MUHAVERE
İSMET ÖZEL: “Millet hayatında vazgeçilemez şeyi söylediğin zaman şairsin.”
İsmet Özel’le yapılan aşağıdaki söyleşi Osman Özbahçe, Hakan Şarkdemir, Serkan Işın ve Oğuz Karakaş tarafından, 2 Mart 2008 Pazar günü İsmet Özel’in evinde gerçekleştirilmiştir. Karagöz
Osman Özbahçe: İsmet Abi, siz sürekli Türk şiiriyle Türkiye arasında, Türk milleti arasında bağ kuruyorsunuz ve diyorsunuz ki bu bağ o kadar sağlam bir bağdır ki kopmaz ve koparılamaz. Burdan, güçlü şiir güçlü Türkiye, bağlantısı kuruyorsunuz. Biz düze çıkacaksak güçlü şiirimiz güçlü Türkiye bağlantısı çerçevesinde çıkarız diyorsunuz. Ondan sonra da Türk milletinin ve Türkçenin kökenine Yunus Emre’yi oturtuyorsunuz. Şimdi bizim sorumuz Yunus Emre’yle alâkalı, bu bağıntıdan hareket ederek, hangi özelliklerinden dolayı veya Yunus Emre ne yaptı da o köke oturdu? Milletimizin atası olma hakkını ne yaptı da kazandı? Neden Karacaoğlan değil devre de Yunus Emre?
“... şiiri dışı bıraktığın zaman bu ülkede insanın varlığını işaret edecek başka bir dayanak bulamıyorsun. Başka bir dayanak bulan varsa bize söylesin. İster istemez, bugün dünyada Türk diye bir şey varsa, bu, şiirin getirdiği bir unsur. Şiirin taşıdığı, getirdiği bir unsur.”
İsmet Özel: Bir kere burada periyodu dikkate almak lâzım. Belki Hoca Ahmet Yesevi’nin değil de Yunus Emre’nin esas alınmasında tabiî ki bir zaman farkının payı var. Ama zaman farkından çok, ilişkiler farkının dikkate alınması lâzım. Yunus Emre Türkçenin artık yoluna girdiği dönemde doğmuş. Türkçeyi doğurarak Türk şiirini mümkün kılmış bir isim. Yani henüz Yunus Emre yaşadığı sırada merdiven demiyoruz. Yunus Emre’nin şiirinde, “Nerdübandan iterler yüksektan bakarısa.” Henüz merdiven yok, henüz nerdüban. Fakat Türkçeyi mümkün kılan ilişkiler mecrasına girmiş. Türkçeyi mümkün kılan ilişkiler nedir? Türkçeyi mümkün kılan ilişkiler, belli bir itikadi mekân sahibi olan insanların birbirlerini tanıyabilmelerine imkân veren ifadeyi yakalamaları, Türkçeyi bu ilişkiler ortaya çıkardı. Yani insanlar sadece canlı kalmak için gerekli olan iletişime hasredilmiş bir dili değil, insan olarak yeryüzünde bulunmanın anlamını yansıtan, anlamını aksettiren, mânâsını aksettiren, anlamla mânâ farkını da hesaba katmak lâzım, anlamını veren, mânâsını aksettiren dememiz lâzım, bir dil ortaya çıkardılar.
Özbahçe: Günlük konuşma dilinden daha büyük bir şey ortaya çıkardılar.
