iki bucuk ayda bir #12

Page 1

iki buçuk ayda bir fanzin

N o :1 2 Pa ra i l e a l Äą n m a z .


i ki b uçuk ayda bi r fan zi n No:12 Mar t-Ni san 2019 Yazılarınızı, ç izi ler i nizi, sesi nizi bize gönder mey i düşünür müydünüz? i ki b ucukaydabi r@gmai l.com

M e r h a b a s e v g i l i o k u r, Yi n e b i r a r a d a y ı z . H av a n ı n k a r a r s ı z l ı ğ ı n d a n g ö n l ü m ü z ü n girdaplarına uzanan bir yol olup geçti bu kış. Görüşmeyeli duvar lar ördük, duvar lar yıktık. Zaman zaman evimize, içimize kapandık; neyse ki üstümüze battaniyeler ör tüldü. Der ken yıl değişti, dilekler tutuldu. Bu yıl umutlar emekle harman olsun, gelen baharla filizlerini versin istedik ve kolektif filizimiz fan zinimizin 12. sayısıyla masanıza düşüverdik. Şiir leri yeni baştan keşfettiren yaralanmalar ile kaybıyla şiir olan k e d i l e r v a r b u s a y ı m ı z d a . Tu t a r s ı z l ı ğ ı d a h i p a y l a ş m a k t a t u t a r l ı d o s t k a d ı n l a r, ş e m s i y e s i z l i ğ i s e ç t i ğ i m i z y a ğ m u r l a r v a r. E d e b i y a t t a dil tartışmalarının ortasına düşen kahkahaları, tek kişilik bir o y u n m u ş ç a s ı n a y a ş a n a n t o p l u t a ş ı m a m a c e r a l a r ı t a k i p e d i y o r. G BT ’n i n r o m a n t i ğ i o l u r m u d e m e y i n , g ö r e c e k s i n i z k i o l u y o r. Ya n i çevireceğiniz sayfalar biraz hayatın kendisi gibi… Kapağımızdaki yıl dız l a r Afr i ka gökyü z ün d e n ; y ı ld ı zla rı b i ze g e t i r e n m e l i h’e t e ş e k k ü r l e r. M e s a f e l e r i y o k e d i p f a n z i n i n i ç e r i ğ i n i k a ğ ı d a d ö k e n g ü l e v v e d i c l e’y e , k o l e k t i f i b ü y ü t ü r k e n b a t t a n i y e n i n ta kendisi olan sürpriz yazar larımıza, yayın kur uluna ev sahipliği yapan ve -tesadüf b u ya- ikib uçukay önce açılan meyhaneye v e k a d e h l e r i b u l u ş t u r a n l a r a t e ş e k k ü r l e r. Ta s a r ı m v e r e d a k s i y o n ekibi, yazar ları ve yayın kur uluyla, şekillenmesi Mar t ayına denk gelen b u sayımız her zamankinden de yoğun kadın emeği i ç e r i y o r. B u e m e ğ i , h e l e k i b i r a r a y a g e l i n c e d ö n ü ş t ü r m e g ü ç l e r i n e hayran bırakan, aynı gökyüzü altındaki b ütün kadınların emeğine k a t m a k t a n m u t l u l u k d u y u y o r u z . Ke y i f l e o k u m a n ı z d i l e ğ i y l e … Malum para ile alınmaz, elden ele dağıtalım.

ece

2

iki buçuk ayda bir


sol elim 4 boyun eğme 5 bir vicdani retçinin günlüğü 7 yağmur ev 9 piyes 11 tutarsız birileri 12 hiç yoktan 15 yeter ki siya 17 freddy 18 gölgem ve ben 19 varlığını 60 yaş üstü erkeklere borçlu olan her şey 20 özlem ve özlemek üzerine 22 45 gün 24 çocuk 26 çiçeksiz şiir 27 siz hangi turistlerdensiniz? 28 i k i b u ç u k a y ı n ”m e y d a n o k u m a l ı ” ç a l m a l i s t e s i 30

iki buçuk ayda bir / 1. Gün: Blue Hotel-Chris Isaak

3


sol elim Şiirden anlayan biri değilim. Orhan Veli’nin de şiirlerini benim gibiler için yazdığına olan inancım tam olarak 10 yaşında başladı. Şiirlerden oluşan bir piyes sahneleyecektik. Tabii o zamanlar bir tutku, bir sevda var içimde. Oyuncu olacağım diye dövme yaptırmaktan vazgeçmişim. Sahnede her role girmeye uygun olmalıyım. Dünyaya barış getiren bir Yunan tanrıçasını oynayacaktım mesela, hemen atıldım önlere, saçımı da sarıya boyarım diye. Olmadı sonra o oyun, deliler hastanesinde geçen başka bir oyun için çalışmaya başladık. Şimdi bakınca bir parça ironik geliyor dünyaya barışı getirememiş olmak. Çünkü geçen senelerde, artık koca da kadın olmuşum, yine denedim. Bu sefer ölçeği dünyadan Türkiye’ye küçülttüm ki daha gerçekçi olayım, yaşıma da biraz uygun davranayım. Yine olmadı. Tüm bu hayal kırıklığını tasvir ihtiyacımı Orhan Veli’de buldum; Ağaca bir taş attım Düşmedi taşım Düşmedi taşım Taşımı ağaç yedi Taşımı isterim Taşımı isterim Şiirini basmayan, geri isteyince de ona geri yollamayan Çınar Dergisi’ne yazmış meğerse. Çok da bilinmediği ve içindeki muzipliğin fark edilmediğini düşündüğüm şiirlerinden biri. Aynı o piyeste okumayı seçtiğim, Sokakta Giderken şiiri gibi. Siz belki Orhan Veli’yi, Yılan Hikayesi’nde Memoli’nin Zeyno’ya okuduğu en romantik şiirlerinden biriyle tanırsınız. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı, emojilerin tükendiği anları ondan daha iyi 4

anlatan biri var mıdır, emin değilim. Yine 1990’ların sonu 2000’lerin başından, duyguların, mütevaziliklerin, inceliklerin sel olduğu İkinci Bahar dizisini hatırlıyorum. Şimdi bir dizi karakteri olamayacak kadar politik bir isme sahip olan Ali Haydar’ın kızı, Cennet Suruç, Komiser Şecaattin oğlu Timuçin’e Orhan Veli’nin kitabını hediye eder. Timuçin, kitabın sayfalarını arayıp okumaya başladığı sahnede Cennet’in sesini duyarız; giden gemilerin ardından bakakalmayı da öyle öğrenmişizdir belki. Ama en çok bilinen şiirinin, gezmelere bakmalara doyamadığımız, aşk nefret ilişkisinin dozunu her gün pekiştiren İstanbul’a yazdığını düşünüyorum. Satırları insanı sağa sola çarpa çarpa aşık ediyor. Bugün oturup bunları yazmama sebep olan şey de aslında içinde bulunduğum durum. Zamanında, ayda bir gönderdiği anlamsız mesajlarıyla kafamı tüketmeme sebep olan nevi şahsına münhasır karakterin attığı bir şiir ile bugün tekrar ilişkilenmem. Sarhoş oldum da Seni hatırladım yine; Sol elim, Acemi elim, Zavallı elim! Üzerine uzunca mesai yaptığım şiirlerinden biriydi. Neden bir insan sol eline şiir yazar? Neden sarhoş olunca hatırlar? İçki sofralarında kaçınılmaz olarak düşülen politik sohbetlerin bir sonucu olarak, Türkiye soluna yazılan sembolik bir şiir mi bu? Yoksa beceriksizliklerin tümünü sol el üzerinden anlatmaya çalışan bir sağlağın serzenişi mi? Belki hepsi birden. Yakın zamanda sağ bileğimi kırarak, solaklığa hızla geçiş yapan biri olarak, bu şiiri tekrar düşünmemem imkansızdı. Bazı şiirlerini tam olarak anlayamasam da Orhan Veli ile bir bağım olduğuna inanıyorum. Belki akraba olduğumuzu bilsem rahatlardım bir parça. Asya 2. Gün: ’39-Queen / iki buçuk ayda bir


grafi k: m a l ey ka za n

boyun eğme

İşten biraz geç çıkmıştım, ofisten metroya kadar olan yolu olabilecek en banal şarkıları dinleyerek ve absürt hayaller kurarak geçirdim. Açlık ve yorgunluğun verdiği gerginlikle şiddet dolu sahneler geldi aklıma genelde. Asla gerçekleşmeyecek, posta koymalar eşliğinde, ki eminim bir dakikada teşhis koyulabilecek kişilik bozuklukları falan vardı sahnelerde. Neyse tamamen normal bir yolculuktu yani. Metronun merdivenlerinden çıkıp burnuma kesif balık ve tavuk döner kokusu gelince eve geldiğimi anlarım genelde, derken köşede bekleyen E’yi gördüm, beni gördüğüne şaşırmış gibi yapıp “Aaaa! Başkan naber ya ben de tam rakıya gidecektim gel beraber gidelim” dedi. Rakıya gidecek olan biri, dakikada 10 bin insanın geçtiği bir metro durağında neden dikilir acaba diye geçirdim içimden ama çok takılmadım sevinmiştim onu gördüğüme. “Nereye?” diye sordum, “süper bir yer keşfettim, bayılacaksın!” diye cevap verdi. Onun liderliğinde yürümeye ve laflamaya başladık, daha sonra hiçbir özelliği olmayan bir binanın önüne geldik, zile bastı. “Zile basarak meyhaneye gelindiğini ilk kez görüyorum, bari borcam falan da alsaydık, elimiz boş olmadı böyle” falan gibi klasik çok bilmişliklerimden bir şeyler geveledim, “başkan biliyorsun zamanlar kötü, burası çok iki buçuk ayda bir / 3. Gün: Mondo Bongo-Joe Strummer&The Mescaleros

