iki buçuk ayda bir #11

Page 1

iki buçuk ayda bir fanzin

N o :1 1 Pa ra i l e a l Äą n m a z .


i ki b uçuk ayda bi r fan zi n No:11 Eylül 2018 Zor bir yaz oldu. Kavrulduk, yorulduk, durduğumuz yerde hızla fakirleştik, çok şükür ülkenin rejimini değiştirdik, kumsalda çabuk ısınan tombul biralarla çakırkeyf olduk, çeyrekler taktık, bize hiç takılmayacak heralde diye evhamlandık, beyaz yakalarla şehre sıkıştık, terk ettik, terk edildik, özledik, ve umuyoruz ki özlendik. Çok sevdiğim sonbahara girerken kucağınıza düşecek bu sayının ne mutlu ki editörlüğü bana kaldı. Siz bu satırları okurken, belki de çoktan havalar serinlemiş olur. Asya’nın yerli yerdenizinin mevsimi geçiyordur, Selin’in ayçiçekleri geride kalıyor, ülkeden gayrı mutluluk saçan müzik festivalleri susuyordur artık belki; Uso ve Yardoç’un filinta Murphy’sinin, işe yetişmek için koşarken altı boş sokak karosuna basan beyaz yakayı çamurladığı günler geliyordur. Tebdil-i mevsimde de ferahlık vardır belki. Gelecek mevsimlerde de biz yine edebiyata, müziğe, filmlere, dağlara taşlara, yapraklara ve en çok birbirimize tutunacağız, resmen dünyanın dört bir yanına dağılmış olsak da birbirimizin “ıslak maması” olmaya devam edeceğiz. Yukarıda saydıklarımdan gayrı, bu sayıda bizi şiirleriyle yazılarıyla besleyen Çağan, Seyda, Kerem, Mertcan, ve Halitcan’a, fotoğrafları ve görselleriyle doyuran Edanur, Rumeysa, Melih, Osman Orsal, Gizem ve Özge’ye, kapak için kıtalararası yetişen Gülev’e bolca teşekkür. Pek tabi ki tasarımı yeniden emanet alan Mert’e de... Ha bir de ilk defa parkta, bol nefesle, topladığımız gönüllü yayın kurulumuzun kendisine, redaksiyon ekibine, yazılar, şiirler, çiziler atmosfere özgürce karışıp tartışılırken yanımızdan saatlerce ayrılmayan o gün tanıştığımız köpek kardeşimiz ve bizden çok bilgisayarımızla ilgilenen yeni neslin temsili küçük insan evladına da ferah bir selam. Dört yıl önce yine bir eylülde çıktığımız bu yolda, neyse ki fanzinimizin “geçer akçesi” döviz değil de paylaşmak hala. Yine elden ele, kulaktan kulağa dağıtalım. Bu zor günlerde bir küçük huzur olmak dileğiyle, ezgi

2

iki buçuk ayda bir


Çınarları Nasıl Kurtarırız? 4 Yerli Yerdeniz Seferi The Kabak ve Kabak Koyu 6 yolculuk 9 “Long Live Rock’n’Roll” 11 Open’er Festival (2018) çalma listesi 13 Kurban 14 Bir Vicdani Retçinin Günlüğü 15 “babanım, yanındayım.” 18 ıslak mama 19 şerefine 21 sen ya da varlığın keşfi 22 sıra selvilere düşmek 23 insanlar hızlı yürür 24 happily ever after 25 fanzin 25 Pide Kahramanları 26 Alt Edilemez Sanmayın: Murphy’nin Zulmü Varsa İyimserin İnancı Var 27 stay fresh 30 nefis kadavra 31 iki buçuk ayda bir

3


Çınarları Nasıl Kurtarırız? Gömleğine sırttan pens, paçalarına ferahlık, kemerine ışık, saçına briyantin, güneşine İtalyan gözlük... Gömleğine göğüs cebi, cebine mendil, mendiline gül, gülüne diken, dikenine diken, çok fazla diken... İşte benim jönüm, sevgili arkadaşım, hırçın dostum; Al Paçino. O, gördüğüm en hızlı serseriydi. Hızına yetişmem mümkün değildi. Bu hızı zihnine zeval getirmiyordu. Sanki hep doğru adımı atacak, son sahnede hep o kazanacak gibi inanıyordum ona. Yıllarımızı birlikte geçirdiğimiz çarşının ortasında dev gövdeli iki ölümsüz çınar vardı. Çınarlar yükseliyor, gökte buluşuyordu dalları ve yapraklarıyla. Karşılıklı iki kahvehane, çınarların gölgesine kurulmuş çarşının kalbini meydana getirmişti zamanla. İki koca çınar zara düşenlere, batıp çıkanlara, taş bekleyenlere gölgelik olmuştu. Bu vaziyetten ziyadesiyle rahatsızdık. Ellerimiz çaresiz, dillerimiz tutuktu. Hasılı her zamanki hâlimizin yağında kavruluyorduk. Ne Al Paçino’nun hızı ne benim dinginliğim bize çare oluyordu. Kimsenin haberi olmasa da çınarlardan biri benim diğeri Al Paçino’nundu. Herkes kendi dalında uzanır, geceyi seyre dalardı günah çıkarır gibi. Çürümüş ihtiyarların 4

kokuşmuş muhabbetlerine maruz bıraktığımız için çınarları, yanıp yas tutardık sanki geceleri. Çınarların bizden medet umduğunu hisseder için için yanardık. Kimin hâline yandığımızı bilemeden sönerdik sabaha karşı evlerimize dönerken. Yanılacak çok şey vardı o vakitler ama kimsecikler yanmıyordu. Yıllar boyu devam etti seyir gecelerimiz. Kasabanın yarasalarıydık adeta. Çınarlarımız vardı, sınırlarımız vardı. Sınır raconuna itibar etsek de çınarların yıllanmışlığı, dalların aşkı yüzünden bu iç içelik kendi içimizde hassas bir konuya dönüyordu. Çınarlarımızda ikamet etmek için adımlarımızı ip cambazı gibi atıyor, bu durumdan da hicap duyuyorduk. Al Paçino bir gece aramızdaki bu görünmez dertten usanıp bir sincabın ayak sesinden ilham alarak sınırları tanımadığını ilan etti. Bense kararına bir yandan saygı duyuyor öte yandan kararın gerekliliğini sorguluyordum içten içe. Elbette makul olan buydu, ağaçların bedenlerine sahip olduğumuzu zannetmek, sınırlar çizmek hem hadsiz hem de gülünç bir durumdu. Fakat meselemiz bu mu olmalıydı böyle zor vakitte? Acılar içinde yanan bir ağaca derman olmak asıl gaye iken yöntem mezeydi, bana kalsa soğuk da yenirdi. Al Paçino böyle demiyordu, şöyle diyordu: “Belki bin yıllık ulu çınarların üstündeyiz. Toprağın altındaki köklerini tahmin bile edemeyiz. Bu çınarlar gökyüzüne çıkarken toprakaltında bir soru işareti bırakarak gelmediler. Bu davada esin kaynağımız çınarlar, kutsal kitabımız kainat olmalıdır. Her şey tam zamanında, yerli yerinde, eksiksiz ve fazlasız olmalı.” İhtiyar babalarımız kahvehanelerde eskirken Al Paçino ve ben birlikte büyüyorduk. İlerlediğimiz bu yolda birbirimizi büyütüyor zamanın önüne iki buçuk ayda bir


