Sayı:3 | Mayıs – Haziran 2017 | ₺2
HASBELKADER “Vakayı hangi devre koysanız yakışık kalır.”
“kendi tehlikesi peşinden gider insan”
Hasbelkader fanzin
BU AYDA
HASBELKADER “Vakayı hangi devre koysanız yakışık kalır” Yayın Yönetmeni Yusuf Karakurt
Şairler Kübra Seydioğlu | Remzi Köpüklü Hacı Ahmet Eriş | Samed Cengiz | Selim Fıtrat İsmail Hakkı Köse | Ahmet Burak Balcı
Yazarlar Yusuf Karakurt | Onur Uzun | Ünzile Gökkurt Hakan Sarıpolat | Burak Salih Selçuk | Derya Karadeniz Osman Fatih Kaya | Mehmet Admış
Çizerler Stjepan Jukic1 | Ayeaean2 | VIKA
Fotoğraflar Esra Akşahin | Sena Turgut
1 2
Arka kapağımızın çizimi VIKA’a aittir. Kendisine çok teşekkür ederiz. Ön kapağımızın çizimi Ayeaean’a aittir. Kendisine çok teşekkür ederiz. HASBELKADER
Böyle başlar, Üçüncü kez… Fanzin çıkartmaya nasıl başladık bilmiyoruz. “Olay, Yirminci Yüzyılın ikinci yarısında, bir gece, Turgut’un evinde başlamıştı. O zamanlar daha Olric yoktu, daha o zamanlar Turgut’un kafası bu kadar karışık değildi. Bir gece yarısı evinde oturmuş düşünüyordu. Selim, arkasından bir de herkesin bu durumlarda yaptığı gibi, mektuba benzer bir şey bırakarak, bu dünyadan birkaç gün önce kendi isteğiyle ayrılıp gitmişti. Turgut, bu mektubu çalışma masasının üstüne koymuş, karşısında oturup duruyordu. Selim’in titrek bir yazıyla karaladığı satırlar gözlerinin önünde uçuşuyordu. Harflerin arasında arkadaşının uzun parmaklarını seçer gibi oluyor, okuduğu kelimelerle birlikte onun kalın ve boğuk sesini duyduğunu sanıyordu.
Başlarda siz güzel okuyucularımız ve biricik arkadaşlarımız yoktu. Durumlar çok belirsizdi. “O zamanlar, henüz, Olric yoktu; hava raporları da günlük bültenlerden sonra okunmuyordu. Henüz durum, bugünkü gibi açık ve seçik, bir bakıma da belirsiz değildi.”
Zaman nasıl geçti anlayamadık. “Dalıcı bir forvet gibi saldırırım zamansporun kalesine: on üç-bir, on iki-iki, on birüç…”
Bir sabah erkenden uyandım. Kaymaklı bir rüya görmüştüm. Fakat fanzin ile ilgili bir şey hatırlayamıyorum. “Turgut ertesi sabah çok erken uyandı. Güneşin ilk ışıkları odaya yeni doluyordu. Sıkıntılı rüyalar görmüştü. Neler gördüğünü toparlamaya çalıştı; Selim’le ilgili bir olay hatırlayamadı.”
İyi okumalar sevgili okuyucular.
HASBELKADER
Yürürken Ç/ektim Anıları Yusuf Karakurt
yürüyüşe çıktığımızda, yürüyüşün dışında başka bir şey değildir bizi yürüyüşe çıkaran * bozkırın ortasına serilmiş silik yüzlü, kavruk ve cılız bir şehirde unutulduk ve biz yürürken gözlerimizin içinde çocuklar oynadı ellerinde şekerlerle, daracık sokaklı evlere biraz sevgiyle, biraz acıyla sarkıtılmış kahve gözlü çocuklar.. sonra bu çocuklar iyiyi, kötüyü ve düşmeyi öğrendiler göğüslerinde çiçekler büyüterek kayısı ezikleriyle dolu dar bir sokakta hayatta kalmaya çalışan kediler gibi. sevmeleri sokak kadar oldu bu yüzden, sokak kadar dar oldu çiçekleri dalından koparmışlardı çünkü akşama doğru, tekrar tekrar unutulduğumuzu unuttuk kanlı incirler büyüdü yollarımızda ıslak bir akşama doğru yürürken, sadece yürümüştük, fakat kimse de gözümüzün yaşına bakmadı, bir çeşmeden yorgunluk içerken çürümüş ve küskün bir suydu sanki yüzlerde titreyen
HASBELKADER
ve sonra kalın ve kötü bağırışlar koptu babalardan çocukların içine doğru bir evin avlusunda ve ışığında sokak lambalarının.. biz ise onlardan habersiz düşe kalka, kıvrıla büküle anılarımızla saklambaç oynamaya devam ettik * ne farkındaydınız yürüdüğümüzün ne de yağmur yağıyordu oysa yürüyorduk yürümüş olmak için
Çizim: Ayeaean HASBELKADER
Sen Adına Bir Şiir Denemesi Kübra Seydioğlu Yüksek yerlerde durunca sen Kalbim kırlangıç gibi bir serçe yahut Yüksek zamanlardan geçerken sen Kalbim serin oldu, düğün sensin Hayallerim uğultulu, şehrimin tepesi sensin İlla ki sen! Var yok saymazken bir cümle içinde Kayıp hazineler buldum senin gözlerinde Kelimelerden geçerken sen Gözlerim aşkınla dolu, hikayem sensin Harflerim çırılçıplak, cümlemin öznesi sensin İlla ki sen! Bayat ekmek yoğrulunca hamur misali teknede Durdurulması imkansız hızlar yarattın gövdende Barışın içinden geçerken sen Ellerim merhametinle dolu, beyazlığım sensin Sıfatlarım yalın, sevapların güzelliği sensin İlla ki sen! Yağmuru durduramaz hiç bir at ve soğuk yele Sana hipodrom koşusunu anlatıyor bir dede Atların içinden geçerken sen Düşüncelerim sevginle dolu, hayranlığım sensin Cevaplarım dümdüz, manzaranın ihtişamlığı sensin İlla ki sen! Gövdemin içindeki kafesin sahibi İlla ki sen..
