iki buçuk ayda bir #8

Page 1

iki buçuk ayda bir fanzin

odanın ortasında ayaklarım az daha aşağı kaysam diz kapaklarım

No:8 Pa ra i l e a l ı n m a z . kuzguni


i ki b uçuk ayda bi r fan zi n No:8 Temmuz 201 7

canım okur, 8. sayımızda sizleri rengarenk karşıladık ve yine bir bulmaca ile uğurladık. malum geldi yaz ayları gevşedi gönül yayları. o kulvardan bu kulvara, çeşit çeşit yazılarla sizleri selamladık. ne bu sevda bitti, ne de dertli gönüllerimize giren, güzel ruhlu zeki müren tomalara göğüs germekten vazgeçti. çalma listemizi bu sayıda sizler hazırladınız. fanzineist2017’de standımıza gelip “istek parça” yaptığınız şarkılar devam eden sayfalarda sizi bekliyor. okurken size eşlik etmesi için spotify listemizi ziyaret edebilirsiniz. sizden gelen şarkılar, tasnif dışı şiirler ve sizin tamamlayacağınız öykülerin yanında, hakemsiz fanzin makalemiz ile de yeni bir alana el attık! çok sarılmalı, çok elli ve çok kalpli bir sayı bu. evvela yazılarını, tasarımlarını ve emeğini veren herkese teşekkür ederiz! grafik tasarım için mert’e ve dicle’ye, görseller için gülev’e ve özge’ye, ve baskı için ramazan abi’ye ayrıca teşekkürler. pazar sabahı yayın kurulu kahvaltılarını güzelleştiren gönüllüleri de gönlümüze yazdık bile. bize ud çalan faik’i de unutmadık! iki buçuk ayda bir’in telaşesi ile kasvetli havalara hep beraber güneş kattık. bize azalmak yasak! okuttukça çoğaltalım fanzini. evler, evler, evler... birinden ötekine ilk sevmede geçiliyor* nasılsa. fanzinimiz para ile alınmıyor malum, evden eve, elden ele uzatalım... sevgiler, e.

* şükrü erbaş - ocağı yakın (oggito, 24 mayıs 2017) ** bizi ihmal etmeyin, yazılarınızı, çizilerinizi ve sesinizi ikibucukaydabir@gmail.com’a gönderin.

2

iki buçuk ayda bir


tur uncu 4 ya ğmurd a ye di güzel 7 yazıldığı gibi 8 iki b uçuk ayın ç alma li stesi 10 b u sevd a bitmez 12 HAKEMSİZ FANZİN MAK ALESİ Bir Katalizör Ol arak Gıyb et: Sosyalleşme Üzerine Bir Deneme 14 geli ş 18 ta sni f dışı 20 b u bir yardım ç a ğrısı değildir 21 Her Mum Işığı Bir Se d a Ta şır 22 b u şehir arkand an gele cektir 25 kahraman kur tarıcıl ar 27

iki buçuk ayda bir

3


turuncu karapürçek’te kadınların her bahar toplanma yeridir tepeler. burada biten kazayağı otu mucize gibi bir şeydir. yalnızca baharda, özellikle de nisan ayının başında yükseklerde biten bu ot, rakının en güzel yancılarından biridir. tek yapmanız gereken sirkeyle turşu yapıp, üzerine güzelce zey tinyağı dökerek masaya meze etmek. bazlama ekmek ve günlük sohbet de yanına arkadaş olabilir. ancak karapürçek’te sohbetler biraz tekdüzedir. mustafa’nın düşen göbek bağı, seçim öncesi borç silme kampanyaları, bizim bakkalın üç aydır yenilenemeyen kepenkleri, her iki lafın arasında abimin devrimcilik sevdasına ailece laf atmalarımız, birbirimize sataşmalarımız falan. büyük şehirlerde büyük sohbetlerle büyük yemekler yemek karapürçek’te verdiği tattan farklı lezzetler verebilir. bu deneysel kısmı hayal gücünüze bırakıyorum. dedem gündüzleri öğretmenlikten taksiciliğe çok çeşitli işler yaptığından, akşama kadar bakkalımızda anneannem durur. akşamları ise dedemle benim vardiyamız başlar. okul çıkışı doğru bakkala gider, çantamı bir kenara fırlatıp hemen gofretlere saldırırım. abim bir takım önemli devrimci işlerle meşgul olduğundan bakkalda bize yardım etmeye tenezzül etmez. biraz da abim sayesinde hem hayırlı 4