geçiyorduk bazen. Tam da Al Paçino’nun karşı geleceği bir hâldeydik esasen. Doğaya itaat etmiyor, zaman zaman çarktan sıyrılıyorduk. Belki de ardımızdaki çarklar henüz göremediğimiz çarklara sıkı sıkı bağlıydı. Sahip olduğumuz eksik farkındalık her evrede bizi tatmin edecek kadardı. İnsan her yaşında en olgun çağında olduğunu hissetmez miydi zaten? Uzun düzlükler, tarlalar, zeytinlikler, bağ evleri, bekçi kulübeleri, rengi solmuş reklam panoları, coca cola, çinko dolu fabrika çöplüğü, ıssız gişeler, dinlenme tesisleri, ötelerdeki dağlar ve daha da öteler... Çınarları nasıl kurtarırız, düşündüm durdum yol boyu. Pencereden dışarıyı şehirden dönmenin bilge mutsuzluğuyla seyrediyordum. Hiçbir şekilde çınarımla olan mazimi söküp atamıyordum. İçimde yüzleşmediğim gerçekler ayan beyan ortadayken kıymetli jönüm Al Paçino’nun fikri devriminin daha büyük devrimlere yol açacağını seziyordum. Zira o sınır ihlalinden beri hiçbir şey aynı değildi, her şey yeniden başlamıştı. Tüm fikri temelimin ferdi ve menfaatçi bir dürtünün üzerine kurulduğunu düşünmeye başlamıştım yahut başlamamıştım. Her koşulda önümde bir köy vardı ve görünüyordu. Damarlarımdaki hiçbir şey beni ayağa kaldıracak güce sahip değildi. İhtiyacım olan tek şeyin ayağa kalkmak olduğunu, ayağa kalkarsam nerede olduğumu ve nereye gideceğimi hatırlayacağımı biliyordum. Karanlığımla yüzleşmek için öfke ve nefrete şırınga ile ihtiyacım vardı. O iki buçuk ayda bir

şırınga Al Paçino’ydu. Bir gündüz vakti kolundan tutup metruk evlerin sokağına sürükledim onu. Girdiğimiz taş evin kapısı Roma’dan kalmıştı, içimiz acıdı, hissettim. İçerisi sidik ve alkol kokularıyla harmanlanmıştı. Yerler hap kutuları, içki şişeleri ve ambalajlarla doluydu. Harap olmuştu bin yıllık ev lakin konuşulacaklar vardı bugün. Lafı dolandırmadım. “Geceyi beklemek manasızdı sevgili kardeşim. Zira bu gece çınarlara çıkar mıyım bilmiyorum. Madem ki derdimize özü milat bildik, her şeye kökten başlayacağız, sana bir sorum var Al Paçino, çınarları niçin kurtarmalıyız?” Al Paçino gözlüğünü çıkarıp mendiliyle sildikten sonra göğsü açık gömleğine iliştirdi. Mutsuz görünümlü ciddi suratı kararlılıkla bana döndü. Sanki hakikati düşünmüyor sadece içinden beni nasıl ikna edeceğine karar veriyor gibiydi. Belki korkunç fakat huzur veriyordu bu kendine güveni. Gülü de güven veriyordu dikeni de. Tane tane anlattı sonra: “Nasıl demeden niçin demek şeytani bir tercihtir. İnsanı hareket etmekten alıkoyar. İnsan sadece kendini ikna etmenin yolunu arar. Niçin sorusu tembellerin vakit kazanmak için uydurduğu bir sorudur. İnsan nedense aklına fazla güvenen bir canlı ama ben insana güvenmem.” Jön... Nasıl da ikna etmişti beni! Fakat... Fakat galiba benim derdim çınarın huzurundan ziyade çınarıma olan hakimiyetimi kaybetme korkumdu. Bu çok bencilceydi ve yüzleşmek için çok erkendi. Önümüzde acı çeken iki çınar vardı, derhal bir yol bulmalıydık. Al Paçino gözlüğünü taktı ve evden çıktık. Akşam geceye dönecek, ihtiyarlar uyumaya gidecek, çay bardakları son kez yıkanacaktı. Ve biz çınarlara çıkacaktık. 2 3 . 6 . 2 0 1 8 /A d a n a Yu n u s A b i d 5


.seferiler.

Ye r l i Y e r d e n i z S e f e r i The Kabak ve Kabak Koyu asyalardan asya.

Bu sayfa neler nereler gördü, ne kilometreler karbonlar tüketti… San Francisco’lar, Mljet’ler, Uganda’lar, Lund’lar, Hong Kong’lar ve hatta Güney Afrika’lar. Ama o devir bitti. Dolar/Euro kuru bu vaziyetteyken yurtdışına tatile giden arkadaşlarımı kınıyorum. Devir TeLe ile tatil yapma devri ki zaten benim de 2 senedir planlarımda “Ankara’dan ötesine gitmedim” düsturunu kırmak var. Çabalıyorum. Dış mihrakların kur üzerindeki dinamiği ile içerde yaklaşık 5 senedir Kabak da Kabak diye sesi gitgide yükselen bir kitlenin dinamiği, Ege’den Akdeniz’e uzanan kıyıları gezmeye özen göstermiş bünyemde çarpıntı yarattı. İşten bir gün izni ve liseden dostumu da yanıma alıp yollara çıktım. Kabak koyu Fethiye’de, Ölüdeniz’i de geçince, virajların döne döne yükseldiği ve Likya yolunun da geçtiği yolların üzerinde bir vadide. Arabayı vadinin tepesine park edip, aşağı inen bir dolmuşa atlayıp, toprak bir yolu döne döne deniz seviyesine varabiliyoruz. 4*4 bir aracımız ve bilinmez bir 6

iki buçuk ayda bir


yolu kat etme cesaretimiz olsa dolmuş kullanmazdık veya saat güneşin kafada muz kızarttığı bir vakit olmasa yürürdük belki de. Dolmuşun bizi bıraktığı yerden biraz yürüyünce Yerdeniz Kamp’a vardık. İnternetten rastsal buldum aslında burayı; Kabak’ta irili ufaklı, lüküslü, salaş, yerleşmiş 10-15 kamp alanından bir tanesi. Fiyat ve konum kadar Ursula K. Le Guin’ in de payı var bu seçimde. Diğerleri gibi buranın da kendi çadırında ve onların çadırında kalma opsiyonu var, bunlara ek olarak Kabak’ın bitki örtüsüne eşlik eden bungalov seçeneği var. Biz onu tercih ettik ve mini mini bir bungalov içine eşyaları savurup doğruca denize yürüdük. Aaa, mavi! Hem de beyaz köpüklü resim mavisi bir deniz, bir de ne iç bayan bir Side sıcaklığında, ne de Ayvalık soğukluğunda ideal bir derecede! Ufacık bir koy aslında Kabak, denizin içinden vadiye bakınca resim daha bir netleşiyor. Sahilin hemen üstüne kurulmuş bir bungalov şöleni, onun da arkasında ağaçların içinde kaybolan tahta köşecikler ve çadırların ağaçların arasından yansıyan renkli muşambaları dışında tüm vadiyi tarif edecek en belirgin şey, yeşil. Sit alanı ilan edileli beri beton yere düşmemiş burada, eskiden kala 1-2 yarım yer dışında şehre dair çimento, asfalt, gürültü, karmaşa hiçbir şey yok Kabak’ta. Kelimenin içi boşalmamış haliyle doğal da denebilir. Diplere dalınca iyice soğuyan suyun tadına bakıp, güneşin son demlerinden faydalanmak için kıyıya vurduk. Şezlong zaten yok. Kuma serdiğimiz havluların üzerinde uykuya dalmışız. Sahilde bizimle birlikte, su geçirmeyen dev bir hoparlörle takılan tipler, bir yandan karma dansı yapan bir grup neo-hippie ve atıllığıyla barışık küme küme insanlar vardı. Uyandığımızda güneş batmak için ufak ufak hazırlanıyordu, bizim de mide duvarlarımız harekete geçmişti. İnternet sitesinde yazdığı gibi sahile hakikaten 5 dakika olan Yerdeniz kamp’a döndük. Açık büfe envai çeşit zeytinyağlılar hazırdı, tabaklarımızın içine konmayı bekliyorlardı. Söylemeden edemeyeceğim çay da kaynıyordu akşam yemeğinin yanında. Öyle iyi gitti ki, çay sevdiğimden değil. Burada konaklamalara hem kahvaltı hem akşam yemeği dâhil, çünkü başka bir yer yok yemek yiyecek. Güneş ve denizin bünyede yarattığı acıkmayı coşkulu zeytinyağlılarla bastırdıktan sonra kendimize çeki düzen vermek için odaya gittik. O akşam, “Johnny ve Cash” adlı iki kişilik kemanlı, mızıka ve gitarlı bir grup Yerdeniz’in sahnesindeydi. Onları dinlemek üzere kurulduk. Kabak’ta genel olarak dev etkinlikler yok. Her sabah yoga olduğuna dair bir kaç tabela ve konserin ardından deniz kıyısına yıldız seyri için ilerlerken bir iki kamp alanında daha toplanan insanlar gördük. Böyle araştırma yoksunu geldiğimiz kamp alanında iki buçuk ayda bir