HASBELKADER
İnşirah Remzi Köpüklü
muasır medeniyetler seviyesine gelirsek bu şiiri söylersin saçlarımı önce sağa sonra sola sonra tekrar sağa güvendeyiz burda İsa çarmıha falan da gerilmedi zaten gerilmedim hayır gergin değil politiğim ama bir kesme işaretiyle ayrılırsak ıslanabiliriz seninle seninle bir kalbi çaldırıp kapatınca buluruz buluruz aradığımız her neyse onu mu lütfen daha sonra tekrar denerim böylesi daha Marksist daha Marksist daha diyalektik avemeler hürmetine şimdi sil o gözyaşlarını ve sil anarşizmi kollayan twitleri hem bak buğulu camlarda karizmamı çiziyorlar çok yaralar çok sansürler gölgeler ve gövdeler için ayağa kalkıp ayaklanmak ve ayaklandırmak için her şeyi ve herkesi yerli yerine oturtmalıyız sevgilim sevgilim demezdim gülüm ve gülden öte demeyecektim kestiiik kestik evet Allahım kestik kesmeliydik şairliğim cumhuriyet yıllarına rastlamazdı çünkü çünkü az zamanda çok ve büyük ayrılacaktık
imgeli kadınlar koalisyonların aklını çeliyor biliyorum besmele de buralarda bir yerlerde olacaktı buralarda bir yerlerde minareden evet minareden güzel sesli güzel adamlar Bilal gibi çağıracaktı vicdanıma ve satır sonuna sığacak kadar fiyakalı yalnız nakarata ve yalnız enflasyona eşlik eden kafiyeli bir ruhum olmasaydı birbirimizi ezberden bile okuyabilirdik
HASBELKADER
emperyalizm uzatmalarla kazanıyor üzgünüm üzgünüm son dakika golüne ve son dakika haberlerine ismini vermek istemeyen sancılar için çok acil kan çok acil bir börgır dükkanı bulup bir banka hesabı açtırıp son model ciinsimle son model liberal bakkallarla seçim barajına takılacağız amerika iki nokta üst üste kapitalizm şiddetle kınanabilir
HASBELKADER
Kuşlar İsmail Hakkı Köse Bir kanat bir çırpınış Sesleri layu reften gelen kuşlar Mücehhel olmuş hayatlar Biçare yerde kalmış insanı arar Eşlerini kaybedenler Hayatı bad-ı heva sayanlar Tepeden özgürlüğe süzülen kuşlar Uçmaya arzudar sayısız ruhlar Bıkmadan bana harikayı sevdayı arar Ben-i aşkın önündeki maşuk perdeler Kanatlarındaki adaletle yükselmekteler Ey sürü sürü hakka uçan kuşlar Afaka murgan olan sabahlar Güneş ne kadar arkanızdan vursa Ne vakit aşk şarabını içmek isteseniz Sizleri televvümde mai deniz Kuşlar Baharda yıkılan yapraklarımı arar
Fotoğraf: Esra Akşahin Hasbelkader fanzin
Bir Kentin Yıkımı Selim Fıtrat
Bakın işte yükselen bütün duvarlar sizin Hem toplumun hem şehrin önünü kapatıyor Görün artık kölesi olmuşuz nefsimizin Şimdi kalemler kırık, kitaplar dileniyor Düşüyor, yırtılıyor, parçalanıyor örtüm Adım adım çürüyor çağın podyumlarında Çöplüklerde biriken kalabalıklar gördüm Boyanmış kelimeler vardı avuçlarında Sesim kısık, kapanık ve kupkuru dudağım Ruhum inceden ince bir sızıya dokunur Ecdad mezarlarına gömüldü çığlıklarım Toprağın çamurunda insanoğlu okunur Kaldırım taşlarında gezinir günahlarım Asfaltlara tünemiş kentin akbabaları Cihandaki en ücra meydanlarda ağlarım Okyanuslara akar gözümün damlaları Siliniyor sîretler beşer suretlerinden Birer birer düşüyor erdemler karanlığa Vasiyetler okunur Nebi varislerinden Karanlıkları çeker en berrak aydınlığa En kırışık çizgiler kentin kemerlerinde İnsanlar kıvrım kıvrım yürüyor mermerlerde Ucu ölüm ve kara bir bulut gölgesinde Çırpınıyor insanlık dağların merkezinde.
HASBELKADER
Yalnız Samed Cengiz Yalnızlık, Huzurun daim düşmanı. Ve dostluklar yapılmış sancılardan. Yalnızların kederleri sarmış her yanı. Kalabalık, Başkaları olduğu zaman. Ve herkes yabancıdır tanıdığına. Ama kimse yorulmamış yalnızlıktan. İnsan, Yürekte derin sızı, Ve yoktur acısız yok olan. Var olanlar bilmez yalnızlığımızı. Ben, Hem yok'tan hem var'dan, Yalnızlık oldu benim adım. Tek başıma geçtim tüm yalnızlıklardan.
