iki buçuk ayda bir #10

Page 1

iki buçuk ayda bir fanzin

N o :1 0 Pa ra i l e a l Äą n m a z .


i ki b uçuk ayda bi r fan zi n No:10 Şubat 2018 Yazılarınızı, ç izi ler i nizi, sesi nizi bize gönder mey i düşünür müydünüz? i ki b ucukaydabi r@gmai l.com C a n ı m o k u r, 2018 sessiz sedasız kapımızdan içeriyi soğutmadan girdi. Ye n i y ı l ı c o ş k u y l a k a r ş ı l a m a y a p e k s e b e p y o k k e n v e b e l k i d e sebep aramadan girerken, gurbetçi akını yaşadık ve uzaklardan gelenlerin hikâyeleriyle dolduk. Özlem, iki buçuk ayda bir listelerine en hızlı giriş yapan duygu parçamız oldu. Bu sayıda mevsim idealleri olmayan içerikler bulacaksınız. G ü l e v, y a n g ı n l a r ı k e l i m e l e r e d ö k m e n i n z o r l u ğ u n d a f o t o ğ r a f karelerine sığınırken, bir türlü sığınamayan e. ile kış vakti b a k ı m l ı a ğ a ç l a r ı n o l d u ğ u s e m t l e r e m i s a f i r o l a c a k s ı n ı z . To p l u m i d e a l l e r i n e d a i r i s e M u r a t’ ı n o l d u k ç a g ü ç l ü b i r k e r i z l i k d e r s i n i n y a n ı n a , E y m e n’ i n “ h a y a t t a k a l m a k i ç i n u y u m s a ğ l a y a n l a r ı n” sahnelendiği bir tiyatro oyununa eleştiri getiren denemesi ve toplumsal kabul ve kurallardan bıkkınlık geçiren uso & y a r d o ç’u n i f ş a s ı e ş l i k e d e c e k . B u s a y ı ş i i r l e r y i n e c a n s u y u m u z . Birbirine konuşanları ve hatta konuşamayıp sessiz kalanları kaçırmayın! Her sayıyı iple çeken bizleri çoğaltanlara selam verelim! Ya z ı l a r ı n ı , ş i i r l e r i n i , g ö r s e l l e r i n i b i z i m l e p a y l a ş a n h e r k e s e ç o k teşekkür ediyoruz. Bu sayı için aralarından seçmekte epeyi z o r l a n d ı ğ ı m ı z ş i i r l e r i n i p a y l a ş a n B e r a t’a v e K a a n’a , k o l a j ı i ç i n G ö z d e’y e , a r ş i v i n d e n f o t o ğ r a f l a r ı ç e k i p ç ı k a r a n Ö z g e’y e , b u s a y ı n ı n e d i t o r y a l y ü k ü n ü p a y l a ş t ı ğ ı m ı z E z g i ’y e , v e g r a f i k t a s a r ı m y ü k ü n e c e s u r c a e l a t a n G ü l e v ’e , b u e m e ğ i p a y l a ş a n D i c l e v e M e r t ’e , k a p a k g ö r s e l i i ç i n y e n i d e n G ü l e v ’e s o n s u z t e ş e k k ü r l e r ! Değişen dönüşen dünyaya bu sayılık adapte olan, çevrimiçine doğru yönelen ama emeğini eksik etmeyen yayın kuruluna da a y r ı c a t e ş e k k ü r l e r. Bahar da kış gibi gelemezse diye endişeyle geçecek yeni bir iki b uçuk ayın içine girerken, endişeleri kovalayan umut dolu şarkıları listelerinize almanızı tavsiye ediyoruz. 10. sayımızın gizli gur ur unu yaşarken umut dolmakta hiçbir beis görmüyor uz. S o n o l a r a k , m a l u m f a n z i n i m i z p a r a i l e a l ı n m ı y o r, e l d e n e l e uzatalım… Sevgiyle, Asya. 2

iki buçuk ayda bir


kar tp ostal lar canım, sınır mış, v izey mi ş, tanır mıydı! 4 never tr ust a vo gue g i r l 7 danyel 8 ker izli k 101 12 bıkkınlığın ifşası: ac i len yıkılması gereken toplumsal kab ul ve kural lar 14 hakk-ı b ulut 17 siz de yapabi li rsi niz 18 yangınlar la test e di len bi r yer: kalifor niya 19 meti n’i n sevdiğ i 22 b erat’a cevap 23 i ki b uçuk ayın çalma li stesi 24 i şbi r li kç i… 25 Bi rG ünEl liAltıDaki ka 26 başlıksız 28 mânâ 29 şeyler i n g izli yüre ğ i 31 mar i ka’nın şii r i 32 iki buçuk ayda bir

3


kartpostallar canım, sınırmış, vizeymiş, tanır mıydı! Western girl with Eastern eyes Took a wrong turn and found surprise awaits Now there’s nothing in the way When the walls come down San Diego -Tijuana sınırına doğru giderken Regina Carter dinliyoruz arabada. 6-7 haftalığına San Diego, Amerika’da (ABD, Birleşik devletler, the States, the USA, the US… Artık bu özgürlükler seçkisinden hangisini seçerseniz), ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bursuyla yaşayıp çalışacağım, ülkenin en güney batısında, yükseklerine çıkıp bakınca Tijuana, Meksika gözüken bir mahallede. San Diego birçok turist için okyanus kıyısında, güneşin hiç batmayıp hep parladığı, Meksika mutfağının tavan yaptığı, renkli bir tatil cenneti. Fakat iç yüzü, Somali, Vietnam, Meksika, Suriye ve daha birçok ülkeden göçmenin tipik Amerikalılara nazaran çok düşük standartlarda ve kapalı sosyal gruplarda yaşadığı, gelir farklılığın dev olduğu, kayıt dışı ticaretin sınırda alıp yürüdüğü, ABD donanmasından gazi olarak ayrılan askerlerin, hiçbir yakını ve sosyal desteği olmadığı için sokaklarda barınmaya çalıştığı bir deli şehir**. Dev Amerika’da o kadar şehir varken, kendimi burada bulmam bana çok manidar geliyor. Mutlu bir manidarlık. Arabayı, 4

fotoğraf: ezgi iki buçuk ayda bir


evinde kaldığım San Diego State Üniversitesi’nde göç profesörü ev sahibem Kristen kullanıyor; müziğinde sınırlardan arınmış birçok coğrafyanın tınısı olan Regina Carter’ı benim için, bu yol için seçmiş. Hiç tanımadan evini açtığı ben de, kendisi de sınırlarla, göçle, insanlarla kafayı bozmuş haldeyiz. Sürekli ‘’sınır’’ kavramını sorguluyoruz, ona göre sınır, zihinsel haritalarımızda ‘’burası’’ ve ‘’orası’’nı birbirinden ayırdığımız çizgiler. İnsanlar o çizgiye gereğinden fazla önem verip anlam yüklerse eşitsizlik doğardı ve bu çizgiler sadece ABD ve Meksika arasında da değildi maalesef; iyi komşu-kötü komşu olarak veya düzenli ve güzel ile kaotik ve fakir olarak tanımladığımız her şeyde bu zihinsel, hayali sınır var. Bu fikirler bana zihinsel veya gerçek bir dolu sınırla kuşatılmış “güzel ve yalnız ülkemin’’ konumunu düşündürüyor tabii hemen, duramıyorum. Bize göre kimler iyi, kimler kötü komşu? Suriye-Türkiye sınırına dev duvarlar inşa edildiğini düşünürken cevabı zaten biliyor gibiyim. Bir de ABD’ye gelmeden bir önceki gece Türkiye ve ABD’nin karşılıklı olarak vize başvurularını durdurması saçmalığı var. Kendimi bu sınırdan sızabilmiş son Türk gibi gururlu ve onurlu hissediyorum! Ve fakat bu onur, en yakın dostlarımın çoğunun ve kardeşimin bulunduğu Avrupa ile aramızdaki sınıra, her gün dertleriyle boğuştuğum savaştan kaçan insanların ülkeleriyle ve aşamadıkları dev sınırlarla olan mücadelemize, ezilmemize deva değil. Yani işte, sınır kavramı benim için de hayati önemde.