7


Johhny ve Cash’i dinlemek, ardından yıldızlar falan derken biz de Kabak’ta Kabak kıvamına vardık. Bir sonraki gün ayrılmayı planlarken, kendimizi konaklamamızı bir gece daha uzatırken bulduk. Yürüyüş, ıhlamur ve kekik toplama, bolca güneş ve bolca deniz cup cupu derken bir günü daha Kabak’ta geçirdik. Bir sonraki sabah dönüş için yola koyulduk ve tozlu toprak yolu minibüste kat ederken burayı nasıl terk edebildiğimize kahırlandık. Arabaya ulaştığımızda otostopçu bir backpacker, gideceğimiz yönü sordu ve onu da alıp hep beraber yola koyulduk. Ondan, Kabak’ta görmemiz gereken ama göremediğimiz yerleri de öğrenerek, Kabak’a tekrar dönmek için bahanelendik. Haa bir de ben Pazartesi ilk iş yogaya yazıldım. Kabak’a tekrar gitmek için sebeplerden sebep beğenirim artık…

8

iki buçuk ayda bir


yolculuk Arabamızın içerisinde ailece yaptığımız sıkış tepiş yolculuklar çocukluğum. Hayran olmakla kanıksama arasında gidip geldiğim, camın dışındaki doğa. Şimdi bile arabayla yolculuğa çıktığımda seyrettiğim tarlalar, ağaçlar şu anda gördüklerim değil o zamanlardan aklıma kazıdığım manzaraların projeksiyonuma yansıması sanki. Yeşilin tonları, sarılar, anlamlandıramadığım ama o renk geçişlerini mükemmel şeklide tamamlayan boş araziler, toprak rengi, ay çiçek tarlaları ve çocukça onlara ulaşma isteği. Arabanın hızıyla hayal meyal fark edilen elektrik direklerinden sarkan tellerin manzarayla dans edişi. Mavi gökyüzünün yeşille birleştiği ve toprağın sarısıyla tamamlandığı manzaramın nemden puslu görüntüsü.

iki buçuk ayda bir

fotoğraf: osman orsal 9


O yaşlarda boğuşmaya başlamışım tam olamama hissimle. Ne zaman o renk cümbüşü tarlalardan birinde traktör süren bir çiftçi görsem yerinde olma isteği belirirdi içimde. Sanki bir anda kaybolsam arabanın içerisinden, o köylünün traktörüne, tarlasına, evine, mütevazi hayatına girsem, bir parçası olsam tamamlanırdım da arabanın içerisindeki ben ancak yarım kalandım. O zamanlardan başlayan arayışım bitmeyen bir yol. O günlerden bugüne geçen zaman sarhoş bir geceden kalan kopuk görüntüler gibi bilincimde. Mavi gökyüzünü gözlerken geçen tek düze bulutlarda görmeye, anlamlandırmaya çalışırdım hayatımı. Kahve falı bakar gibi, algılayamadığım anımı, geleceğimi, hislerimi görmeye çalıştığım bulutlar. Ya hayal gücüm çok iyi değildi ya da hayalimin ürettiği şekiller, hisler mantığımın bilinçli sorgulamasına dayanamıyordu o yaşlarda bile. Hiçbir bulut bir avuntu veremedi. İyi bir haber hiç almadım, umutlanamadım bile. Ne eksikse eksik kaldı. Bazı yolculuklarda gün ışığı olması gerektiğinden de parlakken, her şey birbirine karışmışken, yeşil ve mavi, havanın nemi, güneşin sıcağı, çimlerin ayaklarını rahatsız eden gıdıklaması, gerçekten yaşadığım için mi oradaydım yoksa ben bir yerlerde kapalıydım da rüyalarım mıydı gören, gözlemleyen, hisseden? Hiç bitmeyecek gibi görünen, iç sıkıcı bir huzurla dolu yolculuklarımızda, sıcak vücutlar arasında sıkıştığım arabamızda, gözlemlediğim, yıllar sonra kullanmak için kaydettiğim doğa. Ay çiçeği tarlalarının yanından geçerken anlatmıştı annem, ay çiçekleri yüzlerini güneşe çevirirmiş. İlgi bekledikleri, fark edilmek istedikleri için umut içinde güneşe baktıklarını hayal etmiştim duyduğumda. Ayakta kalabilmek için, bir defa da olsa yüzlercesi arasından fark edilebilmek... Ne umut ama! Çocukken içinden çıkarak tam olmaya çalıştığım yolculuklarıma, şimdi tam olabilme ümidiyle dönesim var. S . G . Y.

10

iki buçuk ayda bir


“LONG LIVE R O C K ’ N ’ R O L L” * Her şey Şubat ayında iki yıldır Varşova’da yaşayan, artık 21 yaşında ama benim için hep bebek kardeşimi Temmuz’da ziyaret etmek için ailecek aldığımız biletle başladı. O günlerde tabii ki bilmiyordum dört gün süren Polonya’nın en büyük müzik festivali Open’er’ın da altı ay sonra aynı günlere denk geleceğini ve benim içimdeki Rock’n’Coke çocuğunun kursağında bırakılmış talihinin yıllar sonra döneceğini. Mart’ta festival tarihleri ve line-up’ı açıklanır açıklanmaz beni uzun süredir hissetmediğim bir coşku sardı. 2006 yılında, 17 yaşında (Aleyna’nın O Sen Olsan Bari’yi yaptığı yaşta) bir bebeyken, hayatımda ilk kez yurt dışına çıkacağım zaman Türkiye’ye gelecek olduğu için gidemediğim, 2013’teki konserlerine bilet alıp konser alanına giderken yolda Dave Gahan’cığımın hastalanması sebebiyle iptal olan konser yüzünden yine kavuşamadığım ve artık çaba göstermeyi bırakmaya karar verdiğim, dev hayran olduğum, konser DVD’lerini izlerken ağladığım (daha da sıfat üretebilirim) Depeche Mode’u izleyecektim çünkü. Bir de tatlı Bruno Mars, karizmatik ve ebedi iç ürpertici Gorillaz, Arctic Monkeys, Mo ve bir hafta içinde iki kere izleyeceğim Nick Cave baba da cabasıydı. Mart’ta biletler alındı, hayaller başladı. 2011 yılından beri uzun soluklu festivale gitmemiş bünye biraz tedirgindi, motor soğumuş muydu acaba? Yapabilir miyimler, benden geçti miler ve yok ya yaparımlarla, o sürede mutsuz hissettiğim zamanlarda, Temmuz’a kadar dayan neler göreceksin motivasyonuyla kendimi ayakta tuttum. Mayıs’ın sonunda beni ayaklarımdan vuran ve bir aydan çok yatıran saçma hastalık da sanki tüm bu konserlerden, bu büyük anlamlar yüklediğim çoklu iki buçuk ayda bir

kavuşmalardan uzaklaştırıyordu beni. Ama olmadı. Uzaklaştıramadı yani. Kalktım, bir geçkin gibi varis çoraplarımı ayağıma geçirdim, sırt çantamı, güneş gözlüklerimi aldım. Eskilerden farkı bu sefer yanımda arkadaşlarım ve bireysel özgürlük mücadelem yerine hep büyüğü kalacağım kardeşimin olmasıydı. Büyüdüğüm daha yolun başında aklıma yerleştirilmişti. Önce çok özlediğim kardeşimi görecek sonra da onunla birlikte ilk gençliğime özlemi dindirecektim. 11


