27ŞUBAT2 01 5-SAYI 1 66
GÖKHA NT ÖRE ’ N i NS i L A HL I V U KU A T L A RIBi RKE N A RA ,BUS E Z ON Bi Z EGÖS T E RDiKiGE RÇ E KS i L A HI S OLA Y A GI N DAS A KL I Y MI S !
Yayın Koordinatörü
Gökhan Töre
İlker Yılmaz
Bu sene çok farklı bir Beşiktaş izliyoruz. Özellikle Demba Ba gibi sahada işler zorlaştığında kilidi açacak bir liderin takıma katılmasıyla siyahbeyazlılar birçok sezonda olduğu gibi daha ilk zorlukta sezona havlu atmamayı başardı. Pek tabi ki Senegalli oyuncunun da yanında işini kolaylaştıran partnerleri var. Girdiği ekonomik zorluktan geçtiğimiz yıl ‘FEDA’ sloganı ile çıkmaya çalışan Beşiktaş, kurduğu genç ve yetenekli kadronun da meyvelerini almaya başladı. Şüphesiz ki bu isimlerden en önemlisi Gökhan Töre. ‘En önemlilerinden biri’ demememizin bir sebebi var. Çünkü Gökhan Töre 1,5 yılda gösterdiği gelişimle Chelsea ve Rubin Kazan’da atlayamadığı eşiği atlayabileceğini kanıtladı. 23 yaşındaki yıldızın çalkantılı hayat hikâyesi ve teknik anlamda Beşiktaş için neden çok büyük bir silah olduğu Hayatım Futbol’un 166. sayısında…
Yazarlar Bahadır Bozkurt Emre Çelik Fırat Topal Kaan Kavuşan Sercan Soykan Serkan Akkoyun
Bu sayıda ayrıca; bu hafta 72. yaşına basacak olan, 1995/96 sezonunda Fenerbahçe’de de görev yapan Parreira’yı, travmatik bir çocukluğun ardından dünya yıldızı olma yolunda ilerleyen Memphis Depay’ı, Bundesliga’da son haftalarda yaptığı çıkışla göze batan Werder Bremen’i, Euro 1964’te Sovyetler Birliği ile İspanya arasında oynanan efsane maçı ve ikinci yarısı başlayan Danimarka Alka Superliga’yı ele aldık. Keyifli okumalar, İlker Yılmaz
iletisim@hayatimfutbol.com team@mobilike.com
#166 BU SAYIDA Dedesinin Torunu Dedesinin kanatları altında büyüyen Gökhan Töre, onun hayalini gerçekleştirdi
Yaratıcılığın Vücut Bulmuş Hali Gökhan Töre sıradan bir dişilinin parçası olmaktan öte, her geçen gün bir dişli olma yolunda
90’lara Yön Veren Adam Değerini bilemediklerimizden Parreira’yı 72. yaş gününde bir kez daha analım
Memphis Depay Dünya çapında bir yıldız olmanın eşiğindeki Depay’ın travmatik geçmişi
Evlatlarının Ellerinde, Yeniden Yükseklerde Sezona rezlat bir başlangıç yapan Werder Bremen, eski oyuncusu Spkrynk ile şimdi başka hayallerde
Efsane Maçlar İspanya ile Sovyetler Birliği arasında Euro 64’te oynanan maç hala unutulmazlar arasında
Alka Superliga’da İkinci Devre İskandinavya’da devam eden tek lig, Danimarka’da ara bitti. Şimdi gözler ikinci yarıda
Serkan Akkoyun
Profil HF166
DEDESiNiN TORUNU! Bir dede, ölüm döşeğinde bir öğüt verdi elleriyle büyüttüğü torununa; “Futbolcu olacaksın ve ay-yıldızlı formayı giyeceksin.” Ve torun kendi hikâyesini yazmaya başladı o andan sonra…
“İçimi yalayıp geçen hüzün, geride mutlu düşler bırakıyor. Çünkü tutacağız bir gün hayatın ucundan, yükleneceğiz ne varsa, ne kadar solmuş gül varsa canlandıracağız onu…” Yılmaz Güney, 17 Ocak 1974 tarihli mektubunda bu cümleleri yazıyordu eşine. Dört duvar arasına da kapatılsa insan, hayaller ebedi özgürdür. Varlıklar katlanırken yokluğun yarattığı boşluk günden güne büyür ve eğer insanın hayalleri varsa; o boşlukları doldurur. 20 Ocak 1992’de, Köln’de dünyaya gelen Gökhan Töre, boşlukları doldurmaya başladı. Ailesi aslen Samsunlu olan Gökhan, 3 kardeşin en büyüğü. Kendisinden 9 yaş küçük bir erkek kardeşi ve 4 yaş küçük de bir kız kardeşi var. Annesi hakkında bir bilgi yok. Babasının ise sadece uçak mühendisi olduğunu biliyoruz. Hikâyesinin kopuk parçaları, hiçbir zaman onlardan bahsetmemesini anlatıyor aslında. Kimi aileler için çocuklar birer nesil değil; netice oluyor.
Hayran olmaktan, hayran bırakmaya Gökhan, bazı kaynaklara göre ailesi tarafından henüz 2 yaşındayken bir bakımevine teslim ediliyor. Büyük ihtimalle bu bir dram değil. Çünkü Gökhan’ın ağzından anlattığına göre çocukken, biraz sonra hikâyesinin odak noktasına gelecek olan dedesi Sabri Töre ile bitişik evlerde yaşıyorlardı. Bu da demek oluyordu ki Gökhan, ailesinin istemediği bir çocuk olmaktan ziyade ailesinin bakmaya vakit ayıramadığı bir çocuktu. Bakımını sağlaması açısından, ülkemizde de yavaş yavaş gelişen kreş benzeri bir organizasyona teslim edildi. Ancak geleneklerine bağlı dedesi buna katlanamadı. 3 yaşına geldiğinde onun bakımını üstlendi ve eşi Sabriye Töre ile birlikte anne-babasının yerini aldılar. Gökhan 1995 yılından itibaren Sabri Töre’nin kanatları altına girdi. Hayatı da bu tarihten itibaren değişmeye başladı. Dede Sabri Töre, Gökhan’dan arta kalan zamanlarında evlerine yakın bir bölgede yer alan parka giderek spor yapıyor, futbol oynuyordu.
Gökhan bir süre dedesini izledi. Çocuk aklı ile onun bu yaptıklarını anlamlandıramaya çalışıyordu. Sabri Töre de amatör olarak futbolla haşır neşir olmuştu. Gökhan onun topla yaptıklarına hayran kalmış ve rol model aldığı dedesi gibi olmayı henüz 5 yaşındayken kafasına koymuştu. O da parkta futbol oynamaya başladı. Bu sefer izleme sırası dedesine geçmişti. Henüz amiyane tabirle ‘bacak kadar boyu’ varken topla olan ilişkisi dedesinin gözünden kaçmadı. Kendisi de bir futbol adamı olan Sabri Töre, torunundaki ışığı ilk fark eden isim olarak her fırsatta tuttuğu eli bu sefer de turuncu saçlı, çilli, sevimli torununu futbolcu olarak yetiştirmek üzere tuttu.
Kara yıl; 2006 Önce Köln’de bulunan amatör kulüp Adler Dellbrück’e gittiler. Gökhan 5 yaşında kapısından minik bir futbol aşığı olarak girdiği kulüpten 11 yaşında Almanya’nın yeni genç yeteneği olarak çıktı. Onu almaya gelen arabanın önünde ise, Bayer Leverkusen tesislerine serbest giriş-çıkış yapmasını sağlayan etiket yapıştırılıydı. Sabri Töre’nin torunu artık Bayer Leverkusen’in genç takımına transfer olmuştu. Futbolcu olması için gereken en önemli şeye sahipti; futbol aşkı ve hayalleri. Geri kalan her şeyin temelini ise Bayer Leverkusen’de aldı. “Bayer Leverkusen Almanya’nın en iyi altyapısına sahip. Diğer kulüpler çok fazla araştırmalarına rağmen nasıl olduğunu anlayamıyorlar. Belki A Takıma çok fazla oyuncu çıkaramıyorlar ama Bundesliga’daki kulüplere bakarsanız Leverkusen kökenli birçok isim görürsünüz” diyerek ortama dair gözlemlerini
anlatan Gökhan, Leverkusen’in kendisine sağladığı en önemli katkıyı ise şu şekilde özetliyordu: “İşlerinde oldukça profesyoneller. Oyuncuların fiziksel gücü ve teknik kapasiteleri en çok önem verdikleri konu ve buna çok fazla odaklanıyorlar. Temel eğitimimi orada aldım. Bu da benim sonraki kariyerim için sağlam bir temel oldu.” Leverkusen’de işler yolunda gidiyordu. Dedesi onunla birlikte idmanlara geliyor, onu özel olarak çalıştırıyor her ne kadar artık Almanya’nın en büyük futbol kulüplerinden birinin altyapısında olsa da, kendisini var eden ‘park çalışmalarını’ aksatmıyordu. Bu çalışmalarının karşılığını da günden güne alıyordu. 12 yaşında katıldıkları bir turnuvada rakipleri Real Madrid’di ve Gökhan adeta sahada esti. Üzerine bol gelen 11 numaralı forması ile birisi ceza sahası dışından, biri de taç atışından gelen topa yaptığı vole vuruşundan olmak üzere 2 golle Real Madrid’i yıkan isim oldu. Yıllar sonra Zidane’ın Leverkusen’e Şampiyonlar Ligi finalinde attığı gole benzer bir golle İspanyol minikleri üzen Gökhan için ilk 3 sene çok iyi geçti. Artık 14 yaşına gelmişti ve U15 takımının vazgeçilmeziydi. Ertesi sene ise Gökhan’ın dünyası başına yıkıldı. Dedesi Sabri Töre, 2006 yılının Ekim ayında hayata gözlerini yumdu. Onu minik ellerinden tutup hayata bağlayan, bir umut beslemesini sağlayan, hayallerinin temelini atan dedesi artık yoktu. Annesizlik, babasızlık o kadar canını acıtmıyordu. Olmayan bir şeyin yokluğu, maddenin tanımına göre zaten mümkün değildir. Ama dedesinin yokluğu tüm felsefi cümleler ve bilimsel açıklamaları tanımsız bırakacak bir acıydı. Gökhan dedesinin son günlerinde de onunlaydı. Ve dedesi ondan yıllar sonra gerçekleştireceği bir istekte bulunmuştu. Futbolcu olacaktı ve Türkiye Milli Takımı’nın formasını giyecekti. Gökhan söz verdi dedesine. O andan itibaren onun için hayatın tek bir amacı vardı; çok iyi bir futbolcu olacak, ayyıldızlı formayı giyecek ve dedesi onun yanında olamasa da ruhunu rahat ettirecekti. Aradan bir 3 sene daha geçti ve Leverkusen U17 Takımında oynarken doğum gününden 10 gün sonra İngiltere devi Chelsea’ye imza attı.