torun hem de en küçük torun olduğumdan, anneannem fazladan topladığı kazayağı otlarını kavanozlara doldurup bakkalda satmama izin verir ve paraları cebime cukkalarım. her akşam bakkala geldiğimde, bu kavanozların rafın en önünde dizili olup olmadığını ve benim okulda olduğum esnada kaç tane satıldığını tekrar tekrar kontrol ederim. kasadaki parayı bir kere sayarım, sonra emin olamam bir kere daha sayarım, hem bakkal defterine hem de kendi gizli defterime günlük hasılatı mutlaka yazarım. ticari hayatımın gelecek dönemlerinde basiretsiz olacağını, o günlerde harçlık çıkarmak için ortaya koyduğum bu çabaya bakarak anlamanız elbette zor. ama bu tamamen yanlış yere bakmanızdan kaynaklanıyor. çünkü aslında bakmanız gereken yer: dedem. bakkalımızın müşteri profili sabittir. tahmin edersiniz ki bunun sebebi beldemizin sakinlerinin bir hayli sabit olması. bu yüzden geleni, gideni, düzenli olarak ne aldıklarını, ne verdiklerini iyi bilirim. özellikle kendi vardiyamda ve günlerimde. bir akşam fark ettim ki, dedem arkadaşım haydar’ın babası dursun amcaya bulgur, yoğurt, patates, domates gibi malzemelerden oluşan, benim hesabıma göre en az yirmi lira edecek büyük bir poşet verdi. ama karşılığında hiç para almadı. kasa ne açıldı ne kapandı. dursun amca da elini kolunu sallayarak bakkalımızdan çıktı gitti. herhalde daha önceden aldı parayı diye düşünüp dedeme bir şey sormadım. ama sonra dursun amca bunu bir alışkanlık haline getirdi. bir değil, iki değil. bu para almama durumu tekrar etmeye başladı. dedem unutkanlık edip bizim paramızı dursun amcanın cebinde bırakıyordu. bir selamını alıyor, göz göze gelmekten sakınarak sakine nenenin halini hatırını soruyordu. ve işte o kadar! verdiği poşetin karşılığı? yok. iki buçuk ayda bir


çok sinir olmaya başladım bu duruma. artık dayanamadım bir akşam dedeme sordum. biraz bilmiş bir edayla, biraz da uyararak “bak dede, bu kaç oldu, haydar’ın babasına poşetleri veriyosun, sonra da parayı almadan gönderiyosun adamı. tamam komşumuz, tanıdığımız ama bu para da bizim paramız.” dedim. dedem önce, “sen karışma benim işime,” deyip kızdı. ama ben itirazımda ısrarcı olunca dursun amcanın işsiz kaldığını ve sakine nenenin çok hastalandığını, durumlarının bu ara iyi olmadığını anlattı. “verdiysek verdik, ben unuttum gitti! hadi sen de unut, düşünmeğe değmez” dedi. dedeme birden içim ısındı. gözümde sanki aniden boyu büyüdü, böyle omuzları genişledi. boynuna sarılasım geldi. ama unuttuğumu ispatlamak için sarılmadım. “unuttum bile” deyip, yalancıktan kavanozlarımın olduğu rafı düzenledim. akşam eve geldik. bahçeye kurulmuş sofraya oturduk. masada kazayağı otuna bazlama ekmeğimi banarken birden herkes sustu. abim gene yeni bir icatla karşımızdaydı. tam ne olduğunu bilmiyorum ama dedemi kötü bir şey olmakla suçlamıştı. arkadaşlarıyla eski kömürlükte kurmak istedikleri derneğe destek olmadığı için. masada herkes susmuş abimin isyanlarını dinliyor ama bir yandan da korku ile dedeme bakıyordu. söylene dururken abim dedeme komprasör, kompador gibi acaip bir şey dedi ve tokadı yedi. büyük bir sessizlik oldu ve abim koşarak eve girdi.