Günlük konuşma dili dediğiniz şey… Dünyada bir çingene şairi tanıyor musunuz? Ama çingenelerin kullandıkları bir dil var. Bu dilin bir edebiyatı yok. Bir dilin edebiyatı olması demek, o dilin bir insan modeli ortaya çıkarmış olması demektir. Yani o edebiyat sebebiyle artık o insanın görünür olması söz konusudur. Daha önce o insanlar bir memeliler zümresi olarak yaşıyorlardı, eğer bir tasnife başvurmak gerekirse. Bir toplumda şiir ortaya çıkmışsa, o toplumun bir şiiri vardır artık diyorsan orda bir fark edilebilir insan modeli var demektir. O mânâda, aynı çağda yaşadığı söylenen Yunus Emre Türkçeyi inşa eden bir dil içinde, Mevlânâ Farsçanın; çünkü Mevlânâ’nın model olarak kabul ettiği insan o ortamın yüksek kültürünü temsil eden insan. Yani orda hazır bir Fars edebiyatı var, o model daha önceden doğmuş, o modele uygun bir dil istimal edilmiş Mevlânâ’nın eserinde. Ama Yunus Emre aslında İranlı müderrislerin, âlimlerin de tesiriyle bu yaşadığımız topraklarda doğan dinî hayatın ilişkilerini bir modelde müşahhas kılmış. Şimdi Yunus Emre’nin bir divanı var. Siz bana orda, bu topraklarda doğmuş olan Müslüman modelinin ne olduğunu söylemeyen hiçbir mısra bulamazsınız. Başka bir şey yoktur. Türkçe dediğimiz şey bu insanların, Arapça ve Farsça bilen insanların; çünkü İran’dan gelen müderrisler ve âlimler henüz Şii olmamış İran’dan geliyorlar. Şimdi bu topraklar İran üzerinden İslâmlaştı dediğimiz
zaman, Şia üzerinden İslâmlaştı demek istemiyoruz. Tabiî ondan etkiler var. Tabiî Aleviliğin bir kolu da böyle bir şeye bağlı. “Açılın kapılar şaha gidelim” derken, o, doğrudan doğruya gene İran’daki Türk hükümranlığını öne çıkarıyor. Yani bizim burada kültürümüz ki bu süreç içinde Yıldırım Bayazıt’ın önemli bir yeri var. Çünkü o siyaseten Sünni bir kültürün yükseltilmesi kararını vermiş bir hükümdar. Aynı zamanda Osmanlı hükümdarları içinde Mısır’dan sultan unvanını talep eden kişi. Ondan sonra Osmanlı hükümdarlarına sultan deniyor. Özbahçe: Anladığım kadarıyla şöyle bir şey diyorsunuz: Yunus Emre bu topraklarda yaşayan, bu toprakları temsil eden değerleri, her şeyi içine aldı. Dille birlikte şiirinin içi bununla dolu. Şimdi şöyle bir şey. Yunus Emre âlim bir adam. Zaten, öbürleri değil mi? O ayrı hikâye. Yunus Emre’nin şiirlerinin ciddiye alınması gereken bir miktarının ayet ve hadis tercümeleri, tefsirleri olduğu söyleniyor. Ben bunu birer ikişer tespit etmiş değilim; ama bu topraklar dediğimiz zaman, sadece ayet ve hadisleri değil, Antik Yunan’dan itibaren bu topraklarda boy göstermiş bütün fikriyatı hesaba katmak lâzım. Onun için onda ciddi bir birikimin izlerini görmek mümkün. Burdan başlamış; ama burdan başlayan şey durduğu yerde durmamış, divan edebiyatı olmuş. Şimdi bir
taraftan divan edebiyatı, bir taraftan âşık edebiyatı diyoruz; ama sanki, “Arkadaş sen burdan git, ben burdan gideyim,” diye bir yol ayrımı söz konusu değil. Aslında seçkin olan hep divan edebiyatı. Âşık edebiyatı bir alt basamağı işgal etmeye aday bir edebiyat. Zaten 19. yüzyılda, dikkat ederseniz, mektep kitaplarında halk edebiyatı diye anılan şey divan edebiyatına çok yaklaşır. Yani 19. yüzyıldaki, diyelim ki Bayburtlu Zihni, bir halk ozanı olmaktan çok, bir divan şairi olmaya daha yakındır. Bu bütün diller için geçerli olan şey Türkçe için biraz daha fazla geçerli. Nedir o? Şimdi şiir ister istemez millet doğuruyor. Ama buna belki dil diyebiliriz Avrupa’daki gelişmeleri dikkate katarsak. Meselâ, dil tanımlamalarından bir tanesi şudur: Donanması ve ordusu olan lehçeye dil denir. Şimdi böyle bir şey. Avrupa’daki
MUHAVERE