Ancelotti’nin öğütleri “Chelsea beni 1,5 yıl boyunca izlemiş. Bana teklif yaptıkları dönemde Barcelona ve Valencia ile görüşüyordum. İkisi de beni istiyordu. Menajerimle oturup konuştuk ve bu konuyu tartıştık. İngiltere’nin en iyi lig olması Chelsea’yi kabul etmemi sağladı” sözleri ile İngiltere macerasının nasıl başladığını anlatan Gökhan ilk etapta A Takıma transfer edildi. 48 numaralı forması ile A Takımın oyuncusu olarak idmanlara çıkıyordu. Ancak bir türlü A Takım kadrosuna giremedi çünkü karşısında Florent Malouda engeli vardı. “Ondan daha hızlıyım ve teknik yeteneklerim daha iyi. Ancak o benden daha çok tecrübeye sahip.
Bu yüzden teknik direktör Ancelotti de tecrübeli bir ismi tercih ediyor” diyen Gökhan henüz 17 yaşındayken dönemin Fransız yıldızı Malouda’ya meydan okuyordu. Ancelotti ile sık sık bir araya geliyor ve ondan öğütler alıyordu. Ancelotti ona, “Çok iyi bir oyuncusun ancak henüz gençsin ve önünde uzun bir yol var. Ben %100 istemem. %150, %200 veren oyuncu isterim” diyerek Gökhan’ın rotasını nasıl çizmesi gerektiğini anlatıyordu. Ancak travmatik bir çocukluk geçiren, hayattaki tek bağlandığı kişi olan dedesini kaybetmiş Gökhan için bu konuşmalar motivasyon değil daha fazla içe kapanıklık sebebi oluyordu. Yine de İngiltere’de bazı isimlerle sıkı arkadaşlıklar kurmayı başardı. Salomon Kalou ile komşuydu ve onunla sık sık bir araya gelerek Playstation oynuyordu. Michael Essien, Paulo Ferreira ve Joe Cole gibi takımın süper starları ile Londra cafelerine gidiyordu. Nicolas Anelka ve Yuri Zhirkov ile her gün görüşüyordu. Chelsea’nin süper starları ile aralarındaki ilişkiyi ise şöyle anlatıyordu Gökhan: “Burada hiçbir zaman ‘biz yıldız oyuncularız sen ise genç oyuncusun’ ayrımı olmuyor. Onlar da sadece birer insan. İkinci senemde çok büyük yıldızlar geldi. Onlarda normal ilişkilerimiz oldu. Onlar Chelsea’nin dünyaca ünlü yıldızlarıydı ancak hiçbir zaman böyleymiş gibi davranmadılar”
Abramoviç şaşkınlığı Gökhan’ın Chelsea günlerinden unutamadığı bir anısı da kulübün sahibi Rus milyarder Roman Abramovich ile olanıydı. 2009 yılının devre arasında Ricardo Quaresma ile birlikte yapılan tek transfer Gökhan, Abramovich için şunları söylüyordu: “Chelsea’nin idman merkezi tamamen lüks içindeydi. Su altı koşu merkezi, devasa fitness salonları… Bir defasında Abramovich helikopteri ile idman sahasına geldi. Antrenörlerden bilgi aldı ve tekrar uçtu. Bu görüşme ‘Merhaba, nasılsınız?’ görüşmesinden çok daha fazlasıydı. Bunu beklemiyordum.” Ada’da stresini atmak için sık sık dışarıya çıkan Gökhan’a o yıllardan kalma bir alışveriş tutkunluğu saplandı. Alışveriş yapmayı, kendisine yeni kıyafetler almayı çok seven Gökhan, dünyanın en iyi mağazalarının bulunduğunu söylediği Londra’da büyük meblağlı hesaplar bıraktı.
Bu sırada hala A Takıma yükselememiş, henüz kariyerinde gol dahi atamamıştı. İngiltere’de böyle devam ederse dedesine verdiği sözü tutamayabileceğini düşünmeye başladı. Bir an önce düzenli olarak oynayabileceği, Türk Milli Takımı yetkilileri tarafından A Takım için düşünülmeye başlamalıydı.
A milli formayı giydi 3 senelik Chelsea macerasının ardından Hamburg’un teklifini kabul etti. 2009’da 500 bin euroya Leverkusen’den Chelsea’ye geçen Gökhan, 2011’de de 1,5 milyon euro karşılığında Chelsea’den Hamburg’a transfer oldu. Sürekli değeri artıyordu ve artık kendisini Chelsea’den de tanıyan, birlikte çalıştıkları Frank Arnesen yönetiminde A Takım oyuncusu olmaya hazırlanıyordu. Bunun yanında aynı dönem içerisinde Guus Hiddink tarafından A Milli Takıma da davet almıştı. İşte beklenen an buydu. Yıllarca kendisini Almanya adına oynatmak isteyen yetkililere verdiği ‘hayır’ cevabının boşuna olmadığını anladı. Önce Belçika maçına davet almış ancak forma şansı bulamamıştı. Bundan 2 ay sonra ise Türkiye’nin Estonya ile oynadığı ve 3-0 kazandığı hazırlık maçının devre arasında, en beğendiği Türk futbolcusu olan Arda Turan’ın yerine oyuna girdi. Hamburg’da ilk senesinden itibaren A Takım oyuncusu oldu. Sezonun birinci yarısında Hamburg kanatları ondan soruluyordu. Futbola ilk başladığında sadece sol kanatta oynarken şimdi hem sol kanatta hem de sağ kanatta sergiliyordu hünerlerini. Ancak talihsizlik
yakasını bırakmadı ve 2011 yılının devre arası kampında geçirdiği sakatlık nedeniyle yaklaşık 2 ay sahalardan uzak kaldı. Sezon bitmesi ile birlikte de yine değerine değer katarak 5 milyon euro bonservis bedeliyle Rubin Kazan’ın yolunu tuttu.
Yanlış tercih Belki de hayatında verdiği en yanlış kararlardan birisiydi Rusya’ya gitmesi. Yalnız ve içine kapanık genç daha 20 yaşında bambaşka bir kültür ve iklime sahip olan Rusya’nın yolunu tutuyordu. Kim bilebilir, dedesini kaybettikten sonra bozulan pusulası ona yanlış bir rota çizmişti. Ne Chelsea’de ne de Hamburg’da bir türlü istediklerini tamamen yapamamıştı. Her hayal kırıklığında aklına dedesi geliyor, onun ruhunu inciteceğini düşünerek yeniden hırslanıyordu. Ama gün geçtikçe bu hırsı ona zarar vermeye başladı. Rubin Kazan’da tam anlamıyla bir hüsrana uğradı. Koca bir senede sadece 7 maça çıkabildi. Ne gol attı -ki daha önceki takımlarında da hiç golü yoktu- ne de asist yapabildi. Ligin 9. haftasında oynanan Krasnador maçında daha 38. dakikada kırmızı kart görerek oyundan atılınca da ipler tamamen koptu. Gökhan için artık yeni bir macera lazımdı. İmdadına vatan toprağı yetişti: Beşiktaş, Gökhan’ı istiyordu!
Boşlukları doldurmaya devam… Beşiktaş’lı Gökhan’ı son 2 sezondur izliyoruz. Siyah-beyazlı formayla daha çıktığı ilk maçta kariyerinin ilk golünü atarak aslında ‘bu sefer olacak’ mesajını vermişti. Bir başka mesaj ise Gökhan’ın neden bir türlü sahip olduğu büyük yeteneklere rağmen Almanya’da ve İngiltere’de patlama yapamamasıyla alakalıydı. Gökhan’ın kaderinde patlamalar ayağından çıkan mermilerden değil; silahların namlularından çıkan mermilerden meydana geliyordu. Barda eğlenirken silahla vurulması da, Hakan Çalhanoğlu ve Ömer Toprak’la başrol oynadığı malum otel odası basıp, ağza namlu sokma sahnesi de Gökhan’a kaderinin bir oyunuydu. Ama eminim ki dedesi
Sabri de babaannesi Sabriye de onun başarıları ile övünüyor, içine düştüğü bu durumlar karşısında ‘keşke oğlumuzun yanında olsaydık’ diyorlardır. Türkiye’de futbolu Avrupa standartlarına çeken Gökhan Töre’nin arkasında Beşiktaşlılar ve ülke futboluna dair hâlâ hayalleri olan milyonlarca insan var. Yılmaz Güney’in Canım, Sevdiğim, Yüreğim şiirinde dediği gibi; “Bazen bir yumrukta yıkacak kadar güçlü, bazen bir serçe kadar güçsüzsem, bir nedeni vardır… Hangi zorluğu yenmemiş insanoğlu, hele taşıyorsa içinde bu insanca sevgiyi…”
Analiz HF166
Emre Çelik
YARATICILIĞIN VÜCUT BULMUŞ HALi Beşiktaş, 2008/09 sezonundan bu yana Spor Toto Süper Lig’de hem oyun hem de puan olarak en iyi sezonunu geçiriyor. Son şampiyonluğunda ilk 21 hafta itibarı ile 39 puan toplayabilen siyah-beyazlılar, bu sezon 47 puana ulaşmış durumda. Beşiktaş’ın bu başarısında öne çıkan ve taraftarların adına besteler yaptığı isim attığı gollerle takımın yıldızı Demba Ba olsa da oyun olarak Gökhan Töre de en az Senegalli golcü kadar bu başarıda başrolü oynayıp takımı sırtlıyor. 1,5 sezon önce Beşiktaş’a ilk geldiğinde “potansiyel sahibi” olarak değerlendirilmesine rağmen bu potansiyeli gerçeğe dönüştürüp dönüştüremeyeceği konusunda çok büyük soru işaretleri olan Gökhan Töre, Hamburg’da geçirdiği sezonun ardından adeta futbola veda etmiş bir haldeydi ve İstanbul’a da bu şekilde geldi. Fakat Gökhan Töre, 1,5 sene boyunca adeta evrim geçirdi ve ortaya koyduğu oyunla “yetenekli ama tutmaz” olarak değerlendirilen bir oyuncudan Beşiktaş için “olmazsa olmaz” isme dönüştü.İstatistiklere bakacak olursak Gökhan Töre bu sezon STSL’de Beşiktaş formasıyla topla
birlikte en fazla adam eksilten isim. Öyle ki bunu öğrenmek, hatta teyit ettirmek için istatistiklere bakarak zaman kaybetmeye bile gerek yok. Hatta Gökhan Töre, WhoScored istatistiklerine göre STSL’de bu dalda maç başına ortalama hesaba katıldığında zirvedeki oyuncu. Avrupa Ligi’nde ise sadece Danilo D’Ambrosio, Andros Townsend ve Mousa Dembélé’nin gerisinde. Fakat şunu belirtmekte fayda var, Gökhan Töre bu sezon adam geçmekten çok daha fazlasını yapıyor; atıyor, eksiltiyor, pozisyon yaratıyor ve pozisyona sokuyor. Belki istatistiksel olarak 3 gol ve 4 asist az gelebilir ama Gökhan Töre, Beşiktaş’ın bu sezon hem topla hem de topsuz en fazla adam eksilten yani “yaratan” ismi. Dripling istatistiklerinin yanı sıra “maç başına kilit pas” ortalamasında da Avrupa Ligi’nde Sosa, STSL’de ise Sosa ile Olcay’ın gerisinden geliyor. Yani Gökhan Töre “her türlü” yaratıyor ki bunu sahada da görmek mümkün. Zaten bu hızlı düşünebilme ve düşündüğünü uygulayabilme yeteneği sayesinde tek tip bir oyuncu profilini geride bırakalı çok oldu.
