Kaypakkaya çıkışı komünist bir manifestodur!
sf 12-13
Davutoğlu’na baypas ve dokunulmazlıklar! Erdoğan’ın kapsamlı bir projeyle tek adam sultasını kurup başına sultan olarak oturmayı tasavvur ettiği, dolayısıyla boynundaki değirmen taşından kurtulmayı planladığı, böylece despotik faşist iktidar ve hükümranlığını devlet başkanlığı zırhıyla sürdürmeyi kurguladığı her bakımdan açıktır. Başbakan’ın görevden alınması ve hükümetin değiştirilmesi işlemi Erdoğan’ın kişisel marifetiyle tam bir darbe ve tek adam diktatörlüğünü izah ederek, başkanlık sisteminin fiilen devrede olduğunu kanıtladı SF 08-09
Halkın Günlüğü
16-31 MAYIS 2016 Yıl: 4 Sayı: 122 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.org
Çabalarınız nafile! Özgür basın susmayacak f GÜNCEL
04-05
Erdoğan/AKP iktidarı son dönemde devrimci, sosyalist, yurtsever ve muhalif basına yönelik saldırılarını arttırmaktadır. Savaş, sömürü, yıkım, katliam, talan ve bin bir türlü köhnemiş kirli politikalarıyla yaşamı halklarımıza zindana çeviren bu kokuşmuş gerici sisteme karşı halkların sesi olmaya çalışan muhalif basın soruşturmalarla, yasaklarla, tutuklamalarla baskı altına alınmaya çalışılmaktadır.
Vizesiz Avrupa hayali başka bahara kaldı!
e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
ISSN: 2147-0499
Enternasyonal proletaryanın Türkiye-Kuzey Kürdistan’da göndere çekilen kızıl bayrağı
İbrahim Kaypakkaya! Komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın ölümsüzlüğünün 43. yılına girmiş bulunuyoruz. Enternasyonal proletaryanın kızıl bayrağını coğrafyamızda göndere çeken Kaypakkaya, 18 Mayıs 1973’te düşmanın kendisini en güçlü sandığı işkencehanelerde, komünizmin şanlı bayrağını dalgalandırarak ve düşmanı stratejik olarak yenilgiye uğratarak ölümsüzleşti. 40 yılı aşkındır “Bu çelik aldığı suyu unutmayacak” ideolojik metaforu üzerinde, kan kızıl bir nehir içinde, nice yaratılan devrimci değerler, birikimler, can pa-
02
Pontos Soykırımı’nın bir başka yüzü
hasına ödenen bedellere ve MLM’nin bilimsel kılavuzluğunda kendi köklerine sıkı sıkıya sarılarak bugünlere gelen komünist bir nehirdir proleter öncü! Mayıs, komünist önder Kaypakkaya şahsında devrim ve komünizm şehitlerinin anıldığı bir aydır. Bu vesile ile insanlığın özgürlük ve kurtuluş mücadelesinde ölümsüzleşen bütün kızıl karanfillerin devrimci anıları önünde saygıyla eğilerek Onları; devrim, sosyalizm ve komünizm mücadelemizde sonsuza dek yaşatacağımıza söz veriyoruz.
16
AKP’de balans ayarı
20
02
güncel haber
16-31 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
Vizesiz Avrupa hayali başka bahara kaldı! AB’ye aday üye olup da vatandaşlarına serbest dolaşım hakkı verilmeyen tek ülke olan Türkiye’nin, mültecilerin canı pahasına yaptığı ahlaksız pazarlıklar sonucunda gerçekleştirmeyi umduğu “Vizesiz Avrupa’’ hayali de başka bahara kaldı Avrupa Konseyi’nin 2004’te Türkiye ile AB üyeliği görüşmelerini başlatmasından bu yana, üyelik süreci, mevcut gerici iktidar organları ve hükümet açısından, toplumsal refahın, toplumsal demokrasinin ve özgürlüklerin gelişmesi olarak vaaz edilmiştir. Gerici egemen sınıfların yarattığı bu manüpilasyonun, bazı “sol” amblemli hareketler içerisinde, işçi, emekçi ve tüm diğer ezilen ve ötekileştirilen kesimlere, sosyal, siyasal, ekonomik kazanımlar getirebileceği ve “emeğin Avrupası’nın” yaratılabileceği yanılgısı hala giderilebilmiş değil. Ülke devrimci hareketini ve sınıf örgütlerinin kendi sorunlarını çözme ve çıkmazlarından kurtulamama dirayetsizliğinden bağımsız olmayan, arka planını ciddi ideolojik kırılmaların oluşturduğu bu Avrupa’dan ithal edilecek burjuva demokrasisine tamah eğilimi, sol liberal çevreler tarafından bir can simidi gibi ezilen kesimlere hala pazarlanmaya çalışılıyor. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası ABD şefliğinde bir ekonomik ilerleme sahası olarak oluşturulan, özellikle SSCB’ye karşı Amerikan güdümlü bir emperyalist bloklaşma temelinde Avrupa bütünleşmesinden başka bir şey olmayan AB, Türkiye-K. Kürdistan’daki sol reformist çevrelerce, ezilen ve sömürülen halklardan yana gelişmeleri hızlandırılacak ve ilerletecek, emek cephesinin direnciyle gerçekleştirilecek reformlarla sınırsız, sınıfsız, emeğin lehine işletilecek bir zemin olarak tartışılarak, işçi emekçi kesimleri gerçek kurtuluş yolundan, yani devrimci zorla politik iktidarı ele geçirme fikrinden uzaklaştırmaktadır. Yine Kürt Ulusal Hareketi başta olmak üzere,bazı ilerici toplumsal dinamikler, bu yanılsamalı atmosferden nasibini almış, azınlık ve ulusal haklarının tanınması konusunda AB üyelik sürecinden, medet umulacak bir dayanak olarak algılamıştır. Emperyalist Avrupa’nın beş yüzyıldır dünyayı sömürdüğü düşünülürse, ezilenlere hayır duası okuyabileceğini düşünmek, politik olarak
sistem içindeki kırıntılara entegre olmak dışında, politik körlükten başka birşey değildir. Türkiye’nin AB’ye tam üyelik sürecinin başlamasının ardından, Türkiye’nin tüm ekonomik tavizlerine (Gümrük Birliği vb. anlaşmalarla) ve meclisten geçirilen uyum paketlerine rağmen özellikle Kıbrıs sorunu ve Kürt sorunu engeline takılarak istenilen hızda ilerletilememiş, yavaşlamış, açıklanan Avrupa Birliği ilerleme raporlarında karşılıklı tatminsizlikler büyümüş, gelinen aşamada ise göçmen sorunu üzerinden yapılan can pazarlığıyla AB ile ilişkilerinin vize muafiyeti tartışmalarıyla yeniden canlandırılacağı görüşleri havuz medyası tarafından kitlelere yeniden pompalanmaya başlanmıştır.
AB’den vize vetosu 29 Kasım’da Davutoğlu, AB Konseyi Başkanı Tusk ve Avrupa Komisyonu Başkanı Juncker’in “AB zirvesi” adını verdikleri Brüksel’de yapılan görüşmenin içeriği esasta mülteci krizinin görüşülmesi ve mültecilerin canı üzerine yapılan pazarlıklar oluşturuyordu. Erdoğan’ın 1 Kasım seçimleri öncesi yaptığı göçmen pazarlığı bu görüşmeyle imzalanan anlaşmayla ete kemiğe büründü. Bu anlaşmaya göre AB’ye katılım süreci canlandırılacak, 14 Aralık’ta ekonomik ve parasal politika-
lar konulu 17. fasıl açılacak, 2016 Ekim ayından itibaren Türkiye vatandaşlarının bir kısmına vize muafiyeti tanınacak, sığınmacılar için kullanılmak üzere Türkiye’ye üç milyar dolar verilecek ve buna karşılık Türkiye geri kabul anlaşmasını uygulayacak ve Avrupa’nın göçmen akınına karşı doğu sınırlarını kapatarak göçmenlere karşı sınır bekçiliği yapacaktı. Bunun anlamı Ortadogu’dan, Afrika’dan haksız savaşlardan ve açlıktan kaçan ve Avrupa’ya ulaşmaya çalışan göçmenlerin mülteci kamplarına hapsedilerek açlık ve sefaletle terbiye edilmesi demekti. Türkiye’nin 18 Mart’ta Brüksel’le yaptığı görüşmenin ardından vize muafiyetinin haziran ayına çekilmesi öngörülmüş, AB Komisyonu, 4 Mayıs’ta tavsiye kararını açıklayarak, Türkiye’ye vize serbestisi verilmesi konusunda ‘şartlı’ olumlu görüş bildirmişti. Ortaya konulan temel şart ise TMY’de değişikliğe gidilmesiydi. Erdoğan ve Avrupa Birliği Bakanı Volkan Bozkır, Terörle Mücadele Yasası’nda değişikliğe gidilemeyeceğini, Türkiye’nin zaten bu meselede Avrupa standartlarına uygun davrandığını iddia ettikleri açıklamalarının ardından AB Komisyonu’nun vize muafiyetine ilişkin tavsiye kararı oylanamadı. “TC” ’nin vize muafiyeti için yerine getirmesi gereken 72 kriterden 62’sini ta-
mamladığı, ancak başat kriter olan Terörle Mücadele Yasası’nda hala değişikliğe gitmediğini belirten Avrupa Paramentosu Başkanı Martin Schutz, bu şartın yerine getirilmemesi durumunda komisyonun kararının Avrupa Parlamentosu (AP) ve 28 ülkenin liderlerinden oluşan AB Konseyi’nde oya sunulamayacağını açıkladı. AB’ye aday üye olup da vatandaşlarına serbest dolaşım hakkı verilmeyen tek ülke olan Türkiye’nin, mültecilerin canı pahasına yaptığı ahlaksız pazarlıklar sonucunda gerçekleştirmeyi umduğu‘’Vizesiz Avrupa’’ hayali de başka bahara kalmış oldu. Burada belirtmek gerekir ki vize muafiyeti zaten sermayedarlar, burjuva gazeteciler, burjuva akademisyenler ve paralı ailelerine dayanmış öğrencilerin vize kolaylığından başka bişey ifade etmemekte, dar gelirli işçi ve emekçilerin pratik kullanım alanlarını ilgilendiren bir düzenleme değildir. “TC”, TMY’de değişiklik yapmayacağını açıklayarak halkın hak ve özgürlüklerini kısıtlayan, esasta halkın devrimci muhalefetini, Kürt ulusunun kendini gerçekleştirme mücadelesini, öğrencilerin, kadınların, işçilerin, eşcinsellerin, Alevilerin, kısaca ezilen, sömürülen tüm kesimlerin, ötekileştirilen tüm kimliklerin sesini yükseltmesini engelleyen faşist devlet zorbalığının yasal dayanağından
03
vazgeçmeyeceğinin de mesajını vermiş oldu. Emperyalistlerin yarattığı cehenneme sürekli odun taşıyan “TC” ’nin insan hayatı üzerine yaptığı pazarlıklarla ekonomik-siyasi kazanımlar elde etmeye çalışması ne kadar ahlaksızlıksa, yüksek Avrupa değerleriyle övünen ikiyüzlü Avrupa’nın mülteci politikası da o kadar gayrı-insanidir. Mültecilere kapılarını kapatan ve hiçte konuksever davranmayan Avrupa, mülteci akışını durdurmak için Türkiye’ye sınır bekçiliği yaptırma adına Kürdistan’daki katliamlara da aylardır gözlerini kapamış, emperyalizmin insanlık düşmanı niteliğini açıkça ortaya koymuştur. Somut bu görüngüler üzerinden cereyan eden tartışmalar ve pazarlıklar, özünde AB emperyalistleriyle, “TC” arasında, bölgesel ve uluslararası çıkarlar üzerine şekillenmektedir. “TC” mülteci kozu ve AB ile stratejik ilişkisi olmayan başka gerici güçler üzerinden, AB ve bölge üzerindeki çıkarlarını sistematize ederken, AB emperyalistleri de, “AB müzakere” sürecinin bir parçası olarak “vize serbestisi” üzerinden emperyalist çıkarlarını sistematize etmektedir. Türkiye’nin AB’ye üye olması, kapitalizmin hiyararşisi gereği Türkiye’nin AB içinde ikinci sınıf artı değer üretim alanı olarak kullanılacak bir ülke statüsüne kavuşmasından başka bir anlam ifade etmeyecektir. İLO sözleşmesi, Avrupa Konseyi kararları, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa Sosyal Şartı, Avrupa Sosyal Güvenlik Kodu gibi düzenlemeler Avrupa’daki işçi ve emekçilerin mücadelesiyle gerçekleşmiştir, yoksa emperyalizmin lütfu değildir. Türkiyeli emek örgütlerinin AB’ye algısı bu noktada çok sorunludur ve işçi ve emekçiler için AB’nin vaat ettiği daha çok sömürüdür. Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarının gerçek kurtuluşu AB gibi emperyalist birliklerde değil, sınıf bilinçli işçi sınıfının, politik devrim savaşında birleşeceği halk sınıf ve katmanlarının devrimci mücadelesinde aranmalıdır. “Vize serbestisi” ya da “AB’ye tam üyelik”, emperyalist sermaye ve komprador tekelci kapitalist sermayenin karşılıklı hareketi ve sömürü ağı açısından bir genişleme yaratacaktır. Bunun dışında, ezilen-sömürülen halklar ve sınıflar açısından, AB emperyalistleriyle Türk egemen güçleri arasında süren bu tartışmaların ve didişmelerin, olumlu politik-sosyal bir sonucu yoktur. Sömürülen sınıflar, ezilen halklar ve mazlum uluslar arasında bir köprü kurulacaksa, bu enternasyonal proletaryanın tüm sınırları, halkların özgürleşmesi perspektifiyle aşan enternasyonal bayrağıdır. Tüm ulusal imtiyazların, ulusların tam hak eşitliği ve her ulusun kendi kaderini tayin etme hakkı devrimci şiarıyla, sınırsız, sömürüsüz, sınıfsız bir topluma ulaşma güvencesi, toplumsal özgürlüklerin en ileri düzeyde billurlaştığı bu bayrağın güvencesi altındadır.
SINIF TAVRI
≫ Bedreddin Ufuktan
ÖRGÜT VE İLKE lkesiz örgüt, örgütsüz ilke sahibi olunmaz. İlkeler bireysel değildir, doğada ve evrende kendiliğinden oluşmuş olanları diyalektik olarak tanımlıyoruz. Sosyal hayattakiler de diyalektiktir, ama kendiliğinden değildir. Bu alandaki ilkeler ise, sosyal sınıfların çıkarlarını tanımlayan, onların öncü örgütleri tarafından ve fakat onların çıkarlarını korumak ve geliştirmek üzerinden belirlenirler. İnsan sosyal bir varlık olarak örgütü, örgüt bilincini ve gerekliliğini kendi sosyalliğinde tanımladığına göre, sosyal değişimi arzulayan, gerekli gören her birey de örgütten yana olur. Çünkü devrim bireylerin değil, sosyal sınıfların kendi konumlarını değiştirme talebi olarak, bir sınıf ve kitle hareketi ve mevcut durumu ters yüz etme eylemidir. Devrimci örgüt dediğimiz şey ise, hangi tarihsel dönemin ve sosyal sınıfın objektif olarak devrimci rolü omuzlamışsa, onu bilinçlendirmek ve örgütle birbirine dokumak görevini almış bir öncüdür; programı, hukuku ve ilkeleri vardır. Emperyalizm ve proletarya devrimleri çağı olarak tanımlanmış olan bu çağın devrimci sınıfının öncüsü de komünist ve veya Maoist partilerdir. Bunlar bireylerden oluşurlar ama bireysel faaliyeti değil, kolektif faaliyeti esas alırlar. Bireysel devrimcilik, bireysel devrimci iş yapma, bireysel kahramanlık veya koşuşturma, Marks’ın ve Engels’in komünist ligayı inşa etmeyi önlerine koyduğu günden bugüne, tenezzül edilmemesi gereken bir işgüzarlık olarak komünistlerin bilincinde örgüt ilkesiyle yer değiştirdi. Leninist manada komünist parti, Marksizm’i bir bilim olarak uygulayan Lenin’in kurgulamasıyla insanlık tarihinin ezilenlere armağan edilmiş en etkili özgürlük silahı olarak tarih sahnesinde yer buldu. O gün bugündür ezilenlere öncülük iddiasını taşıyan ve komünizmi benimseyen her politik bireyi ideolojik olarak tanımlayan en önemli ölçütlerden biri “örgütlü olmak” olarak benimsendi. “Örgütlü olmaktan yana olmalıyız” diyemem. Bu çok köşesiz bir talep ve saçma olur. Devrim, bir kimsenin veya bir kesimin özel duygusunu tatmin etmek için girişilen bir hareket değildir. Devrim, sosyal konumundan ve bir insan olarak, insanlığın genel konumlanmasından insani öz bakımından rahatsızlık duyan birey ve sınıfların bu konuma itiraz iradesidir. Bir devrimci, devrimi bir gereklilik, tarihsel ve sosyal bir zorunluluk olarak algıladığı andan itibaren, ilk hamlesini örgüte dair yapar. Devrimci bir örgüt varsa ona katılar, yoksa da onu ilk kuran olur! Siz bakmayın faşizmin sürekli olarak devrimci örgütleri karalamalarına, onları öcü gibi göstermelerine! Oysa en büyük ve ortaya çıktığı günden beri de en sürekli örgüt devlettir! Yani örgüt, aldatılan milyonların sandığı gibi, proletaryanın icat ettiği bir görüş, bilinç ve araç değildir. Sosyal bir varlık olarak örgütü ilk kurgulayan sınıf bugünkü burjuvazinin atası, mülkiyet sistemini kuran ve daha sonrada, diğerlerini kendi kölesi yapmaktan adını alan efendi sınıfıdır. Ancak onlar da bunu durup dururken icat etmedi, esinlenmesini doğadan aldı. Esinlenme ve benzeşme, insan türüne ait bir yetenektir. İnsan, birey nesnel dünyayı, evreni ve hareketi gözlemleme ve ondan esinlenme yeteneğine sahip olmasaydı, ihtimalle hala sürü olarak yaşayışını sürdürürdü. İnsanlık ailesinin yaşamında görüp ürettiğimiz, kullanıp geliştirdiğimiz hemen her şey bu gözlemlemenin sonucu ve esinlenme yeteneğimizin eseridir: daha fazlası kesinlikle yoktur! Ve nihayet insan bu yetisiyle öyle bir noktaya geldi ki, en son kendini incelemeyi ve kendi kendinden esinlenmeyi akıl ettiğinden beri bilim ve teknikteki gelişme adeta sel gibi çağlamaya başladı. Bu hızı sağlayan da yapay zekânın üretilmesi oldu. Bilim laboratuarları, akıllı araçlar; bilgisayarlar, hafıza tutan gözlem araçları; nesne ve hareketi tanıyan kameralar icat etti. Hayat iyileşti mi sorusunu sormak anlamsızdır. Zira insan aklının, iradesinin, hesabının ve muhasebesinin itirazına rağmen tüm gelişme diyalektiktir; iyi kötü ile birlikte, olumlu olumsuz ile birlikte kolaylık zorluk ile birlikte olmadan olmuyor, gelişmiyor ve yaşamımıza girmiyor. Toplumun yaşamına giren ne tür araç olursa olsun, o kapitalizm tarafından denetlendiği müddetçe de, ezilenlerin ondan yaralanması ve kendi sınıf çıkarları yönünde belirleyici bir işlev görmeyecektir. Fakat bilimsel yönteme başvuran her devrimci birey ve örgütün başarabileceği şey, esinlenmek yoluyla araç ve yöntemleri kendi sınıf çıkarları yönünde bir karşıtlığa dönüştürmesi olacaktır. Ezilenlerin esinlenme yoluyla inşa ettikleri en
İ
önemli araç komünist parti niteliğindeki örgüttür. Zira sömürünün merkezinde burjuvazinin örgütlü olması durmaktadır. Sömürücü sınıfların devlet denen örgütle ulaştığı düzey, aynı zamanda sömürünün ve zulmün düzeyini verir. Şimdi zülüm ve sömürü, örgütlü burjuva devletin en tam sonucu olarak milyonlarca emekçinin yaşamına, hayatı çekilmez hale getirmiş olarak kendi “altın çağını” yaşıyorken, milyonlarca işçi ve emekçi de örgütsüzdük girdabında debelenip duruyor. Öyleyse, “ezilenler, lütfen örgütlenin” diyemez devrimciler! Hiç zaman harcamadın, ekmeğe, suya, konuta ve hatta aşka ulaşmadan önce ulaşılması gereken en acil görevin örgütlenmek olduğu bilinciyle ezilenlerin kanaviçe iğnesi gibi davranır; örgütlü çalışır ve örgütlemeye çalışır! Komünist ve devrimci kişi, ezilenlerin adına düşünüp davranan hiçbir bireyin örgütsüz olamayacağını öğrenmiş olan kişidir. Örgütlü olmayan bir devrimcinin iyi bir devrimci olma arzusuna sahip olsa da devrimciliği bireysel yapması nedeniyle asla iyi bir devrimci olamayacağını ve giderek devrimci kalmasının da olanaklı olmayacağını bilmesi gerekir. Madde ve bilinç ilişkisinin bilimi bize düşünmenin varlığın sonucu olduğunu söylemiş bulunduğuna göre böyle düşünmek özel bir meziyet değil, aksine bu, Marksizm-Leninizm biliminin yüz yılı aşkın tecrübelerinin dilimize kurdurduğu cümleden ibarettir. Öncü olarak örgütlü olmak ise, demokratik merkeziyetçilik hukukuna kendini teslim etmek, tüm görev ve sorumluluklarını bu hukukun tayin ettiği zeminde kolektif konumlanma içinde yapmak, başarısız olunca eleştirilip düzeltilmek, başarılı olunca da kendi başarısıyla örgütü eğitip tecrübe ettirmeye kendini sunmaktır. Bir yerde veya süreçte, “Hele önce işimizi yapalım dendiğinde yaptığı iş örgütten önceyse, örgüt bilinci taşıyan her birey ilke olarak, önce örgütü tamamlamayı dayatmalıdır. Devrimci faaliyet olarak “iş” örgütlü yapma ilkesinin bir tarafa atılması üzerinden yapılıyorsa kolektivizmin temeli erozyona gebe kalır. İlkesiz iş yapmak ile fay hattı üzerine bina inşa etmek arasında bir fark yoktur. Devrimcilere, fırtınalara ve depremlere dayanıklı zemin seçimi gereklidir. Bireysel “devrimci iş” mi örgüt mü ikileminde örgüt esas, iş talidir. İlke ve taktik ikileminde örgüt ilke, iş taktiktir. Bir an önce “devrimci bir koşuşturma” mı yoksa örgüt mü çelişmesinde ben örgütlü koşuşturma ve iş öne alınmalıdır. İlke mi taktik mi ikileminde ben ilkeden yana; yani kolektif faaliyet, örgütlü görev üretiminden yana olmalıyız. Diyelim ki bir yarıştayız. Devrimciler bireysel madalya veya şeref belgesi almak anlamını içeren kendini başkalarıyla rekabette konumlandıran kişiler değildir. Devrimcilerin didiştiği tek rakip burjuva sınıf sistemidir. Onunla mücadelesi de bir müsabaka değildir ve sistemin talebi ya da dayatmasıyla “yarışa” girmez. İlkin kendi hedefini doğru seçtiğinden emin olur. Sonra da devrimci kitleleri o hedefe götürecek bilgi ve araç donanıma bakar. Hazır olmadığı halde dostlar “var” desin diye enerjimi boşa tüketmez. Hedef, zapt edilmesi gereken tarihsel bir doruk olarak durdukça, ana ilke zapt edecek olanları, örgütleyip donatmaktır. Proletaryanın örgüt tarzı da, örgütün çalışma tarzı da onun üretim sürecinde aldığı rolden esinlenmiştir. Kast, şef, hiyerarşisi; amir-memur bürokrasisi yoktur. Tümüyle kolektif ve hücre, hücre birbirine bağlanmış ezilenlerin en vazgeçilmez ve ilkelerini uyguladığı müddetçe de yenilmez aracıdır. Kolektivizmi ve onun hukukunu devrimciliğinin zorunluluğu olarak görmeyen hiçbir birey, ezilen sınıfın üretim ve hayat tarzından esinlenme yeteneği gösteremez ve onların dünyasının çelişmelerini anlama olanağına erişemez. Kabul etmemiz gerekir ki örgüt bilincinde ciddi eksiklerimiz var. Bireysel iş yapma alışkanlıklarına tutkuyla bağlılığını sürdürmeye çalışan azımsanamayacak devrimci ve yoldaşlarımız var. Bunlar kesinlikle bilincimizle ilişkisini kesip atmamız gereken dogmatizmin etkilerinin birer yansımasıdır hala. Alışkanlık ve bilim uyuşmaz. Marksizm-Leninizm-Maoizm’le dogmatizm uyuşmaz. Örgütlü kişiliğimiz ve örgütlü gücümüz ile örgüt sistemimiz yok veya zayıfsa, ideolojik ve politik olarak doğru olmanın hiçbir anlamı olmaz. Zira devrimci gelişmeye etkide bulunmak güçlü bir örgüt sisteminin inşasına paralel yürüyecek bir faaliyettir. Politikanın doğru olması tayin edicidir, âmâ onun güce dönüşmesi de örgütlü güçle başarılacak bir gerçekliktir.
