iki buçuk ayda bir #13

Page 1

iki buçuk ayda bir fanzin

N o :1 3 Pa ra i l e a l Äą n m a z .


i ki b uçuk ayda bi r fan zi n No:13 Mar t 2020 i ki b ucukaydabi r@gmai l.com kapak görseli: gülev

S e v g i l i o k u r, Ö z l e ş t i k ! G ü n l e r a y l a r a d ö n d ü , z a m a n u ç t u . K av a n o z k av a n o z t u r ş u l a r g i b i k u r u l d u k g ö r ü ş m e y e l i . Va k t i g e l i n c e kendiliğinden alarmsız uyandık. Açtık pencereyi; içeriye temiz h av a d o l a r k e n t a ş m a y a b a ş l a y a n p a y l a ş m a c o ş k u s u n a k a p t ı r d ı k . Z a m a n ı g e l i n c e a ç ı l a n k av a n o z l a r ı n ( t e r c i h e n p i l av ü s t ü k u r u y l a ) beraber keyfine varabileceğimiz sayılarda b uluşmak dileğiyle. B a z ı l a r ı n ı z l a y o l u m u z k e s i ş e l i b e ş s e n e o l m u ş . Ye r y e r ismimizden uzun aralıkların ardından, ne mutludur ki hep hevesle kaldığımız yerden devam ettiğimiz b u beş senede sessizce gelen her yeni yıldan huzur la b üyümeyi diledik. Ilk sayının editor yazısında e. demişti “bir sıcak ses getirdik:merhaba!” diye. Hala aynı yerdeyiz. B u s a y ı d a y i n e b i r i k i m l e r, d e n e y i m l e r v e g ö z l e m l e r v a r. K i m i m i z “ k i m o l d u ğ u m u z u ”, h i k a y e s i n e r a s t l a d ı k l a r ı m ı z ı n a s l ı n d a “ k i m o l d u ğ u n u ”, k i m i m i z d e “ n e o l a c a ğ ı m ı z ı ” d ü ş ü n d ü . Bazılarımız belli bir yaşın dayattığı beklentileri aksiyon mudur reaksiyon mudur bilinmez bir şekilde kurduğumuz hayatlardan yor umladı. İlk sayıdan b ugüne haritanın değişik köşelerinde evler kurduk. Hiç gelmeyecekmiş gibi gör ünen 30lara dans ettik. Büyümenin gerektirdikleri değişti belki ama hedeflerimiz i c i n e s k i d e n v e r d i ğ i m i z i s a n d ı ğ ı m ı z s ı n av l a r d a n t e k r a r t e k r a r geçmemiz değişmedi. Bütün b unlar ve fazlasını paylaştığımız b u s a y ı n ı n k u r g u v e g r a f i k t a s a r ı m ı i ç i n D i c l e v e Ö z g e’y e ; y a z ı s ı y l a , emeğiyle, yorumuyla katkıda bulunan herkese çok teşekkür ederiz! Bir de yolumuzu gözleyenlerin sabrına, ilk defa denk g e l d i k l e r i m i z i n m e r a k ı n a , k ı s a c a s ı h e r k i m s e n s a n a t e ş e k k ü r l e r. 13. kez hatırlatalım; fanzinimiz para ile alınmaz, elden ele uzatınız. gülev Ya z ı l a r ı n ı z ı , g ö r s e l l e r i n i z i , f i k i r l e r i n i z i y a d a m i n i k b i r s e l a m ı n ı z ı bize göndermeyi düşünür müydünüz?

2

iki buçuk ayda bir


b eş yıl olmuş, biz de şaşkınız. 4 “evet nere de kalmıştık?” 8 kafka b ö cek i laçlama a.ş. 10 ço cuk ne zaman? 11 over weight 14 dd 17 gündeli k i syanlar 18 Ji m i le tanışmak 20 sof t p ower günler i ni özle di k b e! diplomasiy i özle di k! 22 ya p ay vefa 24 cam kırıklarından mandala 27 i ki b uçuk ayın çalma li stesi: b en otuz oldum! 28 mesai saati dışarıda gezen i nsanlar 30 başka bi r sey i rc i li k 33 düğünler i n anatomi si I 34 başlıksız 37

iki buçuk ayda bir

zor i ş 38

3


4

iki buçuk ayda bir

çalışma: sevinç karaoğlu


iki buรงuk ayda bir

5


beş yıl olmuş, biz de şaşkınız. geçenlerde “merhaba, siz kimsiniz?” sorusundan ibaret bir e-mail düştü ikibuçukaydabir’in hesabına. kendi içimizde buna nasıl bir cevap verilir ki diye epey konuştuk. sonuçta çok varoluşsal, bir o kadar da espri ile kafa golü atmaya orta açan bir soru. çıkacak ilk sayıda yanıt verelim dedik. ilk taşı ben atıyorum. kurumsal tasarım mı? e ondan bizde de var anacım. fanzine gönül vermiş, tasarım programları kullanan ve bu işi profesyonel olarak yapan arkadaşlarımız var. ama fanzinimiz en nihayetinde gönüllü emek ile yürüyor. o yüzden ihtiyaç olduğu her an bu arkadaşlardan hızlıca görsel hazırlamalarını isteyemiyoruz. bu yüzden, fanzine dair profesyonel olduğumuz tek alan son dakikacılık. bir sabah içimizden biri uyanıyor, kafasına bir rüzgar esiyor ve whatsapp grubumuza, “haydi eller klavyeye! yeni sayı çıkaralım! biri duyuru hazırlayabilir mi?” diyor. alelacele yakın bir tarih belirleyip, dışarıdan yazı-çizim almak için duyuru hazırlıyoruz. örneğin ben, “paint terk” tasarım eğitimimle nice duyurular hazırladım. sayıların tasarımını ise kimi zaman D yapıyor, kimi zaman da M. gerçi son zamanlarda da G yapıyor. adeta kurumsallık akıyor. en kritik nokta içerik geliştirme. gönlü olan herkesten içerik alıyoruz. kayırmacılık, tanışçılık yapmıyoruz. her sayının arka kapağında içerik göndermeye davet ediyoruz. en heyecanlısı, bu davete icabet edip yazılarını gönderenler. birinin yüzünü bilmeden, yazdıklarından yüz çiziyoruz. fanzin ekibinin içerik üretme süreci ise kafaya esicilik prensibi ile yürüyor. mesela bir gün M iş yerinde patronuna kızdı, “başkan sana bir yazı attım, lütfen oku” dedi. okudum, birlikte sövdük, azıcık dertleştik. ya da E afrika’ya gitmişti, “fanzine güzel fotoğraflar çekiyorum, yazı da yakında gelecek” demişti, hakikaten de geldi. veyahut diğer e., yani ben, bir akşam birkaç dize karaladım ve B’ye gönderdim, ufak değişiklikler yaptı. o dizeler mail yolunda gide gele şiir oldu. hatta bu yazıyı da tek başıma yazmadım. arkadaşlardan okumalarını isteyeceğim, eline yüzüne çeki düzen verilip öyle huzurlarınıza çıkacak. halkla ilişkiler bölümümüz yok, ama matbaayla ilişkiler bölümümüz var. stresi çok olsa da getirisi yüksek bir pozisyon. ramazan abi sağ olsun, çok uygun fiyata basıyor. sanırım başına “para ile alınmaz” yazdığımız için biraz deli olduğumuzu düşünüyor. ama kendisiyle iletişim kurmak, baskıları almak hep dert. bu derdin altına giren, basılan taze sayıları ilk ele geçiren oluyor. kısacası bu kişi aynı zamanda o sayının depo şefi, yani balya balya fanzinleri teslim alıp evinde, odasında, ofisinde artık neresi müsaitse orada bir süre muhafaza etmeye gönüllü kişi. sonra elden ele yayıyoruz (pazarlama/satış diyebilir miyiz?).

6

iki buçuk ayda bir


muhasebe/finans işleri ise gelirimiz olmadığı için, sadece matbaa giderlerini karşılamak üzere çalışıyor. genelde de ilgilenen kişi açık kalırsa cebinden ödüyor. ilk sayılarda ben üstlenmiştim bu işi, sonra uzak yollara çıkınca görevi A devraldı. imtiyazlıyız, elbette. yine de piyasa dışında buluşmak güzel! insan kaynakları ve sürdürülebilirlik yönetimimiz de var! beş yıl boyunca gidenimiz gelenimiz çok oldu. bu süreçte güzel bağlar kuruldu. güzel bağlar yıkıldı. kimimiz uzaklara gitti, kimimizin pasaportuna el koydu zalımlar. gidenlerden dönme hayali kuranlar var, yok değil. ama dönmemek için elinden geleni yapanlar da var. bir bey, yapılan sokak röportajında mikrofonu ele geçirerek “bu devlette hard kapitalizm var! leşçi, can alıcı” demişti. haksız değil, gideni de, kalanı da, geleni de anlamak lazım. her şey hardlaştı nihayetinde. biz de dört bir yana dağıldık dağılmasına ama fanzin buluşma yerimiz. elini fanzinin üzerinden çekmeyen kemik bir kitle var, bir yandan da sirkülasyonumuz eksik olmuyor. özellikle her sayının farklı “gönüllü editörü” olması iyi oldu. herkes 23 nisan’da koltuğa bir oturuyor (ben bir kere oturmuştum, şimdi yine sıramı bekliyorum). niye yazıyoruz? beş yıldır çözemediğim soru bu. fanzine yazmak bir nevi terapi mi? edebi bir girişim mi? etini kanatmadan yaşadığını ispat çabası mı? yarı kişisel, yarı kolektif bir tarih yazımı mı? sanatsal, siyasal ve belki de akademik iddialarda bulunmadan serbest atış alanı mı? biraz hepsi, biraz hiçbiri. arkadaşlarınla bağıra bağıra şarkı söylemenin sağaltıcı bir yanı vardır ya, en çok ona benzetiyorum. yazarak söyleşmek yeri, cemming yani. iddiasız, kaygısız, kafası karışık. gününü doldurmaktan, sayıyı doldurmaktan ibaret değil yani fanzin işi. kendi rahatımızı kendimiz kaçırıyoruz. fanzincilik serüvenini, benim gibi katkısı olan her dostun benzer yaşamadığı muhakkak. benim yorumumdan başka yorumlar gelecektir bu beş yıla. tam da bu yüzden fanzin kolektif yaşanan kişisel bir serüven oldu. her sayfası birlikte kuruldu, ama akşam evde bireysel okundu. ha bu arada, başkası olmaya ve tüm kimliklerden (bu ortamda korkulardan da) sıyrılıp konuşmaya imkan tanıyan mahlas kurumumuz var. sağ olsun. sizi mahlasımla selamlıyor, gözlerinizden öpüyorum,