“Görüyor ve artırıyorum” Önder Özen hiç şüphesiz Gökhan Töre’yi en yakından tanıyanlardan. Hayatım Futbol olarak kendisine sorduğumuzda kısa ve öz bir biçimde Gökhan’ın oyun tarzı hakkında şunları söylüyor: “Gökhan kurgular, uygulamaya geçirir, ekstrem bir şey olsa bile hareketin içerisinde tekrar kurgulayabilir.” Diğer bir ifadeyle yaratıp, yarattığının içerisinde tekrar yaratabilen bir oyuncu. Belki de Gökhan’ı istatistiklerin de ötesine taşıyan yegane özellik. Rakipler için kale önünde pimi çekilmiş bomba. Hareketini tahmin ediyorsunuz, hamlenizi yapıyorsunuz fakat Gökhan’ın oyun zekâsı ve karakteri tıpkı bir poker oyuncusu gibi “görüyor ve artırıyorum” diyebilmesini sağlıyor. Zaten bu sezon Beşiktaş’ın sahip olduğu konumda en büyük rol oynamasının sebebi de bu kabiliyeti sayesinde topla ya da toptan vazgeçerek girdiği aksiyonlarda saklı. Gökhan’ın bu yaratıcılığının yanı sıra büyümesinde diğer bir önemli etken de hiç şüphesiz “sol açık” profilinden sıyrılıp adeta bir serbest oyuncu gibi oynaması. Saha içerisinde inisiyatif alarak rakibin o esnadaki kırılgan bölgesine oynaması, ve dolayısıyla da yeteneklerini her bölgede gösterebilmesi Gökhan’ı marke etmesi çok daha zor bir oyuncu kılıyor. Son 1,5 sene içerisinde savunmaya yaptığı katkı oranının artması da -her ne kadar bu konuda ciddi pozisyon eksikleri olsa da (en bariz ve akla gelen ilk örnek sezonun ilk maçında Mersin İdman Yurdu karşısındaydı)Gökhan’ı “büyüten” etkenler arasında yer alıyor. Hele ki tüm bunları psikolojik açıdan belki de kariyerinin en zor sezonunda ortaya koyması Gökhan’ın gerçekten de “büyüdüğünü” gösteriyor. Gökhan’ın saha içerisinde eleştirilebileceği konular da var elbette. Zaman zaman kendisine aşırı güvenip çok zorladığı olmuyor değil. Fakat şunu da eklemek şart, taraftarın büyük bir bölümü o zorlamalardan dolayı hayıflansa da 9 kez yapamadıktan sonra 10’uncu kez yapma ihtimali olduğundan dolayı çok da kızamıyor. Çünkü Sosa ile Olcay bile aşırı formsuz oldukları bir karşılaşmada tek bir hareketle oyunu değiştirecek
isim olma özelliğini en azından mental olarak henüz ortaya koyabilmiş değil. Yine de Gökhan’ın bu özelliğini de törpülediği zaman çoktan elde ettiği “özel oyuncu” apoletini bir seviye daha yukarı çıkaracağı aşikâr. Gökhan Töre için kendisini bir kademe daha tutulmaz kılabileceği bir diğer özellik de, Arda Turan’ın Ronaldo-Messi kıyaslaması yaparken “Neden Messi?” sorusuna verdiği cevaptaki gibi “geçtiği adamı arkasına alabilmek.” Bir başka ifadeyle sadece hızı ve patlayıcılığıyla rakip oyuncuyu geride bırakmak değil; attığı çalım, tekniği ve yöneldiği alan itibarı ile rakibini bir daha ne kendisine ne de başka bir takım arkadaşına geri gelemeyecek şekilde tamamen oyundan düşürmek. Zaten bunu da yapsa “gerçek Robben” olmayacak mı?
Kaan Kavuşan
Profil HF166
90’LARA YÖN VEREN ADAM
CARLOS ALBERTO
PARREIRA
5 Mayıs 1996 tarihindeki efsane maçta Carlos Alberto Parreira, maç öncesinde pek yapmadığı bir şey yaptı ve kaptan Oğuz Çetin’e bir hafta boyunca frikik çalıştırdı. Maç öncesinde Parreira iki oyuncusuna da bakarak kaptana yöneldi ve “Oğuz, yakından frikik olursa sen, uzaktan olursa Boliç kullanacak, tamam mı?” dedi. Maç başladı. Trabzonspor bastırıyor, Fenerbahçe zorlanıyordu. Bir frikiği, yakından olmasına rağmen Boliç kullandı. Devre arasında Parreira kaptanın yanına geldi; babacan bir tavırla, “Oğuz, yakın olursa sen, uzak olursa Boliç demedim mi ben size? Neden böyle yapıyorsunuz?” diye uyardı iki oyuncuyu. İkna etmişti ikisini de. Aynı devre arasında yaptığı bir başka icraat, Bülent Uygun’u oyuna almaktı. Parreira, Uygun’a maç öncesinde Trabzonspor’un devreye genelde 2-0 farkla girdiği için maçlardan yenik ayrılmadığını anlatmış ve eklemişti; “Bugün yedek başlayacaksın ama ikinci yarıda oyuna
sokacağım.” Uygun’un cevabı “Dünya Şampiyonu sensin hocam. Sen daha iyi bilirsin” olmuştu. Evet, Parreira gerçekten de “daha iyi biliyordu.” Fenerbahçe devresini 1-0 geride kapadığı maçı, ikinci yarıda 2-1 kazandı. Parreira’nın ısrar ettiği öneri sonucunda Oğuz’un frikiği Fenerbahçe’ye beraberliği getirirken, Aykut’un golüyse galibiyeti getirmişti. Bülent Uygun ise etkili bir futbol oynayıp, Oğuz’un frikiği öncesinde “el” diye bağırmasıyla hakem Metin Tokat’ın frikik vermesini sağlayan oyuncuydu. Sonuçta Parreira’nın o tek maçta olduğu gibi, sezon boyunca yaptığı tercihler şampiyonluğu getirdi Fenerbahçe’ye… Ülkemizde geçirdiği o tek sezon Fenerbahçe’nin 6 sezonluk şampiyonluk orucunu bozduğu sezondu. Ama Parreira daha önceden de Brezilya’ya 24 yıl süren bir orucu bozdurmuştu…
Bildiğini okuyan şampiyon Parreira, birçoğumuzun aklında hâlâ Roberto Baggio’nun kaçırdığı penaltıyla kalan 1994 Dünya Kupası finalinde takıma daha Avrupai ve kontrollü bir futbol oynatarak kupaya ulaşmıştı. Bu, en son şampiyonluğunu, 1970 yılında elde eden Sambacılar için bir yeniden doğuştu adeta. Çok eleştirmesine rağmen bildiğinden şaşmamış, doğru kararlar vermişti. Turnuva öncesinde ağzı boş durmayan Romario’yu uzun süre kadroya almayarak terbiye etmişti. Genç Roberto Carlos yerine, kadroya ‘şişko’ denilen Branco’yu çağırmıştı. Branco bazuka gibi şutlarıyla goller buldu. Rai sık sık oyundan çıkıyordu. Vasat denilen Zinho goller buluyordu. Parreira yıldızları sevmiyor değildi ama o da Sacchi gibi kolektif bütünlüğe herkesin uymasını istiyordu. Sonuçta da kazanıyordu… Brezilyalı hocanın değişik bir anlayışı vardı diğer Brezilyalılara göre. O yüzden 1994 Dünya Kupası’ndaki futbolu, Tele Santana’nın hayaliyle ekran başına geçenlerce çok pragmatik ve hatta defansif bulunmuştu. Uzun yıllardır bireysel ve düzensiz oyun sebebiyle şampiyon olamayan Brezilya futbolunun genel eğiliminin aksine, Parreira’nın en çok önem verdiği şeylerden biri kondisyondu. Futbol dünyasına bir kondisyoner olarak girmişti zaten; FIFA tarafından Yüzyılın takımı seçilen ve 1970 Dünya Kupası’nı alan takımın kondisyoneri oydu.
1970’teki takımın kondisyoneriydi Teknik adamlık mazisiyse kondisyonerliğinden de eskiydi. 24 yaşında Gana Milli Takımı’nın başına geçmiş ama daha sonra eğitim için teknik direktörlüğe ara vermişti. Çünkü daha üst seviyelere çıkmak için kariyerine yatırım yapması gerektiğini biliyordu. Eski futbolcu olmayanların 5-0 geride başladığı bir sektörde, tezler ve antitezler sunmak zorundaydı Parreira. Brezilya’nın teknik kadrosuna girişi de bu sırada oldu. Kondisyoner olarak katıldığı 1970 Dünya Kupası’ndan dört sene sonra uzun yıllardır ara
24 yaşında hiç futbol oynamadan Gana’nın başına…
Pek çok kişi için tarihin pek bilinmeyen tozlu sayfalarında kalmıştır ama Parreira 1967 yılında Afrika’da çalışan ilk yabancı teknik adamlardan biri olmuştu aslında. Gana hükümeti, Brezilya Dışişleri Bakanlığı’na milli takım için Brezilya ekolü düşündüklerini fakat futbolcuların fiziksel olarak da çok zayıf olduğunu söylemişti. Bakanlık da bu öneriyi, fiziksel gelişim konusundaki uzmanlığıyla bilinen Rio Eyalet Üniversitesi’ne iletti. Üniversitenin tercihi, en iyi öğrencilerinden biri olan 24 yaşındaki Carlos Alberto Parreira’ydı. Parreira bunun iyi bir şans olduğunu düşünmüştü. Hiç futbol oynamamıştı ama oyunu seviyordu. İngilizce eğitimi alıp haftalık 100 dolar, yol masrafları ve yemeği kabul edip Afrika’nın yollarına düştü. Milli takımla ilk buluşmasında oyuncularla birlikte yemek masasına oturduğunda hepsi şaşırdılar. “Bana çok garip bakıyorlardı, aptalca bir şey yaptığımı ya da geleneksel bir ritüeli bozduğumu sandım. O gün anladım ki onlara yakın olmam gerekiyor” diyor bir kitap için verdiği söyleşide Parreira. Geldiği gibi büyük değişimlere imza attı Brezilyalı teknik adam. Eski hocaların aksine, kamp zamanlarında lüks otellerde değil, barakalarda oyuncularla birlikte kaldı. Bazı dönemler için seksi yasakladı. Bu performansla Afrika Kupası finaline kadar uzandı. Aynı sene Ashanti Kotoko adlı takımı da çalıştırmaya başladı ve onlarla da Afrika Şampiyon Kulüpler Kupası finaline ulaştı. İki finali de kaybetti kaybetmesine ama kariyer eğitimi için takımdan ayrıldığında Kara Kıta’nın Brezilyası olarak anılan bir Gana bıraktı ardında…
verdiği teknik direktörlüğe döndü. İlk başarılarını Fluminense ile elde ettikten sonra, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi ülkeleri gezdi. Dolayısıyla ülkenin içindeki antrenörlere göre daha değişik fikirler edinme şansına ulaşmıştı. Koşullara adapte olmayı öğrenmişti. Hep bir öngörüye sahip oldu bu adaptasyon sayesinde. 2003’te FIFA seminerinde dünyanın ilerleyen zamanlarda 4-6-0 tercihinde ısrar edileceğini belirttiğinde de haklı çıkmıştı. Taktik konusunda da hep zamana ve oyunun evrenselliğine ayak uydurdu. Zayıf olduğu koşullarda yeni planlar üretti. Örneğin Parreira’nın günümüz futboluna yön veren bir icadı vardır. Bir ton hücumcunun arasından tüm ülkenin dudak bükmesine rağmen Brezilya ilk 11’ine oturttuğu pek sevilmeyen Dunga ile kazanan şampiyonluk ön liberonun ve 4-1-2-1-2’in yaygınlaşmasına sebep olmuştur. Öyle yayılmıştır ki bu sistem 1996 Avrupa Kupası’nda 16 takımdan 11’i bu sistemi uygulamış, UEFA için rapor yazan eski Fenerbahçe teknik direktörü Venglos başlığını “Ön libero ihtilali” olarak atmıştır.