04 güncel haber Çabalarınız nafile!
16-31 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
Özgür basın susmayacak “Bildiğiniz gibi siyasi iktidarlar her dönemde gizlemeye çalıştıkları gerçekleri ortaya çıkaran basın kurumlarına karşı bir baskı politikası uygulamaya koymuşlardır. Bugünkü konjonktürde başta AKP denetimindeki yargı ve TİB olmak üzere birçok kurum hala aynı politikayı yürütüyor. Evet, belki geçmişte de baskı ve şiddet politikaları söz konusuydu ancak bugün durum AKP hükümetinin başlattığı savaş süreci ile daha belirgin bir hal aldı” Faşist “TC”nin halklara yönelik soykırım, katliam, baskı ve sömürü düzeni gün be gün artmaktadır. Erdoğan/ AKP iktidarı bin bir hile entrika ve manipülasyonlarla sistemin bütün olanaklarını kullanarak, “tek vatan, tek bayrak, tek millet” söylemlerini her fırsatta dile getirerek, her türlü baskı, katliam ve zulmün hayata geçirildiği tekçi faşist bir diktatörlük yürütmektedir. Erdoğan/AKP iktidarı düne kadar halkları etkisi altına almak için dilinden düşürmediği “demokrasi, özgürlük, insan hakları” söylemlerini geride bırakarak “tek vatan, tek bayrak, tek millet” söylemleri etrafında halklara kan kusturmaktadır. Değişen söylem ve politikalarıyla gerici-faşist politikalarını hayata geçirmeye çalışan “TC”, özellikle son bir yıldır mazlum Kürt halkına karşı topyekûn imha hareketine girişmiş durumda. Erdoğan/AKP iktidarı halkları pasifize etmek için geliştirdiği “Çözüm Süreci”nden vazgeçerek iktidarını sağlamlaştırmak ve yükselen devrimci militan mücadeleyi boğmak için topyekun savaş konseptine geçerek, halklara kan kusturmaktadır. AKP iktidarı geliştirilen savaş konsepti sonucu Kuzey Kürdistan kentlerini yakıp, yıkmış, yüzlerce kişi katledilmiş ve katletmeye de devam etmektedir. Yaşanan bu katliam ve yıkıp politikalarına karşı Kürt halkının başlatmış olduğu özyönetim direnişlerini kıramayan AKP iktidarı, başlatmış olduğu soykırım saldırıları altında her gün onlarca kişiyi tutuklayarak Kürt halkını sindirmeye çalışmaktadır. AKP iktidarı Kürt halkına yönelik soykırım saldırıları altında katliamlar gerçekleştirirken bir yandan da ülke genelinde
hayata geçirmeye çalıştığı sindirme ve korku politikalarıyla halklar üzerinde korku imparatorlukları yaratmaya çalışmaktadır. Erdoğan/AKP iktidarı Suruç, Ankara, Taksim gibi birçok alanda İŞİD eliyle gerçekleştirdiği katliamların ardından halklar üzerinde korku imparatorluğu yaratarak, iktidarını sağlamlaştırmaya çalışmaktadır. İktidarın gerçekleştirmeye çalıştığı bu politikalara karşı mücadele yürüten devrimci, demokrat, yurtsever ve muhalif kesimlere azgınca saldırmaktadır. AKP iktidarı fabrikada patronun sömürü çarkına karşı emeğinin karşılığı için mücadele yürüten işçilere, okullarda üniversitelerde tekçi, gerici, paralı eğitime karşı parasız, bilimsel, anadilde eğitim için mücadele yürüten öğrencilere, kadın katliamlarına, tecavüze, cinsel istismara ve her türlü sistem eliyle beslenen erk zihniyete karşı mücadele yürüten kadınlara, doğanın her türlü talanına karşı mücadele yürütenlere, inançları ve kültürleri için mücadele yürüten halklara ve halkların sesi ve soluğu olmaya çalışan devrimci, sosyalist, yurtsever ve ilerici basına yönelik saldırlar giderek artmaktadır.
Basına yönelik sindirme saldırıları genişliyor Toplumun tüm kesimlerinin hak arama mücadelelerini baskı, sindirme, katliam, gözaltı ve tutuklamalarıyla bastırmaya
çalışan Erdoğan/AKP iktidarı son dönemde devrimci, sosyalist, yurtsever ve muhalif basına yönelik saldırılarını arttırmaktadır. Savaş, sömürü, yıkım, katliam, talan ve bin bir türlü köhnemiş kirli politikalarıyla yaşamı halklarımıza zindana çeviren bu kokuşmuş gerici sisteme karşı halkların sesi olmaya çalışan muhalif basın soruşturmalarla baskı altına alınmaya çalışılmaktadır. Bir yandan soruşturmalarla baskı alıntına alınmaya çalışılan yayınlar bir yandan da çalışanları gözaltı ve tutuklamalara maruz kalmaktadır. Son dönemlerde artan baskılar sonucu yüzlerce site erişime kapatılıp sansüre uğrarken Mayıs ayının ilk 15 günde 8 gazeteci gözaltına alındı, 5 gazeteci tutuklandı, 4 gazeteci gözaltında işkenceye maruz kaldı.
Gazetemiz soruşturmalarla susturulmak isteniyor Erdoğan/AKP iktidarının tekçi anlayış yaratma adına başlatmış olduğu bu topyekün saldırıları sonucu gazetemiz soruşturmalarla susturulmaya çalışılmaktadır. Gazetemize yönelik gerçekleştirilen soruşturmalar özellikle 7 Haziran seçimlerinden sonra daha da artarak devam etmiştir. Hayata geçirilen toyekün savaş konsepti sonucu hemen hemen her sayımıza köşe yazarlarımızın yazıları da dahil olmak üzere ayrı ayrı soruşturmalar açılmaktadır. 2016
ilk 5 ayında gazetemiz Yazı İşleri Müdürü Serdar Kaya’ya gazetemizde yayınlanan yazılardan kaynaklı 30’a yakın soruşturma açılarak savcılık tarafından ifadesi alınmıştır. Açılan soruşturmalar kapsamında gazetemizin yazı işleri müdürü onlarca yılla yargılanmaktadır. Aynı zamanda gazetemizde köşe yazarları Bakış Can, Refik Demir, Aycan Solmaz ve Kazım Cihan hakkında çeşitli yazılardan kaynaklı ayrı ayrı soruşturmalar açıldı. Açılan bu soruşturmaların yanı sıra günlük haber sitemiz TİP tarafından kapatılarak sansür politikaları sürdürülmektedir. Bir yandan gazetemizi ve internet sitemizi susturmaya çalışılırken, sosyal medya hesaplarımızda çeşitli gerekçeler sunularak kapatılmaktadır.
Basına topyekün saldırı ve sansür Kürdistan’da yürütülen soykırım saldırıları sonucu yaşanan katliamların halka ulaşmasını engellemeye çalışan Erdoğan/AKP iktidarı özellikle soykırım saldırılarının sürdüğü yerlerde görev yapan gazeteciler tehdit edilmekte ve tutuklanmaktadır. Son dönemlerde saldırılarını artırarak devam Erdoğan/AKP iktidarı Dicle Haber Ajansı (DİHA) muhabirlerine yönelik gözaltı ve tutuklamalarına hız vermiş durumda. İktidarın gerçekleştirilen katliamları halka anlatmaya çalışan DİHA muhabirleri bir bir tu-
05
tuklanmaktadır. Son dönemlerde DİHA muhabirlerine yönelik ayrı ayrı zamanlarda gerçekleştirilen gözaltılar sonrası 13 DİHA muhabiri AKP iktidarı tarafından tutuklandı. Bir yandan muhabirleri bir bir tutuklanan Dicle Haber Ajansı’nın (DİHA) internet sitesi, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) tarafından 39’uncu kez erişime engellendi. DİHA 24 Temmuz 2015 tarihinden bu yana 39 kez erişime engellenerek susturulmak isteniyor.
"Basın özgürlüğü evrenseldir" Özgür Gazeteciler Cemiyeti (ÖGC), 2016 Mayıs ayının ilk 15 gününde basına yönelik hak ihlallerini raporlaştırdı. Rapora göre, 8 gazeteci gözaltına alındı, 5 gazeteci tutuklandı, 4 gazeteci gözaltında işkenceye maruz kaldı. "Basın özgürlüğü evrenseldir" diyen ÖGC, gazetecinin halkı doğru bilgilendirmek ve gerçekleri doğru aktarmakla yükümlü olduğunu kaydetti. İktidarın halklara yönelik savaş başlatmasıyla birlikte, bu haksızlığı ve hukuksuzluğu kamuoyu ile paylaşan gazetecilere de büyük bir baskı uygulandığının altını çizdi. ÖGC'nin Mayıs ayının ilk 15 günlük raporunun hak ihlalleri şu şekilde: "8 gazeteci gözaltına alındı, 5 gazeteci tutuklandı, 4 gazeteci gözaltında işkenceye maruz kaldı. 2 gazeteci haber takibi sırasında darp edildi, 2 gazeteci tehdit edildi. 3 gazeteci keyfi şekilde engellendi. 3 gazeteci saldırıya uğradı. Bir televizyonun yayını engellendi. ÖGC tarafından yapılan yazılı açıklamada, “Bildiğiniz gibi siyasi iktidarlar her dönemde gizlemeye çalıştıkları gerçekleri ortaya çıkaran basın kurumlarına karşı bir baskı politikası uygulamaya koymuşlardır. Bugünkü konjonktürde başta AKP denetimindeki yargı ve TİB olmak üzere birçok kurum hala aynı politikayı yürütüyor. Evet, belki geçmişte de baskı ve şiddet politikaları söz konusuydu ancak bugün durum AKP hükümetinin başlattığı savaş süreci ile daha belirgin bir hal aldı. İktidar bir yandan muhalif basına saldırırken diğer yandan da 'Yandaş' ya da 'Havuz' medyaya yönelik en ufak saldırıyı dahi deşifre edip haftalarca gündemde tutabiliyor. İşte iktidarın bu ikiyüzlü tutumu sürdükçe başta Kürdistan olmak üzere muhalif basının bulunduğu her alanda baskı ve şiddet politikaları katlanarak artmaya devam edecektir!” ifadelerine yer verildi.
Bir yanda sansür bir yanda yasak Erdoğan/AKP iktidarının basına yönelik başlatmış olduğu baskı ve sindirme politikaları sonucu hapishanelere gönderilen dergi ve gazetelerde hiçbir gerekçe gösterilmeden tutsaklara verilmiyor. Tutsaklar üzerinde tecrit ve tredman politikalarının yanı sıra tutsaklara gönderilen dergi, kitap ve gazetelerin toplatması olmadığı halde tutsaklara verilmiyor. Dışarıda sürdürülen sindirme ve teslim alma politikalarının tutsaklar üzerinde sürdürüldüğü keyfi uygulamalarla orta çıkmaktadır. Son dönemde bir hapishane idaresi keyfi engellemelerde tutsaklara yollanan dergi, gazete ve kitaplar üzerinden “örgüt propagandası” yapıldığı gerekçesiyle engellenmeye alışılmaktadır.
UFUK ÇİZGİSİ
≫ bakış can
AÇILAN SORUŞTURMAYA TAVRIMDIR!
E
rdoğan/AKP iktidarı açık bir faşist diktatörlük uygulamaktadır. Bu diktatörlük tekçilik paradigmasına dayandığı gibi, Erdoğan şahsında tek adam sultası olarak biçimlenmektedir. Bu zeminde yaşanan koyu gericilik altında muazzam bir baskının yürürlükte olduğuna, özellikle Kürt ulusuna dönük barbarca katliamların gerçekleştirildiğine şahit olmaktayız. Ki bu faşist baskı ve tek adam sultasının burada izah edemeyeceğimiz kadar büyük bir faşist konsept olduğu, toplumun en geniş kesimlerini baskı cenderesine aldığı, tek bir eleştiri ve muhalefete dahi tahammül etmediği, bu katı baskı diktasının burjuva zemindeki muhalefete kadar genişlediği yaşanan her gelişmeyle sabit olup ortadadır. Erdoğan sultası olarak iyice belirginleşen ve yol alan bu faşist süreç, devletin temel kurumlarının Erdoğan tarafından tekele alınıp keyfiyetle yönettiği en barbar ve tam despotik bir yönetim sürecidir. Bağımsız veya tarafsız olduğu safsatasıyla kamufle edilen yargının tamamen ve alenen siyasallaştırılıp Erdoğan’ın erkine alınması da bu sürecin bir özelliğidir. Erdoğan, kendisi dışında bir ses duymak istemiyor. Kendisine dönük bir muhalefete asla tahammül etmiyor. Hele hele demokratik devrimci veya sosyalist zeminde yükselen muhalefet ve mücadeleye hiç tahammül etmiyor ve bu tahammülsüzlüğünü faşist baskılarla, katliamlarla v.b dışa vuruyor. Toplum üzerinde görülmemiş bir baskı, kontrol, basınç ve korku yaratılmış ve sürdürülüyor. Ne var ki, bu faşist baskının sindiremeyeceği dinamiklerin olduğu unutuluyor... Yargıyı kontrol edip deneten Erdoğan diktası, burjuva basının esasını da adeta satın alıp konrol ve denetiminde tutuyor. Az sayıda bir basın kesimi Erdoğan’ın medyasından bağımsız olarak burjuva basını yaşamını baskılara karşı sürdürüyor. Ancak, daha da önemli olan sosyalist ve demokratik nitelikteki basın tüm faşist yasa ve baskılara karşın muhalif ya da alternatif ses olarak varlığını sürdürüyor. Toplumu tek tipleştirip faşist sultasının esiri haline getirme doğrultusunda kapsamlı adımlar atan Erdoğan sultası kuşkusuz ki sosyalist basına karşı kayıtsız kalmamaktadır. Basına dönük faşist baskı siciliyle tüm dünyada teşhir olmuş bu iktidar, daha fazla teşhir olmamak için muhalif veya alternatif basını ve bu basındaki sesleri kontrolünde tuttuğu yargı aracılığıyla bastırıp susturmayı denemektedir. Sosyalist basın ve yazarlarına dönük mahkemeler açarak buralarda verilen ağır para cezalarıyla bu basını susturmayı amaçlamaktadır. Her faşist sürecin basını hedeflediği, özellikle de demokratik ve sosyalist basını hedeflediği bilinmektedir. Faşizmin sınır tanımayan hoyratlıkla tırmanışta olduğu dönmelerde ise bu baskıların çok daha katmerli olacağı sır değil, beklenendir. Tam da burada yazarı olduğum gazete ve ben dahil diğer yazarlarına açılan davanın bu faşist sürecin bir adımı olduğunu belirtelim. Fakat Erdoğan/AKP iktidarı olmaktan da çıkıp doğrudan Erdoğan iktidarı olma yolunda ilerleyen bu iktidar ve onun baskı araçları ya da maşaları bilmelidir ki, ne mahkemeleriniz, ne hapis ve para cezalarınız sosyalist basını susturmaya yetmeye-
cektir. Toplumda bir dizi aydın aynı baskılar altında aydın olmanın gereklerine uygun hareket etmekten sakınmamaktadır. “İmzacı aydınlar” literatüre ve tarihe düşen gelişme buna örnektir. Aynı zeminde yazarı olduğum sosyalist gazete ve dava açılan diğer yazarı da baskılarınız karşısında susmayı değil, daha fazla ve daha gür sesle konuşmayı benimseyecektir. Toplumun karanlığa gömülmesine rıza gösteren gerçek anlamda tek bir aydına, sosyalist basın veya gazeteye rastlanmamıştır. Onlar, “dünya dönmeye devam ediyor” demeye devam edecek ve kralın çıplak olduğunu söylemekten geri durmayacaklardır. Erdoğan’ın emrinde olmanın utancı altındaki mahkeme, yazarı olduğum gazete sahibi ile birlikte ben dahil gazatenin yazarlarını ifadeye çağırmaktadır. İfadem ve tavrım şudur: Size verecek bir ifadem ve hesabım yoktur. Ben, faşist baskılar altında tutularak iktidarlarınız tarafında ezilen, sömürülen, katledilen halklarımıza ve soykırımdan geçirilen ulus ve azınlıklara karşı sorumluluk taşıyorum. Verecek tek hesabım bunlaradır. Sizlere asla. Asıl hesap vermesi gerekenler halka baskı ve zulüm uygulayanlar, Kürt ulusu ve diğer azınlıklara milli baskı ve katliamlar uygulayanlardır. Devrimci halklar ve ezilen uluslar ile onlar adına hareket edenlerin halk düşmanlarına vereceği bir hesap olmadığı gibi, hakim sınıfların baskı unsuru olan siz mahkemelere de vereceği bir hesap yoktur, olamaz. Halklarımıza ve ezilen ulus ve azınlıklara uyguladığınız faşist baskılar yanında bizlere vereceğiniz tek taraflı cezaların bir değeri yoktur. Sizler tarafından cezalandırılmayı, sizlere alternatif pozisyondaki bir yazar olarak onur sayarım. Sizler katında aklanma sorunum olamaz. Suçluların adaleti değil, halkların adaletidir beni bağlayan. Vereceğiniz her karar hükümsüzdür. Tanımıyorum. Ben bir sosyalistim ve emperyalist dünya gericiliği ile gerici iktidarınıza karşı mücadeleyi ertelenemez bir görev ve sorumluluk olarak kabul ediyorum. Dünya halkları ve ezilen ülke halklarına karşı sorumluluğum gereği mahkemenizi, kararlarınızı ve hizmet ettiğiniz faşist iktidarı tanımıyorum. Sizler gerici hakim sınıfları ve bu sınıfların iktidar dahil tüm gerici çıkarlarını koruyup garanti altına almak için oluşturulmuş baskı kurumları durumundasınız. Gerici sınıfların özel mülkiyetini korumayı temel alan gerici sınıf adalet ya da hukukunu temsil etmektesiniz. Sınıflardan bağımsız olmadığınız gibi, gerici sınıf damgası taşıyarak sınıflar karşısında nötr değilsiniz. Dahası bağımsız ve tarafsız asla değilsiniz. Bu karakteriniz gereği soruşturmalarınız, yargılamalarınız, karar ve hükümleriniz biz sosyalistler için geçersizdir. Yolsuzluk ve hırsızlıklara diz boyu batmış olan egemen sınıfları, kendi anayasasını dahi tanımayan gerici egemenler külliyatını, halka her türlü zulmü reva gören iktidar sahiplerini, ezilen ulus ve azınlıklara katliam ve kıyım uygulayan tüm suç güruhlarını, savaş ve insanlık suçu işleyen mevcut yönetenleri soruşturup sorgulamayan mahkemeleriniz, demokratik yönetim ve özgür dünya düşüyle toplumsal kitleleri aydınlatan sosyalistleri sorgulama ve yargılama hakkına asla sahip değildir. Gerici sınıfların hukuku ilericileri yargılama hakkı ve meşruiyetine sahip değildir, olamaz da.
06 haber analiz
16-31 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
Tüm gerici paradigmaları parçalayarak komünist geleceği muştulayan kızıl bir fenerdir
İbrahim Kaypakkaya! Ölümsüzlüğünün 43. yıldönümünde Komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın bilimsel sosyalist fikirleri güncelliğini koruyarak halklarımıza yol göstermeye devam ediyor. Kaypakkaya tarafından 72 Nisan’ın da göndere çekilen enternasyonal proletaryanın kızıl bayrağı bir fener olarak halklarımıza ışık saçıyor ve karanlıkları aydınlatıyor
T
arihi direniş çizgisi ve komünist fikirlerini cellâtlarının suratına haykırarak işkencehaneleri kızıl direnme mevzisine dönüştüren komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın bu tarihi komünist çıkışı karşısında yenilerek acze düşen düşmanları çareyi onu hunharca katletmekte buldular. 18 Mayıs 1973 Kaypakkaya’nın işkencehanelerde komünizmim kızıl bayrağını dalgalandırarak ölümsüzleştiği gündür. 18 Mayıs Türk hâkim sınıflarının stratejik olarak yenildiği bir gündür aynı zamanda. Çünkü Kaypakkaya cellâtlarının kendini en güçlü hissettikleri inlerinde onları tarihsel olarak yargılayarak ve tüm gerici paradigmalarını yerle bir ederek mahkûm etmiştir. Komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın MLM’nin kılavuzluğunda ortaya koyduğu tahliller ve komünist fikirler burjuva faşist cumhuriyetin gerçek mahiyetini parçalayıp deşifre ederken Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarının üzerine çökmüş olan ölü toprağı da parçalıyordu. Kaypakkaya sadece burjuva faşist cumhuriyetin özünü deşifre etmekle kalmayarak aynı zamanda dönemin sol hareketi üzerinde baskın biçimde egemen olan ve halada etkisini devam ettiren sosyal şovenizm başta olmak üzere bilumum burjuva ve küçük burjuva anlayışları da keskin devrimci bir meydan okuyuş ve kopuşla yerle bir ediyordu. Yaşanmış onca tarihsel tecrü-
beye rağmen hala burjuva cumhuriyetçi paradigmadan kopamayarak sosyal şovenizmin limanında yelkenleyenlerin hazin durumu ise ibretlik vericidir. Devrimcilikleri küçük burjuva ufukla sınırlı olanların bu hazin sonu yaşamaları kaçınılmazdır.
Bu çelik aldığı suyu unutmayacak Komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın sınıf mücadelesinin engin denizinde sınanarak ve çelikleşerek kitlele-
rin elinde bir manifestoya dönüşen ihtilalci komünist çizgisi ilmik ilmik örülerek kısa sürede binlerle, onbinlerle, yüz binlerle buluşarak toplumsal maddi bir güce ve kaçınılmaz sosyal bir olguya dönüşüyordu. “Bu çelik aldığı suyu unutmayacak” devrimci şiarını kuşanan halklarımızın oğulları ve kızları Kayapakkaya’nın kızıl güzergâhı etrafında kenetlenerek adeta bir nehir oluşturuyordu. Halklarımızın evlatları sınıfsız, sınırsız ve özgür bir dünya düşüyle Kaypakkaya güzergâhında tereddütsüzce
yaşamlarını feda ediyorlardı ve etmeye devam ediyorlar. 40 yılı aşan çetin mücadele tarihinde yaşadığı yenilgiler ve aldığı onlarca darbelere rağmen her defasında adeta kendi küllerinden yeniden doğarak ayağa kalkmasını bilmiştir proleter öncü. Keza yine mücadele tarihi sürecinde hem içte hem de dışta uğradığı ideolojik saldırılara karşın her defasında MLM’nin bilimsel sosyalist çizgisini kuşanarak ve kendi ideolojik köklerine sıkı sıkıya sarılarak cevap olmuştur.
07
Kaypakkaya’nın bilimsel sosyalist çizgisini kuşanan proleter devrimciler tam da Kaypakkaya’nın komünist çizgisi ve materyalist devrimci tarihi anlayışını rehber edinerek onun çizgisini güncelleştirerek daha da ileri taşımışlardır. Onun bilimsel sosyalist çizgisi ve yönteminden ziyade lafzına sarılarak ele alanlar ve onun komünist fikirlerini ve ortaya koyduğu tahlilleri sadece yaşadığı tarihsel döneme hapsederek karikatürize edenler asla ve asla Kaypakkaya’nın gerçek komünist niteliğini anlamayanlardır.