iki buçuk ayda bir

Ben bu zincirleme fikirlerle meşgul olurken sınıra varıyoruz sonunda. Geçebilmem mümkün olmasa da Meksika’nın havasını ve okyanusun tuzunu koklayabiliyorum. Her şey çok net, çok açık: Sınırın kuzeyindeki San Diego tarafına hakim insansızlık, korku havası, sahildeki bir kaç San Diegolu’nun endişeli gözlerle parmaklıklar ardındaki Tijuana plajını görmeye çalışması, ve her şeye inat, sınırın güneyinde, tüm bunlara sadece 80 cm uzakta, Tijuana plajında insanların kumun, güneşin, okyanusun tadını çıkarması (kaba tabirle, Mexicans give no fuck to the border☺)… Kasım kasım kasılan ABD sınır güvenliğe inat Tijuana gerçekten yaşıyor, kuşlar sınır duvarının/ parmaklıklarının üzerinden özgürce uçuyor, okyanus içine kadar uzanmış parmaklıkları günden güne paslandırıp eritiyor, “zavallı’’ politikacıları her sene yeni parmaklıklar dikmeye zorluyor. Çünkü, tam da bir ay beraber çalışacağım STK’da, ailesi Somali’den göçmüş, kendisi burada doğmuş büyümüş olan Dhad’ın dediği gibi, sınırlar, politikacılar tarafından kime nasıl muamele edileceğini tanımlamak için kullanılan araçlarken; doğa, politika ve politikacı filan tanımıyor işte. Hepimiz bir şekilde sınırlardan etkilenen mahlukatlar olduğumuzdan mütevellit, hayatları bu kavram üstüne kurulu olanların algıları benim için çok önemli oluyor bu bir buçuk aylık deneyimimde. Bu sebeple, başka bir iş arkadaşım olan ve hayatının 30 senesini ayrımcılığa karşı aktivizme adamış Meksika asıllı Amerikalı, Mariana’nın söyledikleri beni çok düşündürüyor. San Diego’da çalışan Meksika asıllı Amerikalıların çoğunun hala Tijuana’da yaşadığını, her gün bu sınırı geçip döndüğünü, çünkü Meksika asıllılar için San Diego’nun en iyi yanının Tijuana olduğunu söylüyor. Anlamı açık, San Diego’da olmak, Tjuana’ya, Meksika’ya, ailelerine, yemeklere, kültürlerine yakın olmak demek. Bir de sınırın, tabii ki de sadece fiziksel bir olgu olmaktan öte hem kendi iki kültürlülüğünü hem de tam zıttı bir şekilde bu sınır arasında ikiye bölünmüş özünü temsil ettiğini ekliyor. Hem kadın, hem göçmen, hem mücadele içinde olmak, kalplerimizin bir 5


attığını hissettiriyor bana, saçma sapan hüzünlü bir mutluluk içinde buluyorum kendimi. Ben bunları aklımdan geçirirken, Kristen de, beni, hiçbirini aklımdan çıkarmak istemeyeceğim bilgilerle ve fikirlerle dolduruyor pek susmadan. Sınırlar birbirimize temas noktaları olarak gördüğümüzde neler olabileceğinden, çıplak ayaklarımızın altında hissettiğimiz o soğuk, ıslak, çamurumsu sahilde sanatçıların, aktivistlerin veya sadece birbirine kavuşmak isteyen sıradan insanların ne yaratıcı şeyler yaptığından bahsediyor. İnsanlık olarak sınırları birbirimize dokunabilme noktaları olarak görmekte hep zorlanmışız, canımız istememiş, birilerinin canı isteyince diğerlerininki istememiş. Berlin Duvarı, Suriye-Türkiye sınırı, ABDMeksika sınırı, Türkiye’nin doğusu ve batısı arasında bize etmediğini bırakmayan zihinsel sınır, daha benim hatırlamadığım, bilmediğim yüzlerce zorunlu ayrılık noktası… Hep sınırın bir yanı diğerine göre daha üstün olduğunu düşünmüş, egosundan geçilmemiş. Yine kalbimin kırıldığını fark ediyorum gözlerimi okyanusun üstünde parıl parıl parlayan güneşten hiç alamazken. Kendi ait olduğum yeri bulmaya çalışır ama hiçbir yere sığamazken, ülkemdeki sonuçsuz mücadelemden her anlamda bıkmışken, sınırda

fotoğraf: ezgi

geçirdiğim bu günler beni çok düşündürüyor. Çok özgür ama bir o kadar da kapana kısılmış hissediyorum. Evimden uzakken hep yaptığım gibi, sevdiklerime, bana bir yeri biraz da olsa “ev” hissettirenlere kartpostal atarken düşünüyorum. Onlar sınır, vize mize hiçbir şey tanımıyor, ne kadar özgürler! Ya artık yaşadıklarımdan, düşündüklerimden beynim iyice romantikleşiyor, ya da gerçekten elimizde kalan nadir vizeden muaf şey kartpostallar. Benimle birlikte aynı programla San Diego’da olan, sınır üstüne sınır coğrafyasından gelen Ukraynalı arkadaşımın dediği gibi, sınırlar bölüyor, sınırlar hapsediyor ve kısıtlıyor ama şu kartpostallar biraz da olsun rahatlatıyor beni. Elimde kalan bir bu romantizm; ama şimdi tek dileğim hepsinin sahiplerine ulaşması oluyor.

ezgi 10/31/17 (BÜYÜK BİR KISMI AMERİKA’DA YAZILDIĞI İÇİN AMERİKAN TARZI TARİH YAZMAM GEREKİYOR) 31/12/17 SAN DIEGO, CA-İSTANBUL, TR *KINGS OF LEON-WALLS (ORADA ÇOK DİNLEDİM, FON MÜZİĞİ OLMADAN OLMAZDI) **UNDER THE PERFECT SUN: THE SAN DIEGO TOURISTS NEVER SEE (2005), MIKE DAVIS, KELLY MAYHEW, & JIM MILLER.