bölünmelere dönük bir şey. Ama meselâ, Avrupa’daki, millî varlığı olduğunu söylediğimiz unsurların iki tanesinin dili yok. Belçikalı diye bir insan var; ama Belçikaca yok. İsviçreli diye bir insan var, İsviçrece yok. Ama öbürlerinin hepsinde var. Danimarkalı Danca konuşuyor, İsveçli İsveççe, Norveçli Norveççe. Bunlar hâlbuki bir adım öncesinde Vikingler. Vikinglerin bir kısmını bugün Norveç, bir kısmını İsveç, bir kısmını Danimarka olarak biliyoruz. Bunlar bir zaman aynı kavim olarak anılıyorlardı. Avrupa’da böyle bir gelişme olmuş. O belki kapitalizmin ve modernizmin tarihi içinde izah edilebilir. Türkiye kapitalistik bir gelişmeden dolayı toplumsal varlığını kazanmadığı için burdaki ilişkileri ayrıca anlamak gerekiyor. Burada da şiiri devre dışı bıraktığın zaman bu ülkede insanın varlığını işaret edecek başka bir dayanak bulamıyorsun. Başka bir dayanak bulan varsa bize söylesin. İster istemez, bugün dünyada Türk diye bir şey varsa, bu, şiirin getirdiği bir unsur. Şiirin taşıdığı, getirdiği bir unsur. Bu taşıma işini divan edebiyatı ağırlıklı olarak yapmış, âşık edebiyatı da yardım etmiş. Tabiî âşık edebiyatını, divan edebiyatı adına yapılan şeylerden bîhaber insanların yaptığını düşünmemek lâzım. Onlar saz şairleri falan; ama aldıkları eğitim sırasında Türkçenin kıvamı hakkında bir bilgileri olmasa onları söyleyemezlerdi. Dolayısıyla dilin ortaya çıkışı doğrudan doğruya dinin anlaşılması olarak dışa vurdu. Türkçe, dinin anlaşılmasının dışa vurmasını sağlayan bir araçtan başka bir şey değil. Meselâ, birçok örnek verilebilir. Bir sözlük tararsanız görürsünüz ki Arapça ve Farsça, İran’da ve Arap ülkelerinde kullanılan yüzlerce kelime vardır ki Türkçede aynı anlama gelmez. Yani Türkçe, dini dolayısıyla bir kelimenin insan hayatında yer bulmasını sağlamış bir dildir. Onun için Türkçenin bir İslâm dili olduğunu söylüyoruz. Türkçe aynı zamanda Tatarcayla, Özbekçeyle, Azericeyle, Türkmenceyle, Kırgızcayla akraba değil. Türkçe, bilhassa İslâm dili olarak doğmuş ve İslâm dili olarak yaşamıştır. O mânâda bu Batılılaşma süreci içinde Türkçe artık yontulan, daraltılan, kolu kanadı kesilen bir şey olarak devam etmiştir. Özbahçe: Hâlâ da devam ediyor. Eğer varsa hâlâ! Bu böyle tanınmayacak kadar eciş bücüş hâle getirilmiş bir şeydir. Sözlüğe baktığınız zaman birçok Arapça ve Farsça kelimenin İran’da ve Arap ülkelerinde kullanıldığından
36
farklı bir anlamda Türkçede yer aldığını görürüz. Meselâ, herkesin bildiği bir örnek, cinsiyettir. Biz cinsiyet dediğimiz zaman insanların erkek, dişi olmasına ilişkin bir şey söylüyoruz. Hâlbuki bugün modern Arapçada cinsiyet denilince mensup olunan kavim anlaşılıyor. Senin cinsiyetin ne dediğin zaman Ürdünlüyüm diyor adam. Özbahçe: Taşıma dediniz ya, şiirle insanı ve insana ait şeyleri, biz bunu taşıyoruz dediniz. Sizin şöyle bir tespitiniz daha var: Yunus Emre’den itibaren şairler seçkin bir zümre oluşturamadıklarında veya kalitelerinden taviz verdiklerinde iptal oldular zaten. Geçerli sayılmadılar. Özbahçe: Hükümleri ortadan kalktı diyorsunuz. Şimdi, Yunus Emre’yi Yunus Emre kılan özelliklerle bugünkü şairlere baktığımızda şair tipi olarak bir yakınlık söz konusu mu? Yunus Emre figürünü biz bugünle ilişkilendirirsek, şair üzerinden nasıl bir manzara ortaya çıkar sizce? Bu, şiir yüzünü Avrupai edebiyata çevirdikten sonraki serencamı, öncekiyle hiç kıyaslanabilir bir şey değil. Âkif Paşa şuurlu bir şekilde şiiri yenilemek üzere hem dil itibariyle, hem de kavrayış itibariyle bir şey başlattı. Bundan ne kadar istifade edildi bilmiyorum. Yani divan edebiyatının millet mefhumuna desteğinin yetersiz kaldığı anlaşıldıktan sonra edebiyatta yeni bir eğilim doğdu. Aynı şekilde Şeyh Galib’i bir şekilde bir İslâm hümanizmasının ilk işareti filân gibi görebiliriz. Bu, olan bitenden bağımsız bir şey değil. Meselâ, devlette, tasavvuf tarikatları arasında Bektaşiliğin öneminin azalıp Mevleviliğin öne çıkmasında, doğrudan doğruya Avrupa medeniyetinin dayattığı şartlara intibak ciddi bir meseledir. Mevlevilikle bu yeni şartlara intibak kolaydı. Bektaşilik klâsik düzeni hassasiyetle korumaya dönük bir şeydi; klâsik Osmanlı düzenini. Çünkü yeniçeriler biliyorsunuz Bektaşi’ydiler ve o mekanizmanın çalışmasında Bektaşilik esas unsurdu. Ama III. Selim’den itibaren Mevleviliğin öne çıktığını, Bektaşiliğin yerini aldığını aşağı yukarı görüyoruz. Bu da işte bir Mevlevi şairin, “İlhamımı Mesnevi’den aldım / Çaldıysam miri malı çaldım” diyor. Bu da çok enteresan. AKP’liliğin kökleri nerelere gidiyor? Adam kendini beraat ettiriyor. “Özel mülke dokunmadım, miri malı çaldım,” diyor.