Altı aydır görülmeyen kardeşe bolca özlem, alttan alta kendini sinsice hatırlatan kuşak çatışması, ikimizin de bitmeyen ergen tavırları, benim artık kendimi 40’lı yaş grubunun müzik zevkine ait ve etrafım o grupla çevrilince daha güvende hissetmem, fakat festivalin katılımcı yaş ortalamasının 23, en patlama yaratan müzisyenlerinin yaş ortalamasının 25 olması bende dev bir nostalji, geçkinlik hissi ve romantizm yarattı. Sürekli ot, esrar, alkol, madafaka, şit, fak diyen rapçilerin (bkz. Migos, Post Malone, Young Thug, Vince Staples vb.) yarattığı coşkuyu anlayamazken, festival alanındaki beş büyük sahnede performans sergileyenlerin statülerinin Spotify dinlenme veya Youtube izlenme sayılarıyla doğru orantılı gibi durması, koskoca Nick Cave ve Kötü Tohumlar’ın daha dünkü çocuklar dediğimiz Arctic Monkeys’ten önce sahne almasına kalbim hüzünlenirken, sonraki günlerde Arctic Monkeys’in bile festivalin köklü grupları arasında kalmışlığını idrak etmemle gerçekleri kabullenmeye dönüştü. Ben bol enstrümanlı, kendimce derin bulduğum, müzisyen dediğim insanların peşinden giderken kardeşimin bol sövgülü, oldukça çiğ cinsel referanslı, her seviyeden tütün ve tütün ürünleri övücü repçilere (ha #freeezhel durumu bambaşka bir şey tabi, o meclisten dışarı) çığlık çığlığa koşması filan kendimi dev bir kuşak çatışması, bu gençlerin hali n’olacak, kaç yaşındasınız siz, ay boşver biz de böyleydik bu yaşta fikirlerinin birinden diğerine savrulmasıyla sonuçlandı.

12

Sonra nostalji tabii ki. Bir 80’ler sonu doğumlu olma gururuyla belki de albüm çıkaranı dövdükleri bu single yüzyılında, son albüm çağını yakalayan, hayatında poster diye bir şey olan, Blue Jean okuyan, Heygirl ve Cosmogirl’cüleri ezen ama bedava buldu mu da şöyle bir göz ucuyla bakan, en azından Rock’n’Coke’lar, OneLove’lar görmüş olan eski Türkiye gençliğinden olduğum için şanslı hissettim kendimi. Anamız babamızdan nasıl izin alacağız diye gerilip şimdi elde kalanları dost olmuş ve dünyanın dört bir yanına dağılmış, kalmayanları da çöpe atacağımız poşete yazık hale gelmiş eskinin insanlarıyla eğlenebilme fırsatı olan bir dönemi ucundan da olsa yakalamanın gururuna tutunuyordum. Kolumda kumaş dokuma, bize 4 gün giriş sağlayan ve en üst seviye festival bilekliğimle, tek gayemin kalabalıkla birlikte tek vücut hareket edip güzel müzik peşinde iyi yer kapmak, iki konser arası plan yapıp hızlıca yemek, içmek, leş karanlık plastik tuvalet kabinlerinde hiçbir yere değmeden nokta atışı işemek, aman büyüğü gelmesin diye dua etmek, festival alanının haritasına aşinalık kazanıp kısa yolları keşfetmek olması beni uzun süredir hissetmediğim kadar canlı hissettirdi. 5-8 Temmuz 2018 tarihleri benim için paralel evrende solucan deliğiyle açılmış 365’i 369’a çıkaran dört gün oldu. Martin Gore’un Somebody’sinde 2000’lerin başında bir gün o şarkıyı canlı dinleme hayallerimi, o zamanki hayatımı, ondan sonra neler olduğunu, daha 10 yaşında bile olmayan kardeşimin şimdi bir yetişkin olduğunu ve yaşadığı ülkede birlikte festivale gidiyor oluşumuzun tuhaf ve gururlu hüznünü, Dave Gahan’ın yaşlı bir kurta dönüşmesini, canım ülkeme artık kimsenin gelmiyor oluşunu, eski Türkiye özlemimi, tüm bunları aynı anda sadece 1-3 saniye arası bir zamanda yaşayarak ağladım. Sanki 12 yılın mücadelesi birkaç saniyede vücut bulmuştu. Festivalin sonraki günlerinde de tanıdığım bildiğim Gorillaz, canım Damen Albarn, ve onlara benim gibi hayranlıkla karışık melankoliyle bakan 30-40 yaş grubunun arasında olduğum zamanlar kadar kendimi güvende hissettiğim anlar olmadı hiç, öyle boşlukta savruldum ama huzurlu savruldum. Dave Gahan’ın bis için iki buçuk ayda bir


döndüklerinde I Just Can’t Get Enough’ı anons ederken “bu şarkı çıktığında sizlerin çoğu daha hayatta değildi” dediğinde ben de hayatta olmamama rağmen ne demek istediğini kalpten hissetmenin hüznüyle savruldum hatta. Birkaç gün sonra yetişkin hayatımın zorunluluklarına, bir masa, bir bilgisayar, herkese açık olması beklenen iki kulak ve makul cevaplar vermesi istenen bir ağızla hiçbir şey yaşanmamış gibi dönecek olmak ağırıma gitti o an. Orada kalıp tüm ömrümü o gayesiz döngüde geçirebileceğimi hissettim. Bundan sonraki yıllarda Eurosuz Dolarsız alanda kendime bir özgürlük alanı bulmuş olmanın huzuruyla eve dönmeye hazırlanırken geriye zaten hep kalbimde olan ve bu festivalde keşfettiğim kuşaklar/nesiller arası şarkılardan oluşan bu çalma listesi kaldı. Herkes kendinden ne bulursa kar. *Britanyalı Hard Rock grubu Rainbow’un 1978 yılında yayınladığı efsaneleşmiş albümün ve aynı albümdeki bir parçanın adı. Ayrıca bu yazıyı okuduğunda e.’nin karşılık olarak yolladığı fotoğrafta bir grup has Rock’n’Roll’cunun tuttuğu pankarttaki söz.

ezgi

iki buçuk ayda bir

O P E N ’ E R F E S T I VA L ( 2 0 1 8 ) ÇALMA LİSTESİ Versace on the Floor-Bruno Mars Telephone-Bass Astral x Igo Somebody-Depeche Mode Walking in My Shoes (Live) -Depeche Mode Narcos-Migos Hollywood (feat. Snoop Dogg& Jamie Principle)–Gorillaz On MelancholyHill-Gorillaz The Weeping Song-Nick Cave & Bad Seeds Lean On (feat. MO & DJ Snake)-Major Lazer Automobile-Kaleo Mykonos-FleetFoxes R U Mine?-ArcticMonkeys Paradise Circus-Massive Attack pick up the phone-Young Thug & Travis Scott W Dobra Strone-DawidPodsiadlo rockstar (feat. 21 Savage)Post Malone, 21Savage Big Fish-Vince Staples In My View-YoungFathers Picture Perfect-LittleSimz

13


Kurban doğduğumdan beri tavana çivili ayaklarım ellerimde kırkbeş kilo kara saplanmış çizmeler sallanıp duruyorum rüzgarsız bir akşamüstüne çıt çıkmıyor komşuların hepsi tatilde sonra, bembeyaz bir köpük gibi kurtuluyorum yüklerimden başımda sadece . . . derecede bir civa bir müslüman yok ki çukura dökecek bağırsaklarımı sadece kemikten ne kadar hafifim bir bilsen? hatırlar mısın hem sürülüşümü topuğumdan geçirilen çemberlerden belki allah bilir neden burada olduğumu -anam-babambile bilmezken. Haziran, 2018 çağan fotoğraf: melih aslan