43.Ölümsüzlük yılında Kaypakkaya geleceği kazanma bilinciyle anılıyor! Komünist önder İbrahim Kaypakkaya ölümsüzlüğünün 43.yıldönümünde Türkiye-Kuzey Kürdistan ve Avrupa’da gerçekleştirilen etkinliklerle anılıyor. Devletin topyekun savaşı ve faşist saldırganlığına karşın Kaypakkaya ülke genelinde birleşik mücadele ruhu ile kitlesel ve coşkulu bir şekilde anılıyor. İstanbul başta olmak üzere Ülkenin onlarca yerinde yapılan ortak yürüyüş ve etkinliklerle anılarak devrim, sosyalizm ve komünizm mücadelesinin yükseltilmesi gerektiği vurgulandı. Aynı zamanda Komünist önder İbrahim Kaypakkaya şahsında Mayıs ayı vesilesi ile devrim ve komünizm mücadelesinde ölümsüzleşenlerde anılıyor. Bu bağlamda Kaypakkaya ile birlikte Denizler ve Dörtler başta olmak üzere sınıfsız, sınırsız ve özgür bir dünya düşüyle yaşamını yitirenlerde devrimci coşku ve kararlılıkla anılıyorlar. İstanbul’da DHF tarafından örgütlenen anma yürüyüşlerinden biri olan Sarıgazi’de gerçekleştirilen Kaypakkaya anmasına polis saldırarak engellemeye çalıştı. Yürüyüşün başlamasıyla birlikte kitleye TOMA ve akreplerle saldıran polise kitle direnişle karşılık verdi. Polisin saldırısına her defasında direnişle karşılık veren kitle sloganlar ve marşlarla gece geç saatlere kadar devrim ve komünizm şehitlerini andı. Yapılan saldırılarda birçok kişi yaralandı. Geç saatlere kadar süren eylemlerde polis kitlenin kararlı direnişi karşısında geri adım atarak çekilmek zorunda kaldı.
Avrupa’da kitlesel ve coşkulu Kaypakkaya anması! Avrupa’da her yıl geleneksel olarak düzenlenen Kaypakkaya şahsında devrim ve komünizm şehitlerini anma etkinlikleri bu yılda siyasal bir kampanya biçiminde ele alınarak merkezi bir gece ile sonlandırıldı. 14 Mayıs’ ta Almanya’nın Köln şehrinde yapılan anma etkinliğine binlerce kişi katıldı. Selahattin Demirtaş, Haluk Gerger, Sınıf Teorisi temsilcisinin konuşmacı oldukları etkinlikte çeşitli kültürel aktivitelerde gerçekleştirildi. Kitlesel katılımın ve devrimci coşkunun hâkim olduğu etkinlikte MKP/HKO gerillalarının görüntülü mesajı hâkim olan devrimci coşkuyu daha da arttırdı. Birçok devrimci örgütün mesaj yollayarak selamladıkları etkinlik oldukça coşkulu bir atmosferde sona erdi.
Kaypakkaya’nın komünist fikrileri sempozyumlarla tartışılacak! Siyasal bir kampanya biçiminde ele alınan Kaypakkaya etkinlikleri düzenlenecek olan sempozyumlarla devam edecek. Gazetemiz tarafından “Tarihsel Miras Kaypakkaya” şiarı ile düzenlenecek olan sempozyumlar İstanbul ve Dersim’de gerçekleştirilecek. 22 Mayıs İstanbul ve 29 Mayıs’ta Dersim’de yapılacak olan sempozyumlara birçok aydın, yazarın yanı sıra devrimci kurumlardan da konuşmacılar olacak. İki oturum biçiminde düzenlenecek olan sempozyumların birinci oturum konu başlığı “Tarihsel bakış ve Kaypakkaya” ikinci oturum konu başlığı ise “Kaypakkaya aynasında güncel siyaset” olacaktır.
ÖRGÜTSEL YÖNELİM
≫ refik demir
DEVRİMCİ YENİLENME BİLİNCİNİ KUŞANARAK KİTLELERE HÜCUM ET, DEVRİMCİ YIKICILIĞI KUŞAN!
D
evrim özet olarak bir yıkma ve yapma eylemidir. Gerici dünyaya ait olan bütün ilişkilerin yıkımı ve yeni dünyaya ait bütün toplumsal ilişkilerin devrimci yoldan inşasını hedef alan bir altüst oluş eylemidir devrim. Karşıt sınıfların uzlaşmaz mücadelesi zemininde ve çelişkiler yumağı içinde karmaşık bir süreç olarak ilerleyen devrim, başından itibaren keskin bir ayrışımla burjuva gerici dünya ve onun özel mülkiyet zemininden boy veren bütün gerici geleneksel ilişkilere savaş açarak yoluna devam eder. Devrim yürüyüşünü böyle ele alamayanlar yani toplumsal ilişkilerin köklü devrimci değişimi olarak bir altüst oluş eylemi olarak tasavvur etmeyenler en nihayetinde devrimi kaba bir iktidar değişimi olarak yorumlarlar. Bunun anlamı proleter devrimciler açısından kaba bir yer değişimi olmanın ötesinde hiçbir anlam ifade etmez. Devrim ve sosyalizm mücadelesinin yığınca tecrübe ve deneyimine rağmen hala öğrenmemekte ısrar edenler bulunmaktadır. Lafızda MLM’nin doğma değil ve bir eylem kılavuzu olduğunu papağan gibi tekrarlayan fakat özünü kavramayarak idealizmin sefaletine saplananlar çokça bulunmaktadırlar. Proleter devrim hareketi bıkıp usanmadan, anlama gayreti içinde olanlara milyonlarca kerede olsa anlatmaya ve kavratmaya devam edecektir. Fakat anlamamakta ısrar ederek burjuva geleneksel gerici ilişkilerden kopmayı bırakalım “devrimcilik” ve “halkçılık” adına adeta ona sarılanları ve meşrulaştıranları ise MLM’nin diyalektik metodu ve keskin ideolojik mücadelesi ile aslında hiç kopamadıkları ve biçimde farklı fakat özde aynı oldukları burjuva idealizminin sefaletiyle baş başa bırakacaktır. Aynı kapsamlı ideolojik problemler ve pratik yansımaları proleter devrim hareketi saflarında da farklı biçimlerde yansımasını bulmaktadır. Teorik ve felsefi olarak oldukça ileri bir noktada duran proleter devrim hareketi, açıkça belirtmek gerekirse bu ileri çizgisini içselleştirme ve yaşamsallaştırma noktalarında önemli sıkıntılar yaşamaktadır. Bunu birçok politik meseleye yaklaşımda ve somut örgütlenmelerde görmek mümkündür. Bir yanıyla anlaşılır olan bu durum kesinlikle koşullar v.b gerekçeler öne sürülerek asla meşrulaştırılamaz. Teori ile pratiğimiz arasındaki açı farkı kesinlikle en azami düzeye indirgenme durumundadır. Başta örgütlü bünye yukarıdan aşağıya doğru yapısal olarak kendini yeni paradigmanın perspektifi ve devrimin keskinleşen çelişkileri ve ihtiyaçlarına göre en ileri düzeyde örgütlemelidir. Bu bağlamda sürecin tersine çevrilmesinde ve devrimin ihtiyaçlarına göre biçimlendiril-
mesinde devrimci yenilenme bilincini kuşanmak tayin edici bir yerde durmaktadır. Hâkim olan alışkanlıklarımız, düşünüş tarzımız, çalışma tarzımız, sosyal ilişkilerimiz, devrimcilik ve devrimle olan ilişkimiz v.s bir bütün olarak devrimci yıkıcılıkla neşterlenmelidir. Klasik, alışılagelmiş ve sınıf mücadelesi gerçekliğinde hiçbir karşılığı olmayan devrimcilik algısı ve mücadele araçları keskin devrimci yenilenme bilinciyle mahkûm edilerek günün devrimci ihtiyaçlarına cevap olabilecek ve gelecek toplum projemiz olan proletarya ve emekçiler devletinin perspektifini bugünden kendisinde adım adım inşa eden ve yaşamsallaştıran bir içerikle ele alınmak durumundadır. Araçlarımız amaçlarımıza uygun biçimlenmek zorundadır. Bütün kurum ve örgütlenmelerimiz kendisini kitlelerin özne oldukları, kitlelerin denetimine ve eleştirisine açık ve kitlelerin o engin derinliğinden öğrenme perspektifi ve bilinci ile yeniden ve daha ileri bir düzeyde örgütlemek zorundadır. Sürekli değişen ve hızlı bir şekilde ilerleyen toplumsal mücadeleye eski gelenekselleşmiş araçlar ve politikalarla cevap olunamayacağı/olunmadığı çok açık değil midir? ‘Kitlelerden kitlelere’ doğru siyaseti artık lafız olmaktan çıkarılarak pratikte yaşamsallaştırılarak ete kemiğe bürünmek durumundadır. Kitlelerden kopuk, kitlelerin eleştirisine kapalı ve kitlelerden öğrenmeyen bir devrim hareketinin ve onun hizmetinde olan araçların kendisine yabancılaşarak bürokratlaşması ve çürüme yaşaması kaçınılmazdır. Kendi tarihimizde dahil bütünlüklü geçmiş devrimci tarihsel süreçlerin ve tecrübelerin bizlere öğrettiği en yalın gerçeklerden biri budur. Dolayısı ile ya tecrübelerden devrimci dersler çıkararak öğreneceğiz ya da eski tecrübeleri kaba, tekrar ederek aynı olumsuz sonuçları yaşayacağız. Kendimizdeki gelenekselleşmiş bütün değer yargıları ve toplumsal roller başta olmak üzere burjuva gerici dünyaya ait olan tüm gerici ilişkilerimizi devrimci yıkıcılıkla parçalayarak devrimcileşmeliyiz. Kitlelere hücum ederek ve kitlelerle birleşerek öğrenmeliyiz. Tüm çalışmalarımızda parçacılığı değil proleter devrim hareketini merkeze koyarak ele almalıyız. Gelenekselleşmiş alışkanlıklarımızı yıkarak devrimci yenilenmeyi kuşanmalıyız. Hakim olan erkek egemen gerici zihniyete karşı savaş açarak toplumsal rolleri parçalamalıyız. O halde yarın değil! Hemen başlamalıyız!
08 Davutoğlu’na baypas ve dokunulmazlıklar! analiz
16-31 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
izah ederek, başkanlık sisteminin fiilen devrede olduğunu kanıtladı. Erdoğan bütün bu eylemiyle anayasal suç işlemiş durumdadır. Ne ki, anayasayı ve ona bağlı kurumları tanımayacağını her vesileyle açık etmiş olmasına ve buna uygun adımlar atmasına karşın cumhurbaşkanlığı zırhı onu korumakta, hakkında hukuki işlem yapacak bağımsız bir yargı ve yargı sistemi bulunmamaktadır…
Erdoğan’ın kapsamlı bir projeyle tek adam sultasını kurup başına sultan olarak oturmayı tasavvur ettiği, dolayısıyla boynundaki değirmen taşından kurtulmayı planladığı, böylece despotik faşist iktidar ve hükümranlığını devlet başkanlığı zırhıyla sürdürmeyi kurguladığı her bakımdan açıktır. Bu doğrultuda gerçekleştirmediği katliam ve kıyım kalmadığı gibi, başvurmadığı baskıcı faşist metot da kalmadı Başbakan Davutoğlu tüm sadakat ve memuriyet vazifesine rağmen reisi Erdoğan’ı tatmin edemedi. Davutoğlu düzenlediği basın toplantısıyla görevini bırakmak zorunda kaldığını söyleyerek, Erdoğan’ın kendisini başbakanlıktan azlettiğini duyurmuş oldu. Görevden el çektirilen Davutoğlu düzenlediği bu basın toplantısında AKP’nin olağanüstü kongreye gideceğini ve bu kongrede aday olmayacağını duyurarak örtülü istifasını duyurmuş oldu. Böylece Erdoğan/AKP cemaati içinde kaynayan kazan taştı ve aynı zamanda Erdoğan’ın tek adam olarak belirleyici olma pozisyonu bir kez daha tasdik edilmiş oldu. Ve bu durum siyasi partilere karşı kayıtsız olması gereken cumhurbaşkanının AKP’nin iç işlerine karışmaktan da öteye onu nasıl kontrol edip doğrudan yönettiğini çıplak biçimde gözler önüne serdi. Bu durumla devlet sisteminde bilinen teamüllerin nasıl değiştiği-değiştirildiği de görülmüş oldu… Davutoğlu’nun istifası Erdoğan/AKP disiplini içinde Erdoğan’ı kayırma kaygısıyla biçimlendirildi. Kongreye gidilerek başbakanlığın bırakılması daha uygun görüldü. Olağan bir istifa süreci de işletilemezdi. Zira rızasıyla istifa etmiyor, ettiriliyordu. Bu istifa gerekçeleriyle yapılan olağan bir istifa halinde işletilseydi Erdoğan’ın gerçek yüzü deşifre edilmiş olacaktı ki, bunun önüne geçmek için kongre kararı alınarak kongrede yeni parti başkanı ve başbakanın belirlenmesi kararlaştırıldı… Ancak her şeye karşın Davutoğlu’nun basın toplantısındaki açıklamaları durumu alenen ortaya koyuyordu. Başarılı bir başbakanlık yaptığını ve görevi bırakmasının başarısız olmasından kaynaklanmadığını,
Başkanlık sistemi ve AKP içi muhalefet
kendisine dayatılan şartlarda zorunlu olarak görevi bırakmak durumunda kaldığını açıklayarak madalyonun tura yüzüne işaret etmiş oldu. Dahası, Davutoğlu Erdoğan ile insani dostluk ilişkilerini sürdüreceğini, bu dostluğun devam edeceğini söylerken, siyasi ilişkilerinin bittiğini de duyurmuş oluyordu. Davutoğlu Erdoğan’la yürüyemeyeceğini ama AKP
ile devam edeceğini anlatarak partici olduğunu gösterdi… Kısacası başkanlık sistemine geçiş için başbakanlık kurumu Erdoğan tarafından baypas edilirken, başbakana da darbe yapıldı. Başbakan’ın görevden alınması ve hükümetin değiştirilmesi işlemi Erdoğan’ın kişisel marifetiyle tam bir darbe ve tek adam diktatörlüğünü
Davutoğlu ve başbakanlık kurumunun bu gün yaşadığı durum, başkanlık sisteminin daha etkin biçimde yürürlüğe sokulmasından bağımsız olmadığı gibi, AKP içinde saklanması mümkün olmayan düzeye gelmiş sorunları da ifşa eden bir gelişmedir. Bu gelişmeyle AKP içindeki çatlakların kapatılarak önüne geçilmesi zorlaşırken, yeni bir sürecin eşiğine gelindiği de söylenebilir. Gül-Arınç ekibinin AKP içindeki çalışmalarının etkili olduğu sır değilken, bundan sonra daha güçlü bir iç muhalefet dönemi yaşanacağı da beklenmelidir. Erdoğan’ın AKP’yi kişisel hırsları ve kaygılarına uygun rotaya sokarak tek adam pozisyonunu pekiştirmesi belli ki AKP içinde önemli sorunların kaynağı olmuş durumundadır. Cumhurbaşkanlığı görev ve makamı gereği partilere karşı kayıtsız olması gereken Erdoğan’ın Davutoğlu’na yaptığı darbe sıradan bir gelişme değildir. Gelişmenin arka planı Erdoğan eksenli başkanlık sistemine geçiş sürecinden oluşmaktadır. Davutoğlu şahsında yaşanan gelişmeyi bundan bağımsız görmek yanılgıdır. Fakat Davutoğlu şahsında yaşanan gelişme AKP içindeki çatlağın en kaba biçimde dışa vurmasıdır. En azından AKP içinde iç çelişkilerin maddileşmesinden ve bu çelişkilerin derinleşmesinden söz etmek mümkündür. Yaşanan süreç, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olarak doğrudan hükümet eden siyasi partiye ve hükümete müdahalesi bakımından ciddi bir önem taşırken, AKP içindeki çelişkilerin önlenemez rotaya girmesi ve bu sürecin derinleşeceğine dair emareler bakımından da önemlidir. Gül-Arınç ekibinin Erdoğan’ı baypas etme ve kendi değimleriyle AKP’yi kuruluş felsefesine geri döndürmeyi amaçlayan çalışma ve çabaları açık tavırlarından anlaşılmakta, bilinmektedir. Bu ekip, Davutoğlu’na yapılan darbe veya Erdoğan’ın genel manada yaptığı darbe şartlarında çok daha
16-31 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
güçlü argümanlara sahip olarak avantajlı şartlar yakaladığı söylenebilir. Zira bu ekibin siyasi adım atmakta sakındıkları esas nokta şartların elverişli olmamasıydı. Şimdi lehte olgunlaşan şartlar bu ekibin çabalarını siyasi adımlar atmasına gerekli olanakları sunma durumundadır. Dolayısıyla belki yakın zamanda bu ekibin AKP içindeki mücadelesi belirginleşerek somutluk kazanacaktır. Olağan koşullarda yaşanması gereken seyir budur. Fakat beşinci parti söylemi ve MHP cephesinde yaşanan gelişmeler süreci, AKP dışında veya Erdoğan AKP’sine alternatif bir siyasi oluşumu da mümkün kılmaktadır. Öte taraftan Erdoğan/AKP cemaatinin Davutoğlu’nun yerine düşük profilli bir başbakan arayışına girmiş olması da bir olasılık olarak beklenmedik gelişmelere gebedir denilebilir. Zira, düşük profilli bir AKP genel başkanlığı ve başbakanlık tanımı, söz konusu düşük profilli şahsı rencide edip düşüklüğünü peşinen ortaya koyan yaklaşım olarak, onurlu kişiliğe sahip her şahıs için kabul edilmez bir durumdur. Dolayısıyla bu durumu kabul eden bir düşüğün bulunması mümkün olmayabiir. Yani, tarif edilerek rencide edilen bir başbakan adayı çıkmayabilir. Tabi gerçekten de düşük profilli olduğunu benimseyen bir şahsiyet çıkmaz ise... Olağan koşullarda bu tarif ve tanımı birazcık onuru olan birinin benimseyip kabul etmesi düşünülmez. Ama Erdoğan’a biatta sakınca duymayan, Erdoğan uğruna kişiliğini, onurunu ayaklar altına alan zengin bir AKP’li profil düşünüldüğünde bu tarife uygun birilerinin bulunması da mümkündür. Dava başkanlık davası olunca, Erdoğan’ın yaver ve beslemeleri bu tarifi üzerine giymekten çekinmeyeceklerdir. Ama tarihe düşük profilli olarak geçecekleri de bir o kadar kesindir bunların... Erdoğan AKP’nin parlamentodaki çoğunluğuna ve elbette seçimlerde aldığı oy yeterliliğine güvenerek siyasi riskler göz alıp anayasada gerekli düzenlemeleri de gerçekleştirerek sistemi değiştirip başkanlık sistemine geçiş sürecini hızlandırmış durumdadır. Artık hükümetlerin seçimlerle gelme dönemi de fiilen kapanmış, hükümet-kabine ve başbakanın cumhurbaşkanı sıfatındaki fiili devlet başkanı tarafından atanması dönemi başlamıştır. Seçmenin oyu, halkın ya da milletin “iradesi” ve meşhur moda söylemle milli irade Erdoğan tarafından hiçe sayılarak gasp edilmiş, “başkanlık” denilen Erdoğan’ın sultanlık dönemi açılmıştır. Ki, başbakanı değiştirip yeni hükümet oluşturma süreci de bu zeminde gelişen somut adımı ifade etmektedir.
Başkanlık sistemi, dokunulmazlık ve Erdoğan’ın siyasi riskleri HDP milletvekilleri dokunulmazlıklarının düşürülmesi de bu kapsamda gündeme gelen bir adım olarak okunabilir. Başbakanı görevden alan ve hükümeti
düşürerek yenisini atayan Erdoğan’ın HDP milletvekillerine ‘’dokunup’’ hapse atması tamamen mümkündür. Genel seçmenin-milletin ‘’iradesini ayaklar altına almaktan sakınmayan Erdoğan’ın Kürt ulusunun iradesini hiçe sayarak vekillerini yargılatıp hapse atması tamamen beklenmelidir. Geliştirilen sürecin bu olduğu her bakımdan açıktır. Erdoğan kişisel hırs ve kaygıları temelinde tüm halkın ve Kürt ulusunun iradesini çiğnemekte sakınca görmemekte, tüm hakların iradesini kişisel kaygı, çıkar ve hesaplarına feda etmektedir… Ne var ki, Erdoğan’ın bu adımlarla aldığı siyasi risklerin aleyhine ciddi bir dönemecin başı da olabilir. Hesapların bir direnç ya da muhalefetle tersyüz olması mümkündür. Gerek AKP içi muhalefet ve gerekse de CHP eksenli muhalefet olmak üzere, uluslar arası alanda yaşadığı sorunlu ilişkiler ve tecrit durumu, Erdoğan’ın somut adımlarla hızlandırdığı ve hatta fiilen devreye soktuğu süreci siyasi hüsranla sonuçlandırmaya uygun zemindir. Özellikle milletvekillerinin dokunulmazlıkları konusunda AKP’nin iç çelişkileri temelinde fire vermesi ve Erdoğan’ın hesaplarının boşa çıkması mümkündür. Erdoğan “dokunmak” istemektedir ama Erdoğan’a açıktan muhalif olan ve gizli muhalif olan AKP’lilerin dokunulmazlıklarda aksi oy kullan-
analiz
ması olasıdır. Ki, Erdoğan’ın planlarının kaderinde işin rengi esasta milletvekilleri dokunulmazlıklarının oylanmasında açığa çıkacaktır. Bu, AKP içindeki rahatsızlığı da ortaya seren bir ölçek olacaktır. Erdoğan, hesaplarının tutmama riski ve iç muhalefetten dış muhalefete ve oradan da uluslar arası alanda aleyhine olan tüm koşul ve olasılıkları görmesine karşın tek çaresinin başkanlığa oturmasında olduğunu bildiği için kumar oynamayı göze almaktadır. Bu sürecin altında kalacağını öngörmesine karşın son hamlelerini yapmaktan başka bir umarının olmadığını da bilmektedir. Kuşkusuz ki, Erdoğan’ın en kısa zamanda tepetaklak olması mümkün olmayabilir ama işleyen süreç Erdoğan’ın yargılanmaya giden yolda ilerlediğine işaret etmektedir. Kürt Ulusal Hareketi’nin haklı direniş ve savaşı Erdoğan sultasını sarsmaya yeterli bir dinamik iken, IŞİD saldırılarının yarattığı sonuçların kitlelerdeki karşılığı da Erdoğan’ın büyük kitlesel muhalefetle karşılaşacağının ipuçlarını göstermektedir. Tam da bu süreçte Erdoğan/AKP güruhunun faşist baskı ve saldırganlığını daha pervasız boyutlara taşıması beklenmelidir. Buna karşın devrimci hareketin uygun olan mevcut koşulları değerlendirerek devrimci dire-
09
niş ve savaşı büyütmesi önemli bir sorun olarak durmakadır. Ulusal hareketin mevcut savaş çizgisinde tutarlı ilerleyişi bu güruhun yıkılışında önemli bir rol oynayacaktır. Elbette beklentiler ulusal harekete yıkılamaz. Sosyalist ve devrimci hareketin ulusal hareketle birleşik mücadelesini maddi pratiklere dökerek geliştirmesi ve bunun dışında devrimci görevlerine yoğunlaşması zorunludur. Erdoğan’ın kapsamlı bir projeyle tek adam sultasını kurup başına sultan olarak oturmayı tasavvur ettiği, dolayısıyla boynundaki değirmen taşından kurtulmayı planladığı, böylece despotik faşist iktidar ve hükümranlığını devlet başkanlığı zırhıyla sürdürmeyi kurguladığı her bakımdan açıktır. Bu doğrultuda gerçekleştirmediği katliam ve kıyım kalmadığı gibi, başvurmadığı baskıcı faşist metot da kalmadı. Ancak süreç ilerledikçe ve çelişkiler keskinleştikçe faşist baskı ve saldırganlıkları daha da artacaktır. İşte bu tablo karşısında direnişin örgütlenmesi, kitlelerin ayağa kaldırılarak Gezi-Haziran süreçlerinin daha ileri nitelikte devreye sokulması zorunludur. Bugün birleşik görevlerde bir araya gelen devrimci ve ulusal hareket realitesi bu direnişi çok daha olanaklı ve güçlü kılmaktadır.