İlk ön libero Kemalettin Türk futbolunu da bir hayli değiştirmiştir esasında. Fenerbahçe’ye geldiğinde baklava orta sahayı kurarak, 4-4-2 oynattığı takımda geldiği gibi, ilk iş iki bek bulmak oldu. Almanya’dan alınan Erol sol beke, aslında bir forvet olan İlker sağ beke çekildi. Parreira için bir bek oyuncusu boydan boya koridoru kullanabilmeliydi. Bu o dönemler çok geçerli bir fikir değildi aslında, bir bekten yarı sahayı fazla geçmemesi bekleniyordu. Uche ve Högh ile defansta yakalanan uyum, markajcıların memleketi Türkiye’de alan savunmasını hâkim kıldı… İkilinin hemen önündeki Kemalettin’in savaşçılığı, takım savunmasını en üst düzeye getirdi. Kemalettin’in bu pozisyona adapte edilmesi adeta Türkiye’ye ön liberonun gelişi olarak kabul edilebilir. Zira Kemalettin Şentürk de Türk futbolunun ilk ön liberosunun kendisi olduğunu iddia ediyor. Bu sisteme adapte olan Oğuz, Aykut, Tayfun ve Boliç gibi oyuncularla topu kendisine saklayan, bol pas yapan bir Fenerbahçe kurmuştu Parreira.
Parreira’dan 4-6-0 açıklaması
Futbol kabuk değiştiriyor. Gelecek 4-6-0’da. Önemli olan forvetlerin, orta sahaların ve savunmacıların sayısı değil artık. Önemli olan takımın nasıl oynadığı, nasıl dengede kaldığı. Bu devirde her şeyi yapan, çok yönlü oyunculara sahip olmak gerekiyor. Defans veya hücumcu olarak ayrılan takımlar bir yere varamaz. İki şeyi bilmeniz gerekiyor. Günümüzde defansı da ofansı da tek takım yapacak. Bunun en zor kısmı savunma yapmayan, organize olmayan, kendini astronot sanan oyuncuların varlığıdır.
Kocaman’da Parreira etkileri Aykut Kocaman’ın futbol anlayışında da Parreira etkileri görebilir. Kocaman’a göre, Parreira’nın sistemini topa sahip olma diye genellemek mümkün. Bu anlamda, Parreira’nın kendisi için bir örnek olduğunu Aykut Hoca da kabul ediyor. Fakat Parreira’nın asıl önemli özelliği oyuncularının gözlerindeki yeriydi. Fenerbahçe tarihinin en iyi yabancılarından biri olan Uche; “Oyuncular için futbolu kolaylaştırırdı. Önemli olanın iyi futbol oynamak olduğunu, takım oyununun görevleri paylaşmaktan ibaret olduğunu anlatırdı. Hem hoca, hem arkadaş, hem de bir baba gibiydi” diyor onun için. Feyyaz Uçar’ın röportajlarında da benzer ifadelere rastlayabilirsiniz, o da insan ve hoca olarak çok sevdiği sık sık belirtir. Uzun lâfın kısası, Parreira kadro psikolojisini ve birliğini idare etme konusunda çok maharetli bir hocaydı.
Emirlikleri, Kuveyt, Güney Afrika milli takımlarının başında bulundu. Oraya da metotları ve anlayışını götürdü. Beş farklı milli takımla Dünya Kupası’na katıldı. Şu anki Brezilya Teknik Direktörü Dunga’nın akıl hocası olduğunu söyleme de lüzum yok galiba. Kimi ondan Tele Santana’nın futbolunu beklediği için defansif olduğu gerekçesiyle eleştirdi, kimi de akademisyen bir hoca olduğu için, sürekli tezler veya anti-tezler üretmeye çalıştığı için sevdi. Evet, hiçbir zaman şova dayalı bir futbol oynatmadı ama elindeki kadro iyi olduğunda iyi oynattı, kötü kadrolar olduğundaysa kazanmayı bildi. 1994’teki Brezilya’ya futbol literatürüne; 1995/96 sezonundaki Fenerbahçe’ye de Türk futboluna; ön liberoyu soktukları için defansif takımlardı demek mümkün değil. İki takım da ofans-defans dengesini kurarak, derli toplu ve planlı oynadı aslında. İki takımın da şampiyonluk oruçları bu sayede bitti.
Sadece, iki kez başına geçtiği, yakın zamana kadar teknik danışmanlığını yaptığı Brezilya’nın ve Türkiye’nin futbolunu değil, Afrika ve Asya’nın futbolunu da değiştirdi Parreira. Gana, Birleşik Arap
Öyle ya da böyle, kesin olan tek şey var… Parreira, gizlice ve sessizce 90’lara bizzat, 2000’lereyse dolaylı olarak yön verdi…
Profil HF166
Fırat Topal
GEÇMiŞiN GÖLGESiNDE KURTULUNCA
MEMPHIS DEPAY Travmatik bir çocukluk geçiren Memphis Depay, PSV’de aldığı hem mental hem de teknik eğitimle bir dünya yıldızı olma yolunda. Şimdiden Premier League devleri onun peşinde
Onun için “Hollanda Ligi’ndeki tek yıldız oyuncu” tabirini kullananlar var. PSV’deki hocası Phillip Cocu “Robben kadar iyi olabilir ve bunu söylerken gayet ciddiyim” diyor. Guus Hiddink de onu Robben ile karşılaştıranlardan, ama o, hadiseye farklı bakıyor. “Robben gibi olabilmek için henüz öğrenmesi gereken çok şey var. Onun kadar yetenekli olabilir, fakat mental açıdan kendisini geliştirmesi lazım. Ben PSV’nin başında iken, Robben de takıma katılmış 18 yaşında bir genç yetenekti ve antrenmanda ona yapılan faullerde düdük çalmazdım, onu sert geçecek yıllara hazırlamak isterdim” diyor. Hollanda futbolunun bir başka efsanesi Willem van Hanegem Memphis’in, Georginio Wijnaldum ile birlikte bu sezon PSV’yi şampiyonluğa taşıyacak iki kilit oyuncudan birisi olduğunu söylüyor. Eindhoven’da bu sezon herkes mutlu. Takım geçtiğimiz sezona o
kadar kötü başlamıştı ki ilk yarıyı lider Vitesse’nin 13 puan gerisinde bitirdiklerinde çoktan havluyu atmışlardı. İkinci yarıda vitesi artırıp yukarılara tırmandılar, ancak dördüncülük koltuğundan öteye gidemediler. Bu sezon ise bitime 12 hafta kalmış olmasına rağmen en yakın takipçileri Ajax’ın 14 puan önünde adım adım şampiyonluğa koşuyorlar. Böylece 6 yıl süren bir şampiyonluk hasretini sona erdirecekler.
Zor geçen çocukluk Memphis Depay, 13 Şubat 1994’te, peynirleriyle ünlü Gouda’ya 6 kilometre uzaklıktaki, 8 bin nüfuslu Moordrecht’te, Ganalı bir baba ve Hollandalı bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Anne-baba o 4 yaşındayken boşandılar ve uzun yıllar boyu hastabakıcı olarak çalışan annesi Cora, küçük Memphis’in vesayetini aldı. O günden
sonra da Memphis’le babası arasındaki ilişki pek iyi olmadı. Formasının arkasında, alışılageldiği üzere soyadı olan “Depay” değil de “Memphis” yazmasının sebebi de bu. “Babam beni aradığı zaman onunla normal bir şekilde konuşuyoruz, ancak aramızdaki ilişki asla annemle olduğu gibi olamaz” diyor 21 yaşındaki oyuncu. Bu boşanmadan 2 yıl sonra, henüz 6 yaşındayken, annesi, onu yaşadıkları kentin takımı VV Moordrecht’in altyapısına yazdırdı. Hollanda’nın bir makine gibi işleyen amatör futbol ağı, elbette bir dolu futbolcu avcısının da takibindeydi ve onun yeteneklerinin eyaletin en büyük şehrine haber olarak gitmesi de kaçınılmazdı. Rotterdam’ın köklü takımı Sparta, onu 9 yaşında transfer etti. Bu sırada aile hayatında işler pek iyi gitmiyordu. Zira annesinin yeni tanıştığı erkek arkadaşı şiddet eğilimli bir adamdı ve sonraları Memphis ondan “20 tane çocuğu olan ve çocuklarına kötü davranan bir tirandı” diye bahsedecekti. Üstelik anne-oğulun maddi sıkıntıları da artık hayatlarının bir parçası olmuştu. Ancak anne Cora, kendi ihtiyaçlarından feragat ederek Memphis’i büyüttü. O yıllarda her maçını izleyen büyükbabası Cees de Memphis’in en fazla destek aldığı insanlardan birisiydi. 12 yaşında güneye yolculuk etme zamanı gelmişti Depay için. PSV, gelecek vaat eden yıldızı bünyesine katmakta hiç tereddüt etmedi. Şehrin yeni misafirinin şansı da yaver gitmişti, çünkü kulüp aracılığı ile Memphis’e göz kulak olacak bir aile de bulunmuştu. Tabii özel hayatında yaşadığı tramvlar onu daha küçük yaşlarda etkilemeye başlamıştı. Bunun üzerine PSV, mental koç Joost Leenders’i onunla ilgilenmesi için görevlendirdi. Bu dönem genelde kızgın ve isyankar bir yapısı olan Memphis’i daha sakin ve kendisine hakim olabilen bir insan haline getirdi. Memphis, kendini ifade etme isteğiyle dolduğu zaman ise rap müziğe sığınıyor ve sokakları müzik dinleyerek arşınlıyordu (bugün bile twitter sayfasından sık sık rap müzikle ilgili paylaşımlar yapıyor, hatta 2013 yılında Hollanda’nın bir başka genç yeteneği Eljero Elia ve rapper Bollebof ile bir de şarkı kaydetti). 17 yaşında iken, PSV hocası Fred Rutten
Memphis’e ilk kez forma verdi ve o sezonun A takım kadrosunda ara sıra kullanmaya başladı. Söz konusu sezondan önce, mayıs ayında, Hollanda 17 Yaş Altı Ulusal Takımı, Sırbistan’daki
Avrupa Şampiyonası’nda şampiyon olurken Memphis de kadrodaydı ve finalde Almanya’yı 5-2 mağlup ettikleri maçta 1 de gol atmıştı. 2012/13 sezonunda, kırmızı-beyazlıların yeni hocası Dick Advocaat onu A takımın daimi oyuncusu haline getirdi. Ancak bir yandan da öğrencisini eleştirmekten geri kalmıyordu. Ekim 2012’de De Telegraaf’a verdiği demeçte Memphis’in fazla benmerkezci olduğunu ve empati yeteneğinin çok fazla gelişmediğini ifade etti. Kimse onun saha içinde yapabileceklerinden şüphe duymuyordu, ancak mental açıdan yardım almazsa, başarılı bir kariyere sahip olmayacağından ve yıllar sonra Andy van der Meyde misali, büyük bir yeteneğe dönüşmesi beklenirken kariyerini çöpe atan bir oyuncu olmasından korkuluyordu. Memphis o sezon toplamda 29 maça çıkıp 3 gol kaydetti.