HASBELKADER
Tehlikeli Oyunlar – Oğuz Atay | Kitap İncelemesi Mehmet Admış
S
ene 2008.. İlkokul 8. sınıftayken Robin Hood'u okuyordum. Bu benim okuduğum ilk romandı. Romanı, bir gece vakti bitirdim, kitabın kapağını kapattım ve yatağıma uzanıp yorganı başıma çektim. O gece, hem romanın bitişine hem de Robin Hood'un ölümüne ağlamıştım. Böylece, sonunda ağladığım ilk kitap olma özelliğini de kazanmıştı. Bugün, Tehlikeli Oyunlar'ın son 20 sayfasını o çocuğun saf duygularıyla okudum. Ellerim titremeye, gözlerim yaş dökememenin verdiği acıyla kızarmaya başladı. Yüreğim acımaya, içimdeki dehliz beni yutmaya başladı. Çünkü romanın nereye varacağını, sonunun nasıl olacağını biliyordum.. Çünkü; lise yıllarım Selim ise, şu anki halim Hikmet'ti.. Onu çok iyi anlıyordum.. Ne zaman ki Hikmet; 'Albayım...' diye başlayıp haline isyan ediyorken, benim içimdeki çığlıkların sesi oluyordu.. 'Fakat, Allah kahretsin ki albayım, insan anlatmak istiyor..' Ben de anlatmak istiyorum albayım.. '... O zaman ben de susarım.. Gecekondumda oturur ve beni anlamalarını beklerim..' olmuyor be albayım.. '... Fakat, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar...' anlamayacaklar bizi Hikmet. Anlayamayacaklar albayım.. O zaman ne biz onların gelmesini bekleyelim, ne de onların kapısına gidelim, kendimizi anlatmak için Hikmet. Şimdi gelelim Oğuzcum Atay'a.. 'Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor...' evet, hepimizce malum.. Oğuz Atay, beyin tümöründen dolayı aramızdan ayrılmıştı.. (o zamanlar 1973'te başlamış mıydı bilmiyorum ama) ben diyorum ki; Oğuzcum Atay, burada beynindeki tümörden kaynaklı acıyı, edebi bir dille bize yansıtmış.. Ne kadar acı çektiğini dile getirmiş de, biz (1973'teki yakınları ve okurları) onu anlamak istememişiz. Biz, Tutunamayanlar'ı da, Tehlikeli Oyunlar'ı da basit birer roman olarak görüp okumaktan pek ileri gitmeyiz. Ama durum bundan çok daha öte... Çünkü Oğuz Atay, bu iki eserinde de (şimdilik sadece bunları okuduğum için diğerleriyle ilgili yorum yapamayacağım) kendini anlatmış, kendi hikayesini yazmış... Aslında, basit bir otobiyografi olarak yazabilirdi ama burada kendi hikayesini roman kahramanları yoluyla okuyucuya iletiyor. Eğer hatırlarsanız, (okuyanlar hatırlar) kitabın (Tehlikeli Oyunlar) bir yerinde; Albay, Hikmet'e eğer hikayesini, başkalarına anlatmak ve insanların onu dinlemesini istiyorsa, bunu bir roman karakteri üzerinden anlatmasını söylüyordu. Aslında orada bir ipucu var; 'Bak ey okurum! Bu roman, esasında benim hikayem..' diyor Oğuz Atay. Ve aynı zamanda, 'Eğer bir yazar ölmek istiyorsa, romanda bir karakter intihar eder...' Allah, Allah.. Bu da nesi? Oğuz Atay ölmek mi istiyordu? Evet. Ama kendisi yapamadığı için, HASBELKADER
Hikmet Benol bunu yapıyor.. Ve Tutunamayanlar'da gördüğümüz o şahane dil, toplumsal eleştiri v.d. Tehlikeli Oyunlar'da da devam ediyor. Sonuç olarak; Tehlikeli Oyunlar, her ne kadar Tutunamayanlar'ın gölgesinde kalmışsa da ondan aşağı kalır yanı yok. Hatta, Tehlikeli Oyunlar, Tutunamayanlar'daki kadar ağır bir dile sahip değil.. Yani, onu okuyamayan ve bundan şikayet eden okurlara özellikle tavsiyemdir, Tehlikeli Oyunlar... E, tabii ki herkese tavsiye ediyorum. (Özür: İncelemenin uzun olduğunun farkındayım fakat, buna rağmen daha söyleyemediğim onlarca şey var. Ama burada kesmek durumundayım. Okuduğunuz için teşekkür ederim.. Keyifli okumalar..)
Fotoğraf: Esra Akşahin
HASBELKADER
OĞUZ ATAY Yaşamak diye bir problem yoktu bizim için. Böyle bir problem çözmedi asistanlar tatbikatlarda. Sonunda hepimizi kurt kaptı tabii. İnsan taklidi yaptığımız için, kurtlar bizi adam sandı. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir rezalet görülmemiştir. Az gelişmiş aşklar ülkesi olarak dünya milletleri arasında ön sıraları işgal ediyoruz. Birleşmiş Milletler istatistiklerine göre ancak Nijerya ve Gana bizden daha az gelişmiş. Âşık olma oranı yüz binde kırk iki. Beş yıllık plan yüzde yüz gerçekleştiği takdirde bu oran bin dokuz yüz seksende yüz binde seksen altı olacak. Gene yeterli değil. Planlama örgütünde herkes evli olduğu için, meselenin üzerinde çok durmuyorlar. Beş yıllık planın uygulanmasına geçeli bizim sınıftan yalnızGüner âşık oldu: o da bir bar artistine. Cinsi aşk olduğu için sayılmadı. Aşkta geriyiz de başka şeylerde ileri miyiz sanki? Yalnız trafik kazalarında birinciyiz. Buyrun bakalım. Binde dört onda iki. Gururumuza dokunuyor. Selim kadar olamıyoruz. Ayrıca, büyük şehirlerde bir bakıma yüksek görünen bu oran, köylere doğru gittikçe azalıyor. Milli gelirin dağılımı gibi. Aşk sağlığı enstitüsünün bültenine göre, bir yıl içinde sadece on iki bin yedi yüz on altı muhallebicide buluşma, yedi bin sekiz durakta buluşma (bunun bin sekiz yüz yirmi beşi gerçekleşmemiş), bin dört yüz altmış iki çeşitli açık yer gezintisi (parklar, kırlar, adalar v.s.) ve yalnız altı yüz on iki sinema locası olayı tespit edilmiş. Buna gizli aşkları da ekleyin (bültende Selim’in adına rastlanmadığı için, bunu gizli aşk olayları arasında düşü-nebiliriz.) Gizli aşk sayısının da, ihtimal hesaplarına göre dört bin altı yüz kadar olduğu tahmin ediliyor. Emniyet genel müdürlüğünün tespit ettiğine göre de (yuvarlak olarak) yüz yirmi altı bin sekiz yüz bakıp da iç geçirme, kırk dört bin otobüs ya da dolmuşta hafifçe temas, dört bin iki yüz peşinden gidip de vazgeçme, sekiz yüz elli eve kadar izleme ve on beş bin yedi yüz uzaktan âşık olma ve sa- dece (bu sayı kesin) sekiz yüz on dört ümitsiz aşk olayı kaydedilmiş. Bu arada, park bekçileri, seksen iki bin kadar çifti düdük çalarak, tabanca çekerek ve benzeri tehditlerle korkutmuş. Parklar, bahçeler ve kırlar genel müdürlüğüne göre de, altmış bin papatya sevgi falı için koparılmış ve âşıkların üzerinde uzandığı yirmi sekiz bin metrekarelik bir sahanın çimleri ezilmiş. Tahmini zarar, yarım milyon lira civarında. Uzun sözün kısası, nefes alışın bile izleniyor Selim. Manastıra çekilmekten başka çare yok. Onun istatistiği henüz tutulmamış. Yalnız, geleneklerimize uygun görülmüyor. Medreseye çekilseydin, daha milli olurdu.