10
gençlik analiz
16-31 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
Kaypakkaya’nın ölümsüzleştiği günden bu yana bir iki grup dışında kalan genel toplam işkence hanelerde direnmesiyle, ser verip sır vermemesiyle anıyor, hatırlıyor. En başta ifade ettiğimiz gibi Kaypakkaya’yı salt faşizme karşı gösterdiği büyük direnişle anmak sahiplenmek onun muhtevasını göz ardı etmenin dışında aynı zamanda fikirlerinin ve ideolojisinin altının boşaltılmasını da beraberinde getiriyor. Elbette faşizme karşı iliklerine kadar direnmek, baş eğmemek ziyadesiyle önemli bir yerde durmaktadır. Lakin Kaypakkaya’yı salt bunun üzerinden anmak, şablonlaştırmak onun devrimci muhtevasına gölge düşürmek gibi bir gerçekliği de beraberinde getirmektedir
M
ayıs ayı başta Komünist Önder Kaypakkaya olmak üzere Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında birçok devrimcinin-yurtsever ve komünistler ölümsüzler kervanına katıldığı ay olmuştur. Yazıya giriş yapmadan önce her birini bu vesileyle bir kez daha, inançla ve kararlılıkla anıyor, saygıyla yad ediyoruz. En başta ifade etmeliyiz ki Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya’nın Türkiye/Kuzey Kürdistan devrim mücadelesi tarihindeki önemini ve yerini elbette bir yazı ile anlatmak kısır ve yetersiz kalacaktır. 68 kuşağı gençliği içindeki konumlanışı ve 71 devrimci çıkışı sonrası ortaya koyduğu irade ve kararlılığın dışında Türkiye/Kuzey Kürdistan devrim mücadelesini evrilttiği boyut devasa derecede önem arz etmektedir. Buna aynı zamanda klasik müzik eşliğinde süre gelen romantik devrimciliğin, ucuz lafazanlığın bitirilişi, coğrafyamız üzerindeki devrim mücadelesine sirayet etmiş zararlı genlerin koparılıp atılması diyebiliriz. Onun tarih sahnesine çıkışıyla beraber mücadele seyrinin ve hattının bir evreden başka bir üst evreye geçmesi, devrimciliğin ve devrim mücadelesinin kendi kulvarını ve güzergahını bulmasını da beraberinde getirmiştir. O dün olduğu gibi bugün de tüm parlaklığı ve yol göstericiliğiyle en “zifiri karanlıkta” dahi en belirgin şekli ile tepemizde parlayan Nisan güneşidir. Yarın da böyle olacaktır. Onu yalnızca başındaki kasketiyle hafif tebessüm eden bir resimden ibaret zannedenler ve yalnızca ser verip
Kaypakkaya ve gençlik sır vermemesiyle sınırlı kılanlar, ananlar fena halde yanılmaktalar. Çünkü o yaklaşık yarım asırdır coğrafyamız üzerine yankılanan ve bütün yanlış notaları silip atan, bir direniş türküsünün söz yazarı-besteleyicisi onu dillendiren orkestranın da şefi ve ustasıdır. Gençlik de onun yoluna matem tutan değil devam eden olmalıdır. Kaypakkaya’nın ölümsüzleştiği günden bu yana bir iki grup dışında kalan genel toplam işkence hanelerde direnmesiyle, ser verip sır vermemesiyle anıyor, hatırlıyor. En başta ifade ettiğimiz gibi Kaypakkaya’yı salt faşizme karşı gösterdiği büyük direnişle anmak sahiplenmek onun muhtevasını göz ardı etmenin dışında aynı zamanda fikirlerinin ve ideolojisinin altının boşal-
tılmasını da beraberinde getiriyor. Elbette faşizme karşı iliklerine kadar direnmek, baş eğmemek ziyadesiyle önemli bir yerde durmaktadır. Lakin Kaypakkaya’yı salt bunun üzerinden anmak, şablonlaştırmak onun devrimci muhtevasına gölge düşürmek gibi bir gerçekliği de beraberinde getirmektedir. Zira Türkiye/Kuzey Kürdistan tarihinde faşizme karşı işkencehanelerde direnip ölümsüzleşmiş yüzlerce devrimci vardır. Bizler açısından Kaypakkaya’yı önemli kılan komünist ve ihtilalci muhtevası ile beraber dünya devrim tarihine ve mücadelesine son derece yararlı ve önemli fikirler sunması, o dönem coğrafyamız üzerinde tabu sayılacak bir çok şeyi söküp atması ile beraber devrim ve komünizm mücade-
lesini varılabilecek en ileri aşamaya taşıması gerçekliğidir. Bununla beraber ulusların kendi kaderini tayin hakkı meselesine karşı getirdiği yorum, Kürt ulusu üzerine yaptığı değerlendirmeler, devrimci ustaların dahi geri bir yaklaşımla ele aldığı Kemalizm meselesini ki o dönem itibari ile devrim mücadelesiyle neredeyse aynı bünye içerisinde barınabilmiş hastalıklı ve faşist bir anlayışı bir daha girmeyecek-giremeyecek biçimde keskin bir bıçakla kopararak atmıştır. Bugün Kemalizm meselesinde ikircikli olup ya da Kemalizm ve sosyalizmi aynı anda savunanların,sosyalizm adına onların bezirganlığını yapanların düştüğü vahim ve trajik durum ortadır.Hatırlatalım ki bu meselede net ayırımı koyamayanlar ya
güncel haber
16-31 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
da Kürt ulusal meselesine hala ve ısrarla sosyal-şoven bir biçimde yaklaşanlar sosyalizm ve devrim mücadelesinin muhtevasını kaçırmakla beraber ayarı bozulmuş, her tarafından boya akan ve döndükçe gıcırdayan, gıcırdadıkça kulak tırmalayıp sinir bozan bir dönme dolaptan farksızdırlar. Bu şekilde gidenler faşist Vatan Partisi ve onun faşist “ideologu” Doğu Perinçek’in düştüğü durumdan ibret alsınlar. Yarım asır önce ifade ettiği fikirlerden kaynaklı ki en başta ulus ve Kemalizm meselesi üzerinden onu amiyane tabirle sol içerisinden izole edenler hatta ve hatta işi linç etmeye kalkışacak kadar ileriye götürenlerin ezici çoğunluğu şimdi aynı noktaya gelmiş durumdadırlar. Bu elbette ki onlar açısından sevindirici bir durumdur. Lakin tüm bu meseleler gün gibi ortadayken hala ve hala Komünist Önder Kaypakkaya’yı ser verip sır vermemesiyle öne çıkaranlar bilmelidir ki bizlerin aslolan özü daha açık ifade etmek gerekirse Kaypakkaya üzerinden esas aldığı biçimi fikirleridir. Fikirlerini göz ardı edip içini boşalttıktan sonra onu şablonlaştırmak, adına türküler yapmak, anmak en kaba haliyle her boş duvara resmini asarak önder fetişizmi yaratmak fikirlerinin yaşam bulmadığı bir ortamda beyhude bir çaba ve boş bir uğraştır. Önder ve önderlik muhtevasının altını boşaltarak önderleri gayri-bilimsel bir biçimde putlaştırıp tarikat ve mürit durumundan hallice olan yapılanmaların eksikleri ve hataları ortadadır. Bizlerin bu noktada meseleleri alışı geçmişten bu yana olumlu bir yerdedir. Bundan sonrada böyle olması içi iş daha çok gençliğin ve yeni kuşak devrimcilerin meselenin muhtevasını kavrayıp o minvalde adım atmasına düşüyor, düşmekte. Onun mücadelesini daha ileri ve üst boyuta taşımak gençliğin boynunun borcudur. Kaypakkaya’yı her daim daha ileriyi düşleyerek onun düşüncelerini daha ileri taşınarak, geliştirilerek, iktidar perspektifinden ve amacından bir an dahi uzaklaşmayarak savunulur yaşatılır. Bizler onu salt mahzun bir resimden ibaret görmedik görmeyeceğiz, görmemeliyiz. Yarım asırlık bir direniş manifestosunun işaret fişeği olan Kaypakkaya yoldaşın fikirlerini yaşatıp anmak, birincil görevimizdir. Son kertede bir kez daha Mayıs ayı içerisinde ölümsüzleşmiş Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya, Armenak Bakırcıyan, Haki Karer, Deniz Gezmiş’ler ve Dörtler şahsında yitirdiğimiz tüm değerleri saygıyla anıyor, mücadelelerini selamlıyoruz.
11
Maraş Alevileri IŞİD kamplarına karşı direnişe devam ediyor “Bizim derdimiz mültecilerle değil. Oradaki savaşta mağdur edilerek, yerlerinden yurtlarından edilmiş o mazlum halklarla bir sorunumuz yok. Mülteci olmanın ne demek olduğunu bu coğrafyada Pazarcık, Elbistan, Nurhak'taki Alevi Kürt yurttaşlar iyi bilirler. Yıllarca mülteci olduk başka ülkelerde. Biz yer seçiminin yanlış olduğunu düşünüyoruz, bunca itiraza rağmen bu ısrara karşı da mücadele etmeye devam edeceğimizi söylüyoruz.” Maraş merkez Dulkadir ilçesine bağlı Alevilerin yaşadığı Sivrice Höyük (Terolar) Mahallesi’nde mülteciler için yapılmak istenen konteynır kente karşı bölge halkı günlerdir çadır nöbetinde. Halkın bu tepkisi hiç kuşkusuz sebepsiz değil, çünkü Suriye'de Alevileri katleden çetelere sağlanan insan kaynağının bir kısmı bu tür kamplardan sağlanmaktadır. "TC" ve ABD 'Eğit-Donat' programı çerçevesinde oluşturdukları gruplar ve halen oluşturmaya çalıştıkları gruplar mülteci kamplarından sağlanıyor. Eğitimden geçen gruplar Suriye'ye gönderiliyor. Aynı zaman bu kamplarda başta IŞİD olmak üzere birçok cihatçı grubun mülteci kamplarında faaliyet yürütmesi ve buradan Suriye'ye güç aktarması teşvik ediliyor. Devlet savaştan kaçarak çaresiz bir şekilde kamplara sığınan mültecileri istismar ediyor ve kendi kanlı politikalarına alet ediyor. Bu tablo ürkütücü bir tablo ve bu kampların bu şekilde kullanılması endişelere yol açıyor. Maraş'taki Alevilerin tepkisi de bu endişelerden ortaya çıkıyor. Devlet bu endişeleri görmek yerine, bu tür endişeleri büyüterek bir saldırı aracına dönüştürme niyetinde. Zira gerilim siyasetini istiyorlar ve gerilim siyasetinden besleniyorlar.
Mülteciler bir araç olarak kullanılıyor Türkiye'nin Suriyeli mültecilere dönük politikası faydacı bir temele dayanır. Suriyeli mülteciler üzerinden Avrupa'dan para koparmak ve cihatçıların istediği bir tarzda Suriye'yi karıştırmak için bir araç olarak kullanılıyor mülteciler. Halende elindeki bu kozu güçlü tutmak için sivillerin katledilmesi pahasına Suriye'yi karıştırmaya devam ediliyor. "TC"nin bu kanlı politikalarını göz önünde bulundurduğumuzda 'Milyonlarca Suriyeli mülteciye kucak açtık' söyleminin yalandan başka bir şey olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Mülteci kampları AKP/Devlet faşizminin beslendiği gerilim siyasetinin bir parçası haline getirildi. Buradaki mülteciler, devletin Suriye politikasında kullanılacak birer araç olarak görülmekte ve bu niyete göre planlar yapılmakta. Aynı zamanda iç siyaseti yönlendirmenin bir parçası olarak bu kamplar üzerinde planlar yapılmaktadır. Durum böyle olunca bu kamplara karşı tedirginlik her geçen gün artıyor. Bu durum karşısında tepkilerini ortaya koyan Aleviler “derdimiz Suriyeliler değil” demekteler. Ama kaplarda dönen kirli politikalar bölge halkını korkutuyor. Bu endişe ve korkulardan dolayı günlerdir yaptıkları eylemlerle bölgeye konteynır kent yapılmasına karşı çıkıyorlar. 16 Alevi köyünün nüfusundan fazla Suriyeli mültecinin bölgeye getirileceğini söyleyen Aleviler, “Merhametli insanlarız, derdimiz Suriyeliler değil. Bunu anlasınlar” diyor. Ama devlet halklara karşı izlediği düşmanca siyasete Suriyeli mültecileri de alet etmek istiyor. Aynı zamanda savaştan dolayı kaçan insanlara yeni
düşmanlar bulmak gibi bir siyaset sahnede. Böylelikle bu insanları kendine mecbur kılarak kendi tüm kirli politikalarına alet etmek istiyorlar. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Maraş Şube Başkanı Salman Akdeniz’de günlerdir süren direnişi ve amaçlarını şu sözlerle anlatıyor: “Bizim derdimiz mültecilerle değil. Oradaki savaşta mağdur edilerek, yerlerinden yurtlarından edilmiş o mazlum halklarla bir sorunumuz yok. Mülteci olmanın ne demek olduğunu bu coğrafyada Pazarcık, Elbistan, Nurhak'taki Alevi Kürt yurttaşlar iyi bilirler. Yıllarca mülteci olduk başka ülkelerde. Biz yer seçiminin yanlış olduğunu düşünüyoruz, bunca itiraza rağmen bu ısrara karşı da mücadele etmeye devam edeceğimizi söylüyoruz.” Alevi köylerinden biri olan Yeniköy'ün Muhtarı Kenan Yılmaz da endişelerini şöyle dile getiriyor: “Şikâyetlerimizi vali ve kaymakama aktarıyoruz, ancak bizi dikkate almıyorlar. İş makineleri çalışıyor. Engel olmaya çalışıyoruz. Bizler Maraş'ı yaşadık. İleride bir etnik çatışma çıkmasından korkuyoruz. Elbette mağdur durumdaki sığınmacılara karşı değiliz. Ancak buraya cihatçı çetelerinin IŞİD'in, El Nusra militanlarının yerleştirileceği bir üs kurulacağını düşünüyoruz. Kaygımız bu. Bizi cihatçıları kullanarak göçe zorlayacaklar. Burası dağın başı, cihatçıların eğitim kampı yapacaklar. Başka yer mi kalmadı? Maraş merkeze yapsınlar. Ama yapamazlar, çünkü varlıklı aileler karşı çıkıyor.” Son günlerde yine Suriye'de Alevilerin yoğun yaşadığı bölgelere karşı cihatçı gruplar yoğun saldırılar yapıyorlar. Toplu katliam haberleri son günlerde sık sık duyulur oldu. Sadece Aleviler katledilmiyor. Kürtlere, Hıristiyanlara, Ermenilere, savaşta taraf olmayan Sünni Araplara saldırıyorlar. Kısacası kendisinden olmayan tüm kesimlere karşı ister sivil, ister çocuk, isterse de yaşlı olsun hiç bir kriteri hesaba katmadan katliamlar yapıyorlar. Maraş'taki Alevilerin tepkilerini resmin geneline baktığımız zaman ancak anlayabiliriz. Tüm bu olanlara rağmen gelen mültecileri düşman görmeyen bir tutum içinde olmak, halklar arasında güven ve kardeşliği pekiştirir. Bunun içinde başta T.C ve emperyalist devletler bu kamplar üzerinde kurdukları planlardan vazgeçmeliler. Ancak biliyoruz ki onlar bu planlarından vazgeçmeyecekler ama biz ezilen halklar olarak onların planlarını boşa çıkaracak adımlar atmak zorundayız.
16-31 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
Kaypakkaya çıkışı devrim tarihi açı İşte Kaypakkaya, diyalektik tarihsel materyalist yaklaşım ve metodoloji ile resmi sosyalist külliyete rağmen bu düşünüş tarzına ilk neşteri vuran komünist bir önderdi. 24 Nisan TKP(ML) kuruluşu yeni nitel bir komünist manifestoydu. Devrimcilerin daha önceleri Selçuklu-Osmanlı-‘’TC’li daha doğrusu uygarlığı devletle başlatan köklerini buralardan ele alan anlayışlarına karşı, doğal toplumun komünist ideoloji-teori- bilimle yeniden yaratılması, tüm sınıf, ulus, cins, inanç eşitsizlikleri ve imtiyazlarını sınıfsız, sınırsız bir dünya için kazanmaya cüret edilmesi, çağırmasıdır. Coğrafyamızda dayandığı mirasın “geçici rekasion” diye mahkûm edilen Şeyh Bedrettin, Pir Sultan, Baba İshak ve ezilen ulus ve milliyetlerin demokratik. İlerici mirasının olduğunu berrak biçimde ortaya koyarak gerici tarih anlayışına gerçek manada devrimci neşter vuruyordu 18 Mayıs 1973 Komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın düşmanı kendi ininde stratejik olarak yenilgiye uğrattığı ve enternasyonal proletaryanın kızıl bayrağını dalgalandırdığı stratejik bir günün adıdır. Düşman 24 Nisan 1972’de Kaypakkaya önderliğinde kurulan TKP(ML)’yi stratejik tehlike, Kaypakkaya’nın fikirlerini ihtilalci komünizmin yine en tehlikeli odağı olarak ilan etmişti (MİT raporlarıyla) ve bu güzergâh kitlelerle buluşmamalıydı. Zira tekçi-inkârcı-imhacı düzenleri her yönüyle mahiyetini deşifre ediyor, ideolojik-siyasi hegemonyalarına meydan okuyordu. Ermeni- Keldani-Süryani-PontusDersim soykırımları, Kürt katliamlarını açığa çıkarıyordu. Faşist-Kemalist Türk devleti gerçeği aynı kırımların, kırımlardaki “ganiment” dedikleri talanın ekonomik zemini üzerinden yükselmiştir. “T.C”’nin kuruluş felsefesinin emekçilere, ezilen ulus, milliyet ve inanç gruplarına düşman pratiği, bu komünist tarihi çıkış karşısında büyük bir korku içindeydi. Gerek dünya gerekse de ülke komünist ve devrim hareketinde geleneksel yaklaşımlardan köklü ve yeni bir tarihi kopuş söz konusuydu. Öncesi dünya komünist hareketi ve coğrafyamız hareketinde (Suphi’den başlamak üzere) komünist hareket ve cumhuriyet, bir burjuva demokratik devrim olarak tanımlanıyordu. Komünist hareketin yığınağında büyük bir hata vardı. Ve bu önemli stratejik yanılsamaların hatalı değerlendirmelerin nedeniydi. Kökleri çok daha eskilerdeydi. Evet, Rönesans-burjuva devrimler dönemi aydınlanmacı hareket, tanrının dünyadaki silueti kilisenin, aklı-bilimi-eleştirel sorguyu “zındık” ilan eden, ideolojik hegemonyaları yıkılıyordu. Büyük
tarihsel ilerlemeydi bu. Burjuva düşünce iktidara ulaşınca, kilise burjuva düzen paralel destekçisi olarak yine göreve sarılmıştı. Eski düşünce güncelleştirilerek burjuva ulus cumhuriyeti dünyada da sürdürülüyordu. Zira inşa edilen, sömürücü egemenlerin tarihsel koşullarının ihtiyacı olan “yeni” bir biçimiydi… Feodal medeniyetin-derebeylik sistemlerin yerini, kapitalist uygarlık-ekonomi ve onun politik biçimi olan pazarın zorunlu ihtiyacı, burjuva ulusal cumhuriyet almıştı. Burjuva demokratik devrimlerin tarihi-ileri rolü, aslında burjuva iktidarlarla geçici bir maceraydı. Ama öyle ya Marx, Engels burjuva demokratik cumhuriyet atılımını desteklememişler miydi? Taktiğin bu tarihsel koşullar içinde onlar açısından hiçbir önemi yoktur. Kapitalizm “ilerici” onun cumhuriyeti “devrimci” idi. Sosyalizm kapitalist gelişmenin ve devletin kaçınılmaz doğrudan sonucuydu. Kapitalizmin yeni aşaması; emperyalist merkezileşme, fetihçi yaygınlaşma ve sömürgeleştirme siyaseti ilericiydi. 2. Enternasyonal bu görüşleri sistematize etti. 1915 Ermeni Soykırımı bu açıdan sessizlikle objektif olarak geçiştirilmiştir. ( Karl değil, Baba Liebnecht gibi devrimciler tarafından bile) öyle ki bu soykırıma uzanan zincirde, Jön Türkler-ittihatçılar- Kemalistler önceden vurguladığımız yığınaktaki hatalar, kavramların tarihsel koşullardan kopuk ele alınamayacağını yani tarihsel materyalizm ve diyalektik felsefenin yerine idealistampirizmin ikame edilmesinin sonucu olarak devrimci kutsanmışlardır. 2. Enternasyonal’den köklü komünist kopuşlarına rağmen, komünter-Lenin-Stalin-Mao’da eski anlayışın yükleri vardı. Mesela, Lenin dönemi Bakü’deki Doğu Uluslar arası Kurultayı’nın bazı delegeleri de İttihat ve Terakkicilerdi. Kemalist orduların, Kürt isyanlarını kanla bastırmaları, Dersim soykırım icraatları bunun için iptidai- barbar refleksleri alt edilmesi, devrim için ilerlemeci-kalkışmacı yolun açılması, sosyalizmin maddi koşullarının olgunlaştırılması olarak desteklenmişti. İşte Kaypakkaya, diyalektik tarihsel materyalist yaklaşım ve metodoloji ile resmi sosyalist külliyete rağmen bu düşünüş tarzına ilk neşteri vuran komünist bir önderdi. 24 Nisan TKP(ML) kuruluşu yeni nitel bir komünist manifestoydu. Devrimcilerin daha önceleri Selçuklu-Osmanlı-‘’TC’li daha doğrusu uygarlığı devletle başlatan köklerini buralardan ele alan anlayışlarına karşı, doğal toplumun komünist ideoloji-teori- bilimle yeniden yaratılması, tüm sınıf, ulus, cins, inanç eşitsizlikleri ve imtiyazlarını sınıfsız, sınırsız bir dünya için kazanmaya cüret edilmesi, çağırmasıdır. Coğrafyamızda dayandığı mirasın “geçici rekasion” diye mahkûm edilen Şeyh Bedrettin, Pir Sultan, Baba İshak ve ezilen ulus ve milliyetlerin demokratik. İlerici mirasının olduğunu berrak biçimde ortaya koyarak gerici tarih anlayışına gerçek manada devrimci neşter vuruyordu. Bu, yeni nitel bir çığırdı. Evet, komünist fikirler Suphi’den önce Ermeni aydınlarının komünist manifestoyu yayınlama ve başlarına “büyük belalar” sarma gayretiyle coğrafyamızla buluşuyordu. Suphi önderliğindeki TKP Ekim devriminin ürünü olarak partileşiyordu. Fakat uluslar arası komünist harekette de mevcut olan hataları aynı zamanda vahşice katledil-
melerine de sebep oluyordu. Suphi sonrası TKP hataları görmek bir yana iyice sistematik bir hale dönüştürdü. Yakup Demir ve şefik Hüsnü gibi TKP önderleri hatları aşmak yerine onları daha da geri bir zeminde teorileştirdiler. Bu çizgisi TKP’yi devrimci bir odak yapmak yerine sosyal şoven, kapitalist ilerlemeci ve barış içinde “sosyalizme geçiş’’kürsüsüne dönüştürdü. Atmosfere damgasını vuran sosyal pasifizmdi. Sonra ki TİP de bu yolda yürüdü. Böyle bir ortamda Denizlerin, Mahirlerin, 71 ihtilalci sosyalizm çıkışı da yeni bir çığırdır. Onlar asla devletçi, orducu kapitalizmden medet umucu değil, devrimci sosyalisttiler. Geçmişin ideolojik hatalı yüklerinden kopamıyor, Kemalizm-Kemalist çizgideki ordunun bazı güçleri konusunda problemler devam ediyordu. “Yozlaşmış” cumhuriyet ve orduyu Kemalist “milli kurtuluş” ruhuna dayanarak devrimi tamamlamaya çağırıyordu. Oysa sorun açıktı. Osmanlı’nın İttihatçı-Türkçü Cemal, Talat, Enver üçlüsü komutasındaki, Alman emperyalist savaş makinesinin aygıtı olan operasyon, Turan stratejisiyle Anadolu mozaiğini tekçilikle bir Anadolu mezar-
perspektif
ısından komünist bir manifestodur! HBDH bir devrimci savaş irade beyanıdır ve pratikte sınanacaktır
lığına dönüştürmüştü. Kapitalist medeniyetin bu 20. yy. “abide”si kırımdan geçirme kararlılığıydı. Kapitalist medeniyet her yerde İnka-Maya- Kızılderili kırımlarıyla hep böyle yükselmiştir. Aynı zihniyet, Erdoğan-Ordu-Perinçek (dinci ve ırkçı tek partili koalisyon gibi) ittifakıyla bugünde sahnededir. Dün devrimci girişimi kontrgerilla ve Türkiye ayağı, özel Harp rejimi ile boğmaya çalıştılar. Meydan okuyan komünist ruh, Kızıldere, Vartinik baskınlarının beyni olan bu özle dairenin beyin kadrolarından Fehmi Altınbilek’den şahsi değil, rejim olarak bir hesap sorma eylemi atılımıyla tarihi-tarihsel bir not düştü. Büyütülmesi gereken her zaman bir özel savaş rejimi olan devlete karşı bir düello değil, geleceği-kazanma ve inşa etme perspektifi ile ezilenlerin iktidarını bizzat ve doğrudan fet etmesi için devrimci savaştır. Birleşik Devrimci Hareket devrimin ihtiyacıdır. Bu taktik bir manevra değil, birleşik cephe için stratejik bir atılımdır. Devrim partilerin değil, kitlelerin eseridir. Ki kitleler tahayyül ettiğimiz yeni iktidarın doğrudan katılımcısı ve öznesidirler.