5


özel bir yer, sadece bilenler geliyor” deyince keyiflendim, kendimi özel hissettiğimden zemin kata indiğimizi umursamadım bile, sonuçta buraya bilenler geliyordu, sokaktaki marabalar değil, terastaki mekana insta çocukları gitsindi. Merdivenleri indikten sonra, arka avludaki bahçeye çıkmayı umarak döndüğüm köşenin karanlığından üzerime sayılarını dört olarak tahmin ettiğim kişiler çullandı. Çabucak ellerimi ve ağzımı bağlayıp, kafama çuval geçirdiler. Kafamdan çuvalı çıkardıklarında fayans döşeli, olabilecek en ucuz floresan ışığının aydınlattığı orta boy bir odanın içinde olduğumu gördüm. Sanki bir tavuk döner ustasının zihni gibiydi. Karşımda E duruyordu, ağzımı çözmelerini işaret etti, ağzım çözüldükten sonra gariptir ki konuşmadım, sadece E’ye doğru “hayırdır?” anlamında kafamı salladım. -

O yazıyı sen mi yazdın, diye sordu. Hangi yazıyı? O hani sözde kadınların erkekleri mal varlıklarına göre skorladıklarını iddia eden kıç kağıdını. OHB’yi mi kast ediyorsun? Evet ben yazdım, ne oldu? Ne demek ne oldu şerefsiz, diye üstüme atıldı ve yakamdan tutup beni delice sarsmaya başladı. Sen nasıl kadınların erkeklerle maddiyat için birlikte olduğunu ima edersin lan! diye kükredi. Yani E, niye bu kadar kızıyorsun anlamadım, toplumumuzda ve dünyada maalesef böyle bir durum var ve ben bunu tiye almak iste… sözümü tamamlayamadan E’nin kafama kürek darbesiyle baygınlık geçirmişim.

Ayıldığımda, öfkesinden hiçbir şey kaybetmemiş olan E: -

O yazıyı cinsiyetsiz yazacaksın, diye titreyerek ve tehditkarca buyurdu. Nasıl yani? Yani kadın erkek belirtilmeyecek yazıda. Yahu sen delirdin mi benim asıl dalga geçtiğim şey zaten cinsiyet üzerine önyargılar, bu kadınlar özelinde bir şey, istersen erkekler üzerine bir şeyler yazayım, mesela bizler de güzelliğe aşırı önem veriyoruz ki maddiyat yanında çok daha mantıksız bir sebep.

Bunu dedikten sonra E iki elini bileklerinden birleştirip, kendinden geçerek dairesel hareketler yapmaya başladı, belki inanmayacaksınız ama arkadaşlar, E o an o kadar sinirlenmişti ki bana aduket çekti. Tekrar kendime geldiğimde bir birahanedeydim, olanlar gerçek miydi rüya mıydı tam farkına varamadım, korkudan da E’ye soramadım. İki buçuk ay sonra bir fanzini elime aldım ve okumaya başladım, içinde bir şeyler eksik olduğunu hissettim ve bu yazıyı yazdım. murat

6

4. Gün: Kupa Kızı Sinek Valesi-Teoman / iki buçuk ayda bir


bir vicdani retçinin günlüğü

Adım Seyda Can Yılmaz. Vicdani retçiyim. Devlete göre ise Temmuz 2018’den beri bakaya, yani asker kaçağıyım. ‘A skere gidilmezse ne olur’, ‘Bir vicdani retçinin başına neler gelir’ gibi sorular karşısında, kişisel deneyimlerimden yola çıkarak bir günlük tutmak istedim. Günlüğün önceki yazılarını şu adreste okuyabilirsiniz: https:// birvicdaniretciningunlugu.com/

‘Schengen vizesi denemesi ve iki boş bir dolu’ ya da ‘En romantik GBT’ Sevgili günlük, Mutlu bir yıl dilerim. Benim yılım yeni bir tutanakla başladı, onu anlatacağım sana. Ama önce Aralık ayından bahsedeyim biraz. Aralık ayının başında, bir hafta sonu tatili yapmak amacıyla Schengen vizesine başvurayım dedim. Önceki yazımda tam zamanlı işimden ayrıldığımı söylemiştim; artık kayıtsız çalışıyorum. Bu şekilde Schengen vizesi almanın zor olacağını bildiğimden, iki günlük tatilime annemin sponsor olacağını, ‘freelance’ işimde çalışmaya devam etmek üzere Türkiye’ye döneceğimi belirten bir dilekçeyi de ekledim başvuruma. İki gün sonra konsolosluktan ‘Yetişkin insansın, anneni sponsor göstermek ne demek, ayaklarının üzerinde durmalı hayatını kazandığını bize göstermelisin’ minvalinde bir yazı gönderdiler. Çalıştığım şirketten antetli kağıda yazı falan alıp götürdüm bunun üzerine, fakat işe yaramadı. Yalnız ve güzel, ülkemde kalakaldım. 2018’in son iki GBT’si de son yazımda sözünü ettiğim GBT gibi garip bir şekilde tutanaksız geçti. Birisine Kazlıçeşme Marmaray İstasyonu’nda denk geldim ve polis kimliğimi kontrol ettikten sonra aramızda şöyle bir diyalog geçti: -

Bakayasın… Evet. Tutanağın var mı? Hayır. (Kimliği geri verirken) Peki, gidebilirsin. Tutanak tutmayacak mısınız? Hayır.

Sonraki GBT ise şehirlerarası otobüs yolculuğunda oldu. Jandarma otobüsü durdurdu, bütün kimlikleri alarak sistemde kontrol etti. Otobüsü bir iki dakika beklettikten sonra iyi yolculuklar diledi, yolumuza devam ettik. Beşinci tutanağımı aldığım son GBT’ye ise 1 Ocak 2019 akşamı, yine bir şehirlerarası iki buçuk ayda bir / 5. Gün: You Give Love a Bad Name-Bon Jovi

7


yolculukta, bu kez otogardan şehir merkezine giden servis aracında denk geldim, sevgili günlük. Polis kimlik kontrolü yaptıktan sonra beni araçtan indirdi, diğer yolcuları bekletmemek için aracı gönderdi. Çok tatlı bir memur amcaydı, beni yolun kenarındaki küçük yapıya götürürken, “Ateşin başına otur, tutanak hazırlayalım, sonraki servis aracıyla göndereceğim seni” dedi. Sonradan adının Fini olduğunu öğrendiğim köpek de geldi ateşin başına. Onu severken tutanağın gelmesini bekledim. Tutanak doldurulurken vicdani ret sohbetimizi de ihmal etmedik tabii ki tatlı memur amcayla. Onun da dileği askerlere, ordulara gerek olmayacak bir dünya olmasıymış. Ben de onunla aynı ideali paylaştığım için vicdani retçi olduğumu söyledim tartışmayı çok fazla derinleştirmeden. Daha sonra “Bu tutanaklar para cezası olarak gelecek sana, imzadan imtina etmen de durumu değiştirmiyor” dedi. “Biliyorum” dedim. İki kopya tutanağın hazırlanması henüz bitmişken diğer servis aracı geldi, ona binip şehir merkezine devam ettim. 2019 yılı şimdiye kadar denk geldiğim en sıcak, en romantik GBT ile başladı böylece sevgili günlük. Geri kalanı da aynı güzellikte geçer umarım.