6

iki buçuk ayda bir


gรถzde akkurt

iki buรงuk ayda bir

7


bir evin insana öğrettiklerini bilseniz, hayret edersiniz. her gün girip çıktığınız yerin, yattığınız yatağın, yanan kaloriferin ya da aldığınız sıcak banyonun hayatınızdaki olmazsa olmaz yerini düşündüğünüz oluyor mu? ben bir süredir sık sık düşünüyorum. sindirdiğimiz bu sıradanlık amma da esaslı mesele! köln’de kiraladığım evi ikinci ayın sonunda fareler bastı. evde yenmiş ekmeklere ve parçalanmış biküvi poşetlerine rastlıyor ve bir çözüm üretmeye çalışıyorduk ama bir tanesi ile yüzyüze geldiğim gün kontratı yırtıp kalacak yer aramaya başladım. arkadaşta kal, hostelde kal, ofiste kal derken günler geçtikçe kalıcı çözüm arama telaşım arttı. seferi gibi ordan oraya bavul taşıdım durdum. şimdi hesapladım da bir ay içerisinde tam dört ev/oda değiştirmişim. başvuru yapmadığım daire paylaşma sitesi, ev aradığımı söylemediğim tek bir tanıdık kalmadı. bu süreçte arada evi kontrol amaçlı geleceğini söyleyen bir sapık ve önden para yatırmamı isteyen bir dolandırıcıyla bile tanıştım. hayatın eleğinden ufacık da olsa geçtim diyebilirim. iki hafta boyunca yaptığım online başvurular ve tonla mailleşmeler sonunda bir kaç cevap aldım ve potansiyel ev sahiplerimle / ya da oda arkadaşlarımla görüşmek üzere ev gezmelerine başladım.

danyel

bir çok iş görüşmesine ve akademik mülakata girdim, ev görüşmelerindeki kadar sınandığımı hatırlamıyorum. bir kere bazı evleri görmeye grup halinde alıyorlarmış. ben nereden bileyim. tam sana söylenen saatte kiraya konu meskenin önünde oluyorsun, bir umut iyi gecer, gelecekteki yuvam olur diye giyinip kuşanıp geliyorsun. bir bakıyorsun kapıda 15 kişi! meğer toplu eve bakma + toplu mülakat oluyormuş. ilk toplu ev gezmem faciayla sonuçlandı. ağlamamak için kendimi zor tuttum demek isterdim ama tutmadım, çıkar çıkmaz koy verdim sokakta bir temiz ağladım. söylenen saatte binanın önündeydim. kapıdaki kuyruğun şokunu atlattıktan sonra

8

iki buçuk ayda bir


odaları gezerken ev sahibini ilgiyle dinlemeye çalışıyor gibi yapıp, bir yandan da ev sahibinin elini sıkmaya çalışan diğer rakiplerin arasından sıyrılmak için türlü çeşit taklalar atman gerekiyormuş. ev sahibi herkese sırayla mesleğini sorduğunda, mimar ve avukatlarla boy ölçüşemeyeceğimi anladım. ama meslek sorusu sırası bana gelene kadar o sessizlikte beklemek zorunda kaldım. dönüp arkamı gitsem, ayıp olacakmış sanki herkes bana bakıyormuş gibi. “siz ne yapıyorsunuz?“ „doktora.“ „ne güzel.“ ve survivor’dan elendim. sıra bursuma bile gelemedi. öğrenci olduğuma bakmayın aslında buranın kirasını karşılayacak bir gelirim var diyemeden kiracı survivor’ından elendim. meslek etabından sonra sürü ile mutfağa dogru ilerledik. bu aşamada yarışmacılara genelde yiyecek ya da içecek dağıtıyorlar. mutfaktaki portakal suyunu afiyetle soğuk su niyetine içtim ve turun bitmesini beklemeden çıktım evden. ev/oda arama sürecinde köln’ün farklı köşelerinde bir çok ev ve oda gezdim. bazen ikramlar içecekler akarken, bazı evlerin de duvarlari akıyordu. kimi toplu gezi şeklinde organize edilmişken ve rakiplerle birlikte buz gibi geçerken, kiminde de iç ısıtan ilaç gibi sohbetler ettim. bunların içinde bir tanesi var ki her sahnesi hala aklımda. ikinci ev gezmemdi sanırım. bir önceki toplu gezinin şokunu yeni atlatıyordum. her türlü zorluğa hazırlıklıydım. artık kendime doktora öğrencisi değil, „araştırmacı“ demem gerektiğine karar vermiştim. takım tuvalet giyinmiş tüm sorulara hazırlıklı gitmiştim. evin konumuna, semtine, güzelliğine bakınca, böyle bir yerde oturan birinin kesin parası çoktur, neden ev arkadaşı arar ki diye düşündüm. evi değil, evindeki bir odayı veriyordu kiralayan. yanyana müstakil evler, güzel arabalar ve rengarenk özenli peyzaj mimarisiyle döşeli bir sokaktı. kapının önüne geldiğimde emin olamayıp maillerden tekrar adresi kontrol ettim. iki katlı bahçeli kocaman bir ev. tövbeler! bana yar olur mu bu ev? bahçe de bahçe ama! şu kış vakti bile agaçlar bakımlı, çamlar ışıklandırılmış, pencerelerde weichnachten neşesi. evin iki girişi vardi, üst kat ayrı ev alt kat ayrı evmiş. danyel’in adı üst katın zilinde yazıyordu. hadi işalla bu sefer olur diyerek bastım zile. kapıyı 50 yaşlarında, yapılı, masmavi gözlü, boynunda eşarbı ve kazağıyla bir ev gezmesi icin fazla şık kel ve tarz bir adam açtı. girişteki portmantoda yaklaşık 6-7 tane birbirinden güzel şapka asılıydı. kelini korumak icin olmalı. işlevselliği bir yana, çok şık ve rengarenklerdi. aklıma dedemin emekli öğretmen kasketi geldi. ben gayri iradi montumu çıkarıp sapkaların asılı olduğu portmantoda boş bir yere asacaktım ki danyel önümü kesti. kibarca „ben alayım montunuzu“ diyip bir askı getirdi. kiralamak için görüşeceğimiz odadaki askılığa astı ve odana bakmak ister misin diye sordu. evin içini nasıl anlatsam ki size… düzen, düzen, düzen! her şey özenle seçilmis, antika ve kıymetli eşyalarla dolu. tertipli ve muhteşem bir salon. her şey ahşap ve deri. eşyalar yerli yerinde. baş köşede iki büyük çerçeve. ilki birbirine sarılan iki genç adamın fotoğrafı. adamların ikisinin de saçlı olduğunu görünce sanırım başkalarının gençliği diye geçirdim içimden. sanki biri kelse daha önceden hiç saçı olamazmış gibi. zalimlik. ikinci çerçevede belli ki bir kaç sene önce çekilmiş bir fotoğraf. danyelin yanındaki kadının annesi olduğunu düşündüm, 70‘lerinde hoş ve zarif bir kadın. evin içinde neden flarıyla dolalaştığını ve ev paylaşmak için fazla yaşlı olup olmadığını düşünürken beni salondaki masaya aldı. masada içinde nane ve limon olan su dolu bir sürahi. yanında top top çikolatalar dizili bir tabak. kiminin üstünde tarçın tozu, kiminin içindeki mandalina kabukları dışından görünüyor, bir kaçının iki buçuk ayda bir