Mertens’in açtığı yol 2013/14 sezonunda PSV’nin başına geçen Phillip Cocu aslında Memphis Depay’ı ilk 11’de düşünmüyordu, zira Cocu’nun ilk 11 için düşündüğü isim Belçikalı Dries Mertens’dı. Ancak Mertens haziran ayında 9,5 milyon euro gibi bir bonservisle Napoli’nin yolunu tutunca Cocu, genç futbolcuyu mecburen onun alternatifi olarak düşünmeye başladı. Bu düşüncenin pratikteki sonucu ise çarpıcıydı. Memphis 34 lig maçının 32’sinde sahaya çıktı ve 12 gol kaydetti. Kupa maçları da eklendiğinde oynadığı maç sayısı 43’e, gol sayısı da 16’ya çıkıyordu. Louis van Gaal’in onu göz ardı etmesi imkansızdı ve tecrübeli hoca genç ismi Brezilya kadrosuna dahil etti. Gruptaki ikinci maçta, da, Avustralya’ya karşı Bruno Martins Indi’nin yerine devre arasında sahaya gönderdi. Memphis 25 dakika içinde 1 gol 1 asiste imza atmış ve maçın kaderini değiştirmişti. Ayrıca attığı gol onu Hollanda Ulusal Takım tarihinin en genç dünya kupası golcüsü yaptı. 5 gün sonra Şili’ye de 1 gol kaydetti. Kupada toplamda 4 maçta oynamıştı, yani sezonu 50’ye yakın maç oynayarak bitirmişti. Raphael Varane ve Paul Pogba ile beraber kupanın en iyi genç oyuncusuna verilen ödüle aday oldu, ödül Pogba’ya gitti.
Performansı bu sezon daha da yukarıda Memphis’in. Şu anda attığı 15 golle krallık yarışında zirvede. Son 9 maçta 8 golün altına imzasını koydu. Mateja Kezman 2003/04 sezonunda PSV formasıyla 31 gol atmış ve gol krallığını kazanmıştı. O sezondan bu yana Işık Şehri’nden gol kralı çıkmıyor. Ancak bu sezon işler değişebilir. Memphis topla adam eksiltebiliyor, çok çabuk hızlanıp fren yapabiliyor, iyi bir frikikçi, mücadeleci ve son vuruşları da etkili. Kısacası
iyi bir golcüde aranan özelliklere fazlasıyla sahip. Üstelik kanatlarda ve forvet arkasında da oynayabiliyor, yani farklı rollerdeki verimliliği de üst düzeyde.
İngiltere yolları
Böyle bir oyuncunun da taliplerinin olmaması mümkün değil. Hatta şöyle diyelim, Memphis, sezon sonunda % 100 olarak PSV’den ayrılacak ve takımına yüklü bir bonservis bedeli kazandıracak. Tottenham Hotspur hocası Mauricio Pochettino, 13 Şubat’ta, PSV’nin, AZ’i deplasmanda 4-2 mağlup ettiği maçı tribünden izledi. Londra kulübü 2014 Dünya Kupası sonrasında da oyuncuyla bağlantı kurmuş, ancak Memphis, PSV ile sözleşme uzatıp 1 yıl daha Eindhoven’da kendini geliştirmek istediğini ifade etmişti. PSV’nin ondan 20 milyon euro gibi bir para kazanacağı söyleniyor. İngiliz medyası, Louis van Gaal’in de vatandaşını Manhester’a getirmek için Tottenhamla büyük bir yarış içerisinde olduğunu yazıyor bir süredir. Cocu da sezon sonu transferin kaçınılmaz olduğunun bilincinde: “Henüz 21 yaşında, ama şimdiden sorumluluklarının bilincinde bir oyuncu. Üstelik antrenmanlarda hiç kaçak dövüşmüyor ve kendisini geliştirmek için elinden geleni yapıyor. Evet, bu sezon sonunda onu elimizde tutamayacağız ve Premier League’e gideceğini düşünüyorum.” Premier League’in geçtiğimiz günlerde yapılan ve rekor tutarla sonuçlanan ihalesi sonrasında, PSV
Futbol Direktörü Martin van Geel, bu ihalenin Hollanda kulüplerine de büyük bir fayda sağlayacağını, çünkü Premier Lig takımlarının, artık harcamak için daha çok parası olduğunu ve bunun da altyapılarından dünya futboluna birçok yetenek sunan Hollanda kulüpleri için önemli bir gelir kaynağı anlamına geldiği yönünde görüş bildirmişti. Bütü bu övgüler ve sahip olduğu üne rağmen ailesini hiçbir zaman ihmal etmeyen genç bir delikanlı Memphis Depay. Geçen yıl annesine son model bir Mercedes hediye edip, annesine hediyeyi verdiği anı videoya kaydederek Facebook’a ekledi. Zor geçen çocukluk yıllarında ona destek olan büyükbabası Cees’i kaybettiğinde, koluna, onun ölüm tarihine atıf yapan “Uzaklardasın, ama her zaman kalbimizdesin, teşekkürler 14-022009” yazılı bir dövme yaptırdı. Her golden sonra dövmesini öperek büyükbabasına selam gönderiyor. Simba adında, çov-çov cinsi bir köpek sahibi ve ne zaman deplasmanlara gitse, köpeğini, göz kulak olması için, ona PSV yıllarında yardımcı olan mental hocası Joost Leenders’e bırakıyor. Kısacası Memphis, geçmişinde ona yardım edenleri hiç unutmayan ve borcunu ödemeye çalışan bir genç.
Almanya HF166
Bahadır Bozkurt
EVLATLARININ ELLERiNDE,
YENiDEN YÜKSEKLERE İlk dokuz hafta sonunda ligin dibine demir atan Werder Bremen, eski oyuncusu Viktor Spkrynk’in ellerinde yeniden hayat buldu. Sezon başında kümede kalmanın hesaplarını yapan ekip, yeni hocasıyla beraber şimdi Avrupa Kupalarına katılmanın peşinde
Bundesliga’da bu sene şampiyonluk yarışından daha çok kümede kalma savaşı dikkatleri çekiyor. Bayern Münih ve Wolfsburg ligde emin adımlarla ilk iki sıra için ilerliyor. Bu iki ekip, çıktıları maçlarda 3 puana yan gözle bile bakanları ezip geçerken, ligin alt sıralarındaki çekişme Mayıs ayının heyecanla beklenmesinin başlıca nedeni olmuş durumda. Klopp yönetimindeki Borussia Dortmund dahi bu heyecanlı yarışın içine girerken, Ausburg-Mönchengladbach-Schalke gibi ekipler nispeten bu mücadelenin içine girmeden kendilerine güvenli bölgede buldu. Ciddiyetini korumayan tüm ekipler için çanlar şimdiden çalmaya başladı. Son yıllarda Dortmund gibi ligde şampiyonluk yarışında görmeye alışkın olduğumuz Werder Bremen de bir dönem ligin dibine vurdu. İlk 9 maçta galibiyete hasret kalan yeşil-beyazlılar, aldıkları 4 puanın ardından teknik direktör Robin Dutt’un görevine son vererek, ateş hattından
uzaklaşmak için ilk hamlesini gerçekleştirdi. Yönetim, Robin Dutt’tan boşalan teknik direktörlük görevine 1996-2004 yıllarında Werder Bremen forması giymiş, genç takım antrenörü Viktor Skrypnyk’i getirdi. 1999 yılında benzer bir tabloya şahit olan Werder Bremen, o zamanlar takımın başında olan Felix Magath’ın görevine son verip, yerine yine genç takımın antrenörlüğünü yapan Thomas Schaaf’ı getirerek kendi devrimini gerçekleştirmişti. 14 sezon boyunca teknik direktörlük kariyerini şekillendiren Schaaf, 2004 sezonunun sonunda Bundesliga’da şampiyonluk ipini göğüsleyerek, takımını zirveye çıkartmayı başarmıştı. Bundesliga tepsisini Bremen şehrine getiren oyunculardan bir tanesi de Ukraynalı istikrar abidesi Viktor Skrypnyk’ti. Toplamda 41 yıl boyunca, hem oyuncu hem teknik direktör olarak hizmet verdiği Werder
Bremen kariyerine 2013’te nokta koyan Schaaf, altyapıda antrenörlük görevine getirdiği Skypnyk’i kulübüne miras olarak bıraktı. Uzun yıllar boyunca hem oyuncu olarak, hem antrenör olarak Thomas Schaaf ile birlikte çalışan Skyrpnyk, devraldığı bayrağı tekrar göndere çekmek için kolları sıvadı.