Halkların Birleşik Devrim Hareketi (HDH) temel stratejik yönelimi ve hedefleriyle büyük bir iddia ortaya koymuştur ve pratikte sınanacaktır. Söz değil pratik ve gerekleri-devamlılık- ilerleme esastır. Bir komünist parti açısından bile bu böyledir. Gerekli olan söz ve pratik birliğidir. Eylem birliğinde bu yönelim ve özgür irademizle yer aldık. Komünistlerin, halkın çıkarları üstünde özel-ayrıcalıklı bir çıkarları yoktur. Halkların geleceği için birliğine hizmet etme, bundaki kopuşlardan hiçbir gerekçeyle entegre olmama, ezilenlerin çıkarını temel alan devrime sarılma yöneliminde yürüme çizgileridir. Hiçbir büyük politik güce, ideolojik-örgütsel bağımsızlığı feda etme-biat etme asla bizim tavrımız değildir. Dostluğumuz eleştiriyi dıştalamaz. HBDH, devrim eksenli, devrimci savaş kararlılığında bir irade beyanıdır. Hatta oldukça ileri-devrimci beyanlarda bulunulmuştur. 30 Mart 1972 Kızıldere ruhunun sahiplenilmesi, yükseltilmesidir. Bu Mahir ve yoldaşlarının ve THKO militanlarının, Deniz ve yoldaşlarının idamlarını durdurmak için Kızıldere’ye uzanan devrimci birlik ve eylem seferberliğinin dirilen ruhudur HBDH! Kaypakkaya’nın, Sinan Cemgil ve yoldaşlarının katledilmelerine neden olan ihbarcıların, siper yoldaşlığı bilinciyle sorgulama ve cezalandırma mirasıdır HBDH! Ölüm orucu siper yoldaşlığının canlanan özüdür HBDH, bu mirasın devamıdır. Dayatılmış topyekûn haksız savaşa karşı topyekun devrimci savaşla seferber olma emridir. Agitlerin-Mazlumların şahsında şahlanan Kürt ulusal özgürlük çığlığına devrimci birlik çağrısıdır. Köklerimizdeki toprakta filizlenen HBDH, halklarımızın birleşik mücadele ve kazanma cüretidir. Kazanabiliriz işte Rojava! Dün hayal görünen bugün gerçektir… İşte Sur, Cizre, Nusaybin! HBDH çağrılarında emperyalist hegemonya savaşına Ortadoğu’da antiemperyalist bir seçenek olarak meydan okuduğunu bildirdi. Neo-liberal saldırganlığa karşı yeni bir dünya çağrısı yaptı. Çöken emperyalist Ortadoğu düzeninde birleşik, demokratik, Ortadoğu yürüyüşünü deklere etti. İnkâr-imha eksenli, emperyalist gerici egemen sınıfların ulusal devlet düzenleri çökmüştür. Emperyalist yeniden yapılandırma operasyonlarına karşı karşı, HBDH yeni bir alternatiftir. Malazgirt ve Çaldıran’dan, Selçuklu ve Osmanlı’dan bugüne fetihçi imha ve inkâr ordularının şimdiki Türkİslam yeni Osmanlı yayımcılığının karşıtına öz yönetim talebiyle çıkan Kürdistan dirilişindeki tavrımıza, 24 Nisan çıkışı rehberlik edecektir. Bizler feodal önderliklerine karşı emekçilere gerçekleri açıklama ve çözüm programımızı yükseltme görevini reddetmeden, ezilen ulus ve milliyetlerin milli baskı, katliam ve inkâr düzenlerine karşı meşru taleplerine karşılık koşulsuz desteğimizi ifade etmiş bir gelenekten geliyoruz. Türk egemenlik sistemi içerisinde ezilenler-emekçiler için bir özgürlük beklentisi büyük yanılsamadır. Bunu ısrarla anlattık, devam edeceğiz. Bu perspektifle,
Kürdistan’da demokratik özerklik talebini meşru-desteklenmesi gereken bir demokratik talep olarak görüyoruz. 24 Temmuz’un dayatılmış haksız savaşın dünden süren ve “Mutabakat-çözüm” oyalaması hazırlığının bir devamı olduğunu görmek gerek. “Ya baş eğecekler, ya baş verecekler” diyor egemenler! Şimdi yeni bir “çöktürme” planı ile devrededirler. Uygulanan bir soykırım planıdır. Eski tekçi, dinci ulusçu egemenlik konseptidir. Hiçbir şey statik, tanrı yaratıcısı düzen-uyum misali sür-git değildir. Çelişki her şeyin özüdür. Mücadele ve dönüşüm bunun sonucudur. Hepte böyle olacak. Buyurduğumuz için değil, reel gerçeklerin, sebeplerin bura içinde ki dinamiklerin, yolu vahiylerle değil, tarihsel materyalizm ve diyalektikle anladığımızın anlattığıdır bu! Kendiliğinden halklar için kaçınılmaz bir kurtuluş yok! Örgütlü halk, şimdi bir önderlikle sahnededir. “T.C.” stratejik olarak yenilmiştir. Sadece başbakanparlamento-hükümet değil bir sistem türü söz konusudur. 7 Haziran seçim darbesiyle 1 Kasım çıkışı krizi derinleştirmiştir. Çareyi derinleştirilmiş haksız savaşla veriyorlar, nafile!.. Şark Islahat planlarını güncelleşmiş, Mastır planlarıyla yürütüyorlar. “Mülteci şevkati” aldatmacalarıyla Kürdistan’ın demografik yapısını İslam “kemer” politikalarıyla değiştirmeye çalışıyorlar. Bölgesel-yerel, yeni “İslam ordusu” devrede… TOKİ operasyonuyla, tekçiliğe direnmiş bir tarihin izi yok edilmek isteniyor. Bu korku ve çöküşünüzün alarmıdır! Ve stratejik olarak yenilmişlerdir. Teşhir ettiğiniz kadın yoldaşlarımızın çıplak bedenleri karşısında, cinsiyetçi rejiminiz stratejik olarak yenildi. Geleneksel ahlak olarak dayandığınız sistem çöktü. Cizre-Sur-Nusaybin’de, bodrumlarda, ablukalarda, tank ve toplarınızla katlettiğiniz kahramanlar, “biz boyun eğmedik” haykırışıyla geleceğe akan ırmaklar açtılar. Türkiye’yi zincirleyen, prangalara vuran kölelik hegemonyasının, kırılması Kürdistan’ın özgürleşmesinden geçer. Başka bir halkı ezen “özgür olmaz” diyen ustalarımızın dediği de budur. Devrime devam ederken dikkat etmemiz gereken hususlar vardır. Halkın tek bir çöpüne zarar vermeme, halka baskı yasaktır yöneliminde ısrar etme, tersi durumları sorgulama-hesap verme anlayışından sapmama devrimci savaşın birinci yönelmesidir. Evet, ayaklanma ciddi bir iştir. Her yönlü hazırlık, mevzilenme, kitle konumlandırmasıyla birlikte yerinde zamanın da düğmeye basma ve sonuca gitme işidir. Bu ayrı bir tartışma. Ancak ezilenler ayağa kalktıklarında zamansız olsa bile “silaha sarılamamalıydılar” demek, tarafsız kalmak, ezenden yana olmaktır. Bizim tarafımız açıktır; hendektir, barikattır. Bilinçli sosyalist halk savaşı ile iktidarı fetih etme yürüyüşü Marksın gökleri fetih eden komünarlar “çılgınlığı” desteklemesi gibi bunu da desteklemesini gerektirir. Kaypakkaya yeni komünist manifestosunun öğrettiği de budur! Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünü olmak, bağımsız bilincimiz ve irademizle ezilenlerin yanında olmaktır. Sentez bellidir.
14
güncel analiz
16-31 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
Devrim ve komünizm mücadelesinde
toprağa düşenlerin anısına... 18 Mayıs, komünist direniş ruhuyla ölümsüzleşen her yoldaşımızın yarattığı devrimci gelenek ve mirası sahiplenerek ileri atılmanın günüdür. Kaypakkaya yoldaş ve yüzlerce şehidimizin bizlere devrettiği komünizm mücadelesini, kararlı militan çizgi, teori-pratiğiyle geliştirip zafere taşımanın sorumluluğuyla görevlerimize daha sıkı sarılmak ertelenemezdir Dünya ve coğrafyamız sınıflar mücadelesi tarihinin ölümsüz kahramanlarının anısı önünde saygıyla eğilirken, ölümsüz anılarıyla yaşattıkları mücadelelerini selamlıyor, Kaypakkaya yoldaş şahsında parti şehitlerimizi mücadelemizin kılavuzları olarak yaşatıyoruz. Onları anmak ve anlamak, onların uğruna düştükleri davayı anlamak ve mücadele pratiğiyle anlamlandırmakla mümkündür. Bu anlamda insanlığın yüce davası adına bedeller pahasına omuzlanan mücadeleyi, salt kahramanlık ve bedeller üzerinden açıklayan dar yaklaşımla değil, tüm tarihiyle birlikte insanlığın ilerlemesine katkılarıyla anlamak elzemdir. İnsanlık toplumlar tarihiyle birlikte ilerledi, bu ilerleyiş devam etmektedir. Bu ilerleme kesinlikle siyasi boyut taşımaktadır. Siyasi mücadeleler bu tarihin bizzat motorudur. Siyasi mücadelelerin insanlığın özgür dünyaya ilerlemesinde devrimci cephede yer alanlar tarihin yaratıcılarıdır. Bu tarih devrimci kitleler tarafından yazıldığı gibi, bilinçli sınıf savaşçıları ve önderlerinin kurumsal mücadelelerde ödediği bedellerin oynadığı rollerle de doğrudan alakalıdır. Bu bilinçle tarihsel mücadele süreci ve bu sürecin ölümsüzleşen öznelerini bütünlüklü anlamak zorunludur. İnsanlığın devrimci ilerleyişini görev olarak omuzlayanlar, bu tarihe ve bedellere kayıtsız olamazlar. Bilakis bu kaynaktan önemle beslenirler.
Tarihsel süreç içerisinde sınıflar mücadelesi Toplumların ilerleme tarihi sınıflara bölünmüş toplumsal sistemlerde yaşanan büyük altüst oluşlara tanıklık yaparak günümüzün ilerisindeki toplumsal aşamaya uzandı. Bu ilerleme tarihi yeniçağların açılması tarihidir de. Her toplumsal aşamada tarihsel olarak devrimci rol oynayan sınıfların ağır bedeller pahasına omuzladığı insanlığın aydın çağa
ilerleme serüveni sınıflar mücadelesinden başka bir şey değildi. Bundandır ki tarih, toplumları ve dolayısıyla insanlığı karanlıkta tutan sınıflar ile aydınlığa taşıyan sınıflar arasında cereyan eden çatışmadan ibarettir. Tüm toplumsal gelişme ve ilerlemeler bu zeminde mümkün olurken, yaşanan büyük kıyımlar da bu ilerlemenin bedelleri olarak yaşandı. Kuşkusuz ki, devrim ve komünizm yürüyüşü bu tarihten bağımsız olmayıp, ta kendisidir. Günümüzdeki modern sınıfların mücadelesi, ilk insanlık toplumundaki insanın insanla kavgasından bağımsız değildir. İnsanın insan üzerindeki baskısı sınıf mücadelelerinin temelini oluşturur. Ezen ile ezilen arasındaki mücadele sınıflar mücadelesi olarak bugünkü proletarya ile burjuvazi mücadelesinin tarihsel biçiminden başka bir şey değildir. Paris Komünü deneyimi ile sınıflar mücadelesi tarihinde yeni bir dönem açılmış oldu. İşçi sınıfı ilk iktidar deneyimini gerçekleştirdi. Kendiliğinden sınıf, kendisi için sınıf olma bilincine ulaşarak sınıf iktidarlarına doğru yöneldi, yol aldı. Bu aşamada yeni bir toplumsal sistem
belirmiş oldu. İlkel, köleci, feodal, kapitalist toplumdan sonra sosyalist toplum ufku açılmış oldu. Rusya’da yaşanan 17 Ekim devrimi sosyalist toplumu insanlığa armağan eden ve proleter devrimler çağı olarak yeni bir çağı açan büyük bir ilerlemenin tarihi oldu. Yeni proleter devrimler bu süreci takip etti. Yengiler gibi yenilgiler de bu tarihsel ilerleyişin birer parçası olarak yaşandı. Sosyalizmde karara bağlanmamış olan sınıflar mücadelesi, yeni burjuvazinin devreye girmesiyle geçici olarak kapitalist burjuvazi lehine sonuçlandı. Ne ki bu, tarihin ve sınıflar mücadelesinin sonu değildi ve sınıflar mücadelesinde hangi sınıfın kazandığı karara bağlanmamış olup, sınıflar mücadelesi durmaksızın devam etti, devam etmektedir. Geçici olarak yenilen proletarya taktik yenilgisine karşın, stratejik zaferi uğruna savaşımını sürdürmektedir. Türkiye/Kuzey Kürdistan coğrafyası ve toplumsal sistemi sınıflar mücadelesine tanıklık yaparak bütün bu tarihin adeta bir aynası durumundadır. Bir dizi isyan ve ayaklanmalar tarihi günümüzün sınıf mücadelelerine arka plan yaratmakta-
dır. Mustafa Suphi’lerin TKP’si coğrafyamız sınıflar mücadelesinde modern sınıf mücadelelerinin nitel bir dönemecini ifade etmektedir. Komünist hareketin coğrafyamızdaki ilk doğuşunu temsil eden Suphi önderliğindeki TKP, Kemalist iktidarın komployla Suphi ve yoldaşlarını katletmesi sonrasında fiilen tasfiye olup, takip eden gelişmeler neticesinde yeni önderlikler altında giderek sosyal şoven gerici bir partiye dönüştü. Henüz doğmuş olan Komünist Parti önderlerinin katledilmesiyle kısa sürede tasfiye edilip komünist parti boşluğunun devam etmesiyle neticelendi. 50 yıl süren sessizlik ve pasifist süreç 1971 devrimci çıkışıyla ters yüz edilebildi. Dünya ölçeğinde yaşanan mücadele ve devrimler coğrafyamız öğrenci gençliği üzerinde büyük etkiler yaratıyordu. Özellikle Çin Büyük Proleter Kültür Devrimi dünya çapında yarattığı etki coğrafyamızda da öğrenci gençlik ve mücadelesine tesir ediyordu. Başlarda anti-emperyalist karakterde ve Kemalist hareketin etkisinde olan gençlik hareketi, Büyük proleter Kültür Devrimi’nin etkisiyle dünyada yaşanan
16-31 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
68 gençlik hareketi rüzgarı ve devrim dalgasının yankılarının yanı sıra, Marksist klasiklerin ülkeye girişi ve çevirisinin yapılmasıyla da devrimci özde bir gelişme süreci yaşadı. İşte Suphi TKP’si sonrası yaşanan 50 yıllık pasifist süreç bu koşullarda yırtılıp devrimci çıkış yakalanıyordu.
Mahir, Deniz, Kaypakkaya ve devrimci atılım 1971-72 devrimci çıkışının önderleri öğrenci gençlik hareketinden geliyordu. Fikir Kulüplerinden, Dev-Genç ve TİİKP içinde yaşanan derin ideolojik-teorik tartışmalarda yaşanan ayrılıklardan sonra, THKO, THKP-C ve TKP(ML) olarak ülke komünist ve devrimci hareketin Mahir, Deniz ve Kaypakkaya önderliğinde kuruyordu, kurdu. Milli Demokratik Devrim/Sosyalist Devrim tartışması bu dönemin belirleyici tartışması olarak ayrılıklara yol açtı. Aynı dönemin diğer ayrılık nedeni tartışmaları ise sosyal emperyalizm, Kemalist hareketin değerlendirilmesi, milli mesele gibi başlıklarda özetlenebilir. Komünist ve devrimci hareket, ideolojik-teorik mücadelelere paralel olarak, dünyada olduğu gibi coğrafyamızda kabararak yaşanan sınıf mücadeleleri koşullarında gelişti. Öğrenci gençlik hareketinin bu döneme renk verdiğini söylemek yanlış olmaz. Nitekim ülke devrimci hareket önderleri bizzat öğrenci gençlik hareketinin önderleriydi. Ve bu önderler dünya devrim hareketi ve devrimci teoriden beslenmekte idiler. Bunun önemi devrimci hareketin doğup gelişmesinde devrimci teorinin ve aydın
damarın oynadığı rolden ileri gelir ki, sınıflar mücadelesinin ancak bilimsel teori kılavuzluğunda ve bu teorinin aydınlattığı sosyal pratikte billurlaşan bir önderlik altında zafere ilerlemesi mümkündür. Kısacası bilimsel sosyalizmi benimsemiş önderliğin rolü ve önemi devrim açısından tayin edici bir ihtiyaçtır. Kendiliğinden gelme hareketlerin ufku sınırlı olup, bu hareketlerin devrime ulaşması, siyasi iktidarı ele geçirmesi mümkün olmamakla birlikte, devrimci teori-pratikten yoksun önderliklerin de devrim ve Komünizm yürüyüşünü zafere taşıması zordur. Mahir, Deniz ve Kaypakkaya önderliğindeki ülke devrimci hareketi 71-72 çıkışıyla bilinçli devrimci rotaya girip silahlı mücadelelere girişince gerici hakim sınıfların hedefi haline geldi. 12 Mart AFC’si, Mahir, Deniz ve Kaypakkaya şahsında THKP-C, THKO ve TKP(ML)’ye azgın faşist saldırılara girişti. Yürütülen amansız faşist saldırılar sonrasında Mahir ve arkadaşlarını Kızıldere’de katlederken, Deniz ve arkadaşlarını asarak katletti. Hüküm süren AFC 1973 yılında Kaypakkaya ve yoldaşlarına dönük gerçekleştirdiği faşist saldırılarda Ali Haydar Yıldız yoldaşı çatışmada katlederken, çatışmada yaralı kurtulan Kaypakkaya yoldaşı da beş gün sonra yakalayıp Amed zindanlarında aylarca süren işkencelerden sonuç alamayınca katletti.
Can-kan bedeliyle devrim ve komünizm mücadelesi Böylece tıpkı Suphi TKP süreci gibi, Mahir, Deniz ve Kaypakkaya önderli-
güncel analiz ğindeki THKO, THKP-C ve TKP(ML) de daha kuruldukları ilk yıllar ve hatta aylarda darbelenerek örgütsel yenilgi süreciyle tanıştılar. Ne ki, bu örgütsel yenilgi sürecine karşın, Mahir, Deniz ve Kaypakkaya’nın ardılları kurucu önderlerinin açtığı devrimci çığırı derinleştirip geçici yenilgiyi geride bırakarak devrim ve komünizm mücadelesini günümüze taşıdılar. Bu mücadeleyi daha ileri taşıyarak zaferle taçlandırmak günün görev ve sorumluluğu olarak önümüzde durmaktadır. Ülke devrimci hareketi sınıflar mücadelesinde büyük ve ağır bedeller ödedi, ödemeye devam etmektedir. Dünya devrim tarihi dünya proletaryasının büyük öğretmenleri dahil, milyonlarca insanın yitimine yol açan ağır bedellere karşın ilerledi, ilerletilmektedir. Ülke devrimci hareketi de kurucu önderlerinin yanı sıra on binlerce militanıyla ödediği can-kan bedeliyle bu yolu izlemektedir. Devrim ve komünizm mücadelesi elbette bu bedellerden ayrı düşünülemez. Ödenen ağır bedeller devrim ve komünizm yürüyüşünün anlamını derinleştirirken, bu yürüyüşün zorunlu olarak izleyeceği yolu da göstermektedir. Kaypakkaya yoldaşın kurucu önderi olduğu partimiz TKP(ML), organik devamı olan partimiz MKP aşamasına varan uzun mücadele tarihinde yüzlerce önder, kadro ve militanını yitirdi. Ne var ki partimiz, proleter dünya devrimi doğrultusundan, enternasyonalist proletaryanın coğrafyamızdaki görevlerinden ve buna uygun olarak somut devrimimizin
15
örgütlenmesinden bir an dahi geri durmadı. Bütün darbe ve yenilgilere, ödediği ağır bedellere ve tüm zorluklara karşın, partimiz sınıflar mücadelesinin ileri mevzilerinde konumlanan bir siyasi savaş partisi olarak siyasi iktidar perspektifiyle silahlı savaşını sürdürmektedir. Partimiz, dün olduğu gibi bugün de bedel ödemekten sakınmadan devrimci savaşta mevzilenip devrim ve komünizm mücadelesindeki ısrarını korumaktadır. Kuşkusuz ki, bu kararlı devrimci çizgi ısrarında rol oynayan önemli bir dayanak toprağa düşen yoldaşların temsil ettiği anlamlı bedeldir. Şehitlerimizin devrimci savaşımızda büyük bir güç kaynağı oldukları tartışmasızdır. Onların yarattığı gelenek, bıraktıkları miras ve nihayetinde temsil ettikleri devrimci idealler bugün yolumuza ışık tutmakta, devrimci savaşımızın besleyici köklerini oluşturmaktadır. Kahraman şehitlerimizin uğruna ölümsüzleştikleri idealler ideallerimiz olurken, bu ideallerin geliştirilerek gerçekleştirilmesi devrimci görev ve şehit yoldaşlarımıza karşı sorumluluğumuzdur. Bugün çok daha pervasız boyutlara varmış emperyalist gericilik büyük kıyımlar yaratırken, ülkedeki faşist saldırganlık da giderek boyutlanıp tırmanmaktadır. Halklarımıza devasa azgın baskılar uygulayıp koyu faşist diktatörlük sergilemektedir. Türk hakim sınıfları özellikle Kuzey Kürdistan’da vahşi katliamlar gerçekleştirmekte, Kürt ulusunu adeta soykırımdan geçirmektedir. İçinden geçtiğimiz bu keskin süreç, devrimci sınıf mücadelesinin daha amansız saldırılara, barbar katliam ve faşist baskılara maruz kalacağını işaret etmektedir. Bu durum karşısında devrimci görev ve sorumlulukların çok daha fedakar şartlarda ve ağır faşist saldırılara rağmen göğüslenmesini gerektirmektedir. Sınıflar mücadelesini can bedeliyle bizlere devreden şehitlerimizden öğrenerek ve elbette onların örnek mücadele kararlılıklarını kuşanarak faşist saldırılar karşısında geri adım atmadan siyasi iktidar perspektifiyle mücadeleyi büyütmek şehitlerimiz kadar insanlığa karşı görevimizdir. 18 Mayıs, komünist direniş ruhuyla ölümsüzleşen her yoldaşımızın yarattığı devrimci gelenek ve mirası sahiplenerek ileri atılmanın günüdür. Kaypakkaya yoldaş ve yüzlerce şehidimizin bizlere devrettiği komünizm mücadelesini kararlı militan çizgi, teori-pratiğiyle geliştirip zafere taşımanın sorumluluğuyla görevlerimize daha sıkı sarılmak ertelenemezdir. Büyük fedakarlıklar gibi büyük başarılar bizleri beklemektedir. Kaypakkaya yoldaş şahsında Parti şehitlerimizin, Parti şehitlerimizin şahsında ülke ve dünya devrim ve komünizm mücadelesi şehitlerinin yüce anıları önünde bir kez daha saygıyla eğiliyoruz.
16
tarih analiz
16-31 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
Pontos Soykırımı’nın bir başka yüzü (1) "Biz ancak ecnebi devletlerden çekinerek bizimle beraber yaşayan Hıristiyanları muhafaza edebildik. Ecnebi devletlerden korkmasaydık bütün Hıristiyanları, bilhassa Ermenileri, tek bir kişi bırakmayıncaya kadar katlederdik..." Prens Sabahattin Pontos Soykırımı Süreci Abdülhamid'in yeğeni Prens Sabahattin'in, 1907 Jön Türk birlik kongresindeki yukarıdaki sözleri Osmanlı politikasını özellikle de Abdülhamid'in politikasını özetleyerek, o güne kadar Hıristiyanların bu coğrafyada tutunabilmesini Avrupa’nın korkusuna bağlar. Bu korku savaş ortamında ortadan kalktığında Hamid'in ardılı olan Jön Türk zihniyeti, zincirinden boşalarak bu coğrafyanın kadim halklarını soykırıma uğrayacaklardır. Jön Türklerin gizli ajandalarında Türkleştirme yüklüdür. İslamcılık ve Osmanlıcılıktan da anladıkları Türkçülüktür. Mizancı Murad bunu açıklıkla ifade eder. Jön Türkler bunu gizleme gereğini de duymazlar. Zamanı geldiğinde ya da kendilerini güçlü hissettiklerinde Türkçülüğü yürürlüğe koyduklarında koca bir coğrafya kan ve gözyaşı ile sulanacaktır. Burada bir başka etmen de Osmanlı toplumsal yapısı ile ilgilidir; kapitalist burjuva toplumu ekonomik belirleyiciliğe dayanıyorsa, Avrupa dışındaki kapitalizm öncesi haraççı toplumları da başlı başına bir ekonomik rol üstlenmiş bulunan devletin (siyasal kertenin) belirleyiciliğine dayanır. Pre kapitalist dönemin toplumlarının ve/ veya onun kalıntılarının anlaşılmasının koşulu, siyasal vechelerinin anlaşılması, haraca dayalı sosyal formasyonun sırrını açığa çıkarmanın koşuludur. Samir Amin, nasıl ki Marx kapitalizmi açıklarken meta fetişizmini kullandı, eğer Marx, kapitalizm öncesi toplumları açıklamak isteyen bir kitap yazmaya girişseydi kitabının adı iktidar ve birinci bölümün başlığını da iktidar fetişizmi olacağını söyler. Melez Osmanlı toplum yapısının burjuvazisini oluşturan azınlık Müslüman ve Hıristiyan burjuvazi, aynı zamanda bürokratik ve ticaret ile sanayi burjuvazisi olarak bölünmüş ve ayrışmıştır. İktidardaki Müslüman bürokratik burjuvazi iktidarına en yakın tehlike olarak ticaret ve sanayi burjuvazisini görmektedir.