-

fo toğraf: seyd a

seyda

8

6. Gün: Ojuelegba-Wizkid / iki buçuk ayda bir


fo toğraf: g ü l ev

y a ğ m u r, ev

Yağmur her yerde aynı mı? Değil işte, olamıyor. Bir Kasım çocuğu olarak galiba ben dört mevsimi olan yerlerin yağmurunu seviyorum. Kışmış gibi davranmak için değil de sırası geldiğinde ılıkça beni ıslatan huzurlu yağmuru. Lise yıllarımda en yakın arkadaşımla altında bağırarak şarkı söylediğim, dünya benim düşümmüş gibi hissettiren yağmur. Dünyanın bir ucunda yaşarken insan sıradan hislerde arıyor evini. Mesela yağmur sonrası sokaktaki kokunun tazeliğinde. Sanki kucaklanabilecek gibi samimi.

iki buçuk ayda bir / 7. Gün: Midnight City-M83

9


İstanbul’da yaşadığım zamanlarda yağmurun altında saatlerce yürürdüm; düşünmem gerektiğinde en sevdiğim kaçamaktı. New York’a taşındığımda ilk zamanlar yağmurdan sonra sokakların farklı koktuğunu fark ettiğimi hatırlıyorum. Bir Eylül gününde yağmuru görüp altında ıslanmaya koşmuştum. Fort Greene Park’ta yürürken yağmurun sıcaklığını hissettim, evimden ayrı evimin Brooklyn olmasına şükrettim. Sonra fark ettim ki ardında bir yalnızlık var. Sokaklar rahatlamış gibi değil de hiçbir şey olmamış gibi kokuyordu. Sanki bir tek bana yağmış gibi. Havadaki nem eminim gitmiştir, ama için dolmuşken ağladıktan sonraki rahatlama değildi havadaki. Zamanla alıştım. Brooklyn evim oldu 8 sene boyunca, yağmurunu kabullendim. En azından dört mevsimi var diye belki de yağmuru nazikti. Aptal ıslatanı bile. Yazın ortasında bazı günler “hadi bugün de beyaz bir elbise geçirip çıkayım” dediğimde oyun oynayan o sürpriz aptal ıslatanlar. Onlar bile canım oldu. Sonra Los Angeles’a taşındım. Hayatımda ilk defa yağmurdan korkan bir şehirle tanıştım. Kışın havanın sonbahar seviyesine ancak düştüğü bir yerde insan ayları, mevsimleri anlamıyor. Her mevsim spor ayakkabıyla, deri ceketle yaşanabilen bir yerin yağmuru aynı olabilir mi? İlk kez taşındığım mart ayında tanıştım buradaki yağmurla. Heyecanlandım, üzerime bir kazak geçirip çıktım. Ben yağmurluk, şemsiye falan kullanmam; ıslanmak ruh yıkıyor. Yürümeye başladım ve hayatımda ilk defa yağmurda üşüdüm. Havanın soğuk olması, derecesi falan değil de sanki kabaydı yağmur biraz. Bölgesine girmişsin gibi, seni sokaktan ayırmak istercesine yağan yağmur desem abartmış olmam. Yağmur dindiğinde koktuysa da anlamamışımdır çünkü gerçekten beni sokaktan kopardı. Her yağmurda sokaklar ona ve arabalara aitmiş gibi hissettiriyor üç sene sonra bile. Belki nemsiz bir yer olmasından, belki de zaten insanlar yürümediği için benim gibi bir bağ kurmadıklarından ama burada yağmur demek ramen ve evde film demek. Burada kışın geldiğini yağmurlar çoğaldıkça anlıyoruz; gerçi bundan 3-4 sene önce yağmur bile yağmıyormuş. Belki de yağmayı öğreniyordur. Bana hayat veren basit bir mevsim olayından mahrum kalıp buraya nasıl ev derim diye düşünmedim değil. Ama işte zaman da başka bir adaptör. Bir yeri öyle veya böyle evleştiriyorsun. Barınak kısmını hallettikten sonraki sürede orası önce ev oluyor; izler, lekeler yaratarak, biriktiriyorsun bir şeyleri. Mahallende merhaba diyecek insan tanıyıp, pazarda favori tezgâhın nerede bilince bir nevi evcilleşiyorsun ortama. Hele bir de sevgilin, dostun varsa yanında doğum günü, bayram falan onlara sarılarak geçiyor. Aile, ev, ait olmak basit veya geçici kelimeler değil; ben yağmurda bulmaya çabalıyorum onları galiba. Adapte olmayı öğreniyoruz doğamız gereği, ama içimde bir yer yağmurun ılıkça ıslattığı, arındırdığı diyarlarda uyanıyor bazı sabahlar. Çok şükür ki yağmur bana hep aynı değil. Bu yüzden umudum var: Bir gün yağmur sonrası kokuya uyanacağım, gerçekten.

gülev

10

8. Gün: Narcotic-Luqido / iki buçuk ayda bir


piyes çalan alarmı kapat bak gözlerin uyku ağlıyor her zaman yaptığın şeyler ne zamandır keyif veriyor? grafi k: g özd e

genişliyor belki penceren, peki bu iyi mi geliyor? bir kahkaha bile atmayalı neredeyse yıl oluyor düşünme, harekete geç ve ölmeyecekmiş gibi yaşa diyen adamlar kim bilir kaçıncı baskısını yapıyor zaman (ve toplum ve aklındaki diğer önemli şeyler) ne lehte ne aleyhte devrimine geç kaldın kendini rahat bırak çalan alarmı kapat bak gözlerin uyku ağlıyor bcs

iki buçuk ayda bir / 9. Gün: Jungle Drum-Emiliana Torrini

11


Tu t a r s ı z Birileri 1 kişiden 2 kişiye, 3 kişiden herkese. Hikâyenin içinde ve çok öncesinde saklı üç mektup.

Eylül, 2018- 1. Kadın, 1. Mektup: Moda sahil. Kayalıklar. Öykünün üç öznesinden ikisi, yani asya ve ben, başka bir arkadaşımız ile kayalarda oturuyorduk. Biz iki kadın, hikâyenin öznesi olmaya devam ederken, e. de bir süre sonra uzaklardan mektubu ile aramıza katıldı. Evet, hikâyenin üçüncü bir öznesi var, yanlış anlaşılmasın. Ama o, o an, orada, o kayalıklarda oturmuyordu sadece. Hikâye çok önceden başladı denilebilir ama bunun “söz uçar yazı kalır” ruhuyla bir yere mıhlanmasının kararı sonradan verildi. Kayalıklardan birkaç gün sonra şöyle oldu: asya’nın evinde, tuvaletteydim. Klozette oturuyordum malum sebep ve ihtiyaçlardan ötürü. Kayalıklardan bir gün sonraya tekabül ediyordu bu oturuş. Klozetin sağında duran banyo dolabını açtım. İçinden Meltem Gürle’nin Kırmızı Kazak* kitabı çıktı. Yazarın gazete yazılarının bir derlemesiydi aslında bu kitap. Kitabın içindeki ayraç ne tuhaftır ki “Tutarsız Biri” denemesini işaret ediyordu. Yıllar önceki kendisiyle kütüphaneden aldığı bir kitap aracılığıyla tekrar karşılaşmış, akademik bir kadının öyküsüydü. Yıllar, olaylar, ilişkiler, benlikler, tutkular içinde ne kadar tutarlı kaldığını sorgulayan bir kadın. 12

Bu üç kadından üçünün de kendini bulabileceği, ikimizin ise bir gün önce kayalıklarda tartıştığı mühim bir “tutarsızlık” meselesi üzerine tam zamanında ortaya çıkmış, evrenden gönderilmiş tatlı bir mesajdı belki de o öykü. Tüm bu klozet hadisesinden dört gün sonra, teknolojinin nimetlerini kullanarak, yaşadığımız tutarsızlık durumlarını mektupların üçüncü kadını olan e.’ye yazdık. Sabah çok sıkıldığım işime gidiyordum ve biraz umuda ihtiyacım vardı. Bu tatlı döngü ve tüm olanları yazıyla mıhlama fikri de işte o zaman çıktı...

