iki buçuk ayda bir fanzin
No:7 Pa ra i l e a l ı n m a z .
i ki b uçuk ayda bi r fan zi n No:7 Ni san 201 7
C a n ı m o k u r, Geldi bahar ayları, çıktı fanzinimizin 7. sayısı. Sizlere bu sayıyı hazırlarken içinden geçtiğimiz mar t ayı, 8 mar t ile uzun süredir y a ş a y a m a d ı ğ ı m ı z b i r c o ş k u y u h a t ı r l a t t ı b i z e . Tü m b u u m u t s u z l u k ve süregelen olağanüstü hallere rağmen bir nebze mutlu olup, başka hayallere daldık iki buçuk ayda bir ile. Bu sayı konserli, oyunlu, tohumlu ve bir arada sesler yükselttik olduğunca. Elinde pamuk şekeriyle sizi bekleyen kapağımız küçük bir ip ucu olsun. Bulmacalı vedamız da uğurlarken arkadan dökülen su. Te k b a ş ı n a o l m a z , b i r l i k t e g ü ç l ü* . B u s a y ı y a g ü ç v e r e n l e r e teşekkürlerimiz var: yazıları, tasarımları ve emeği olanlara. Bizi k ı r m a y ı p k o l a j ı n ı d e r g i y e u y a r l a y a n a h s e n’e , g r a f i k t a s a r ı m i ç i n d i c l e’y e , a r k a k a p a k b u l m a c a s ı i ç i n m e r t’e , a r a l a r ı n d a n s e ç m e k t e z o r l a n d ı ğ ı m ı z i n s a n l a r ı i ç i n b ü ş r a’y a v e ç i z i m l e r i i ç i n p ı n a r ’a ç o k t e ş e k k ü r e d e r i z . Te z y o ğ u n l u ğ u n e d e n i y l e e d i t ö r l ü k g ö r e v i n i b u s a y ı l ı k d e v r a l d ı ğ ı m s e v g i l i e . ’y e f a n z i n i m ü m k ü n k ı l d ı ğ ı i ç i n a y r ı c a t e ş e k k ü r l e r. Hikayeler yorgunluktan ve bıkkınlıktan kor ur**, ihtiyaç duyduğunuzda elinizin altında olmak dileğiyle. Haydi eller biraz ellere değsin: fanzinimiz para ile alınmaz malum, elden ele dağıtalım… S e v g i l e r, Çokça asya, bir tutam da e. * 8 mart 2017 – taksim
**gabriel garcia marquez – hikayeler anlatmak için
2
iki buçuk ayda bir
unutamadığımız deli ler aklımdan sıkıldım, i lânımdır! 4 bi li nmeyen 7 tohumlar ve i nsanlar 8 haki kat duysa üzülür 10 biz 12 b ugünkü tab u’da yasaklı sözcüğümüz: tur uncu 14 babayasa mı, çay-çörek günler i mi? 17 dayağa hayır canım! 18 i ki b uçuk ayın çalma li stesi 19 canlı müzi k b ulunur 20 bi r oyun 24 kayıp kask sahi bi ni arıyor 26 unutucu 27 aşık olmak nasıl bi r şey abla anlatsana, b en aşık olmadan öle ce ğ i m! 28 ölüm düşüncesi ni n ziyareti / İz 31
iki buçuk ayda bir
3
A K L I M DA N S I K I L D I M , İLÂNIMDIR!
Şu aralar “deliliğe” takmış durumdayım. Bu yaşıma kadar tanıdığım, bildiğim, filmlerde izlediğim, kitaplarda okuduğum delileri ve delilik halini düşünüyorum günlerdir. Ve aklımda sürekli bir soru; Kimdir gerçekten “deli”? Sözlüklerde delinin anlamına baktığımızda: “Aklını yitirmiş olan, akli dengesi bozulmuş olan, mecnun.” açıklamasını görüyoruz. Bir de mecaz anlamları var: “Davranışları aşırı ve taşkın olan, çılgın”, “Aşırı derecede düşkün”, “Coşkun, azgın”. Güzel Türkçemizde, “deli” ve “delilik” haline ilişkin birçok deyim, atasözü, birleşik söz var. Çoğunu günlük hayatımızda sıkça kullanıyoruz.
çizim: büşra
Akıllının anlamıysa, “Gerçeği iyi gören ve ona göre davranan” olarak açıklanıyor. Şu açıklamalar bile durumu açıkça ortaya koyuyor aslında. Uzun, uzun kanıtlar aramaya gerek yok. 4
iki buçuk ayda bir
“Akıllı”olmanın ne kadar sıkıcı ve tatsız olduğu açıklamasından belli. Gerçeğin esaretinde bir hayat, şu üç günlük ömürde “akıl kârı mı” yani! Bugünlerde delilerin sayısı mı arttı, yoksa ben deliliğe taktım da algıda seçicilik durumu mu yaşıyorum bilmem ama her yerde onlarla karşılaşıyorum. Geçenlerde dolmuşla kısa mesafeli bir yolculuğumda rastladığım yirmili yaşlarında, güzelce ve temiz giyimli bir kız meselâ. Hiç durmadan konuşuyordu, daha doğrusu küfrediyordu. Bir an göz göze geldik,” eyvah, şimdi de bana küfredecek” derken gülümsedi ve başını çevirdi, kısa bir süre sustu, sonra küfretmeye devam etti. Ben indiğimde peşimden indi, hızlı adımlarla sokağa daldı ve sesini herkese duyurmak için herhalde, bağırarak küfretmeye devam etti. Samimi olup söyleyin, böyle avaz, avaz küfretmeyi, hadi terbiyeli olalım, canınızı sıkanlara ulu orta bağırabilmeyi hiç mi istemediniz? Ben istedim, ama “akıllı” olduğum için yapamadım. Birkaç gün sonra işyerimin camından dışarıya bakarken fark ettiğim “deli” ise yaşlıca bir kadındı, sesi çıkmıyordu ama hareketleri tuhaftı. Trafik ışıklarının yanındaki kaldırımda oturdu ve arabalar önünde durdukça, hışımla yerinden kalkıp sürücülerine tükürdü. Bu böyle saatlerce devam etti, ben de camdan gidip, gelip izledim, en son baktığımda gitmişti. Herhalde arabalar canını yakmıştı ki onlara duyduğu öfkeyle böyle davranıyordu. Başka hiçbir şey dikkatini çekmedi tüm o saatler boyunca. Ve tükürürken aldığı keyfi fark etmemek mümkün değildi. Hiç unutamadığım iki anım daha var. İlki, iki yıl kadar önce İstanbul’un en kalabalık meydanlarından birinde rastladığım “deli”. Hırpani kılıklı, orta yaşlarında bir adamdı, ellerini iki buçuk ayda bir