iki buçuk ayda bir

yemekten sonra odasına çekilen abime gördüğüm her şeyi anlatacak, o tokadı atsa da dedemin o kadar da kötü biri olmadığını izah edecektim. uzun süredir iz üstünde olduğumu, o poşetlerin akıbetini takip ettiğimi ve sonunda düğümü çözdüğümü anlattım. onunla nasıl gurur duyuyordum anlatamam! abimin tanımıyla dedem resmen “piyasa ekonomisinin temel öncülüne meydan okuyordu.” sübutu kırma girişiminde en önde maydanozlarıyla, domatesleriyle, çikolatalarıyla ihtiyacı olanlara elinde poşetlerle koşuyordu. hem de hiç bir takasa girmeden. takası alacağı selamla ederek. dünyanın üzerine oturduğu zalim kurallara baş kaldırarak yani. devrimciliğin kırmızı bir şey olduğunu ve o yüzden o kırmızı atkıyı boynundan çıkarmadığını bildiğimden “sence dedemin devrimciliği kırmızının hangi tonudur”, diye sordum abime. yediği tokadın hıncından olacak, “belki de turuncudur.” dedi. sinirle yorganı üstüne çekip bana arkasını döndü ve beni kibarca odasından kovmuş oldu. karşılıksız verdiğimiz kaç şey var bu hayatta? unutmayalım ki beklenti de bir karşılıktır. al deyip birinin avucuna koyduğum, sonra onu oraya koyduğunun bilgisini zihninden atıp, hatırasını dahi avuçta bıraktığın? bütün yüzdeler, tl’ler, dolarlar, oranlar, çarpanlar ve bölenler arasında tek hakiki hesap bu. bu fanzini okuduktan sonra, akıbetini düşünmeden birilerinin avucunda unutmanız dileğiyle… elifcan

5


6

iki buรงuk ayda bir


Ya ğ m u r d a Ye d i Güzel Şu ara Picasso’nun mavi dönemi gibiyim. İçim buruk, kafam karışık, hüzünlüyüm. Benim dışımda o kadar kötü olaylar dizisi yaşanıyor ki artık içime işler oldu. Ben lafı uzatmadan sizi yine eski günlere götüreyim ve nelerin değişmediğine birlikte bakalım. Bildiğiniz gibi geçtiğimiz 14 Mayıs’ta anneler günü kutlandı. 1987 senesinde anneler günü 10 Mayıs tarihine denk geliyordu. Ve bu yağmurlu pazar gününde az sayıda kadın bir araya gelebilmişti. Amaçları ‘anneleri dövmeyin’ yazılı rozetlerle kamuoyunda yer alabilmekti. Eylemin kamusal destek alabilmesi için gazetelere başvuruldu ve basın bu eyleme ilgi gösterdi. 11 Mayıs 1987 tarihinde Hürriyet gazetesinin manşetinde “Yağmurda yedi güzel”, Günaydın gazetesinin manşetinde ise “Yalnızca Biri Evli” başlıklarıyla haber yer aldı. Bu başlıklar küçümseme, komikleştirme ve magazinleştirme öğeleri içeren bir tür haberleştirmenin açık birer örneğidir. Günümüzde de bu konuda müthiş yollar kat ettik diyemeyiz. Günaydın’ın ve Hürriyet’in o sayılarını arşivlerde aradım ama bulamadım. Bulan olursa bizimle paylaşınız.<3 İlgili şarkı: Peter Bjornand John-Blue Period Picasso begüm

*IKIBUÇUKAYDABIR ADINA BIRINCI NOT: GÜNAYDIN GAZETE HABERINI ARŞIVDEN ÇEKIP ÇIKARAN SERDAR İŞLEK’E TEŞEKKÜRLER. **IKIBUÇUKAYDABIR ADINA IKINCI NOT: BU SAYIMIZI YAYINA HAZIRLARKEN KAYBETTIĞIMIZ FEMINIST YAZAR, ÇEVIRMEN, AKTIVIST VE 1987’DE DAYAĞA KARŞI PROTESTO HAREKETININ DE IÇINDE YER ALAN ŞIRIN TEKELI’YE SEVGIYLE...