9


da tepesine badem kondurulmuş. özel bir dükkandan almış heralde diye düşünürken bana ‘bu sabah yaptığım çikolatalardan tatmak ister misin’ diye sordu. meğersem aşçıymış danyel ve yakınlarda bir çikolata dükkanı varmış. beyaz çikolatalı olandan ağzıma attım, büyülü gibiydi! içinde muz vardı sanırım, bitmesin diye yavaş yavaş emdim. çikolata ağzımda eridikçe danyel gözümde büyüdü. bu nasıl bir yetenek, nasıl bir kıvam! ağzımdaki bitince umarım bir tane daha almam için teklifte bulunur diye evrene seslendim. „önce evi gezelim isterseniz, sonra biraz konuşuruz“ dedi. mutfaktan başladık. mutfağın baş köşesine asılı ,le cordon bleu‘ diploması sır perdesini araladı. duvarlar masmavi, mutfağın balkonu küçük bir botanik bahçesi gibi ve balkonun kendisi de harika bir bahçeye bakıyor. mutfak duvarlarına boydan boya dizili çaylara bakıp ömrümde bu kadar çayı bir arada gördüm mü diye düşündüm. bir teehaus’ta bulabileceğiniz miktarda ve çeşitte çay 10

iki buçuk ayda bir


vardı. acaba bu eve hayır dersem neleri kaçıracaktım. ne tatlılar ne yemekler ne çay karışımları. kahve makinasına iğretiyle bakıp, ‘erkek arkadaşımla beraber bu da gidiyor! kahve kokusuna dayanamıyorum’ dedi. bu çırayla tutuşturdu sohbeti. danyel on yıldır birlikte yaşadığı sevgilisinden ayrılmış. zor günler geçirmiş ve evin bir odasını kiralamaya karar vermiş. ev ona büyük geliyormuş, hem ek gelir hem de biraz değişiklik. ‚peki şimdi iyi misin ‘ diye sormamla gözleri doldu ve anlatmaya başladı. hüzünlü bir ayrılık hikayesi dinledim. on yılını birlikte geçirdiği adamla istemeyerek yolları ayırmışlar, nesi iyi olabilir ki? o her zaman benim en iyi arkadaşım olacak, bu evi de birlikte tutmuştuk diyince benim de gözlerim doldu. karşılıklı ağladık. ‚hatıralar olduğu gibi kalsın isterim‘ diyerek ekledi. adamın kitapları, eşyaları, fotoğrafları, her şey zaten olduğu gibi duruyordu. yani eve gelen herhangi biri hala iki kişi birlikte yaşadıklarını düşünürdü. bana tekrar tekrar ‚evde eşyaların yerinin değişmemesi önemli, eve gelecek kişi de eşyalar konusunda hassas olmalı‘ dedi. kiralık olan odada da duvara asılı fotograflar ve sevgilisine ait eşyalar vardı. hatta oda onlarla doluydu, boş yer bulursanız buyrun taşının. sakıncası yoksa bunların da olduğu gibi kalmasını isterim dedi. evden çıkarken sanki çok detay şeylerden bahsediyormuş gibi, bu arada eve arkadaş davet etmezsen sevinirim, kişisel alanıma önem veririm dedi. kişisel ve ilişkisel alanından eve yeni birinin girebilmesi pek mümkün gözükmüyordu. yatıya uzaktan misafirin gelirse ayda üç günü geçmemesi iyi olur diye ekledi. bir parça tolerans ile kapattık konuyu. sanırım evi göstermekten ziyade birileriyle konuşmak istiyordu. çünkü anlattığı koşulları kabul ederek odayı kiralamak isteyecek birini bulabileceğini sanmıyorum. ancak sırt çantanızla gelirseniz danyel’in uygun gördüğü boşluklara sığabilirsiniz. yaklaşık bir saat evde kaldım. toplasan 5 cümle etmemişimdir. sarılmak falan istedim ara ara. ama sadece ‘im sorry’ diyebildim. ki hiç bir sorry sarılmanın yerini tutmuyor. teşekkür ettim, çikolatalar, paylaşımlar ve vakti icin. belki de o teşekkur etmeliydi, bilemiyorum. iki tane daha çikolata attım ağzıma hızlıca ve kağıya dogru ilerledim. montumu getirdi, bütün zerafeti ve kibarlığı ile montumu tuttu. ikimiz de düşünelim ve haftaya haberleşelim diye sözleştik ve vedalaştık. kapıdan çıktığımda, kendimi verdiği terapi sonrası duygusal yükün altında ezilen ve kendisinin de terapi almasi gereken psikologlar gibi hissettim. aradan yaklaşık bir ay geçti. ne danyel aradı, ne de ben yazdım. bazen evinin yakınlarından geçerken, uzaktan ve içimden de olsa iyi dileklerimi gönderiyorum. ben tek başıma ev bulma işiyle bir şekilde baş ettim, umarım o da tek başına evde durma işiyle baş edebilmiştir.

e. iki buçuk ayda bir

11


kerizlik 101

fotoğraf: özge

Dikkatlice okuyun ve notlar alın çünkü bu benim 5 dakikada uydurmuş olduğum şeyleri hiçbir kitaptan öğrenemezsiniz. İnsanlar üçe ayrılır Tanrılar, kerizler ve fak.rler. Sınıf geçirgenliği vardır ama genelde yokuş aşağı. Tanrı olarak doğmadığım ve çok af edersiniz fak.rlerden bahsederek tadımı kaçırmak istemediğimden size kerizleri anlatacağım. Bu işin sonuna gelindiğinde aslında keriz olmanın fak.r olmaktan daha kötü olduğuna dair bir sonuca varabilirsiniz ama bu sonuca varabilmeniz bile ıslah olmaz bir keriz olduğunuzu gösterir.

12

iki buçuk ayda bir


Önce basitten başlayalım, ker nasıl edilir? En temel noktada üretilen katma değer, keri oluşturur. Katma değeri de geleneksel anlamda bir keriz üretir. Yaka rengi değişse de keriz kerizdir. Keriz ne kadar az kazanarak çok üretim yapıyorsa ker marjı o kadar yüksektir. Tanrılar bu ker marjı üzerinden söğüşleme yoluyla doğar. Onları yaşatansa kerizlerin tüketimidir. Dikkat ettiyseniz fak.rlerin bu dünyada bir yeri yok, üretimde veya tüketimde herhangi bir payları yok. Buradaki fak.rlerin tek işlevi kerizlerin onları görüp korkması ve haline şükretmesidir. Peki ya bir keriz ne yapar? Söğüşlenmek dışında aslında pek bir şey yapmaz. Kendisi için yaptığını düşündüğü her şey, her adım aslında söğüşlenmektir. İyi çalışıp yükselirse daha az söğüşleneceğini daha rahat yaşayacağını düşünür ama bu kocaman bir yanılgıdır. Tanrılar aptal değildir ve her zaman en verimli olanı ve en çok işi yapanı, yani ker marjı en yüksek olanı yükseltirler. Bir işletmenin en kerizi genel müdürüdür. Peki bir keriz nasıl kurtulabilir? Sahip oldukları ahlaki özelliklerden ötürü bir kerizin tanrı olması mümkün değildir çünkü tanrı olmak için başkasını kerizlemek gerekir. Bir keriz ancak ve ancak kendinden daha keriz bir topluluk bulabilirse çakma bir yarı-tanrı olabilir. Uzun lafın kısası keriz olmadan tanrı olmaz.

