Hayatım Futbol 181. sayı

Page 1

1 9HAZİ RAN2 01 5-SAYI 1 81


Yayın Koordinatörü

Luis Enrique

İlker Yılmaz

Bir akşam evde uzandığınız üçlü koltukta zap yaparken Sergen Yalçın’ı yarışma Pep Guardiola, Frank Rijkaard’dan sonra Barcelona’nın teknik direktörü olduğunda herkes şüphe ile yaklaşmıştı. Lakin daha önce üst düzey bir takım çalıştırmamış olan Guardiola, Barcelona’da tarih yazdı. Bir dönemin “İyi futbolcudan iyi teknik direktör olmaz” kalıbı da böylece yavaş yavaş yıkılmaya başladı, Avrupa’nın diğer devleri de tecrübesiz ama bir dönemin yıldızı olan isimlere takımlarını emanet etti. Başarı oranı oldukça düşüktü. Bunlardan birisi de Luis Enrique’nin Roma’nın başına geçmesiydi. Hayatım Futbol’un 181. sayısında Luis Enrique’nin sıra dışı yaşamını, karakterini ve başarısının/ başarısızlığının sırrını ele aldık.

Yazarlar Bahadır Bozkurt Ceyhun Kaplan Çağrı Siretli Emre Çelik Fırat Topal Oğuzhan Oğuz

Görsel Yönetmen Selman Hoşgör

Bu sayıda ayrıca; Fenerbahçe’nin yeni transferi Simon Kjaer’i ve teknik direktör Vitor Pereira’yı, Beşiktaş’ın yeni teknik direktörü Şenol Güneş’i, Olimpiakos’un karanlık başkanı Sokratis Kokkalis’i ve teknik direktör kovmanın ideal zamanına dair araştırmayı bulabilirsiniz. Keyifli okumalar, İlker Yılmaz

iletisim@hayatimfutbol.com team@mobilike.com


#181 BU SAYIDA Demir Adam: Luis Enrique Futbolcu, maratoncu, bisikletçi ve artık rüştünü ispat eden bir teknik direktör

Sıra Dışı Viking Simon Kjaer Fenerbahçe’ye ne verir, nasıl faydalı olur

Vitor Pereira Çalışkan, cesur, hırslı ve adil. Pereira Fenerbahçe’ye şampiyonluktan fazlasını vadediyor

Aybaba’dan Güneş’e Yeniden yapılanmanın 4. sezonuna giren Beşiktaş artık Şenol Güneş’e emanet

Olimpiakos’un karanlık başkanı Kazandığı şampiyonluklar hâlâ tartışılan Soktais Kokkalis’i yakından tanıyalım

Bir Teknik Direktör Ne Zaman Kovulmalı? Akademik çalışmalar eşliğinde bir teknik direktörün kovulma zamanı


Oğuzhan Oğuz

Analiz HF181

Teknik direktörlük sahnesine adım attığı Porto günlerinden bu yana formayı hak edene veren Pereira, sahada çalışkan bir Fenerbahçe’yi vadediyor.


Bir teknik adamı ve özellikle oynattığı futbolu detaylı bir şekilde değerlendirirken fark edilmesi gereken birinci nokta belki de kadro yapısı ve o kadro ile nelerin yapılabileceğidir. O kadrodan sonrası teknik adam meziyetine girer. Bunlar saha içi etmenlerdir sadece. Saha dışında ise hitabet ve yapılması istenen şeye ikna kapasitesi devreye girer. Sarf ettiği iki cümle ile Fenerbahçe taraftarının önemli bir kısmının heyecanını yeniden yeşerten Vitor Pereira’yı biraz da bu anlamda incelemekte fayda var. Vitor Pereira’nın fazla vakti yok. En büyük sınavını transfer döneminde verecek. Daha öncesinde böyle bir sınav vermedi ve bu açıdan bu dönem onun için önemli bir ölçü birimi. Zira elinde direkt olarak istediği oyunu oynatmaya yönelik hamle yapacak serbestlik var. Ancak vakit dar. Porto dönemine kısa bir flashback ile dönecek olursak özellikle ilk sezonunda Falcao’nun ayrılması dışında kadrosunun çok da bozulmadığını not düşelim. Hatta üstüne Eliaquim Mangala, Alex Sandro ve Steven Defour gibi önemli takviyeler yapıp devre arasında takımdan ayrılan Fredy Guarin’in eksikliğini

bile fazla aramamıştı. Hulk’a hücum liderliğini teslim edip, özellikle yerleşik orta alan kurgusu ile düzen dışına çok çıkmayarak, sadece 19 gol yiyip Portekiz şampiyonu oldular nitekim. Ancak hücum oyuncularına önlemin arttığı Avrupa arenasında işler çok da arzuladıkları gibi gitmedi. Özellikle hedef adam oyunu oynayacak net bir santrforun eksikliğini çekmeleri, Avrupa maçlarında işin koş koş oyununa dönmesine sebep oldu ve Lucho ile görece ağır olan orta alan kurguları bunun ile baş edecek durumda değildi. Zenit ile APOEL’in gerisinde kalıp grup üçüncüsü olan Porto, Avrupa Ligi’nde Manchester City’e elendi. İkinci sezon ise Pereira’nın önünde daha büyük bir sınav vardı. Hulk, Pereira ve Rolando gibi oyuncular takımdan ayrıldı ve hücum anlamında kurgu tamamen değişti. Takıma hedef adam profilli Jackson Martinez eklendi. Böylelikle Avrupa maçlarında tempoyu düşürebilen, top tutma becerisi olan Jackson ile alanları daraltma şansı bulan Porto, grupta sadece PSG’ye 1 maç kaybederek Şampiyonlar Ligi son 16 turuna kalan bir ekip oldu. O Porto oyunu rakip yarı alanda oynamaya büyük önem gösterirken Avrupa’nın en az gol


yiyen ekiplerinden biriydi. PSG ve Dinamo Kiev gibi rakiplerle eşleşmesine rağmen o sezon grupların en az gol yiyen ikibci takımı oldular (32 takım arasından). Ligde de ‘’90+Kelvin’’ olarak hatırlanabilecek dramatik finalle Benfica’yı geride bırakıp namağlup şampiyon olurlarken, 30 maçta sadece 14 gol yiyerek savunmasından Maicon Pereira ve Rolando’yu kaybetmesine rağmen istatistiki bir gelişme yaşadı. Pereira ve düzeni Porto dönemi Pereira’nın ne isteyebileceğine dair en kayda değer bilgileri verir. Vitor Pereira daha henüz Porto görevine getirilmeden önce, yılların tecrübesi Porto Başkanı Pinto da Costa’ya en beğendiği genç teknik adamlar sorulur. Cevabında iki isim vardır; şu an Monaco teknik direktörü olan Leonardo Jardim ve Fenerbahçe’nin çiçeği burnunda teknik direktörü Vitor Pereira. Barcelona’ya olan hayranlığı ve Pep Guardiola ile olan dostluğunu yapmak istediği şeylerde de görebiliriz aslında. Fiziksel olarak her daim 90 dakika boyunca hazır olan futbolcuları tercih eden Pereira futbolu kendi yarı alanında oynamaktan pek hoşlanmaz. Rakip yarı alana olabildiğince erken yerleşip topa bir an önce yeniden sahip olmaya çalışan bir anlayışı var. Saha içi futbolcularının iyi daralıp rakibin merkeze yönelik olan pas kanallarına ağırlık verecek şekilde “pas kanalı kapatan pres” uygulamasını ister. Özellikle ikinci sezonunda dönemin yıldız adayı James Rodriguez ile bu konuda sıkıntı yaşamasını şimdi daha net anlayabiliyoruz. Zira James o süreçte ‘’yetenekli ama tembel’’ oyuncu profilindeydi. Şu an ise 4-4-2 tertibinde oynayan Kolombiya Milli Takımı’nda bile istenen yoğun presi yapabilecek, sırıtmayacak bir oyuncuya dönüştü. Avrupa’da iki takım çalıştırdı ve ikisinde de ana hatlarıyla istedikleri belliydi. Porto sürecinde orta sahasında ön libero oynayan oyuncusunu tek olarak kullanırken Olimpiakos’ta daha

çok 4-2-3-1’e evrilecek şekilde iki ön libero ile oynuyordu. Aslında Pereira’nın hücum prese ve tempolu hücum arzusuna dayalı futbol anlayışını tartışmak zor. Bunları konuşmak da bir yerde klişeye girmeye başlar ve aynı şeyleri tekrarlamak olur.

Pereira’nın gelişiyle en çok merak edilen sorulardan bir tanesi de Diego’nun takım içerisinde nasıl kullanılacağı.

İstedikleri şeyler aslında bir nevi Ersun Yanal tekrarı. Aradaki fark ise skor alındığında Pereira’nın daha çok açık alan hücumlarını önemseyip tempoyu düşürmesi ve baskı merkezini bir tık geri çekip bu şekilde hızlı hücum alanlarını arttırmaya çalışması. Bugüne dek her maçı ve her sezonunda yaptığı çok şey olumlu ya da olumsuz planlıydı ve amaca tabiydi. Fenerbahçe’de bu durum çok farklı olmayacak


ancak önünde nur topu gibi bir sorun var: Diego! İsmail Kartal sürecinde Diego, yanlış kullanım ve aslında oyuncu profilini anlayamamak sebebi ile sorun olmuştu. Diego’nun üçlü orta sahada çift yönlü oyuncu vasıflarına sahip olduğunu düşünmek büyük gafletti ki bu aslında kazanılan Galatasaray maçı dahil çok maçta gözler önüne serildi. Pereira’nın ilk imtihanı bu maçlardaki sorunu teşhis edip önüne geçmek olacaktır. Zira özellikle seken top kovalamayan, daralmayan oyunculara karşı sertliğini göz önünde bulunduracak olursak Diego gibi yetenekli bir ayaktan faydalanmak için İsmail Kartal’ın çoğu zaman yapamadığını yapıp iki kanat oyuncusundan birini feda etmesi gerekebilir. Feda etmekten kasıt şu; O oyuncunun aslında üçlüde Diego’nun yerini alıp asli bek takibi görevinin yanı sıra merkeze yanaşıp sert pres yapması ve seken toplara katkıda bulunması. Diego’nun da buna müteakiben skor katkısı ile cevap vermesi ve bu şekilde asimetrik bir 4-3-3 oluşturması gerekecek. Pereira’nın Diego’dan yararlanmak isteyip istememesi ve yararlanırsa nasıl yararlanacağı en çok merak edilen sorulardan bir tanesi olacaktır. Bunun için de özellikle yapacağı takviyeleri beklemek ve buna bağlı olarak temel amacını çözmek şu anki verilerle bir öngörü yapmaktan daha sağlıklı bir yaklaşım olacaktır. Pereira’nın gelişi Mehmet Topal ve dolayısı ile beklerin etkinliği konusunda ikinci bir soru işaretini beraberinde getirecek. Eğer Topal haricinde merkezi kapatabilecek, savunma yetileri belli bir standardın üstünde olan iki futbolcu kullanırsa Mehmet Topal’ın tek olarak kendi alanını savunması daha mümkün olacak. Bu da Porto’daki Fernando etkisinin bir değişiğini meydana getirecek. Stoperlere çok yakın oynattığı Fernando sayesinde iki hücum bekinden de iyi faydalanan Pereira, akıllara hemen Caner ve Gökhan’ı getiriyor. Ve doğal olarak ikisinin de formda olduğu dönemlerde