Velhasıl bugün bu meseleleri ele almamız önemli. Bir tane dangalak, “Ben Kafkasyalıyım; fakat ben Türkçe yazıyorum,” diyebiliyor. Böyle şey olmaz. Türk olmayan Türkçe yazamaz. Bu bize birileri tarafından, başta Yahudiler olmak üzere, yutturulmuş bir şeydir. Şimdi, Heinrich Heine Yahudi kökenli. Genç yaşında Hıristiyan olmuş birisidir; ama hiçbir şekilde ben Alman değilim diyemez. Zaten Almanlığıyla öne çıkmış bir adam. Yahudi’dir, Hıristiyan olmuştur ve saire ve saire; ama böyle bir tuhaflık dünyada yapılıyor. Ne o adamın ismi... Almanca yazan Fransız şairi diyorsun, “Ölüm Fügü”nü yazan adam, zaten şey de kitabının adını ordan aldı Siyah Süt diye. “Sabahın siyah sütü…” Paul Celan. Yani… İşte ünlü şiiri bu, “Todesfuge”. “Schwarze Milch der Frühe wir trinken sie abends.” “Sabahın kara sütü, onu akşamları içeriz.” Özbahçe: Kafkaslıyım; ama Türkçe yazıyorum diyemez. Şimdi, hayır, “Ben Türk şairi!” dememek için birileri birtakım usuller arayabilirler. Ben Arnavut’um diyor Mehmet Âkif. Ama ben Arnavut şairiyim demiyor. Türk şairi çünkü! Dolayısıyla, o günün şartlarında, zaten şiirinde geçiyor ne var ben Arnavut’um diye, Türk olmak, Arnavut olmak başka türlü anlaşılıyor. O siyasi bir yerleştirme, dolayısıyla bir kavmin dini olarak anıyorlar. O günler geçti artık. O günlerde de insanlar, “Ben Türk şairi değilim,” diyemezlerdi. Nitekim İslâm şairi diyerek anılıyor. Hatta mazbatasında da öyle yazılıymış, İslâm şairi, diye. Bu aslında Türk şairi mânâsına geliyor İslâm şairi deyince. Özbahçe: Sizin 60’daki çıkışlarınız da dahil olmak üzere, İkinci Yeni ya da Garip tarzında bir akım yok. Hatta siz bunun sebeplerinden biri olarak diyorsunuz ki çünkü modern şiir İkinci Yeni üzerinden son atılımını yaptı ve bir de gerçek anlamda modernleşti şiirimiz. Türkiye modernleşti, yani o. Zaten Türk şiirinin gidişatıyla toplumun Batı medeniyetine intibakı arasında bir paralellik var, hatta senkron var. Özbahçe: Sorumuz şu: Neden özellikle İkinci Yeniden sonra bizim şiirimizde akım tutmuyor? Çünkü çok akım yaratma, manifestolar yazıldı. Bir çaba var. Ama bu çaba sürekli karşılıksız kaldı, boşa çıktı bugüne kadar.