e. iki buçuk ayda bir

7


“ E V E T. N E R E D E K A L M I Ş T I K ? ” 2019’un Ağustos ayının ve dünyadaki 31. yılımın ortasında, kendimi ev dediğim yerden kilometrelerce (millerce) uzakta “yeni bir başlangıç” sloganıyla yola çıkıp vardığım Birleşik Devletler’in orta batısı bir yerlerinin East Lansing şehrinde (kasabasında) bulduğumda içimden geçen cümle bu oldu. Evet, nerede kalmıştık? Yıllar sonra yine öğrenci olacaktım, yine derslere girecek, sabahlara, gecelere kadar ödevler yapacak, zaten aşırı bozuk olan uyku düzenimin daha da mahvolacağı günlere muhtemelen geri dönecektim. Ama bu sefer farklıydı. Bu sefer bu iş ciddiydi. Bu sefer bir şeylerin doktoru olmaya çalışacaktım. Şimdilik pek belli olmayan bir zaman zarfı, yani yaklaşık 5-6 yıl kadar bir süre tünelin sonundaki ışığa odaklanmaktan vazgeçmezsem belki de gelecekteki işim olacaktı bu. Aile mesleği sonuçta, öğretmenlik. Bir yerde, bir üniversitede, bir konuda “uzman”, bir kadın hoca. Yılların harala gürelesi, bitmek bilmeyen ülke, iş, özel hayat, aile safları mücadelesinden sonra böyle radikal bir karar vermiştim işte.

çalışma: irem

Gitmek mi zordu, kalmak mı? Başka milyonlar da sormuştu bu soruyu tabii ama benim sürecime eşlik eden 5 Seconds of Summer – Easier oldu. Zor olsa da bu sefer benim için gitmekti cevap. Neredeyse bir yılı kapsayan hazırlık, başvuru, bekleme, kabul alma, zihnen, ruhen, bedenen hazırlanma safhasından sonra kendimi yıllar sonra ve miller ötede bir kampüs ortamında buldum. Bir Drone önce kampüsün üzerinde uçuyor, sonra büyük kulaklıklarından Blink 182 – What’s My Age Again? dinleyen sırt çantalı ben kadraja giriyorum ve beni takip ederek yürüyor kamera. Benim gözümden görüyoruz biraz yeni cangılımı. Anılarımdan 2000’lerin başı, lise, Blue Jean dergisi, MTV, Number One yılları hortluyor. Gözlerimin önündeki bol ağaçlı dünyada, yaş ortalaması 23 olan kaykaylı-

8

iki buçuk ayda bir


bisikletli çocuklar, trend olduğunu hiç bilmediğim tarz kıyafetler, Amerikan futbolu formaları, kolej sweatshirtleri giyen ve yüksek sesle oradan oraya hareket eden bol enerjili çocuklarla dolu zihnimin gerilerine attığım sahneler can bulmuş halde. Sahi, benim yaşım kaç? Ben burada ne yapıyorum? Kendimce kurduğum bir düzen, bana saygı, sevgi duyan insanlar, özünü pek severek yaptığım ama artık kalbimi kıran (işler kimin kalbini kırmıyor ki?) 9-5.30 bir işim, 5.30 sonrası bir sosyal hayatım, denizim, iki kıtam, saatlerce gidilen, dönülen yollarım ve sevgi-nefret bağım olan bir şehrim vardı. Erken orta yaş kriziydi belki de yaşadığım. Ya da hayatı iliğine kadar sömürme isteği. Buna da bir şarkım vardı tabii, Supergrass – Moving. Nereden yola çıktığını umursamadan ve nereye varacağını bilmeden sadece hareket etmek. Ben büyük bir kaostan ve kanıma işlediğini gün be gün daha da anladığım bir şehirden çıkıp zihinsel bir adanmışlık ve terbiye gerektiren doktora meselesine küçük bir kasabada inanmıştım bu hikâyede. Küçük kasabalara ve kısa mesafeli hayatlara inananlar çoktu burada. 10 seneden de önce, kendi üniversiteli halimin hiç alışık olmadığı kolej barlarının dans pistlerinde hüzünlü bir kasaba umudunu anlatan Journey – Don’t Stop Believen’ yüksek sesle sıkça haykırılıyordu zira. Zor olmadı o yüzden inanmak. Saat meselesi vardı bir de. Ben yatağa giderken denizaşırı arkadaşlarım ve ailem güne başlıyor, onlar uyurken ben daha yeni güneşi görüyordum. Güneşi ödev, makale, okuma ve yazma başında, okulda gördüğüm de oldu çokça. Unuttuğum bir gençlik hissi de vardı arkasında, okulda ders çalışarak sabahlamanın. Sorumluluğu bende ve yaptırımları sadece bana olacak bu akademik işler silsilesi kesintisizdi (Ariana Grande – Thank u, next). Tam da bu tüm sorumluluk bende olması halinden ötürü kimseye de şikâyet edemiyor, en ufak bir düşüşte kendim ettim kendim buluyorum işte diyordum (Müzeyyen Senar – Kimseye Etmem Şikayet & Kendim Ettim Kendim Buldum). Cevap belliydi çünkü: E gitmeseydin o zaman! Uzakta olmayı, bazen en yakınım olan bazen gırtlaklamak istediğim kendimle geçinmeyi, arkadaşlıkları ve aşkları enine boyuna sorgulamayı, yalnızlığı, yavaşlamayı, boş sokaklarda insandan çok sincap ve geyik görmeyi, boş toplu taşıma araçlarını, her yerde bedava olan suyla yaşamanın mutluluğunu öğreniyordum. Süper gücüm özlemek var bir de. İyi özledim hayat boyu ama o tamamen başka günün konusu. Profesyonel özlemliler ve uzakta yaşayıcıların önünde saygıyla eğiliyorum. Ben daha yeniyim ve kulübe hoş geldim (Gloria Gaynor – I Will Survive). Temelli kalmayı düşünmüyorum ama sizinle geçireceğim zamanın kaliteli geçmesi önemli. Kulübün ilk kuralı: Bazen 8 saatlik zaman farkı ötede olsa bile, o güneşin yerinde ve her şeyin yolunda olmasının önünde hiçbir engel yoktur (Büyük Ev Ablukada – Güneş Yerinde). Bonus Track: Beni yollara çıkaran ve yollardan döndüren, hem de yanı başımdaki Chicago’ya yazılmış sevgilim, Kanye West ( ft. Chris Martin) – Homecoming. from EL with love,

ezgi

iki buçuk ayda bir

9


kafka böcek ilaçlama a.ş. kulağa biraz tuhaf gelse de hamam böcekleriyle mücadele edebilmek için bir hamam böceği gibi düşünmeye çalıştım mutfak fayansına yüz üstü uzandım ve içeri sızmak için kullanabilecekleri en sinsi çatlakları aradım.

kuzguni

10

iki buçuk ayda bir


ÇO C U K NE ZA MA N ? Doğduğumuzdan beri bir koşuşturmaca. İnsan, hele evlenince anlıyor ki, biz büyüyüp de kaç senedir okuduğumuzu hesaplarken asıl koşuşturanlar ailelerimizmiş. Meğer anaokulu, ilkokul, lise, üniversite, ev kurmak, aile oluşturmak falan filan bizden beklenen olay/durum akışı olsa da, temelinde toplumca basit ve bence çok bencil bir soru varmış: “Çocuk ne zaman?” Nihayetinde hayata atılan, etap atlayarak büyüyen biz bireyleri de üreten ebeveynlerimiz, döngüyü paylaşanlar. 26 yaşında, yurtdışında, zaten beraber yaşadığım, aşktan da öte sevgi, saygı ve tutkuyla 8 yıla yakındır beraber olduğum erkek arkadaşımla, hesapsızca “bohem” bir şekilde Brooklyn Belediyesi’nce resmileştirildik. Etrafımızda ilk evlenenlerdendik. Hızlıca karar verdiğimiz için yanımızda ailelerimiz yoktu. Onları Facetime’dan bağladık diye de, aslında bir avuç genç olarak kendimizce “adetlere bağlı” bir mizansen olarak yaşadık o günü. Yine olsa yine öyle atmak isteriz o imzaları. Sonra tabi ev, iş, güç, hayat düzeni aynı kalınca unuttuk evlendiğimizi. Zaten düzen olarak ‘ev’liydik, o imza da özellikle amaç değildi. Tatilde Türkiye’ye gelince ilk hatırlatmayı yaşadık: “Eeee düğün ne zaman? Ay bir oynayalım.” Bunun yakın arkadaşlardan, aileden değil de alakasız rastlaştıklarımızdan gelmesi absürt ama sıkıntısız bir durumdu. Hatta içten içe sanki davet edilmek içinmiş gibi soruyor olmaları komikti. Nikâhtan iki sene sonra, aklımıza yatan zamanda düğün yaptık. Tondan yanlış anlaşılmasın diye ekliyorum; kendimiz de tatil yapabildiğimiz ve hatta özenle “rakı-balık” şeklinde tanımladığımız düğünümüzde her yemeği de yedik, dansı da ettik, keyfimize de baktık. Başımıza gelmedi, keyif bizimdi. İstedik, şükür oldu. Buna ister Türkiye’de ailelerin kurduğu evde yaşamak yerine dünyanın bir ucunda üniversite eşyalarımızla hayat sürdürme ruh hali, ister zaten senede bir geliyorken istediklerimize öncelik vermek diyelim. Gayet güzel, pek şahane. Olduk 28. Bu arada yıl sonuna doğru doğduğumuz için sıradaki soruya argüman da olsun diye ben hep 1 eksik söylerim, o yüzden 28. İşte geliyor önümüze çıkanın gocunmadan sorup bana “eeeeeeh” dedirttiği soru: “Ya tatlım, sizin de oldu baya artık yani, çocuk ne zaman?” Aile, en yakın arkadaş, kısacası son 3 senede neye alerjim çıktı, hangi şarkıyı seviyorum falan bilen sorsun. Ona eyvallah. Ama yani çocukluğunu bilirim diye sorulacak soru mu o? Kimse kötü niyetli sormuyor, ben de öyle algılamıyorum. Derdim laf olsun diye soranlarla; ki öylesine yorumlarla soruyu devam ettirenlere bu isyanım da. İnsanlar az buçuk hazırlamış diyaloğu akıllarında; benim gibi “ne ara 30 oluyoruz da çocuk muhabbeti başlıyor” şeklinde aslında büyümeyi yadırgayan kader arkadaşlarım muhtemelen, “yani hayatı kurdukça düşünmeye başlayacağız” türevi bir şeyler deyip iki buçuk ayda bir