Diğer etmenler bir tarafa bırakılsa dahi İslam'ın kutuplaştırıcı fonksiyonu bu iki kesimi kutuplaştırmış. Osmanlının kurtuluşu Türk burjuvazisinin yükselişinde görülmüştür. Türkçülüğü ideolojik olarak temellendiren Yusuf Akçura 1911 ki bir çalışmasında bunun altını çizer: Türk istiklal-i millisi, Devleti Osmaniye de Türk burjuvazisinin tekerrürünün meydanı-ı itibarı olabilir ve Türk burjuvazisinin inkişaf-i tabiisi [doğal gelişmesini] sekteye uğramayacak olursa Osmanlı Devletinin sağlam taazzuvu [şekillenişi]temin edilmiş olur. Akçura'ya göre sorun, Türkçülüğün bir siyasi formül haline getirilip getirilmeyeceğidir. Bu düşünce siyasi bir formül haline geldiği zaman Türklerden ibaret bir Türkiye kurulması şeklini alacaktı. Soykırımı kolaylaştıran etmenlerin başında savaş koşulları gelir. Osmanlı savaşa dahil olarak hem kaybettiği topraklara yeniden kavuşmak, kaybettiği gücü toplamayı hayal ederken, azınlık toplumlarının birikimine el koyarak iç talana yönelir. Osmanlının artık dış talan olanakları tükenmiştir. Bu yolla savaşın finansmanını da düşman bellediği Hıristiyan burjuvazi ve onların mensup olduğu halklara yükleyecektir. Savaş bir anlamda Hıristiyan vatandaşlarına karşı bir cihattır. Alman İmparatorluğu’nun savaşta Osmanlıya sağladığı maddi koşullar dört yıllık savaşın sürdürülmesinde yeterli değildir. Almanların yardımı ve savaş öncesinde 1913-14 yıllarında Ege, Marmara ve Trakya Rumlarından gasp ettikleriyle savaşın 1915 yılının harcamalarını karşılamış, 1915 Soykırımıyla Ermenilerden ve ölüm yürüyüşüne çıkarılan Ege ve Marmara Rumlarından gasp ettikleriyle de 1916 yılını finanse etmiştir. Pontos’tan 1916 yılında gasp ettikleriyle de 1917 yılını karşılamış. 1918 yılı savaşını karşılamak için gasp edecek bir kaynak kalmayınca, 1918 yılı savaşı geri çekilmeler ve mağlubiyetlerle biten savaşlar sonucunda, kayıtsız şartsız teslim olunacaktır. Burada dikkat edeceğimiz bir başka nokta da; insanlığa karşı bu suçlar işlenirken savaşın kaybedilmesi olasılığıdır. Bu bakımdan azınlık halkların birikimlerine el konulur ve bunlar "tehcir" edilirken, savaş kaybedilirse geri dönme ve gasp edilen haklarını istemelerinin önüne geçilmelidir. Kurbanların donlarına varıncaya kadar soyularak "tehcir" adı altında ölüm yürüyüşüne çıkarılmaları bu yüzdendir. Geriye hak sahibi bı-
Sait Çetinoğlu
rakmama amaçlanmıştır. Savaş başladığında, seferberlik ilan edilmiş, Tekâlifi Harbiye (savaş vergisi) toplanmıştır. Tanıklar savaş vergisinin hoyratça toplandığını ve bu vergi uygulaması Hıristiyanların dükkânları meşrulaştırılmıştır. Askeriyenin Hıristiyan’ın dükkanındaki kadın çorabına el koyduğu olaylar görülmüştür. Pontoslular, herkes gibi askerlik bedeli ödemelerine rağmen askere alınmışlar ve askerde ilah verilmemiş yük hayvanı olarak kullanılmışlardır. Savaşın ikinci evresi olan milliyetçi hareket döneminde de savaş vergisi uygulanmış, Pontos'ta ayrıca ek olarak haraç istenmiştir. Ankara Hükümetinden 24.8.1920 gün ve 94B1 sayı ile Trabzon’a gönderilen bir yazıda; "Trabzon Rumlarının orduya yaptıkları yardımın kendi arzularıyla olduğu hakkında neşriyat [yayın] yaptırılması gereği..." emri verilmektedir. Pontos Soykırımı Ermeni ve Asuri- Süryani soykırımından farklı olarak iki dönemde gerçekleşmiştir. Birinci safhası dünya savaşı sürecinde Batı Pontos’ta başlar. Doğu Pontos'un savaş sırasında
Rus yönetiminde kalması, Doğu Pontos'un birinci safhadan etkilenmemesini sağlarken, ateşkesten sonraki Kemalist dönem/milliyetçi hareket sürecindeki korumasızlık Pontos'un her iki bölümünde soykırımın tamamlanmasını sağlar. Postos'ta 10 yıllık savaş sürecinde yaşananlar Lemkin'in soykırım tanımıyla ve Birleşmiş milletlerin Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme’nin 2. maddesinde söz edilen şartları birebir taşımaktadır. Kısaca 1913'ten 1922'ye kadar devam eden bu süreçte yaşananlar soykırımla birebir örtüşmektedir. Pontos'a "altın vuruş" Lozan'da kararlaştırılan halkların mübadele antlaşması ile olur. Bu antlaşma ile Pontoslular tarihsel topraklarından uzaklaştırılırlar.
Alman askeri yardımı, savaşın finansmanı ve soykırım Alman kaynaklarında Osmanlı Devleti’ne yaptığı nakit ve askeri yardımların miktarı olarak: “Türkiye'nin istediği toplam Alman kredisi yaklaşık olarak beş milyar Markı buluyordu; bunun yuvarlak hesap dört milyarı verilmiştir. Bu dört
tarih analiz
16-31 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
milyarın hemen hemen bir milyarı altın, gümüş, Türk lirası ve Mark olarak, geri kalan üç milyarı hazine bonolarının emanete alınması suretiyle öden¬miştir.” denilmektedir. Almanya’nın dünya savaşı içinde Osmanlı Devleti’ne askeri yardımları sınırlıdır. Harbin devamı boyunca Almanya'nın Türkiye'ye gönderdiği silah ve donatımın paraca değeri 616 milyon Mark tutuyordu. Harbin sonuna kadar Türkiye, başta zeytinyağı, iç yağı, yün, deri ve maden cevheri olmak üzere Almanya’ya 300 milyon Marklık hammad¬de göndermişti[r]. 1. Dünya savaşında devasa bütçeler harcanmıştır. İngiltere, müttefiklerine verdiği avanslar dışında, savaş için 35.300 milyon İngiliz lirası harcamıştı. Fransa'nın savaş gideri 24.300 milyon İngiliz lirasını buluyordu. Almanya'nın ki ise 37.770 milyon İngiliz lirasına ulaşır. Bu bütçelere baktığımızda Osmanlı cılız bütçesiyle dört yıl savaşması imkansızdır. Savaş yıllarında neredeyse bütçesi kadar açık vermektedir. Savaş yıllarında Alman hükümeti Osmanlı'ya 235.056.344. Osmanlı lirası tutarında “borç” vermişti. Bu miktarın 148.581.400 lirası hazine bonosu, geri kalanı 86.474.944. Osmanlı lirası tutarında altın, gümüş, Alman Markı, ya da Osmanlı Lirası olarak ödenmiştir. Buradan, Osmanlı İmparatorluğu ya da İmparatorluğun yöneticilerinin, savaşı içerideki vatandaşlarına uyguladığı soykırım ile finanse ettiğini çıkarıyoruz. Sadece, 1913-14 yıllarında Ege ve Trakya’daki Rumların Türklerce el konulan emlakın değeri 5 Milyar Fransız Frankının üzerindedir. Burada el koy-
duklarıyla Balkan Savaşı’nın yaralarını sarmıştır. Ermeni Soykırımı’nda el koyduğu 19 milyarın üstündeki gasp ettikleriyle 1915-16 yıllarındaki savaşı, Pontos'ta gasp ettikleriyle 1916 ve 17 yıllarında savaşı finanse etmiştir. İçeride talan edecek bir topluluk kalmadığında Mondros'ta kayıtsız şartsız teslim olunduğunu görüyoruz. Pontos İmparatorluğun en gelişmiş bölgelerinden biridir ve Hıristiyanların ekonomide büyük üstünlüğü vardır. Pontosluların ekonomik üstünlükleri, Michel Michailides'in 1908 yılında hazırladığı Annuaire Commercial Universeil başlıklı ticaret yıllığında görülebilmektedir. Pontos Soykırımı Pontos'un zenginliğiyle bağlantılıdır. Bunu 1925 yılından itibaren Türk gazetelerinde yer alan Pontos mülklerinde de görmek mümkündür. Mübadil mülklerin yanında azımsanmayacak mübadil olmayan mülkler bulunmaktadır. Bunlar İstiklal Mahkemeleri adı altındaki dehşet komitelerinde alınan kararlarla idam edilen, devlet destekli çete ve milislerce katledilen, bu çetelerinin dehşetinden kaçanlar, sürgünlerde katledilen, ... gibi kişilerin mal varlıklarıdır. Pontos'un zenginliği ve Hıristiyan toplulukların üstünlüğü aynı zamanda yönetime de yansımaktadır. Örnek olsun; Samsun kentinde, belediye meclisinin yedi sandalyesin¬den altısı Pontoslulara aittir, ticaret odasının yönetim kurulunda 4 Pontos, 3 Ermeni ve 1 Türk, ziraat meclisinde de 6 Pontos ve 2 Türk üye vardır. Türk milliyetçisi bir yazarın, Kaptan Yorgi, “1885-1904 yılları arasında Giresun’da 19 yıl belediye başkanlığı yap-
mıştır. Kap¬tan Yorgi’nin uzun yıllar sürecek olan belediye başkanlığı göz önüne alındığında ve bu başkanlığın halkın oylarıyla gerçekleş¬tiği dikkate alınırsa nüfusun etnik yapısının önemi daha da net anlaşılacaktır.” sözleri, ekonomik etkinliğin yanında nüfus bileşimini de vurgulamaktadır.
Türkleştirme politikaları ve Jön Türklerin Gizli Ajandaları Hamid'in ardılları -ki bunlar Hamid'in tesis ettiği veya şekillendirdiği okullardan eğitim almışlardır- İttihat ve Terakki Cemiyetinin kadim Hıristiyan topluluklarının topraklarından sökülmesine dair ajandalarını ilk günden itibaren gizlemeye gerek duymamışlardır. Soykırımın mimarı Dr. Nazım II. Meşrutiyet’in ilk günlerinde bunlara dair bilgileri basın mensuplarıyla çok açık bir şekilde paylaşır. “Mesuliyeti bizzat yüklendiğimiz ulusal birliği sağlamayı orada aşamalı olarak gerçekleştireceğiz. Konuşmamızın başından beri, komitecilerin sabit fikirlerini saklamak niyetinde değilim. Kastettiğimiz, her fedakarlığa katlanarak yurdumuzun elemanlarını tek bir ulus ve tek bir İslam dini fikrini benimsemeleri için çalışacağız, öyle ki çoğunluk veya azınlıklar, Yunanlılar, Türkler, Ermeniler ve Yahudiler söz konusu olmasın,''sizler ve bizler'' diye bahsedilmesin, Hıristiyanlık, Müslümanlık, Musevilik ilk planda olarak insanları gruplara ayırmasın, fakat istisnasız hepimiz bağlı kalacağımız tek bir Müslüman ülke içinde birleşme idealini ön planda tutmalıyız.” Mikail Argiropulos tarafından gerçekleştirilen söyleşi İzmir'de ''Genç İzmir'' gazetesinde, ardından 8 Eylül 1908'te,Atina'da ''Atinadan''gazetesinin 2126 sayısında yayınlandı. İki saat süren bu uzun söyleşi, İzmir'in Bornova semtinde,soylu bir İngiliz'in malikanesinde,Paris'teki ''Le Temps''ın ve İstanbul'daki ''Levant Herald''ın muhabirlerinin,Amerika Elçisinin,İngiltere konsolos yardımcısının ve başka insanların önünde yapıldı.Bu söyleşi Türkiye'de devrimden sonra meydana gelen ve tartışılan özellikle Rumları ilgilendiren sorunlar üzerine geniş kapsamlı bir araştırma niteliğini taşıyordu ve ''İttihat ve Terraki'' komitesinin düşündüklerini kesin ve net olarak açıklaması bakımından önemlidir. İTC, 1894 yılında Ermenilerin haklarını aramak için Bab-ı Aliye doğru yürüyüş sırasında toplu kırıma uğramalarının ardından Ermenileri suçlayan ilk açıklamasını yayınlar. İTC İbrahim Temo'nun manifesto olarak nitelediği ve kurucularından Kürt Abdullah Cevdet'in kaleme aldığı ilk açıklama "Müslüman ve yurtsever Türkler!" diye başlar. İttihat ve Terakki'nin yayın organı Şurayı Ümmet gazetesinin başyazarı, İTC dönemi Kütahya Mebusu, Kemalist dönemde de mebus tayin edilen, Maliye Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı gibi görevlerde bulunan, Lozan görüşmelerinde
17
katılan, Kemalist dönemde ayrıca başta Londra olmak üzere birçok ülke büyükelçilikleri görevini yürüten Ahmet Ferit Tek de, ajandayı açıklayıcı bilgiler verir: “Politik dilde asimilasyon, egemen olan bir milletin (millet-i hakime) hükmü altında yaşayan halkların din, dil, örf ve şuur bakımından değiştirip aynı duruma getirtmek demektir. Bu konuda başarı sağlanırsa o zaman eşitlik altında aynı millet ve vatanseverlik hislerinden ilham alan insanlardan, tek bir millet doğmuş olur.” İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iç yazışması cemiyetin yönetici çevresinin imparatorluktaki Hıristiyanları iç düşman kabul ettiğini inkar edilemez biçimde ortaya koyar. İttihat ve Terakki Cemiyeti gazetesi Tanin'in başyazarı Kasım 1908 seçim tartışmalarında yazdıkları gerçeğin apaçık ortaya serilmesinden başka bir şey değildir: “... Gayrimüslimler de Müslimler kadar hukuka nail olacaktır, demek acaba bu memleket Rum memleketi, ya¬hut Ermeni memleketi, yahut Bulgar memleketi olacak demek midir? Hayır, bu memleket Türk memleketi ola¬caktır. Osmanlı namı altında hep birleşeceğiz. Fakat Dev¬letin şekli hiçbir zaman Türk milletinin menfaat-i mahsusası (özel çıkarı) haricinde tahavvüle (değişime) uğramayacak, Müslim unsurun menafi-i hayatiyesi (hayati çıkarlarına) hilâfında (aykırı) hareket olunmayacaktır. ... Farz edelim ki, Osmanlı parlamentosunda ekseriyet- i mutlaka (mutlak çoğunluk) Rumlarda bulunsun ve Girit’in Yunanistan’a il¬hakı (katılması) meselesi müzakereye konulsun. Bunu tecviz etmeye¬cek (uygun görmeyecek), hatta Yanya taraflarından da arazi terketmeye kalkmayacak Rum mebuslarının miktarı, insaf edilsin, acaba kaça baliğ olur?” İttihat ve Terakki’nin ulusal politikası açısından 29 Eylül-9 Ekim 1911’de Selanik’te toplanan IV. Kongre özel bir önem taşır. Kongrede Türkçülük doktrini de facto kabul edilmiş, bu akımın temsilcilerinden üç kişi de Heyet-i Merkeziye’ye seçilmişti. Partinin tüm ideoloji oluşturma çalışma¬ları Ziya Gökalp’e teslim edilmiştir. Talat, Heyet-i Merkeziye’nin gizli bir oturumunda Türkçülük konusunda yaptığı ve sonradan çok sözü edilen konuşmasını, gelecek günlerin bir başka habercisi olarak okumak mümkündür. Talat 1911 yılındaki konuşmasında Kanun-ı Esasi ile belirlenen koşulların ülkedeki tüm halkların Türklerle eşit haklara sahip olacakları anlamına gelmediğine dikkat çeken Talat, “Osmanlı imparatorluğu Türk devleti¬dir; bu, akıldan hiç çıkarılmamalı” demişti. Kongrede, imparatorluğun diğer halkları tek bir ulus olmayı, yani Osmanlılık siyasetini reddettikleri takdirde zor kullanılabileceği de dile getirilmişti.
YAZININ DEVAMI SAYFA 18-19
18
tarih analiz
16-31 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
Pontos Soykırımı’nın bir başka yüzü (2) (YAZININ ÖNCELİ SAYFA 16-17) Bu dönemdeki en önemli olaylarından biri de, Topal Osman batı cephesine gitmek için bölgeden ayrılırken 23 ile 31 Temmuz ta¬rihleri arasında Merzifon’u yağmalaması ve şehrin Rum ve Ermeni nüfusunun önemli bölümünü katletmesidir Bu çevreleri gayet iyi tanıyan Ahmed Bedevi Kuran (1884-1966) bu du¬rumu doğrular: “[İttihatçı] merkez komitenin gözünde Bulgarlar, Sırplar, Rum ve Ermeniler vatanın düşmanıydı; Araplar, Arnavutlar ve Kürtler va¬tana ihanet etmişti, Türk muhalifler en fazla vaatte bulunana kendini satan aşağılık nesnelerdi.” 1908’den 1914’e kadar cemiyetyasadışı ve yasal- iki¬li bir varlık sürdürür, bu varlık zorunlu bir Osmanlıcılık ile “sözde gizli ide¬olojisi” olan Türkçülük arasında gelgit yaşamayı zorunlu kılan gerçek bir şi¬zofreniyle iyice şiddetlenmiştir. “İttihatçıların kendilerinden bile gizledikle¬ri Türkçülük”ten söz eden tarihçi Sina Akşin, bunun, örgütün çekirdeğinin ötesine nasıl bir süratle dayatıldığını gösterir; İttihatçı Tanin gazetesinin baş¬yazarı Hüseyin Cahit’in (Yalçın) bir metni, İttihatçıların Osmanlıcı görüşü üzerinde hiçbir kuşkuya yer bırakmaz: “Osmanlı bileşenlerinin gelecekteki kardeşliği ve birliği için beslediğimiz can¬lı umutlara rağmen, gözlerimizin önündeki binlerce örnek ve işaret dolayı¬sıyla, devletin ayakta kalmasını bizlerden, yani Müslüman unsurlardan daha fazla kimsenin arzulamadığını biliyoruz. Bunun anlamı, bizlerin, yani Müs¬lüman bileşenin, eğer hayatımızın ülkenin mevcut durumunda güvende ol-masını arzu ediyorsak, [kendi] etkimizi uygulamak için iktidarı ele geçir¬memiz gerektiği ve başka bileşenlerin bu iktidarı almasına izin vermememiz gerektiğidir. Tekil “Müslüman bileşen” yerine “Müslüman unsurlar”ın geçişi yeterince açıklayıcıdır, fakat bu sadece bir başlangıçtır. Hüseyin Cahit, alttan alta de¬vam eder: “Hayır! Bu ülke bir Türk ülkesi olacaktır. Biz daima Osmanlı etiketi altında birleşeceğiz, fakat devletin biçimi, Türk milletinin özel çıkarları dışındaki de¬ğişimlere asla tabi olmayacak, Müslümanların hayati çıkarlarına aykırı eylem olmayacaktır.
Sait Çetinoğlu
Bu ülkeyi Türkler fethettiler. Bunu sağlamak için katlanılan fedakârlıklar, tarihin en büyüleyici, en gurur verici sayfalarını oluşturmaktadır [...]. Türk¬ler, günümüzde, tahakkümleri altındaki ülkelerde, tarihsel bir hakka sahip¬tirler, yüzyıllarca eskiye uzanan bir fethin hakkıdır bu. Bu ülke, gayri Müs¬lim bileşenlerin çıkarı elinde oyuncak olamaz. Ne denirse densin, bu ülkede¬ki egemen ulus Türk milleti olacaktır.” Örnekler sonsuzdur, Yusuf Akçura 1903 yılında imparatorluğun çeşitli halklarını birleştirerek onlardan bir ulus yaratmak imkansızdır diye yazıyor. İTC'nin kurucularından Doktor Şerafettin Mağmumî de özetle aynı noktayı işaret eder: “Osmanlılık fikri çürüktür, çeşitli toplulukların uzlaştırılması olanağı kalmamıştır… Türk ulusseverliği dışında, kurtarıcı hiçbir fikir yoktur.” Osmanlı meclis başkanı, dışişleri bakanı ve Kemalist dönemde ölene kadar parlamentoya tayin edilen Halil Menteşe anılarında çok net ifadelerle etnik temizlikten soykırıma uzanan süreci özetlemiştir: “Talat Bey hıyanetleri görülen unsurlardan memleketi temizlemeyi ön safa almıştı… Edirne istirdat edilmiş (geri alınmış), (…) Dahil ve hariçte hükümetin mevkii kuvvetlenmişti. Talat Bey, Balkan Harbindeki hıyanetleri tebarüz eden anasırlardan memleketi temizlemeyi ön safa almıştı. Alınan tedbirler şu oldu: Valiler ve diğer memurin resmen işe müdahale eder görünmeyecek. Cemiyetin teşkilatı işi idare edecek. Bir vak’a ihdas edilmeyerek yalnız Rumlar ürkütülecek, bu talimat dahilinde hareket başladı.”