Şimdi, birinci sorun bunun cevabı. Eğer Türkiye’de şiirle millet bu kadar iç içe ise o zaman bakacağız milletin başına ne gelmiş, şiirin başına ne gelmiş. Hakan Şarkdemir: Dün de çıkış yolu, olağan ritim dışında bir ritim yakalamakla elde edilir demiştiniz. Şunu diyorum. Zaten toplumun kabul edegeldiği, toplumun içinde bulunduğu ritim dışında bir ritim ürettiğin zaman bu sonuç verir. Bunu çok basit bir şekilde iktisadi olarak, iktisat kitaplarında söylenen şey, yatırım yapabilmen için tasarruf yapman lâzım. O tasarruf dönemi senin özel olarak bir ritim yakaladığın dönemdir. Meselâ, yatırım olmasa bile, bir çocuk oyuncak tren almak için harçlığından para biriktiriyorsa öbür çocukların cumartesi günü gittiklere yere gitmeyebilir. Çünkü o parayı biriktirecek, sonunda tren alacak. Sonunda ama ne olur; eğlence yerine giden çocukların treni olmaz onun treni olur, değil mi? Çıkış yolu budur. Toplumsal olarak yaptığın tasarruflar fabrika kurmana, baraj yapmana yarıyorsa o bir yatırımdır zaten. Aslında bu da öyle kolaylıkla şematize edilip tak tak bir yerlere uygulanabilecek bir şey değil. Çünkü dünya tarihinde birkaç kere sanayileşme olamadı. Bir kere oldu. İngiltere’de oldu sanayileşme. Öbürleri onu bir şekilde örnek aldılar ya da ona benzemeye çalışan bir şeyler yapıldı, falan filân. Dünyada sanayileşmenin başlamasına imkân veren sermaye birikimi köle ticaretinden elde edildi. İnsanlar ellerindeki parayı daha sonra nasıl döneceğini bilmedikleri bir şeye o güne kadar yatırmadılar. Öyle bir yerden para kazandılar ki bu feda edilebilirdi. Ama tabiî ki o köle ticaretinde kazanılan para olağanüstü bir başarının sebebi olmayabilirdi. O riski başka sermaye sahipleri almadılar... Garip bir şekilde benim şiirimde de geçiyor. Yale Üniversitesinde ilk defa, profesörlerine köle ticaretinden kazanılan paradan ücret ödenmiş. Çıkış yolu meselesine, Hakan söyledi de ondan söyledim, Türk şiiri tabiî ki Türk milletinin ne olduğu kadar, ne olacağıyla da alâkalı bir şey. Bunun sarahaten söylenmesi lâzım. Şimdi millet meselesini ikinci plâna alan hiçbir kişi adam gibi metin üretemedi Türkiye’de. Bu konudaki çok kötü şartlandırmalara, yönlendirmelere rağmen. Şimdi ben o insanları tanıdım. Edip Cansever’i, Turgut Uyar’ı, Cemal Süreya’yı yani. Bunların, diyelim ki Ece Ayhan’la bir alâkamız olmadı;
ama Turgut Uyar’la aynı şehirde yaşıyorduk. Edip Cansever ne zaman Ankara’ya gelse mutlaka onunla görüşürdük. Öyle uzun bir arkadaşlığım olmadı. Cemal Süreya da ben İstanbul’a geldiğim sırada gördüğüm bir adamdı. En çok bildiğim Turgut Uyar’dır. İkincisi Edip Cansever’dir. Yan yana gelme açısından söylüyorum. Sonra da Cemal Süreya’dır. Bunu şunun için söylüyorum. Bu üç adam da Türk toplumunun alacağı şekil hakkında meselesi aktüel olan insanlardı. Bunu bir kenarda tutmuyorlardı. Bu birinci meseleleriydi. Ama kendi anlayışlarına göre, kendi inançlarına göre bir şeyle uğraştılar, bir şeyler yazdılar. Edip Cansever’in Oteller Kenti diye bir kitabı olmasının sebebi nedir biliyor musunuz? Onu herkes bilmez, ben bilirim. Edip Cansever’in bütün şeyi, bu memleketin nasıl bir nabız vuruşu olduğunu gözlemleyerek anlamaktı. Onun için tuttu Türkiye’yi dolaştı. Oteller Kenti odur. Otel otel