birbirine sıkıca birleştirmiş, akşam iş dönüşü kalabalığının ortasında durmuş, bağırıyordu önünden geçen insanlara. “Elini tut, elini tut!”, “öp onu, öpsene!” diye. Tek başına yürüyenlere değildi çağrısı. Yanında eşi, sevgilisi, çocuğu, arkadaşı olan ikili veya daha kalabalık yürüyenlere sesleniyordu. Öyle tutkuyla ve gayretle yapıyordu ki “işini”, benim gibi etkilenip duruyordu insanlar. Kısa bir an izleyip, yüzlerinde acımayla karışık bir yarım gülümseyişle, başlarını “yazık, zavallı adam” der gibi sallayıp devam ediyorlardı telaşlı yürüyüşlerine. Yalnızca iki genç sevgili çağrısına uyup yanına gittiler. Oğlan kızın yanağına bir öpücük kondurdu, yan gözle “deli”ye bakarken, “Ben elini zaten tutuyorum, bak” diyerek, birbirine kenetli ellerini gösterdi. Kıkırdayarak ve koşarak uzaklaştılar sonra. Onlar giderken sevinçle yerinde zıplayarak izledi bir süre, sonra sanki daha da coşkuyla devam etti bağırmaya. “Elini tut! Öp, öpsene!” Oradan uzaklaşırken nasıl bir hayatın onu bu hale getirdiğini düşündüm ve “Bu akşam, meydanın kalabalığından birkaç kişi bile sevdikleriyle buluştuğunda bir ‘delilik’ yapıp sevgilerini göstermişse ‘deli’ boşuna çabalamamış olacak” diye geçirdim içimden. Unutamadığım diğer “deli” çocukluğumun en ilginç anılarından. Ortaokulun son günlerinde, okul dönüşü bir arkadaşımla parkta otururken rastladık ona. Yanımızdaki bankta sonradan ablası olduğunu öğrendiğimiz bir kadınla, elleri dizlerinde, küçük bir çocuk gibi oturuyordu. Otuz yaşlarında gösteriyordu hâlbuki. Çok zayıftı, iri yemyeşil gözlerinde tuhaf bir ışıltı vardı. Bir süre sonra ayağa kalkıp, bankın üstüne çıktı ve konuşmaya başladı. Ablası oturtmaya çalıştı ama direndi, o da sonunda vaz geçti. Parktaki birkaç kişi başına toplandık. Yaklaşık bir saat o anlattı -anlattıklarını “deli saçması” bulanlar ayrıldı- ben ve arkadaşım dinledik. Ben uzaya, bilimkurguya, dinlere meraklı, okuyan, araştıran bir çocuktum. O gün orada dinlediklerim bu konularla ilgiliydi. Kopuk, kopuk ve daldan dala atlayarak anlatsa da söyledikleri çok ilginçti. Uzaylıların aramızda olduğunu, robotların dünyayı ele geçireceğini, yaptığımız her şeyi izlediklerini, bir göktaşını dünyaya çarpsın diye bize yönlendirdiklerini içeren bir kıyamet senaryosuydu anlattıkları. Yıllar geçti ve o gün 5
orada dinlediğim her konunun filmi yapıldı, kitapları yazıldı. Ben her defasında o tuhaf ışıltılı gözleriyle, bankın üstündeki çocukluğumun “deli” sini hatırladım. Şimdi, tekrar sormak istiyorum: Kimdir gerçekten deli? İnsanlar toplu halde yaşamaya başladığı zaman, birlikte yaşamanın getirebileceği sorunları önlemek için, birtakım kurallar koymuşlar. İnsanlık tarihi boyunca yaşadıkları coğrafyaya ve geçirdikleri “evrim”e paralel olarak bu kurallar çeşitlenmiş, çoğalmış. İlk insan topluluğundan bugüne, ihtiyaca ve duruma göre değişen binlerce kural insan hayatını çerçevelemiş, kuşatmış. İçinde yaşadığı toplumun kurallarına, örfüne, geleneklerine, düşünce biçimine aykırı davranan “deli” damgasını yemiş. Peki, bu kuralların, geleneklerin insanın yeryüzündeki serüvenindeki asıl rolünün ne olması akla yatkın? İnsanın ihtiyaçlarının en iyi şekilde karşılandığı mutlu bir yaşam değil mi? Geldiğimiz noktaya bakın. Bunca kural, kanun, örf, geleneğe rağmen, savaşlar, kıyımlar, açlık sınırında yaşayan milyonlar, acımasızca ve duyarsızca kirletilen doğa, mutsuz, umutsuz insanlar. Tekrar soruyorum: Kim deli?
Kurallar koyan ve kendi kurallarının en doğrusu olduğuna inanıp, herkesi de inandırmaya çalışan, bunun için en insanlık dışı yolları bile mubah görenler ve bu olanlara seyirci olmaktan başka bir şey yapmayanlar mı; yoksa kuralları iplemeyen “deli”ler mi? “Ne yani, kurallar olmadan mı yaşayalım, mümkün mü böyle bir şey? Saçmaladın iyice.” dediğinizi duyar gibiyim. Demiyorum tabii ki. İnsanoğlunun yüzyıllardır kafa patlattığı, uğraştığı bu derin ve engin deryada iki laf edip, “bu budur, böyle biline” diyecek halim yok haliyle. Ama “akıllı” geçinen bu kalabalıktan da sıktım sıyrıldı artık kardeşim! Kendi aklımdan da sıkıldım, buradan bu vesileyle cümle âleme ilan ediyorum. Aklımı en azından bir süre tatile göndermek istiyorum. Yakamı bıraksın, “bu doğru, bu yanlış” deyip beni sinir etmesin istiyorum. “Akıl yaşamı sıkıcı hale getirir. İnsanı mutsuz eden aklıdır” diyen Erasmus’a inanmak ve herkesi inandırmak istiyorum. Benim için, “Delidir ne yapsa yeridir” desinler istiyorum. “Sen zaten sıyırmışsın, olmuş yani” diyenlere de söyleyeceğim şudur: bu yazıyı buraya kadar okudunsa sende de potansiyel var canım kardeşim! Ben son sözleri severim. Bu yazının son sözü de aşağıdaki şiir olsun: Bir taş attım kuyuya Akıllılar çıkarsın Ben sıkıldım aklımdan İsteyen gelsin alsın.
Gülseren
6
iki buçuk ayda bir
fotoğraf: özge
bilinmeyen
birinci çinko kokular tutar yitenin safını ikinci çinko geçmişin izlenceleri ve yaranın hıncı tombala! “dün akşam saatlerinde busenin mucidini içeri aldılar.” bilirim posta kaç günde gider çünkü bu üvey bir yolculuktur. ölçüye vuramam deliği ve değişi şimdi gülüşümüzü hangi eller yontar? kuzguni.