11


akıllarınca konuşmayı sonlandırıyor. Karşı taraf ise ikiye ayrılıyor. Bir tarafta “keyfinize bakın, sizin hayatınız” diyenler (yakın aile ve dostlarımız böyle ve ben bu grup insanın canını seveyim), karşı kulvarda ise “ama yani 30’una ne kaldı yap”, “sonra ikinciyi yaparken zorlanırsın”, “bak geç olursa doğurganlık azalır” ve en can alıcısı “annen baban gençken yap sevsinler, onlar bakar senin için” benzeri şahane yorumlar arasında kendini belli edenler. Benden 10 yaş büyük bir müşterimle, evini tasarlarken oda düzeni üzerine konuştuğumuzda ona çekinerek çocuk düşünüp düşünmediğini sormuş, bir telaş da hemen “Çok özür dilerim. Bu ekstra odayı ona göre de düşünelim, büyük resmi bileyim ki maddi manevi düzgün bir planla yapalım tadilatı” açıklamasını eklemek zorunda hissetmiştim. Yanlış anlamadığını belirtip teşekkür etti de ancak rahatladım. Çünkü biz bizi anlarız. Kadınla ortak bir yönümüzü keşfettik ve devamında evinden çok bu konuyu konuştuk. Amerikalı olmalarına, New York’ta kariyer odaklı bir hayat sürdürmelerine rağmen 8 senelik evliliklerinde herkesin bunu sorduğunu söyledi. Daha da acısı, hissettiğine göre yaşları ilerlediği için çocukları olmayabileceğini düşünerek insanların “düşünceli bir şekilde” sormayı azalttığından bahsetti. Gülerek de ekledi: “Akılları almıyor ki biz aslında çocuk istemiyoruz.” Yadırgamak bir kenara, anladım. Çünkü hayatımın çoğunluğunda çocukların kendisi benim için doğum kontrol yöntemi oldu. En güzel çocuk sevdiğim birinin; tanıdığımın çocuğu ve diğer çocuklar kedi yavrusundan kat be kat daha az sevimliydi.

istemiyorsam? Ya zaten mümkün değilse? Ya ben sırf baskılardan kurtulmak için yapacak biri olsam o çocuğu? Sanki evleniliyor, sevişirken eline evlilik cüzdanını alan sperm, yumurtalığın kapısını çalıyor ve hop, çocuk düğüyor içimize. Bahsettiğim çocuk sorusu hem birini aciz hissettirme, hem sanki topluma ayak uydurmanın bir sonraki aşaması buymuş gibi “yol gösterme”, hem de “lazım” diye yaptırma amaçlı olunca acı geliyor. Ne stresini hissediyorum, ne hayatıma yön veriyor ama ya buna meyilim olsa ve o taze insan dünyaya sadece başkalarının beklentilerinden gelse? Son birkaç gereksiz muhataplıktan sonra artık netleştim. Seks hayatımı soramayan çocuğu da sormasın. Mahremse mahrem, özelse özel.

Düşünüyorum da, o çocuğun etrafında görmeyi hayal ettiğim insanlardan geldiği sürece sevimli bir soru bu. Gelgelelim bu mahrem soru beni ve eşimi bir birey olarak göz ardı etmiyor değil. Ya ben 12

iki buçuk ayda bir


En sevdiğim pozisyonu sorabileni valla ay, gün, yıl olarak bilgilendirip bültenlerle güncelleyeceğim. Geri kalana da samimi, usturuplu sözler sarf etmeye gerek yok. Bir sonraki cevaplarım tahminen “Olmuyor”, “Pasifik Asya’dan evlat ediniyoruz bahsetmemiş miydik”, “İnsanlıktan umudumuzu kestik, su samuru yapmaya çalışıyoruz” gibi onların samimiyetinde, şok etkisi yaratan ve bana sinirden çok eğlenme olarak dönecek tepkiler olacak. Hem belki sorgularlar rahatlıklarını, hem de hayatımızın tek geri dönülmez kararında yorum hakları olmadığını algılayabilirler. He gelirse o çocuk zaten hayatımız gözlerinde bir ateri oyunu olduğu için bir sonraki etap; “ikince ne zaman”, “emiyor mu”, “çok mu zayıf bu, neyle besliyorsun zavallıyı”, “tombul olacak maşallah” şeklinde yokuş aşağı gider. Bir “sananeeeee” çekebilsem.. Ben bu yazıyı yazarken plajda dünya tatlısı bir çiftten müjde geldi; ikinciyi bekliyorlarmış. Genel olarak “Aferin size arayı açmamışsınız birinciyle” şeklinde toplumca onaylandılar. Yeni bir hayatı vücudunda misafir etmek, evini büyütmek… Yani şimdi bir de bu kısmı var. Aman çok karışık konular. gülev

METİN GÖRSELİ BARBARA KRUGER’IN “HAVE ME FEED ME HUG ME LOVE ME NEED ME” İSİMLİ ÇALIŞMASIDIR.

iki buçuk ayda bir

13


14

iki buรงuk ayda bir


overweight

It took a whole century for the Olympic torch to return to Brazil. After the Olympic Committe rejected Brazil‘s submissions for twenty-four times – first Moon, Mars after – and once humiliated, Brazil gained back its once lost prestige. At the center of New Rio stands a symbol of this success that is one of the World´s biggest Olympic arenas: Spring. Named after the shape, it is a single composed spiral surpassing everything that has ever been created by humans for the games and beyond. All three Giza pyramids could be placed in the middle with enough space remaining for the Sphinx and more than half a million spectators at the spiral tribune. Today, it is sold out for the two-thousandmeter sprint. A loud crowd of five-hundred-thousand people gets seated as they follow the information of warm holograms gradually changing. At the very center of this gigantic melting pot, there is a little blue and white dot; Boeing runner Ali Omar Jackson. He is America’s hope, supported with the latest technology available. This two-meter twenty-centimeter tall, twenty-two year old black man has his head thrown back, his mouth wide open; stares up to inhale it all. “Hey, kid! Stop checking out God´s buttocks and come down!” Ali is back. He looks down by his coach Robert’s request; foremost his engineer and technician. “It is tremendous, coach.” “Sure it is. We are in Brazil! Everything is big here and you are the biggest. You hear me? You are the biggest thing these people will ever see, so forget about the rest...” “I mean the Spring, coach.” “Whatever. Just break the record, alright?! They wanna see it with their own eyes.” Ali cracks a smile. His confidently loud little coach with thin legs and big belly reminds him of a frog; iki buçuk ayda bir

15


he also has a big mouth. “Don’t give me that smile Beanpole! Without me you would still be in Kansas, Dorothy!” “Yes, coach. And, coach, I am not from Kansas.” “Yeah, frankly I don’t give a plug. Now listen,” - he lowered his voice - “at the last training session you overheated, and one leg slightly delayed after the other. So, I added another cooling unit just above the joint, hopefully it won’t repeat.” Ali also hoped the same. Last time, after the starting pistol, he fell to the ground with both bionic legs twitching in confusion until Bob took out the batteries. This is the price for Ali´s excellence. The moment International Sports Association allowed enhancements, including but not limited to doping, for the contestant performance, sports technology has taken an ambitious turn not that short from the Formula One improved motor industry, creation of Teflon frying pan for the space program or even the invention of radar that led to the first microwave. The “sport war” soon began to affect all sectors of society. Boeing is an accomplished product of this. Ali’s excellence isn’t only related to the budget; it is his team’s search for the unknown, before others figure out first. He is a kind of a precious jewel of the unknown with a revolutionary design. Both of his legs are complete implants; tailored perfectly to sprint. His implants are linked to the stumps of his amputated legs to connect with the rest of the running equipment in his loins. Along his spine to the neck he has reinforcements with fuel cells and shoulder joints for his robotic hands. The original ones were too heavy. He had to sacrifice a lot to be here today. As he is armed with his suit, injections and vitamins, he knows that the race is about to begin. Robert completes the final check while whispering to Ali. “Watch out for Finn (from Nokia). Rumor has it they developed a new freaky mutant drive or something like that. Don’t know much but I heard he´s fast. We are faster.” “I will be fine, coach.” “I know kid, I made you. All values are stable. Good luck, now it´s all on you!” He closes the display and exits the track. Ali hates that now it is up to him, as his failure then would only be his fault. Waves of power vibrate in the form of a thrill as he crouches to his position. The exact dose of drugs ejects to his blood for him to keep up with his robotic qualities. Shot gun! Six upgraded humans spout forward. First! Second! Third! Jackson gains momentum at his lead. Two-three-four hundred meters in… Holograms throughout are now his name and incredible sixty-eight kilometers per hour. In the middle of the race, Finn takes the lead him. Robert covers his eyes, not ready to lose. The last two hundred meters... Ali is just behind Finn; ready to give anything to win. And then – a bizarre spectacle... Ali Omar Jackson fell apart before a million eyes. He breaks into a literal two. Robot ejects the human portion, quickly accelerates and while Jackson´s torso rolls helplessly until he hits the bottom part of the tribune, mechanical runner breaks through the finish line in a hundred. The crowd shouts enthusiastically. Since the 2116 Olympic Games, men never raced again. Those extra kilos pushed us off the stage. We have become the audience of our creature.

kuba METİN GÖRSELİ GABRIELA CANALE’NİN BARBARA KRUGER UYARLAMASINDAN UYARLANMIŞTIR.