yaşadı bir süre. Daha o çalışmasını başlatmadan, bunu, şiirsel bir kıyafetle görmediği yerler olduğu hâlde, “Tokat’ta biri ölüyor o zaman,” o Petrol kitabındadır. O zamandan başlamış bir endişedir o. Turgut Uyar’ın ikinci kitabının adı Türkiyem’dir. Meselâ o zaman bizim biraz hafife aldığımız bir şeydi. Böyle, bir şairin tutup Türkiyem falan filân... Meselâ Ece Ayhan’ın, “Çocuklarla okulların çarpıştığı...” Bu toplumun yaşama derdi bunların aslâ, böyle ikinci plâna ittikleri bir şey değildi. Nasıl başlar “Fayton” şiiri. “O sahibinin sesi gramofonlarda çalınan şey / İncecik melânkolisiymiş yalnızlığımın.” Sahibinin sesi, Türk toplum hayatında çok önemli yeri olan bir şey. Hangi kesiminin, o konuşulabilir. Özbahçe: Akım tutmuyor diye bir tespit yapıyoruz. Çünkü milletten doğmuyor diyorsunuz. İnsanların Türkiye’yle olan irtibatları fantastik, hakiki değil. Türkiye’den çalışmak üzere Almanya’ya giden adam nasıl geri dönmüyorsa, Türkiye’de şiir yazmaya niyet eden adam da Almanya’da yaşıyor. Bir kere Almanya’da iş bulmayı sağlamışsa dönmüyor. İşini bulmuş zaten. Buna rağmen akım tutmuyor diyorsunuz; ama bence siz burda büyük bir yanılsama içerisindesiniz. Türkiye’de şiir yazılmıyor, yapmayın. Bu yazılmıyor bir tarafa, yazılan da kazılıyor. Sezai Karakoç’un artık ömrünün bu çağında, yıllarca inkâr ettiği, kendinden uzak tuttuğu bir metni kabul etmesi, Sezai Karakoç’un “Monna Rosa” şairliğini kabul etmesi
şairlikten istifa etmesi demektir. Anlatabiliyor muyum? Çünkü Sezai Karakoç “Monna Rosa”yı yazmadığı kadar şairdi, yazdığı kadar değil. Ama sonunda yenildi. Dediğim gibi, yazılan kazınıyor Türkiye’de, yazılmasını bir tarafa bırak. Yazılanı kazıyorlar. Bir yerde yazıldıysa onu ortadan kaldırıyorlar. Dünyanın En Güzel Arabistanı kitabı bugün okunmuyor. İnsanlar neden bu şiir iyi şiir diye bir düşünsünler. Bu sebepten dolayı bazı şairlerin hakkının nasıl yendiğini, bazı şairlerin neden öne çıkarıldığını insanlar düşünsünler. Meselâ, Ahmet Hâşim taraması yapalım. Bunun ne kadarı doğurgan olmuştur, ne kadarı müzeliktir. Çünkü bir eserin müzelik olması, artık müzede bulunabilmesi demektir. Tabloyu alıp müzeye koyuyorlar mı? Böyle bir şey olmaz, adam alır evine asar. Öldükten sonra ancak müzeye konabiliyor. Öldükten sonra adam artık bir yenisini yapmaz. Türk şiirinde bu doğrudan doğruya hâli hazırdaki durumuyla da alâkalı. Meselâ, her şey olabiliriz. Her zaman söylediğim şey bu. Türkiye’de siyasi gücün düşünsel bir tercihi varsa eğer, bu, Türkiye’deki düşüncenin yok edilmesine dönük bir tercihtir. Türkiye’de siyasal gücün düşünsel bir tercihi varsa, Türkiye’de düşüncenin ortadan kaldırılması yolunda bir tercih olabilir bu. Nitekim Nobel aldı adam, Orhan Pamuk. Ne diyordu Orhan Pamuk, “Türkiye’de yaşayıp da romandan haberi olmayan insanlar için değil, Kore’de yaşayıp; ama dünya romanında ne olduğunu merak eden insanlar için yazıyorum,” demişti. İşte Türkiye başından beri bu şeyi devam ettiriyor. Tabiî burda ciddi bir şekilde dönüm noktası 27 Mayıs 1960. Çünkü orda “Onuncu Yıl Marşı”nı yazan şairlerden bir tanesini Yassıada’ya gönderiyoruz, öbürünü kurucu meclise gönderiyoruz. Türkiye’de siyasetin ya da iktidar kampının nasıl bir tercih yaptığını anlıyoruz. Siz