iki buçuk ayda bir
7
To h u m l a r ve İnsanlar Çocuklar ve hayvanlar ya kötülükten uzaktır ya da faili değil mağdurudurlar ancak karanlıkların. Peki ya büyüyen, büyüdükçe dünyanın kirini pasını fark eden, dünyayı kirleten ya da kirlenirken izleyen, farklı farklı tepkiler, eylemler ve eylemsizlikler geliştiren, gören ve sesli ya da sessizce, bilinçli ya da bilinçsizce bir tercihte bulunan insanlar? Bütün bu büyümüş çocuklar kimlerdir ve neden böyle yaparlar? Neden böyle yapmazlar? Safların keskinleştiği, acımasızlıklara dayanma gücümüzün sınandığı, öfke ve nefret dolu bir dünyanın içinde tutunduğumuz ışıklara karanlıkların üşüştüğü günlerden geçiyoruz. Birbirimize, geçmişte aştığımız engebelere bakıyor ve güç toplamaya çalışıyoruz. Üst üste yumruklar savrulurken hayatlarımıza, insan daha ne kadar kötü olabilir derken -insan niye böyle olur demezken- umutsuzluktan ve eylemsizlikten bizi koruyacak o eski sırrı anmanın zamanıdır. Anmalı, çağırmalı ki eskilerden çıkıp gelsin; önce bugünümüzü sonra da yarınımızı sarsın. Sarsın nicel birikimlerin nitel değişiklikleri doğurma yasası… Doğa yasalarının toplum yasalarına uyarlanmasıyla elde edilen bu ilke sessizce fısıldıyor; “neye yarıyor ki bu çırpınmalar” denen hiçbir şey boşuna değil. Tohumlar meyve olacak, ağaç olacak sen ekmekten ve emekten vazgeçmezsen. “Sabır” diyor eskiler, “eylemlilik diyor” yeniler, “dayanışma” diyor hem eski hem de yeniler… “Zafer” diyor sınanmış tarih eleğinden geçenler… Velhasıl değişim kaçınılmaz ve kimi farklı kimi aynı olan eşiklerden her ama her insan geçiyor. O zaman “biz büyür, dünya değişirken,” iyiye dair binlerce tohum atmalı; filizleneceğini görmeyecek olsak bile, filizleneceğini bilerek. Belki de hayat kendi deneyimlerimizin bizi öncekilerle buluşturduğu bir bayrak yarışı. Biz de sonrakilere devredebilmek için koşuyoruz. Koşarken etrafa tohumlar saçıyoruz ki yeşil ve bereketli olsun yollar. Açık olsun herkes görmese bile mutlaka görenlerin ve göreceklerin olacağı kapılar. Aslında bu yazı bir fragman… Yıllardır süregelen ve bu yıl da gerçekleşecek olan somut bir tohum takası şenliğinin bugüne uyarlı tanıtımı… Orada GDO’lardan, yapaylıklardan, zararlı hırslardan arındırılmış ata tohumları ve onları koruyan insanlar var. Tohumların ulu bekçileri koruduklarını bir şenlikle takas ediyor, “Bende biraz mısır var, sende de kabak varsa şahane” diyorlar. Para gibi hiçbir katkı maddeyi araya sokmadan… Tohumlar ve insanlar, birbirini şekillendirip birbirlerinin hayatlarından geçiyorlar. “Bir tohum yaşamın sonsuzluğunu temsil eder. Onun ürettiği bir sürü meyve, bitki ve sayısız tohumun çoğu tükense, yenip yutulsa ve sadece bir adet sağlıklı tohum kalsa, bu yeni bir yaşamı başlatmak için yeterlidir.” Düşünsene bir de bir sürü tohumun toprağa, bir sürü insana saçıldığını… Can suyumuzsun dayanışma. Seni bizden kimseler alamaz. Tohum takaslarında görüşmek dileğiyle… Ece 8
iki buçuk ayda bir
iki buรงuk ayda bir
9
hakikat duysa üzülür
fotoğraf: özge
2017’nin Ocak ayında bir kitap bitirdim: Julian Barnes’ın “Bir Son Duygusu”. Ana karakterin geçmişi anımsamakla, dolayısıyla kafasında kurguladığı ‘gerçeklikle’ ilgili düşüncelerini şuraya bırakmak istiyorum: Bir kez daha şunu vurgulayayım ki, bu benim o zaman olup bitenleri şimdi okuyuşum. Ya da daha doğrusu, yıllar önce olup bitenleri o zaman okuyuşuma ilişkin olan şimdiki anım.1 Kitap üzerine inceleme yapmak istemiyorum. Fakat ana karakterin sıklıkla geçmişe dönerek hayatında olan bitenleri tasvir ettiği bu kitabı okurken 2016 yılında Oxford sözlüğün yılın kelimesi olarak seçtiği “gerçek-ötesi” (post-truth) kavramını düşünmeden duramadım. Şimdi de bu düşüncelerimi yazacağım. Oxford sözlüğe göre gerçek-ötesi kavramı Türkçe’ye çevrilince şu oluyor: nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu için söylenen bir söz. En basit haliyle 10
iki buçuk ayda bir
düşündüğümde gerçek-ötesi, her gün görsel-işitsel-yazılı medya ve sosyal medya aracılığıyla önümüze çıkan birtakım haberlerin, fikirlerin, birileri tarafından (arkadaşlar, aile, kendi kendini üreten sosyal ağ) küçük değişikliklerle tekrar tekrar önümüze konması, paylaşılması, oradan soluğu masalarda, sohbetlerde alarak yeni bir gerçeklik oluşturması. Kulaktan kulağa oyununda olduğu gibi gerçeğin deforme olması ihtimaller dahilinde ve orijinal fikrin/gerçeğin büründüğü bu yeni hal de bizzat gerçek-ötesi. Böyle düşününce gerçek-ötesi kavramı oyun ve gerçeklik arasında bir sıkışma (bir garip de coşku) hissettiriyor bana. Bu kavramın bu kadar tutmasına benim yorumum gerçeğin veya hakikatin artık pek de bir enteresanlığının, albenisinin kalmamış olması olur. Günlük hayatlarımızda albenisi oldukça yüksek olan filmlere ve dizilere kafayı çevirince, onların göbeğinde bu gerçek-ötesini görmek mümkün. Westworld dizisini izleyenler bilir (izlemediyseniz, bir deneyin). Biraz zorlama gelecek fakat dizi tam da bilimkurgu ve kurmaca olmayan kategorilerin kesiştiği bir yerde durmasıyla bu yazıya anlam katacak. Çok az anlatmama izin verin. Dizide, insanların para vererek girdikleri lunaparklardan çok daha büyük bir park var. Westworld de bu parkın, bu parkı işleten şirketin adı. Bu parkın içinde hemen hemen her gün aynı döngüyü yaşayan, ağızlarından çıkan her sözün metin yazarları tarafından önceden özgünlükle yazılmış olduğu, insan üretimi, gerçeğe oldukça yakın host adı verilen robotlar var (robot demeye bin şahit ya, neyse!). İnsanlarla, hostlar arasındaki tek fark bilinç ve hatırlayan bir hafıza ki bu da Julian Barnes’ın tasviriyle oldukça yoruma açık bir alan. Hostlarla dolu parkı ziyaret eden, hostlarla oyunlar oynamaya gelen insanlar için ise enteresan olan hostların bu bilinçsizlik, ya da diğer bir deyişle hostların gerçekötesi hali. Hostlar, insanlar ya da diğer hostlar tarafından gün içinde öldürülseler dahi, önceden yazılmış kendi hikaye çizgileri gereği tekrar canlanıyorlar. İnsanlar açısından ise parkta sorumluluk ya da hesap vermeye ilişkin bir zorunluluk yok, dolayısıyla sadece oyun kuralları (kuralsızlığı) var. İnsanlar arzu ettikleri gerçekliği yaratıp oyunun kılıfına uydurarak, kendilerinden cinayet işleyen azılı bir katil ya da kasabanın adalet arayan şerifini yaratmakta özgürler. Eğer dizideki hayat gerçek-ötesinin alabileceği uç bir faz ise, bugün çevremizde olup bitenler de bu gerçek-ötesiciliğin tat kaçıran başka bir hali. O yüzden bilim kurgu romanından fırlamış gibi dile düşen gerçek-ötesi’ni (ya da post truth’u) boş verelim. Bir oyun içinde olduğumuzu düşünmek sadece bir teselli olurdu. Bir gazete Tanpınar’ın ağzında sigara olan fotoğrafını değiştirip, sigarasız hale getirdiğinde gerçek zarar görüyor. Telaffuz edilen, kontrol edilen ve yeniden düzenlenen gerçek, kamusal veya özel sansür mekanizmalarından geçerek yeni normlar yaratıyor. Bundan 20 sene sonra Tanpınar’ın fotoğrafına bakan birinin ağzındaki sigarayı göremeyecek olması düşünmeye başlamak için yerel bir örnek sadece. Bir gün içinde Çin hükümeti facebook, twitter ve diğer sansür mekanizmaları kaç yeni içerik üretiyordur dersiniz? Yılda 488 milyon.2 Karşımızda tüm garabetiyle hakikatin yitimi ya da gerçeğin ölümü var. Asya 1- JULIAN BARNES, BIR SON DUYGUSU (AYRINTI YAYINLARI, 2013), 46. 2- GARY KING, JENNIFER PAN, AND MARGARET E. ROBERTS, “HOW THE CHINESE GOVERNMENT FABRICATES SOCIAL MEDIA POSTS FOR STRATEGIC DISTRACTION, NOT ENGAGED ARGUMENT,” AMERICAN POLITICAL SCIENCE REVIEW, 2017.