16

iki buçuk ayda bir


fotoğraf: özge mutlu

dd bir gece yarısı uyanıktım romantik şarkılar yoktu kulağımda çalışan makinelerin statik sesi mumlar yanmıyordu masamda floresan ışığını hatırlarım 25’imde kapımda kapımda, sevdiğim değil zırhınla sen, çevik ve kuvvetli canımla ben, sivil ve itaatsiz vurulmuştum tek kurşunda floresan ışığını hatırlarım 25’imde yoğun bakımda bcs iki buçuk ayda bir

17


gündelik isyanlar *bu yazı, içeriği sebebiyle bolca İngilizce kelime içermektedir.

Gündelik isyanlarda bugün: Oturdum yeniden TOEFL’a hazırlanmaya başladım. Yahu bu İngilizceyi daha kaç kere öğreneceğim? İlkokul 4.sınıf, İngilizce öğretmenim “Adjective” dedikçe, acıktığını düşündüğümden bu yana 100 sene geçti. Çok öğrendim, hep öğrendim, sağ olsun hayatımdan hiç eksik etmedim. Getirin bana İngilizini, Amerikalısını, şakır şakır da konuşurum, içersem daha iyi konuşurum ama içmeden de yürürüm. Bazı aksanlar zor, onları anlayamayabilirim, İrlandalılar mesela. Diziler ve Netflix sağolsun, onu da “practice” edebiliyoruz, en azından kulak dolgunluğu oluyor. Hintli bir hocam da olmuştu, çok tatlıydı mesela, hala karşılaştıkça selamlaşırız. Evet, herkese lazım bir dil kabul ediyorum, ama artık TOEFL’a falan girmek istemiyorum, beni TOEFL ile ölçmeyin arkadaşım. Hayır, ben bunu daha önce de yaşadım bir de. Oturdum sesimi kaydettim kendi kendime. Hayalimden yaşadığım güzel bir ev mi anlatmadım, hayranlık duyduğum bir mesleği mi betimlemedim sahte sahte. “Speaking”miş. 60 saniyelik bir germe testi bence “Speaking”, gerçekten benim konuşmamı ölçebilir mi? Kalabalık, herkesin mıy mıy konuştuğu bir ortam; fabrika gibi işte. Tüm sistemine LANET olsun Amerika. Neyse, mecburum işte. Koşullu kabul durumları, sanki sen kabul etsen ben gelebileceğim oralara! En zoru “Speaking” herhalde, ama sinsi “Reading”e ne demeli? Okuduğunu anlamak güya. Yuh yani 30 yaşında, hele bir de bu kadar okuduktan sonra daha neyini anlamıyorum da hala 42 soruda 5 yanlış yapıyorum? Hayır bir de sana okuduğunu anlamak hatta bazen anlatmak için para verildiği de oluyor, nasıl oluyor da hata yapabiliyorsun? Test işte canım, çalış yaparsın. Evet, tabii ama zoruma gidiyor, peş peşe dağları, coğrafi oluşumu, psikolojik duygulanım araştırması ve ABD’nin politik parti tarihine dair 3 metni art arda okuyup, kesintisiz cevap vermek zorunda olmak ağrıma gidiyor be kardeşim. “Listening”i daha bir seviyorum, daha seviyeli bir hali var nedense o bölümün. Sakin sakin okul kantininde artan fiyatlara dair iki gencin diyaloğu falan, küçük gerilimler iki kişi arasında, yer yer tuhaf duraksamalar... Şimdi çok merak ettim, bu testlerin içeriklerine dair bir araştırma var mıdır acaba? “The subtle Dynamics of test-making: TOEFL case” ya da “Changing times, changing dialogues: the content analysis of TOEFL tests”. Bakmaya dahi üşendim ama bir yerlerde birinin tezini görür gibiyim. Ve son olarak “Writing”! Gönlümün sultanı, bırak da rahat rahat dile geleyim kısmı. Onun da

18

iki buçuk ayda bir


mekaniği var elbette. Mutlaka kullanman gerekler; “firstly”, “secondly”, “states that”, “in conclusion” falan. Artık ezberledik bunları. “Writing”den korkmuyorum ama en çok da bu kısmın sonuçlarını merak ediyorum. Nasıl puanlıyorsunuz sevgili TOEFL “grader”ları? Kim bilir neler okuyorsunuz? Ne “typo”lar görüyorsunuz, bizim de-da, ki ayrımlarının gözümüze çelme takması gibi oluyorsunuz. Daha tehlikelisi de ne fikirler görüyorsunuz; faşistler, ırkçılar belki. Bir yerlere sıkıştırılmış bencil kelimeler. Kaç tane “I” öznesi geçiyor mesela “Writing”in 2.sorusunda? Diyor musunuz içinizden hiç, “Yazmışsın güzel ama senin bu fikirlerle devam etmemen lazım”? Yine büyük yaşıyorum bir şeyi. Bu sınavlardan çok sıkıldım. Bu sınava çalışmak yerine bambaşka şeyler yapıyor olabilirdim, ama çalışmasam vicdanım el vermez. Ayrıca tonla para verdim. Lanet olsun kura. Bu “procrastination” ardından çalışmaya geri dönüyorum. Sevgiler,

asya.

iki buçuk ayda bir

19


JIM İLE TANIŞMAK

fotoğraf: özge mutlu

Aslında kendisini anlatan belgeselin adı da “Meeting Jim”. Tanışmaktan çok memnun olduğum için yazının başlığı da bu oldu. Jim Haynes 85 yaşında bir Amerikalı ve şu anda Paris’te yaşıyor. İlk sahnede kızarmış ekmeğinin üstüne sürdüğü tereyağı ve çilek reçelini aşırı derecede afiyetle yiyen ve kahvaltıdan sonra gazetesini okuyan çoğumuza tanıdık bir profil gibi. Sonra Jim’in sevme eyleminin sadece kahvaltıya özgü olmadığını, bilinçli ve tutarlı bir tercih olduğunu ve her bir insanı aynı iştahla tanıma seçiminin etkilerini izliyoruz. Sıradan bir insanın belgeseli sıcaklığında başlayıp öylece devam eden bu yaşam öyküsüne farklı şehirler (kronolojik sırayla Edinburgh-Londra-Paris) ve binlerce insan eşlik ediyor. David Jones (nam-ı diğer David Bowie) Jim’in Londra’da kurduğu Arts Lab’de müzik deneyleri yapıyor mesela. Kendisinin bize anlatılan hikâyesi, Avrupa’nın, mümkünse yalnız olabileceği, küçük ama üniversitesi olan kalabalık bir şehre de yakın bir bölgesinde görev alma talebinin Amerikan ordusu tarafından kabul edilmesiyle başlıyor. Böylece Edinburgh’a taşınıyor. Ordudan ayrılıp üniversitedeki eğitimine devam etme kararı alınca geliri kesiliyor ve böylece ilk girişimi olan Paperback Kitapçısı’nı 20

iki buçuk ayda bir


Edinburgh’ta açıyor. Paperback’te kahveler ikram ve kitap çalmak zımnen serbest. Kâr amacı gütmek isterken güdemeyen Jim, Paperback kapandıktan sonra kendisiyle aynı heyecanı paylaşan birarkadaşı ile Traverse Tiyatrosu’nu kuruyor. Burada “hayır” diyememenin en güzel ve tek güzel halini yelkenine rüzgâr yapıyor. Tiyatronun programı tıklım tepiş dolu olsa da sahne isteyen iki balerine “hayır” yerine “sadece gece yarısı boşluk var” dediğinde sonuç gece yarısı kuyrukları… Onun hayır diyememeleri hep sanata ve müziğe ekliyor. Jim, kendi deyişiyle zaman gibi hep ileri akıyor, sonraki durağı da Londra. Arts Lab’den önce “censorshi p-t” başlıklı canım bir köşeyi de içeren muhalif bir gazete çıkarmaya başlıyor. Nerede olduğunu kaçırdığım bir ara da kendisine “dünya pasaportu” çıkartıyor. Şöyle ki, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra savaşlardan sınırları sorumlu tutan ve Amerikan pasaportundan vazgeçen bir askeri pilottan ilham alan Jim, o pilotun hayatta olduğunu öğrenince soluğu yanında alıp mücadelesini de devralıyor. Hazırladığı dünya pasaportunu Birleşmiş Milletler’e onaylatmayı başardıktan sonra ilk seyahat denemesi memurun geçiş izniyle sonuçlanınca hem derin bir nefes hem de ilham alıp veriyor. Kendi tanımıyla tüm bu “mutlu anarşistliği” sırasında sırt çantasında hep mizah var. Londra’daki devam günlerinde bu sayede cinselliğin tabulaştığı toplumlardaki huzursuzluk ve öfke ile “Sucks” isimli bir dergi çıkarıp “Wetdreams” film festivalini düzenleyerek mücadele ediyor. Böyle böyle Paris’e geliyor ve yıllardır -hala- devam eden pazar yemeklerine (Sunday Dinners) yine arkadaşlarıyla ev sahipliği yapıyor. Burada, yani Jim’in evinin bahçesinde, herkese açık bir kapıyı aralayıp dünyanın çok farklı köşelerinden gelen ama o gün sizin gibi Paris’te bulunan insanlarla bir akşam yemeği yemeniz mümkün. Nitekim yönetmen ile belgesel ekibi üyelerinin tanışması ve filmin hayata geçmesi de böyle bir pazar yemeğinde gerçekleşmiş. Velhasıl 60’ları hem yaşayıp hem de güncelleyerek bugünümüze getiren bir pasif direnişçi Jim. Otoriteye merak, mizah ve eylem ile meydan okuyor. Tanıdığı herkes birbirini de tanısın istiyor, açılan sanat laboratuvarlarının, kitapçıların ve tiyatro salonlarının temelinde hep bu var. Felsefesinin temeli de duruşu gibi yalın, çünkü ona göre herkesin hikayesi dinlemeye değer. Tek ihtiyacımız olan biraz sabır, merak ve hikayesini anlatacak biri. iki buçuk ayda bir