Murat

iki buçuk ayda bir

13


bıkkınlığın ifşası: acilen yıkılması g e r e ke n toplumsal kabul ve kurallar Uyarı: Bu yazı aslında birçoğunuzun içten içe aklından geçirdiği ama gerek politik doğruculuğun ağır yükü gerekse de toplumsal baskılardan dolayı doğrudan paylaşamadığı bazı “acımasız” düşünceler barındırmaktadır. Lütfen itiraf ediniz, SİZ DE GICIK OLUYORSUNUZ. Dürüst olmalıyız ki toplumda acilen yıkılması gerektiğini düşündüğümüz kurallar ve kabuller maalesef saymakla bitmiyor. Bunlar çoğunlukla günlük hayatımızda içimizi şişiren ufak detaylar olarak karşımıza çıkıyor. “Nişanda ne takacaksın?” sorusundan, özellikle bayramlarda iyice yükselen “dayını ne zamandır aramadın, haydi bir ara hatırını sor” dayatmalarına, “aa ilk buluşmada hesabı bölüşmek mi 14

istedi, ne biçim erkek” sitemlerinden, “ee sen ne zaman evleniyorsun” gibi klasikleşmiş sorgulamalara varan ve kök sorun olan kural ve kabuller silsilesi hepimizin hayat kalitesini düşürmekte, iyice zor olan hayatlarımızı çekilmez kılmaktadır. 20. yüzyılın koşullarında, geleneksel aile yapılarından ve ataerkil düzenden ilham alınarak, toplum geneline huzur getirme iddiasıyla oluşturulan kural ve kabullerin bugünün modern toplumuna huzur getirmesi maalesef beklenemez. Kuralsız yaşamayı madem mümkün kılamıyoruz, o zaman kuralların form değiştirmesine izin verelim. Bu yazıda ele almak istediğimiz toplumsal kural ve kabullerden ilki toplu taşıma araçlarında yaşlılara yer verme iki buçuk ayda bir


Kendiliğinden oturma yeri sahibi olan kişiler bu fedakârlığın önemini anlayamamakta, teşekkür etmeyi ve yeteri kadar minnet duygusu geliştirerek mahcup olmayı unutabilmektedir. Örneğin gayet sık seferi olan bir hattın ilk durağından otobüse dolu olduğunu gördüğü halde binen yaşlı bir birey, otobüse bindiği andan itibaren fıldır fıldır etrafa bakarak herkesle göz göze gelmeye çalışır ve yüzüne, toplu taşıma dışında taşımadığı, acıma uyandıran bir ifade yerleştirir.

zorunluluğu/yer verme baskısı. Lütfen bizi yaş ayrımcılığıyla (ageism) suçlamadan önce yazımızın detaylarına göz atın ve bu konu hakkında yeniden düşünmeye kendinizi davet edin. Siz okuyucuların deneyimlediği gibi, toplu taşıma araçlarında görece genç olan bireylerden kural olarak yaşlılara yer vermeleri bekleniyor. Fakat biz, toplu taşımaya bindiği andan itibaren oturanlarla göz göze gelerek kendini acındıranların otomatik olarak oturmaya ihtiyaçları olduğunu varsaymayarak bu oyunu bozmalıyız. İhtiyacı olan herkes ihtiyacını dile getirmeyi öğrenmeli ve ancak rica yöntemi ile oturacak yere sahip olmalıdır. Kısa mesafeli ulaşımın daha yaygın olduğu eski dönemlerden günümüze geldiğimizde özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde yerleşimin çeperde yoğunlaşması, bir kişinin günlük ortalama toplu taşıma da geçirdiği seyahat süresini yaklaşık bir buçuk saate (yazarların ortalama seyahat süresi esas alınmıştır) çıkarmıştır. Bu veri, yer vermenin ne kadar büyük bir fedakârlık olduğuna dikkat çekmektedir. iki buçuk ayda bir

Böyle davranan bir yaşlıya zorunlu olarak yer vermek kişiyi varoluşsal iç sorgulamalara ve toplum sözleşmesine şüpheci bir yaklaşım edinmeye sürükler. Ancak talep ederek oturan bir yaşlı, kazanımını yer veren genç kişinin cömertliğine borçlu olduğunu bir an olsun unutmaz, hatta ineceğinde gözleriyle kendisine yer veren kişiyi çağırarak ona yeri yeniden teslim eder. Tüm bunların yanı sıra stereotip görü nümler de farklılaşmışken eğer yaşlının saçı beyaz değilse ve elinde baston benzeri bir araç yoksa kendisinin yaşını ve sağlık durumunu ayırt etmek iyice zorlaşmıştır. Bu nedenle kişinin yaşlılık kararı da yer verecek kişinin tayinine kalmaktadır. Hal böyleyken yaşlı olduğu düşünülerek kendisine yer verildi diye bir triplere giren orta yaş bireylerle de alınganlık mücadelesi verilmektedir. Halbuki zaten oturan gençler linç ve diğer geleneksel yolcuların “cık cık cık” sitemlerinden çekindikleri için yer vermekteler. Yer isteme/verme kültürünü talep ve beyan üzerinden kurmak bu gibi sorunları da çözmemize yardım edecektir. Bahsetmek istediğimiz ve acilen yıkılması gerektiğini düşündüğümüz bir diğer toplumsal kural ise hanımcılık kültürüdür. Günümüzde üst orta sınıf, genellikle beyaz yaka erkekler arasında başat bir kavram olan “hanımcılık”, toplumsal kuralların içinde en ikiyüzlü olanlardandır. Hanımcılık, eskilerin kılıbıklık olarak tabir ettiği, 15


erkeklerin eşlerinin kendilerinin yerine karar almasına müsaade etmesi durumu olarak tanımlanabilir. Bu durum en çok erkek bireylerin “erkek erkeğe” takıldığı ortamlarda aralarından birinin buluştuktan bir saat sonra “geç oldu arkadaşlar, benim kalkmam lazım.” dediği ya da Whatsapp grubuna Çarşamba akşamı “hacıtlar bu akşam halı sahaya gelemeyeceğim, bağlarım zedelenmiş” yazdığı durumlarda diğer arkadaşlarının yaptığı bir etiketleme yöntemi, daha doğrusu bir hakaret etme biçimi olarak karşımıza çıkar. Şimdi bu yazıyla bazı şeyleri açıklığa kavuşturma zamanı. Hayatını tamamen erkek egemen, ataerkil kültürde geçirmiş, eğitimli, üst orta sınıf hetero genç erkek bireylerimiz ergenlik dönemlerini “alfa erkek” olma hayalleriyle geçirmiş, zamanlarının büyük bir kısmını 8-10 kişilik erkek gruplarıyla tüketmiş, sosyalleşmelerinin temellerini bu erkek kanka gruplarında atmışlardır. Gelgelelim, büyüdükçe kadınların da bulunduğu farklı gruplarla sosyalleşme pratikleri geliştirmiş, aşık olmuş, güzel ve mutlu ilişkiler kurmuşlardır. Bu noktada kimisi ilişkisini ciddi bir boyuta taşımış, kimisi de işi bir adım ileriye götürüp evlenmiştir. Hanımcılık etiketi de tam bu zamanlarda karşımıza çıkar. İlişkisinde mutlu ve huzurlu olan, eşiyle/sevgilisiyle vakit geçirmekten keyif alan erkek bireyimiz, artık kankalarıyla eskisi kadar takılmak istememekte, eşiyle/sevgiliyse geçirdiği “yetişkin” hayatını ergen irisi arkadaşlarıyla geçirdiği hayata tercih etmektedir. Bunu çevresine ve hatta kendisine itiraf edemediği anda ise hanımcılığın arkasına sığınarak suçu hayatındaki kadına atmaktadır. Aslında bu tam bir kazan-kazan durumudur. Hanımcılık kisvesi altında hem eşi/sevgilisiyle daha fazla vakit geçirebilmekte, hem de suçunu kadına atarak arkadaşlarıyla arasındaki ilişkiyi koruyabilmektedir. 16