Nüfuslar Osmanlı Devleti düzgün bir nüfus sayımı yapamadığından, Pontos'un tam olarak nüfusunu bilmek zordur. Gerek devlet gerekse patrikhanenin sayımları yaklaşık bir sayıyı içermekte, siyasi nedenlerden dolayı birbirlerinden oldukça uzaktadırlar. Ayrıca Pontos'ta Gizli din taşıyanlar kategorisinde düşüneceğimiz Stavriotlar, Kromniler... gibi Müslümanlık ile Hıristiyanlık arasında geçişken bir nüfus olduğu kadar, azımsanmayacak bir Müslüman Pontoslu nüfus da barınmaktadır. Günümüzde de anadili Romeika olan yoğun bir nüfusun Pontos'ta bulunması bu olguyu doğrulamaktadır. Osmanlı İmparatorluğunun 1906-1907 sayımında nüfus 499.243, 1914 yılı sayı-
mında 416.243, Georges Sclallieris 605.042, Maccas 1918 sonrası Pontos nüfusunu 464.530 olarak verir. Aradaki fark 1914-1918 yılları arasında savaş koşullarından faydalanılarak Teşkilatı Mahsusa çetelerince katledilen Pontoslunun sayısını vermektedir. Burada sorunumuz Pontos'un nüfusunu tam olarak saptamak değildir. Nüfusun geçişkenliğinden dolayı değişken olması da doğaldır. Vlasis Ağcidis, istatistikleri daha da çeşitlendirerek yan yana verir ve bir fikir
oluşturmamıza yardım eder. İstatistiklerde nüfus Soykırım öncesi 700.000 civarında dolaşmaktadır. Odysseas Lampsidis 700.000 sayısını vererek, ayrıca bölgede Pontoslulara ait 10 lise, 1.000 'den fazla okul ve yaklaşık 1300 kadar öğretmenin de var olduğu bilgisini ekliyor. D. Ekonomidis de 700.000 olarak hesaplıyor. Panaretos Topalidis ve D. Apostolidis’in verileri 697.000 kişiden ibaret iken, Konstantinos Fotiadis’in verileri 696.495'dur. Harry Tsirkinidis’in verdiği rakam 700.000, G. Skalieris’in
tarih analiz
16-31 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
19
düşüncesinde ise 719.552 kişidir. G. Valavanis, Pontosluların sayısın 650.000 kadar olduğunu düşünerek şu bilgiyi eklemektedir; bu rakam 1912’de Kamil Paşa tarafından da kabul edilmiş, buna göre 100.000 kişiye bir milletvekili üzerinden hesaplanarak Rumlar için 7 milletvekili koltuğu ayrılmıştır. Hırisantos, Paris Barış Konferansı’na nüfusu 850.000 olarak bildirir. Pontos nüfusuna dair yukarıda verilen sayıların dışında, Valavanis’e göre bölgede bir de 250.000 civarında Müslüman Rum yaşamaktadır. Fotiadis ise bu sayıyı 190.000 olarak vermektedir. Şimdi bir an için patrikhane kayıtları ve yaşayanların tanıklıklarına göre Karadeniz’de 1914 ile 1923 yılları arasında soykırıma uğratılan Pontoslu sayısı olarak çıkarılan 353.238 rakamını bir yana bırakalım ve Osmanlı’nın nüfus kayıtlarını doğru olarak kabul edelim; 1906/ 1907 sayımına göre 499.243 olan nüfus-
biri de, Topal Osman batı cephesine gitmek için bölgeden ayrılırken 23 ile 31 Temmuz ta¬rihleri arasında Merzifon’u yağmalaması ve şehrin Rum ve Ermeni nüfusunun önemli bölümünü katletmesidir. Bunun yanı sıra Ankara hükümeti Amasya İstiklal Mahkemesi eli ile korkunç bir tedhiş süreci yürütülmektedir. 20 Eylül 1920 ile Şubat 1921 tarihleri arasında açılan davalarda 12 kişiye idam cezası verilmiştir. Ağustos 1921’de ikinci kez kurulan İstiklal Mahke¬mesi 21 Eylülde Amasya’da 174 Pontosluyu idam etmiştir; bunlardan 74’ü Samsun, 5’i Trabzon, 5’i de Giresun şehirlerinin Rum eşrafındandır. Genel Kurmay yayınında Merkez Ordusunun 10.886 çeteciyi zararsız hale getirdi. Çarpışmalar esnasında 11188 asi Rum’u da öldürdüğünü bildirerek; Bu Rum çetelerinden başka, memleket içinde oturmak zorunda bıra¬kılan er-
Samsun tarikleriyle[Yoluyla] Sivas vilayetine sevkleri Cihet-i askeriyece lüzum gösterilmiş olduğu bunların bervech-i İ'şar [yukarıda gösterildiği gibi] Sivas vilayetine sevk ve iskanları muvafık görülerek Trabzon ve Sivas vilayetlerine tebligat icra kılınmış olmakla... " sözleriyle Pontoslular tehcire daha doğrusu ölüm yolculuğuna çıkarılırlar. Ölüm yolculuğuna çıkarılanların bir daha geri dönmeyeceği hesaplanmıştır. Geride bıraktırılan mallar yağmaya açıktır. Resmi yazışmalarda bunlara dair birçok örnek bulunmaktadır. İskan ve Aşair Umum Müdürlüğü’nün Dahiliye Nezaretine gönderilen 12 Mayıs 1916 sayılı yazısında Kala-yı Sultaniye de [Çanakkale] Harbi Umumiden [Savaştan] önce tehcir edilen Rum ahalinin emval-i menkule ve metrulelerinin [geride bıraktırıldıkları taşınır ve taşınmaz mallarının] füruhtunda sirkat [çalınma] ve su-i istimalat [yolsuzluk] vukua gel-
1915’te bo¬şaltılmış olan Ermeni köyü Birk’e [Pürk/Pürek, günümüzde Yeşilyayla] yerleştirilmiştir. Tirebolu ile birlikte Espiye 'de sürgüne yollanır. " Espiye'nin bütün Hıristiyanları oradaydı. 480 can, 16 Kasım 1916 Pazar günü saat 11’de Golgotha yoluna koyuldu. Talihin garip cilvesi, her yaz Haziran ayında yaylaya çıkarken izledikleri yolda yürüyorlardı. Dün keyifle, neşe içinde geçtikleri bu yolda, insanlar şimdi, inançları nedeniyle ölüme gidiyordu." Boşaltılan yerleşim yerleri her türlü yağmaya açıktır. Sürgünün ardından çetelerin ve yerel halkın yağması eşlik eder ve birçok yerde sistematik yangınlarla sonuçlanır: “Son Hıristiyan kafilesi de dağlara doğru yola koyulup, köyden ayrılır ayrılmaz, aradan daha yarım saat bile geçmeden, Topal Osman'ın silahlı çeteleri Espiye'ye girdiler. Espiyeli gençlerden bazıları da onlarla birlikte yağmaya katıldı, bunların çoğu muhacir
tan 182.169 çıkardığımızda geri kalan 317.074 Pontosluya ne olmuştur? Ya da 1914 sayımına göre 416.813 Rum nüfustan 182.169 çıkardığımızda geri kalan 234.644 Pontosluya ne olmuştur? 1927 nüfus istatistiklerinde, Trabzon'da ana dilinin Rumca olduğunu ifade eden 30 erkek ve 34 kadın (3 kişi Sürmene'de), Ordu'da 1 Erkek ve bir Kadın, Samsun'da 19 Erkek ve 8 Kadın, Rize'de 1 Erkek, Gümüşhane'de 3 Erkek, Amasya'da 2 kadın, Tokat'ta 8 Erkek 11 kadın, Sinop'ta 2 Erkek, Sivas'ta 18 Erkek ve 393 kadın bulunmaktadır. Giresun’da ise hiçbir kimse anadilinin Rumca olduğunu söylememiştir. Buradan Topal Osman'ın bir tane dahi Pontoslu bırakmadığını söylemek mümkündür.
keklerle, kıyı şehir ve kasabalarında bulunan Rum kadın ve çocuk¬ları da 1923 yılı başlarında vapurlara bindirilerek Yunanistan’a sürgün edildiğini yazar. Buradan Pontos'ta hiç erkek bırakılmadığını anlamak mümkün.
diği..." yazılmaktadır. Pontoslular resmi görevlerinden bir sebep bulunarak uzaklaştırılırlar. Savaş içinde bulunulsa dahi doktor görevinden uzaklaştırılır. İskan ve Aşair Umum Müdürlüğü’nden Dahiliye Nezaretine gönderilen 8 Kasım 1916 sayılı yazısında Belediye Doktoru Apostilidis Efendi'nin "sadakatı meşkuk [şüpheli] olduğu" gerekçesiyle görevinden uzaklaştırılmasına dairdir. Sürgün resmî yetkililerce kararlaştırılmış ve uygulan¬mıştır. Bunlardan ilki o sırada bir sınır şehri olan Tirebo¬lu Rumlarıyla ilgili olarak, 16 Kasım’dan itibaren uygulanmaya başlamıştır. Rum nüfus ilk aşamada Giresun’a doğru sürülmüş, ardından içerideki Şebin Karahisar’a yönlendirilmiş ve sürgünler şehre 3 Aralık’la varmışlardır. Şebinkarahisar ile Suşehri arasında geçirilen bir tereddütten sonra sürgüne gönderilen grup
ai¬lelerdendi. Türkiye'nin sadece Türklerin olmasını ve Hı¬ristiyan yılanlardan kurtulmayı isteyen İttihatçılara daha yeni katılmışlardı... Çeteler bütün evleri soyduktan sonra, seçip ayırdıkları eşyaları toparlayıp, ganimetlerini arabalara yüklediler. Üç saat içinde bütün işi bitirdiler. Sonra hemen boşaltılan Rum evlerini ateşe verdiler, gökyüzünü dumanlar kapladı. Sanki 2700 yılı aşkın bir süredir bu topraklarda yaşayan ve kavga veren bir halkın tarihinin bitimini simgeleyen sonsöz gibiydi dumanlar.” Tirebolu defalarca yakılmıştır. Kasabanın üçte iki¬sini yakan ve 1917’de olduğu tahmin edilen Tirebolu yangının¬dan, birçok kaynak, 37. Kafkas Fırka [Tümen] Komutanı, aynı zaman¬da Topal Osman’ın iş ortağı Hacı Hamdi Bey’i sorumlu tutar. Hamdi, Harp Divanı’na verilen Osman’ı kayırmış ve yataklık da etmiştir.
Sistematik dehşet ve istiklal mahkemeleri Bu dönemdeki en önemli olaylarından
Soykırım ve Tehcir Pontos' ta soykırımın en önemli aparatı olan tehcir iki dönemde gerçekleştirilmiştir. İlki Birinci savaş döneminde, ikincisi de milli mücadele/milliyetçi hareket dönemi. Bunları birbirinin devamı olarak düşünmek gerekir. Pontos'ta ilk tehcir 1916 ortalarında başlar. Dahiliye Nezareti Emniyet Umum Müdürlüğünün 20 Haziran 1916 günlü yazısında "Trabzon vilayetine tabi Görele ve Vakfıkebir kazalarıyla Şarlı Nahiyesi Rumlarından bazılarının casusluğa actisarları tahakkuk ettiğinden zükür [Erkek] ve inas [Kadın] üç- dört bin raddesinde olan bu Rumların Giresun ve
SON
20
analiz haber
16-31 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
“Pelikan” muhtırası ve AKP’de balans ayarı Burjuva siyaset kirli ayak oyunları üzerine şekillenmektedir. Burjuva siyaset sahasındaki tüm ana aktörler, lejyonerler, tetikçiler, tüm kirli ilişkilerini, ”gizli bilgiler” olarak dosyalamaktadırlar ve sosyal-politik gelişmelere göre birbirlerine karşı kullanmaktadırlar. Bu kirli burjuva siyasal ilişkide, birbirlerine karşı en etkili kullandıkları silah, tartışmasız, gerici burjuva medyadır. Özellikle günümüz iletişim teknolojisi ile toplumun her alanına uzanan etkisiyle, medya bu gerici egemenlik sisteminin bekası ve burjuva siyasal hesaplaşma için, etkin olarak kullanılmaktadır Faşist Türk egemenler sisteminin hükümet partisi AKP içinde, Hitler’in halefi Erdoğan ile “profili düşük uygun kişilik” olarak Başbakanlık koltuğuna oturtulan Davutoğlu arasında merkezileşen çatışma, devletin ve AKP’nin “yeniden” dizayn sürecine entegre edilerek, her gün yeni boyutlar kazanarak bir hayli hızlı ilerliyor. ”Pelikan Bildirisi” ile ”gizli ve sihirli” bir “bilge” tarafından, sosyal medya üzerinden servis edilen bilgilerle Davutoğlu’nun ipi çekildi. Operasyon startının adı PELİKAN. Yani yavrusunu kendi kanıyla beslemesiyle tanınan kuş. Kendi kanlarıyla değil ama ezilen halkların ve mazlum ulusların kanlarıyla beslenerek, iktidar koltuğunda oturanlar, tıkanmış kirli politik süreçlerine bir “kurtarıcı” ya da “yeniden doğuşun” ihtiyaç olduğu koşullarda, kirli oyunlarla birbirlerini yemektedirler. Ki burjuva kirli hesaplaşmaların bu yöntemle “kurbanlarını” alt etmesi açısından ilk örnek de değildir. CHP’de Baykal’a çekilen kaset operasyonu, MHP’de “gerçek ülkücüler”’ sitesindeki Kurt ulamaları, AKP-Erdoğan, Cemaat çatışmasında medyadan servis edilen kirli bilgiler, faşist gerici siyasetin, kendisini üretmesi ve hedefine ulaşması için, medyayı baskın bir güç olarak kullanması açısından çarpıcı örneklerdir. Burjuva siyaset kirli ayak oyunları üzerine şekillenmektedir. Burjuva siyaset sahasındaki tüm ana aktörler, lejyonerler, tetikçiler, tüm kirli ilişkilerini, ”gizli
bilgiler” olarak dosyalamaktadırlar ve sosyal-politik gelişmelere göre birbirlerine karşı kullanmaktadırlar. Bu kirli burjuva siyasal ilişkide, birbirlerine karşı en etkili kullandıkları silah, tartışmasız, gerici burjuva medyadır. Özellikle günümüz iletişim teknolojisi ile toplumun her alanına uzanan etkisiyle medya, bu gerici egemenlik sisteminin bekası ve burjuva siyasal hesaplaşma için etkin olarak kullanılmaktadır. Yani gerici burjuva siyaset ve egemenlik sistemi, hedefine ulaşmaya yönelik oluşturduğu yandaş medya ile bütün erişim alanlarında bir toplumsal algı oluşturmakta, bu algı ile toplumu yönlendirmeye çalışmaktadır. Medya kurumlarının faşist egemenlik sisteminin etkili bir parçası olarak kullanılması, medya- burjuva siyaset ilişkisinin en kirli ve tehlikeli boyutudur. Kitlelere bilgi kirliliği ve gerçekleri karartma algısı taşıyan gerici medya kurumları, barbar egemenlik sisteminin sadece halk yığınlarına karşı kullandıkları birer silah değil, aynı zamanda egemenlik sistemini tesis etmede, kendi aralarındaki klik dalaşı ve siyasal hasımlarını alt etme konusunda da kirli birer silah olarak kullanılmaktadır. Reis’in, Roskrua (Masonlukta Pelikan) Şövelyesinin Pelikan bildirisiyle, Hoca’nın, Pelikan Yalısı “deklarasyonları”, medya üzerinden yaratılan kirli hesaplaşmanın güncel örnekleridir. Öz olarak, Garp cephesinde, burjuva kirli hesaplaşmalar yöntemi açısından değişen bir şey yok.” Artık medya hükümetleri dizayn etmeyecek… Artık darbeler süreci kapanmıştır” gibi en geniş toplumsal kesimler tarafından sahiplenilen sloganları, egemenliğini kurumsallaştırmada bir araç olarak kullanan diktatör Erdoğan, Davutoğlu üzerinden başbakanlığı ve AKP’yi dizayn etme işinin startını, medya üzerindeki “gizli” eli kanalıyla yapmıştır. Direk yandaş medyası yerine, “sosyal” bir site üzerinden yapması sadece bir taktiktir, yandaş medyasını teşhir etmeme ve taraf göstermeme maksatlıdır.
4 Mayıs muhtırası, faşist “TC”’nin topyekûn savaş konseptine göre bir organizasyondur! Her şeyden önce, Erdoğan ve Davutoğlu merkezli biçimlendirilen ve AKP’nin “yeniden” dizayn edilmesine zemin haline getirilen bu didişme, Türk egemenlik sisteminin, sürece göre dizayn edilmesinden bağımsız değildir. Ergene-
kon “sanıklarıyla” yaratılan konsept, egemenlik sistemine bağlı olarak, tüm kurumlara nüfuz ettirilmekte ve merkezileşme bu konsepte göre sağlanmaktadır. Türk gerici egemenlik sisteminin bu kurumsallaşmasında, kendi gerici hukukuna riayet etmesi dahi, stratejik ve konjonktürel çıkarlarına tabidir. İktisadi ve siyasal sürecini, yakın tarihte açık faşist askeri darbelerle örgütleyen gerici egemenlik, gelinen aşamada, darbe siyasetini, “sivil seçilmişler” üzerinden uygulamaktadır. Öz, askeri faşist darbelerle aynıdır. Bu anlamıyla, diktatör Erdoğan üzerinden, AKP hükümeti Başbakan Davutoğlu’na yapılan müdahale ve yaşanan istifa süreci, egemenlik sisteminin balans ayarıdır. Yürütme, yasama ve yargı başta olmak üzere, hakim gericiliğin tüm egemenlik kurumları, faşist dikta rejimine göre merkezileşmektedir. Ve bu merkezileşmenin en somut biçimi, militarize güçlerle tüm toplum üzerinde, otoriter, baskıcı bir şekilde derinleştirilmektedir. Sorun itirazsız-gericiliğin uslu “çocuğu” olmuş bir toplum projesi ile sınırlı değildir. Faşist egemenlik erkleri arasında mutlak bir “uyum” ve tek elden denetim, Türk egemenlik sisteminin, sürece dair ele aldığı egemenlik çizgisidir. Geçmişte manipülasyonda olsa var olan, ”kuvvetler ayrılığı” ilkesi, yerini, “kuvvetlerin merkezi otoriteye tam uyumu” ilkesi ve uygulamasına bırakmıştır. Devletin kurumları arasında “uyum” ve bu “uyuma uygun kişilik”, baskıcı kavramlarla, faşist egemenlerin temsilcileri tarafından, hiç bir kaygı taşınmadan açıkça savunulmaktadır. Zorba egemenlik açısından, dün kullandığı “demokrasi ve özgürlük” peçesinin, bu gün ihtiyaç olarak görülmemesi, faşizmin, gelinen aşamadaki akıl tutulmasıdır. Faşist “TC” egemenlik sistemi, kendi dizayn sürecini somutta iki gündeme kilitlemiş durumdadır. Anayasa değişikliği ve başkanlık sistemi. Her iki gündem, faşist egemenliğin çıkarları açısından, aksayan yanlarını restore etme amaçlı ele alınmaktadır. Sürecin dümenine oturan Diktatör Erdoğan, hakim sınıfların merkez kuvvetidir. Ve bu merkez güç, eski MGK’dan daha etkin rol oynamaktadır. Eski MGK da, yasama organlarına talimatlar “tasfiye kararları” şeklinde “inceltilirken”, bugün, halkın oyu ile “seçilmiş” Cumhurbaşkanı edasıyla külhanbeyi kesilmiş Erdoğan, mecliste alınması gereken kararları dikta ettirmekte, fiili olarak tek adam
dikta rejimi uygulamaktadır. Bu fiili baskıcı faşist uygulamayı zayıflatan bazı anayasal mevzuatlardan kurtulmak ve anayasal hükümleri buna uygun düzenlemek, Erdoğan merkezli egemenlik sistemi için acil ihtiyaçtır. Bu ihtiyacı giderecek bir yasama erki ve bunun üzerinde tüm hareket kabiliyetini Reisine amade etmiş bir hükümet partisi, süreci faşist egemenlik için daha hızlı organize edecektir. Erdoğan-DavutoğluAKP merkezileşmesi, Erdoğan’ın inisiyatifinde yol aldığı halde, yaşanan ve yaşanması muhtemel olan bazı çatlaklara dahi tahammül edilememiştir. Tartışmasız, itirazsız, buyruk veren ve buyruğa itaat eden bir uyum aranmaktadır. Ve 4 Mayıs müdahalesi bu uyumu derinleştirmeye yöneliktir.
Davutoğlu’nun “istifası” ve AKP’nin rolüne uygun “yeni” bir süreç! “Temayül yoklamasında, Gül ve Yıldırım’ın arkasında kalmana karşın seni ben Başbakan yaptım” diyen Erdoğan’la görüşmenin ardından, AKP genel başkanlığı ve Başbakanlıktan istifa edeceğini açıklayan Davutoğlu, AKP olağanüstü kongresinde de aday olmayacağını açıklayarak, bir nevi mağlubiyetini ilan etti. Erdoğan’ın AKP’yi “yeniden” dizayn etme süreci, Davutoğlu’nu ezmiştir. ”İstifa” sadece bir prosedürdür. Davutoğlu’nun AKP’nin başından ve Başbakanlıktan kovulmasına giydirilmiş kibarlık elbisesidir. Davutoğlu devlet-i aliyyenin görevlerinden kovulmuştur. Ve güçsüz bir hale getirilerek kendisine yol verilmiştir. AKP
analiz haber
16-31 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
MKYK’da Davutoğlu’nun bazı yetkilerini elinden alan parti içi darbenin ardından gelen, Pelikan bildirisi ile sıralanan gerekçelerle, Ahmet Davutoğlu’nun eli zayıflatılarak kovulmuştur. Bu dosya ile Davutoğlu AKP tabanında bir “mağdur” değil, bir “haindir”. Süreçte yaşanmış başarısızlıkların, Davutoğlu’na fatura edilmesine karşın, Erdoğan ve ailesine ebedi biat etme açıklaması, güçler çatışmasında, Erdoğan’ı kıble alarak secdeye varmış bir zavallının gerçekliğini açıklıyordu. Yani Davutoğlu “istifası” ile bir taşla iki kuş vuruluyor. Öncelikle Hoca, Reise ihanet etti savıyla, AKP içindeki muhalefet etkisizleştiriliyor ve Erdoğan’ın AKP ye müdahalesi meşrulaştırılıyor. İkincisi, iç ve dış politikada yaşanan tüm başarısızlıklar, Davutoğlu’na fatura edilerek, AKP’nin diğer kadrolarının ve Erdoğan’ın bu başarısızlıklardaki birinci derece sorumluluğu manipüle ediliyor. Sorun kişisel bir sorun değil, “TC” iç ve dış politikalarının gelip dayandığı çözümsüzlüklerin yarattığı çatışmadır. Özet olarak iç ve dış politikadaki çözümsüzlükleri yineleyecek olursak; Kürt Ulusal Direnişi ve sosyal demokratik mücadeleye karşı, barbar askeri operasyon ve katliamlarla girilen süreç, kendi doğal gelişiminde “TC”nin çözümsüzlüğünü derinleştirmektedir. Derinleşen bu çözümsüzlük “dokunulmazlık” meselesinde, AKP –MHP ve CHP’nin blok tavrıyla daha da boyutlanacaktır. Yani Kürt ulusunun meşru direnişi karşısında, egemen gerici güçlerin kullandığı birçok silah, onların egemenlik durumunu tehdit eden bir dinamiğe dönüşmektedir. Erdoğan, tekleştirme zihniyeti üzerinden ortaya konan barbar hakim iradenin temsili olarak sürece yüklenmektedir. Ama utangaç bir edayla da olsa, buna karşı bazı itirazlar, AKP içinde sessiz bir tutumdu. Davutoğlu’nun, “çözüm sürecine yeniden dönebiliriz” beyanı, bu farklılaşmanın hafif esintisiydi. Muhafazakâr toplum planının, laiklik ve inanç özgürlüğü merkezli yarattığı toplumsal kutuplaşma ve atılan somut
adımlarla bu kamplaşmanın büyümesi, basın ve ifade hakkına karşı geliştirilen baskıcı faşist uygulamalar, Suriye başta olmak üzere, dış politikada yaşanan çöküş, ekonomik politikalarda var olan tekrar ve tıkanma, AKP içinde farklı “düşünenlerin” fitilini ateşlemiştir. Şeffaflık yasası,17-25 Aralık yolsuzluk bakanlarının yüce divana gönderme isteği, Hakan Fidan’ın milletvekili adaylığı, Dolmabahçe bildirisi, Cemaat didişmesinde Arınç’ın desteklenmesi,7 Haziran seçimleri sonrası koalisyon konusundaki farklılaşma vb. gibi süreç içinde yaşanan bazı çatışmalar, bu sürecin yarattığı “itirazlardı” ve son tahlilde bir niteliğe dönüşecekti. Bütün bu çözümsüzlükler ve tıkanmalar, AKP özgülünde, Erdoğan ve Davutoğlu merkezli çatışmaya vesile olmuştur. Son tahlilde Davutoğlu ve ekibi “günah keçisi” olarak başarısızlıkların sorumlusu ilan edilmiş ve bu dalaştan baskın çıkan Erdoğan, sadece AKP yi kendi stratejisine göre dizayn etme fırsatı yaratmıştır. Aynı zamanda, “kusursuz lider” olarak AKP “olağanüstü kurultayında” var olan inisiyatifini güçlendirmiştir.