vereceği hücum katkısını. Özellikle bunlar birleştiğinde yerel arenada zaten durdurulması oldukça güç bir düzen ortaya çıkıyor. Olimpiakos dönemindeki gibi ön liberonun da olduğu ikili bir hat kurmayı arzu ettiğinde ise bekleri oyuna dahil etmede daha büyük bir sıkıntı yaşanıyor, ki ‘tatminkar futbol oynatmadı’ eleştirileri bundan yola çıkarak daha algılanabilir bir hale geliyor. Bunun da antitezi ‘kendi takımını kurmadı’ ve ‘sadece skor almak için göreve geldi’ şeklinde getirilebilir tabii.

Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi’ne en son 2008/09 sezonunda katıldı. Taraftarın Pereira’dan en büyük isteği bu sezon da Şampiyonlar Ligi’ne katılmak.

Türkiye zor bir ülke ama Portekiz, Arabistan ve Yunanistan gibi yerlerde çalışmış bir insan için buraya uyum, kariyerli bir teknik adama göre daha kolay olacak. Pereira özellikle omurgası yer yer defolu ve yaşlı olan, kanatları da bekleri dışında kocaman bir sıfır olan bir takım alıyor. Bir nevi enkaz toparlama. Yapacağı hamleler ve istediğini takımına empoze etmesi için ise çok kısıtlı bir zamanı var. Aslında ip üstünde


çok erken yürümeye başlayan bir cambaz. İlk sarsıntıları olumlu atlatabilirse özgüven artışı ile dengesini daha doğru oturtacaktır. “Avrupa’da başarı istiyoruz” demesi de gayet normal. Onun için Avrupa arenası hala eksik bir arena. Domestik bazda lig şampiyonluklarına alışık olan Pereira’nın Avrupa’da kayda değer bir başarısının bulunmaması onu bu alanda da arzulu kılacaktır. Ancak bunun yolu da doğru kadro mühendisliği ve özellikle geçiş oyunlarını hem savunmada hem hücumda daha iyi oynamaktan geçiyor. Porto döneminde Moutinho ve Lucho gibi görece ağır ayaklarla hızlı hücum ve hızlı savunma oynamakta zorlanan, ve maç temposunun yükseldiği dakikalarda dağılan takımından gerekli notları çıkarıp İstanbul’a taşıyıp taşımayacağı kilitlerden birisi olacak. Zira ligde kapanan takımların dengesini bozmak ne kadar önemliyse Avrupa arenasında farklı tempolarda oynayabilmek, bazen de o kapanan takım olabilmek oldukça önemli. Fenerbahçe yıllardır hızlı hücumlara çıkan bir takım olmadı ve aslında Pereira’nın değiştirmesi gereken en önemli kimlik de bu. İstisnalar harici son yıllarda

hep düşük tempo futbolu oynayan takıma hız katmak ve taraftarı da ardına almak. Velhasıl kelam, Pereira’nın planları, düşünceleri ve istedikleri bu ligde zirve hedefleyen bir takımda olması gerekenler ile birebir örtüşüyor. Özellikle de yerel bazda rakiplerinin hep kapandığı ve hep kapalı savunma açmak zorunda kalmış olması Fenerbahçe teknik direktörlüğü için önemli bir done. Pereira’nın hala gelişiminin içinde olan ve kalıp dışına çıkmaktan çok da korkmayan bir teknik adam olduğunun altını da kalınca çizmek gerekiyor. İşin teorik kısmı tamam, şimdi sıra pratikte. Kadrosunu doğru kurup hem takımını rollerine, hem de camiayı oyunu ile ikna etmeyi başarırsa gerisinin de gelmesi sürpriz olmaz. Ancak rol dağılımında bir sıkıntı ve hamlelerde eksiklik ise soru işaretlerini beraberinde getirir. Diego’yu kullanmayı başarıp orta sahadaki üçlüyü sahaya nasıl yayacağının cevabını bulabilirse Pereira’nın yolu açık olacaktır. Olmalı da, çünkü Fenerbahçe’nin bu sezon hem yerel anlamda hem de Avrupa’da mesaj vermeye ve ilerlemeye, başarılı olmaya ihtiyacı hiç olmadığı kadar fazla...


Analiz HF181

Bahadır Bozkurt

Her ne kadar Slaven Biliç sonrası dönem olarak atfedilse de bu dönemin ilk temelleri Samet Aybaba döneminde atıldı. Maç sonlarına yıldırımlar düşüren Aybaba’nın hücum futbolu, Slaven Bilic döneminde daha akıllı ve kolektif bir oyuna evrildi. Yolun sonunu bir türlü göremeyen Beşiktaş, bir performans ustasının ellerinde yükselecek; Şenol Güneş


Futbolda yeni sezona ümitlenmek, adettendir. FEDA sezonu ile bir miladı başlatan Beşiktaş, camia olarak rejenerasyon içerisine girerek bir yenilenmenin son dönemecinde. Bu dönem içerisinde sportif anlamda elde edilemeyen başarıların yanı sıra statsız geçen iki yılın ardından kan değişimine giden Beşiktaş, Şenol Güneş ile sezona merhaba demeye hazırlanıyor. Genç ve potansiyeli yüksek kadrosuyla şu anda Şenol Güneş ideal bir seçim olacak gibi. Agresif bir hücum futbolunu tercih edecek olan tecrübeli hoca, hem kendisinin hem camianın özlenen şampiyonluğunu elde etmek için bu uzun maratonda mücadele edecek. FEDA’dan vedaya ince çizgiler Samet Aybaba döneminde Olcay Şahan, Oğuzhan Özyakup ve bir önceki sezon takıma katılan Veli Kavlak ile başlatılan gurbetçi oyuncu açılımına, Slaven Biliç döneminde Gökhan Töre, Günay Güvenç, Kerim Frei gibi isimlerle devam edilerek yeni kadronun iskeleti iki sezona yayılan transfer politikasıyla gerçekleştirildi. Aybaba döneminde inişli-çıkışlı oynanan kamikaze futbolunun ardından Önder Özen’in futbol direktörü olmasıyla değişim rüzgârları daha hissedilebilir hale dönüştü. Lucien Favre gibi birkaç teknik adamdan çeşitli nedenlerle olumsuz cevap alındıktan sonra süreç Slaven Bilic’le tamamlandı. Türk futbolunun gurbetteki yeteneklerinin

Biliç ile iyi sinyaller verdiği düşünülerek ikinci sezona da devam kararı alan yönetim, gelmeyen başarının ardından Hırvat hocayla yollarını ayırdı. Bu dönem içerisinde Samet Aybaba altyapıdan bazı isimleri takıma kazandırmaya çalışırken herhangi bir somut başarı elde edemese de, Biliç’in ele tutulur olarak Atınç Nukan’ı şu anda takıma kazandırdı. Şenol Güneş döneminde bu isimlere yeni isimlerin katılması uzun vadede istenilen bir konu başlığı olacak. İki teknik adamın da zor şartlar altında çalıştığı bir gerçek. Samet Aybaba’nın lig maratonu boyunca defansif kurgudaki aksaklıkları giderememesi, Slaven Bilic’in ise rakipleri iyi analiz etmesine rağmen maç içerisinde hamle yetersizlikleri iki teknik adamı yol ayrımına getiren en önemli unsurlardı. Bilic dönemindeki en büyük eksilerden bir tanesi olarak hatırlanacak olan derbi sendromlarına, son dönemdeki serbest düşüşle beraber ligin zirvesinden kopup, sezon tamamlanmasına 2 hafta kala matematiksel olarak şansın yitirilmesi yönetimi yeni arayışlara itti. Performansların böylesine düştüğü bir dönemde formayı adaletli dağıtmadığına inanılan Hırvat hoca eleştiri oklarının hedefindeki isim oldu.


Medya tarafında Samet Aybaba “gülümseterek”, Slaven Bilic “karizmasıyla” umut dağıttı. Samet Aybaba’nın nüktelerinin, Slaven Bilic’in karizma çabalarının belli zamanlarda dozunu fazlasıyla kaçırdığını söylesek abartmış olmayız. Bu dönemlerin bile takımı yıpratma payının olduğu aşikâr. Özetle, değişimin başladığı süreçte Aybaba belli ölçülerde takıma katkı sundu, Bilic ise kendinden önceki takımın iskeletini tam anlamıyla oturtarak bayrağı bir adım daha öteye taşıdı. Bayrağı devralan Şenol Güneş de oyun planını daha hücum gücü yüksek olarak kurgulayıp, dalgalı performans gösteren isimlerden maksimum düzeyde verim almak için çalışmalarına başlayacak. Güneş doğdu, şimdi ne olacak? Şenol Güneş’le beraber dünyanın bir tozpembe bulut haline gelmeyeceğini elbette çok iyi biliyoruz. Fakat Güneş’in bu ekiple beraber iyi bir sezona imza atabileceğini öngörenlerin sayısı oldukça fazla. Bunun için doneler yeterli olsa da, en arabesk sezonlardan birinin geride kaldığının unutulmaması gerekiyor. İlk olarak bu olguyu