Eylül, 2018- 2. Kadın, 2. Mektup: Bu hikâyenin diğer özneleriyle, yani kız kardeşlerimle dijital satırlarda yola çıktığım zaman, bir sabah telaşı başladı. Bitmesin diye tuvalet dolabına kapattığım, malum sebeplerle oturduğum klozette ara ara açıp tekrar okuduğum, hiç tanışamadığım ve dersini almadığım için pişman olduğum Meltem Gürle’nin o kitabını her kış giyeceğim bir kazak gibi saklıyordum. O sabah yine feveranlanmış, hayatın bana fırlattığı karakterlerde gördüğüm tutarsızlıkları anlam dünyamda kavramsallaştıramamanın acısını çekiyordum. Ezgi’nin kitaptan çekip bulduğu denemeyi gündeme getirmesiyle, hepimizde bir hafıza didiklemesi başladı. Bu kitabı e. de ben de okumuştuk. Hoş, tuvalette saklayarak 2-3 denemeyi sona bırakmayı başarmıştım ama kitap ayracının hangi sayfada takılı kaldığı detayını unutmuştum ki günler sonra bunu fark ettiğimde gülümsemem çoğalacaktı. O sabahki sohbet sırasında ise onca denemenin arasından çıkagelen “Tutarsız Biri” başlığı, sabah feveranlığımın aniden katlanmasına sebep olan kimseleri çağrıştırdı. Yine de hangi 10. Gün: Between the Bars-Elliot Smith / iki buçuk ayda bir


deneme üzerine konuştuğumuza ben de e. de emin olmak istiyorduk ve kitaba ulaşmaya çalıştık. Ancak ne ben, ne de e. kitabın yakınlarında değildi. Eşe dosta, elinin altında kitabı bulunduranlara soruldu fakat bulunamadı. Bu öyküye fena halde ihtiyacımız vardı. Öyküyü okuyup bir kez daha üzerinden geçmenin yaşadığımız tutarsızlıkları bir sonuca bağlayacağını, anlamamıza yardımcı olacağını ve üzerimize bir nebze su dökeceğini düşünüyorduk. Maalesef aradığım arkadaşlarım da kitaplarından uzaktaydı. Fakat sonra zihnimde şimşekler çaktı! Bu denemeler zaten Meltem Gürle’nin BirGün’de yazdığı denemelerin bir toplamı değil miydi? Sevgili gugıla gerekli anahtar sözcükler tuşlanmasıyla yazıya kavuşuldu…

fo toğraf: m e l i h

iki buçuk ayda bir / 11. Gün: There is a Light that Never Goes Out-The Smiths

13


Ekim, 2018 – 3. Kadın, 3. Mektup: Haziran ayına yeni girmiştik. 2018 yılının on ikinci valizini yapıyordum. Toparlan, sürüklen, dağıl. Sonra yeni baştan. O gün toparlanma evresinde İstanbul’dan ayrılıyordum. Bir yanda bu gidip gelmelerin yorgunluğu, bir yanda son beş yıldır içimden atamadığım yenilmişlik hissi, diğer yanda daha gitmeden basan özlem. Yatağımın üstünde sırt üstü vaziyette yatan valizimin açık bağrına boş gözlerle bir süre baktım. İçine, gelişi güzel bir kaç parça giysi attım. Zaten içine ne koyarsam koyayım, ne kadar ağırlaşırsa ağırlaşsın, arkamda eşyalarımla dolu bir valizi değil de bir boşluğu sürüklüyor olma hissinden kurtulamıyordum. Özlem, günümüzde yeteri kadar işlenmemiş bir temamız. Sanki bir devir öncesi şiirlerde yaşanmış ve bitmiş. En son Edip demiş “seni unutarak baktığımda bile, dünyanın her yerlerinden geçiyorsun, yayılıyorsun kalabalıklara” diye. Bir kuş olup, adını da mavilik koymuş ve özlem faslı o yıl, orada kapanmış. Bu çağda özlemin yorucu, işgalci ve belki hasta edici etkisi kalmamış gibi. Mesela özlemekten delirenleri hangi güncel romanda, hangi pop şarkısında gördük son yirmi yıldır? 30-40 yıl önce özlemeyi tedavülden kaldırdılar sanırım, artık yeni sözcük: adaptasyon! Oysa evirilemeyen duygular var. İlk günkü gibi kalıyorlar. Bavullara da sığmıyorlar. Örneğin, özlem çok artarsa ve tedavisi gerçekleştirilemezse, “özleyen kişisi”nin her gece boynu bile tutulabilir. Gerekli tedavi uygulanmaz ve özlem dindirilmez ise ne kadar ağrı kesici, tiger veya bengay kullanırsanız kullanın tutukluk artar, kaskatı kesilirsiniz. Yatağınızı 14

değiştirmek ve sayısız ortopedik yastık çeşidi denemek gibi çabalar nafile kalır. Sonra bir gün doktora gidersiniz ve doktor size “Fibromiyalji!” der en duygusuz sesiyle. “İsterseniz hastanemizin psikoloji bölümüne de bir danışın.” Çürük elmalarım vardı sepetimde, sağlamların en dibinde. Hangi birini danışayım doktora bilemedim. Ne kadar parlak görünürse görünsün sepet, orada olduklarını biliyordum ve ayaklarımdan boynuma, vücuduma yüklenen bu ağırlıklarla yaşayıp gitmeye çabalıyordum. Bazen tepem attığında bütün sepeti alaşağı edesim geliyordu. Ellerimle teker teker hangi bir çürük elmayı ayıklayacaktım ki! Geçmişe dönüp bakamamak, geleceğe çeki düze verememek. İnsanlarla önce ilişki kurmanın, sonra da o ilişkilerdeki sıkıntıları konuşamamanın yorgunluğu. İşte bir sürü çürük elma. Özlemler ve çürükler üstüme üstüme geldi. Ben de elimde telefon, onlara yazarken buldum kendimi. Kız kardeşlerime. “Sizde de çürük elmalar var mı?” dedim, onlar da hep bir ağızdan “bugünlerde sen de mi tutarsız birisin yoksa?” diye sordu.

e. & asya & ezgi *GÜRLE, MELTEM (2018). KIRMIZI KAZAK. İSTANBUL: CAN YAYINLARI

12. Gün: As Long As You Love Me-Backstreet Boys / iki buçuk ayda bir


hiç yoktan \ Aşk nasıl bir belaydı böyle? Talihsiz bir aşkın kurbanı oluvermişti hiç yoktan… Koşarak yetiştiği servisin ilk basamağına tam adım atmıştı ki, içine girebilmek için insanüstü çaba sarf ettiği ipekli çorabında, bir çığın baldırından dizine kadar düştüğünü hissetti. Her kadının başına gelebilecek olan bu küçük talihsizliğe, çok temkinli davranıp yanına yedek bir çorap almamış olmaktan ötürü hayıflandı. Alelade bir çorap, koca bir günün kaderini sabahın köründe belirlemişti. Serviste saklanmak kolaydı. Her gün hiç değiştirmeksizin oturmayı alışkanlık haline getirdiği cam kenarındaki koltuk yerine, kaçık çorabını daha iyi gizleyebileceği ümidiyle bir arkadaki, koridor tarafında yer alan koltuğa oturmayı tercih etti. Bu radikal değişim servistekilerde küçük çaplı bir şaşkınlık yaratsa da saniyeler içinde herkes yeniden yolculuğa odaklandı. Tutkulu bir geceden kalma şehvet izlerini taşıyanların evhamıyla saklamaya çalıştığı çorap kaçığını gizleyebileceği en doğru duruşla, bedenini koridor tarafına doğru çevirerek, koltukta iyice kaykıldı. Minibüs tümseklerde sarsıldıkça eteği de kalçasına doğru yürüyor, bile isteye eteklerini kısaltan liseli kızlar gibi önce hafifçe göz ucuyla etrafını kolaçan ediyor, kimsenin bakmadığına emin olunca da önce sağ kalçasını, ardından da solu yukarıya doğru kaldırıp kayan eteklerini edeplice düzeltiyordu. Tüm bu endişeler diyarında kendince yaşam mücadelesi verirken üzerinde bir çift bakışın tedirginliğini hissetti. Aynı serviste olduklarını ilk kez fark ettiği bu genç adamla aynı iş yerinde çalışıyorlardı demek ki. Bunca zaman birlikte seyahat ettiği yol arkadaşlarını bu denli fark etmemiş olmaktan dolayı kendine kızdı. En önde oturan kıvırcık saçlı, orta yaşlarda olduğunu tahmin ettiği kadın kaç senedir bu iş yerinde çalışıyordu kim bilir? O da kendisi gibi iş yerinde cereyan eden haksız uygulamalar yüzünden küskünlüğe yaslanmayı mı tercih etmişti? Hayır! Küskünlük değildi onu sarıp sarmalayan belli ki. O, ses çıkaramayacak kadar bitkin ve hayata boş vermiş duruyordu. Yorgunluk olmalı diye düşündü. Büyük sıfatlar aramaya gerek yoktu Haklarını aramayı saflık, işini kaybetmeyi göze alacak kadar cengâver fikirlerle yanıp tutuşmayı ise anlamsız bulacak kadar hayattan ibret dolu dersler aldığını düşünüyor olmalıydı. Peki ya şu genç adam? Belki kendisini arsızca dikizleyen şu genç adam, cesaretle haksız muamelelere göğüs germe kudreti taşıyordu henüz. O, tüm bu anlamsız rekabete, modern köleliğe, ruhsuz robotlar gibi fişlenip kart okutturulmak suretiyle tüm kimlik bilincinin yitirilmesine isyan edecek kadar hayat cevheri ile dolu olabilirdi. Bunları düşünürken çocuğa dik dik bakmış olduğunu fark ederek boğazına kadar kırmızıya boyandı. Çocuk, bacağına değil direkt yüzüne saplanıp kalmıştı. O an yüzünde bacağında olandan da tuhaf aksiliklerin vuku buluyor oluşu ihtimali ile daha da paniğe iki buçuk ayda bir / 13. Gün: Layla-Derek and the Dominos