AKP Kongresi “profili düşük bir başbakan” ve olası gelişmeler! Faşist “TC”nin Cumhuru reisi, somut olarak başkanlığa kilitlenmiştir. Bunun için, toplumsal dinamiklere karşı geliştirilen fiili gerginlik ve saldırganlık siyaseti dahil, her yolu mübah görmektedir. Devletin bekası ve bakiliği için bu olmazsa olmaz bir durum olarak görülmektedir. Strateji açıktır. Ya mevcut parlamento bileşeni üzerinden bazı aritmetik oyunlar oynanarak bu strateji uygulanacak, ya da parlamentonun bileşenini değiştirecek “bir erken seçimle” bu strateji uygulanacak. AKP’nin bu stratejiye göre, direk Erdoğan’ın otoritesine bırakılması, AKP’nin kongresinin ana içeriğidir. Buradan bu sonuç çıkarılmamalıdır. Davutoğlu başkanlığındaki bir AKP, Erdoğan’ın inisiyatifinde değil miydi? Kuşkusuz, Erdoğan inisiyatifi bu güne kadar AKP’de baskın çizgidir. Ama kendi egemenlik çizgisi için yeterli görülmeyen bir durumdur bu. Her ne kadar müdahale, Hoca’nın Reise ihaneti üzerinden yapılsa da, Hoca Reisin emir eriydi. Ama istenen emir erliğinden öte bir ittihattır. ”TC” egemenlik sisteminin, ”yeni” sürecine göre tek elde merkezileşmiş, hareket kabiliyeti tek kişinin komutanlığında genişlemiş, gerici egemenlerin ulvi çıkarları için, topluma uygulanacak tüm politikalarda kuralsızca donatılmış bir erk olma hedefi, “yeniden” üretilen egemenlik projesidir. AKP kongresi bu projenin ihtiyacıdır. Benimsenen sisteme uygun kişiliklerin iş başına getirilmesi için, yukardan darbe ile yapılan dizaynıdır. AKP olağanüstü kurultayı paralelinde, sistem sorunlarının tartışılması, bu bütünlüklü dizayn projesinin sonucudur. Sistem tıkanmıştır. “Çözüm”, “başkanlık” ,olmadı “Cumhurbaşkanlığı” ya da
“partili Cumhurbaşkanı” sistemidir tartışmaları eşliğinde, hedeflenen, politikiktisadi ve askeri olarak faşizmin kurumsal derinliğidir. Şimdi bu projeye uygun AKP’nin başına bir kişilik getirilecektir. Aranan nitelik açıktır. Öncelikle profili düşük olacak. Sonrada uyumlu ve uslu olacak. Hoca’nın da profili düşüktü. Reisinin günahlarını yüklenecek, dünya nimetlerinden Reisinin “yeniden doğuşu” için vazgeçecek kadar özverili ve uyumluydu. Ama yetmedi. Bazen Avrupalı emperyalistlerin, bazen ABD’li efendilerin fitnelerine uydu. Arada, kendi başına işler yaparak, ”liderliğe” soyundu. Cılızda olsa bu farklılaşma, faşizmin tekleşme zihniyetine sorundu, temizlenmeliydi. Şimdi AKP’nin başına, ”düşük profilli ve uyumlu” bir kişilik aranıyor. Reisin kafasında 3B ( Binali Yıldırım, Bekir Bozdağ ve Berat Albayrak) formülü hazır. Zaten sorun, hangi denklemle çözüm yaratmak sorunu değil, hangi anlayışın hakim olacağı sorunudur. Hakim kılınan zihniyete göre, bir kişilik, Reisin buyurduğu koltuğa oturacaktır. Yeter ki Reise göre profili düşük olsun ve yeter ki Reisle tam uyumlu olsun. AKP “olağanüstü” kongresinin bir ayağı, mevcut faşist diktatörlüğün, toplumsal sürece göre belirlediği politikayı itirazsız ve otoriter tarzda uygulamak iken, bir diğer ayağı da olası politik gelişmelere hazırlıktır. Hazırlanan Anayasa’nın TBMM de geçmemesi, dokunulmazlıkların HDP milletvekilleri özgülünde kaldırılması durumunda, yeniden genel seçim olasılığı ve hedeflenen HDP’nin seçim barajı altında tutma çabası sonuç vermezse, başka bir plan olarak “Partili Cumhurbaşkanı” önerisini şimdiden dillendirmektedirler. Erdoğan’ın direk AKP ye ve meclise müdahalesinin (Fiili olarak bu durum zaten işletilmektedir) yasal engellerini ortadan kaldırıp, Diktatör Erdoğan’ın eli yasal düzenlemelerle güçlendirilerek, fiili süreç anayasal güvenceye kavuşturulacaktır. Kavramsal düzeyi nasıl tanımlanırsa tanımlansın, kurumsallaştırılmaya çalışılan sistem, son derece geniş yetkilerle donatılmış faşist diktatörlüktür. İcraatlarının sorgulanmaması ve gerici burjuva hukuk içinde dahi, işlediği suçlar özgülünde tüm yargı yollarının kapatılması, planlanan yasal düzenlemedir.12 Eylül gibi, Askeri Faşist generallerde, aynı anayasal zırhı giyerek, burjuva hukuk nazarında dahi “yargılanmanın” yollarını kapatmışlardır. Şimdi aynı gerici yasal zırhı Erdoğan giymektedir. Anayasa değişikliği ve başkanlık sistemi tartışmaları, bir yığın faşist yasanın ve fiili faşist uygulamanın paralelinde topluma dikta edilecektir. Mevcut parlamento bileşeninin bu süreci örgütlemede, istenilen verimi vermemesi durumunda plan açıktır. Açık darbe yoluyla, faşizmi maskeleyen parlamentoya kilit vurma yerine, komplo siyasetleriyle parlamentonun bileşenin değiştirmek, izlenen taktiktir. Gelişmeler bu eksende
21
ele alındığında erken bir genel seçim olası bir ihtimaldir. MHP üzerinden oynanan oyunlar ekseninde, HDP’nin dokunulmazlık sopasıyla meclis dışına atılması, hatta milletvekillerinin tutuklanması ve HDP’nin meclis dışına atılması planı, yeni bileşenli bir meclisin önünü açacaktır. Kamuoyu yoklamaları bu konuda, AKP’nin elini güçlendiren veriler vermese de, bu plan AKP ve diktatör Erdoğan’ın dosyasında hazır durmaktadır. Erdoğan açısından sorun, otoritesi ekseninde merkezileşmiş bir AKP ile sürece girmektir. Mevcut durum ele alındığında, AKP kongresinde bir iç muhalefetin oluşması çok zayıf, hatta olanaksız bir durumdur. Çünkü somut olarak Erdoğan, ”muhalif” olabilecek unsurların zeminini, AKP tabanı özgülünde son derece zayıflatmıştır. ”Hain” ve “paralelci” damgasıyla, AKP tabanında “muhalif” olan kesimlerin itibarsızlaştırılması, bu zayıf zeminin ana ögesidir. Gül, Arınç, Davutoğlu üçgeninde, genel politik gelişmelerin yaratacağı avantajlar kullanılarak, ileride bir muhalefetin ortaya çıkması, hatta yeni bir partileşme, bir olasılıktır. Fakat mevcut, egemen güçlerin politik yönelimi, süreçleri düşünüldüğünde, bu “muhalefetin” tavır alma zemini, AKP’nin olağan üstü kongresi olmayacaktır. Hatta yanılsamalı da olsa, AKP kongresinde, Reisinden Hocasına kadar, herkesin “birlik-beraberlik” mesajları verecektir. Çünkü Erdoğan özgülünde, faşist egemenlik sistemi, bunu AKP kadrolarına dikta etmiştir. Ve bu durum, gerici ögelerle yaratılan toplumsal kamplaşma ve körüklenen gerginlik siyasetiyle beslenmektedir. Kürt ulusunun ve sosyal devrimci hareketlerin meşru mücadelesi üzerinden geliştirilen, ”devletin birliği ve ulvi çıkarları” politikası, gerici burjuva kliklerin birleştirilmesi vesilesi yapılmıştır. Toplumsal dinamiklere karşı geliştirilen açık ve kontra askeri devlet terörü, tüm burjuva egemen güçlerin ortak siyasetidir. Bu kesitte iç ve dış politikada geliştirilen gerginlik politikası, AKP-Erdoğan diktatörlüğü nazarında “TC” faşist egemenlik sisteminin, toplumsal dinamikleri ezme ve katletme siyasetleri olmuştur. İktidarı ve “muhalefetiyle”, gerici faşist egemenlik, ezilen halkların ve mazlum ulusların boğazlanması meselesi gündeme geldiğinde, gerici çıkarlarında, en kirli silahlarla birleşmektedirler. Kirli çıkarlarının yön verdiği iç dalaş ve çatışma, mazlum uluslar ve sömürülen ezilen halkların katliam seferleri söz konusu olduğunda, tekçi gerici zihniyetler birleşmektedir. Egemen güçlerin yaşadığı her gerici dalaş ve çatışma, devrimci savaşın kullanacağı avantajlara dönüştürülmediği sürece, bu çatışma ve dalaştan faşist egemenlik daha da merkezileşerek çıkacaktır. Faşizmin daha kurumsal merkezileşmesini engelleyecek tek güç devrimci savaştır. Mazlum uluslar ve ezilen sömürülen halklar, bu devrimci savaşta birleşin!
22
tarih
16-31 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
Önderleşen bir devrim hamalı; Kazım Çelik
Yüzlerce komünist önder, kadro, üye, savaşçı ve taraftarını mücadele içerisinde yitirerek kan kızıl içinde çelikleşerek bugünlere gelen proleter öncünün komünist önderlerinden biride Kazım Çelik’tir. 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası (AFC) öncesi devrimci mücadele ve proleter öncü ile tanışarak örgütlenen Kazım Çelik, kısa sürede öne çıkarak Kaypakkaya geleneğinin önderleşen kadrolarından biri durumuna gelir. Proleter Öncü’nün 2.
Konferans çalışmaları sırasında Malatya’da tutsak düşen Kazım Çelik Komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın kızıl direnme ruhunu kuşanarak devrimci direniş geleneğini devam ettirir. Ki gerçek ismini aylarca süren işkencelere rağmen kabul etmeyip, yakalandığı sahte kimlikte ısrar ederek tarihi bir direniş yaratır. Düşman bu tavrından dolayı Kazım Çelik’i bırakmak zorunda kalır. İdeolojik tartışmaların yoğun olduğu bir süreçte
1981 yılında Proleter Öncü’nün gerçekleştirdiği 2.Konferans’ta MK üyeliğine seçilen Kazım Çelik, Proleter Öncü’nün Konferans’tan sonra art arda yediği operasyonlarla zayıflaması üzerine 1983 yılında Proleter Öncü’nün genel sekreterliğine seçilir. Devrime adanmışlıkla mücadelenin bütün alanlarında hiç durmadan koşturan Kazım Çelik aynı zamanda Proleter Öncü içinde yaşanan keskin çizgi tartışmalarında da aktif yer alır. O dönemin hem objektif ve hem de sübjektif gerçeklikleri içinde değerlendirildiğinde Kazım Çelik’in komünist önder niteliği ve en zor koşullarda mücadelenin ve savaşın bizzat başında olma iradesi net olarak anlaşılmış olur. Kazım Çelik’in kızıl direnme ruhu ve devrime adanmışlıkla perçinlenen önderlik çizgisi bugün bizlere hangi yolda yürümemiz gerektiğini berrak biçimde ortaya koymaktadır. Proleter Öncü’nün şehit düşen 3.Genel sekreteri olarak devrim tarihine adını altın harflerle yazdıran Kazım Çelik 20 Mayıs 1987 de Elazığ/Palu’da düşmanla yaşanan çatışmada Hıdır Aykır, Cihan Ateş, Müslüm Emre ve Ali Kaya Doğan yoldaşlarıyla birlikte ölümsüzleşir.
ölümsüzleşen kadrolarından biri olan Erdal Artun daha çocuk denebilecek yaşlarda gerillaya katılma talebinde bulunarak devrimci mücadeleye olan ısrarını dile getirir. Dönemin parti organı tarafından yaşı küçük olduğu için gerillaya alınmayan Erdal Artun (Lenko) bu kararı tanımayarak gerillaya katılmada ısrarcı olur. Ve nihayetinde ısrarlı duruşu karşısında kısa bir süre sonra gerillaya katılır. Mücadele içinde kısa sürede yetkinleşen Lenko özellikle askeri anlamdaki belirgin özellikleri ile kısa bir zamanda devrimci savaşın önder kurmaylarından biri
Düşmana korku salan bir dağ kartalı; Erdal Artun (Lenko) Proleter Öncü’nün Mayıs’ın kızıllığında
ANTAGONİZMA
≫ muzaffer oruçoğlu
AYRI ÖRGÜTLENME SORUNU
B
akış Can'ın yazısını okudum. Bir dergide farklı görüşlerin yer alması, tartışması iyidir. Öz olarak şunları belirtmek istiyorum: Kürdistan ve özel olarak da Kuzey Kürdistan, oldukça ağır bir sömürge boyunduruğu altındadır. Sömürgelerden oluşan merkezi devletlerde komünistlerin ilk görevi, her sömürgenin boyunduruğa vurulmuş ayrı bir yapı, ayrı bir ülke olduğu gerçeğinden hareketle her sömürgede komünist partisini kurmaktır. Bolşevikler bu konuda önemli bir adım attılar. Çarlık Rusyası, sömürgelerden oluşan merkezi bir devletti. Bolşevikler, toprak bütünlüğüne, dil, tarih ve ruhi şekillenme birliğine sahip olmayan, yani ulus özelliği göstermeyen milliyetler için ayrı örgütlenmeye karşı çıktılar. Avusturya'da Otto Bauer'in, Rusya'da Bundçuların savundukları ulusal kültür özerkliği görüşlerine yönelik eleştirilerini hatırlayalım. Bir ülkede, farklı yerleşim yerlerinde dağınık bir şekilde bulunan, ör-
neğin Rusya'da Yahudiler, Almanlar gibi toprak bütünlüğüne sahip olmayan, bundan dolayı bir ulus özelliğine sahip olmayan diller, kültürler için ayrı örgütlenmeye karşı çıktılar, ama aynı Bolşevikler, Azerbaycan, Gürcistan gibi sömürgelerde komünist partilerinin kurulmasına da ön ayak oldular. Bu iyi bir adımdı. Ama bu iyi adım, Bolşeviklerin, hakim ulus anlayışından tam olarak kopmuş olduklarını göstermiyordu. Onlara göre, dünyada devrimin ana kalesi SSCB, SSCB'de ise devrimin ana kalesi Rusya idi. Merkez ve merkeze bağlı seksiyonlar, yani diğer partiler. Bu anlayış, bürokrasinin güçlenmesiyle birlikte, özellikle Stalin döneminde, SSCB sınırları içinde kalan, eski sömürge uluslar için, baskı ve yasaktan dolayı görünüşte kendini hissettirmeyen, ciddi bir sorun haline geldi. Tam hak eşitliği esaslı bir şekilde uygulanmadı ve ulusların ayrılma hakları teoride imkansız hale getirildi. Stalin'in, 1936'da, yeni anayasa vesilesiyle yaptığı konuşma, bunu bariz olarak gösteriyor.
Komünist Partisi’anin ilkin çok sömürgeli, merkezi bir devlettin bir sömürgesinde kurulduğunu, sonra da hakim ulus başta olmak üzere tüm merkezi devlet çapında örgütlendiğini hiç duymadım. Önce hakim ulusta kurulur, sonra sömürgelerde. Kapitalizm hakim ulusta daha çok geliştiği, sınıf çelişkileri orada daha keskin olduğundan dolayı mıdır bu? Sanmıyorum. Bunu biraz, hakim ulus komünistlerinin, hakim ulus ikliminden tam kopamamış olmalarına bağlamak gerekiyor. Partilerin, zincirin en zayıf halkalarında, sömürgelerde öncelikle neden kurulmadığının tam cevabı kuşkusuz daha farklı gerekçeleri ve izahı gerektiriyor. Kürdistan'da bir komünist partisinin kurulması öncelikle sınıf bilinçli Kürdistan işçilerinin ve komünistlerinin görevidir. Türkiye komünistlerinin görevi ise böyle bir kuruluşa destek sunmak, omuz vermektir.
tarih
16-31 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
haline gelir. Devrimci mücadele içerisinde hızlı bir şekilde adım adım yetkinleşen Lenko Proleter Öncü’nün bütün yönetici kademelerinde yer alır. Lenko’nun ihtilalcı devrimci çizgisi ve düşmanı bozguna uğratan saldırıları halkta umut ve güven yaratırken düşmanda ise korkuya yol açmaktaydı. Bundandır ki düşman Lenko’yu katletmek için özel çalışmalara girerek özel ekipler oluşturur ve kellesine ödüller koyulur. Proleter Öncü’nün önder kadrolarından ve komutanlarından Lenko 26 Mayıs 2000 tarihinde Dersim/Ovacık-Havoçar’da düşmanın attığı özel pusu sonucu ölümsüzleşir. Lenko ölümsüzleştiğinde Proletarya partisinin DBK(Dersim Bölge komitesi) siyasi komiseri ve MK üyesiydi. Lenko’nun nakış nakış ördüğü devrimci direniş, önderleşme ve komutanlaşma bilincini kuşanarak Sosyalist Halk Savaşımızda kılavuz edineceğimize söz veriyoruz. Onun halka umut ve düşmana korku salan ihtilalci çizgisi bugünde yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Lenko ve Lenko gibi yüzlerce komünizm savaşçısının devrimci anılarını Sosyalist Halk Savaşı siperlerinde yaşatacağız. Proleter Öncü’nün şanlı kızıl güzergâhında ve Mayıs’ın kızıllığında ölümsüzleşerek güneşe uğurladığımız Aycan Tato, Hıdır Uğur, Medet Özbadem, Hacer Çetin, Ali Ekber Atmaca, Hıdır Aykır, Cihan Taş, Müslüm Emre ve Ali Kayadoğan’ın devrimci anıları önünde eğilerek mücadelemizde yaşatacağımıza söz veriyoruz.
ALİ EKBER ATMACA
ALİ KAYA DOĞAN
ALİ SARIBAL
AYCAN TATO
CİHAN TAŞ
HASAN CABAT
HIDIR AYKIR
MAHMUT POLAT
MÜSLÜM EMRE
23
SINIF TEORİSİ’NİN 21. SAYISI ÇIKTI
6 Mayıs 2015'te bahçesinde çalışırken uğradığı silahlı saldırı sonucu katledilen, devrimcilerin her daim dostuluğuyla, yüreğiyle ve duruşuyla insana dair güzellikleri taşıyan ailemizin çınarı, babamiz Hüseyin Aslan'ı (Hüseyin Baba) sevgi ve özlemle anıyoruz. Bu süreçte bizi yalnız bırakmayan dostlarımıza ve kurumlara gösterdikleri dayanışmadan dolayı teşekkür ederiz.
Sevenleri adına Ailesi
*Sınıf Teorisi’nin 21. sayısında yer alan konu başlıkları şu şekilde: *Aktüel gelişmeler vesilesiyle birlik/birlikler anlayışı üzerine. *Emperyalist siyasi süreç ve kesintisiz savaşlar stratejisi . *Devrimimizin zaferi için Sosyalist Halk Savaşı’nı kavrayalım. *Yeniden Komünist Enternasyonal; Başarabiliriz. *Dünya devrimini hazırlamak için ileri! Komünist enternasyonal merkezi inşa edelim.
Halkın Günlüğü
1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ahmet AKSOY adına Yapı Kredi Bankası İst. : (TL) 93602130 Yapı Kredi Bankası (Euro) 10 0006 7010 0000 0043 4140 14 Yapı Kredi Bankası (Sterlin) 13 0006 7010 0000 0043 4140 57 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL
Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96
Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18
ROJANEYA GEL Bi wesîleya bîranîna şêhîdên şoreş û komunîzmê, Rêça sosyalîzma zanistî ya Kaypakkaya, aso yên me vedike Şêhîdên leheng, rêveber ên gelên me, bi hemû kokên xwe yên dîrokî û stratejiyên xwe ya li hişmendiya rastiyê şînbûyî, ji paşerojê heta îro bi serkeftin û binketinê ve xemilî ve bi mere ne. Ew dixwazin ku em jî bi ruhiyeta şoreşgeriyê ve xwedî mîratiya wan derkevin. Dixwazin bi hêstên qewîn ji doza sosyalîzm û komunîzmê re bin. Dixwazin refên xwe hê bi quwetir bikin û ala Şerê Sosyalîst a Gel bilind bikin. Em jî bi tu awayî şîna wan nakin, berevajî, wekî ku ew her yek stêrkeke asoyî ne nêzî wan dibin, li ser bangawaziya wan jî bi hêsteke qewîn li ser rêça wan dimeşin. Li çiya û li bajaran her tim di êniyên Şerê Sosyalîst a Gel de şer dikin, wek bi şêweyeke liyaqiya wan tevdigerin û ala wan hildidin ser milen xwe. Şervanên jin û mêr yên doza komunîzmê, serleşker û refên rêveber ên me jî bi girêdayîbûna şêhîdan, bi israriya meşa rêça şêhîdan dimeşin, jixwe pêdivî û hewcetî jî ev yek e. Em dibêjin, di meha Gulan’ê de ku di vî mehê de em Şêhîdên Partî û Şoreşê bibîrtînin, ka werin, em di meşa kesibînê de hişmendiya fidakarî ya wan lixwe bikin, cesareta şoreşvaniyê hildin ser xwe, hezkirina gel a kûr ji wan bielimin, mêjî û dilen xwe bi kîna polen xwe ve tijî bikin û hê xwe birexistin bikin, şer bikin, da ku şoreş, sosyalîzm û komunîzm nêzî me be!.. Şêhîdên Partî û Şoreşê, di heman demê de bangawaziyek e, ku ew bangawazî, li ser bingeha di Şerê Sosyalîst a Gel de derbasbûna pergalê ye, xêza milîtanî û şoreşvaniyê ye. Di 3’yemîn Kongreya Partiyê de li ser zanistiya komunîzm û birdoziyê zêdetir kûrbûnek pêk hat. Di vê xebatê de ruhiyeta zindî ya rewşa rewa hate nirxandin û wekî rêzaniya çalakiyê li ser rewşê nîqaşên cûrbecûr hate meşandin. Gelek kêşeyên girîng û bingeh jî wek binavkirina şert û mercê bû mijara nîqaşan û rojaneyîkirin
çêbûn. Li ser nêrîn û îdiayên Rêberê Komunîst a Damezrînerê me hate sekinîn. Her wisa li gor zanyariyên wî ya rasteqîn û xwedî şêweya zanistî rojeneyîkirinên nêrînan çêbûn. Ew nêrînên rojeneyîbûyî, li gor me ji bo hemû karker, kedkar û gelen bindest re manifestoya rizgariyê ye. Bi vê têhihîştinê ve, bi şexsiyeta rêberê komunîst rêheval Kaypakkaya ve, tevî akademiyen zanistî, çand û siyasetê re tekiliyên şoreşgerane hate pejirandin, bi vî hawî, ji bo zindî û çalak kirina amûrên siyasî û birdoziyê jî biryar hate girtin. Kongreya me, bi zanebûna ku ji bo hilberandin û bikaranîna zanyariyê akademî jî amûreke girîng e tevgeriya û li ser vê esasê ji bo xebitandina akademiyan û karkirina van qadan pêywirên bigehîn hildaye li ser mile xwe. Di vî astê de em
çavkaniyek esas digirin. Li gor wê çavkaniyê; di rêwîtiya şoreş, sosyalîzm û komunîzmê de gelek şoreşvaniya çandê hewce ye. Ji bo vê yeke jî divê hînbûniyên berê were terikandin, şert û mercên îroyî û pêşerojê were birexistinkirin, div î rêxistinkirinê de jî têgihîştina teorik û çalakiyê re cih were veqetandin. Ev jî bixwe şoreşeke hişmendiyê ye, divê ev şoreş bilez û bez were çêkirin. Li ser vê esasê, di çarçoveya feylesofî û zanistiyê de cihê akademiyan baş were dîtin, têgihîştinek baş were holê û encamên bidestxistinê derkeve der. Îja em li ser van yekan, bi rêbertiya rêber komunîst Kaypakkaya rêwitiyek destpê dike. Di vî rêwitiyê de akademî ciheke sereke digire. Li ser çavkaniya rêber Kaypakkaya, li ser lêkolîn û hûrnerînên wî, ji bo ku
şoreşvanî li ser axa Tirkiyê-Kurdistana Bakûr bicîh be, dema akademiyan vedibe. Bi vê yeke, di qada birdızî, teorî, polîtîka û çandê de qetandina bendê girîng e. Em ji b ovan pêywiran dest bi tevgerînê kirine. Bi vî hawî, xebata akademiyan, bi navê rêheval Kaypakkaya, li ser pêmayî ya şêhîdên şoreşê û partiyê, li ser bingeha şoreşê, bi awayekî zanistî û çalakiyê ve dê bênavber meşa xwe bidomîne. Wek tê zanîn, şêhîden me mamosteyên me ne: Ew, heta niha jî rayî me kirine ku ka emê çawa bimeşin, bêhevîtiyê berdin, di rê ya Şerê Gel a Şoreşgerane de çawa bimeşin, rewşên zehmetiyê çawa paş xwe bihêlin û meşa xwe heta serkeftinê berdewm bikin... Ew, li himberî hemû reformên navpergalî seknek nîşanî me dane û di heman demê de israrkirina rêça şoreşgerane ne. Em şêhîdên partî û şoreşê bibîrtînin. Bi vê wesîleyê jî; giredayîbûna rêça wan didin ber xwe, soz didin ku ji bo civakeke wekhev, bêpol, bêmêtîngerî dimeşin, di meşa xwe de jî wekî şêhîdên xwe tu carî û tu şiklî paşve namînin, nasekinin. Careke din biryara xwe ya şoreşgerane dûbare dikin ku, emê şêhîdên xwe re wek birdozî, polîtîk, rêxistinî û leşkerî girêdayî tevbigerin, candifakirina kedkaran û proleteryayê esas bigirin, bi vî rengî şerê xwe bidomînin. Hêzên ku ji şêhîdan digirin, bi vê hêzê ve li Tirkiyê-Kurdistana Bakûr tevî proleterya û kedkaran lihevkirinek pêkbînin, di rê ya partiya me Partiya Maoîst-Komunîst de, li ser rêça wê ya polîtîk û rêvebertiya wê bibin yek û tev li Şerê Sosyalîst ya Gel bin. Ka werin em îro di her qadên tekoşînê de bi şerê şoreşê ve bimeşin, bi vî meşê xwe ve jî ruhiyeta berxwedanî û sorbûniya Gulan’ê nişan bidin!..