ece 21


soft power* günlerini özledik be! diplomasiyi özledik! sınıflararası kamuoyunun dikkatine, sizlere bu mektubumu bağlarbaşı mehmet rüştü ilkokulu 4-a sınıfından yazıyorum. sınıfımız tam 42 kişiydi. sınıf başkanın değişmesiyle sadece birkaç ay içinde ardı arkası kesilmeyen felaketler geldi başımıza. her şey murat’ın sınıf başkanı seçilmesiyle başladı. karşısındaki aday bendim. oylamayı yalnızca iki oyla kaybettim. kızların tamamı bana oy verecekti. güya burak da verecekti ve hesaplamalarıma göre ben başkan olacaktım. ama son anda bir dolap çevirdi pabucumun başkanı. oylama günü halit hoca sayımı bitirip onun adını okuyunca adeta yıkıldım. hesaplarım boşa çıkmış, aldığı oylara bakılırsa iki arkadaşım beni satmıştı. sonradan öğrendim, burak’ı iki paket buyeno çikolatayla kandırmış. ezgi’yi de bir şişe aystiyle. sonra burak’ın iki paket çikolata aldığını duyan ezgi daha fazlasını istemediğine çok pişman olmuş ama çok geç tabi. yandı gülüm keten helvası. iki oyla ne olur demeyin. başkan olur olmaz sınıftaki oturma düzenini değiştirdi murat pabucumun başkanı. erkekleri bir yana oturttu kızları bir yana. hayır cinsel yönelimimizi sen nerden biliyorsun, yarın kimin ne olacağı ne malum bile diyemedik. olan gürkan’a oldu. resmen sınıfta iletişim kesildi. sevenler sevdiklerinden, dostlar dostlarından ayrı kaldı. bizi elma gibi, armut gibi ayırdı. hoca da bunların hepsine tamam demesin mi? birkaç cılız ses çıkaran oldu, başta ben olmak üzere. ama çoğunluk çok da umursamamış görünüyordu. nasılsa zamanla biter bu saçmalıklar diye çok üstelemedik. sonra sınıf içi kavgalar başladı. cam kenarına neden erkekler oturuyor kavgası. zengin çocuklar sınıf nöbetlerini para karşılığı yoksul çocuklara tutturmaya başladı. necla, mehmet ve zahit tüm nöbetleri tutmaya başladı. resmen kendi mafyasını kurup sınıfın en güzel sıralarına oturup bir de sınıf içi iş bölümünü ortadan kaldırdı. sınıfta sınıflar oluşmaya başladı. yoksul arkadaşlarımız damgalandı. çalışkan arkadaşlarımızın notlarına el koyulmaya, onların izni olmadan elden ele dolaştırılmaya hatta çikolata şeker karşılığı takas edilmeye başlandı. murat bunlara göz yumdu, hatta çoğunu kendi organize etti. “sınıf başkanları nöbet tutmaz”, “sınıf başkanları daha fazla iş yaptığından derste tutulan notları alabilir” gibi kendi başından kurallar bile icat etti. itiraz ettik, şikayet ettik ama halit hoca duymamazlıktan geldi. 22

iki buçuk ayda bir


asıl kötü habere gelmedim. bunlarla sınırlı kalsa neyse. son iki aydır sınıflar arası kavgalar çıkarmaya başladı murat. en ufak bir itiraz sesi çıksa “4-a mehmet rüştü ilkokulu’nun en başarılı sınıfıdır, sen 4-a’nın şanını karalıyorsun” diyerek tüm sesleri bastırdı. özellikle 4-f ’nin sınıf başkanı selim ile aralarında çok büyük bir rekabet vardı. okul başkanlığı yarışında şansı olan iki rakip bunlar. okul başkanı seçilen sonra ilkokullar arası kurula gidiyor, eğitimcilik bakanlığında ilkokullarda alınması önerilen tedbirlerle ilgili çocuk komisyonunda yer alıyor. bu hem çok prestijli hem de liseye giriş sınavlarında artı 40 puan veriyor. murat’la selim arası bu çekişmenin bedelini biz ödedik. her gün yeni bir kavga. her gün yeni bir taş atma, top çalma, itiş kakış. eskiden yemekhanede karışık otururduk. başka sınıflardan arkadaşlar edinirdik. şimdi sınıfça yemek yiyor, sınıfça tuvalete gidiyor, okul bahçesinde kendi köşemizde takılıyoruz. eskiden bir kavga çıksa sınıf içi uzlaşma sağlar, olmadı sınıflar arası genel kurulda çözerdik. şimdi ne böyle kurumlar kaldı, ne bir araya gelmenin koşulları. murat ne derse onu yapıyoruz. nedenini bilmediğimiz bir mücadelenin içinde bulduk kendimizi. ne sınıf içi ne okul içi sorunlarımızı çözebiliyoruz. bu mektubum bağlarbaşı mehmet rüştü ilkokulu 4. sınıflararası kamuoyuna bir çağrıdır. soft power günlerini özledik be arkadaşlar! diplomasiyi özledik! gelin sınıf başkanlığını kaldıralım, diplomatik ilişkilere dönelim.

hürmetlerimle, 4-a sınıfından elifsu.

*soft power, yani ulusların sert savaş teknikleri kullanmadan, diplomasi araçlarıyla ilişkilenme şekli diye tanımlamış amerikan politika bilimci joseph nye 1980lerde. günümüzde belki de sadece bir semt adı.

iki buçuk ayda bir

23


fotoฤ raf: รถzge mutlu

24

iki buรงuk ayda bir


yapay vefa

Sayın Genel Müdürüm, Ülkemizin ve Bankamızın içerisinde bulunduğu bu zor dönemde sizi meşgul etmeyi gerçekten istemezdim. Ancak konunun önemi ve elde edilebilecek kazanımlar doğrultusunda, sizi rahatsız etme cesaretini kendimde buldum. Öncelikle, Bankamızın dijital dönüşüm projesi çerçevesinde elde ettiği başarılar aşikârdır. Her geçen gün yeni bir alanda yapay zekâ veya robotik otomasyon süreçleriyle maliyet kalemlerinde düşüş sağlanırken, hizmet kalitemiz ise en üst düzeye ulaşmaktadır. Günümüzde çoğu rutin iş, yapay zekâ yardımıyla otomatik hale getirilebiliyor iken, robotların henüz yapamadığı, muhakeme ve analiz yeteneği gerektiren bazı daha kompleks işler için halen insan emeğine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu insan-çalışanların, maaş+yol+yemek dışında duygusal ve insani gereklilikleri de olabildiği gözlemlenmektedir. Bu tarz profesyonel olmayan ihtiyaçların karşılanması maalesef yöneticilerimizden beklenmektedir. Yapay zekâ imdadımıza yetişene kadar, yeni bir teknolojiye ihtiyaç duyulmaktadır. Benim bu sorunu çözmek için naçizane önerim “Yapay Vefa” projesidir. Bu projenin temel amacı, yoğun iş temposunda çalışanları ile ilgilenmek istemesine rağmen haklı olarak bunu yapamayan yöneticilerimize destek olmaktır. Bu yoğun çalışma temposunda, çalışanların aile, sağlık ve duygusal ihtiyaçlarıyla ve hatta profesyonel durumlarıyla ilgilenmek zorunda kalmak başlı başına bir mesai oluşturduğundan, çok doğal olarak bu destek olma halinin 6. veya 7. plana atılması normal karşılanmalıdır. Ancak üzülerek söylüyorum ki, bazı insançalışanlar bu durumu anlamamakta ısrar etmekte ve bencilce taleplerde bulunmaktadırlar. Örneğin, hastalandığı için işe gelemeyen bir çalışanın Bankamızdan özür dilemesi gerekirken, kendisine “Geçmiş olsun, nasılsın?, Bir ihtiyacın var mı?” diye sorulması gibi akıl dışı ilgi

iki buçuk ayda bir

25


beklentileri bulunmaktadır. Bu beklentiler ne kadar saçma olursa olsun, bu insanların -henüz yapay zekâ onların işlerini yapamadığından- gönüllerini hoş tutmak Bankamızın devamlılığı ve verimliliği için yüksek önem teşkil etmektedir. Geliştirilecek “Yapay Vefa” teknolojisi kapsamında, çalışanların doğum günleri yöneticileri adına otomatik olarak sistem tarafından kutlanacak, sisteme rapor yükleyen hasta çalışanlara ise geçmiş olsun mesajı iletilecektir. Ayrıca özel gün kutlamaları fonksiyonu sayesinde, örneğin evlenen çalışanlara mutluluklar dilenecektir. Hatta ve hatta çalışanların ilgi alanları sistem tarafından tespit edilerek, otomatik olarak o konulara ilişkin yönetici yorumları kendilerine mesaj olarak gidecektir. İlerleyen dönemlerde ise doğal dil işleme teknolojisi yardımıyla belki yönetici sesleri taklit edilerek onlar adına telefon görüşmesi bile yapılabilir! Tabii ki bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. İlk aşamada en azından yalnızca Bankamıza başarı sağlayacak, yetenek yönetimini de ilgilendiren alanlara odaklanmak bile yeterli etkiyi sağlayabilir. Örneğin performansı her daim yüksek olarak belirtilen bir çalışanın, mesleki yeterlilik sınavından derece yaparak başarı elde etmesi sonucu yaşadığı sevinç ve gururu, yöneticisi tarafından tebrik dahi edilmemesi (hatta yöneticinin sınav sonucunu dahi sormaması) neticesinde yaşadığı aşağılanmışlık ve değersizlik duygusu gölgeleyebilmekte ve çalışanın motivasyonunu fevkalade düşürebilmektedir. Motivasyon ve verimlilik düşüklüğü ise kârımıza olumsuz olarak yansımaktadır. Bu tarz talihsiz olayların önüne geçmek için basit bir yapay vefa yatırımının yeterli olacağını düşünüyorum. Önemli olan bir şekilde çalışanların kendilerini değerli hissetmesi illüzyonunu yaratmak ve onlardan olabildiğince verim elde etmektir. Bilgi ve görüşlerinize sunarım. Saygılarımla,