15


kapıldı. Eliyle çaktırmadan saçını yokladı. Saçından kurtulan aynı eliyle, aceleyle burnunu nazikçe sildi. Sonra mahcup bir edayla sanki tüm dünyanın yükünü bir başına sırtlamış gibi başını öne eğip, sağ elinin baş ve işaret parmaklarıyla göz pınarlarını yokladı. Çapak kontrolünden de sağlam çıkınca, genç adamın bakma şeklinden niyetini saptamaya çalışmanın daha akıllıca olduğuna karar verdi. Bir ihtimal daha vardı ki… Acaba olabilir miydi? Dirençli bir çapaktan, arsız sümükten yahut kaçık çorapla mücadelesinden daha da çetin bir karmaşa silsilesi ile karşı karşıyaydı. Yoksa bu genç adam onu? O da mı ilk kez kendisini bugün fark etmişti? Yoksa her halini bilecek kadar uzun süredir varlığından haberdardı ve hatta onu önemsiyor muydu? Yoksa hayranlıkla onu gizli gizli takip ediyor, içine düştüğü bu platonik sevda yüzünden hayallere mi kapılıyordu? Annesi nasıl bir kadındı? Bu aşka engel olacak kadar katı kuralları olan biri miydi? Olur da aşkları çıkmaza girerse annesi ‘’Ya o ya ben’’ derse, genç adam aşkı için annesine karşı gelebilmeyi göze alabilir miydi? Bunu göze alabilen bir evlattan insana hayır gelir miydi? Ama aşk kıyas kabul etmemeliydi. Aşk affedici, iyileştirici, kanatlandıran en yüce histi. Bir anda serviste bir hareketlenme oldu. Tanıdık o alanda durdu beyaz atlı gemileri. ‘’İşte bir bir inmeye başladı tüm yol kahramanlarım’’ diye düşündü. En son inmeye en başta karar vermiş olan müphem çorap kaçkınının, kaçık çorabını saklamaktan daha ulvi bir sebebi vardı artık. Aşkına sahip çıkmak için en son o terk edecekti kader aracını. Eli yüreğinde, sevdiceğinin ne zaman ineceğini merakla beklerken genç adam da hiç acele etmiyor, tek tek inenlerin arkasından bakıp tekrar gözlerine ona çeviriyordu. “Gitme yanımda kal’’ mı, yoksa ‘’Gel gidelim buralardan’’ mı diyecekti? Belki ‘’Sus hiçbir şey söyleme’’ deyip bir anda çekip öpecekti onu. Herkes indi. İkisi, aşkın tuhaf rastlantılarla yollarını kesiştirdiği minibüste baş başa kaldı. Genç ve yakışıklı prensi ayağa kalktı birden. Gözlerini başka hiçbir yere yöneltmeden doğruca ona yaklaştı. Hafifçe kulağına eğildi ve dedi ki; ‘’Çok özür dilerim. Tüm yol boyunca nasıl söylerim diye düşündüm ama doğru zamanı bir türlü yakalayamadım. Söylersem sizi de o an zor durumda bırakırım diye bir türlü cesaret edip de sizi uyaramadım. Gömleğinizin düğmeleri açık kalmış. İyi günler.’’ O inene kadar refleksle göğsüne götürdüğü elini bir müddet hareket ettiremedi. Ne kadarı gözüktü diye bakmaya da cesaret edemedi. Düğmeleri iliklerinden geçirirken ana kuzusu, hain, yalancı, sahtekâr, kendini beğenmiş, hodbin, pis, kalp avcısı sevgilisinin onu ne çabuk unutabildiğini görmenin bedbahtlığıyla hayattan soğudu. Kaçık çorabının içine esen rüzgar yüreğini dondurdu. Kalp kırıklığı yetmezmiş gibi bir de soğuk alıp hasta olacaktı. Aşk nasıl bir belaydı böyle? Talihsiz bir aşkın zavallı kurbanı oluvermişti hiç yoktan. O minibüste terk edilmiş bir halde kaçık çorabıyla kalakaldı.

A s l ı Ka p r o l

16

14. Gün: No Other Love-John Legend feat. Estelle / iki buçuk ayda bir


Ye t e r ki, Siya sallanan, dengesiz köprüleri geçti içim geçtim, derinden ve köşeden tüm boşluklarıyla kurbağa seslerinin kıvırcıklarımda. benliğimden çekinerek indiğim merdivenleri süpürmek, acizliğimde yiten duygular kadar rastgele, kolay ve pişmanlık doludur. basmak, iyi ile kötü arasındaki kumlara; bir yanında dalga köpükleriyle mayalanan tırnaklarının kaçmış rengini yerine getiren diğer yanında yalabukların hayata döndürdüğü narin bir işaret parmağı kadar layık olabilir bir insanın hayatına bazen. paslı telleri aşıyorum, aştığım yerler iki buçuk ayda bir / 15. Gün: Confide in Me-Hurts

kesiliyor kesildikçe farkına varıyorum, mayınların neden bu kadar siyah olduğunun. ilk mayın, Siya. bir gelincik gibi zayıf duruyor yanında hayaleti kızım. katil. eksik. mezar taşı yok, hiç olmadı, olmayacak çünkü bizim için imamlar iki şubatta asıldı. ve tarih o an başladı. elleri titreyen, gözleri buzlu, soyut bir zarım ben somutluğuma bir mayın son verdi. Siya. basışım, manşetlerden toplandı kabuklarım, en derin burun deliklerinden çıkarıldı bir inci parlaklığını yutmuştu Siya gözlerimin önünde, iki dizim önüme aktı. ve dondurdu tek bir bakışta, bakmasını kimse istemedi içimi bildiğini bilirdim davetsiz mektupların giriş yaptığı bir kaktüsün pembe çiçeğiydim. ben kimsenin yaklaşmasına izin veremezken Siya sarmıştı beni, çiçeğim hastaydı hem ona rağmen. içimde biriken suların tamamını vermekte bir sakınca görmüyorum hissetmek fiilini gerçekleştiremeyeceğini de kanser olduğumda bana bakışından anlamıştım ama Siya, sen köprüleri dengede tutar, işaretleri düzeltirsin, kumdan ruhlar yapar ve eskimesin diye iç geçirirsin. ve bu kumdan ruhun temelleri seninle çürüyüp seninle yeşerdi.

kemal gökçay 17


F R E D DY İyi ki geçtin Freddy Kaldırım taşları oynak senin benim gibi değil bildiğin gibi değil derin kesen bir eksiklikten Yağmuru düşmanca siper ediyorlar öfkelerine

Asfalt yanlış telkinlerle bölük pörçük kalınlaşıyor Baban seni çok seviyor ama gösteremiyor Kötü şeyler gelmiş başına çocukken Sen onu affedeceksin, seveceksin Sonra yaz geliyor Şiddeti sevgi biliyor asfalt her iyi niyetli ve can yakan telkinle eriyor yerinde

-

İyi ki geçtin Freddy İyi ki sevildim geçişine hayran olacak kadar Öğreniyorum ben de 1. Sevilmemiş çocukların çok çabalamazlarsa sevgiyi bilemediğini 2. Yürüdüğüm hiçbir yola borçlu olmadığımı 3. Mümkünse zevkle ve sevgiyle, sadece geçtiğimi irem az Ocak 2019