Hayatını ataerkil kültürün içinde geçirmiş bu bireyler anaerkil hayat tarzına sahip azınlığın içinde hanımlarıyla hayatlarını mutlu mesut sürdürmektedir. Bu genç erkek bireyleri dürüstlüğe çağırıyoruz: Halı saha yapmaya üşeniyorsunuz, eşiniz ya da sevgilinizle Pazar günü evden hiç çıkmayıp dizi maratonu yapmaya bayılıyorsunuz. Bu yüzden lütfen artık hayatınızdaki kadını hedef göstermeyi bırakın. Hanımcılık, yeni jenerasyon modern erkeğin ataerkil düzenle başa çıkma yalanıdır, lüften bundan vazgeçin. İşte sevgili okuyucular, birkaç ufak değişiklikle kendimizi daha iyi ve dürüst hissettiğimiz, fedakarlıklarımızın takdir edildiği, potansiyel toplumsal yargılamalardan dolayı hedef göstermediğimiz ve gösterilmediğimiz, daha yaşanabilir bir dünya mümkün. Sizleri de sıkıldığınız toplumsal kuralları kıyasıya eleştirmeye davet ediyoruz...

uso & yardoç

iki buçuk ayda bir


fotoğraf: ezgi

hakkı- bulut

dün sabah bir aksi bulut zoraki geldi kapıma lütfedeceği de hani altı üstü iki damla bayım dedim, afedersin, bakar gibi oldu bana neden soluk böyle benzin? başladı homurdanmaya krediyle aldığı kırlara harç mikserleri ipotek koymuş emekli çağı henüz gelmişken kendini kapı önünde bulmuş husumet olmuş sonra toprakla arasında denilen, duble yol yapılacakmış oraya gözleri biraz buğulanır gibi olunca dönüp paketten uzattım bir uzun sigara bayım dedi, köyde zordur katlanmak bu şartlara ederim ne ki gücüm yetsin borcu kapatmaya biz de işte, bilirsin, çoluk çocuk amca hala sattık pılı pırtıyı kalktık geldik istanbul’a

bcs iki buçuk ayda bir

17


siz de yapabilirsiniz Çok yaratıcı bir işte çalışıyorum. Her yerden her an yaratıcılık dolu fikirler, tasarımlar, düşünceler, programlar, nesneler, insanlar ve kelimeler fırlıyor. Öyle ki artık yaratıcı olmayan bir tarifle, bir oyunla ya da bir bardakla falan karşılaştım mı canım sıkılıyor, içim bunalıyor. Bu ne yavan hayat diye düşünüp kederleniyorum. Ben de bu işte kendimi geliştirmek için haftalık yaratıcı geçirdiğim dakikaları ölçen bir skala yaptım. Geçirdiğim her dakikayı kaydediyorum ve ölçüyorum, evet. Manyaklık değil bence bu; black mirror – the entire history of you bölümünü hatırlayalım misal. Birinci sezon final bölümüydü kendisi. İnsanlar beyinciklerine yakın bir noktaya yerleştirebildikleri çip taneciği ile her anlarını kaydetme ve yeniden izleme ve hatta ekranlara yansıtıp izletme teknolojisine sahip. Çok acayip ama çok yaratıcı değil miydi sizce de? Sıkıldıkça git geçmişe, izle dur. Kendi hayatımız filmlerden daha garip zaten. Diziyi izlerken de hiçbiriniz bu yaratıcı düşünceyi sorgulayıp “aa aa deli mi bunlar, her dakika geçmişe gidip gidip, hatırlama lüksüne dayanılır mı?” demediniz, izlediniz stresli bir keyifle. Neticede sanallık günümüzün afyonu, değil mi? Kendi yaratıcılık ölçer skalama dönecek olursam, basit bir mekanizmam vardı önce. Manuel de diyebileceğimiz. Henüz o kadar dijitalleşememiştim o zamanlar, bunu utanarak söylüyorum çünkü yaratıcılığın soyadı dijital. Baya excel dosyam vardı ki bu bile oldukça iyiydi bence. Duvara çentik atmak ya da deftere çizik atmak aklımdan geçmedi değil, ama excelin hesaplama mucizeleri ile çok genç yaşta tanışmıştım. İşte böyle böyle başladım yaratıcı dakikaları saymaya. Çok kolay olmadı tabii. Dakikalarla başa çıkamadığım bir noktada saatlik ölçüm yapmaya başladım, çünkü fark ettim ki ölçüm yapacağım derken, yaratıcı geçirdiğim dakikalar azalıyor. Verimsizlik! Çalışanlar arasında en dehşet verici kelimelerden biri olarak da bilinir kendisi. Ben böyle manuel manuel takılırken, aklımda başka fikirler oluşmaya başlamıştı pek tabii. Manuel başladığım bu işi bir uygulama, namıdiğer bir “app” ile taçlandırmalıydım. Ama o kadar bilmiyordum ki ne yapacağımı, yaratıcılığın altın kurallarından biri olan Ortak akıl/beyin fırtınayt* vagonuna bindim. Ortak akıl en doğrusunu bulur diyerek başladığım bu serüveni gerçekten de bir app ile sonlandırdım. Tabii ben fikir anası oldum bu işin. Teknik altyapı hep eş dost yardımcı oldu insanlar sağ olsunlar. Artık ben de bir girişimci oldum diyebilirim. “Yaratıcılama” koyduk bu app’in adını da. Artık herkes çok mutlu ve kimse kederlenmiyor çünkü yaratıcılama ile yaratıcılığın keyfine doyasıya ya da sıtkısıyırasıya varıyorlar. Siz de deneyin ve kendinizi yeniden keşfedin. Asya *BİR SABAH İŞE GİDERKEN DİNLEDİĞİM VE BU YAZIYA İLHAM OLAN ŞARKI; BÜYÜK EV ABLUKADA - BOŞLUK.

18

iki buçuk ayda bir


yangınlarla test edilen bir yer: kaliforniya

Otobanda ilerlerken yan tarafınızda yangını izleyerek market alışverişine gittiniz mi hiç?

Bu yangınlar, kalmayan sular, geleceğin yangınlarını çıkarmayı bekleyen izmarit ve cam çöpleri.

iki buçuk ayda bir

19


Bu kadar yangın ve olmayan su, acı denklem. 20

iki buçuk ayda bir


Bir noktada öyle kalp kırıcı yanmıştı ki ormanın bir kısmı, bakamadık.

Dallarını kaybetmiş ama daha güçlü çıkmaya hazırlandıklarını umduğumuz ağaçlar arasındaydık.