14

iki buçuk ayda bir


B ir Vicdani Retçinin Günlüğü Adım Seyda Can Yılmaz. Vicdani retçiyim. Devlete göre ise Temmuz ayının başından beri bakaya, yani asker kaçağıyım. ‘Askere gidilmezse ne olur?’, ‘Bir vicdani retçinin başına neler gelir?’ gibi sorular karşısında, kişisel deneyimlerimden yola çıkarak çevrimiçi bir günlük tutmak istedim. Günlüğün ilk sayfalarını aşağıda, devamını da şu adreste okuyabilirsiniz: https://birvicdaniretciningunlugu.com/

Merhaba sevgili günlük, 29 yaşındayım. Doğduğumdan beri İstanbul’da yaşıyorum. Vicdani ret ile tanışmam lise yıllarıma denk geliyor; 2006 ya da 2007 olması lazım. O zamanlar Radikal vardı. Gazete… Perihan Mağden bir köşe yazısında, yanlış anımsamıyorsam, Mehmet Bal’dan söz ediyordu. O yazıda rastladım ilk kez vicdani ret kavramına. Sonra üzerinde düşünmeye, okumaya başladım. Çarklardaki Kum: Vicdani Red adlı kitap Şubat 2008’de çıktı, ben vicdani retçi olmayı ciddi ciddi düşünürken; şanslıydım. 2009 yılının sonlarında, okuduğum üniversitede düzenlenen bir etkinlik sonrasında vicdani reddimi açıkladım. Yaşamımın bir noktasında açıklayacağımı biliyordum, fakat o etkinliğe giderken bunu, o gün yapacağımı bilmiyordum. Lisans diplomamı Haziran 2014’te aldıktan sonra iki yıl tecil hakkımı sonuna kadar kullandım. Eylül 2016’da özel bir üniversitenin uzaktan eğitim veren bir yüksek lisans programına kaydoldum. Bakaya olmak durumu bana bir süre daha uğramasın diye… Yüksek lisans kaydının sağladığı tecil hakkı da nihayete erdi Mart 2018’de ve 1 Temmuz itibarıyla nihayet bakaya kalacağım. Daha doğrusu, benim için var olmaya çok uzun süredir yalnızca düşünce dünyamda devam eden vicdani ret, artık gündelik yaşamımın da bir parçası olacak. Vicdani ret, birçok insan için bir tür kaçmak hali değil. Benim için de değil. Elime zorla tutuşturulmak istenen silahı reddederek, bu zamana kadar nasıl yaşadıysam, aynı şekilde yaşamaya devam etmeye hakkım olduğunu düşünüyorum. Öyle yapmaya çalışacağım, ama tam olarak başarılı olamayacağımı biliyorum. iki buçuk ayda bir

15


İşte, sevgili günlük, sana yazma gereksinimim böyle ortaya çıktı. ‘Kanun kaçaklığı’ günlerim yaklaşırken zihnimi daha sık meşgul etmeye başlayan soruların yanıtlarını aramanın zor olduğunu gördüm. ‘1 Temmuz’da bakayayım. Mesela 8 Temmuz’da GBT’ye denk gelsem, bakaya olduğum gözükür mü acaba?’, ‘İstanbul gibi bir yerde, sık sık toplu taşıma kullanarak, gündelik yaşamımda bir sürü polis görerek yaşıyorum. Gündelik yaşamım, ruh halim nasıl değişecek? Tedirginleşecek miyim? Kırılganlaşacak mıyım?’, ‘Çalıştığım sigortalı işi ne zaman bırakmak zorunda kalacağım? Bırakmak zorunda kalacak mıyım?’, ‘Seyahat özgürlüğüm ne kadar kısıtlanacak?’… Bu sorular daha uzayıp gidebilir. Bir kısmının kesin yanıtları yok, bir kısmının yanıtlarına ise vicdani retçilerin aktardıkları deneyimleri derleyerek ulaşabiliyoruz. Hem bir vicdani retçi neler yaşar, ne yapar derli toplu bir kayıt tutmuş olurum hem de devletin çok ses çıkarmadan yürüttüğü sindirme yöntemleriyle son zamanlarda pek görünür olmayan vicdani ret hareketine biraz olsun görünürlük katabilirim belki, diye düşündüm. Sana anlatacaklarım elbette özel deneyimler olacak, sevgili günlük. Ama bunu yaparken de başka birçok insanın aklına gelen sorulara ve birçok insanın aklına hiç gelmemiş sorunlara değinebileceğimi umuyorum. Mayıs, 2018

fotoğraf: özge mutlu

16

iki buçuk ayda bir


Vicdani Retçi Bedelli Askerlik Yapar Mı? Sevgili günlük, Tahmin ediyorsundur; askere gitmeyeceğimi, vicdani retçi olduğumu söylediğim hemen herkes, bununla ilgili konuşurken bedelli askerliği konu ediyor mutlaka. “Bedelli yapacak mısın peki?”, “Böyle bir fırsat varken, değerlendir bence, kurtul.”, “Peki 21 gün olmasaydı yapar mıydın?” gibi soruları, önerileri çok duydum. Kendimce konuya nasıl yaklaştığımı açıklamaya çalışayım. Bedelli askerlik, askere gitmemenin bir yöntemi, evet. Savaşsız bir dünya idealinde (kimilerine göre rüyasında) asıl olan da askere gitmemek bence; bu da tamam. Dolayısıyla ‘Savaşın insan kaynağını kurutma’nın esas olduğu bakış açısıyla, bedelli askerliği kullanılabilir bir yöntem olarak görüyorum. Ama çok fazla sorun barındıran bir yöntem… Vicdani ret ile hiçbir şekilde bağdaşmadığını düşünüyorum en başta. Vicdani retçi olmak, ordunun varlığına karşı çıkan, ona hizmet etmeyi reddeden bir duruş. Askerlik hizmeti yerine para ödemek ise, ordunun meşruluğunu tanıyarak, doğrudan kaynağını beslemek anlamına geliyor bana göre. ‘Sen bir kuruş bile vermedin mi ordu için’ diye soracaksın belki de sevgili günlük. Sigortalı olarak çalışıp para kazanan, KDV ödeyerek alışveriş yapan her insan gibi, elbette bir kuruştan fazlasını da vermişimdir; ama bu iki ‘ödeme’nin birbiriyle kıyaslanabilir olduğunu düşünmüyorum kesinlikle. Parasını ödeyerek askere gitmemek, aynı zamanda adaletsiz bir davranış. “Parası olan yırtsın, olmayan derdini çeksin” demek. Parası olanın, askerlikle ilgili kaçındığı ne varsa, onları parası olmayana müstahak görmesi… değil belki, o kadar değil. Ama yine de ‘karanlık tarafa’ bir adım yaklaşmak sanki. Benzer bir adaletsizlik eleştirisini aslında vicdani ret için de yapabilirsin aslında. Nasıl ki parası (maddi birikimi) olan değil, fakir olan ateşe atılıyor bedelli askerlik söz konusu olduğunda; diyebilirsin ki vicdani ret söz konusu olduğunda da bilgi birikimi olan, vicdani reddin aslında hakkı olduğunu bilen paçayı kurtarıyor askerlikten. Bu eleştiriyi yalnızca lisedeki felsefe öğretmenimin yaptığına tanık oldum bugüne kadar. Belki sana biraz zorlama görünecek bu iki eleştiri arasında kurduğum benzerlik. Ama bu ülkede içine doğabileceğimiz sosyoekonomik koşulların arasındaki uçurumları düşününce çok da mantıksız bir eleştiri değil bence. Zaman zaman üzerine düşündüğüm bir bakış açısı olduğu için not düşmek istedim. Biliyorsun sevgili günlük, savaşlarda önce çocuklar ölür, yoksul çocuklar… Ağustos, 2018 seyda can yılmaz iki buçuk ayda bir