“Tutunamayanlar” HASBELKADER
OĞUZ ATAY “(...) çok güzel kızlar varmış ve Kant'ı da su gibi okuyorlarmış diye söylentiler çıkarıyorlar, doğru mu acaba? Onları ne yazık ki karşıdan karşıya geçerken ve vapurda bacak bacak üstüne atarken ve piyasa caddelerinde gözlerini ilerde bir noktaya dikmiş yürürken göremiyoruz, nerede saklanıyorlar dersin, bak ben ortadayım, onlarda kim bilir ne isterler? Kant'ın kendisini isterler, hem de güzel bir Kant isterler, kirli çamaşırlarını bile kimselere koklatmazlarmış öyle mi? Beni şimdiye kadar otuz yedinci sayfaya kadar okudular, sıkılıp ellerinden bıraktılar, o sayfam açık öylece kaldım, o sayfada sarardım, bizim bir arkadaş vardı, kadınlara kendini acındıracaksın diye öğüt veriyordu bana, çok üzülüyorum – ne yapacağımı bilmiyorum – yalnız kaldığım için intihar etmeyi düşünüyorum diye dert yandı mı bütün kadınlar ağına düşüyormuş, sonra bir yanlışlık oldu: Bu arkadaş -başımız sağ olsun- intihar etti, benim de korktuğum anlar oluyor, insan bu güven olmaz, pencere bu kadar yakınken ve iki adım daha atınca denize düşmek ihtimali varken, korkmayın canım şey, sizi elde etmek için yalan söyledim, ben ölür müyüm? ha- ha, vicdan azabı rolünde yaşamak niyetindeyim, kendimden bahsettiğime bakmayın, asıl mesele sizsiniz, ben yaşlanıyorum, siz hep genç kalıyorsunuz, yıllardır vapura binerim, yıllardır geniş caddelerde karşıdan karşıya geçerim, yıllardır yollarda yürürüm, gördüğüm kadarıyla siz hep gençsiniz, hep güzelsiniz, yirmi yaşında kalıyorsunuz her zaman, bir bayrak yarışında olduğu gibi gençliği birbirinize devrederek ilerliyorsunuz, ben benzetme için özür dilerim, sizi yerinizden oynatacak kadar heyecanlı bir benzetme yapmayı ne kadar isterdim, bizi iyi yetiştirmediler, hep ukalalık öğrettiler, öğretenleri bir elime geçirebilsem, sizin yanınızdaki delikanlılar da yaşlanmıyor, ne garip ne karışık bir düzen bu, bazen yanınızda yaşlıları da görüyorum, sakın paraya kıymet vermeyin olur mu? Sizi onlarla gördükçe daha çok üzülüyorum, beni kırmayın olmaz mı? (...)”
“Tehlikeli Oyunlar”
HASBELKADER
Frida Kahlo Rüyaları ya da kâbusları asla resmetmedim. Resmettiklerim benim kendi gerçeklerimdi.
Çizim: Stjepan Jukic HASBELKADER
"Bir insanın sizin için endişelenip sararmasının güzel bir yanı vardır." Çizim: Stjepan Jukic HASBELKADER
Karahindiba / Aforizmalar Onur Uzun *Sen özgürlük ile beni sevmek arasında ikircikli vakitlerden geçerken, ben seni sevmekte özgür olduğum için çok mutluydum. *Bir deste yıl sonra aynı aşk için çocuk oldum, yine ağladım. İnsanoğlunun yazdıkları haricinde mutlu sonla biten hikâye yok, anladım. *Bu denli bir bekleyişin getirisi ‘sen’ değil ‘biz’ diyebilmek olmalıydı. Bekledim seni, beklemek bende huy gibi. Bu dönmen için yalvarmak değil de, sadece beni biraz duy gibi. *Sonra “neden olmasın, kaybedecek neyim var?” diyorsun ve durup dururken kaybedilebilecek bir şey katıyorsun yaşantına. Kaybedilirse olmayacak bir şey, çünkü kaybedilirse acıyacak muhakkak bir şey. Ve ölüm, bir kez daha tüm cazibesini yitiriyor. İşte o şeyi kaybedersen güzelleşecek ölüm, yeniden. *İster anlatarak ucuzlaştır meseleyi, ister daha büyük acıların varlığıyla avut aldanmışlığını. Olmuyor; yarım kalmanın ağrısı, tam da eksildiğin yerden tamamlanmadıkça dinmiyor. *Oysa dokunacak şiirler yazıyorken, okuduğu her şiirden tokat yer olmak; seven yanları buz tutmuş bir şairin çaresizliğidir. Anlat bile denmez. *Ben en sevdiğim Sonra kaybettim zaten.
şiirimi
kaybetmekten
korkarak,
severken
yazdım.
*Bu bir ayrılık hikâyesi değil. Ama keşke gitmeseydin sen de. Söylemiştin ya hani eskide; gömlek giymek yakışıyormuş üzerime. Yetiş! Şurada ne kaldı deli gömleğine. * Rutine bindim, yoldayım. Hep aynı yerlerden geçiyorum. Hayat ilgimi çekmiyor. Sen nerelerdesin? Uğrayacak mısın? * İnsan, insanı aradığına götüren yolmuş diyorum. İzler silinince yol da unutur mu, üzerine basıp geçeni?