Murat 26

iki buçuk ayda bir


Cam kırığından mandala.MANDALA CAM KIRIKLARINDAN Bizi rahatlatan boyamaların, karalamaların belirli br düzeni vardır hep. Hayatimizda oturtamaBizi rahatlatan boyamaların, karalamaların belirli bir düzeni vardır hep. Hayatımızda diklarimizin tesellisi olan surerli sekillerin değişik ve ahenkli ölçülerde tekrarlanmasi da diyebiloturtamadıklarımızın tesellisi olan sürekli şekillerin değişik ve ahenkli ölçülerde tekrarlanması iriz. Cogumuzun önünde “Boya hadi, çizgilerin icinde kaldigin surece istediğin renkleri kullan.” da diyebiliriz. Çoğumuzun önünde “Boya hadi, çizgilerin içinde kaldığın sürece istediğin renkleri diyen rahatlatıcı sayfalar sayfalar var. Benvar. nedense pek sevemiyorum bu kurallı sayfaları. Stres atmak kullan.” diyen rahatlatıcı Ben nedense pek sevemiyorum bu kurallı sayfaları. Stres icin dengesiz ama düzeni icinde saklı birseyler çizerken buldum kendimi. Bana cam atmak için dengesiz ama düzeni içinde saklı bir şeyler çizerken buldum kendimi. Banakiriklarini cam hatırlattı. yandanBir dayandan dusundum; aslında bize nefesbize alıp nefes herseyi bir gözden sakince kırıklarınıBir hatırlattı. da düşündüm; aslında alıpbaska her şeye başka bir gözden bakmamızı öğreten seyler kaosun icinde bunu uygulamayi öğretmesin mi? Zaten en huzurlu, sakince bakmamızın yolunu gösteren şeyler kaosun içinde bunu uygulamayı öğretmesin mi? düzenimizin yerinde olduğu zamanlarda yardıma ihtiyacımız olmuyor sanki. Taşıra taşıra butun Zaten en huzurlu, düzenimizin yerinde olduğu zamanlarda yardıma ihtiyacımız olmuyor sanki. uyumsuzluğuyla, uyumuyla neyse istediğiniz boyayın, çizin. Taşıra taşıra bütün uyumsuzluğuyla, uyumuyla neyse istediğiniz boyayın, çizin. gulev -

gülev iki buçuk ayda bir

27


İ K İ B U Ç U K AY I N ÇALMA LİSTESİ Çok şey değişti. Ama 30. yaşımı hayal ettiğim 16 yaşındaki halim ile, 60. yaşımı hayal ettiğim 30 yaşındaki halim arasındaki en b üyük ben zer lik hala dans ediyor olmam. Ka d e h i m i t ü m 3 0 ’ l a r a k a l d ı r ı y o r u m . B u y ı l d a n d a i s t e ğ i m “d a h a ç o k d a n s e t m e k ! ”

Selin

fotoğraf: özge mutlu 28

iki buçuk ayda bir


DEE-LITE - GROOVE IS IN THE HE ART DA RY L H A L L & J O H N OAT E S - Y O U M A K E M Y D R E A M S DEXYS MIDNIGHT RUNNERS WHITNEY HOUSTON

- COME ON EILEEN

- I WA N N A D A N C E W I T H S O M E B O DY - H E AV E N I S A P L A C E O N E A R T H

BELINDA CARLISLE

MADONNA

- EXPRESS YOURSELF

L E N N Y K R AV I T Z

- F LY AWAY

C H U M B AWA M B A - T U B T H U M P I N G C Y N D I L A U P E R - G I R L S J U S T WA N N A H AV E F U N TAL K TAL K - I T ’ S M Y L I F E UB40

- T H E WAY T H E T H I N G S Y O U D O

MS. L AURYN HILL

- D O P W O P ( T H AT T H I N G )

ALANIS MORISSETTE ROY ORBISON

iki buçuk ayda bir

- IRONIC

- YOU GOT IT

daha çok dans etmek!

TEMA: BEN OTUZ OLDUM

29


fotoฤ raf: รถzge mutlu

30

iki buรงuk ayda bir


mesai saati dışarıda gezen insanlar 15 Ekim 2019 Sevgili günlük, Bugün işe gitmedim, sabah kalkınca hiç canım istemedi. Mesai saatinde dışarıda dolaşmak istedim biraz da, ondan. Öğrenciyken düşünürdüm mesai saatinde dışarıda dolaşan insanlar kimdir diye, insanlar 8-5 arası bir binada bulunmalı gibi gelirdi sanıyorum. Hala tam olarak bu grubu çözemedim, henüz onlardan biri değilim ama istediğim zaman bunu yapabilmek iyi hissettiriyor. Yaş ortalaması yüksek bir grup, ben bile genç kalıyorum aralarında. Tabii öğrenciler de var bir sürü, favorim okulu kırmış olan liseliler. Moda tarafında gördüm birkaç grup, kafelere de dağılmışlardır kesin. Artık serbest ya da serbeste çok yakın kıyafet olduğu ve genelde erken gelişmiş oldukları için üniversitelilerden ayırmak zor oluyor. Durdukları yerde bile yüksek olan coşkulu halleri onları ayırabilmeye yardımcı oluyor neyse ki. Coşkulu bir ergendim ben de çoğunlukla, şimdi lisedeki halim önümden geçse “zibidi” derim ama hoşuma da gider. Bence lisedeki halim de beni görse aynı şeyi söylerdi. Dış görünüşten ibaret bir hoşa gitme değil, görünce birbirimizi anlarız gibi geliyor, kendim sonuçta. He 32’imdeki kendimi çok iyi anladım da 18’imdeki kaldı gibi de düşünülebilir. Buradan sonrası küçük bir mesai saati fantezisi olacak. Kendi gençliği ile konuşma senaryosu klişesini tamamlamak için oturduğum yerin önünden geçen 18’lik liseli beni bir çay sigara yapalım diye oturtuyorum masaya. Liseli halime evimin sokağını gösterince, Kadıköy’de oturduğum için aşırı seviniyor, çünkü o zamanlarda başka yer evi olamayacakmış gibi geliyor. Yalnız vakit geçirmeyi sevip sevmediğini soruyorum, ileride epey geçireceksin umarım seviyorsundur, diyerek. Fazla deşmiyorum ama bu gibi konuları, yalnızlık, mutluluk vb. Derinlikli bir konuşma değil aramızdaki. Zaten lisedeki ben durumdan inceden korkup korkmadığı kısımları da ciddiyetten uzaklaştırmıştır bile kendi içinde. Hala bir şekilde her şeyin neredeyse hep yolunda gideceğine dair safça umudu hissediliyordur tüm hareketlerinde. Aradaki yıllarda o safça umudun içimden yavaş yavaş kaybolduğunu o an fark ederim. Ama nasıl bir şey olduğunu hatırlayamam bile, bu yüzden belki de eksikliğini hissetmem. Liseli ben saçlarımın ne ara bu kadar beyazladığını merak eder, lise 2’de ilk beyaz saç teli dershanede bir matematik dersinde kopartıldıktan sonra aklının derinliklerine girmiştir çünkü erken kırlaşma kaygısı. “20’den sonra tık tık arttı, 25’ten sonra önünü alamadık.” derim. “Ama kaygılanma dökülmesinden iyidir, hem kadınlar da pek negatif bakmıyor bu işe.” diye eklerim. Şeklime şemalime daha çok önem veren bir hali vardır, hala küpe takıyor olmama sevinir, ayakkabılarımı görünce “Biliyordum be!” nidalı bir iki buçuk ayda bir

31


tepki verir, yaşlanmaktan ve sıkıcılaşmaktan korkuyor olduğunu o an anlayamazken. Ben pek konuşmam, o konuşsun isterim daha çok. Kelebek Etkisi 5 filminin kötü senaryosu olabilecek geçmişe müdahalelerden çekinirim zaten bir yandan. Lise dağılmıştır o sırada, üçlü beşli öğrenci grupları geçmeye başlar önümüzden, kendi dönemimden birkaç kişiyi görürüm, komik gelir şimdiki hayatlarını düşününce bu çocuksu halleri. Yatılı çocuklar selam verir geçerken art arda, hoşuna gittiğini fark ederim lisedeki ben’in. Sadece bir yerde bir süre barınabilerek alınan “abi” titrini seviyordur, yine de bu “abi”lik durumunu ciddiyetten uzaklaştırmak için en çok da kendisi çabalamıştır . Belki insanlar onu daha çok sevsin diye hep güldürmeye çalışmıştır, belki de sadece insanların gülmesini seviyordur, bir nevi “put on a happy face” görevlisi. Anlık olarak bu düşünceye dalmışken kafamı kaldırınca dörtlü bir kız grubu görürüm havuzdan aşağıya doğru yürüyerek önümüzden geçen. Kalbin göğüs kafesine hızlıca çarpıp geri sekmesini yaşarım bir saniye boyunca. “O” geçiyordur yanındakine gülerek bir şey anlatırken. Kendi gençliğimle konuşma durumunu bu kadar kolay normalleştirmişken O’nun lise halini görmek içinde bulunduğum fantezinin olağanüstülüğünü aklıma getirir. Bir süre izlerim arkasından aşağı doğru inerken. Karşımdaki favorileri benden hallice ama yüzünde çizgiler henüz çıkmamış, halıfleks saçlarını ıslatıp güya şekil vermiş, 60 kiloluk bedeninde 60 kilodan fazla enerji bulunan halime bakar, burulurum. O’nunla tanışmak için daha çok beklemesi gerekecektir çünkü. Duyduğum burukluk sıcak bir hisse dönüşür içimde, tüm o uyumsuzluğun içinde yaşamı bir bütün olarak hissetme hali. Yalnız kalmak isterim o an, lise halimin de 30’larında bir adamla daha fazla vakit geçirmeye çok isteği yoktur zaten. Baho’ya ya da Güğüm’e gidecektir, sonrasında bir playstation cafede 2 saat takılacaktır yatakhaneye dönmeden. Gençliğim iki peynirli pide bir şişe kola siparişi vermeye giderken yıllar sonra bile geçmeyecek aceleciliğiyle, ben de kulaklığımı takar kalkarım, Saatlerce sokaklarda dolaşma isteği vardır üzerimde sene 2005 mi 2019 mu bilmeden. Mesailer önce devlet dairelerinde olmak üzere bitmeye başlarken, tasasız liselilerin yerini tasalı mesai insanları alıyordur sokaklarda. Moda’ya doğru yürürüm ertesi sabah kaybolacak bir tasasızlıkla, mutlu muyum bilmem ama keyfim yerindedir.

holden

32


Başka bir seyircilik Bu yazı katıldığım bir yazı atölyesi kapsamında verilen yönergeyi düşünerek yaklaşık 10-15 dakika içerisinde yazdığım İngilizce bir metnin Türkçe çevirisidir. Yönerge, bir sahne betimlemesi yapmak üzerineydi. Anlatmaktan öte, bir sahnede olduğu gibi göstermeyi hedefliyordu. Ne kadar oldu bilmiyorum! Siz karar verin.