iki buçuk ayda bir
11
biz bastırdıysa yağmurun şiddeti, kesildiyse insan sesleri, hava karardıysa, şimdi başlayabiliriz. bir kilo pamuk mu ağırdır yoksa bir kilo plastik patlayıcı mı? bir huzursuzun planı tanımadıklarımın ciğerini deliyor aklımın mizanseni yayın yasağına uzak, sanki bir ucu hiç bize dokunmaz gibi öyle biz dediysem de kalabalık sanılmasın üç beş kuru vatandaş, fantezisi olmayan eğilmeden herkes, herkesin üzerine ki kurşun yemek dahi olsa ucunda, ben, sen, o, bu, şu ama okşarsan başını, içinden ne geçtiğini bilmeden, uçurumlar düzlüğe kavuşur, biz, sadece biz olmaz mıyız? biz, sadece biz, ölmez miyiz?
bcs
12
iki buçuk ayda bir
Yorgundun, imkansızdın, benimdin. Hoşgeldin.
gülev iki buçuk ayda bir
13
bugünkü t a b u ’d a y a s a k l ı sözcüğümüz: turuncu -
turuncu yasaklandı! -
ama neden?
-
çünkü işte.
turuncu çiçekler belediyelerin park ve bahçeler ekiplerince yolundu. şehirler arası otobanlardakiler ise karayolları tarafından halledildi. bu arada kara yollarının logosu da değişti. turuncu ojeleri olan bir kadın zorla eczaneye sokulup asetonlandı. sıkma portakal suyu satışına bir süre ara verildi, mandalina için görüşmeler sürüyor ancak umutsuzuz. hollanda ile işler sarpasardı, tüm portakallar şehir meydanlarında bıçaklanarak kameralara atıldı. çocuk parkında turuncu olan kaydırağı griye boyadılar. içerisinde turuncu geçen kitaplar kitapçılardan toplatıldı. turunç meyvesi üzerine tartışmalar devam ediyor, aslında yeşil olmasına rağmen isminin şaibeli olduğu düşünülüyor. kuzenimin kızına kırtasiyeden kuru boya aldık, içinde turuncu yok. ana haber bültenlerindeki turunculu kırmızılı “son dakika” yazıları tamamen beyaz kırmızı formata çevrildi. sahilde ateş yakanlarla ilgili soruşturmalar devam ediyor.
14
iki buçuk ayda bir
papatyalara ne olacağı merak konusu… turuncuya çalan apartmanların yeniden boyanması büyükşehir tarafından devam ediyor, mülk sahiplerinden boyaya katkı payı toplandığı iddia edildi. ünlü perakende firması m, logosuna yeşile çevirmesine rağmen süren protestolar nedeniyle türkiyedeki mağazaları kapatıp, liberistan’a taşınma kararı aldığını açıkladı. tez hocalarının hatta bölümde hiç hocalarının olmaması nedeniyle üniversite önünde pankart açan öğrenciler turuncu typo kullandıkları için göz altına alındı. taksilerin yeniden boyanması gündemde. boya bakanı alnımız gibi ak olsun taksiler beyaz olsun diyerek sosyal medyada #beyaztaksi kampanyasını başlattı. yolda turuncu dediği duyulanların ihbar edilmesi için alo-turuncu-ihbar hattı oluşturuldu ve prime time kuşağında televizyonlarda bu hattın duyurusu kamu spotu olarak yayınlanıyor. çin’de hava kirliliğinde turuncu alarm verildiği öğrenilmesi üzerine çin ile ilişkilerimiz askıya alındı. ülkemize uluslarararsı arenada kasıtlı ve bilinçli bir saldırı olarak bu alarmın verildiği yetkililer tarafından açıklandı. sertab’ın turuncu adlı albümü müzik marketlerden toplandı. aytunz’dan kaldırılması için epıl ile görüşmeler sürüyor. basketbol toplarının yeniden üretilmesi için büyük spor mağazaları ile görüşmeler sürüyor. ev içi timleri, turuncu boyalı duvar ihbarlarını değerlendirerek evlere sabaha karşı ani baskın yapıyor. şuana kadar beşbinikiyüzellidört kişi gözaltında alındı. geçen gün bir vatandaşa güneşin de bu komploya dahil olduğunu iddia ederek güneşe kurşun sıktı. fanta yasaklandı.havuçun durumu belirsiz. sahil güvenliği bağlı botların can simitleri değiştirildi. budist rahiplerin neyşınıl coğrafikteki fotoğrafları sansürlendi. giysilerinin rengi değiştirilerek ve blurlanarak basıldı. rahiplerin de işbirlikçi olduklarına dair şüpheler peşi sıra bültenlerde çıkıyor. turuncu montuma geçen gün bakkala giderken polis el koydu. çünkü turuncu yasaklandı. kuzguni.
iki buçuk ayda bir
15
boş sayfanın imdadına sticker yetişti. m kü n d ü nya m ü b a şk a b ir iy at ta ve ha ya tt a
.