18

16. Gün: Lovesong-The Cure / iki buçuk ayda bir


gölgem ve ben Merhaba gölgem. Karnıma çöreklenmiş derin uykuda bir siyah karaltıyken, uyanıp grilere büründün. Ve ben, senden korkuyor olsam da kendimi kazanabilmek umuduyla seninle tanışmaya karar verdim. Bir de baktım ki yalnız değilmişim: “Gölge, adamın bastırılmış bencilliği, itiraf edilmemiş arzuları, asla edemediği küfürler, işlemediği cinayetler. Gölge onun ruhunun karanlık yüzü, kabul edilmeyen ve kabul edilemez olanı… Andersen’in anlattığı şey, bu canavarın insanın ayrılmaz bir parçası olduğu ve yadsınamayacağı… Adamın hatası gölgesini izlememekte…” (Ursula K. Le Guin: Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar-Andersen masallarından Gölge’ye ilişkin yorumu) “Gölgesini kaybeden insan, gölgenin kendisine dönüşür.” (Alper Canıgüz, Cehennem Çiçeği) “Ged, yılların sessizliğini bozarak, yüksek ve açık bir sesle gölgenin ismini söyledi; aynı anda, dudakları ve dili olmayan gölge de aynı sözü söyledi: ‘Ged’… Ged, asasını bırakarak elini uzattı ve gölgeyi, kendisine uzanan kara benliği yakaladı. Işıkla karanlık birleşti, kaynaştı ve tek bir bütün oldu.” (Ursula K. Le Guin, Yerdeniz Büyücüsü) “Herkes bir gölgeye sahiptir, bu gölge insanın bilinçli yaşamında ne kadar az içeriliyorsa, o kadar kara ve yoğun olur.” ( Jung) “Çünkü kökenini evrim tarihinin derinliklerinden alan gölge basitçe kötü değildir. Aşağılık, ilkel, sakil, hayvansı, çocuksudur; güçlü, canlı ve kendiliğindendir.” (Engin Geçtan, Hayat) Hele bir de Peter Pan var, o bahsi hiç açmıyorum.

grafi k: d i c

ece

iki buçuk ayda bir / 17. Gün: Something Stupid-Robbie Williams & Nicole Kidman

19


varlığını 60 yaş üstü erkeklere borçlu olan her şey* *Dikkat: Yazı yüksek ölçüde genelleme içerir, okurken babalarımızı da dedelerimizi de (kendileri en güzel +60 erkek örnekleri oluyor) çok sevdiğimizi unutmayın. “Bu anlamsız kampanya kimin ilgisini çekiyor?”, “Bu ürünü kim alır?”, “Yahu bu diziyi 13 sezondur kim izliyor?” gibi sorular aklınızda dönüp duruyorsa, harika bir tespitimiz var. Herkesin 60 yaş üstü erkeklerle olan komikli deneyimini masaya yatırdığı bir dost meclisinde yaşadığımız aydınlanmayı sizinle paylaşmak istedik. Çünkü bu yazıda anlatacağımız tespit, kafanızdaki birçok soruya yanıt olabilir. Hatta daha geniş bir perspektifte, sarsılan ülke ekonomisini neyin ayakta tuttuğuna dair size fikir verebilir. Çeşit çeşit, birbiriyle ne tat ne renk bakımından uyumlu mezelerin dizildiği kumpir tezgahının başında olduğunuz anı düşünün. Hemen yukarıdaki fiyat panosunda sade/az malzemeli kumpir ve tüm malzemelerin konduğu kumpir arasında yalnızca 2 TL fark olduğunu fark edersiniz. İçinizden, çok kısa bir süre için, iki kumpir arasındaki dev malzeme sayısındaki farklılığa rağmen fiyat farkının az olmasına takılırsınız. Eğer 60 yaş üstü bir erkek birey değilseniz fiyata takıldığınız bu an çok kısa sürer. Bu kişiler ise fiyat farkına takılır ve “daha kârlı” gördükleri için kısırın ve kırmızı lahanalı mezenin tadına mutlaka birlikte bakma gerekliliğini iliklerine kadar hissederler. Çünkü orada önemli olan tek şey matematiğin daha kârlı olduğunu işaret ettiği seçimi yapmak, sunulan bir fırsatı kaçırmamaktır. Aynı kişiler, yıl sonunda “acil harcamazsanız puanınız gidecek” SMS’lerine de kayıtsız kalamazlar ve kampanyalara aldanma noktasında da farklarını ortaya koyarlar. Örnekleri kartındaki 5,67 TL puanı tüketmek için 135 TL’lik kazağı mutlaka almak isteyeninden 400 TL üzeri alışverişte 25 TL’nin peşinde koşana, 3 al 2 öde kampanyasından faydalanmak için hiç takmayacağı atkıları, çorapları toplayanından sadece yüklenecek puan için 5.000 TL limitli kredi kartı başvurusu yapana kadar çoğaltmak mümkündür. Bu örneklerdeki kişilerin ortak özelliğini hiç düşündünüz mü? Anlattığımız kitle, sürprizlerle dolu ve mantığına akıl sır ermeyen alışveriş ritüelleri ile belli sektörleri ayakta tutmakta. Genellikle 60 yaş üstü erkeklerden oluşan bu kitle asla ihtiyaç duymadıkları, kimsenin almadığı, yemediği ve tedavülden kalkmaya yüz tutmuş ürünleri alarak pazar araştırmalarını ters köşeye yatırıyor. 20

18. Gün: Another Day in Paradise-Phil Collins / iki buçuk ayda bir


Benzinliklerde satılan, bir şarkının 9 farklı remix versiyonundan oluşan CD’leri hala alan kim diye merak ediyorsanız açıklayalım: Bu CD’leri alanlar; Tahtakale’de satılan, sıcaklık, nem ve basınç ölçen, banyoların “olmazsa olmazı” saatlerinin de en büyük takipçisi. Bu saatlerin sağladığı bilgilerle hava durumu tahmini yapmak yerine akıllı telefon uygulamalarından faydalanmanın daha pratik olduğunu düşünüyorsanız, bahsettiğimiz kitlenin akıllı telefonlarla ilgili bir başka çılgın alışkanlığını da bilmelisiniz: Fırsat reyonlarından alınan, Android işlemcili, dolapta kutusuyla saklanan, “yedekleyelim, lazım olur” telefonları. Bu alışveriş alışkanlıklarının arkasında nasıl bir motivasyon olabileceğini biz enine boyuna tartıştık ve birkaç varsayıma odaklandık. Birinci örnek üzerindeki motivasyonun kaynağında, bu yaş grubundaki kitlenin hiçbir şeyi kaçırmama, hayattan her tadı alma isteği olduğu fikrine vardık. Hayatta tadılmamış tat bırakmama isteği ile, en birlikte yenmez gıdaları birlikte tatmaya sürükleyen kumpir deneyimi bu varsayımı doğrularken, bunu iyice uç noktaya taşıdığımızda konuyu ölüm korkusuna bağlamayı bile becerdik. İkinci varsayımımız ise bahsettiğimiz 60+ erkek kitlenin çağa entegre olamayışını gizleme çabası. Bildiğiniz gibi yaşlanmakla teknoloji kullanımı arasında maalesef bir ters korelasyon mevcut. Yaş aldıkça insanın teknolojiyle arasına inkâr edilemez bir mesafe giriyor. Kişisel gözlemlerimizden hareketle 60 yaş üstü erkeklerin, kadınlara kıyasla bu mesafeyi inkâr etmeye daha meyilli olduklarını söylemek mümkün... Bu kitle, farkın göze batmaması için iki buçuk ayda bir / 19. Gün: Bohemian Rhapsody-Queen

elektronik aletlere ve ev aletlerine belli bir yaştan sonra özel ilgi göstermeye başlıyor. Aslında yapmak istediklerinin bu kabule meydan okumak olduğunu ise maalesef saklayamıyorlar. Onlar için fonksiyonunun ne olduğu belli olmayan bir elektronik aleti almak, aslında “Ben de buradayım ve teknolojiyi kullanıyorum!” demektir. 60 yaş üstü erkek bireylerle ilgili tespitlerimizi sonlandırırken yazının başında dile getirdiğimiz bir diğer sır perdesini aralamak isteriz: 13 sezondur herkesi hayretlere düşüren, dizi piyasasında bir istikrar örneği Arka Sokaklar dizisini, bahsettiğimiz kitlenin bir üst jenerasyonu ayakta tutuyor: Aile hayatı ve polisiye tutkunu dedeler! Dev genellemelerle donattığımız yazımızı okurken umarız siz de kendi babalarınız, amcalarınız, dayılarınız ve dedelerinizden bir şeyler bulur, onların kulaklarını sevgiyle çınlatırsınız. Bizi (ayrımcılığımız kurusun) ageizm ile itham etmeyin; her yaşın ayrı güzelliği var, biliyoruz. Karşınıza çıkan 60 yaş üstü tüm erkeklere sarılınız. Çünkü onlar ülke ekonomisine, tatlarına, eğlence sektörüne, müziğine büyük bir hizmet sunuyorlar. Yazıyı yazma ilhamını veren Gülce ve İrem’e teşekkür ederiz.