HASBELKADER
Şehirdeki Son Kuş Derya Karadeniz
A
itlik duygusunun belirginleştiği yerlerden biri şehirlerdir. Kimi zaman ait olduğumuzu sandığımız şehirlerden gün gelir kaçmayı düşünürüz. O şehirden rüzgârı arkamıza alarak uzaklaşmak… Çemberin dışına çıkmak... Paltomuza bulaşmış bir çamur parçasından arınır gibi kaçmak ve o kenti olduğu yerde bırakmak... Bütün bağlılıklarımızı, alışkanlıklarımızı bir kenara atmak. Bir fotoğraftan kendi siluetimizin oyulup çıkarılması ve bir köşeye atılması gibi. Evet, ilk düşündüğümüzde kulağa hoş gelmiyor insanın yitiklik ve özgürlük arasında bir yerlerde gezinip durması, başının sonunun olmaması. Lakin her şeyden, dertlerden, sıkıntılardan, acılardan uzak bir yer, kalbe huzur vermek için yetiyor. Ama insan o şehrin kendinde bıraktığı intibadan ne kadar uzaklaşabilir? Kaldırımında yürürken ruha işleyen şehrin kokusu, eski bir dükkânın yanından geçerken kulağa çalınan bir Neşet Ertaş türküsü, kokusu tüm ruhu saran bir erguvan ağacı, köşe başında bekleyen bir simitçi… Bizi bir şehre bağlayan, ait olduğumuzu kulağımıza fısıldayan tam da bunlar değil midir? Küçük, önemsiz gibi görünen ama yokluğunu, noksanlığını hiçbir şeyin kapatamayacağı güzellikler. Her güzellik bir anı olarak yer ediniyor zihinlerde. Bu anılar seneler geçtikçe birikiyor ve o şehre bağlılık gün geçtikçe artıyor. Artık o şehre ait olduğumuzu hissediyoruz. Sanki başka diyarlara gitsek peşimizden gelecekmiş gibi. Her köşe başında, mahallede, kaldırımda kentin sıradan bir sokağında nereye baksak, nereye yüzümüzü çevirsek ömrümüzü tükettiğimiz, ilk gülüşlerimizi ilk hüzünlenişimizi yaşadığımız o şehir peşimizde. Nereye gidersek gidelim bütün sokakların oraya çıkacağını duyururcasına karşımıza dikiliyor. Ama bir gün, burada değil, başka bir yerde neden olmasın sorusu zihni hapsedebiliyor. Koskoca bir ömür bir şehirde geçmez ya. Ya geçerse. O zaman bu bağlılık, bizim özgürlüğümüzün önünde bir duvar gibi dikilmez mi? Biz de günler, aylar hatta yıllar geçtikçe o duvar üzerine bir tuğla daha koymaz mıyız? Bu elimizi kolumuzu bağlayan, içimizdeki güven duygusunun vermiş olduğu huzur ile bize rahatlık sunan bir durum haline geliyor. Ya özgürlüğü seçer kuş olur uçar gideriz ya da karnını doyurmak için her gün pencereye gelen bir kuş misali bağlanır ve ayrılamayız.
HASBELKADER
Bin Hüzünlü Yaz / Hasan Ali Toptaş | Kitap İncelemesi
Hakan Sarıpolat
B
ir yazarın kelimelere hakim değil de, kelimelerin bir yazara hakim olabileceğini hiç düşünmezdim, ta ki bu kitabı okuyana kadar.
Kitap yazmak için, kelimelerin sizi ele geçirdiğini ve gidişata herhangi bir müdahalede bulunamadığınızı düşünün. Kaleminiz sadece bu kelimelere hizmet ediyor ve hikayeniz kendiliğinden oluşuyor. Ortada bir kahraman var ama bu kahramanın herhangi bir boyu, şekli ve yaşı yok, sadece var. Siz hikayeyi bulmuyorsunuz, hikaye sizi buluyor. Bu durumda kitabın sahibi siz misiniz, yoksa kelimelerin kendisi mi? Biraz değişik bir kitap olurdu böyle bir kitap değil mi? Durun, Toptaş bunu yapmış. Hikayeye başlamış ve gerisini kelimelere bırakmış. Sanki yazmak bir bahane olmuş onun için. Kelimelerle, zihninin en ücra köşelerini süpürmüş ve okurun karşısına sunmuş. Her bir olaya onlarca tasvir belirlemiş, en küçük nesneye onlarca anlam yüklemiş ve bunu yaparken de okuru ele geçirmeyi başarmış. Okunması keyifli ama bir o kadar da zor ve okurun zihnini çalıştıran bir kitap çıkarmış ortaya. Toptaş bu eserinde, yazdıkça amacına ulaşmış gibi gözüküyor. Yazılanların bir amaca ulaşıp ulaşmayacağını da kelimelere bırakmış. Kitabın sonunda ne olacağını kendisi dahi bilmemiş. Böylesi bir yazım karşısında zihnim zorlandı ve Toptaş'ın kaleminin gücü karşısında saygıyla eğildim. Gregor Samsa'nın bir sabah uyandığındaki çaresizliği, yine Kafka'nın Şato ‘sunun ulaşılamazlığı ve karanlığı, Faruk Duman'ın ormanının belirsizliği, belki de en çok Pamuk'un Kara Kitap'ındaki, Galip'in Rüya'yı ararken hayatı anlamlandırma çabasını bulmak, bu eser için geçerlidir. La Fontaine ve Binbir Gece Masalları'ndan bölümlere rastlamak da bu eserin güzelliklerinden birkaçı. Rüya ile gerçek arasındaki o ince çizgi ve zihnin gerçek diye düşünülen dünyayı tahayyül edişi hakim kitapta. Toptaş'ı ifade eden bir cümle oldu sanırım bu. Gerçek ile gerçek olmayan arasındaki gelgitler yazarı diyebiliriz onun için. Kafka benzetmesinin yanına Marquez benzetmesini de ekleyebiliriz, hatta en çok Marquez'e benzetebiliriz onu. Toptaş bu kitabıyla, kendisini aşmış, umarım bundan sonra okuyacağım kitapları da en az bunun kadar iyidir. Toptaş ile tanışmak için doğru bir kitap değildir belki ama onu anlamak için en doğru kitabıdır diyebilirim.