ele aldığımızda, Şenol Güneş’te bu baskının rahatlıkla altından kalkabileceğinin pırıltıları bulunuyor. Özellikle Trabzonspor’u çalıştırdığı dönemlerde yerel medyanın baskısıyla beraber tartışması hala bitmeyen sezonları geride bırakan Şenol Güneş, siyah-beyazlı ekibin bu seneki travmasının etkilerini kısa sürede silebilir. Takım, Türkiye’nin dinamiklerini farklı kulüplerde tecrübe eden ve Dünya Kupası’na katılan, milli takımın başında olan bir hocanın artılarını sezon içerisinde mental anlamda hissedecektir. Şenol Güneş tercihinin asıl nedeni ise çalıştırdığı takımlardaki oyuncuların bireysel anlamda kariyerlerinin zirvelerine çıkmaları. Bu anlamda belki de Türkiye’deki açık ara en iyi hoca olarak düşünülebilir. Hücum futbolunu benimseyen Şenol Güneş’in takımında son dönemlerde parlayan isimlere bakıldığında Burak Yılmaz, Fernandao gibi gol krallarına ve Selçuk İnan, Volkan Şen gibi ligin asist liderlerine rastlamak mümkün. Burada Ozan Tufan’dan, Egemen Korkmaz’a, Colman’dan Josue’ye kadar sayılabilecek geniş yelpaze içerisinde en dikkat çeken isimlerden bir tanesi de Engin Baytar


olmuştu. Tanıl Bora’nın, Engin’e gösterdiği sabırla Nobel Barış Ödülü’ne adayı olarak sunduğu isim olan Şenol Güneş, inatla problemli futbolcusunun kariyerine yön veren isimdi. Aynı inadı Volkan Şen’in kâbus gibi geçirdiği Trabzonspor döneminden sonra Bursaspor’da tekrar buluşarak, ligin en iyi kanat oyuncularından bir tanesi yaptığına da şahit olduk. İşte tam bu noktada Beşiktaş’ın ümitleri yeşeriyor. Kadroda Gökhan Töre, Olcay Şahan, Tolgay Arslan, Veli Kavlak gibi önemli isimler potansiyellerini bu sezon ortaya koymuşlardı. Şimdi Güneş’in ellerinde bu isimler sürdürülebilir bir performansa imza atmaya çalışacaklar. Aslında bu konularda en fazla baskıyı görecek ismin Oğuzhan Özyakup olduğu aşikâr. Oğuzhan’ın aldığı altyapı eğitimi ve bugüne kadar koyduğu performansta istenilenin altında kaldığı ortak bir kanı. Şenol Güneş devriyle beraber daha önceki “adam olmaz”(bknz. Volkan, Engin, Burak) denilen profillerin nereye geldiklerine bakıldığında Oğuzhan’ın belki de kariyerinin en önemli fırsatı karşısına çıkmış olabilir. Bu fırsatın aynı zamanda Cenk Tosun’a da, potansiyeli yüksek Kerim Frei’a da geldiğini biliyoruz. Özellikle Demba Ba’nın olası transferinin Cenk’in yolunu açabileceğinin de altını çizebiliriz. Teknik heyet Bilic’in ardından ayrılan bir isim de kaleci antrenörü Jose Sambade oldu. Önder Özen’in

ısrarları sonucu teknik heyete dâhil edilen bir isimdi. Önder Özen’i referans olarak aldığımızda, dünyanın en iyi birkaç kaleci antrenörü arasında gösteriyordu. Sambade’nin iki yıllık çalışmasının kalecilerin performansına olumlu yönde etki ettiğini gördük. Beşiktaş sezonu Tolga’yla açtı, sakatlıklar nedeniyle Cenk ve Günay ile devam etti. Ortalama olarak kalecilerin performanslarının bu sezon itibariyle iyi olduğunu söylemek salt bir iyimserlik olmayacaktır. Sezonun sona ermesiyle beraber Kasımpaşa’ya transferi gündemde olan Sambade, Önder Hoca’yla tekrar çalışma fırsatını bulacak gibi. Bu açıdan değerlendirdiğimizde Şenol Hoca’nın takımın başına geçmesi Beşiktaş için avantajlı bir nokta olacak. Son dönemini ele aldığımızda Şenol Hoca’nın lige armağan ettiği kaleciler arasında; Onur Kıvrak, Tolga Zengin ve Harun Tekin gibi isimleri bir çırpıda sayabiliyoruz. Eski bir kaleci olan Şenol Güneş çalıştırdığı takımlarda yeni isimlere eldiven teslim etmekten çekinmiyor. Özellikle Günay ve Cenk gelecek sezon içerisinde büyük çıkışa imza atabilirler. Şenol Güneş’in takımını kabaca tasvir edeceksek hep tutanı ve atanı iyi takımlar oluşturmuştur. Bu kadar tempolu oynayacak bir takımın olmazsa olmaz olan iki şartından bir tanesinde oluşacak aksaklık, işleri tersine döndürebilir. Özellikle önde kurulan defans dörtlüsünün bir anlamda anlamı,


Günay ve Cenk’e daha fazla iş düşeceğidir. Şenol Güneş’in ekibinde yer alacak isimlerden bir tanesinin de kondisyoner Miguel Peiro. Şenol Güneş, çok koşan ve agresif bir takım ortaya koymak adına beraber çalıştığı İspanyol kondisyonere heyetinde görev veriyor. Daha önce Atletico Madrid, Valencia gibi La Liga’nın önemli ekiplerinde görev alan İspanyol kondisyoner, Mustafa Reşit Akçay’ın isteği üzerine Trabzonspor’a transfer olmuştu. Geçtiğimiz sezon Bursaspor’da Şenol Güneş’in heyetinde görev alan Piero’nun, Beşiktaş’ta görev almasının gelecek sezon için artı bir değer olacağı aşikâr. Son olarak yardımcı antrenör görevine Sergen Yalçın’ın teknik heyetinden transfer edilen Tamer Tuna Beşiktaş için önemli bir kazanım olacaktır. İki sezondur düşme hattındaki takımları (Gaziantepspor ve Sivasspor) kümede tutma mücadelesinde tecrübelenen Tamer Hoca, ligi iyi bilen antrenörlerden bir tanesi. Yönetim burada Biliç dönemindeki gibi bir hataya düşmeyerek kulübü daha yakından tanıyan bir ismi Şenol Hoca’ya eşlik ettirdiğini görüyoruz. Tamer Tuna’nın teknik direktör seçiminden önce açıklanması, kulübün Biliç döneminde istenmeyen yerli yardımcı antrenör adına günah çıkarttığını görüyoruz. Başarıya açlık Şenol Güneş’in kariyerinde resmi olarak henüz bir şampiyonluğu bulunmuyor. Kariyerinde Dünya Kupası üçüncülüğü bulunan teknik direktör Türkiye

Ligi’nde hâlâ tartışılan şampiyonlukları içinde bulunduran bir özgeçmişe sahip. Şu ana kadar (3 büyük İstanbul kulübünü çalıştırmadan) lig tarihinde aldığı 255 galibiyetle ligin en çok maç kazanan hocası konumunda. Şenol Güneş artık bu kariyerini şampiyonlukla taçlandırmak için kendi motivasyonunu üst seviyeye getirdiğini imza töreninde de gözler önüne serdi. Bu isteğini ortaya koyarken ilk basın toplantısında “çalışmayacak” futbolcularına aba altından sopasını gösterdi. Uzun yıllar verilen aradan sonra deneyimi ve motivasyonu en yüksek isim Mustafa Denizli müthiş bir yönetim göstererek mutlu sona ulaştırmayı başarmıştı. Denizli’nin Galatasaray ve Fenerbahçe’den sonra tuttuğu takımda şans bulup şampiyon olma arzusunun, bugün Şenol Güneş’in ruh halinden farksız. Denizli o dönem içerisinde sadece takımı değil adeta kulübü yöneten isim olmuştu. Yaptığı basın toplantıları ve kehanetleri ülke futbolunun dinamiklerini belirleyici unsurdu. Şenol Güneş’in de aynı şekilde basın yoluyla ülke futbolunu belirleyici aktörlerden bir tanesi olacağını daha önceki sezonlarından görebiliyoruz. Menemen, bu hikâyenin asıl kahramanlarından birisidir. Samet Aybaba döneminde mikro harcamalarla makro başarıları hedefleyen camianın bir metaforu haline gelmişti. Taraflı tarafsız sempatiyle bakılan günleri Slaven Biliç’in mutfağında harmanlayan siyah-beyazlılar, şimdi deneyimli Şenol Güneş’in ellerinde pişirilecek bir yemeği uzun süre sonra tatmak istiyor. Menemen neydi? Menemen umuttu, emekti.


Büyüteç HF181

Ceyhun Kaplan

Fenerbahçe transferdeki ilk somut adımını Kjaer ile atıyor. Peki Danimarkalı oyuncu sarı-lacivertlilere neler katabilir?


Fransa’da oyuncu ihracatı konusundaki liderlik tahtını Lyon’dan devralan Lille kulübü, bu seneki kötü sonuçlara rağmen oyuncu pazarlamaya devam ediyor. Moussa Sow’un eski kulübü, geçen sezon Origi’yi 14 milyon euro’ya Liverpool’a satma başarısı göstermişti. Bu seneki piyango da Kjaer olacak gibi gözüküyor. Simon Kjaer’nin kariyeri ne kadar sıra dışı bir oyuncu olduğunu gösteriyor. Genç yaşlarda Palermo’da büyük sorumluklar altında ezildi. İyi başlangıç sonrası ondan liderlik vasıfları beklendi ve gelişimini tamamlamadan kişiliği ön plana atıldı. Elbette Vikinglere benzeyen, lider özellikleri olan bir futbolcu bu role layık görülebilir, fakat performansı inişli çıkışlı olan ve oyun stili henüz oturmamış bir gençten burolü doldurmasını beklemek gelişimi kısıtlayabilir. Wolfsburg’da aradığını bulamayan Kjaer, Roma’da tekrar şansını denedi. Palermo’daki ilk dönemleri ve ardından Wolfsburg’daki ilk senesinde ulaştığı istikrarı dominant bir takım olmaya çalışan Roma’da gösteremedi. İki sezon önce Lille’e imza atmasıyla kariyerinde en akıllı kararı almış oldu. Rudi Garcia döneminin aksine oyunu daha geride başlatan, topu rakibe bırakmayı seçen ve hızlı ataklarla dengeleri bozan bir takımda parlamaya başladı. René