17


“ ba ba n ı m , ya n ı n d ay ı m .” aileye açılamamak büyük dert. doğru. ama açılmak da ayrı bunalımmış. gözünü yumup, kafandaki fantazyaların teker teker yalan olmasını seyrediyorsun. babama açıldıktan hemen sonra “benim çocuğum” adlı belgeseli izletmiştim. çocuklarının hetero olmadığını anlayan/öğrenen ailelerin “el ne der” adlı meretle mücadelelerini ve çocuklarına destek olarak kurdukları dayanışma grubunu (listag) anlatıyordu. babam ebeveynlerin hikayelerinden acayip etkilenmişti. ortalık yerde ağlamaz pederim, sert adamdır. ama duygulanıp gözyaşlarına hakim olamamıştı. onun ağlamasını izlerken içimden “ay tamam!”; demiştim, “babam buluşacağı kitleyi de buldu!” yeni bir “babanım, yanındayım!” doğuyor. tüm aktivistler az kenara çekilsin, babam saf ları sıklaştırmaya geliyor. ama öyle olmadı. ben hikayenin devamı şöyle olur sanmıştım. babam birkaç gün içinde (artık kullanmaması için yalvardığım) eskimiş memur çantasını koluna takacak, koşarak listag’a** gidecekti. oradaki ebeveynlerle tanışıp kaynaşıp hemen çalışmalara başlayacaktı. gündüzleri semih baba ile kuir teorinin açmazlarını tartışıp, dernek çıkışı taksimde tavla turnuvası yapacaklardı. akşamları da evde ataerkiyi gömecektik. babam bu ikili düzenin kökünü kurutmak için, benimle ve diğer ebeveynlerle birlikte canla başla çalışacaktı. sonra toplantılar, teorik çalışmalar falan derken bir de bakmışız haziran gelmiş. babam benden heyecanlı, e bayramlaşacağız tabi. emel anneyle ve diğer ebeveynlerle onur yürüyüşüne katılmış. babam, yürüyüşte en önde “babanım, yanındayım” pankartını tutuyor. onun hemen yanında da ateş topu seksisi olarak ben yürüyorum. bana eşlik etmek için yeşil peruk takmış. kameralar zoom yapıyor, babam elini boynuma atıp zafer işareti yaparak kameraları selamlıyor. arkamızda on binler, istiklalde su olmuş aşağı akıyoruz. aynı eskisi gibi. ama bir fazlamız var. babam var yanımda. ama dedim ya, hayaller vs. hayatlarmış. hiç de öyle olmadı. nasıl olduğunu hiç anlatmayayım. çünki; “tatlı dile, güler yüze, doyulur mu?” yok canım, doyulmaz tabi.

xxx

*B e n i m Ç o c u ğ u m (2 013), C a n C a n d a n * * L e z b i y e n , G e y, B i s e k s ü e l , Tr a n s , İ n t e r s e k s A i l e l e r i v e Ya k ı n l a r ı G r u b u

18

iki buçuk ayda bir


ISLAK MAMA Tedirginden meraklıya ve oradan pek sevgili nice hallerine verdiğimiz ismiyle mırnıklığa evrilen güzel varlık Kırpık, evimize geldikten sonra bizden hemen hemen hiç uzak kalmadı. ‘Sokak kedileri mi, yoksa ev kedileri mi şanslı?’ tartışması ise bu yazının konusu değil. Yaşı kemale erince daha az mırnık ve anlamsız hareketliliğine verdiğimiz ismiyle daha çok Sabri Bey* olmaya başlayan kedimiz, bu denkleme ısınan havalar da eklenince hayatının farklı bir evresine geçti. Günden güne agresifleşti, huzursuzlaştı, mutsuzlaştı ve anladık ki hallerine bir de Libido eklendi. Farklı çözüm arayışlarımız sonuç vermeyince, Kırpık’ı ertesi gün almak üzere içimiz cız ederek veterinere bıraktık. Güvenli alanının dışına çıkması (bir kutu içinde, isteği dışında, bilmediği bir yerde, bilmediği insanlar ve hayvanlarla bırakılması) yetmezmiş gibi burada onu uyutup ameliyat ettiler. Üstelik gündüzleri çalıştığımız için, uyandığında da yanında güvenli alanından tanıdığı yüzler olmasını sağlayamadık. Bütün bunlar bir yana, aynı dili henüz sınırlı derecede konuşabildiğimiz için, çilesinin ertesi gün son bulacağını da kendisine aktaramadık. Böylece Kırpık’ın gerginliğine gerginlik eklendi. Kırpık’ın kederi, operasyonun ertesi günü bizi görünce az da olsa hafifledi. Ama o kadar kasılmıştı ki, güvenli ortamına girip kendi istemediği sürece iki buçuk ayda bir

oradan çıkmayacağına emin olana kadar tedbiri elden bırakmayacaktı. Ayrıca anladık ki veterinere biz güveniyor olsak da, Kırpık için en azılı düşman O’ydu ve bunu gün sonunda üzerine işeyerek göstermekten çekinmedi. Yetmezmiş gibi, eve varmak için -eve varmak üzere olduğunu bilmedenhiç sevmediği arabada uzun bir yolculuk yapmak zorunda kaldı ve hatta ehliyet ruhsat kontrolüne yakalandı. Velhasıl sonunda eve geldiğimizde, ayakkabı çekeceği sıkıştığı için anahtar kapıyı açmadığından, hala sersemliğini atamamış ve gerginlikten kaskatı olan Kırpık ile kapıda kaldık. Kurtarıcımızın gelmesine yarım saat olduğunu öğrendikten sonra gözümün önünde solan Kırpık’ı nasıl oyalarım diye düşünürken, aklıma veterinerden aldığım ıslak mama geldi. Kırpık, bütün kediler gibi ıslak mamaya bayılır ama bu sefer durum farklıydı. Yine de beşinci katın daracık merdivenlerinde pek fazla seçeneğimiz olmadığı için ıslak mamayı poşetin üstüne koyup Kırpık’ı kutusundan çıkardım. Ve Kırpık bütün dertlerini unuttu. Yüzünü ıslak mamaya gömerken, Soysal Apartmanı’nda mutluluğun “purrr purrrr” sesi yankılandı. Islak mamanın onu dertlerinden ve kaygılarından çekip çıkarması, o mama bitene kadar olan biteni ve olabilecekleri zihninden uzaklaştırması, aynı yoga ve meditasyon öğretilerinin hedefi. Islak mama Kırpık’ı an’a getiriyor, an’da tutuyor. Bense henüz yogada bunu başaramadım ama denemek bile kendine bir şans vermek olduğundan ıslak mama mutluluğunun yakınında bir hissiyat yaratıyor. Bir de bedeninizi dinlediğiniz gibi kedinizi de dinliyorsunuz. Öyle ki sokak kedileri mi şanslı yoksa ev kedileri mi tartışmasında bile kedinizin konu hakkındaki görüşlerini, çatıya tereddütlü çıkışlarından anlamak mümkün. İnsan, anlamlandırma hastalığı sebebiyle “acaba ben mi 19


anlam yüklüyorum?” diye kendine elbet bir soruyor. Ama bence kedi size, onu tanımak isterseniz düpedüz kendini anlatıyor. E tabi kedi olduğu için sadece isterse anlatıyor. İnsanın kendini fazla önemseme hastalığının tedavisi de, karşındakini kendi gözünden tanımlamayı bırakmasıyla başlıyor. O zaman insanın ıslak maması “dünyayı bugünde sevmek*” olabilir mi? Doğru ya, yaşamanın hakkını vermiş bir büyüğüm de “mutluluk anlardan ibaret**” demişti. Kendi ıslak mamamı düşündüm. Hala düşünüyorum. Ece *Esra Ceyhan: “Sabri Bey napıyorsunuz!?” **Fatmagül Berktay-“Dünyayı Bugünde Sevmek-Hannah Arendt’in Politika Anlayışı” ***İlhan abi-Ortaköy sohbetleri