Oynadığımız amatör futbol sahalarından çok daha büyük, stadyumlardaki futbol sahasından biraz daha küçüktü içerisi, tavanlar gök-yüksek.

içeri girdiğinde, oyun bitmiş de coşkulanmış, kıvanç duymuş gibi alkışlıyoruz. Buruk bir durum oysa ki. Gözlerim doluyor. Etrafında etten duvar ören 12 polise rağmen, boyu oldukça uzun olduğu için onu rahatlıkla görebiliyoruz, bize el sallıyor. Ünlü biri gibi. Öyle de sayılır aslında ama ben yakinen tanımıyorum. Bir iki yemekte bir araya gelme ve alternatif hayatımda şu an başka yerde olacağım bir görüşme... Bu kadar tanışıklık bile aslında yeterli onunla ilgili yargıya varmaya. Bu kadarı bile onun böyle bir sahnede, hem de başrolde, sanık kürsüsünde yer almaması gerektiğine kanaat etmem için yeterli.

İlk defa geliyorum böyle bir şey izlemeye. Heyecanlıyım, umutluyum. Biz, seyirciler yan yana dizilmiş konforludan hallice koltuklarda, bize ayrılmış 7-8 sıralık özel bir alanda oturuyoruz. 300 kişi kadarız. Tanımadığım çok insan var, ama benzer bir mahallelerden gibiyiz. Sonra en sevdiğim hocam var bu kalabalık içerisinde, diğerlerinin yanında kaybolsa da orada, asil ve sağlam. Güvenli bir alan burası benim için. Fakat çok görevli var, polis ve askerler. Yine de kötü hissetmiyorum. Sahneyle bizim aramızda dizili duran bomboş yüzlerce koltuğu koruyorlar. Yaklaşmamız yasak. Sahneye birazdan hakimler gelecek. Hakimler ve bizim oturduğumuz sıralar arasındaki devasa boşluk az sonra izleyeceklerimizi anlamlandırmamızı zorlaştırıyor. Sonra, bu devasa mekanın sağ tarafında avukatlar var. Onlar, hakimlere bizden daha yakın olmakla birlikte, yatay kesiyorlar. Ve ancak onlar konuşmaya başladığı zaman bu garip sahne hem anlamlanıyor hem de iyice saçmalaşıyor. Hükümlünün çıkagelmesi ile perde başlıyor. Hakimlerin yer aldığı sahne ile aramızda, ortalarda bir yerden, sanki yer altından yukarı açılan bir yokuştan doğru geliyor. Bir adam, etrafında 12 polisle kelepçeli bir şekilde iki buçuk ayda bir

Edit1: Bu kısa sahne betimlemesini 18 Temmuz günü gerçekleştirilen Gezi Davası duruşmasının sanıkları içinde yer alan Osman Kavala’ya ithafen yazdım. O gün umulduğu gibi bitmedi ve dava ertelendi. Bu yazı basıldığında bir sonraki duruşması da görülmüş olacak muhtemelen. Bu kadar içten, bu kadar iyilikle ve mütevazilikle anılan, hakikaten koca yürekli kaç insan var diye düşündüren bu insanı 700 günden fazla tutuklu bıraktın Türkiye adaleti. Edit2: Fanzinin bu sayısı bir türlü çıkamadı. Umuyorum ki basıldığında, birilerinin kafasına taş düşmek suretiyle Şubat ayında verilen mütalaa için özür dilenecek ve Osman Kavala özgürleşecek! asya. 33


fotoğraf: özge mutlu

Düğünlerin Anatomisi I:

Hazır yaz mevsimini kapatırken, güzel tatil ve kaçış planlarınızı, doğum günü kutlamalarınızı askıya almanıza sebep olan, bu güzelim üç ayı bölük pörçük eden düğünlere dair onca yıldır yürüttüğümüz saha analizinin sonuçlarını bu sayıdaki yazımızda paylaşalım dedik. Çünkü çok iyi biliyoruz, SİZ DE BIGDINIZ! Biz 2 senedir aralıksız şekilde, onlarca düğüne gidiyoruz. İkinci iş gibi ama daha kötüsü, çünkü bu iş hiç para kazandırmadığı gibi (bazı istisnalar mevcut, uso’nun hikayesini yazının devamında paylaşacağız) büyük meblağlar harcatıyor. Özenli olmak baskısıyla yaptırılan saçı, makyajı, önceki düğünde giydiğiniz elbiseyi o düğünde kimler görecek hesaplamaları bir yana düğün sahibinin otantik fantezileri yüzünden cehennemin dibinde, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde tutulan mekana giderken harcanan paralar ve izinler her yaz belimizi bükmekte. Tabii ki bir de gözlerin en çok aradığı, o meşhur düğün keseleri... Her bir düğüne hakkaniyetli davranmak için özenle çetelesi tutululan altını/ eurosu/doları ile tam bir sömürücü düğünler, düğünlerimiz...

34

iki buçuk ayda bir


Davetlilere özel düğün rehberi Yılların verdiği düğün tecrübesi ile bizler geniş ve kapsamlı bir analiz gerçekleştirmeyi başardık çünkü ortalamaya vurduğumuzda yılda 8,2 düğüne gitmişiz; “aile arasında basit bir tören”, yıldırım nikahı, hipster düğünü, şatafatı bir tık fazla kaçıran görgüsüz düğünler, uluslararası düğünler, “benim burada ne işim var yahu” dedirten enteresan geleneksel adetlerin gerçekleştiği düğünler, cool düğünler, yörüngesi bir büyüyüp bir küçülen halayın sonsuzluğa uzandığı düğünler, düğün sahiplerini çok tanımadığınız ama içkinin oluk oluk aktığı ve gereksizce kudurduğunuz düğünler ve daha onlarcası... Şimdi sizlerle bu düğünlerden elde ettiğimiz bazı altın kuralları gururla paylaşıyoruz. Etkinlik değil maraton Düğünler tek akşamlık bir etkinlik olarak değil, bir maraton olarak görülmeli. Hazırlığı aslında davetiyeyi aldığımız anda başlıyor. Davetiye bir düğünün nasıl olacağına dair en önemli kopyayı daha o büyük gün gelmeden verir. Bu sebeple davetiyeyi iyi analiz etmeli. Bazen baktığınız davetiyede gece boyu çalacak müzikleri duyar, ışık gösterilerini görürsünüz. Örneğin üç boyutlu (çocuk kitapları dışında kullanıldığını biz de pek bilmiyorduk), çok renkli ve kalın kumaş ciltli bir davetiye aldıysanız, emin olunuz ki davullu zurnalı, halaylı, havai fişekli ve oldukça şatafatlı bir prenses düğünü sizi bekliyor. Bu tip davetiyeler ne giyeceğinizi de söyler aslında, davetiyenin “sakın sade giyinme, epey abart” dediğini duyar gibi olursunuz. Kuş yuvası gibi kabarttığınız saçınızla ve sime bulandığınız makyajınızla arz-ı endam etmezseniz tüm gece bir masaya pısıp kalırsınız. Bana adını söyle sana düğününü anlatayım Gelelim düğün sahibinin karakterinin düğüne yansıması durumuna. Örneğin parti canavarı insanların düğünleri, sonrasında tabanlarınızın günlerce zonklamasına sebep olacakken, partilerde ilk kaçan tiplerin düğünü saat daha 12 olmadan sönümlenir. Hayatı büyük yaşayanlar, düğünlerini de büyük yaşarlar. Eğer evlenen arkadaşınız sakince bir insansa yemeğinizi yiyip bir iki dans edip eve döneceğiniz bir düğüne katılacaksınızdır. Bu arada bu kuralın bozulduğu haller olduğunu da söylemeden geçemeyiz. Bazen arkadaşınızı tatilde değil kendi düğününde tanırsınız, o yüzden şaşırmayınız. Bana borç değil tam tak Ve gelelim en sıkıntılı mevzuya: NE TAKACAKSINIZ? Altın ve döviz fiyatlarının arşa yükselmesiyle düğün hediyesi mevzusu düğünün bütün unsurlarının önüne geçmeye başladı. Burada sizlere hediye seçimi konusunu rasyonel bir zemine oturtmak amacıyla oluşturduğumuz bir algoritmayı tanıtmak istiyoruz: yakınlıkmaddi yükümlülükler teoremi. Bu teoriye göre hediye seçiminizi iki temel kriter belirliyor: 1-Gelin ve damatla ne ölçüde yakınsınız? 2-Düğüne gitmek için ne kadar masraf yaptınız ve sizin için ne kadar masraf yapıldı? Bu teoriye göre, müstakbel eşiyle kanka olmadığınız bir arkadaşınızın düğününe iki buçuk ayda bir