Davie Selke
Özüne dönüş Göreve geldiği ilk maçta Mainz’ı deplasmanda devirerek sezonun ilk üç puanını kazanmayı başaran Ukraynalı teknik adam, taktiksel olarak Schaaf anlayışının esintilerini taşıyan futboluyla Werder Bremen camiasının yeni göz bebeği olmayı başardı. Werder Bremen, Spypnyk yönetiminde çıktığı 14 maçta 9 galibiyet 2 beraberlik 3 mağlubiyet alarak Robin Dutt döneminde görülen kabustan uyanmayı başardı. Son yenilgisini Aralık ayında Mönchengladbach karşısında alan Bremen, sezonun ikinci yarısına fırtına gibi girerek 4 galibiyet ve 1 beraberlik almayı başardı. Ligin son sırasından aldığı Bremen’i şu anda sekizinci sıraya taşıyan Ukraynalı teknik adam, özellikle devre arasında yaptığı takviyeler ve değiştirdiği taktiksel anlayışla yeşil-beyazlı ekibi Avrupa Kupalarına taşımak istiyor. Şu anda altıncı basamakta bulunan Bayer Leverkusen’in sadece üç puan gerisinde bulunan Bremen için bu hedef hiç de imkansız görünmüyor. Sezona 4-4-2 dizilişinde başlayan Robin Dutt özellikle defansif anlamda büyük problemler yaşadı. Prödl-Lukimya ikilisinden oluşan tandeme beklerde Fritz ve Garcia eşlik etti. Özellikle takım savunmasında berbat bir performans gösteren ekip, ligin sekizinci haftasında Bayern Münih karşısında 6-0’lık ağır bir yenilgi aldı. Dutt, defansif anlamda değişikliğe gitmeye çalışsa da Köln karşısında aldığı mağlubiyetle, Alman hocanın görevine son verildi. 9 hafta sonunda 23 gol yiyen ekip, gol yollarındaki problemini de çözemeyince kendine son basamakta yer buldu. Skyprnk’in göreve gelir gelmez takımda yaptığı taktiksel değişikler ilk maçında meyvelerini verdi. Defans
hattında Prödl-Lukimya ikilisinin yerine arayışlara giren teknik adam, sağ bekte Dutt döneminde kulübeden çıkamayan Gebre Selassie’ye yeniden görev vermeye başladı. Orta saha kurgusunu tamamıyla değiştiren Skyprnk defansın önüne Toni Kroos’un kardeşi Felix Kroos’a, forvet arkasına ise genç takımdan tanıdığı Levent Ayçiçek’e forma şansı verirken, forvet bölgesinde de 19 yaşındaki Selke’yi görevlendirdi. Tüm bunlar taktik tahtası üzerinde gerçekleşirken Izet Hajrovic hakkında ise söylenecek pek farklı bir şey yok. Galatasaray günlerindeki gibi aldığı dakikaları pek verimli kullanamayan genç oyuncu, burada da yedek kulübesinin vazgeçilmezleri (!) arasında olmayı başardı. Gençlik aşısı, Werder Bremen’i
Felix Kroos
daha agresif, takım savunmasını daha iyi yapan, bununla beraber kazanılan her topu karşı kaleye daha hızlı getiren bir takım haline getirdi. Takım bu aşamayı kaydederken iki önemli deplasmanda, Thomas Schaaf’ın Eintracht Frankfurt’undan 5 gol, Lucien Favre’nin Mönchengladbach’ından 4 gol yiyerek savunmadaki sorunlarını tam anlamıyla çözülmediğinin sinyallerini verdi. Devre arasına girerken bu sezon aynı dertlerden muzdarip Dortmund’u evine eli boş gönderdiklerinde, biraz olsun nefes aldılar ve sarı-siyahlıları ligin en dibine göndermeyi başardılar.
İkinci perde bambaşka Devre arasında Hoffeinheim’dan Danimarkalı stoper Vestergaard ve Bayer Leverkusen’in genç yeteneği Levin Öztunalı’yla kadrosunu güçlendiren Bremen sezonun ikinci yarısına flaş bir giriş yapmayı başardı. Takımın önemli isimlerinden Junuzovic ve Di Santo’nun forma girmesiyle beraber Leverkusen, Ausburg gibi önemli takımları yenerek üst sıralara tırmandı. Son çıktıları Schalke deplasmanında son dakika golüyle beraberliği kurtaran Skrypnyk’in ekibi galibiyet serisine son verse de, sezonun ikinci yarısındaki namağlup ünvanını korumayı başardı. Werder Bremen’in bu ünvanını devam ettirmesi bu haftadan itibaren pek kolay olmayacak. Bu hafta sonu evinde Wolfsburg’u ağırlayacak olan ekip, Freiburg deplasmanından sonra Bayern Münih’i konuk edecek. Skrypnyk’in ekibi bu kritik dönemi en az hasarla atlatabilirse, ligin son dönemecine kadar altıncılık basamağını kovalaması işten bile değil. Thomas Schaaf ile geçirilen uzun yılların ardından, son döneminde düşüşe geçen Werder Bremen aradığı başarıyı yine kulübün içerisinden yetişen bir adamla yakalamanın mutluluğunu yaşıyor. Kulüp kültürünü bu şekilde devam ettirmek isteyen yeşil-beyazlı ekip, Skrypnyk’in yardımcılığına da camia tarafından çok sevilen eski oyuncusu Thorsten Frings’i getirdi. Kulübü çok yakından tanıyan bu iki isim, altyapıdan kazandıkları
Gebre Selassie
oyuncuların katkısı ve Schaaf dönemindeki taktiksel tabloya dönüş yapmanın da etkisiyle; istikrarın ve kulüp geleneğinin bir takım için ne kadar önemli olduğunu bir kez daha taraftarlarına kanıtlamayı başardı.
Viktor Skrypnyk ile Thomas Schaaf
Efsane Maçlar HF166
Emre Çelik
EFSANE MAÇLAR #1
iSPANYA - SSCB Düşünsenize; son kez Dünya Kupası sahnesinde boy gösteren Pele, 1970’de İtalya ağlarını aslında havalandırmıyor ama 44 yıl boyunca insanlar montajlanmış görüntülerden o golü Pele’nin attığını sanıyor… Pele değil ama Euro 64’te Amancio’nun başına gelen tam da buydu 1960 senesinde Avrupa ülkelerinin katıldığı ilk organizasyon olan Euro 60, Fransa’da düzenlenmişti. Turnuvanın prosedürüne göre yarı finale kadar oynanan maçlar iki ayaklı ve deplasmanlı, yarı finalden itibaren kürsüye çıkanları belirleyen son 4 maç ise ev sahibi ülkede oynanacaktı. O dönem Avrupa’yı kasıp kavuran, 1955-1960 yılları arasında 5 kez üst üste Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazanmayı başaran Real Madrid takımı etrafında kurulan İspanya Milli Takımı da elbette Fransa’da düzenlenecek turnuvanın favorileri arasındaydı. İlk turda Polonya’yı 3-0 ve 2-4’lük skorlarla geçen İspanya’nın çeyrek finaldeki rakibi Macarları turnuva dışına iten Sovyetler Birliği olur. Bu maç Di Stefanolu, Gentolu, Suarezli İspanya ile Lev Yashinli, Igor Nettolu ve Valentin Ivanovlu
Sovyetler Birliği’nin maçından ziyade Faşist İspanya - Komünist Sovyetler’in mücadelesi olarak görülür. Öyledir de zaten. Fakat bu maç hiçbir zaman oynanmaz. İspanyolların diktatörü Francisco Franco milli takımı Moskova’da oynanacak maça göndermez. Franco’ya göre İspanya İç Savaşı’nda kendisine en büyük zorluğu ülkesindeki komünistlere yardım eden Sovyetler Birliği çıkarmıştır ve ne pahasına olursa olsun Sovyetler’e takım göndererek onların varlığını tanımak istemez. İspanya’nın Sovyetler deplasmanına gitmeyi reddetmesi ile SSCB turnuvanın en zorlu ekiplerinden birini hükmen mağlubiyetle geçerek Fransa biletini cebine koyar. Sovyetler, Fransa’da da sırasıyla Çekoslavakya ve Yugoslavya’yı eleyerek tarihin ilk Avrupa Şampiyonası’nı müzesine götürmeyi başarır. Fakat Franco çabuk pes edecek biri değildir.
Euro 64’e ev sahipliği yapma hakkını İspanya elde eder. Birçoklarına göre bunun tek nedeni Franco’nun lobisi sayesindedir. Fakat o dönem ev sahiplerinin turnuvaya direkt olarak katılım hakkı olmadığı için eleme oynamak zorunda kalırlar. 1962’de başlayan elemelerde turnuvaya katılma hakkı alan 4 takım İspanya, Macaristan, Danimarka ve Sovyetler Birliği olurken finale Macarları eleyen İspanyollar ve Danimarkayı eleyen Sovyetler kalır. El Caudillo’nun korktuğu başına gelmiştir. İspanya’nın karşısında yine Sovyetler vardır. Ayrıca Franco bu sefer ev sahibi ülke olduğu için takımı da çekemez; finalde takımı çekmenin aptallık olacağının farkındadır ama danışmanlarına yine de sorar. Ardından da Sovyetler’in maçtan çekilmelerini sağlamanın yollarını arar. Maç öncesi seramonisinde Sovyetler bayrağını kaldırtmayı ve marşlarını çaldırtmamayı düşünür ama kendisine yakın isimlerden biri olan Bakan Jose Solis tarafından son anda vazgeçirilir. Kısaca Franco için tek çözüm yolu ne yapıp edip Komünistleri finalde bertaraf etmektir. Bernabeu’da oynanan final maçını İspanyollar 2-1 alır ve tarihindeki uluslararası ilk kupasını kaldırır.
girmesini sağlayan asıl hikâye burada başlıyor. Final maçında İspanya’nın ilk golünü atan isim Chus Pereda’dır. Ayrıca maçın bitimine 6 dakika kala Marcelino’nun attığı golün de asistini Chus Pereda yapmıştır. Bir nevi maçın adamı. İspanya’nın şampiyonluğunda en büyük rolü oynayan oyuncu olan Chus Pereda, Real Madrid’de tutmayan ve dönüp dolaşıp Barcelona’da parlayan biridir. Fakat o gün Santiago Bernabeu’da maçı izleyen 120 bin kişi hariç Chus Pereda’nın asistinden kimsenin haberi olmayacaktır...
İspanya, Sovyetleri; Franco, Komünistleri alt etmiştir fakat bu maçın efsane statüsüne
Franco’nun rejimini istediği gibi dikte ettiği o dönemde final maçının televizyondan canlı yayını
Marcelino’nun gol vuruşunu yaptığı an.
yoktur ve maçın ardından özet görüntüleri direkt olarak devlete -yani Franco’ya- bağlı No-Do (Noticiarios & Documentales) tarafından hazırlanıp dağıtılır. Maçı kaydedenler arasında Sovyet Merkez Televizyonu da vardır ama Macaristan, Polonya gibi komünist ülkeler hariç bütün Avrupa doğal olarak özetleri Sovyetler’den değil İspanyollar’dan alır. Franco o dönem ne düşündü bilinmez ama özet hazırlanırken Marcelino’nun golünün öncesindeki kareye sağdan başka bir ortayı montajlatır. No-Do’nun hazırlayıp devlet televizyonu TVE aracılığı ile bütün dünyada yayınlanan görüntüde İspanya’nın ikinci golünün asistini 8 numaralı formasıyla Amancio yapmıştır. Kimilerine göre tek sebep, Pereda’nın İspanyol hükümetinin en iyi elçisi olan Real Madrid’de oynamamasıdır. Pereda’nın rejime karşı mesafeli oluşunu öne sürenler de vardır. Kimilerine ve NoDo’ya göre ise tek sebep kameramanın hatasıdır. Kameraman pozisyonu yakalayamamış, maçın ardından da bu hata bir şekilde telafi edilmiştir. Aslında canlı radyo yayınında İspanya’nın en efsane seslerinden, bir nevi İspanyolların Halit Kıvanç’ı olan Matias Prats ortanın Pereda tarafından yapıldığını söylemiştir ama sonuçta insanlar gördüklerine inanır. Pereda birkaç kez dile getirir ama baskıcı rejimden dolayı olayın çok da üstüne gidemez. Sonra da asistinden vazgeçer! Tıpkı gelen talimat üzerine çıkıp anlatımda hata yapmışım diyen Matias Prats gibi. Montajlanmış video Franco rejiminin sona erdiği 1975’ten sonra da düzeltilmez. Yıllar sonra da unutulur. Ta ki olayın üzerinden 44 yıl geçene kadar. 2008’in Şubat ayında Canal +’ta Fiebre Maldini programında hata dile getirilir. Üzerine Tele 5’te de aynı şey dile getirilince TVE kayıtsız kalamaz ve 27 Şubat 2008 günü yaptığı açıklamada yıllar önce montajlama sırasında hata yapıldığını açıklar. Doğu Almanya’dan arşive kalan Sovyet kaynaklı görüntülere bakılır asisti gerçekten de Chus Pereda’nın yaptığı ortaya çıkar. No&Do’nun bildirisinde tüm dünyanın asisti farklı kişiye ait sanmasının sebebi “basit bir hatadır.” Pereda ise El Pais’e “O dönem golü izlemeden önce aileme asistimi söyledim. Fakat görüntüleri izledikten sonra bana ‘hani golü sen attırmıştın?’
dediler. Görüntüler değiştirilmişti ama benim için çok da önemli değildi” der. Sonra da bu konunun üzerine çok gitmemesi gerektiği talimatını aldığını da ekler. İşin özeti Amancio, 44 sene sonra asistini kaybeder. Gerçeğin ortaya çıkmasıyla bütün bu süreci Amancio’nun sözleri özetlemektedir. “Hey Pereda... Senin olanı sana geri veriyorum, aslında hiç sahip olmadığım bir şeyi...”
