komunîst û Kurd in. Dewleta Faşîst, kewneşopiyek ji dewleta Osmaniyan girtiye, ew jî kewneşopiya ji kokê rakirin a gelan e. Di dema damezrandina Komara Tirk jî kesên Armen, Sûryan û Romî jî rastî van komkujiyan hatibûn. Komara Tirk jî, di serî de gelê Armen, li ser tunekirina gelan, li ser rijandina xwîna wan hatiye damezrandin. Di pêvajo ya vê qetlîam û komkujiyê de ji bo gelê Kurd jî hin teahûdên diyarî ya cûrbecûr hatine dayîn û ku bi vî rengî Kurd li cem pergalê di eniya şerê damezrandinê de têbikoşe, bi rastî ev stratejiya hanê jî di demê de serkeftinek pêk aniye. Ew kesên ku vê rastiyê nabînin û li ser hevgirtina wê demê pesnbêjîtî dikin, diyar e ku ev kesana taybetmendiya Dewleta Tirk, ango taybetmendiya wê ya qetlîamker û kujer tu tiştek fêhm nekirine, ji bo gelê Tirk, Kurd û gelên din berdela ev stratejiyên wê
demê çi bû tiştek neelimîne. Ji ber wê em dikarin bêjin kesên ku dixwazin kesayetiya Devleta Tirk a Faşît a wê demê fêr bin, bila hûrnêrînên rêberê Komunîst Ibrahîm Kaypakkaya’yê bixwînin.
Lihevkirina Tirk û Îslamiyetê Di dawiya serdema 19’emîn û destpêka 20’emîn de Imparatoriya Osmaniyan di dema belavbûnê de bûn. Li wê demê, hin kesên ku li ser wan bandora Şoreşa Fransiyan hebûn, xwe ji modela dewlet-netewê re şidandin. Li ser vê bingehê xwestin ku dewleteke Tirk û mezhebiyeta Sune ava bikin. Hêviya wan ev yek bû. Bi vê hêviyê ketin nav lêgerineke siyasî. Ji bo ku dewleteke “yek alî, bihêz û bi hev re girêdayî” ava bikin jî pêdiviyeke erdnigariyê, pêdiviyeke hêza însan û civak, pêdiviyeke aborî û siyasetê hebû. Lê berî hingê li erdnigariya Balkan’ê têkçûyînek û wendakirina axa dewletê hebû, hin dewlet ji Osmaniyan qetiya bûn, di şerê cîhan a yekemîn de têk çûbûn, li hundir jî ji bo birdoziya Tirk-Îslamê girseyeke mezin nîn bû, ev yekana jî ji bo vê projeyê astengiyên herî mezin bûn. Ji ber vê yekê, ji bo vê projeyê netew miletên cûrbecûr li dest mabûn. Gava dewlet xwest ku bi van miletan dewleteke yek netew ava bikin, di serî de pergaleke faşîzmê hat rojevê. Hêdî hêdî rêyeke dîktatoriyê vebû. Elewiyên ku di dewra Osmaniyan de çendîn car rastî qetlîaman hatin û hatin kuştin ji bo vê armancê ne bawer bûn, ditirsiyan. Kur jî her wisa, çi ku Kurd jî tevî desthilatdariya Osmaniyan ketibûn nava nakokî û pevçûnên cûda, ligel van, gelê Armen, Sûryan û Rom jî xwedî sekneke dijî vê fikrê bûn. Ev yek, ji bo ji holê rakirina vê projeyê nebû sedem, berevajî dewlet bi destê pergeleke faşîzmê ve xwet ev proje biserkevîne. Bi vê xwestekê hin piştgiriya dewletên emperyal jî girtin. Bi vî hawî li ser xwîna hin gel, milet û baweriyan, pergala “TC” (ango Komara Tirkiye) hate damezirandin.
Ki katliamdan sonra bugüne dek yaşananlar dahi tek başına faşist Türk devletinin katliamdaki rolü ve yaklaşımını net olarak gösteriyor. Êrişên ku bi awayekî pergalî li ser Elewiyan çêbûne, ne minkûne ku em van bûyeran wek “bûyerên yekane” binav bikin. Wekî ku me qal kir; ji bo Elewiyan êrişên pergalî hene û ev êrişana di asta bilind ya dewletê de tên plansaz kirin, li dibistanan, zanîngehan, di qada dozgeriyê de, rojane di nav jiyanê de çêdibin. Ev paşverûtiyê ku ji alî faşîzmê ve li ser netewetî û li ser paşverûtiya olî hatiye damezrandin, di nav gel de jî piştgirî girtiye û hê jî digire. Ger wisa nebûba, dewleta faşîst nediwêrî bû ku cesaret bike û qetlîamên bi vî rengî çêbike. Çi ku ger em bi awayekî hişyar tevbigerin, emê bibînin ku ji bo van qetlîaman yên ku tên bikartînin zêdetirî wan sivîl in. Ew kesên ku ji bo qetlîamên dewletê xwe didin pêş û tên bikaranîn, ji komkujiya Armen, Elewî, Kurd û Romiyan de bi awayekî çalak tevdigerin. Ji qetlîama Armenan bigirin heta qetlîama Siwasê ev yek neguheriye û timî bi vî rengî çêbûye. Ev hişmendiya faşîst û paşverût, kesayetiya xwe herî zelal jî di qetlîama Siwasê de daye xuyakirin û rû daye. Bi vî qetlîamê ve dewlet xwest ku Elewiyan bidest bixe, hilde bin destê xwe, lê encam ne wisa bû, berevajî Elewî di nav tekoşînên cûrbecûr de cih girtin û di nav muxalîfbûnê de xwe dan pêş. Bêguman qetlîama Siwasê ne tenê ji bo pinpêkirina Elewiyan bû. Ji bo gelê TirkiyeKurdistana Bakûr kesên ku li himberî pergalê difikirin, lêpirsînan dikin, hildibêrin, li cem gelê sekna xwe xuya didin, di naveroka qetlîama Siwasê de ji bo van hêzan jî bi pêyameke xetere hebû. Wekî kesên Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok, Hasret Gültekin, 33 kesên nivîskar û rewşenbîr jî minakeke zelal e ku, armanca va pêyamê çavtirsandin bû. Li Siwasê, kesên ku xwe teslîmî dewlet nakin û li eniya şoreşger-demokrat disekinin, ew Elewîtî di hedefa êrişê de bû. Yên ku rastî êrişê hatin, ew rewşenbîr, ramanger, hiberîner û kesên têkoşer bûn. Kesên ku rastî vê êrişê bûn; ew fikrên şoreşgerane, ew kesên ku xwedî baweriya azadiyê û ji bo azadiyê xwîdan dirijandin û ked didin û kardikirin bûn. Qetlîama Siwazê ne bûyereke demî û ji dervayê rêzê bû, ger em ji dîroka faşîst a TC’yê binêrin emê vê yekê baş bibînin. Bûyerên ku ji vê qetlîamê şûnde qewimîne, ew jî tena bi serê xwe misagerî û îspata vê rasteqîniyê ne.