35


gittiğinizde hediye seçiminde biraz daha tutumlu olabilirsiniz ancak “oğlan bizim, kız bizim” düğünlerinde kesenin ağzını açmalısınız. Benzer şekilde, eğer düğün içkilerin su gibi aktığı, güzel yemeklerin sunulduğu bir düğünse düşündüğünüz altının bir büyüğünü takmanızı tavsiye ediyoruz. Düğüne ulaşmak için bile büyük masraflar yaptıysanız, bu sefer düşündüğünüzün bir küçüğünü takın (Gram düşündüyseniz artık ne yaparsınız bilemeyiz). Eğlenme sorumluluğunu ensende hisset Düğün davetlileri bir düğünün vazgeçilmezidir; düğünü rezil de eder vezir de. Bridezilla’lar gibi davetzillalar da vardır ve düğünlerde kesinlikle sevilmezler. Çünkü kim agresif ve dediğim dedik bir davetli ile uğraşmayı ister ki. Bu yüzden davetiyeyi alıp katılım cevabınızı verdikten sonra düğüne eğlenme-eğlendirme sorumluluğuyla ve tam anlamıyla bir teslimiyet duygusuyla katılmalısınız. Çünkü sizden tüm beklenen yapılan harcamalara ne kadar da değdiğini herkesin huzurunda ortaya koymanızdır. Burada uso’nun hikayesini anlatarak sorumluluğun kazanca dönüşebileceği müjdesini de verelim. Uluslararası düğün olarak adlandırdığımız, çiftlerden birinin yabancı olduğu düğünlerden birinde uso canını dişine takarak pistte salsadan bachata’ya, rockn roll’dan erik dalına tüm dans tiplerini performe ederek hiç beklemediği anda kendisine 10 dolar takılmasını sağlamış ve emeklerinin karşılığını almıştır. Eğer sizler de eğlenme sorumluluğunu ensenizde hissederseniz dövizin bu kadar değerli olduğu günümüzde, düğünde mükafatınızı alabilirsiniz. Değişen trendler ve sürdürülebilirlik Düğün trendleri sürekli değişir çünkü düğün hazırlık süreçleri statik değil dinamiktir. Buna uyum sağlamak düğünlerin başarısının sürdürülebilirliğine etki eder. Örneğin günümüzde artık düğün için sıradan gelinlik, damatlık, abiye kıyafet ve masa süslemeleri seçmek kesinlikle yeterli değil. Mutlaka farklı bir şey katılmalı, kafaya orijinal bir şapka oturtulmalı, abiyelerde astral seçimler, ışık topuna çeviren alternatifler değerlendirilmeli, masalardan sarkacak aksesuarlar orijinal hale getirilmeli. Klasik bir düğün artık sadece nikah tadı veren bir hal almıştır ve vasat karşılanır. Artık düğünler iki gönlün bileşmesi ve samanlığın seyran olması için değil show için yapılır. Bu yüzden temalar kullanılır. Moulin Rouge temalı düğünler, peri masalı düğünleri vb. Alışılmışın dışında temalarla dansçılar pistte insanları eğlendirmek için Doğu Avrupa kültürel danslarından Moulin Rouge’a kadar geniş bir yelpazede performans sergiler. Siz de bu trendlere hızlıca uyum sağlamalısınız. Düğünlerine bizi çağıran çiftlerimiz, canımız dostlarımız... Sizi seviyoruz ve hepinize mutluluklar diliyoruz. Evlenmeye ve bizi düğünleriniz çağırmaya devam edin, edin ki bize malzeme çıksın.

Not: Bir sonraki yazımızda, geçtiğimiz yıl düğün sahibi olma şerefine erişmiş ünlülerle düğün deneyimlerini paylaşacakları kapsamlı saha analizi yapıp, çıktılarını sizlerle paylaşacağız. U n i d e n t i f i e d s m a l l o b j e c t a . k . a . U S O & Ya r ( a t ı c ı ) D o ç ( e n t ) 36

iki buçuk ayda bir


başlıksız

Mezarlıkta kitap okuyan kıvırcık saçlı kadını görünce uzaktan izlemeye başladım. kabristanın taşına oturmuş bir elinde sigarası hem kitabını okuyor hem de topraktaki kurumuş yaprakları temizliyordu. yürümeye devam ettim kendi yolumda. sonra ben de bir sigara yaktım -uzun zaman olmuştu yürüyerek sigara içmeyeli- biraz yürüdüm ve geri döndüm mezarlığa, izlemeye devam etmek istedim kıvırcık saçlı kadını. Hala oturuyordu taşın üzerinde, sigarası bitmişti. Neden oradaydım, neyi merak ediyordum, niye izliyordum bilmiyordum sadece uzaktan o kadına eşlik etmek istiyordum. Kitabını kapadı, ayağa kalktı, taşı sevdi, gözyaşlarını sildi. Çeşmeye doğru yürüdü, etrafına bakındı. Ben de mezarlığa doğru yürüdüm, girişte plastik yoğurt kovası gördüm, aldım, kadına doğru yürümeye başladım. “Benim de hayrım dokunsun, bununla sulayın toprağı isterseniz” diyip kovayı uzattım. Şaşırdı, bir an duraksadı. “Teşekkür ederim, sağolun” dedi. “Yakınınız mı?” dedim. “Hıhı” dedi kısık bir sesle. Çeşmeyi açtı, kova dolmaya başladı. “Sizin de mi yakınınız burada?” diye sordu, afalladım, bir mezarlık kestirdim gözüme evet dedim benim de ablam şurada, arada gelirim. Ablam yoktu, arada gittiğim mezarlık da olmamıştı şimdiye kadar. “Üzüldüm” dedi. Kova doldu, teşekkür etti tekrar, hoşçakalın dedi ve mezarlığın içine doğru yürümeye başladı. Çeşmenin yanında durup ardından baktım. Toprağı suladı, yaprakları temizledi, bir sigara daha yaktı, bir sigara da toprağa koydu. Kitabını çıkardı tekrar okumaya devam etti, dayanamayıp yanına gittim. “Genelde dua okurlar burada siz ne okuyorsunuz?” dedim. “Yarım kalan hikayemiz vardı, onu okuyorum” dedi. Kitabın ne olduğunu anlamaya çalıştım ama göremedim kapağı. Bir süre durup dinledim, duyduklarım tanıdıktı, ben de okumuştum çocukken, hangi kitaptı bu? Düşünmeyi bıraktım, kıvırcık saçlı kadının sesine bıraktım kendimi. “Ay sözünü bitiremedi. Kara bir bulut gelip ayı kapadı ve gece tekrar kapkaranlık oldu. Küçük Balık yapayalnız kalmıştı. Şaşkınlık içinde birkaç dakika karanlığa baktı. Sonra taşın altına girip uyudu.” Sayfanın kenarını katladı, kitabını çantasına koydu, taşı öptü ve yürümeye başladı.

berçem

iki buçuk ayda bir

37


fotoฤ raf: รถzge mutlu

38

iki buรงuk ayda bir


Zor iş Geçenlerde Salt Beyoğlu giriş katında bir eserin önünde, eseri inceliyordum. Sol tarafımda biri durdu, bana baktı. Ben de baktım, göz göze geldik. Selam verdi, selam verdim. “Benimle konuşur musunuz?” dedi. “Tabii.” dedim. “Tamam ama buradan çıkalım, burada beni tanıyorlar.” dedi. Ben de itiraz etmedim. Zaten çıkmak üzereydim binadan. “Tamam.” dedim, çıktık. İstiklale çıkar çıkmaz yönelttiği ilk soru “Kitabımı okudunuz mu?” oldu. “Hayır sizi tanımıyorum, siz kimsiniz ki?” dedim. Ayıplar şekilde tepki verdi ve ismini söyledi. Ali Koçak’mış kendisi. “Kitaplarımı okuyun.” dedi. Yeni bir kitabı çıkacakmış, basımdaymış. “Tamam” dedim, sohbete devam ettik. Ara ara “Kitaplarımı okuyun.” diye tekrarlıyordu, bilinç altıma yerleştirmek için herhalde. Bir sıkıntısı olduğunu hissettim ama sohbet de fena değildi. Keyfini çıkartayım sadece diye düşünürken “Bu aralar insanlar başkalarıyla konuşmuyor hiç, sapıklık çok yaygınlaştı.” dedi. Ben de onayladım başka bir şey söylemedim, konuşmaya devam ettik öylece. “Benimle konuştuğun için teşekkür ederim.” dedi sonra ve ekledi “Paran varsa bir yerlerde çay mı içsek?” Bir yerlerde oturmak istemedim ve acelem de vardı zaten. “Benim eve gitmem gerekiyor, vaktim yok.” diyerek gerçekten de uydurmadığım bir bahaneyle teklifi reddettim. O da geri durdu o an: “Tamam, seni korkuttum sanırım. Bari bir sigara içelim şurada, ona zamanın var mı?” dedi. “Olur.” dedim. Bana da sigara ikram etti, birer sigara içerken çok da derin olmayan sohbetimize devam ettik. “Telefon numaramı vereyim sana, beni ararsın olur mu?” dedi. Ne zararı olabilir şu an o numarayı almamın diye düşünüp aldım telefon numarasını. Sigaralarımızı içerken “Sen çok güzelmişsin.” diye ani bir iltifat geldi. Gülümsedim, teşekkür ettim. “Hayır gülme! Gerçekten çok güzelmişsin, genç olsam sana âşık olurdum.” dedi. Tekrardan teşekkür ettim ve devam ettim “Ama ben size âşık olmazdım muhtemelen.” dedim. “Aaa neden? Olurdun bence bak ben de yakışıklıyım.” dedi. “Yok yok olmazdım. Çünkü ben kadınlardan hoşlanıyorum.” dedim, ardından tebessüm ettim. “Aaa lezbiyensin yani? Güzel. Ama Türkiye’de bu zamanlarda lezbiyenlik zor iş.” Ben, gülerek: “İş?” Konu uzamadı. Bir evrak çantası vardı elinde, onu açtı, içerisinden litrelik bir kırmızı şarap çıkardı. Çantanın fermuarını kapatmam için bana uzattı. Kapatırken fark ettim ki içi boş çantanın, sadece şarap varmış. Bana da ikram etti, geri çevirdim. “İyi ki istemedin, teşekkür ederim.” dedi. Yerinde duramayıp, ileri geri hareket etmeye başladı, sanki rahatsız olduğu bir şey varmış gibi: “Seni rahatsız etmemek için uzak duruyorum senden.” cümlesini aldım bir anda. Sigaralar bitti, bir tane daha içmem için teklif geldi, reddettim. “Gideceğim ben.” dedim. Bir anda “Ben 3 yıldır kimseyle sevişmedim aslında ve şimdi senden etkilendim... Ama sen lezbiyenmişsin...” cümleleri döküldü ağzından. Benim serinkanlı şok halim sürerken o devam etti: “Beni lezbiyen arkadaşın olarak görebilirsin.” Kendimi tutamayıp kahkaha attım. “Nasıl yani?” “Gülme! Evet, ciddiyim beni lezbiyen arkadaşın olarak görebilirsin.” dedi. İlk kez böyle bir taleple karşılaşıyordum. Ne diyeceğimi bilemedim. “Tamam sizi o zaman telefonuma ‘lezbiyen arkadaşım’ olarak kaydediyorum.” dedim ve elini sıkıp ayrıldım yanından. Not: Gerçek hayattan alınmıştır. Tu b a K . iki buçuk ayda bir

39


çizim: elifcan

yazılarınızı ve çizimlerinizi bizimle paylaşın: ikibucukaydabir@gmail.com

iki buçuk ayda bir fanzin 40

iki buçuk ayda bir


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.