HASBELKADER
İğrenç Sonlar İğrençtir Burak Salih Selçuk
H
astane kokusu, radyasyon, iğne, serum, egosu tavan yapmış doktorlar, burnu yarı havada hemşireler hepsi ama hepsi benim şu beter halimi daha da beter yapıyordu. Öleceğim biliyorum, her seferinde aynı teskin edici cümlelerle testlere tabi tutulmak istemiyorum fakat ne mümkün? Şu kalan son meçhul zamanımın sonunu iyi getirmek istiyorum. Sabah tüm güzelliğiyle aydınlanmaya başlamış, bu güzelliğin farkına varmış olduğum günün ilk saatleri; aslında benim son saatlerim biliyorum. Tüm ailem hayatlarında söylemediği kadar yalanla beni avutuyordu. Bugün bir ameliyat daha olacağım, anneciğimin uykusuzluğumu paylaştığı gecelerden kalma mor gözaltları, dermanı kalmamış elleri olmasa asla kabul etmezdim bu ameliyatı. Ama ölmeden annemi de öldürmek istemiyorum. “Yaşlanıp öleceğiz şu fani dünyada.”Aa ne büyük avuntu değil mi? Oysa ben, hayatımın henüz baharında ölüyorum, sakın yanlış anlaşılmasın sitem değildir bu. İğrenç de değildir asla, çünkü iğrenç sonlar iğrençtir, benim sonum da değil bu, başlangıcım. Kimse bu yaşta ölmek istemezdi eminim. Cahit Sıtkı Tarancı da yaşlanınca öleceğine inanmış olmalıydı “35 yaş” şiirini yazarken. Oysaki yolun yarısı değildi 35 yaş hayatının son baharıydı. Tıpkı benim gibi. Bu belirsiz vakit içine ne çok anlaşmazlık, kızgınlık; ne çok böbürlenme sığdırdık. Ben gözlerimle tek tek vedalaşıyorum, şimdilik. Göz pınarları yaşlarını akıtmamak için tutulmaktan şişmiş bir düzine insan var karşımda. Hepsinin bir parçasıyım, onlarda benim bir parçam ama gerçek bu: Her parça bir gün kopar. Burada olmayanlarında pir parçası olmuş muyum? Diye düşünmek isterdim fakat vaktim kalmadı. Söylemek istediklerimizi söyleyememek ne acı, vaktinin var olduğunu düşünmek, acele etmemek, ertelemek. Ne acı, ne acı... Hayatımın rüzgar aldığı ömrümün sallandığı dönemdeyim, pişmanlığımın bir faydası yok; ama bundan önceki pişmanlıklarımın. Bundan sonra pişman olmak istemiyorum. Herkesle vedalaşıyorum, beklenilen olmak istemiyorum. Aksine sizi orada bekliyor olacağım diyorum. HASBELKADER
Şimdi tüm hikayeyi baştan yazalım. Çünkü iğrenç sonlar iğrenç olduğu gibi iğrenç başlangıçlarda iğrençtir. İyi bir başlangıcın bir diğer hikayesini de anlatmak istiyorum. Çünkü insan nasıl yaşarsa sonu, aslında başı da öyle olur. Kütüphanenin altın tozlu rafları, akşama kadar elişi ören kütüphaneci abla, yorgun bir yığın insan, elimde ‘Nar Ağacı.’ Akşam tüm kızıllığıyla geliyor. Yorgunluktan açamadığım gözlerim santim santim ilerleyen ayaklarımla yürüyorum. Havaya akşam serinliği çökmüş bu yaz gününde aradığım şey işte bu serinlik. Ganita’da bir banka oturup kitabımın satırlarında koşuyorum Aniden burnuma gelen deniz kokusu beni ürkütüyor. Başım dönmeye başlıyor, kalbim, kollarım. Kitabım yere düşüyor ve ardından da ben. İğrenç biten sonlar iğrençtir fakat benim sonum değil bu daha yeni başlıyorum. İğrenç başlangıçlar da iğrençtir, o yüzden iyi başlamak istiyorum...
Çizim: Ayeaean
HASBELKADER
Kilitli İnsanlar Orkestrası Ünzile Gökkurt zgürlüğe vurulan prangalar bulutların dönüşünü durdurmuyordu ya da bir plağın çalışını. Bilmiyorlardı kuşlar kafesten korkarlardı ve ne olursa olsun gökyüzüne kaçarlardı. Demir parmaklıklar ardından uçurduğum güvercinlerim vardı, her kanat çırpışlarında bacaklarım bir adım daha attı. Dört duvar arasına kapattığınız ruhum, bedeninden yavaş yavaş sıyrılmıştı. Şimdi tel örgülerin açtığı yaraları bir musluk deliğinden akıtıyordum. Acılardan kaçılacak yollar arıyorum oysa biliyorum acılar bir yama gibi dikilirdi tenime, sökmek istesem izi kalırdı. Yaralardan değil yaraları açanlardan gidilirdi. Yürünen yollar hep karanlık gelirdi. Sokak lambaları yanmazdı. Yıldızlar kuzeyi, ay ışığı güneyi gösterirdi. Ben baykuşları takip ederdim. Güzel baykuşlar çirkin serçelerle evlenirlerdi ve ben dans ederdim, topuklarım kırılana dek. Yola yalın ayak devam ediyordum, Tanrı bana inatmış gibi tabanıma çakıl taşlarını yağdırıyordu. Acıdan acılarla kaçıyordum, üstelik son şarabımı bir iskambil oyununda kaybetmişken. İçmeden sarhoş olmayı tercih edip yaşadığım trajediye kahkahalarımı sunuyorum. Aynanın karşısında yere bıraktığım her tutam için artık saçımı yağmurlara asıyorum. Benden uçuruma koşmamı bekleyenlere inat tüm yamaçlarıma çiçekler ekiyorum. Bilmiyorlardı, bilmezlerdi; şarkılara bile mayın döşeyen insanlar, uçurtmaları yüzdürmeme yahut kağıttan gemi yapıp uçurmama engel olamazlardı.