20

iki buçuk ayda bir


şerefine Toplu taşımalarda ağladıysan en az Bir kere, Ya iyi bir insansın. (Kırmışlar seni) Ya da çok sarhoş. (Şerefe) -

halitcan inal

iki buçuk ayda bir

21


sen ya da varlığın keşfi sen bir yaprağın damarlarında kan öylesine bir bebek tınısı mendil arasında kurutulan veda busesi, bir kaderin kanlı yazısında varlığından bihaber bir geleceğin duası. susuzlukla terbiye olmuş aklın sımsıkı tutunan ellerinin teri, sen bir anne bir cumartesi günü bir demir kapının taş üzerinde yürüyüş sesinde iki gözünden biri kayıp bir yüzün tebessümü gibisin. zaman, yerin yedi kat altı ve uzayın huylu boşluğunda salınırken zamanın içinde gezen bir albino karganın en güzel şarkısı. sen varsan ve nasılsan zaman öyledir toprağın çatlağında yürüyen suda ve derin bir nefes gibi tüterek uzayıp giden bir duman gibi sarmaktasın ve dolmaktasın erken solmaktasın her gün bir gün yaşamakta ve küreklerini çekmektesin havanın. kırış kırış bir gazetenin en okunaklı başlığı dev puntoların altına gizlenmiş küçük bir ironisin. bir lezzet ki damak çatlatan ve tarifi sadece damak iziyle mümkün. herkesin hiç kimsesi yahut hepsinden birisi sen öyleysen öyledir dünya dünya sen neysen odur aslında. -

kerem ertuğrul

22

iki buçuk ayda bir


sıra selvilere düşmek bir düşmüşüm ki sıra selvilerin kökünde bir tomurcuk ondokuzuna savrulur köpeklerin selası buralarda okunur. bir düşmüşüm gürültünün içinde kulak bebekleri çatırdarken, elmalarım kıpkırmızı hala ağzımda sakladığım bir bir veririm sana parkeler ıslak, benden. ve unutmam düşüşünü güneşin denizin ortasına. ayın tutuşan güneş olduğunu küllerinden tanıdım güneşin suya düşüşünden gecenin yükselişinden. bir düşmüşüm ki sıra selvilerin köküne beni gazetelerle örtmüşler manşetlere takılmış gözler. ayı tutuşturanın olacaktır gündüz ve ben köpeklerin selasını okuyacağım üzerime örtülmüş gazetelerden. -

kerem ertuğrul

iki buçuk ayda bir

23


INSANLAR HIZLI YÜRÜR “İnsanlar hızlı yürür yavaş düşünür, bizler ise yavaş yürür hızlı düşünürüz” dedi salyangoz. Çimenlerin arasına terk edilmiş bir maden suyu şişesi öğle güneşini yeşile boyarken kendi kendine konuşuyordu bir kez daha. Tatlı bir yaz yağmuru son damlalarını yeryüzüne savururken şişenin etiketini dördüncü kez okuyordu. Bu yazılar insanların umrunda değil diye düşündü. Kendi kendine konuşmaktan hoşlanmasa da, o çok sevdiği yalnızlığının ufak bir bedeliydi yalnızca. Buna değerdi. Salyangozlar yavaş yürümeyi, hızlı düşünmeyi ve yalnızlığı severdi, insanların aksine. Elbet bunlardan hoşlanan insanlar da vardı ve henüz geçtiği maden suyu şişesini almaya gelmekte olan çöpçü de onlardan biri olmalıydı. Toprak hala biraz kuru sayılırdı ama... KITIRRT !!!

-

28 Haziran, ‘18 mertcan bozdemir illüstrasyon: gizem aykut

24

iki buçuk ayda bir


happily ever after fotoğraf: gizem aykut

vahşi doğanın evcil iti tek bir çiçeğe zimmetli arı’dır artık.

fanzin geçer akçenin para olmadığı alış-verişler.

-

kuzguni

iki buçuk ayda bir

25


Pide Kahramanları

Masaya tereyağı geldi. Her yıl gün be gün kayarak takvim güncelleyen o ay, inancından bağımsız, herkesin severek (ve tabii elle kopararak) yediği “pide ayı” idi. Bir lokantanın sokağa düşmüş masalarında, kavuşma heyecanını sohbetle pekiştiren birkaç insan. Tereyağının erime telaşına aldırış etmeden, fırından gelecek pideyi bekliyorlardı. Öyle lüks mezeler, yemekler değildi önlerindeki. Ama az sonra gelecek olan o bir lokma pide, sofranın bütün havasını değiştirecekti. Sıcak sıcak bölünerek koparılacak ve elden ele uzatılacaktı. Masanın samimiyeti artacaktı. Pideye yağı sürüp üstüne bir parça karabiber dökme hayaliyle garsona seslendi içlerinden biri. “Pidelerin gelmesine daha çok var mı? Biz bekleriz de tereyağı sabırsızlanıyor.” O esnada, fırına pide almaya gönderilmiş genç çocuğun köşeden döndüğünü gördüler. Hızlı hızlı yürüyordu. Elinde kese kağıtları, içinde sarıldayan pideler. Çocuk, dar sokakta kalabalığı yararak restorana yaklaştı. Pideleri taşıyan bu genç çocuğun hızlı adımları Arnavut kaldırımlarına takıldı. Ufak bir tökezleme yaşadı ve elindeki pidelerden biri yeri boyladı. Ah! Suratına endişe ve korku aynı anda oturdu. Şöyle bir etrafı kolladı, kimsenin onu ve dahası yere düşen pideyi fark etmediğini düşünerek yerden pideyi aldı ve elindeki destenin sonuna ekledi. Hızla sokağı yürümeye devam edip tereyağlı masamızın yanından geçti ve restoranın mutfağına yöneldi. Masada ise bekleyiş devam ediyordu. Genç çocuğun başına gelen bu hadise ile nasıl baş ettiği kritik bir gündem oluşturdu. Yere düşen pidenin akıbeti konuşulmaya başlandı. Ekmeğin üflenerek yendiği anılar canlandı ve bildik ‘3 saniye kuralı’ tartışıldı. Mutfaktan masaya gelecek pidenin kaderi üzerine spekülatif çıkarımlar yapıldı. Acaba yere düşen pide onların payına mı çıkacaktı? Onca pide içinde yere düşmüş olanı yemeleri ihtimali yüzde kaçtı? Gözlerini, vicdanlarını haksızlığa yumamayan bu insanlar, sofralarına gelen pidenin sıcaklığı ve çıtırlığı karşısında yenik düşüp kaderlerine boyun mu eğeceklerdi? Derken, genç çocuk onlarca pide ile girdiği restoran mutfağından, elinde yalnızca bir pide ile çıktı. Yine masanın yanından geçerek restoranın sokağına doğru yöneldi ve sokağın sonunda gözden kayboldu. -