ç a l ı ş m a : G ü l ev

iki buçuk ayda bir

21


m e t i n ’ i n s evd i ğ i I. İşsiz güçsüz adamın Yapacağı şey nedir ki Ya şiir yazacak Ya seni konuşacak Hem de öyle sakince değil Öyle usturuplu değil Galata’dan yokuş aşağı Heyecanlı telaşlı Karaköy’e varır gibi Ve karşısında Altın şehir Mor pabuçlu kraliçe Şarkıların şarkısı demiş ya o Fi tarihinde bir gece İşte o şehri uzanıp gözlerinden öpecek Seni konuşurken II. Ne umutlu şey diyorum Bir şiire yürüyebilmek İstanbul’da Ve seni dillendirmek yılmadan Akşamüstü ve sabahları Bir başıma ve binlerce Yaşamı bize çok görenlere karşı Bazen bir bakıyorum Etrafımızı sarmışlar Gündüz vakti sokakta Olsun varsın Ne bilir onlar Onlar ne bilir Bir kumun denize delirmesini Gri duvarlarda diş bileyenler Sevişmek nedir bilmeyenler Onları saysak üç kişi Bilemedim beş kişi Feri gitmiş sözlerle Sanki kışı yaz edebilirmiş gibi Durup iki satır gülüyoruz 22

fotoğraf: berat

Bir başıma ve binlerce Sonra yine yokuş aşağı Ve yokuş yukarı Biz patavatsız Biz işsiz güçsüz takımı Hep seni konuşuyoruz Şiir gibi ve özgür olanı Heyecanlı telaşlı berat örnek

iki buçuk ayda bir


b e ra t ’ a c eva p

gülün rengini icat edersin her öpüşte ışık sızdırır mahcup yerlerim yanaklarım utançtan şimdi pembedir çünkü bir kadın, başka bir kadını ancak böyle bir şehrin sokağında öpebilir metro sabaha kadar uyumaz el ele olanlara yalnızca gülümsenir ben kaç kere öpülmedim günebakan güneşe delirmişken ay kaç kere! aman işte ne bilir onlar onlar ne bilir tam iki satır gülecekken sebepsiz ağlayasım gelir.

kuzguni

iki buçuk ayda bir

23


İ K İ B U Ç U K AY I N ÇALMA LİSTESİ

TEMA: MEYHANE M e y h a n e m a s a l a r ı n e d e n v a r ? Ta b a k l a r, b a r d a k l a r, b i r b ü y ü k l e r, i k i k ü ç ü k ler gelsin gitsin, dünyevi olan olmayan der tler konuşulsun, yeni aşklara kadeh kaldırılsın, gidenlere topluca söv ülsün, aramızdan gur bete gidenl e r l e ö z l e m g i d e r i l s i n , h a y a t ı m ı z ı z i n d a n e d e n ‘ ’ N ’o l a c a k b u ü l k e n i n h a l i ? ’ ’ soruları tar tışılıp tar tışılıp elbette ki çözümsüzlükle, yine de bir likteyizl e r l e s o n u ç l a n s ı n , ş a r k ı l a r b i r l i k t e s ö y l e n s i n d i y e m i ? Fa n z i n e k i b i o l a r a k biz, bir birimize özlemle bir gece bir sofra etrafında toplandık, tüm meyh a n e k l i ş e l e r i n e v e d a h a f a z l a s ı n a i h t i y a c ı m ı z v a r d ı . Fa z l a s ı b i z d e , ç a l m a listemiz de b u sayımızda kalıversin.

24

iki buçuk ayda bir


i ş b i r l i kç i . . . Yıllar yıllar önce, kendimizi endokrinoloji anabilim dalı konusu kapsamında değişik hülyalarda bulduğumuz, “konuştuğun kadar okuyup yazabiliyor musun da?” gibisinden garip tepkilerin dahi içimizde kabaran gururu okşamışlık hislerinin müsebbibi Almanca’ya hakimiyetimizi yitirmiş olmanın henüz çok uzağında olduğumuz bir zaman diliminde tanışmıştım Dürrenmatt ve onun Fizikçileriyle… Gerçeğin deliliğe, dahiliğin yalana evrildiği bu oyun, toy benliğimde nasıl bir iz bıraktıysa, Dürrenmatt’ın İşbirlikçi’sinin sonunu avuçlarımda sızıyla ayakta karşılayacağım ümidiyle gittim Uyarca’ya. Oyun, 40 küsur yıl önce yazılmış olmasına rağmen güncel gündemimizden ayrı olmak şöyle dursun, izleyiciye adeta bugünün haberlerini dinliyormuş izlenimini uyandıran konusu ile, içinde bulunduğumuz sistemi ve bu sistemin elemanlarının nasıl birer “uyarca”ya dönüştüğünü sergiliyor. Esasında orijinal adı Der Mitmacher’ın, kelimenin tam tercümesi olan “işbirlikçi” yerine “uyum sağlayan, uyumluluk gösteren” manasına gelen “uyarca” olarak kullanılması, ilk esnada tam anlaşılmasa da, sisteme ancak uyum sağlayanların hayatta kaldıklarının altının çizilmesiyle daha “uygun” bir seçim olduğunu ortaya koyuyor. Zevk-ü sefa içinde yaşamaya uyum sağlamış bilim insanı Doc, ekonomik krizde her şeyini kaybettikten sonra, bilgisini ve bilimini olabilecek en aşağılık şekilde kullanarak hayatta kalmaya uyum sağlamak zorundadır artık: mafya babası Şef ’in pis işlerinin neticesi olan iki buçuk ayda bir

ölü bedenlerin çözeltilerek kanalizasyona karıştırılması. Sistemin işleyişinin yıprattığı Cop, adaleti sağlamak ve tekere çomak sokmak için Şef ile ortaklık kurarak hem onun hem de kendinin sonunu hazırlamaktadır… Şef ise, asıl kötü olarak, her ne kadar sistemin yaratıcısı gibi tasvir edilse de, aslında kendisi de bir uyarca’dır… Oyun, yer yer aşırıya kaçan ciddi anlatımıyla Dürrenmatt’ın kara mizahından biraz uzakta kalmış. Oyuncuların birbirleriyle uyum yakalayamayan performansları ve yapılan hataların çokluğu, seyircinin oyundan kopmasına, sahnenin inandırıcılıktan uzak kafa karıştırıcı yapısı kadar sebep olmakta. Tiyatro kritiği olmayan naçizane görüşlerini paylaşan yazar, ilk gençliğinin fizikçilerinin anısına gittiği oyundan ağzında buruk bir tat, avuçları rahat olarak ayrılmış bulunmaktadır. eymen

25


Bir G ü n El l i A l tı Da k ika Burası bir yol. Ama öyle kestirme, erken bilet alınca ucuza gelen yollardan değil. Bozkırın arasında kıvrılan, karlı dağlara selamı sabahı ihmal etmeyen, hızla olmadan ilerleyen bir tren… Yolcular benzer, yolcular başka başka. Herhangi bir şeyi bilmeyi, bu yolculukta hiç istemedim. Dağlar istememeye dair arzumu duydu galiba. Bu bir gün elli altı dakikada, isteme halini unuttum da, sayelerinde, çarpan kalbime zamanda ve yedinci vagonda yer açtım. “Bu dağları saran sonsuz bir genişliktir, ben de katıp vücudumu bu genişliğe, bakıyorum aşağılarda kalan hiçliğe.” Yataklı vagonda işte o biçim, hiçliğe bakan bir pencerem var. Kötü bir coğrafya öğrencisinin çok gezen bilir avuntusuna kanıt toplaması gibi, surat surat, görkem görkem seyrimize durmuş doğa. Ya da umuru değil ama bu seferlik bakmayı bilmişiz. Şu anda bir fabrikanın yanından geçiyoruz. Ne fabrikası olduğunu göremedim. Fabrikadan önce, sonra, yol boyu, kökünden tepesine kadar oklu kirpinin okları kadar sivri, kendinden emin ama bir türlü rahata eremeyen ağaçlar, raylara eşlik ediyor. Yedinci vagon, yataklı kompartıman, bizim bir gün elli altı dakikalık evimiz. İçinde sıcacık, bordo yeşil battaniyelerimiz, dedemin huzurunda. Sanırım bu biraz da, kondüktörün, devletçiliğin vücut bulmuş halini anımsatan yüz ifadesinden kaynaklanıyor. Geride bıraktığınız şehir, Imhotep’in, önüne çıkan her şeyi, ağzını açarak içine çektiği kum fırtınası gibi. Ama kum fırtınası, trene bindiğinizde arkanız 26