Behçet Kemal Çağlar diye, Türkiye’de dikkate değer bir şair olduğunu söyleyebilir misiniz? Ben her zaman söylüyorum; asgari titizlik gösteren bir insan, yaptığı antolojide Behçet Kemal’e yer vermez. Ama ne kadar daraltırsa daraltsın Faruk Nafiz’i dışarda tutamaz. Bir Türk şiiri antolojisi yapacak ve ben ancak çok önemlileri alıyorum desin, Faruk Nafiz’i dışarda tutamaz. Aynı zamanda ben birazcık önemli olanların hepsini aldım desin, Behçet Kemal’i içine alamaz. Türkiye’de olan budur. Sizin haberdar olduğunuz, ilgilendiğiniz şey de maalesef düşmanlık, husumete maruz bırakılmış olan şeyi siz birazcık kolluyorsunuz. Bir dilin bir tane edebiyatı vardır. 37
MUHAVERE 38
Komünizme hizmet ediyor, liberalizme hizmet ediyor, İslâm’a hizmet ediyor, Türkçülüğe hizmet ediyor, böyle edebiyat olmaz. Onun için, Paul Celan için Almanca yazan Fransız şair diyemeyiz. Franz Kafka, bütün hayatını Yahudiliğin problemleriyle geçirmiş olması onu bir Yahudi edebiyatçı yapmıyor. Yahudiler bundan ne kadar istifade ederlerse etsin, Kafka bir Alman edebiyatçısıdır. Almancanın içindedir. Celan’ın derdi, bizi Almanya’da öldürüyorlar, diyor ünlü şiirinde. Aslında bu Yahudilerin ciddi bir tezi. Bu Yahudiler her bakımdan bunu milliyetçiliğe soktular. Dünyada Yahudilerin öncülük etmedikleri millî hareket hemen hemen yok gibi. Abraham Galante diyordu ki, “Ben sadece ibadethanede Yahudi’yim, onun dışında ben Türk’üm,” diyordu. Türklük ve Yahudilik çok yakın şeyler, Almanlık gibi. İşte burada Peter Gay diye bir adam var. Şu kitapta yazar, Freud, Jews and Other Germans. Yani Yahudiler Almandır, bir de öbür Almanlar vardır. Bu adam iddia ediyor. Bunun önsözünde yazıyor. Diyor ki, “Alman Yahudi’si tabiri yanlıştır. Doğru olan, Yahudi Almanlar demektir.” Onlar Alman’dırlar; fakat dinleri Yahudi’dir. Çünkü Yahudi milleti, Yahova’nın kendilerini terk etmediğini Hazarlar eliyle gösterdiğine inanırlar. Yani Romalılar tapınağı yıktıktan sonra. Şimdi biz bugün ağlama duvarı diyoruz. Orda duvar kalıntısı kalmış, onun önünde ağlıyorlar. Yahudilik itikadi bir öze sahip değildir. Yahudilik bir kültürdür. O kültüre sahip çıkan insanlara Yahudi denir. Onlar kendileri bu kültürün kimleri kapsadığı konusunda kendileri karar verirler, Yahudi anadan doğanlar Yahudi’dir derler. Ama bu insanlar Romalılar tarafından, aslında daha önce Grekler tarafından uğradıkları istiskale tepkinin Hazarlar eliyle geldiğini gördüler tarihte. Yani Hazarlar Yahudi oluncaya kadar Yahudiler dünyada kovulan bir kavim iken Hazarlar o çağda sözünü dinleten Yahudi imajını ortaya çıkardı. Dinden bağımsız bir Türklük Yahudilerin işine gelir. Çünkü onlar, biz Türk’üz diyorlar. Anlatabiliyor muyum, Hazarlar? Bunlardan bir tanesi Arthur Koestler, 13. Kabile’yi yazdı. Birileri de bayılıyorlar buna zaten: Bak gördün mü Hıristiyan olarak da, Yahudi olarak da Türk olunabiliyor.
Özbahçe: Söyleşilerinizin birisinde holdinglerin çıkardığı dergilerden bahsediyorsunuz. İş rutinleşti. Dolduruyorlar sadece tarzında şeyleriniz var. Şimdi bu iş giderek piyasada belirleyici olmaya başladı. Acaba bunun sebebi, meselâ bugünkü şiirin güçsüzlüğü diyebiliriz; ama burada şair figürüyle de alâkalı bir husus yok mu? Güçlü, ortama karakterini veren.