ed eb
da birn
y iki buçuk a
16
fa n zi
iki buçuk ayda bir
Nerden mi çıktı Babayasa? Anayasa varsa herhalde Babayasa da olmalı değil mi? Baktım sözlüğe ve siyasal tarihe, Anayasa için yasaların ANA’sı deniyor. Yani bir tane ANA yasa yapacaksın, koyacaksın onu toplum binasının temeline, sonra inşa edeceksin tuğladan yasaları ve açacaksın yönetmelik pencerelerini. Ve böylece yükselecek toplum binası. Tabii ki soracaksın o binada yaşayacaklara, nasıl bir ANA binada yaşamak istiyorsun diye. Öyle ya, o temel üzerinde yükselecek katlarda, o komşuluklar için yaşayacak insanlar yer alacak, açılacak pencerelerden günlük nefeslerini alacaklar. Biraz siyasal tarih karıştırınca da J. J. ROUSSEAU’nun bu ANA temele ve temel üzerinde yükseleceklerin ne ve nasıl olacağının tartışılması için TOPLUM SÖZLEŞMESİ kuramını geliştirerek biz fani kullarına hediye ettiğini öğrendim. Ne mutluluk! Öğrendim ki yasaların ANA’sını yapacaksan eğer, iktidar-muhalefet demeden, parlamento içi-dışı demeden, genç-yaşlı, kadınerkek demeden, yetişkinçocukdemeden soracaksın herkese düşüncesini; “ne istiyor, nasıl istiyor, ne olursa o binada huzur içinde yaşar,
iki buçuk ayda bir
Babayasa mı, Çay-Çörek günleri mi? huzur içinde işine, okuluna, sinemaya gider” diye… Peki sorulmazsa ne olur? Binanın ANA temeli olmazsa, temelsiz duvar ve tuğla, temelsiz pencereyi bir Nisan günü kondurursan, ona da baktım sosyoloji kitaplarında, adına gecekondu deniyor. Dayanır mı “yerden” gelen sarsıntıya bu bina. Dayanmayacağını deprem enkazı fotoğraflarından biliyoruz. Yani “Toplum Sözleşmesi”ni takmadan ANA yasa yapmaya kalkarsan buna da BABA yasa deniyor (benim sözlüğümde var, yakında piyasaya çıkıyor*). Biz fani kullar, bu BABA’nın yasasına Hitler, Kaddafi, Saddam fanilerinin hep itibar ettiğini, ama bu zat-ı muhteremlerinin dünya malını dünyada bırakarak tarih sayfalarının hüzünlü okumalarında kaldıklarını biliyoruz. Yani… Herhalde, ANA temel olmadan, çürük-çelik, yamuk-yumuk bir binada oturmayı aklı olan bir insan istemez. Ne yapmalı? Her ilçede, semtte, mahallede, apartmanda ANA temel tartışmalı, çaylı-çörekli, pastalı-börekli günler tertiplemeli. Birlikte yumurta soyarak, çay içerek, gülerek eğlenerek ANA temelli bir yapı mı istiyoruz, temelsiz bir yapı mı diye sorsak….
demek istedim
* “DEMEK ISTEDIM SÖZLÜĞÜ”, IKI-BUÇUK AYDA BIR YAYINLARI, ŞUBAT 2025, İSTANBUL
17
dayağa HAYIR canım! Bahar geliyor, Mart geldi geçiyor derken sizi tam otuz yıl öncesine götürüyorum. Takvim bin dokuz yüz seksen yedi yılının Mart ayını gösteriyor. Gazete manşetlerinde İstanbul’u etkisi altına alan kar yağışı haberleri var. O sene Türkiye’de kadın hareketinde müthiş şeyler oluyor ve olanlar içinde gönülleri çalan olay ‘Kadınlar Dilekçesi’. ‘Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ (CEDAW) bin dokuz yüz seksen beş yılında yürürlüğe giriyor ve bunu takiben, aynı yıl Türkiye de sözleşmeyi imzalıyor. İki senenin ardından kadınlar, sözleşmenin uygulanması talebiyle harekete geçiyor ve bin dokuz yüz seksen sonrası ilk kitlesel kadın hareketi başlıyor. Sekiz mart bin dokuz yüz seksen yedi tarihinde yedi bin imza ile birlikte kadınların dilekçesi meclise veriliyor. İmza kampanyasının kazanımlarından sonra aşağıdaki sloganlarla ‘Dayağa Karşı Kadın Dayanışması’ kampanyası başlıyor.
KADINLAR DAYAĞA KARŞI DAYANIŞMAYA DAYAĞA CEZA DAYAĞIN ÇIKTIĞI CENNETİ İSTEMİYORUZ KADINLAR VARDIR YETER SÖZ KADINLARIN HAKLI DAYAK YOKTUR DAYAK AİLEDEN ÇIKMADIR UTANMA ŞİKAYET ET YAŞASIN KADIN DAYANIŞMASI begüm 18
iki buçuk ayda bir
İ K İ B U Ç U K AY I N ÇALMA LİSTESİ
TEMA: YİNE PAZAR SABAHI i k i b u ç u k a y d a b i r f a n z i n’ i n 7 . s a y ı s ı n ı y a y ı n a h a z ı r l a m a k ü z e r e y a y ı n kurulu gönüllülerimiz ile yine bir pazar kahvaltısı eşliğinde buluştuk. m ü z i k s i z o l u r m u ? h a y ı r, t a b i k i o l m a z . b u s a b a h a k a t ı l a n l a r b i r e r ş a r k ı s e ç t i l e r. i ç i m i z d e n g e ç e n l e r i b u r a y a b ı r a k ı y o r u z , afiyetle dinleyiniz:
BONOBO - KERALA
S O UA D M AS S I – G H I R E N TA S A F I Y E AY L A – YA N I K Ö M E R
I S A B E L PA R R A
– N O LO Q U I R E D O N O ! M E G U STA N O !
M O R V E Ö T E S I – Ç O C U K L A R V E H AY VA N L A R
ADAML AR
– HEPINIZE EL SALLADIM
DEPECHE MODE – WHERE’S THE REVOLUTION
fotoğraf: özge
iki buçuk ayda bir
19
canlı müzik bulunur Eminim ki hepiniz La La Land’i izlemişsinizdir. İlginçtir ki filmle ilgili o kadar insanla konuştum ve gördüm ki filmin en güzel ayrıntılarından biri herkesin gözünden kaçmış. Bildiğiniz gibi, filmin sonlarına doğru Sebastian abinin hayallerindeki “Seb’in Yeri”ni açtığını görüyoruz. Mekan içindeki sahnelerde siftah parasını çerçeveletip duvara asmış olduğunu görmemiş olabilirsiniz, ona lafım yok. Fakat beni yaralayan, Sebastian abinin Kaliforniya’nın zorlu ve Amerikan koşullarında esnaf ruhunu yaşatma çabalarının gözden kaçmasıdır: Seb’in Yeri’nin girişinde ufak bir tabelada “Canlı Müzik Bulunur” yazmaktadır. Seb abime ve filmin yapımcılarına bu güzel ayrıntıdan ötürü teşekkürlerimi iletiyor, bu güzel tabelanın bana hatırlattığı canlı müzik muhabbetine geçmek istiyorum. İzninizle, ehm. Önümüzdeki ilkbahar-yaz başı döneminde İstanbul’da bir sürü konser var. Tabii iptal olmadıkları sürece, çünkü güvenlik sebebiyle Türkiye’ye gelmemeyi tercih etme hakkı sanatçılarda saklıdır. Sizin için, ben hangilerine giderdim/gideceğim bir toplayıp yazayım dedim. Ne yazık ki hepsinde öğrenci seçeneğini gururla tıklamış olmama rağmen önüme çıkan 400 lira civarında tuğla gibi tablo moralleri bozdu elbette. Ama konser aşkı başka bir şey be.