Girard, rakibi bozmak için plan yapmayı seven, bu anlamda oyuncularına her maç özel görevler veren profilde bir hoca olunca Kjaer de oyunu dar alanda oynamayı bilen ve rakibini kompakt bir şekilde karşılayan bir kurguda savunma yönünü epey geliştirdi. İtalya ve Almanya’daki Simon Kjaer topu sevdiği için önce savunmacı olduğunu unutan stoper profili çiziyordu. Lille’deki iki sezon boyunca ise asıl görevini hatırladı. Atletizim konusunda üst düzey stoperlerin seviyesinde olmasa da oldukça hızlı ve hamleleri çabuk bir isim. Dahası İtalya ve bilhassa Fransa’da sertlik ve pozisyon alma konusunda gözle görülür ilerleme de kaydetti. Rakibini boş bıraktığı anlarsa yetersiz pozisyon bilgisinden ziyade konsantrasyon eksikliklerinden kaynaklanıyor, ama bu umursamaz hallerinin de son 1 senedir minimuma indiği söylenebilir. Fenerbahçe’ye transferi Kjaer transferi, Fenerbahçe yönetimi ve teknik kadrosu açısından oldukça beklenmedik bir hamle oldu. Menajeri Mikkel Beck, İngiltere’de çok sağlam ilişkilere sahip bir isim. Adı Southampton ve West Ham ile bir çok kez anılan Kjaer, Fransa’da Lyon’un da radarına girdi. Yüksek bonservisi bir yana, Lyon’un hocası daha


teknik ve oyun kurma becerisi daha yüksek bir stopere yönelmeyi tercih etti. Finsansal sorunlar yaşayan Lille’nin Kjaer’i satması uzun zamandır bekleniliyordu. Avrupa karnesi çok kötü olan (Avrupa Ligi’nde maç kazanamadan grubu sonuncu bitirdiler), ligde bekleneni veremeyen LOSC’un parlayan ender oyunculardan biriydi Kjaer. Soru işareti asıl burada; kötü giden takımda parlayan oyuncu mu tercih edilmeli, yoksa işleyen bir düzenin gizli kahramanı mı? Fenerbahçe’de ne yapar? Kjaer bu anlamda kesinlikle dominant bir takımda parlamamış oyuncu etiketi ile geliyor Fenerbahçe’ye. Hatta onu parlatan, tıpkı geçmış yıllarda Chedjou’yu parlatan gibi Marko Basa oldu. Basa için John Terry’nin Ricardo Carvalho’su diyebiliriz. Kjaer geçtigimiz sezon yaşadıgı çıkışı Basa ile kurduğu tandeme borçlu. Fenerbahçe’de aynı bağı Bruno Alves’den ziyade Egemen’le kurabilir fakat onun da takımdaki geleceği şimdilik muamma. Kjaer’nin oyun kurma becerisi yıllardır tartışılıyor fakat oyun kurma çabası her zaman gözlemlenen bir oyuncu. Bu anlamda tekniğinin geliştiğini söylemek pek de mümkün değil ama ne zaman uzun veya ara pas atılıp atılmayacagını yavaş yavaş kavramaya başladığı söylenebilir. Simon Kjaer bu sezon gördüğü kartların çoğunu

oyun dışı agresifliği yüzünden değil sertliğinden dolayı gördü. Bu anlamda yine Bruno Alves’ten ziyade Egemen’e benziyor, rakiple didişmekten uzak durup, birebir pozisyonlarda aşırı sertlikle cezalandırılıyor. Bruno Alves’e benzeyen yönleri de var. Savunmada topla buluştuğunda sağ çizgiye yanaşmayı seviyor, rakipleri orta sahaya kadar takip etmeyi ihmal etmiyor. Hocanin vereceği göreve dayalı bu huyundan vazgeçmesi de mümkün keza René Girard yıllardır iki stoperinden birini bu şekilde kullanan bir isim. Kariyerinin en iyi dönemine giren Kjaer, tarz olarak Fenerbahçe’nin aradığı stoper olabilir fakat kariyeri boyunca sadece geçtiğimiz yıl istikrar sağlayabilen bir oyuncunun vereceği katkı her zaman tartışmaya açıktır. Mevcut stoperler Bruno Alves ve Egemen Korkmaz’ın aksine, Simon Kjaer’nin artıları da eksileri de az diyebiliriz. Topsuz alandakı oyununu geliştirmesi zaman aldı ve tam kıvama geldiği dönemde dominant bir takımda boy gösterecek. Bir üst seviye oyuncu klasmanına girmek için eline geçen fırsatı iyi kullanırsa uzun yıllar Fenerbahçe’nin stoper sorununu giderir, aksi taktirde Roma’da yasadığı zor döneminin aynısını Türkiye’de yaşar. Kendisi için verilen bonservis rakamının getireceği baskının altında ezilirse kariyerindeki çıkışının Fenerbahçe ile son bulması fazlasıyla ihtimal dahilinde.


Profil HF181

Emre Çelik

“Luis Enrique savaşmayı ve acı çekmeyi seven bir milyarder” Victor Gonzalo


Geride bıraktığımız sezon kazandığı 3 kupa ile Avrupa’yı zirvede tamamlayan Barcelona’da hiç şüphesiz bu başarının mimarlarının başında gelen isim Luis Enrique. Hocalığını, daha doğrusu teknik taknik bilgisi ile bu yöndeki uygulamalarını, bir kenara koyduğumuzda Luis Enrique denince akla gelen ilk sıfatları savaşçı, mücadeleci, sözünü sakınmayan ve asla pes etmeyen olarak sıralamak mümkün. Zaten şampiyonlukta da bir dönem lider Real Madrid’in 6 puan gerisine düşmesine, takım içinde ve dışında birçok problem yaşanmasına, Luis Enrique’ye imza attıran yönetimin sezon sonu ayrılma kararına rağmen asla pes etmemesi kilit bir rol oynadı. İsmi Barcelona ile özdeşleşen Luis Enrique’nin Barcelona’ya yolu aslında çok daha erken düşebilirdi. Ama belki de hikâye bu kadar güzel olmazdı. Sporting altyapısından La Braña’ya gidişi de dâhil olmak üzere Barcelona, Isidoro Sánchez’e Luis Enrique’yi izletme kararı almıştı. Kirada geçirdiği sezon bittiğinde Barcelona’ya getirildi ve bir deneme maçına da çıktı. Hatta o maçta Tito Vilanova’da oynadı ama Katalan ekibininde o dönem altyapı kordinatörü olarak görev alan Luis Romero, Luis Enrique’nin

performansından tatmin olmayınca Isıdoro Sánchez’e izlemeyi bırakabilirsin talimatını verdi. Barcelona cephesi aslında haksız sayılmazdı; Gijon’a dönüşünde Sporting de Luis Enrique’ye kontrat verme konusunda kararsızdı. Fakat o zamandan geleceğin sinyallerini fazlasıyla veren Luis Enrique gidip Sporting’in ezeli rakibi Oviedo ile ön sözleşme imzalayınca gönlündeki kulüp olan Sporting’den istediği sözleşmeyi kaptı. Luis Enrique, Sporting’de özellikle ikinci sezonunda parladı. Hatta Camp Nou’da ceza sahasının dışından sol ayağıyla Zubizarreta’ya harika da bir gol attı ama Barcelona için hâlâ istenen yıldız değildi. Yönetim, Luis Enrique için “Henüz içi açılmamış bir kavun gibi” tanımını yapmıştı. Johan Cruyff da “Luis Enrique iyi bir oyuncu ama henüz yıldız seviyesinde değil” dedi. Fakat Real Madrid cephesi Barcelona ile hemfikir değildi ve sözleşme fesih bedelini ödeyerek Gijonlu genci kadrosuna kattı ve Gijon’da gollerinden dolayı Lucho lâkabını alan Luis Enrique aslında bir golcü değil savaşçı olduğunu herkese gösterme


şansı buldu. Sağda, solda, Michel sakatlanınca orta sahanın göbeğinde, ileri uçta kısacası her yerde oynuyordu. Nisan 1995’te Ricardo Gallego köşesinde Luis Enrique’nin savaşçılığına vurgu yapıyor ve “Sağda ya da solda, santrforda ya da orta sahada oynamak onun için fark etmiyor. Tam bir profesyonel gibi hangi pozisyonda olursa olsun en iyi performansı ortaya koymak için elinden geleni yapıyor. Bu çok yönlülük her koçun isteyeceği bir şey. Dahası değeri verilmeyen bir amatör ruha da sahip” ifadelerini kullanıyordu. Lâkin Luis Enrique’ye o hak ettiği değer bir türlü verilmedi.

toplantısında Luis Enrique’yi dinlendireceğini açıklayınca Lucho’nun verdiği “O kadar dinlendim ki 60 ya da 70 yaşıma kadar futbol oynayabileceğim” cevabıyla da ipler tamamen kopmuştu. Geri adım atan taraf Redondo’nun da rahatsızlığından dolayı kadrodan çıkarılmasıyla Valdano oldu ama daha o günlerde sezon sonu serbest kalacak olan Luis Enrique’nin ne olursa olsun takımda kalmayacağı açıkça biliniyordu. Nitekim Ocak ayının ardından da imzayı attı fakat beklenenin aksine memleketi ve altyapısından yetiştiği Sporting’e değil, Madrid Barajas Havaalanı’nın otoparkında Barcelona’ya...

Tıpkı Mourinho döneminde olduğu gibi Real Madrid kadrosu bir tarafta Valdano, Raul ve Redondo üçlüsünün başı çektiği grup diğer tarafta da Laudrup ile Luis Enrique’nin ekibi olmak üzere ikiye bölünmüştü. Laudrup da Luis Enrique de hem takım içinde hem de tarafarlar tarafından hak ettikleri muameleyi görene kadar geleceklerine dair en ufak bir açıklama yapmamak, mümkün olduğunca diğer konularda da konuşmama kararı alarak yönetimi tehdit etti.