Ö
Fotoğraf: Sena Turgut HASBELKADER
Pencere Perde Yusuf Karakurt
B
u sabah perdeyi araladığımda her zamanki gibi birbiriyle yarışan müteahhitleri gördüm. Bir hissizlikle yükselen betonların gölgesinde kendilerince demleniyorlardı. Ben onları gördükçe “hiç değilse gökyüzüne ulaşamazlar ya” diye düşünüyordum ya da kendimi böyle teselli ediyordum. Ya çok zengin ve görgüsüz olanından birisi, göbeğini masaya vurup yıldızlara kadar giden binalar yapabilseydi? Yahut böyle bir şey yapabilmenin iznini alabilir miydi? Bu korkunç fikirler hiç aklımdan çıkmıyor. Bu yüzden yağmurlara bile küskünüm. Gri bulutlarıyla birlikte yağmur yağmaya başladı mı gökyüzünden aşağıya doğru sarkan yeni betonlar görürüm. Sonra onlar ortada bir yerlerde birleşirler. Yağmur ise daha da sağlamlaştırır onların karanlık, gri hislerini. Ve sadece müteahhitlerin ve yardımcılarının gidebildiği bir yol yaparlar; gökyüzüne doğru uzanan ve sonra o maviliği de delen betondan yol. Annem, güneşi elimizden almak istiyorlar demişti. Güneşi neden bizden almak istiyorlar anlayamadım. Belki de güneşi daha az gördüğümü bildiğim halde anlamak istemedim. Anlarsam kabullenmeye de çalışabilirdim çünkü. Tüm bunları düşündükçe şantiyede çalışan işçiler sanki çivileri kalıplara değil de benim kalbime kalbime vuruyorlardı. Onlar vurdukça yüreğimden çıkan tak tak seslerini ise çevremdeki göçmen kuşlardan başka duyan da yoktu. Hem onlar da bu şiddetli bağırmalarımdan korkup hemen kaçışıyordu. Bense içimin ezildiğiyle kalıyordum. Bu durumun verdiği acıyla da bir süre sonra kendimden geçiyordum. Kendime geldiğimde de artık betonun içinde kalmış bir kalıp olduğumu zannederken yine aynı işçiler tarafından canhıraş bir şekilde söküldüğümü görüyordum. Bunu her bir katta defalarca yapıyorlardı. Sonra da insanlar, gün içinde bir sığınak olarak girip çıktığı bu evlerde, yani daha önce, duvarlardan yükselmiş ve yükselmekte olan bu acı feryadın içinde, mutsuz mutsuz yaşıyorlardı. Ölmeyi yaşıyorlardı. Bundandır ki evlerinde mutlu olabilen insan çok azdır artık. Aslında, içimin ezilmesi, güneşi tüm çıplağıyla görebilme isteğimden değildi. Bunu çok iyi biliyorum. Bu belki şehirde yaşamanın verdiği bir külfetti. Başka yerlere gitsem, mesela köye gitsem biliyordum ki güneşi ve gökyüzünü anadan üryan görebilecektim. Belki geceleri değişik gezegenler ve yıldızlar keşfedip, uzun kavak ağaçlarının gece gölgesinde, kırık dökük düşüncelerimi sırtıma alıp, her bir gezegene kendimce isimler verip, onlara uzun seyahatler gerçekleştirecektim ya da isimlendirdiğim bu gezegenlerin altında, ay ışığı yardımıyla, sevdiklerimle birlikte isim-şehir HASBELKADER
oyununu oynayacaktım. Fakat böyle dersem, köye gitmek istiyorum, evimden ve benden uzun sadece ağaçlar olsun dersem azarlarlar beni biliyorum. Orada da dağlar var derler senden ve evinden uzun. Çünkü modern zaman yaratıcılarıdır onlar. Öyle bilirler kendilerini. Kocaman binalar dikerler şehrin ortasına ama kocaman. Sonra adını “Everest Sitesi” koyarlar. Nasıl da büyük ama? Sadece büyük mü efendim aynı zaman da bölgenin en ruhsuz sitesi. Ruhsuzlukta everest adeta. Teşekkür ederler gerine gerine. Pencereden bakmaya devam ederken bir yandan da tüm bu aklımdan geçenlerin artık anlamsız olduğunu biliyordum. Sözgelimi, bu pencerenin arkasından, annem benimle birlikte bakıyor olsaydı eğer, o da diğer annelerin sadece gözleriyle görebileceği şeyleri görebilirdi. Gözleri hemen karşı apartmandaki bir daireye ilişecek, o evin camlarına renk katan perdelere iç geçirerek bakacaktı. Hemen anlayacaktı o perdelerin bizim evdeki perdelerden daha canlı durduğunu ve daha farklı olduğunu. Fakat ses çıkarmayacaktı çünkü o perdelerin canlı olduğunu bildiği kadar pahalı olduğunu da olana rıza olarak görecekti. Sonra, saçı sakalına lapa lapa kar yağmaya devam eden babamı alacaktım odaya. Onunla beraber baktığımızda da karınca gibi hızlı giden arabaları görecektik ve babam daha iki yüz metre öteden markasını bana söyleyebilecekti o arabaların. Ben ise susacaktım dudaklarımdan yayılan yalancı bir gülüşle. O devam edecekti şüphesiz arabanın özelliklerini sıralamaya. Sonra da borcunun fazla olduğunu bahane edip dışarıda gördüğü özelliklere sahip bir araba alamadığı için yakınacaktı. Ben bunları düşünürken bu sırada da gökyüzü, çekiç ve tahta sesleri arasında, ürkek bakışlarla titremeye, üşümeye devam ediyordu şüphesiz. Siyah bulutların, devasa saldırışlarla birlikte yumuşak pamuksu akınlarla kente hücum ettiğini, kenti adeta sardığını betimlemek isterdim şu anda. Halbuki gri betonlar ısrarla uzaya çıkma istermişçesine uzamayı sürdürüyordu. Sanki siyah bulutların önüne set çekmek için ısrarla yükselmek istiyordu. İşçiler de ısrarla içimi burkmaya, hafızamı silmeye pek istekli bir şekilde çalışarak devam ediyorlardı. Onlar çekiçlerine sarıldıkça sanki takati kalmayan, yorulan, mahvolan bendim. Sesimi hala kimse duymuyordu. Şimdi yalnızdım. Pencereden dışarıya baktığımda eski mahallemizin özlemini duyan belki de sadece bendim bu evde. Mesela şu önümdeki yol aynı yoldu. Beş sene önceki yol da bu yoldu. Sadece çevresini süsleyen evler, bahçeler ve ağaçlar ondan yolunmuştu. Çok uzatmak istemiyorum. Eski mahallesini görmek istediği zaman gidip görebilenleri kıskanıyorum sadece. Yoksa müteahhitlere de kızgın değilim. Bize tuvaleti içinde olan ve istediğimiz zaman, açtığımızda içinden sıcak su gelebilen musluklar verdiler. En çok annem için seviniyorum bunlara. Fakat, tüm bunların yanında hayal meyal anılar da sadece benim göz perdelerimin arkasında kaldı. Sadece gözlerimi kapadığımda görebiliyorum mahallemi, sokağımı, evimizi ve komşularımızı ve arkadaşlarımı. Yani anlayacağınız pencere hikayeydi.
HASBELKADER
Algı (da seçicilik) Osman Fatih Kaya
A
lgı, 21. yy’da adını sıkça duyduğumuz kelimelerin başında gelmektedir.