uso & yardoç

21


fo toğraf: m e l i h

ÖZLEM VE ÖZLEMEK ÜZERİNE

“ölüm ve ölmek üzerine” diye bir kitap geçti elime geçenlerde. Kapağında mezar taşı vardı kitabın ve bir psikoterapist ölmekte olan ve ölmüş olan vakalarını paylaşıyordu. İnsan olmak da ölmekte olma hali ve ölmüş olanlarla ilişkileri düşünmek zorunda kalmak hali (reddetsek de bazen orada) ve biz de bu kitabın sayfalarıyız. Ölüm ve özlem üzerine düşünürken çok karışıyor zihnim. Ölen birine dair hisler ile özlenilene duyulanlar benziyor mu? Her ölen özleniyor mu, özlenilene duyulan özlem öldüğü için mi devam ediyor. Ve ölüm sadece tedeka’nın* yaptığı açıklamalar kadar mı? Geçmiş ölüyor ve biz özlüyoruz bazen, gelecek henüz yaşanmamışken “olasılıkları” özlüyoruz, umud ediyoruz. Özlem güzel bir duygu aslında, acı ama çaresiz. Görsen de dokunsan da geçmiyor sanki. Ölümse yalnız, karanlık ve çaresiz sanki. Tanımlamaya, betimlemeye çalışırken bile iç içe geçiyorlar sanki. Özlem baş edilemez bir duyguydu benim için, hırçınlaştıran, alkole sevkeden, mutsuzlaştıran, içimi öldüren bir duyguydu, ne yapacağımı bilemezdim. Ama ya çok şeyi özlediğimden ya alıştığımdan ya çok ölümden ya da hiç ölümden alıştım özlem duygusuna. Hatta bazen güzel bile geliyor. Özlüyorum ve bir şarkı açıp tek şarkılık ölümü 22

20. Gün: Africa-Toto / iki buçuk ayda bir


yaşayıp hayatıma devam ediyorum artık. Özlemeye ve ölmeye devam edeceğim biliyorum ama artık kavga etmiyorum, sahip çıkıyorum. Bu cümleleri okuyan sizler, neleri özlüyor mesela? Hiç tanımadığım ama hikayesini çok dinlediğim amcamı özlüyorum ben, ben doğmadan on gün önce ölen ve o ölmeseydi hayatımızın farklı olabileceği hikayeleri dinlediğim birini özlüyorum. Daha az sorumluluğumun olduğu, ikilemlerin bu kadar siyah ve beyaz olmadığı zamanları özlüyorum, sabah kalkıp düşünmeden kahve sigara içtiğim zamanları özlüyorum, içip içip sarhoş olmadığım zamanları özlüyorum, hep orada olduğunu hissettiğim insanların varlığını özlüyorum, yapılması gerekenler listemin düzenli olarak yapıldığı zamanları özlüyorum, ekmeğin 50 kuruş olduğu zamanları, dost meclislerinin daha sık bir araya geldiği, çocuk olduğum ve yetişkinliği reddettiğim zamanları özlüyorum.

Özlediğim şeylerin hiçbirine tekrar ve yeniden sahip olamayacağım biliyorum, o zamanlar öldü, o zamanki ben öldü. Özlemi kaldı. ‘’Özlediğin, gidip göremediğindir; ama, gidip görmek istediğin Özlem, gidip görememendir; ama gidip görmek istemen Özlediğin, gidip görmek istediğinama gidip göremediğin Özlem, gidip görmek istemenama, gidememen, görememen; gene de, istemen’’ Oruç Aruoba berçem iki buçuk ayda bir / 21. Gün: Süreyya-Zuhal Olcay

23


45 gÜn Evet, işte buradayım. Yeni odamda. Ailemle yaşadığım bir yüzleşmeyle başlayan olaylar zincirinin sonunda, zamanımın artık daraldığını, çevremdeki insanların (ve aslında dolaylı olarak benim) bir şeyler yapabileceğime dair inancımın kalmadığını fark edince bir süre yalnız kalabileceğim geçici bir oda aramaya başladım. Karşıma çıkan ilk ilanı aradım, görüştük, ısındık, pazarlık yaptım, tuttum ve birkaç saat önce taşındım. Odanın asıl sahibi İspanya’dan gelene kadar buradayım; yani 45 günlüğüne. Bu süre bitince para kazanmaya başlamam gerektiği için, bu her saati bana ait olacak son 45 gün. Bu odayı tutma sebebim, işsiz kaldığım üç aydır içinde olduğum döngüyü kırmak. Geçen sene bu zamanlar insanlara ilk kez “ben yazacağım” deme cesaretini kendimde bulmuştum. Son üç aydır bu söylem “yazıyorum, bitince okutacağım” olarak evrildi. “Ne yazıyorsun?” “Bilmem, sürekli düşündüğüm bazı fikirler vardı onları. Senaryo da olabilir, roman da yazdığım. Daha karar vermedim.“ Problem: Akademisyen olma fikrinden de bu kadar izole bir dünyada çok vakit geçirirsem özgün bir şey üretme şansımı kaybederim diye korkup kaçmamış mıydım? Çözüm: Peki ya Ken Loach gibileri? Sanatçı kimliğini kullanırken aynı zamanda tutarlı bir şekilde sosyal adaletsizlikleri merkezinde tutmayı başarmış koca yürekler. Bu sayede Rexx Sineması’nda I, Daniel Blake’i izlemem. Hayır, eminim Ken Loach’un filmleri birçok kişiyi değiştirdi. Problem: Peki Ken Loach filmleri insanları değiştirdiyse dünya neden hala böyle? Her adım ne kadar fazla düşünülmeyi hak ediyor. Zizek’in dediği gibi, hiçbir şey yapmayıp sadece düşünmeli mi? Peki hiçbir şey yapmazsak deneyimi nerede kazanacağız? Çözüm: “2020’lere doğru Türkiye’de, benim hissettiğim gibi anlatan bir film, bir roman var mı gerçekten? Benim temsil biçimim güzel tartışmalara vesile olurdu bence ya” özgüveni. Problem: Neden ben yapmak zorundayım? Çözüm: Daha iyisini yapabileceğimi düşündüğüm halde denememiş olduğum gerçeği ile nasıl yaşayacağım? Problem: “Üzgünüz! Hayalini kurduğunuz şeyler çoktan yapıldı.” Çözüm: Hayatın korkunçluğu karşısında kendi tarzımla dik durabiliyorsam ve kendimi uyuşturmadan, arada sapmalar yaşasam da yolumu izlemeye devam edebiliyorsam, başkaları da benim gibi sorunlarını çözmek ve kendi yolunu bulmak için sanatı kullanabilir demektir bu.

24

22. Gün: Don’t Stop Me Now-Queen / iki buçuk ayda bir


Problem: Diyelim ki işler yolunda gitti ve ortaya bir şeyler çıktı. Ürettiğim şeylerin asla ulaşmasını hayal ettiğim kaynaklara ulaşmama riskine ne demeli? İnsanlar benim üreteceğim şeyi istemiyor ki. Çözüm: O zaman herkese hitap eden bir üslup, medyum düşünsem. Öyle bir dil ki, kitabımı/filmimi Youtuber’lar bile inceleyecek, önerecek. Yok satacak. Ama içerisinde ana akımdaki birbirinin aynı kitaplardan farklı şeyler olduğu için farklı tepkimeler başlatacak. Problem: Of peki neden bu insanlara bir şey ispat etmek, onları tatmin etmek benim için bu kadar önemli? Sadece beni sevmelerini mi istiyorum yoksa? Problem: Şu ana kadar tek söylediğim şey, ben-ben-ben. Benim bir şey yapmam bu kadar önemli mi? Belki de hayallerinden vazgeçip (benim için!) son derece sıkıcı bir hayat döngüsüne giren insanlar, egolarını kontrol edebildikleri için benden daha tutarlı insanlardır. Çözüm: Ben de az tutarlı değilim aslında. Hedeflerim için her tutku sahibi insan gibi çok şey feda ettiğim ve yorulduğum bir gerçek. Kendi çapımda bir Cristiano Ronaldo disiplinine sahip olduğuma sizi ikna edebilirim. Yeter sanırım. Görüldüğü üzere yeni bir şey üretmeye dair geçerli bir sebep bulmaya çalışırken çok fazla cümle kurabiliyorum. Nihai Çözüm: Anlar. Tüm iğrençliği ve harikalığıyla en yoğun hissettiğim duygular. Şaşırtıcı, kendi düşüncelerimi aşan şeylerin olduğunun kanıtı olan rastlantılar, karşılaşmalar. Bunları kaydetme deneyimi. Bu deneyimden hoşlandığım için yazacağım bu önümüzdeki 45 günde. Ortaya çıkan şeyin ne olacağını ve çıkan şeyle ne yapılacağına onu kanlı canlı bir biçimde karşımda gördüğümde karar vereceğim. Çünkü o zaman en azından tek kişi değil iki kişi olacağım.