Yıllar önce denenip beğenmediği kulübe ne yapıp edip dönerek yılların intikamını almıştı. Fakat Barcelona kariyeri, geçmişe kıyasla takım içi ilişkileri açısından son derece sakin ve istenen şekilde başladı; öyle de devam etti. Luis Enrique’nin imzayı atmasının ardından Barcelona’da yaptıkları değil, Luis Enrique’nin Barcelona’yı sahiplenmesi ve kendi ifadesiyle “kabus gibi geçen” Real Madrid macerasının ardından yeni kulübüne 4 elle sarılması onu kaptanlığa yükseltti. İmzayı attığı sezon yaptığı “Eski çıkartmalarda ya da televizyonda kendimi Real Madrid formasıyla görünce çok garip geliyor. Bence bordo-mavi bana çok daha fazla yakışıyor”

Luis Enrique de hakkını arama konusunda hiç geri adım atmadı. Valdano, Ekim ayında oynanan Albacete ile oynanacak maç öncesi basın


demesi ya da yıllar sonra 1996’da Barcelona formasıyla ilk kez çimlere ayak bastığı gün için “Sahaya çıktığım ilk anda binlerce insan arkamdaydı” demeçleri Luis Enrique’yi Barcelona adına özel kılıyor. Bir bakıma hikâyeyi başlatan karşılıklı sevgiden başka bir şey değil. Fakat şu da var ki daha Real Madrid’in sözleşmeli oyuncusuyken Luis Enrique’nin başkaldırmaya cüret etmesi Lucho ve Barça’nın yollarının kesişmesinin yegane sebebi. Barcelona kariyeri, kolektif başarı açısından ise Luis Enrique için pek de istediği gibi gitmedi. Fakat Luis Enrique savaşçılığıyla, yırtıcılığıyla, liderliğiyle takımın temel taşı olmayı başardı. Prosinecki ve Hagi gibi isimlerin de Real Madrid’den gelmelerine rağmen tutunamamalarının en büyük sebebi de futbol kalitelerinden ziyade bu faktör oldu. O takımın bir parçası olan Stoichkov da bu durumu “Giga inanılmazdı. Ayrıca en iyi arkadaşımdı. Fakat Real Madrid’de forma giydikten sonra Barcelona’da tutunabilmek bambaşkadır. Prosinecki’ye de bakabilirsiniz. Tek tutunabilen, Barcelona’ya gelip formayı kapabilen içlerinde kişilik olarak da en inatçısı olan Luis Enrique’ydi” sözleriyle aktardı.

Savaşçılığıyla takımın vazgeçilmezi oldu ama Real Madrid günlerini de hiç unutmadı. 1997/98 sezonunda La Liga’da yılın oyuncusu seçilmesinin bir sezon ardından Bernabeu deplasmanında attığı golü formasını çıkarıp Ultra Sur’un önünde biraz da abartarak kutladı ve maçın ardından “Size kötü davranıldıktan sonra intikam almanın daha iyi bir yolu olamaz” dedi. Real Madrid Başkanı Lorenzo Sainz kendisini eleştirince de “İsterlerse bir dahaki sefer gol attığımda ağlayayım. Ben işimi yapıyorum. Buradaki insanlar bana bağırmak için bilet parası veriyorlarsa bırakın bağırsınlar. Zaten Bernabeu’da ıslıklanmaya alışkınım. İnsanların ne dediği umurumda değil. Barcelona formasını taşıdığım için gurur duyuyorum” sözlerini kullandı. Sid Lowe’ın deyimiyle Real Madridle olan husumeti Barcelona taraftarının onu sevmesini sağladı ama Luis Enrique’yi gönüllerde ayrı bir yere koyan oyun tarzıydı. Rakibin top kaybederek yediği, kendi kalesine attığı gollerin büyük çoğunluğunun altında Luis Enrique’nin ekstra mücadelesi vardı. Takım son 40 senenin en kötü iki sezonundan birini yaşarken ayakta kalmak için en fazla çaba


sarf eden oyuncu olduğu için taraftar nezdinde ayrı bir yer edindi. 1942’den itibaren Barcelona ilk kez 5 sezon üst üste kupasız kapattığında gemiyi terk etmediği için Luis Enrique, Barcelona adına sadece bir kaptan olmanın çok ötesindeydi. Luis Enrique futbolu bıraktıktan sonra da

Luis Enrique ilk defa 2005 New York maratonunda koştu ama 3 saatin 14 dakika üzerinde kaldı. Amsterdam Maratonu’nda ise sadece 14 saniyeyle 3 saat hedefini kaçırdı. Fakat sonunda Floransa’da 2:57:58 ile hedefine ulaştı. Artık Maraton hedefine ulaşmıştı ama Luis Enrique’nin bir şeylerle uğraşması gerekiyordu. Zaten hocası Victor Gonzalo’nun bisiklet geçmişinden dolayı antrenmanlarının çoğunu bisiklet kullanarak yapıyorlardu ve triathlona geçiş yaptı. Fakat triathlon da kesmedi ve dünyanın en zorlu yarışlarından olarak bilinen Marathon des Sables’e (Çöl Maratonu) katılıp bitirdi. Ironman yarışlarına katıldı ve teknik direktörlüğe de başlamasına rağmen dağ bisikletini de bir an olsun bırakmadı. Roma’da işler istediği gibi gitmedi, sahada oynanan futbol dışında da birçok problemle savaşmak zorunda kaldı ama bu sefer kaybeden taraftı. Celta’da kendisini toparladı, Barcelona kariyeri de istediği gibi başladı ama uzun vadede başarı için Luis Enrique takımın alışık olmadığı

mücadeleyi bırakmadı. Kişiliği onu gerektiriyordu. Önce sörfe merak saldı, ardından maratoncu oldu. Önüne de bir hedef koydu; 3 saatin altında maratonu tamamlamak. Hocası Victor Gonzalo ile tanıştı ve kendisini adeta bu işe adadı. Gonzalo, Lucho için “Luis Enrique savaşmayı ve acı çekmeyi seven bir milyarder. Futbol kariyeri bitti ama Luis Enrique’nin bir şeylerle uğraşmadan yaşayabileceğini düşünmüyorum” sözlerini kullanırken haksız sayılmazdı. “Kesinlikle sıradan biri değil. Onun ağzından ‘Tamam, bunu da yarına bırakalım’ gibi bir şey asla duymazsınız. Bu da ilk başta beni çok şaşırtmıştı çünkü böyle bir kariyeri geride bırakan birinden beklemiyordum. Sürekli mücadele etmek istiyor ve yaşaması için de mücadele etmesi şart.”


yönde birçok değişime gitmeyi tercih etmişti. Pique’ye acımadı, Neymar’ı dönem dönem kesti, 29 hafta boyunca aynı 11’i üst üste kullanmadı ve hatta Messi’yi bile karşısına aldı. Bu süreçte hatalar da yaptı ama takımdaki herkesin tıpkı zamanında kendi yaptığı gibi formayı hak etmesi ve bunun için maksimum performans göstermesi gerektiğini açıkça gösterdi. Takımın oyun tarzında da ufak değişikliklere gitti ama Suarez’in döndüğü; bu değişimin uygulamaya konulduğu ilk bölümde problem yaşadığı dönemde zaten takım da ikinci sırada olunca fazlasıyla eleştirildi. Fakat geri adım atmadı; önce “Av sezonu açıldı” diyerek eleştirilere meydan okudu, ardından da “Kaybettiğimizde rotasyonun iyi olmadığını, hatta felaket olduğunu söyleyecekler. Fakat sezon sonunda her kupayı kazanabilmemiz için takımı en diri şekilde tutmam şart” sözlerini kullandı. Açıkçası o dönem değil üç kupa, La Liga’nın kazanılacağına bile birçok kişi inanmıyordu ama mücadeleyi, savaşı kazanan taraf Luis Enrique oldu. Son derece dinç ve ısıran, Barcelona ile özdeşleşmiş pozisyon futbolunun yanında gerektiğinde ok gibi rakip kaleye gidebilen ve geçiş hücumlarında örnek teşkil eden bir takım yaratmasının yanında Messi’yi ve Pique’yi tekrar eski günlerine döndürmesi, Neymar ve Suarez’i tam potansiyelle kullanabilmesi, sezon öncesi birçok kişinin burun kıvırdığı Rakitic’ten son derece kilit bir parça yaratması, Dani Alves’i

tekrar kazanması ve daha niceleri, en fazla eleştirildiği ve kovulacak dendiği dönemde bile geri adım atmamasından kaynaklanıyor. Sezon başında Luis Enrique’ye “Barcelona’nın üç kupa kazanması mı yoksa Sporting’in tekrar La Liga’ya yükselmesi mi?” diye sorulduğunda “İkisi de benim kulübüm. Malesef bir seçim yapamam ama umarım ikisi de gerçekleşir” sözlerini kullanmıştı. Sporting son haftaya üçüncü sırada girdiği Liga Segunda’da savaşmayı bırakmadı ve La Liga’ya dönmeyi başardı. Lucho ise yaklaşık 10 ay süren sezonun 8 ayı boyunca hep eleştiri oklarının merkezindeydi, sürekli sorgulandı, yarışta avantajı kaybetti, düştü ama her seferinde bir yolunu bulup ayağa kalkmayı bildi. Kazanılabilecek her şeyi kazanmasına ve kulübün en büyük efsanesi Pep Guardiola’nın her şeyi silip süpürdüğü 2008/09 sezonunu da istatistiksel olarak her açıdan geride bırakmayı başarsa da (Galibiyet, beraberlik, mağlubiyet, atılan gol, yenilen gol, galibiyet yüzdesi, gol yemeden tamamlanan maç v.b.) rağmen şampiyonluklara rağmen anında kalacağını açıklamayarak kendisine tahminen “savaşıp ulaşmak için” yeni bir hedef yarattı. Bunu yapıp yapamayacağını zaman gösterecek ama şurası kesin ki kendi koyduğu hedefi gerçekleştirmek adına sonuna kadar savaşacağı ve bunu kendi metodlarıyla yapacağına dair en ufak bir şüphe yok.