Danimarka HF166
Sercan Soykan
ALKA SUPERLIGA’DA iKiNCi DEVRE Danimarka’da futbol sezonu diğer İskandinav ülkelerine göre farklı tarihlerde oynanıyor. Norveç ve İsveç Nisan ayında sezona başlarken Danimarkalılar Temmuz sonunda santrayı yaptı. Takımlar Aralık başında devre arasına girerken 78 gün sonra ikinci devrenin santrasını yaptı. Geçmişlerden Rangers ve Celtic’in yarıştığı İskoçya Premier Lig’ini hatırlayalım. 12 takımlı bir ligde iki takımın önderliğinde her yıl 1 takım üstünden benzer senaryolar izlerdik. Yeni adıyla Danimarka Alka Superliga da 12 takımla oynanıyor. Geçmiş yıllarda belli takımların hegemonya kurduğunu gördük fakat son yıllarda durum değişmeye başladı. Bir dönem ülke futboluna Brondby büyük bir yön verirken daha sonra kontrolü Kopenhag ele almıştı ama son yıllarda işler değişti. 2011’den bu yana 3 farklı şampiyon çıktı ve bu yıl da ligin zirvesinde farklı bir takım yer alıyor. Midtjylland en yakın rakibinden 8 puan önde zirvede yer alırken geçen
sezonu lig ve kupa şampiyonluğu ile kapatan Aalborg ise 18 puan geride başladı ikinci yarıya. Danimarka’nın sert iklimi nedeniyle ligler yaklaşık 2,5 aylık aradayken takımlar da kadrolarında değişiklikler yaptı ve güç depoladıkları bir kamp dönemlerinden geçtiler. Kimisi kar yağışı altında ülkede çalışıp sonradan Portekiz ve İspanya’ya hazırlık turnuvalarına katılırken kimisi yakınımıza, Antalya’ya geldi.
Ligin lideri Midtjylland için şüphesiz ilk yarının kilit ismi Pione Sisto’ydu. Çok uzun vadeli bir yatırım ve yavaş yavaş beklenen noktaya gelmeye başladı. 20 farklı kulübün kıskacında olması ne denli bir yetenek olduğunun da göstergesi. Şüphesiz ligin en değerli oyuncusu. Danimarka Milli Takımı’nı tercih eden Sudan asıllı 1995 doğumlu oyuncu, her iki kanatta da etkili bir görüntü ortaya koyuyor. Şu ana kadar çıktığı 17 maçta 7 kez fileleri havalandırdı.
Hatırlayanlar olacaktır U21 Dünya Kupası grup maçlarında milli Takımımızı yıkan İsveç’lilerden birisi Kristoffer Olsson’du. Midtjylland normalde onu Arsenal’den kiralamıştı fakat sonradan bonservisini alma kararı verdiler. Bu yapıda parlayıp orta halli ligin bir takımına pazarlayabilecekleri ve ligde katkı alabilecekleri bir isimdi. Kötü haber sakatlanmasıyla geldi ki Mart’a kadar takımdan uzak kalması bekleniyor.
Pione Sisto
Midtjylland’ın ilk yarıdaki en zayıf karnı ise kalesiydi. O bölgeye de Gençlerbirliği’nden Johan Dahlin’i alarak bu seviyede önemli bir açığı kapatmış oldular. En büyük hamle ise transferin son günlerinde Esbjerg’ten Martin Pusic’i almaları oldu. Bu liglerin usta ve akıllı skoreri önemli bir katkı yapacaktır. Duncan sakatken ellerinde çok ciddi bir koz olacak. Genel anlamda Midtjylland’ın kadrosunu koruduğunu ve doğru takviyeler yaptığını söyleyebiliriz. Son 16 maça böyle bir farkla girerlerken şu yapıyla büyük sakatlıklar yaşamazsa zirvenin en büyük favorisi konumundalar. Hatta şampiyonluk gelmezse menajer Riddersholm hocalığı bırakıp akademiye yetiştirici rolüne dönse yeri.
Takipçiler Kopenhag’ta Pierre Bengtsson’un ayrılacağı yaklaşık 1 yıl önce belli olmuştu ve o bölgeye Göteborg’un yetenekli beki Ludwig Augustinsson’u alarak açığı kapattılar. Bek bulma yeteneklerini düşünürsek yine çok doğru bir yatırım yaptılar diyebiliriz. Maksimum 2 yıl içerisinde güzel paralar kazandıracaktır. Nitekim İsveçli bek ligin ilk maçında 1 gol, 1 asist ile mücadeleye damga vurdu. Stoper transferi gelmedi ki en büyük hata da burada yaşandı ve 3 hazırlık maçında da bu bölgede ciddi şekilde sorunlar yaşadılar. Sağ bek Hogli’ye alternatif olması için Wolverhampton’dan Kevin Foley alındı fakat ne kadar katkısı olacak
Ludwig Augustinsson
zamanla göreceğiz. Amartey, Afrika Uluslar Kupası’na gitmişti, ardından ufak bir sakatlık sorunu yaşadı. Düzelse de takımın fizik seviyesine ulaşması için biraz daha zaman gerek. Reserve lig maçlarıyla eksiğini kapatmaya çalışıyor. Kadroda elle tutulur bir 8 numara Claudemir vardı, onun da Club Brugge’a gitmesi bu bölgede önemli bir güç kaybına neden oldu. Alexander Kacaniklic’in Fulham tarafından geri çağırılması Kopenhag adına bir kayıp gibi gözükebilir fakat bu bölgede yeterince alternatife sahipler. Hücum hattına Molde’den ayrılan Sigurdarson geldi. Hazırlık maçlarında beklenilenden daha diriydi. Kopenhag Portekiz kampında oyun olarak kötü performans göstermese de stoper eksikliği ve merkez orta saha rotasyon/kalite problemi bas bas bağırıyor. Kış arası sonrası oynadıkları ilk Vestsjaelland maçında büyük problem yaşamadılar belki ama daha sert takımlar karşısında sıkıntılar gün yüzüne çıkabilir. Randers uzun bir süredir İngiliz hoca Colin Todd’un yönetiminde. Haliyle İngiliz futbolunun karakterine inanılmaz derecede hakim bir anlayışları var. Tamamen fiziğe dayalı oynuyorlar. Sahada basmadık yer bırakmayan orta sahalar, oyunu bütünüyle daraltan bir yapı, çizgiye ya da ceza sahasına giren kanat oyuncuları... Düşünün sezon başında Schwartz gibi ligin en iyi son vuruşçularından birini satmışsınız ve onuna yerine gelen Ishak da patladığı gibi ciddi takımların transfer listesine giriyor. Eski Kasımpaşa’lı Keller hâlâ dinamo gibi oynuyor. Kasper Fisker ilk defa izleyene Alman transfer piyasasına kapak atacak gençler gibi görüntü veriyor, ‘acaba bu çocuk 95’li falan mı?’ dedirtiyor. Randers’ın tek transferleri İsveç’in Iniesta’sı olarak adlandırılan Joel Allansson oldu. Tabi bu benzetme sonrası beklentileri tavan yapmayalım ama lig standartlarına uyacak hatta kolayca aşabilecek bir çocuk Allansson. İsveçli kaleci Johnsson gibi kısa sürede adından söz ettirip bir Eredivisie transferi yaparsa şaşırtmayacaktır. Kısacası ilk
Joel Allansson
yarıdan farkı yok Randers’ın. Fisker ve Ishak’ın kamp performansları da etkileyiciydi. Böyle devam edecek gibi duruyorlar.
Orta sıralar Brondby devre arasında iki kritik oyuncu kaybetti. Yılbaşında Odd BK’dan gelen Fredrik Semb Berge’nin üstünde çok ısrarcı olmadılar ve nedense göndermek istediler. Fakat 25 yaşındaki oyuncunun bonservisini alan çıkmadı ve Molde’ye kiralandı. Belki kadro içerisinde yokluğu
Johan Larsson
hissedilmez ama tribün açısından ‘Bayrak oyuncu’ sınıfına girebilecek Thygesen ile de yollar ayrıldı. Çok büyük bir karakterdi tribün adına. Brondby, ‘Feda’ denilen ekonomik kısıtlama sonrası şu an kuvvetli bir başkanın (ekonomik anlamda) elinde fakat ara transferde çok para harcamayı seçmediler. Tek transferleri bir dönem Beşiktaş’ın da ilgilendiği Johan Larsson oldu. Eğer Elfsborg kariyerinin üstüne geçerse Danimarka’da izleyebileceğimiz en iyi beklerin arasına girecek, belki de 1 numaraya yerleşecek. Brondby, hazırlık maçlarının ilkinde Hoffenheim’a 7-0 kaybederek tarihi bir yenilgi alsa da sonraki hazırlık maçlarında iyi bir görüntü çizdi. 4-3-3’ün klasik ofansif karakterini sergileyecek bir kadro yapısına sahipler. Kampta oynadıkları maçlarda bunun benzer yanlarını gördük. İkinci yarının açılış haftasında Aalborg karşısında iyi oynasalar da son dakikada korner organizasyonunda yedikleri golle kaybettiler. Nordsjaelland’ta Ivan Runje, biraz daha fazla para kazanabileceği Omonia takımına transfer oldu. Ellerindeki 3 stoperden as olanı sattılar ve ilginçtir ki bu bölgeye bir transfer gelmedi. Maxso ile devam kararı aldılar fakat bu büyük bir risk. Nitekim Randers maçında yaptığı hatalar da bunu kanıtlar nitelikteydi. Orta sahanın dinamosu AC, yani Anders Christiansen de Serie A yolunu tuttu. Soren Christensen ise serbest kaldı. Bu bölgeye kalifiye transferler yapıldı. Sarpsborg’tan alınan Gudmundur Thorarinsson ve Delhi’den gelen tecrübeli Hans Mulder yokluğunu aratmazlar. Tabi biraz uyum sağlamaları için süre gerek. En önemli transferleri ise Halmstad’tan Gudjon Baldvinsson’u almaları oldu. Uzun süredir merkez golcü problemi çekiyorlardı ve bu eksiği devamlılığı olan bir isimle doldurmuş oldular. Uyum sağlarsa iki etkili winger ve ofans beki ile oynayan Nordsjaelland’ta iyi gol sayılarına ulaşabilir İzlandalı. Takım olarak başta sıkıntı yaşadıkları dönemler izleyeceğiz gibi duruyor ama lig sonunu da orta sırada bitirirler gibi gözüküyor. Aalborg geçen sezon başarıya ulaştığı kadroda önemli değişiklikler ve form düşüşleri yaşadı.