20
Şimdi, ne var ne yok? Tarkan, Sıla filan bir şeyler olabilir de onlara girmiyorum. Evrencan Gündüz var, onun da babası iyi adamdı, geçen sene kaybettik, 2016’nın gerçekten ağzına s*çsınlar. BİTİRDİN LAN MÜZİĞİ 2016. Bir de Kitaro, Jose Carréras filan yaşlı adamlar var. Onları da atlıyorum izninizle. 94 yılında üç büyük tenor bir konser vermişti, tenora doymak istiyorsanız ona bir bakın, kafi gelir. Kısacası ben tamamen kendi ilgimi çeken konserleri yazıyorum, hoşunuza kaçarsa görüşürüz. Sırasıyla; albümün çıkış tarihi, en uzun şarkının uzunluğu, aranjör ve stüdyo. 22 Mart Çarşamba, 21:00, Tinariwen, Zorlu PSM-Drama Stage. Of ki ne of. Çöl adamları bunlar, çölün müziği, isyanın müziği. Halil Sezai isyanı değil yani. Afrika’nın bağrından, Mali’den. Değerini grubu keşfettiğim zaman bilememiştim. Zamanla anladığım için aflarına sığınıyorum. Gitarlarının öyle tonları var ki kulaklarınızdan içeri kum sızdırır. Kolonyalizm sonrası Afrika’nın müzikle resmedilmesi. (fanzin basıldığında belki de geçmiş gitmiş olacak) iki buçuk ayda bir
1 Nisan Cumartesi, 21:30, Mulatu Astatke, Babylon. Mulatu Astatke bizim de programımızda 1 yer verdiğimiz delikanlı, ama delikanlılığından önce Afrikalı bir abimiz. Ethio-jazz olayının öncüsü sayılır, en az hatrı kadar. Etiyopya cazı yani. Ortaya kötü bir şey çıkması mümkünsüz. Müthiş bir adam olmakla beraber müziğiyle insanı harekete sevk eder. Geçtiğimiz sene de Türkiye’ye gelmişti fakat kaçırmıştım. Bu sene beni orada bulun. 5 Nisan Çarşamba, 20:30, GoGo Penguin, Babylon. Mançeterli İngiliz serseri topluluğu. Piyano-bas-davul triosu. Breakbeat’li cazlı mazlı şarkılar peşinde tipler. İngiltere’de cazla bir şeyleri karıştırmak çok moda oldu bu yakın geçmişte, bunlar da bu furyadan üreyen bir grup. Bunlar da geçen sene gelmişti. Her sene gelen müzisyenlere karşı inceden bir kıllık geliştiriyorum galiba ama neyse. 7 Nisan Cuma, 20:30, Kremerata Baltica, İş Sanat. Kremerata Baltica da her sene Türkiye’ye gelir, konserlerini verir. Meşhur kemancı Gidon Krema’nın toplayıp eğittiği bebelerden oluşturduğu bu güzel orkestra (oda orkestrası) eline ne alırsa güzel yorumluyor valla. Setlistlerinde yer alan üçüncü eser, Konçerto Grosso, Şnitke. Bence 20. yüzyılın en büyük klasik müzik eserlerinden biri. Canlı dinlemek-izlemek ilk kez kısmet olacak. OF Çok heyecanlıyım. Dalga bile geçemiyorum. iki buçuk ayda bir
30 Nisan Pazar, 21:30, Get the Blessing, garajistanbul. Yine İngiliz, bu sefer Bristol. Aynı furyanın çocuğu. Babadan oğula nesil bunlar heralde. Bunlar da cazla rok birbirine girecek diye inat etmiş, bu yola baş koymuş, inanmış başarmış tipler. Miles Davis’in evriminin son dönemlerine doğru benimsediği tarzı andıran şarkıları var. Ama genel olarak tutarlı bir sesleri var. Güzel bir füzyon çıkmış bence ortaya. Serseri olduklarını belirtmeye gerek bile yok diye düşünüyorum ama aksini düşünesiniz diye sahneye takım elbiseyle çıkıyor hırbolar. 3 Mayıs Çarşamba, 21:00, Michel Camilo & Tomatito, Zorlu PSM-Ana Tiyatro Michel Camilo büyük piyanist, Tomatito büyük çingene (kolunda ayı gibi bilezikleriyle sahneye çıkmaması beni üzüyor, ruhunda o var çünkü aslında). Bu ikiliyi birlikte hiç dinleme fırsatım olmadı ama daha önce gittiğim Tomatito konserlerinden hep memnun ayrıldım. Flamenkonun en büyük isimlerinden sonuçta. Hep caz cuz entel müziklerle dolduracak değiliz tabi konser listemizi. Bunlar da Spain çalıyor Chick Corea gibi. Neyse, 2000 yılından beri birlikte çalıyorlar herhalde almış yürümüşlerdir. 12 Mayıs Cuma, 21:00, Chick Corea Trio, Zorlu PSM-Ana Tiyatro. Çik Korea’yı anlatmaya gerek yok heralde. 92873. triosuyla karşımıza çıkacak. Kontrabasa Christian McBride’ın yerine Eddie Gomez geçmiş, bu haliyle hiç dinlemedim bu grubu. Chick Corea konserleri sanki bütün konser Spain çalmasını beklemekle geçiyor gibi geliyor bana bazen. Çalıyor, seyirci coşuyor, herkes alkış kıyamet filan sonra dağılıyoruz, konserden yine aklımızda sadece Spain kalıyor filan falan. Belki de ben pek Chick Corea bilmiyorum.
21
16 Mayıs Salı, 21:00, Swans, Zorlu PSM-Drama Sahnesi. Programlarımda Swans kaç kez çaldım hatırlamıyorum bile. Ziyadesiyle sevdiğim bir grup ve muhtemelen son kez göreceğimiz grup. Çünkü 2016’da çıkardıkları albümün bu personelle çıkacak son albüm olacağını açıklamıştı Michael Gira (elebaşı). Bu konseri, son albümleri The Glowing Man’in bir turnesi olarak değerlendirebiliriz heralde, ve bu grubun son konseri. Konserleri fazlasıyla yorucudur, kulak zorlar, sabır zorlar ama baş döndürür. Bunun için de fazlasıyla heyecanlıyım. Ya da böyle indi mindi abuk subuk isimleri olan gruplar var, onların konserine gidebilirsiniz. Ben Swans’la kendimden geçip kafa sallıyor olacağım. Arkadaşları yakından tanımak adına, bazı şarkılarını önceden dinleyelim ki konserde sürpriz yaşanmasın: Swans – Frankie M Tinariwen – Tiwàyyen Get the Blessing – Quiet GoGo Penguin – All Res Chick Corea – Spain Tomatito & Michel Camilo – Oblivion Albert Schnittke – Concerto Grosso No.1 (Deutsche Grammophon’dan yayınlanan Gidon Kremer’in yorumunu dinlemenizi tavsiye ederim.) Mulatu Astatke – Yègellé Tezeta MNO 1- KRAL TV VJ’LIK BAŞVURUMU REDDETTIKTEN SONRA SEVENLERIMLE HER HAFTA ‘MÜZIĞE NE OLDU(MNO)’ PROGRAMLARIYLA MULTILOB.COM’DA BULUŞMAYA BAŞLADIM.
22
iki buçuk ayda bir
çalışma: ahsen iki buçuk ayda bir
23
çizim: pınar
bir oyun*
Rakun oyun oynamak istiyor diye flamingoyla tilki de onunla oynamak zorunda mı?
Sayı: 8 kişi Araç-gereç: 15 metre kalın ip, makas Süre: 45 dk. Kazanımlar: 1. Kişisel değerlerini düşünür. 2. Kişisel değerlerin önemini bilir. 3. Kişisel alanına korumayı bilir. 4. Kişisel alanına müdahale olduğunda sözlü ve sözsüz ‘’Hayır’’ diyebilmeyi öğrenir.