Profil HF181

Fırat Topal

Ülkemizdeki başkan profillerini tartışırken onların bolca hoca değiştirmesini, hakemlere baskı yapmalarını, siyasilerden yardım istemeleri gibi özellikleri üzerinden eleştiririz. Komşuda ise bizim başkanları kıskandıracak bir örnek vardı: Sokratis Kokkalis


Türkiye’de kulüp başkanlarının zaman zaman yaptığı ve futbolu yönetenleri hedef alan açıklamaları, o takımların lehine yapılan bazı hatalar takip ettiğinde genelde aynı yorumlar yapılır: Başkanların futbola el attıkları, federasyon ve MHK başkanlarıyla “gizli konuların” konuşulduğu, yemekler yendiği, şampiyonun çoktan tayin edildiği ve bu ligin bu hakemlerle bitmeyeceği... Balkanlar bu söylentilere yıllar boyu ev sahipliği yapmış bir yer. Yugoslavya, Romanya, Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk ve hatta daha doğudaki Rusya ile Ukrayna, hem siyasi aktörlerin futbola bulaşmasından (Çavuşesku gibi) hem de şike skandalları sebebiyle uzun süre çalkalandılar, hala da her yıl yeni olaylar patlak veriyor. Bir de işini perde arkasında yürüten, adı üzerinde sürekli spekülasyonlar dönse de foyasını ortaya çıkarmadan faaliyetlerini sürdüren isimler var. İşte bugün bu adamların en ünlülerinden, komşu Yunanistan’da son 20 yılda tek hakim haline gelen Olimpiakos’un, 2010’da görevi bırakan başkanı Sokratis Kokkalis’den bahsedeceğiz. 1993 yılı Yunanistan Ligi için bir dönüm noktasıdır. Bu tarihten önce Olimpiakos’un

son kez şampiyon olduğu sezon 1986/87’dir. 1981-1983 arasında kulübe iki şampiyonluk kazandırmış olan Alketas Panagoulias 1986’da kulübe döner, takımı 1987 şampiyonluğuna taşır. Ardından da Aris’in başına geçer. Başkan George Koskotas göreve Paulos Grigoriadis’i getirir ama Grigoriadis Olimpiakos tarihinin en kısa süre görev yapan hocalarından birisi olarak tarihe geçer. Hollandalı Thijs Libregts’e bırakır. Ancak Libregts de başarılı olamaz. 1988’de, Euro 88 sonrası Rinus Michels’den boşalan teknik direktörlük görevi için Hollanda’ya döner. Koskotas da 1 senelik başkanlık görevinin ardından ortadan kaybolur, mecazi değil ciddi anlamda kaybolur, çünkü sahibi olduğu ve tüm Yunanistan’da 86 şube açan Girit Bankası’nın 132 milyon dolar bütçe açığı saptanmıştır. Adı hortumlamaya karışan Koskotas ABD’ye kaçar. Gittikten sonra da PASOK lideri Andreas Papandreou’yla bankaların arasında önemli bir ilişki olduğunu ve Papandreou’nun banka sahiplerinin skandallarına çanak tuttuğunu iddia eder. PASOK lideri suçlamalardan beraat eder. Koskotas ise suçlu bulunur ve Massachusetts’de hapse atılır. 25 yıllık mahkumiyetinin 12 yılını


yatıp 2001 yılında salınır. Bugün Yunanistan dışına çıkması yasaktır ve 2 ayda bir Atina polisine gidip yoklama vermektedir. Olimpiakos tarihi kısacası skandalların baş aktörlerine tanıdıktır. Saltanatın başlangıcı Koskotas’ın ardından Pire kulübünde başkanlık koltuğuna, Argyris Saliarelis oturur, 1990’da göreve gelen Sovyet futbolunun ve Dinamo Kiev’in efsanelerinden Oleg Blokhin öncesinde daha iki sezon bitmeden 3 teknik adam harcanmıştır. Blokhin takıma iki Yunan Kupası kazandırır ama şampiyonluk hasreti 6 yıla çıkmıştır. Saliarelis başkanlığı bırakmış, koltuğu kısa bir süre Giorgos Banasakis almıştır ama kulübün makus talihini değiştiren hadise gerçekleşir. Uluslararası bahis ve kumar şirketi Intralot firmasını 1992 yılında kuran, şirketin başkanlığını yürüten Sokratis Kokkalis kulübü satın alır. Bu aynı zamanda 18 yıllık bir dönemin başlangıcıdır. Kulüp saha içinde ve saha dışında dökülmektedir. Olimpiakos 25 şampiyonlukla Yunanistan’ın hala süper gücüdür, ama PAO son 10 yılda kazandığı 6 şampiyonlukla arayı kapatmış ve 18 şampiyonluğa gelmiştir. Kokkalis’in babası Petros Kokkalis, Yunan solunun liderlerinden bir tanesidir ve Sovyet Bloku’nda yetişmiştir. Yunanistan Sivil Savaşı sırasında mecliste de görev almıştır. Kokkalis Jr. de Sovyetler Birliği ve Doğu Almanya’da öğrenim görmüştür. Kokkalis’in ilk döneminde hocalar çok sık değişir. Antonis Giorgaidis, Apostolos Filis, 1991’de Red Star ile Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kaldıran Ljupko Petrovic, tekrar Hollandalı Thijs Libregts, Nikos Goutsos, Kokkalis’in kankalarından Nikos Alefantos, Stavros Diamantopoulos ve Meletis Persias. Hızlı başkan göreve geldikten sonraki 3 yılda tam 7 hocayı harcamıştır. Sonunda çareyi rakiplerini hançerlemekte bulur. AEK’ya son 8

yılda 4 şampiyonluk kazandıran Dusan Bajevic’i Atina takımından koparır. Bu manevrası kulübün talihini döndürmüştür. Kadroya (daha sonra 13 yıl takımın formasını giyecek olan) Predrag Djordjevic (Paniliakos’tan), Andreas Niniadis (Ethnikos’tan), Grigoris Georgatos (Panahaiki’den) ve Stelios Giaannakapoulos (Paniliakos’tan) gibi isimler katılır. Bu oyuncuların tümü Olimpiakos’un hanedan

Kokkalis 18 yılda 24 teknik direktörle çalıştı, 12 şampiyonluk gördü.

yıllarında pay sahibi olacaktır. Bajevic 3 sezon kaldığı Olimpiakos’a 3 şampiyonluk kazandırır. Bunlardan ilki 12 puanlık farkla kazanılmış ve tam 9 sezonluk şampiyonluk hasretini dindirmiştir. İlk şampiyonluğun sonunda Kokkalis Intracom isimli telekomünikasyon firmasını kurar. Tüm gençliğini ve eğitimini komünist düzende almış bir adam olarak kapitalist düzenin manevralarını çok iyi bildiğini gösterecektir. Intracom kısa sürede Güneydoğu Avrupa’nın alanındaki pazar liderlerinden birisi haline gelir. Ancak şampiyonluk sayıları yükseldikçe Kokkalis adına bazı dedikodular da artmaya başlar. Onun Arnavut, İtalyan ve Rus mafyası ile bağlantıları yavaş yavaş konuşulmaya başlanır. Özellikle


Ülkede şampiyonluklara ambargo koyan Olimpiakos, Avrupa Kupalarında ise Panathinaikos’un oldukça altında kaldı. Tabii bu durum Kokkalis’in yaptığı icraatlarının her zaman sorgulanmasına sebep oldu.

ülkenin en önemli kurumlarından birisine de sahip olması sebebiyle başbakan Costas Simitis’le çok yakın ilişkileri vardır. Simitis’in 8 yıl başbakanlık görevini yaptığı yıllarda Olimpiakos üstüste 7 şampiyonluk kazanmıştır. İki taraf da bu iddiaları kesin olarak reddederler. Ancak özellikle Panathinaikos cephesi her fırsatta ligdeki hakemlerin Kokkalis’in etkisi altında olduğunu savunmuştur. Örneğin 2002 yılında Panathinaikos Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finale yükselir. Olimpiakos ise daha ilk grup maçlarında turnuvaya veda etmiştir. PAO başkanı Angelos Filippidis Şampiyonlar Ligi’ndeki tablo ile Yunanistan ligindeki zıtlığın sebebinin hakemler olduğunu ve rakiplerinin uluslararası hakemlerle layığını bulduğunu ileri sürer. Gerçekten de PAO 1996’da yarı final, 2002’de de çeyrek final oynarken Olimpiakos’un doğru dürüst hiçbir başarısı olmamıştır. Bu hakemlerle lig bitmez 23 Mart 2002’de oynanan ve şampiyonluğa doğrudan etki yapacak Panathinaikos-Olimpiakos maçında, konuk ekip 90+3’te Djordjevic’in ayağından bulduğu penaltı golüyle beraberliği kurtarır. Bunun üzerine Filippidis ağzına geleni

söyler. Olimpiakos’un 5 yıldır hakemlerden sistematik olarak destek aldığını ileri sürer. Yunanistan Futbol Federasyonu kendisine 1 ay hak mahrumiyeti cezası verir. Bu olaydan sadece bir kaç gün sonra, ülkenin önemli gazetecilerinden Makis Triantafyllopoulos, tüm hakem camiasının içinde bulunduğu “baraka” adında bir çeteyi ortaya çıkartır. Ortaya bir dolu ses ve görüntü kaydı çıkmıştır ve söz konusu çete, tüm futbol karşılaşmalarını, ligi, hangi hakemin hangi maçı yöneteceğini ve nasıl yükseleceğini kontrol etmektedir. Kayıtlarda, Yunanistan Hakem Komitesi Başkanı, kulüp başkanları, hakemler ve en önemlisi bu çetenin başındaki isim Thomas Mitropoulos’un konuşmaları bulunmaktadır. Mitropoulos 2. lig kulübü Egaleo’nun büyük hissedarıdır ve eski federasyon başkanının kardeşidir ama daha çarpıcı olanı Olimpiakos’un eski bir yöneticisidir. Kayıtlarda, Pire Hakemler Derneği Başkanı Yannis Spathas’ın “Sadece Olimpiakos ve Egaleo maçlarını kazansın, gerisini s..tir edin” şeklinde açıklamaları bulunmaktadır. Olimpiakos o sezon PAO’nun 3 puan önünde, AEK’yı averajla geçerek (sadece 2 gol farkıyla) şampiyon olur.


2002 yılı Kokkalis’in ismi etrafında dönen spekülasyonlar açısından oldukça zengin geçer. Ülkenin önemli dergilerinden “Anti”, Kokkalis’in 1963 yılında, 24 yaşındayken, öğrenim gördüğü ve gençliğini geçirdiği Doğu Almanya’daki ziyaretleri sırasında Stasi Örgütü’ne üye olduğu ve örgütün bir casusu olarak yıllarca hizmet ettiğini ortaya çıkarır. Kokkalis’in kod adı Rocco’dur. Belgelere göre 1965’te, RFT ve Elektrotechnik firmalarının temsilciliğini yapan Kokkalis, 1981’de PASOK hükümetinin başa gelmesiyle gelişen Doğu AlmanyaYunanistan ilişkileri zamanında terfi eder ve Rocco kod adını Kaskadeur olarak değiştirir. 1985’te örgütün yayınladığı birçok dökümanda Kokkalis’in adı geçmektedir. Hatta 1997’de kurduğu Intracom’u da Alman Polis Teşkilatı ZERV-1’in şüphelerine göre Stasi’nin desteğiyle kurmuştur ve Yunan yetkilileri birçok Doğu Alman malını ithal etmesi için motive etmiştir. 1998’de Alman Parlementosu’nun yayınladığı bir rapora göre, Kokkalis’in banka hesabında 1986-1991 yılları arası 11 milyon dolar ve 1,7 milyon mark tutarında para bulunmuş, bu para, Doğu Alman mallarını satın almaları ve birçok ihaleyi bu ülkeye verme koşuluyla Yunan yetkililere rüşvet amacıyla kullanılmıştır. Kokkalis iddiaları reddeder ve politikacılarla gazetecilerin içinde bulunduğu bir komploya kurban gittiğini savunur. 2005/06 sezonunda Panathinaikos, 7 yıllık bir aranın ardından şampiyon olur. Ancak ligin bitimine 4 hafta kala Prodeftiki deplasmanına çıkmadan önce, Kokkalis’in ev sahibi oyuncuları aradığı ve maçı kazanmaları halinde, onlara yüklü bir prim vereceği iddiaları gündeme düşer. Takım şampiyonluğu kaybedince Kokkalis “Benim için hakemlere para veriyor diyorlar, öyle olsa bu şampiyonluğu nasıl kaptırırız”