Serkan Işın: Az önceki soruyla bağlantılı olarak şunu sormak istiyorum: Şairle devletin arası ne zaman bozuldu? En azından Şiir Okuma
Şairler bunu kendileri düşünsünler. Nereden çıkmış bu şairler? Bu şairler nerede var? Bu öteden beri olan bir şey. Divan edebiyatı yaşarken dünya
Klavuzu’nda, şairlerin daha önce devletin tarafında olduğunu, sonra bunun bir şekilde değiştiğini söylüyordunuz. Şairlerle devletin arası bozulmadı. Şairler ne zaman devlet olmaktan çıktılar onu sormak lâzım. Şairler Yunus Emre’den itibaren devlettirler zaten. Şairler 27 Mayıs’la devlet olmaktan çıktılar. 27 Mayıs 1960’ta Faruk Nafiz’in Yassıada’ya gönderilmesi şairlerin belirleyici hiçbir tarafları olmadığının belgesidir, şairlerin işe yarayanlarının da kullanılabileceğinin. 27 Mayıs’tan sonra dönen her şey bununla alâkalı. Şairlerin sahtekâr olanları, devletle, yaltaklanarak zaten işlerini uzun süre devam ettirdiler. Devlet diye kocaman bir bütünü kastediyorsak eğer. Benim bildiğim bir şey, meselâ, numarasını yapan yaptı. Meselâ, Cemal Süreya, Aleviliğini kullanarak devletten koparacağını koparabildi. Başkaları da başka şeylerini kullanmış olabilirler. Zaza’lığını daha az kullanabilmiştir herhâlde; ama Aleviliğini iyi kullandı. Sonunda Aydınlık gazetesinin yazarıydı öldüğü zaman Cemal Süreya. Serkan Işın: Peki 60’tan bu yana partilerin kültür sanat programlarının hep birbirine benzemesinin sebebi nedir? Farklı partiler olmalarına rağmen kültür sanat programlarının birbirlerine benzemesi… Kültürsüzlüğün ve sanattan mahrum oluşun sebebidir. Bunlar ne anlarlar? Ne ederler? İşte sonunda birtakım insanlara Türkiye Cumhuriyeti’ni anlatan kitap yazdırdılar. Öyle değil mi? Özbahçe: Size bir de edebiyat ortamıyla alâkalı, Serkan’ın sorusunun devamı olarak bir soru sormak istiyorum. Soralım. Edebiyat ortamı? Allah Allah, var mıymış öyle bir şey?
kadar şiir yazan adam vardı. Hangisine şair deniyordu? Ancak millet hayatında vazgeçilmez şeyi söyleyen şairdi. Orhan Veli kendini takdim ederken, yazık oldu Süleyman Efendi’ye mısraının mübdii, olarak takdim ediyordu. Ne demek bu? Ben öyle bir şey yaptım ki Türkçe benim yaptığımla yaşıyor. Bunu bütün divan edebiyatı böyle yaptı. Yapamadığı zaman, Türk milletinin yükselmesinde destekleyici bir vasfı görünmez olduğu zaman, “Adem Kasidesi”yle beraber başka bir temayül uç verdi. Ama ondan sonra bizim nasıl yabancı sefaretler her şeyimize el attıysa, şiir dünyamızı da, edebiyat dünyamızı da delik deşik ettiler. Zaten didik didik etmektelerdi. Burdan ne çıkabilir? Zavallı kaç yaşında öldü, 35’ine varmıştır varmamıştır, Ömer Seyfettin. Ömer Seyfettin acaba yüksek dereceli bir mason olmasaydı o kadarını bile elde edebilir miydi? Sonunda nasıl o adamın kadavrası tıp fakültesinde kullanılacak kadar unutuldu? Mozart’ın başına gelen bir şey geliyor onun da başına. İkisi de mason olmasına rağmen sefil bir şekilde ölüyorlar. Onu masonlara sormak lâzım. Netice itibariyle prestijini gene ordan kopardı. İyi ki de mason olmuş demek gerekiyor. Hiç olmazsa elimizde bir Ömer Seyfettin külliyatı var. Yoksa var mı Türkiye’de öyle bir araştırma yapan? Şimdi siz Demokrat Parti zamanında çıkan bütün edebiyat dergilerini bir tarayın bakalım. Şiirleri ve hikâyeleri tasnif edin, bakın bakalım, sonraya kalmış olanların dışında ne kadar parlak metin bulacaksınız? Bulabilirsiniz, ben size garanti veriyorum, gözü kapalı. Sadece 10 sene boyunca çıkmış olan dergileri tarayın ve orda şiir ve hikâye olarak bugün okunduğunda, “Vay canına, Türkiye’de bunlar da yazılmış,” diyeceğiniz şeyler bulacaksınız. Ama bizim kültür hayatımız birileri tarafından özel olarak manipüle ediliyor her adımda. Onun için Allah, niyeti halis olanlara birtakım fırsatlar bahşediyor. Ben kendi varlığımı sadece bununla açıklayabilirim. Benim kuşağımdan olan insanlar şiire emek vermeye şair bilinmenin getirisine talip olarak razı oldular. Onun için yok işte. Var mı?
(Devamı Karagöz 3’te)