fotoğraf: ece

dan gelmiyor. Kibrini, sabırsızlığını, öfkesini, nefretini, çaresizliğini kusmaya olduğu yerde devam ederken, tren sizi uzaklaştırıyor. Zaman duruyor, insan kendini kaçmaz buluyor. Öyle ki pencereden baktıkça, “Burada insan duman gibi genişler, büyür. Bu dağlarda ıstıraplar, sevinçler büyür. Buralarda her düşünce sona yakındır, Burada her şey bizden uzak, ‘O’na yakındır.” Şu anda nereden gelip nereye gittiğim önemini yitiriyor. Dururken bile durmayan beni, dedemin zamanından gelen bu tren, giderken, kendi durağan akışına katıyor.

iki buçuk ayda bir


fotoğraf: ezgi

Gözümü Erzincan yakınında açtığımda, yemekli vagonda limonlu çay içerken, kalbim huzurlu bir heyecanla, çocukluktan hatırı olan bir mutlulukta. Ve sen, yetişkin aklınla, hiçliğin ortasındasın. Ya da uzaklardaki dostuna mektup yazıyorsun. Mektupta söylediğin gibi, belki de hiçliğin değil, her şeyin ortasındasın. Trenin dışında, geçtiğin köylerdeki insanlar ile trende, seninle yolda olan insanlar, fizik kurallarına aykırı davranıyor. Aynı yakınlık ve uzaklıktalar. Ben, sen ve trendekiler, kendine nadir yakınlıkta olduğun bu zamanda, Kars’a doğru yol almaktayız. İşte kar da başladı. Fırtınada, ya da zamanın durduğu yerde, hep geçerli şu dizeler, geçmişten gelip dağlara vura vura bizimle ilerliyor: “Rüzgar! Sana, yalnız sana benzemeliyim.” Biz biteriz, yollar bitmez. Bunun daha Kurtalan’ı var. Belki de bu yüzden, biz de bitmeyiz.

ece

iki buçuk ayda bir

27


ba şlıksız O kadar mutsuzdum ki, mutsuzluktan ölünüyor olsa morgdaki en klas yeri almaya adaydım. Neden bu kadar mutsuzsun diye sorsalar ve ben de anlatmaya başlasam iki seçenek vardı; ya bir nefes alıp verdikten sonra hiç konuşmadan anlatılacak kadar kısa ya da... Hep iki seçenek var, hep ikilemle doluymuşuz gibi. İkilemlerin arası, ortada bir yerlerde olma ihtimali yokmuş gibi. Hele ki mutsuzluk bu kadar yoğun ve tarif edilemez bir “olma-hali” bu ikilemi iyice keskinleştirirken, kadehler mutsuzluğu içimize işleyip ve şarkılar içimize yerleştiriyorken dikey ve yatay hüznümüzü... Dikey ve yatay mutsuzluktan bahsediyordu şair (bkz. Turgut Uyar - “Acıyor”). Bazen bir kişinin dudağından çıkacak bir çift kelimeye bağlıydı mutsuzluk, bazen de o bir çift kelimenin çıktığı dudağı öpmeye bağlıydı mutluluk. Her şey birbirine o kadar bağlıymış gibiydi ki, bağlar inceldiğinde gelişine mutsuzlukla kalıyordu insan. Ne çok adaletsiz! Bir hissin bir duygunun bir kişinin bir olayın dikey ya da yatay, dikey ve yatay olarak sıfatlandırılması ne kadar da acayip. “Bana ne hissettiğinizi anlatır mısınız?” sorusunun cevabı içimde bir yerlerdeydi ve hem yatay hem dikey olarak kökleniyordu sanki içimde. Yüzden fazla duygumuzun olduğu yazıyordu kitaplarda ve insan buncaaaaa duyguyu içinde barındırırken mutluluğun peşinden koşuyordu, mutsuzluğu deneyimliyordu, ne acayip! Mutsuzluk veba gibi, alev topu gibi.

-

fotoğraf: ö zge

b.

28

iki buçuk ayda bir


mânâ

fotoğraf: özge

Söylenecek söz yok, hepsini yazdım Görüntü kırıksa suyu, buğuluysa sisi suçladım Camları kapat, düşmesin içeri Yağan yağmur bu mevsimin değil Mevsimi değil eleğimsağmanın Gözündeki benden tanıdım: Evvelki yıldan kalmış Yedisi de pas tutmuş Beşinde ayrı sızı İkisine dokunan olmamış

Müziği aç, duymam belki Çalan ve gürleyen şeyleri Şeyler ki usumun yıldızıdır; Lambayı yak, görmem belki Bakmaya doymam dediklerimi Dediklerim yolun aynasıdır: Baş harfin, oyunbaz bir balıktır Çıkar gelir şavk görmemiş gülüşlerden Ten tutmamış bakışlardan döner gelir Sevinin ortasında kancaya takılır Kaybedecek his yok, hepsini sakladım Yanımdaysan seni, değilsen zamanı okşadım kaan beyoğlu

iki buçuk ayda bir

29


fotoğraf: berat

ş ey l e r i n g i z l i y ü re ğ i

Bak nasıl Kayıp gidiyor zaman Uzaktan bir hüthüt kuşu Unuttuğun bir dili mırıldanıyor Dünyaydı seni doğuran Fakat herkesten daha yetimsin bugün İnceldiğin yerden seni deli rüzgâr alsın Uzanıp öpsün şimdi Sendeki sahipsiz sevgiyi Yalınlığın gizli yüreğindesin Şeylerin gizli yüreğindesin Tanrının saçı ne renkse Sen o rengin ahengindesin Nasıl ki her nehir yatağını arar Kuyudaki derin suyu nasıl bulur Sen de öyle yürürsün bir gün Sevdiğin ağaçların köküne berat örnek 30

iki buçuk ayda bir


marika’nın şiiri

Bin hazzı bir huzura feda etti Marika “Bir gün kapıyı çekip gitti” desinler istemişti oysa Dile düşmek dile doğmak Saçını koyu kızıla boyamak Ve içinde şişmiş süngeri her gün mutlaka sıkmak istemişti Şu, şu, şu nitelikte bir kadın olabilirdi Bu, bu ve bu nitelikte bir kadın oldu Marika Baktığı aynanın kenarı Kararmasın istemişti Ve kalbi nasıl karardıysa Saçları beyazlayıverdi bir gün Büyük arzuların kadını olabileceğini Ama olmadığını ve olamayacağını Küçük zaferler, tutarlı çizgilerle kaldığında anladı Uygun ve uyumlu Büyüsüz ama bakımlı Bin hazzı bir huzura feda İçinde büyümemiş fidanların yeşiliyle veda etti hayata berat örnek iki buçuk ayda bir

31


dayatılan ‘çiviye vurdukça çekicin de canı acıyor’ demek gibi bir şey bu. kuzguni.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.