diye kendini savunur. Ama önceki 7 şampiyonluğu unutmuştur. Dahası takım bu şampiyonluğu izleyen 5 senede de zirveyi kimseye bırakmayacak ve toplamda 13 sezonda 12 şampiyonluk elde etmiş olacaktır. 2003/04’teki PAO dublesinden sonra, Kokkalis görevdeki Oleg Protasov’u kovar. Ardından üst üste 5 şampiyonluk daha kazanırlar ama hiçbir hoca üst üste iki sezon görev yapmamıştır. Takım 2004-2009 arası sürekli şampiyon olmasına rağmen 5 kez hoca değişmiştir. Bu gidişte son şampiyonluk olan 2008/09 sezonunda, 14 şubat 2009 tarihinde, iç sahada oynanan Aris maçı ortalığı yine ayağa kaldırır. Olimpiakos maçı 2-1 kazanır ama 2 golü de çok net ofsayttan atılmıştır. Üstelik Aris’te İspanyol futbolcu Victor Vitolo, Olimpiakos maçı 1-0 önde götürürken oyundan atılmıştır. Sezon sonunda kırmızı-beyazlılar rahatça ipi göğüsler. Teknik adam öğütücü 2009/10 sezonu öncesi Kokkalis, görevden istifa eden İspanyol hoca Ernesto Valverde’nin arkasından “Sadece 1 sezon geçirip, turist gibi ülkesine dönmek istedi” diye sallar. Göreve Anorthosis ile Şampiyonlar Ligi’nde önemli işler yapan Temuri Ketsbaia’yı getirir. Ketsbaia eski bir AEK oyuncusudur. Taraftarlar ve gazeteler bu kararı eleştirirler. Kokkalis basının önüne çıkıp “Ketsbaia’nın nesi var kardeşim? Adam kolera mı oldu?” diye onu savunur. Rakipleri PAO’ya, “Son 13 sezonda 12 kez şampiyon olduk, aslında 13 sayılır ” diye taş atar. Daha Eylül ayı bitmeden Ketsbaia’yı kapının önüne koyacaktır. Yerine gelen Zico sezonu bitiremeden kovulur. Panathinaikos son 15 sezondaki 2. şampiyonluğunu ilan eder. Takım 2010/11 sezonuna Alman


Halef-selef yan yana. Evangelos Marinakis başkanlığında Olimpiakos 4 sezon üst üste şampiyon olmayı başardı. Lakin onun adı da skandallarla anılıyor.

hoca Ewald Lienen ile başlar ama gelenek sayısındaki rekabet onun zamanında 37’ye bozulmaz. Lienen, Ağustos ayında Maccabi 20’ye yükselmiştir. Ancak bu transferler Tel Aviv’e Şampiyonlar Ligi ön elemesinde takımın Yunan futbolunun altyapısına gerekli boyun eğince kovulur. Göreve takıma son katkıyı yapmadığı yönünde eleştiriler almıştır. şampiyonluğu kazandıran Valverde Örneğin 2010 Dünya Kupası’nda, PAO tekrar gelir. Kokkalis Lienen’i milli takıma 8 oyuncu verirken, göreve atamış, sonra da Olimpiakos sadece 2 oyuncuyla kendisinin kulüpteki temsil ediliyordu. Kokkalis’in 18 yıllık hanedanını bugün hala Yunan bitiren hisse satışını futboluna yarar mı zarar gerçekleştirmiştir. mı getirdiği tartışma Kulübü Vagelis konusudur. Ardından Marinakis satın alır. gelene ve son 4 yıldır Kokkalis başlığı döneminde başkanlık görevini birçok yıldızı Sokrates Kokkalis 18 yürüten Evangelos Yunansitan’a yıllık görevi boyunca Marinakis takımı 4 getirdi. Bunlardan biri yukarıda saydığımız şampiyonluğa ulaştırdı de Rivaldo’ydu. spekülasyon ve skandallarla ama onun da adı bir dolu beraber tam 28 kez teknik skandal ve şike dosyasında direktör değişikliğine gitmiş ve 24 geçti. Hatta 2012/13 Yunanistan ayrı teknik adamla çalışmıştır. Rivaldo, Kupası finalinin devre arasında hakemlerin Giovanni, Ze Elias, Julio Cesar, Belluschi, soyunma odasını basması başlı başına Galletti, Ibagaza, Nery Castillo, Karembeu, bir olaydı, çünkü ilk yarısı 1-1 biten maçın Domi, Maresca, Mellberg, Kovacevic, Pantelic, Olimpiakos 3-1 kazanmıştı. Hatta olayı ortaya Zewlakow ve Derbyshire gibi isimler onun çıkartan maçın hakemi Thanasis Yiachos sayesinde Yunanistan’a adım attılar. Göreve ta kendisiydi. Anlayacağınız Olimpiakos’ta geldiği anda 25’e 18 olan toplam şampiyonluk gelenekler korunuyor.


Çağrı Siretli

??????? HF181

Dünyanın her yerinde teknik direktör değişimleri artış gösteriyor. Buna ana sebep olarak ortaya konulan hedefin artık mevcut teknik adamla ulaşılamayacağı ve bunun sonucunda gerçekleşecek ekonomik kayıplar olarak gösterebiliriz. Peki bir teknik direktörü ne zaman kovmamız gerekiyor?


Organizasyonlarda liderliğin değişmesi, doğal sürecin en önemli aşamalarından birisidir. Seçim yenilgisi almış bir parti başkanı, şirketini başarıyla idare edemeyen bir yönetici ya da kulübü istediği sonuçları alamayan bir teknik direktör değişimin en çok yaşandığı liderliklerin başında gelir. Futbolda teknik direktör değişikliği, sezonun çeşitli evrelerinde gerçekleşebilirken bu, birden çok sebebe dayanabilir. Bazı kulüpler yeni gelen teknik adama takımı tanıması ve kendi felsefesini onlara aşılaması için değişikliği sezon sonuna bırakırken; birçok kulüp sezon içinde, baştaki planları dışında teknik adamlarıyla yollarını ayırabilir.

sebeplerinden birisi de, doğru isimlerin seçilmemesi olabilir. Bu açıdan bakıldığında, teknik adamı göreve almakla onu görevinden uzaklaştırmak arasında son derece yakın bir ilgi olduğu görülüyor. Teknik adamın görevden ayrılmasıyla sonlanan süreç, aslında yanlış bir tercih olarak takımın başına getirilmesiyle başlıyor. Bu noktada kulüp yönetimlerinin durumu çok iyi analiz etmesi ve uzun vadeli bir plana sahip olması gerekir. Ancak bu, oldukça zor bir görev. Örnek vermek gerekirse; son 25 yılda Premier League’de en başarılı hoca olan Alex Ferguson, kendinden sonra Manchester United’ın başına geçecek isim konusunda David Moyes’ı önermişti. Ancak Moyes’in Futbolda başarısızlığın yeni kulübünde geçirdiği faturası en çok sezon, büyük bir hayal teknik adamlara kırıklığı olmuştu. Öte kesilmekte. Tabii yandan, Southampton ki başarı kriterleri, yöneticisi Les takımdan takıma Reed, yönetimlerin değişiklik gösteriyor. bu konuda neler Southampton’da Futbol Geliştirme Başkanlığı yapan Les Reed, Shaw, Lambert, Lallana, Bir kulüp için ligi yapabileceğini ve Chambers, Chamberlain gibi yıldızları satmanın 2. bitirmek büyük ne kadar başarılı yanı sıra teknik adam olarak Mauricio Pochettino’yu da parlatmayı başardı. bir hayal kırıklığı olabileceğini göreve olabilirken bir başka geldiği günden bu yana kulüp için ligde kalmak kanıtlamaya devam ediyor. önemli bir başarıdır. Bu Reed’e göre kulüplerin çok noktada önemli olan, kulüp sayıda teknik adam değişikliği yönetiminin başarıyı ne zaman yapmasının sebebi, bu konuda iyi bir ve ne şekilde analiz ettiğidir. Özellikle büyük politika benimsememiş olmalarıdır; “Özellikle kulüpler, teknik adamlarına sezon sonuna sezon içinde yapılan değişiklikler, çok hızlı bir dek şans verse de ligde tutunmayı amaçlayan kararla uygulanmakta ve bu da kulüplerin plansız kulüplerde sezon içinde daha fazla teknik adam olmalarından kaynaklanmaktadır” diyor Reed. değişikliğine rastlıyoruz. Bu konuda yapılan 2010 yılında takım henüz 1. ligdeyken göreve akademik çalışmalar gösteriyor ki; sezon içinde gelen Reed, şu anda Premier Legaue’in en iyi gerçekleşen teknik direktör değişikliklerinin en takımlarından birisine yöneticilik yapmakta. önemli sebepleri, kulübün içinde bulunduğu Bu dönemde sadece 3 menajerle (Nigel Adkins, ligden düşme tehlikesi ve üst üste alınan kötü Mauricio Pochettino ve Ronald Koeman) çalışan sonuçlardır. Southampton, başarılı teknik adam seçimleriyle iyi performansını sürdürmeye devam ediyor. Teknik direktör değişikliklerinin gizli Bir başarısızlık örneği olarak ise, göreve geldiği


2001 yılından beri yaklaşık 10 farklı menajerle çalışan başkan Daniel Levy’nin Tottenham’ına bakabiliriz. 2007 yılında Sevilla ile önemli başarılar kazanmış olan Juande Ramos’u göreve getiren Londra ekibinde o dönemki futbol direktörü Damien Comolli de bu tercihin bir hata olduğunu kabul etmekte; “O gelmeden önce, Sevilla’da çok iyi günler geçirmiş bir hocanın iki ayrı kültür arasında bu kadar zorlanacağını tahmin edemedim. O, İngiliz kültürüne, futboluna ve özellikle futbolculara uyum sağlamakta başarısız oldu.”