24
iki buçuk ayda bir
Beraber oyun oynamaya hevesli sekiz arkadaş bulalım. Arkadaş olmasa da olur, insan bulsak yeter. Bir de alan bulalım, park olur, bahçe olur, geniş ev salonu olur…
İlk adım; her oyuncu ipten istediği miktarda kesip alsın, sonra da grup ikiye ayırılsın, 4 kişi A, 4 kişi de B olsun. Önce A’lar, bulundukları yerde kendi etraflarına ellerindeki iplerden bir çember çizsin. Bu çember, kimsenin müdahale etmesini istemedikleri kişisel alanları olsun. Koymak istedikleri her şey bu alanın içinde olabilir: Aileleri, kimseyle paylaşamadıkları, uğradığı tacizler, uğrattığı tacizler, sevdiği hayvanlar, rakunlar, flamingolar, tilkiler, bedeni, bedeninin kimsenin bilmediği sadece duşta ortaya çıkan sırları, ilk sevişmeleri, son sevişmeleri, inançları, önyargıları, saç rengi, göz rengi, baş örtüsünün rengi, sakalının boyu, ilk aşkı, son aşkı, en sevdiği oyun, dünya görüşü, sandığa attığı oy, sandığa gidene kadar ülkeyi kurtardığı masalardaki rakılar, mezeler, yarın hayalleri, dün pişmanlıkları, nefes alma alanları, ağaçları, parkları, özgürlüğü… Mesela işte o çemberin içinde bunların hepsi ve daha fazlası olabilir. Tüm bunlar düşünülerek bu çember hayali bir şekilde dolsun . A’ların hepsi çemberlerin içini doldurunca, her B bir A’nın çemberine girmeye çalışsın; fakat o çembere girmek için A ikna edilmek zorunda olsun. Orta yolu bulana ve o çember içinde birlikte durabilmenin formülünü üretene kadar A’lar ‘’Hayır’’ demeye devam etsin; mesela, ‘’Hayır, sevdiğim hayvana karışamazsın.’’, ‘’Hayır, istediğim yerde nefes alabilirim’’, ‘’Hayır, istediğime aşık olabilirim’’ desin. Tüm itirazlar söylensin. Sonra roller değişsin. Artık B’ler kişisel alan çemberleri yaratsın, A’lar da o çemberlere girmeye çalışsın. Aynı çembere girmeyi başaran A’lar ve B’ler kazanmış sayılsın.
ezgi
*OYUNUN METINSEL VE BIÇIMSEL OLARAK YAZILIŞINDA YARATICI DRAMA VE EZILENLERIN TIYATROSU UYGULAMALARINDAN ESINLENILMIŞTIR. İNCI SAN, YARATICI DRAMAYI, DOĞAÇLAMA, ROL OYNAMA GIBI TIYATRO TEKNIKLERINDEN YARARLANILARAK, BIR GRUP ÇALIŞMASI IÇINDE, BIREYLERIN BIR YAŞANTIYI, BIR OLAYI, BIR FIKRI, KIMI ZAMAN BIR SOYUT KAVRAMI YA DA BIR DAVRANIŞI, ESKI BILIŞSEL ÖRÜNTÜLERIN YENIDEN DÜZENLENMESI YOLUYLA OYUNSU SÜREÇLERDE YENIDEN ANLAMLANDIRIP CANLANDIRMASI OLARAK TANIMLAR (BKZ. YARATICI DRAMA EĞITSEL BOYUTLARI, 1991). EZILENLERIN TIYATROSU ISE AUGUSTO BOAL TARAFINDAN OLUŞTURULMUŞ BIR TIYATRO KURAMIDIR VE SEYIRCILERI SEYIRCI-OYUNCU OLMAYA KIŞKIRTAN, YANITLAR BULMALARINI VE YANITLARI SAHNE ÜSTÜNDE EYLEM HALINDE GÖSTERMELERINI TEŞVIK EDEN, ONLARI KOORDINATÖR IŞLEVI GÖREN JOKERLER HALINE GETIREN BIR MESELEDEN BAHSEDER (BKZ. EZILENLERIN TIYATROSU, 2003).
iki buçuk ayda bir
25
~ KAYIP KASK ~ SAHİBİNİ ARIYOR 2014’ün 1 Mayısında, biz “yoldan geçerkene” Taksim’e gitmeye çalışan bir grup insan, gidemiyordu. Beşiktaş’ta hava biberli gaz kokarken, kapsuller martılarla yer değişmiş uçuyor da uçuyordu. Hal bu iken kafaları korumak gerekiyordu. O sırada arkadaşın imdadına O Kaskın Sahibi yetişti. Kask kırmızılı siyahlı, vizörsüz ve çok güzeldi. Hengamenin ardından arkadaşım Kaskın Sahibini bulamadı ve bir umut gelirse alır diyerek, civarda başka arkadaşların da durakladığı ve eşyalarını emanet ettiği bir mekana bıraktı. Birkaç gün sonra kendi eşyalarımı almaya gittiğimde Kask hala oradaydı. Mekanın sahibi onu da almamı söyleyince Kask ikinci durağına yani bana ulaşmış oldu.
2015 Temmuzunda staj için Uganda’ nın başkenti Kampala’ya gitmeyi planladım. Seyahat öncesi yaptığım araştırmada, şehir içi en ekonomik ulaşım aracının “bodaboda” isimli motorsiklet taksiler olduğunu öğrendim. Kaynaklar, bodaboda kullanacak kişilere “kaskınızı yanınızda getirin” uyarılarıyla doluydu. Böylece Kask, Kampala’nın tozlu yollarında 1 ay geçirdi ve sonra yeniden yurda döndü. Derken trafiğe lanet eden sevgilim heyecanı ve yaşama sevincini de kombin ederek banka kredisi ile motorsiklet aldı. Ancak bu yatırıma carpe diem harcamalar ve ekonomik kriz de eşlik edince yatırımına ek olarak kask-ceket gibi takımın önemli diğer parçalarını tamamlayamadı. Kask yine imdadımıza yetişti ve böylece biraz da İstanbul’u turladı. Sevgili Kaskın ve Kaskın sevgili Sahibi, herkesin hikayesinde emeğin geçti. İlki dışındakileri bilmesen de, bir ihtimal belki burdan okursan bize ulaş ki Kask yolculuğuna senin yanında devam edebilsin. Bu vesileyle herkes adına teşekkürler… Ece 26
iki buçuk ayda bir
Unutucu Zafer
ağır aksak düşünüyorum gözlerim kendime kapalı bir açıyorum: dünya eşyaların yüküyle yaralı. bir kapatıyorum: soğuk soğuyor bulutlar toplanıyor deniz konuşmaya başlıyor yalnızlıkla unutuyorum. evrenler kadar siyah bir şapkanın altında yaşamın dünyalarının içinden geçmiş iki siyah gözün bakışları gerçeklerle sıkkın: imgenin yuvasıyla sayıların hesabıyla kapıların eviyle yelkovanın saatiyle desenlerin halısıyla bulutların gökyüzüyle kelimelerin kitabıyla, düşünmeyi düşünüyorum. hızlı hızlı bakıyorum gözlerim açık insanlık yok güzel boşluk sınırsız zihin hızlı hızlı bekliyorum: toz kadar sessiz zerre gibi öz yüksüz bir yaprak ince bir toprak görüyorum, unutmayı unutuyorum.