Ay ş e I r m a k Ş e n

iki buçuk ayda bir / 23. Gün: Time-Kroke

25


Çocuk; Adı üzerinde Kimliği kuvvetle muhtemel annesinin cüzdanının içinde, Kalbi elinde, Eli dokunabildiği her yerde

fo toğraf: g ü l ev

dilek ateş

26

24. Gün: Al Aşkını Sok Gözüneee-Grup Vitamin / iki buçuk ayda bir


fo toğraf: g ü l ev

çiçeksiz şiir

dalından koparılmış çiçekler alıyor eve ömür uzatma derdinden sıra gelemedi saksıda kök büyütmeye. dallarından öpüyor akşam vakti suya vitamin, suya mineral sular altında çiçeklerinin kesik yerleri. annesi görse “yarasız çiçeğin bile yok” derdi.

kuzguni

iki buçuk ayda bir / 25. Gün: Jesus to a Child-George Michael

27


fo toğraf: g ü l ev

Siz hangi turistlerdensiniz?

Köln’e taşındığımdan beri - yaklaşık bir buçuk yıldır - her ay bir arkadaşım veya arkadaş grubum beni ziyarete geliyor. İlk zamanlar epey yalnız ve yabancı olduğum için bu ziyaretler bana moral ve motivasyon deposuydu. Hem hasretliklere kısa kaçamaklarla ara veriyor, hem de gelenleri gezdirirken kenti keşfediyordum. Fakat kente ve hayatın akışına aşina oldukça, arkadaş ziyaretleri esnasında yaptığımız geziler, kendimi turist rehberi gibi hissetmeme sebep olmaya başladı. Üçüncü ayın sonunda fark ettim ki hep aynı parkuru dolaştırıyordum! Adını “Köln’e giriş turu” koyduğum, kentin önemli turistik noktalarını gezdiğimiz ve yaklaşık yarım gün süren bir parkur. Bu gezi sabah saatlerinde Katedral ile başlayıp, daha sonra barlar sokağında veya ünlü bir birahanede karşılıklı kölsch (Köln menşeli, kalem bardakta içilen bir çeşit bira) içerek devam ediyordu. Akşam içinse iki ihtimalden biriyle devam ediyorduk: ünlü bir caz barda Writer’s Tears eşliğinde sohbet veya 28

26. Gün: Wicked Game-HIM / iki buçuk ayda bir


gece kulüplerinin olduğu Ehrenfeld’de steps dansları. Gece acıkanlar içinse son durak olarak Kebapland. Zamanla bu giriş turu kabak tadı vermeye başladı. Artık aynı rutini yapmaktan sıkılmıştım. İçeriğini zenginleştirmek için yeni arayışlara girdim. Mevsimlik aktiviteler, zamanı öğrenilmiş festivaller ve yeni açılan mekanlara göre programı değiştirmeye başladım. Ziyaretçi dostlarıma denemek istedikleri lezzete göre has Alman spesiyallerinden, humus cennetlerine, oradan Güney Afrika lokantalarına veya her ay aşçının ve mutfağın değiştiği deneysel gurme mekanlara kadar geniş bir seçki sunmaya başladım. Yerel kölschler içebileceğimiz, kendi üretimini yapan küçük birahaneler buldum. Kısacası epey deneyim kazandım, içeriği zenginleştirdim ve kendimi yarı-profesyonel-gurme-şehir-turu rehberi ilan ettim. Fakat içeriğini ne kadar zenginleştirirsem zenginleştireyim, arkadaş ziyaretlerinin sıklaşması yüzünden bir buçuğuncu yılın sonuna yaklaşırken artık kenti yabancı birilerine gezdirirken sıkıldığımı fark ettim. Evet, İstanbul’daki arkadaşlarımın yanıma gelmesinden müthiş bir mutluluk duyuyordum, ama ilk iki gün bu gezi rutini ile geçerken sanki en çok özlediğim bir şeyler de elimizden kayıp gidiyordu. Yurtdışında yeni bir kenti gezip görme fikri (belki de yerleşik yargısı), saatlerce oturacağımız neresi olduğu önemsiz bir mekanda, bir konunun tamamlanamadan diğerine bağlandığı sohbetlerimizden çalıyordu. Hele ki gelen dostum hafta sonunu bağlayıp 2-3 gün gibi kısa bir sure için geldiyse (ki genelde böyle oluyordu), şehri turlama ile birbirimize/sohbetimize doyma isteklerini uzlaştırmak çok daha zor oluyordu. Çalışmalarımın yoğunlaşmasıyla ve gider kalemlerimin çeşitlenmesiyle birlikte zaman ve para açısından da gittikçe tükendiğim son dönemde, tükenmişliğime ilaç gibi gelecek ve bu rutini bozacak, gül pembesi yanaklı EÖ dostum beni ziyarete geldi. Kendisi en özlediğim dostlarımdan biri olmasının yanı sıra yeni memleketleri gezme tarzı tanıdığım kimseye benzemiyordu. Kafamdaki turist-arkadaş imgesini dört günde tuzla buz etti ve zaman mefhumu eridi gitti. EÖ’nün en önemli özelliği “yeni bir yerdeyim sabah en erken saatte kalkmalı ve minimum on yer görmeliyim” klişesinden uzak durmasıydı. Her sabah, vücudumuz alarm gibi suni müdahaleler olmaksınız uyanmaya karar verene kadar uyuduk. Sonra uyanır uyanmaz yatak sohbetleri başladı. Kahvaltı imece şekilde yapıldıktan sonra, ben işe gidiyordum EÖ ise kitabını alıp okumak için bir kent parkına çöküyordu. Öğlene doğru nerede olduğu önemsiz yemekler ve akşam biralar yuvarlanırken konuşmaktan kısılan sesimizi akşam yataklarımızda sıcak çayla iyileştiriyorduk. Birbirimizi gezdik dört gün boyunca. Uzun süredir açılmayan konu başlıklarını özenle açtık, sonra ütüleyip katlayıp raflara kaldırdık. En iyi gelecek şey rutine karışmaktı, pek de güzel karıştık. Benim siz gönül dostlarına tavsiyem uzaktaki dostlarınızı ziyarete giderken, turistlikle-dostluk arası dehşet dengesini gözetmeniz. Maksimum fayda peşinde geçen günler, geride hiç anı bırakmıyor. Yaşasın sohbetine doyulmayan dostlar. Yaşasın değişen turistlik algımız. e.

iki buçuk ayda bir / 27. Gün: Sürsün Bahar-Can Kazaz

29


12. sayının “meydan çalma listesi okumalı” İşte, güçte, okulda, evde, sokakta, sağda, solda, içte, dışta, yüzlerce z o r u n l u v e h e v e s k ı r ı c ı ‘ ’m e y d a n o k u m a y l a’ ’ s a r ı l d ı ğ ı m ı z z a m a n l a r d a , sosyal medyada gönülden yapılacak bir tanesi karşıma çıktı. Ben de ona sarıldım. ezgi 1.İsminde renk geçen bir şarkı 2.İsminde sayı geçen bir şar kı 3. Sana yazı hatırlatan bir şarkı 4. Unutmayı tercih edeceğin birini hatır latan bir şar kı 5. Mutlaka yüksek sesle dinlemek istediğin bir şarkı 6. Sende dans etme isteği uyandıran bir şarkı 7. Araba kullanırken dinlenecek bir şarkı 8. Alkol ve uyuşturucuyla ilgili bir şarkı 9. Seni mutlu eden bir şarkı 10. Seni üzen bir şarkı 11. Asla sıkılmayacağın bir şar kı 12. İlk gençliğine ait bir şarkı

30

28. Gün: Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun-Zeki Müren / iki buçuk ayda bir


13. 70lerden sevdiğin bir şar kı 14. Düğününde çalınmasını istediğin bir şarkı 15. En sevdiğin cover şar kı 1 6 . “ K l a s i k l e r d e n” f av o r i ş a r k ı n 1 7 . Ka r a o k e d e d ü e t y a p m a k i s t e d i ğ i n ş a r k ı 18. Doğduğun seneye ait bir şar kı 19. Hayatla ilgili düşündür ten bir şar kı 20. Sana birçok anlam ifade eden bir şarkı 21. Adında bir isim geçen sevdiğin bir şar kı 2 2 . “ G a z a g e t i r e n” b i r ş a r k ı 23. Herkesin dinlemesi gereken bir şarkı 24. Hala beraber olmasını istediğin bir gr ub un sevdiğin şar kısı 25. Ar tık hayatta olmayan bir sanatçının şar kısı 26. Aşık olma isteği uyandıran bir şarkı 27. Kal bi ni kıran bi r ş ar kı 28. Sesine aşık olduğun birinin şarkısı 29. Çocukluğunu hatırlatan bir şarkı 3 0 . Ke n d i n i h a t ı r l a t a n b i r ş a r k ı

iki buçuk ayda bir / 29. Gün: Yüzünü Dökme Küçük Kız-Bülent Ortaçgil

31


iki buçuk ayda bir fanzin

30. Gün: Walking in My Shoes-Depeche Mode / iki buçuk ayda bir


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.