birkalabalık 26

iki buçuk ayda bir


Alt Edilemez Sanmayın: M u r p hy ’ n i n Z u l m ü Va r s a İ y i m s e r i n İ n a n c ı Va r 1 Murphy, iyi eğitimli, caz dinlemeyi seven, etrafındakileri kendine ve tarzına kolayca aşık eden ama kolayca yüz vermeyen, çok çektiren yakışıklı bir Amerikalıyı düşündürüyor. Ama yazımızdaki Murphy’nin çektirme özelliği dışında bu bahsettiklerimizle alakası yok. Bahsi geçen Murphy, yakın tarih boyunca kanunlarıyla hayattan beklentileri olan, kah ağaçlara çaput bağlayan, kah yatağında göğe bakıp dua eden, kah uğurlu kıyafet diye saçma sapan kombinlerle gezen, kısacası bilumum totem metoduyla işinin rast gitmesini isteyen masumun ahını almış bir isim. Peki kimdir bu gerçek Murphy, nedir? Günlük hayatta onunla nasıl karşılaşırız? Bu ismi hayatımıza sokan ve Murphy kanunlarının varlığından dünyanın geri kalanını haberdar eden şahsiyet, ABD’li Edward A. Murphy, Jr. isimli bir mühendis. Ortaya attığı Murphy teorisi, uzun süren testlerde çalışan ve sürekli başarısız olan ekip arkadaşından yola çıkarak ortaya koyduğu tespitlerine dayanıyor. Bunlardan en yaygını: eğer bir şeyin ters gitme ihtimali varsa o ihtimal mutlaka gerçekleşecektir. Bu kadar da olmaz, geldi mi üst üste gelir, nasıl bir uğursuzluk var bu projede böyle... İşte bu ve benzeri cümleler, gelip kapıya üç kere vuran Murphy’nin varlığını ortaya koyar. Halk, özellikle arka arkaya rast gitmeyen konularda kendisini anar. Yolun ortasına çöküp Murphy ile ağlayarak konuşanlar bile görülür. Öyle bir kendini kaybetme haline sebep olabilecek güçtedir Murphy. Murphy Bey’in başlara nasıl belalar açabileceğini daha iyi anlamak için bu teoriyi masum bir insanın başına gelen bir vaka analizi üzerinden incelemek isteriz. Bahsi geçen bu vaka, boğucu beyaz yaka deneyimini küçük mutluluklarla katlanılabilir hale getirmeye gayret gösteren, bunu da öğle yemeklerini lezzet durakları haline getirerek yapan bir şanssız çalışanın hikayesini ele alıyor. Yazı boyunca kendisini Black Eagle kişisi olarak anacağız. Black Eagle, yoğun iş temposundan boğulan iş arkadaşlarını daha önce defalarca gittiği favori restoranına götürmek için aylarca uğraşır ve sonunda her şeyi planlar. Ancak maalesef bilmez ki o gün Murphy’nin işlerinin tıkırında olduğu bir gündür. Kahramanımız için bu macera, işe başladığından beri anlata anlata bitiremediği ve ilk defa o gün arkadaşlarını götürme fırsatı elde ettiği ciğercinin tarihindeki ilk ve tek yangınının o gün vuku bulmasıyla başlar. İş yerindeki 14 kişiyi zar zor binilen Uber’lerle peşine sürükleyip yangın yüzünden kapanan restorana getiren Black Eagle, onlarca kişiyi aç bırakmanın verdiği sorumluluğun altında oldukça zor durumda kalır. Bunun üzerine hemen aklını toparlar ve arkadaşlarını çevredeki ikinci favori mekanına götürmek için motivasyonunu kaybetmez.

iki buçuk ayda bir

27


Ancak olan olmuş, Murphy Bey bu hikayeye karışmıştır bir kere. Bu da demektir ki kahramanımızın peşini artık aksilikler asla bırakmayacaktır. Yola koyulmalarının hemen akabinde Black Eagle, zerre yağmur yağmamış kupkuru ve iğrenç bir öğle güneşinin altında bir su birikintisine basmayı ve ayak bileğine kadar çamura batmayı başarır. Su birikintisinin içinden çamur yetmezmiş gibi bir de dev bir hayvan kemiği fırlar. Daha geçen hafta aldığı ayakkabısı heba olan Black Eagle, ağırlaşmış tek ayağını sürüye sürüye, yılmadan yola devam eder. Biraz ileride yolun ortasında moralleri aşağı çeken bir hayvan ölüsü görülür, ekiptekiler birbirini uyarır, çok üzülerek, çığlık çığlığa ve gözlerini kapatarak yollarına devam ederler. Belki de Murphy Bey’i hiddetlendirip, başarısızlık dozunu arttırmaya iten şey yenilginin mağduru tarafından kabul edilmemesidir. Aksilikler belki de çorap söküğü gibi tam olarak bu sebepten gelmeye devam eder. Bu tatsız macerada yemeğin sonlarına doğru, son günlerde İstanbul’da sıkça yaşanan ani, sürprizli ve coşkulu bir sağanak şöleni başlar. Bu harika aksilikle taçlanan etkinlikte zavallı Black Eagle, ofise geri dönmek için arkadaşlarıyla büyük zorluklarla bulduğu Uber’e bindiğinde ise kredi kartını restoranda unuttuğunu fark eder. Black Eagle arabadan kendini atarak restorana kadar delice yağmurun altında yılmadan geri koşar, artık gözyaşları yağmura karışmıştır. Arkadaşlarının sağa çekip içerisinde sabırsızlıkla beklediği Uber’e geri dönen Black Eagle, Murphy Bey’e tokat gibi çarpan şu cümleyi gönderir: “İyi oldu, ayakkabımın çamuru temizlendi.” Bu vakadaki kritik nokta bu ufak aksiliklerin sadece ve defaatle Black Eagle’ın başına gelmesidir. Çünkü Murphy, günün şanssız kişisine oynamayı çok sever. Vaka analizinde vurgulamak istediğimiz en önemli kıssadan hisse ise Murphy Bey’in seçtiği şanssız kişinin bu kısır talihsizlikler döngüsünden kurtulmasının tek yolunun, aynı inat ve umursamazlıkla onu iyimserliğe boğmasıdır. Hikayede incelediğimiz Black Eagle, lezzetli bir öğlen yemeği yiyebilmek için vazgeçmeden uğraşır ve her şeye rağmen arkadaşlarıyla güzel bir öğlen geçirdiğine inanarak ofisine döner ve bilgisayarının başına oturur. İşte Murphy Bey burada çuvallamıştır. Çaresizseniz çare sizsiniz falan demeyeceğiz tabii ki. Fakat bize ne Murphy’ler gelir ne Murphy’ler tırıs gider. Unutmayınız ki bugün Murphy bana taktı diyeceğiniz günlerde, aksilikler yokmuşçasına hayatınıza devam ederseniz, yakın tarihi sarsan kanunları alt etmiş olursunuz. -

uso & yardoç 1 Bülent Ersoy’la birlikte mırıldanmak için bkz: https://www.youtube.com/watch?v=BWyCLXijNuo

PS: Bir önceki sayıda ele aldığımız toplu taşımada yaşlı birey terörü isyanımız bizim ageist yani yaş ayrımcılığı yapan kişiler olarak görülmemize neden olmuştu. Bu konuda geçtiğimiz hafta yaşadığımız bir deneyim maalesef bizi yeniden haklı çıkardı. Hikayemizde, metroya inen merdivenlerde sağ tarafa valizini koyup sol tarafta durarak, yürümek isteyenlerin yolunu işgal eden yaşlı bir şahıs, işe yetişmeye çalışan ve yolu kapanınca onu aşırı kibar bir şekilde uyaran YarDoç’u “Ay yanımdan geçiver! Sen de çok şişkosun!” diye bağırarak tersleyince Yardoç şoke olmuş ve ayrımcılığın katman katman olduğunu görmüştür. Biz de bu acı deneyimimizi sizlerle paylaşmak ve insanların her yaşta kibar ve birbirine saygılı olması gerektiğini yeniden hatırlatmak istedik.

28

iki buçuk ayda bir


illĂźstrasyon: edanur Kuntman

iki buçuk ayda bir

29


stay fresh rumî

30

iki buçuk ayda bir


O gün ofiste herkes çok sıkılmıştı… Sonra biri, hadi, dedi, hadi bir oyun oynayalım hep beraber, adı cadavre exquis*, dedi. Biri başlayacak, yazacak, katlayacak ve bir sonrakine verecek, herkes bir üstekine bakarak bu hikayeyi devam ettirecek… Bir sürrealist akım işte böyle vuku buldu: Nefis kadavra şarabı içecek (Le cadavre exquis boira le vin nouveau).

* Nefis kadavra ya da İngilizcesi exquisite corpse olan bu metot, hem kelimelerin hem de çizimlerin kolektif bir şekilde bir araya getirilerek oluşturulmasına verilen isim.

iki buçuk ayda bir

31


Kolektif360

iki buรงuk ayda bir fanzin


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.