Kelime hep var olmasına karşın (sözlüklerde) anlamdaki konforunu henüz yeni bulmuştur. Belki psikoloji tabanlı konuları baz alan, üniversite bölümlerinde uğruna ne tezler yazıldı, yazılıyor ve yazılacaktır. Ama benim de kalemimden geçmeden pek bir kıvamsız kalacaktı. Bu da şurada dursun dediklerimizden yani. Evet ne diyorduk? Algı (da seçicilik), gel gelelim sana. Etkili olduğu süre içinde tesirinin maksimum seviyede hissedildiği psikolojik bir kavramdır. Gözle gördüğümüz (üstün körü) ve bakmayı bildiğimiz (pürdikkat bakış) nesnelerden, olaylardan bir ya da bir kaçına yönelmedir. Maruziyet süresi boyunca su misali şekilsiz olup, o an kişinin deneyimleri, önyargıları, kültürü, genetiği, yetişmişlik hisleri, rüyaları vb. her türlü duyguların elle sanki çamuru şekillendirip, fırınlayıp, su testisini sunup bir anda da doldurduğu bir sanatsal ruhlu kavramdır. Tabi kavramı daha da derinleştiren akademik anlamlar da yükleyen faktörleri bulunmakta hiç şüphesiz ki. Bu faktörler, dış etmenler; uyarıcının şiddeti, aşırı zıtlık, hareketlilik, süreklilik, tekrar, tanışıklık… diye gider. İç etmenler ise; beklenti, ilgi, gereksinim, inanç… Aslında faktörlerin hepsinin temeli, insan beyninin derinlerindeki gizli güç dediğimiz bilinçaltıdır. İşte her şey orayla alakalı aslında. Bilinçaltının karakterle harmanlı olduğu bir dünyada yaşarken, bir pozunuzu hayal edin. Kendinizce alelade bir düzeyde puan vermenize rağmen fotoğrafın güzelliği, onu paylaşmaya değer bulurluk etkisiyle ölçülür. Bu etki ki bilinçaltı tarafımızdan yüklediğimiz anlamla alakalı. Mesela kıyafetlerin marka olması, kısa paça modasına uyması, özenle şekillendirilmiş saçlar, her ne kadar fotoğrafa bakanlara kadar ulaşmasa da “Limited Edition” damgalı etki alanı yüksek parfümler ve biraz gülümsemeli bakışlarla pozun verilmesinden ziyade; fotoğrafı çeken kişinin içinden gelmesi ve kadraj içindekilerin o an dondurularak kayıt altına alınmak istenmesindeki anlam doğaçlaması, kurgusallık bakımından sizce de daha kıymetli olmaz mıydı? Eminim ki fotoğrafınızın arkasındaki manzaranız, Avenue de Monte Carlo’dan sırtınızı Akdeniz’e vermiş ve biraz da anı yakalayan kişinin kabiliyeti ile yat limanını da bir köşeye sıkıştırmış şekilde bir sunum olsaydı ya da durgun bir günün şafak zamanında ziyaret edilmesinin şiddetle tavsiye edildiği “Piopiotahi” olarakta bilinen ve bence cennetin yeryüzündeki yansımaları arasına çoktan girmiş, dünyanın en ünlü fiyortlarından biri olan Milford Sound manzaralı bir poz olsaydı, algıları daha devirli bir şekilde çalıştıracak etkiyle şık dururdu elbette ama anlam kurgusunun derinliği bu manzaralar kadar güzel olur muydu? Bence olmazdı. Bu yüzden manevi kelimesinin anlamını yitirdiği ve maddiyat kökenli görselliğin daha ağır bastırılmaya çalışıldığı HASBELKADER
terazide, hafif karakterlerin algı destekli (ki ben buna parAlgı diyorum) ağırlık kazanmaya çalışma çabalarını alabora etmek, onların akvaryumlarında zor olmasa gerek. Algılarımızı seçer miyiz seçemez miyiz veya ne kadarının kontrol edebiliriz bilmiyorum ama insan olmak için yeterli meziyetleri kendimiz için hayatımıza entegre edebiliriz. Böylece, quattro, xdrive, 4matic’lerin haricinde hiçbir şeyin (kimsenin) dört dörtlük olmadığı, yaptığımız seçimlerin algısız bir biçimde hoşgörü ile yankı bulduğu bir dünyada, o ütopik gibi gelen mutluluğu kovalayabiliriz belki de ha ne dersiniz?
Çizim: VIKA
HASBELKADER
Çizim: Stjepan Jukic HASBELKADER
İBRAHİM ibrâhîm içimdeki putları devir elindeki baltayla kırılan putların yerine yenilerini koyan kim güneş buzdan evimi yıktı koca buzlar düştü putların boyunları kırıldı ibrâhîm güneşi evime sokan kim asma bahçelerinde dolaşan güzelleri buhtunnasır put yaptı ben ki zamansız bahçeleri kucakladım güzeller bende kaldı ibrâhîm gönlümü put sanıp da kıran kim
Asaf Halet ÇELEBİ
HASBELKADER
İZLE – DİNLE – OKU – KEŞFET
Film: - A Man Called Ove - In Bruges - Serçelerin Şarkısı
Kitap: İhsan Oktay Anar, Kitabül Hiyel - Hasan Ali Toptaş, Sonsuzluğa Nokta - Hermann Hesse, Gertrud - Nurettin Topçu, Kültür ve Medeniyet -
Dizi: - Breaking Bad
Müzik: -
Teoman, Paramparça Zeki Müren, Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun Sagopa Kajmer, Karikatür Komedya Mabel Matiz, Pişman Olduğun Zaman
Keşfet:
- Konya’nın Ereğli ilçesine gidin mesela. Oradan Konya’nın küçük ilçelerinden belki de en küçük ilçesi Halkapınar’a gidin. Zaten başka yerden gidemezsiniz. İlla uğrayacaksın Ereğli’ye. Eski adı Zanapa’dır. Fakat yerli halk yani Halkapınarlılar oraya halen Zanapa demektedir. Orada İvriz var. Hani kabartmalar vardı ya. İvriz Kaya Anıtı diyorlar. Hititler döneminden kalmadır. Hiç mi merak etmiyorsun arkadaşım. Git bi bak. Kabartmada ne yazdığını buraya bırakıyorum ama fotoğrafını koymayacağım. Şöyle diyor Tuvana Kralı Warpalawas; “Ben hâkim ve kahraman Tuvana Kralı Warpalawas. Sarayda bir prens iken bu asmaları diktim. Tarhunza onlara bolluk ve bereket versin.”
HASBELKADER
Bรถyle biter.
HASBELKADER
HASBELKADER