iki buçuk ayda bir
27
Aşık olmak nasıl bir şey abla anlatsana, ben aşık olmadan öleceğim! Bu yazıyı yazmak için epeyce süre bir konu aradım, eşe dosta sordum ama cevap bulamadım. Ve tam yazmaya başlarken de “la ne yazacağım, bunca şey yaşıyorum ve bir konum bile yok” diye kendime kızarken ‘ölüm’ geldi aklıma. İşim gereği de oldukça gündemimde olan bir konu. Hatta bugün, mesleki bir seminerde de aynı başlığı konuştuk. Ama şimdi ölümün felsefedeki yeri, Sartre’ın, Kierkegaard’ın ölüme dair söyledikleriyle devam etmeyeceğim bu yazıya, belki daha ‘felsefik’ başka bir anımda yazarım. Bu bir vedalaşma yazısı, kısa bir süre önce kaybettiğim ve zihnimde yer eden bir çocuğa dair. Ondan Umut diye bahsedeceğim. Umut 10’lu yaşlarının ortasında kanser tedavisi gören bir erkek çocuğu. Hayatının neredeyse yarısını hastane odalarında geçiren, okulunu, arkadaşlarını geride bırakıp, tedavi için başka bir şehre gelen güzeller güzeli bir çocuk. Tanışıklığımız ise Umut’un tedaviyi istememesi, eve dönme isteğinin artması (haklı olarak!) ve odasından çıkmak istemeyişi üzerine annesinin benden “görüşür müsün kızım Umutla” demesi ile başladı. Doktorlar, hemşireler ve diğer çocuklar odasından çıkaramamış Umut’u, ben nasıl çıkarayım diye düşünerek gittim odasına. Ama bir yol bulmalıydım. İlk karşılaşmamız çok kısa ve netti.
28
iki buçuk ayda bir
- Merhaba! (Bakıp kafasını çevirmesi, sessizlik) - Zamanın varsa aşağıda biraz sohbet edelim mi? - Hayır. - Ben seninle sohbet etmek için gelmiştim, zamanın yok mu? - Var ama sana yok, git buradan. - Peki, ben aşağıda bekleyeceğim saat 5’e kadar, istediğin zaman gel, olur mu? - Olmaz, gelme bir daha!
Buna benzer diyaloglarımız bir süre daha devam etti. İkimiz de inatçıydık, o, yanına gidince ‘git’ demekten ben de onun yanına gitmekten vazgeçmedim. Ama sonunda onu odasından çıkmaya ikna ettim; yaşadığı şehri öğrenmiştim, orayı özlediğini de biliyordum ve o şehri bana anlatmasını rica ettim, biraz burun kıvırarak yarım ağızla kabul etti. Yaşadığı şehri, parkları, sokakları, okulunu, evini, arkadaşlarını anlattı. Anlattıkça anlattı, anlattıkça anlattı. Sanki ben o şehri dinlemeyi bekliyordum, o da anlatmayı. Gözümde canlanıyordu sokaklar. Sonra resmini yapmaya karar verdik. İtiraf etmeliyim, ikimiz de çok kötüydük resim konusunda. Ama önemli de değildi, sanat bizim içindi! Köpeğe benzemeyen dört ayaklı canlı ‘Lion’du, kuleye benzemeyen o uzun şey ‘okul çıkışı buluşma yerimiz’di. Her hafta düzenli görüşür olmuştuk Umutla. Tedavisi de iyi gidiyordu. Bir yandan lise sınavlarına hazırlanıyordu. İngilizce öğreniyordu, bazı görüşmelerimizin bir kısmını İngilizce yapıyorduk. “Hep sen bana bir şeyler öğretiyorsun, ben de sana bir şey öğretmek istiyorum” dedi ve bana playstationda futbol oyununu öğretmeye karar verdi. İlk birkaç denememizde benim kendi kaleme gol atıp sevinç çığlıkları atmam ve 9-0 gibi skorların artması ile ikimiz de vazgeçtik bu ‘öğrenmeöğretme’ işinden. Gelene gidene benim kendi kaleme gol atmalarımı anlattığı anılar olarak geride bıraktık. Bir süre sonra iyi gittiğini sandığımız tedavinin aslında o kadar da iyi gitmediğini öğrendik. Umut bizlerden (annesi, sağlık personeli) daha güçlü ve kabullenmiş görünüyordu. Çoğunlukla böyle olurmuş. Çocukların o güçlü yanlarına bir kez daha hayranlık duymuştum. İyileşememe ihtimali daha fazla konuşulur olmuştu ve benim buna dair bir şeyler yapmam gerekiyordu. Öfke patlamaları artmıştı, yıkıcı olmaya, etrafa zarar vermeye başlamıştı. İkimiz, aramızda, o anlarda yapacaklarına dair bir anlaşma yaptık. Kendisine, başkasına, eşyalara zarar vermeden ne yapabilir diye konuşmaya, düşünmeye başladık. Çokça yastığı parçalayıp, pek çok ‘hacı yatmazı’ yatırdık, kağıtları parçaladık öfkemizle. iki buçuk ayda bir
29
Tedavisi devam etti, cerrahi operasyonlar geçirdi, hepsinde telefonun ucunda da olsam paylaştı benimle içindekileri. “Merak etme iyiyim ben abla” diye bitirdi çoğu mesajını. Merak ediyordum… Cerrahi operasyon sonrası bir görüşmemizde oyun hamurlarıyla kahramanlarımızı yapmaya karar verdik. Önce kahramanlar robottu ve iki boyutluydular, sonra üçüncü boyutları da oldu. Renklendirdik, kostümlerini yaptık. Birinin üzerinde benim baş harfim, diğerinde onun isminin baş harfi vardı, oradan tanıyorduk kendilerini. - Özellikleri ne bu kahramanların Umut? - Kahraman işte, ne istersek ona güçleri var. - Sen ne istiyorsun peki? - Benimki umut versin. - Nasıl yani? - Umudu olmayanlara umut versin ki insanlar işlerine gitsinler, okula gitsinler, aşık olsunlar… - Kimlere gitsin? İnsanlar nasıl çağırsın bu kahramanı? - Kahraman hissedip, anlayıp gider, apartmanın üzerinden bile geçse umut dağıtır. - Benimkinin özelliği ne olsun? - Rahatlatsın o da, iyi düşünmeyi sağlasın, ihtiyacı olana gülümsesin. - Onu nasıl çağıracaklar peki? - Benim gittiğim yere o da gider. - İşi, okulu anladım ama nasıl aşık olacaklar onu merak ettim. - Bilmem ki abla sen anlat, ben hiç aşık olmadım, sen olmuşsundur. İnsanlar nasıl aşık oluyorlar? Aşık olunca ne oluyor? Aşık olmak nasıl bir şey abla, ben aşık olmadan öleceğim!
Bu görüşmeden birkaç ay sonra kaybettik Umudu… Söylesenize nasıl bir şey aşık olmak? Peki ya aşık olmadan ölmek? Berçem * “HIÇ KIMSE ÖLÜMDEN GERI DÖNEMEZ, HIÇ KIMSE DÜNYAYA SÜRÜNMEDEN GELMEDI; HIÇ KIMSE ONA BURAYA GELIP GELMEK ISTEMEDIĞINI VEYA GITMEK ISTEYIP ISTEMEDIĞINI SORMADI.” KIERKEGAARD
30
iki buçuk ayda bir
Ölüm düşüncesinin ziyareti Hep kulağa üşüşür sanki sinekler Duymaz duyamaz çünkü bir ayak bileği bir baldır yahut bir dirsek Başkadır onların gereği
İz Çıkarın o eldivenleri İz bırakmanın utanılacak bir şey olduğunu kim öğrettiyse size affedin onu zaten kim bilir nasıl yaşadı kendini Sonra çok değil on dakika verin yeryüzünde cennete Hele bensem sevdiğiniz çünkü isterim çıplak ellerinizi yerli yerince irem
iki buçuk ayda bir
31
Resim
iki buรงuk ayda bir fanzin