2. lig takımlarından birisi için geçerli olamaz. Bu liglerde takımlar başarısız bir performans gösterdiğinde, turnikelerden sahaya girecek taraftar sayısı ve dolayısıyla gelirler büyük ölçüde azalacağından, kulüplerin başarısızlığı kabullenme eğilimi, büyüklere oranla çok daha zayıf hale geliyor. Bir başka çalışmanın vardığı sonuca göre, geçmişten bugüne teknik adamların görevini kaybetme oranı artmakta. Bu da, günümüz futbolunda ekonomik gerekçelerin daha güçlü olmasından kaynaklanıyor.

La Liga için yapılan bir analiz, Günümüz futbolunda sezon içinde yapılan teknik üst ligde oynamak, direktör değişikliklerinin, 38 kulübe önemli maçlık sezonda ortalama maddi gelir 25. ya da 26. haftasına sağlamaktadır. denk geldiğini gösteriyor. Tek hedefi Bundaki amaç, yeni ligde kalmak gelen teknik adama olan bir kulüp, takımı toparlayabilmesi Bas Ter Weel, Hollanda Maastricht özellikle yayın için biraz zaman Üniversitesi’nde Sosyal Ekonomi Profesörü (ve ayrıca İş Ekonomisi haklarından tanıyabilmek. İngiltere ile Uluslararası Ekonomi ilgi alanları gelecek geliri ligleri için yapılan bir arasında). kaybetmek çalışmada da, görevini istemezken; ligin kaybetmeye en yakın teknik zirvesindeki takımlar adamlar, daha yaşlı ve daha az da onlardan farklı tecrübeli olanlar olarak belirtilmiş. olarak Avrupa kupalarına Buradan çıkarılan sonuç; tecrübesi giderek önemli maddi kazançlar ve potansiyeli olan teknik adamlara tanınan elde etmeyi amaçlar. Bu koşullar altında kulüp kredinin daha yüksek olduğu. yönetimleri, ister şampiyonluk, ister ligde kalma mücadelesi versin, bekledikleri performansı Hollandalı ekonomist Ter Weel’e göre, sezon göremediklerinde, sezonun hangi aşaması olursa içinde teknik adamı değiştirmek, kısa vadede olsun teknik direktör değiştirmeye sıcak bakıyor. sonuçların düzelmesini sağlayabilir. “Ancak, bu Küçük takımların büyüklere nazaran daha bizi yanıltıyor çünkü teknik adam değişmeseydi cesurca teknik adam değişikliğine gitmesinin de aynı sonuçlar alınabilirdi” diyor Weel. temel sebebi ise, kötü giden performansın, Eredivisie’de 1986-2004 yılları arasındaki küçük kulüpleri daha fazla etkilediğidir. sezonları analiz eden Veel, teknik adamını Manchester United ya da Arsenal gibi kulüpler, değiştiren ve değiştirmeyen takımların benzer başarısız geçen sezonlara rağmen hocalarının bir performans sergilediğini ortaya koymuş. (Alex Ferguson ve Arsene Wenger) arkasında Figür 1. Hollanda liginde 1986-2004 arası teknik durmayı bildi. Ancak bu durum, 1. Lig veya adam değişikliğinden önce ve sonra takımların


performansı (Turuncu: Teknik adamın gönüllü ayrılışı; Yeşil: Teknik adamın kovulması; Mor: Teknik adamın devam etmesi)

1 beraberlik ve 2 yenilgi). Elbette her değişiklik, Di Canio’nun gelişine benzer bir etki yaratmıyor. Sunderland’in aksine, Nigel Adkins’le anlaşan Reading, kötü sonuçlar (2 beraberlik ve 3 yenilgi) almaya devam etmiş ve ligden düşmüştü. 2012 Mart’ında görevinden alınan Villas-Boas’dan sonra, Chelsea, lig performansını geliştirmeyi başaramamıştı (Yeni gelen teknik adam Roberto Di Matteo ile Chelsea Şampiyonlar ligini kazanmıştı ancak Weel’in çalışmaları sadece ligi kapsıyordu.) Weel’in çalışmasına parallellik gösteren başka araştırmalar da mevcut. İspanya ve Hollanda liglerine dair yapılan bir başka analize göre; teknik adamı değişen kulüpler, kısa vadede, iç saha maçlarında gelişim göstermiş. Bu sonuç, spor Figür 1’de x ekseninde teknik adamın göreve dallarındaki iç saha avantajını da doğrular nitelikte. başladığı tarih t, öncesi t- ve sonrası t+ olarak Bunun en önemli sebepleri; yeni gelen teknik gösterilmekte. Y ekseninde ise, 4 maçlık adamla birlikte, mutsuz durumdaki taraftarların ortalama puanların tüm sezon ortalamasına öfkesinin az da olsa yatışması, kulübe yeniden bölümüyle elde edilen veriler gösterilmekte. destek vermesi ve medya baskısının azalması O ana kadar kötü bir performans sergileyen olarak gösterilebilir. Taraftar ve medya baskısı, takımlar, sonuçlara göre teknik adamını teknik direktörün üzerindeki stresi belirleyen değiştirse de, değiştirmese de benzer bir önemli unsurlardandır. Yeni gelen isim, oluşan yükseliş göstermekte. Weel, bu pozitif havayı arkasına alarak özellikle durumun sadece Hollanda ligine iç saha maçlarında başarılı olabilir. özgü olmadığını da ifade Ancak, aynı başarı, deplasman ediyor. maçlarında görülmemiş. Arjantin liglerinde ise, ne Weel’in değindiği iç saha maçlarında, ne de noktada, Premier deplasmanda başarılı League çok iyi bir sonuçlar gözlemlenmiş. Andre Villas-Boas’ın ardından Chelsea’nin başına geçen Roberto Di örnek sunuyor. Yeni gelen teknik Matteo, takımının ligdeki konumunu 2012/13 sezonunda adamın takımıyla düzeltememişti ve Mavililer sezonu Sunderland teknik oynadığı ilk 8 maç ele 6. sırada tamamlamıştı. Buna karşın sezon sonu Şampiyonlar Ligi kupasını adam değişikliğine alındığında, takımın kötü müzelerine götürmeyi başardılar. gitmiş ve göreve Paolo performansını sürdürdüğü Di Canio’yu getirmişti. tespit edilmiş. İngiltere Aynı dönem, Aston Villa da 17. liglerinde de benzer sonuçlara sırada ve düşmeme mücadelesi ulaşılmış. Ligin alt sıralarında yer alan veriyordu. Di Canio’nun gelişiyle birlikte takımlardaki değişiklikler, lig sıralamasına oynadıkları 5 maça baktığımızda, her iki ekibin az da olsa katkıda bulunsa da, üst sıralardaki de aynı sonuçları aldığını görüyoruz (2 galibiyet, değişikliklerin önemli bir katkısı olmamış. Tüm bu


liglerde görülen ortak sonuç ise, kısmen başarılı olan takımların bile uzun vadede başarısını sürdüremiyor olmasıdır.

Richard Audas ve arkadaşlarının İngiltere Premier League için yaptığı bir analizde, tablo 1’de gözüken sonuçlar elde edilmiş. Buradan da anlaşılacağı gibi, teknik direktör değiştirmenin, takımın performansına önemli bir etkisi yok. Tüm bu sonuçlara rağmen, futbol tarihi istisnalarla doludur. Yakına baktığımızda, geride bıraktığımız sezon Cesare Prandelli’nin Galatasaray’dan ayrılışı ve Hamza Hamzaoğlu’nun başa geçmesi, sarıkırmızılı kulübe şampiyonluğu getirdi. Öte yandan,

sonuçlar, gelenekleri olan bir kulübün teknik adam değişikliğiyle birlikte yeni bir sayfa açmasına ve üzerindeki baskıyı önemli bir güce çevirmesine neden olmuştu. Buradan çıkan sonuç; futbolda başarının sadece teknik ya da taktik düzeydeki değişikliklere bağlı olmadığıdır. Teknik adamla yollarını ayırmadan önce, kulüp yönetimlerinin içinde bulundukları durumu çok iyi analiz etmesi gerekmekte. Kulüpler, geçmişten gelen gelenekleri de göz önünde bulundurarak, geleceği iyi gören planlar yapmalı ve bunları doğru zamanda uygulamaya geçirmelidir. Elde edilen sonuçlar, sezon içindeki değişikliklerin büyük oranda takıma olumlu yansımadığını gösteriyor. Teknik direktör değişikliğinden önce takımların üzerinde çalışması gereken başka noktalar da mevcut (altyapı, oyuncu kalitesi, takım ruhu vb). Eğer teknik adamı değiştirmenin şart olduğuna kanaat getirilmişse, bu değişikliğin sezon sonunda olmasının uzun vadede daha olumlu sonuçlanacağı bir gerçek. Kaynaklar Ter Weel, B.,”Does manager turnover improve firm performance? Evidence from Dutch soccer, 19862004”, CPB Discussion Paper 166 (2011).

Cesare Prandelli Galatasaray’dan kovulduğunda ligin 10 haftası geride kalmış İtalyan teknik adam 19 puan toplamıştı.

sezona başladığı isimle sezonu bitiren Fenerbahçe ise ikincilikte kaldı. Prandelli, Avrupa’da iyi sonuçlar almasa da ligde çok çekişmeli bir yarışın içinde yerini almıştı. Yapılan çalışmalar, Galatasaray’ın yaptığı gibi bir değişikliğin risk olduğunu kabul etmekle birlikte, böyle bir başarıyı ön görmek için yetersiz kalıyor. Teknik-taktik idarenin dışında, başarının birçok faktöre bağlı olduğunu, Galatasaray’ın son şampiyonluğunda görebiliyoruz. Takımla yakından ilgilenen yöneticiler, oluşan olumsuz havayı ortadan kaldırmış ve onun yerine takım ruhunu yeniden sağlamıştı. Bunun dışında, Avrupa’da alınan kötü

Forest, D., ve Tena, J. D., “Within-season dismissal of football coaches: Statistical analysis of causes and consequences”, European Journal of Operational Research, (2007), 181, 362-373 Arjantin ligi üzerine: Tena, J. .D., Forrest, D., ve Flores, R., “Decision taking under pressure: Evidence on football manager dismissals in Argentina and their consequences”, European Journal of Operational Research, (2012), 222, 653662 Tablonun kaynağı: Audas, R., Dobson, S., ve Goddard, J., “Team performance and managerial change in the English Football League”, Economic Affairs, (1997),17, 30-36 www.bbc.com/news/magazine-23724517 www.bbc.com/sport/0/football/32549408


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.