Gudjon Baldvinsson
Ahlmann sakatlandıktan sonra sol bekte görev alan Gorter ve genç Blabjerg’ten beklenen katkıyı alamadılar. Ayrıca geçen seneki gibi uyumlu gözüken bir forvet ikilileri yok. Nicolaj Thomsen dışında sürükleyici bir kanat oyuncusuna sahip olmayınca ister istemez yaratıcılık seviyeleri düştü. Geçen sezon 17 maçta 28 gol atan Aalborg, bu sezon sadece 16 gol üretebildi. Aalborg savunmasını hazırlık maçlarında oldukça kötüydü. Ahlmann’dan sonra Gorter’in sezonu kapatmasıyla sol bekte mecburi olarak Blabjerg’e kaldılar fakat hem ofansif hem de defansif açıdan performansı
Andreas Blomqvist
yetersiz. Hücumcu bir sağ bekle oynarlarken solda yaşanan bu sıkıntı da savunma düzenini bozuyor. Oyunu yeterince domine edemedikleri için rakiplerin üstlerine gelmesi kolaylaşıyor. Mjallby’den aldıkları Andreas Blomqvist sadece rotasyonu doldurabilecek bir oyuncu. Soren Fredriksen ve Wichmann gibi kadronun alternatif isimleri ile yolları ayırdılar. Aalborg’ta ilk yarıya göre değişen çok fazla bir şey olmayacaktır. Avrupa Ligi bileti almaya çalışacaklar fakat bu da ciddi rakipler karşısında mevcut kadro ile kolay gözükmüyor. Hobro imkanları çok sınırlı bir takım fakat liginde izlemesi en keyifli takımlarından biri ve daha sezonu tamamlamadan ilk pazarlamasını da gerçekleştirdi. Ligin ilk yarısında 3 gol atan forveti Emil Berggren’i Almanya’ya göndermenin onurunu yaşadılar. Transfer döneminde başta Viking olmak üzere önemli takımlarla adı anılan Berggren’in bu seçimi yapması onun geleceği açısından doğru bir karar. 21 yaşındaki yeteneği attığı 3 gol ile yargılamak yanlış olur. Genç milli takımda çevresinde oynayan oyuncuların istatistik özelliklerini arttıran biri olduğunu ekleyelim. Hvilsom’un şu an ligin gol krallığı zirvesinde olmasında ve Antipas’ın lider oyuncu rolünde olmasında ciddi katkıları var. Hobro’nun transferlerinden birisi Brondby’den Mikkel Thygesen oldu. Çok ciddi bir transfer olduğunu düşünüyorum. Hobro adına sıkıntı acaba ‘Emil gittikten sonra hücum performansları düşer mi?’ sorusu olabilir. Buna da yeni transfer Mikkel Beckman’ı izledikten sonra karar vereceğiz. Fakat eğer problem yaşarlarsa ikinci yarı sertleşecek maçlarda işleri zor olur ve kendilerini beklenmedik konumda bulabilirler. O kadar iyi geçen bir devreye rağmen düşme hattının sadece 6 puan üstünde olduklarını hatırlatalım. Az takımlı liglerin zararları olsa gerek. Esbjerg, ligin izlemesi ve hamlelerini takip etmesi keyifli takımlarından. Alt liglerden bulup oynatmaya başladıkları ve gerçekten oyun yapısıyla dikkat çeken stoper Eddie Gomes’i Çin piyasasına pazarladılar. Yani kısa sürede bir
Mikkel Thygesen
oyuncudan ne kadar kâr yaparsınız diye hayal ettirseler bunu sunabilirdim. Golcüleri Martin Pusic’i Midtjylland’a verirlerken sağ kanatları Jakob Ankersen ise Göteborg’a satıldı. İkili toplamda 13 gol atarken 3’te asist yapmıştı. Normal şartlarda Ankersen’in İsveç’e satılması şaşkınlık yaratır ama o bölgeye Daniel Larsson’u aldıklarında zaten az çok bunun mesajını vermişlerdi. Orta sahaya en ciddi takviyelerden biri de Erik Friberg’i almaları oldu. İyi bir oyuncu, İtalya macerası da tecrübe katmıştır muhakkak. Viborg’tan alınan Kevin Mensah ise ilginç bir karakter. Pusic ile farklı yapıda oyuncular ama eğer mevcut kadrodaki Pusic tarzı oyuncular iş yaparsa Mensah da kendi karakteriyle ön plana çıkabilir. Fazlasını beklemek ise biraz hayal olur. Savunmaya takımdan ayrılan Gomes’in yerine Michael Almeback tecrübesi getirildi. Artık
Daniel Larsson
o tecrübe çok güven vermiyor ama hedefini üst sıralar koymuş bir takım içinde yeterli olacaktır. Bu arada Larsson’u hemen sağa yazdım ama bir ihtimal Fellah’ı sağa atıp onu ileride kullanma şansları da olabilir. En azından Belek’te oynadıkları son Trencin maçında bunu denediler ve İsveçli 1 gol attı. Kısadan hisse değişimin neler getireceğini merakla beklediğimiz bir takım Esbjerg. Silkeborg maçı net ölçü olmaz ama ilk sürpriz olarak iki gol atan Rise’nin çıkışı dikkat çekiciydi. Böyle devam ederse Pusic’i aratmayabilir.
Thomas Dalgaard
Düşmeme mücadelesi
Espen Ruud’u Odd BK’ya gönderen Odense yerine Hakon Skogseid’i aldı. Viking’te bile adam akıllı oynamamış bir isim. Hallgrimur Jonasson’u almaları ise savunma direncini bir nebze arttırır. Joker tipte oyuncu, stoper, ön libero, sağ bek oynar fakat Belek kampında verdiği izlenim onu stoper olarak kullanacakları yönünde. Bunun da nedeni tabi ki Kasper Larsen’i Astana’ya göndermeleri oldu. Bir türlü ideal golcü bulamayan Odense, hücum hattına Viborg’tan hatırlayacağımız Thomas Dalgaard (Heerenveen) ve eski KopenhagBrondby’li Kenneth Zohore’yi transfer etti. Güzel transferler Odense adına. Her şeyi bir kenara koyalım Ove Pedersen ‘ölüyü diriltir’ denilebilecek türden bir hoca. Bu oyuncuların tamamından bir şekilde verim alacaktır. Zaten ilk yarıda bunun mesajlarını vermişti. Falk Emil Larsen gibi sürükleyecek ve ilerde artık bitirecek oyunculara sahipler. İkinci yarıda daha iyi bir Odense izleyeceğiz. Özellikle savunma kurgusunu bir şekilde oturturlarsa lige tutunurlar. Midtjylland maçında oyun tempoları iyi olsa da defansif problemler yenilgiyi hazırladı. Bu eksikler kapandıkça daha fark yaratan bir takım olacakları kesin. 17 maçta sadece 4 puan alan (0 galibiyet) Silkeborg’un kadrosunu çok fazla değiştirmesine gerek yoktu. Lige tutunmaları için mucize gerekliydi. Onlar değişikliği hoca koltuğunda yaparak Kim Poulsen’i göreve getirdiler. 4-4-
2’e dönen tecrübeli teknik adam pozitif futbol oynatmaya çalışacaktır. Bech-Kiilerich ve Vidarsson ile yolları ayırdılar. Bu tip takımlardan oyuncu seçmek zordur fakat Robert Skov ismine dikkat edin. Silkeborg kötü takım olabilir fakat 1996 doğumlu genç yetenek süre aldığı anlarda hep iyi işler yaptı. Lig sonunda Superliga’ya tutunup ileriki yıllarda daha iyi liglere transfer
Robert Skov
yapabilir. SonderjyskE düşme hattında belki ama klasik olarak uzun yıllardır yaptığı gibi sonradan açılan bir takım olabilir. 17 maçta 11 beraberlik aldılar ve bu çok yüksek bir rakam. Eğer ikinci yarıda bunun 4-5’ini galibiyete çevirebilirlerse ligi rahat rahat ortalarda bitirecekler. Jonasson’u kaybetmeleri defansif açıdan bir eksiklik ama genç Morten Beck o bölgeyi götürebilir. KR Reykjavik’ten gelen Baldur Sigurdsson az da olsa CL eleme tecrübesi yaşamış bir tecrübe. Savunma ve orta sahada görev alması ise avantaj. Özellikle hücum hattında Bechmann-Pourie ikilisinin oturması SonderjyskE adına en büyük artı olsa gerek. Eğer çevre oyunculardan katkı biraz artarsa otomatik olarak yarışta nefes alacaklardır. Beklediğimiz o galibiyetlerin ilki de Hobro karşısında geldi. Vestsjaelland’ı geçen yıl başarıya taşıyan Ove Pedersen’in sınırları içerisinde kalmaları ve kadrodaki tüm oyunculardan maksimumu almalarıydı. Örnek olarak Bozga-Nielsen ikilisi Jukka Raitala
savunmada güvenlik elemanı olarak çalıştılar. Nielsen gitti ve yerine Ostli geldi ama bir türlü o uyum sağlanamadı, kötü ikili mi? Hayır belki ama neticede uyum önemli. Sezon başında göreve Ove Pedersen’in yardımcısı gelmişti ve gerçekten keyif veren bir futbol oynatıyordu. Fakat sezon içerisinde sıkıntılar ve form düşüşleri yaşanınca oyun olarak da problemler çıkmaya başladı. Savunma problemini çözmek adına Belenenses’ten ayrılan Eggert Jonsson’u getirdiler. Ön libero oynaması daha kuvvetle ihtimal ama gerekirse stoper de oynar. Ayrıca Heerenveen’den alınan Jukka Raitala da çok ciddi bir tecrübe bu seviye için. Hücum hattına ise ayakları iyi olan ama mental problemleri olan Osama Akharraz getirildi. Forvete ise Lierse’den Apostolos Vellios alındı. Vestsjaelland’ın transferlerle güçlendiğini ve iyi bir hazırlık kampı geçirdiğini söyleyebiliriz. Kopenhag maçında alanı daraltarak belli bir süre direnç gösterseler de puan adına yeterli olmamıştı.