iki buçuk ayda bir

7


Както е писано 正如它写的 Necə ki yazılıb як напісана

yazıldığı gibi Selam. Geçen birkaç ayım yeterlilik sınavına çalışarak geçti. Yeterlilik ne ola ki diye aklınızda bir soru işareti belirmiş olmalı. Biraz anlatmak istiyorum. Yeterlilik sınavının muhteviyatı benim ortaya karışık bir sosyal bilimler enstitüsünde olmamdan dolayı oldukça geniş. Ortalama 150şer sayfadan oluşan yaklaşık 45 kitap ve bilumum makale içeriyor. Benim eski işyeri de o kadar duyarlı bir yerdi ki, yeterliliğin ne kadar zor ve meşakkatli bir okuma süreci olduğunu bildiği için bana süresiz izin verdi. Ben de bu durumun hakkını vermek için asıldım okumalara. Fakat oku oku bitmiyor tabii, okudukça bir de yetersiz hissetme hali var, klasik bir geyiktir doktora öğrencileri arasında: okudukça ne kadar az bildiğini anlarsın. İçinden çıkılmaz bir açlığa dönüşür her yeni bilgi. Sonra doktora yeterlilik jürisini düşünürsün, kim gelecek jüriye, okuma listesine ne kadar bağlı olacak sorular, ya çok aleni bir soru gelirse ve kafamdaki bilgiler çorbasından çekip çıkaramazsam? Stresi kendine hobi yaparsın. Son 1 hafta bu stresli soruların nicesini sordum ve bağlı olduğum okuma listesinin dışında da bazı şeyler okumak bilmek hatırlamak istedim. İran’da devrim ne zaman oldu? Reza Pehlevi ne zamana kadar tahtta oturdu? Türkiye Kadınlar Birliği’nin kurucusu Nezihe Muhiddin hangi kadın dergilerinde yazdı? İlk Çalışma Bakanı kimdi ve ilk işçi yasasının kapsamı nasıldı? Her Y kuşağı çocuk gibi gugıl en sevdiğim arkadaşlarımdan biri. Sütyen ölçüme kadar bilgisi var şerefsizin ama ben seviyorum yine de. Bu sebeple aklımdan geçen soruları gugıl’a sordum. Ve fakat gugıl’ın bana ilk önerisi vikipeyda oldu. Gün geçmiyor ki bir site daha erişime kapatılmasın, alıştık. Ama vikipeyda’yı kapatmak nedir ya? Böyle zorbalık olabilir mi? Olan bize oldu, peyda oldu. Neyse. Haftalarca kimseyle konuşamadığımdan biraz daha yeterlilik anlatarak rahatlamak istiyorum. Yeterlilik sınavı başarıyla geçilince, kişi doktora adayı oluyor. Bu adaylık süreci de doktora tezini yazmakla geçiyor. Tez yazılıp, sunulduğu ve başarıyla geçildiği takdirde de doktor unvanına sahip olunuyor. Ama o sizin bildiğiniz sonrasında hemencecik iş bulabilen doktorlardan değil. Yöğk’ün sitesinde ilan kovalayan doktorlardan. Tüm 8

iki buçuk ayda bir


bu ders alma, yeterlilik sınavı ve tez süreci kabaca 6 sene sürüyor. Zor yani. O sene doğan çocuk benim doktora bittiğinde ilkokula yazılmış oluyor. Tam şu an buraya reklam alacağım. Geçen hafta, yeterlilik sınavım sonrası rahatlamış bir vaziyette kendimi o tiyatrodan bu tiyatroya attım. Kumbaracı50’de Altıdan Sonra Tiyatro’nun yeni prömiyer yaptığı “HE-GO” adlı oyuna gittim. Özetle oyunda farklı iki habitustan insanın karşılaşmasına tanık oluyoruz. Biri oyuncu ve genelde çocukların dünyasında meşhur olmuş karakter HE-GO’yu canlandıran ünlü Çetin. Diğeri ise, Çetin’i kız kardeşi aracılığıyla bilen ve şans eseri Çetin’in takipçilerine attığı ev daveti tivitini gören Ersin. “Ne iş olsa yapan” Ersin bu davete iştirak etme şansına erişiyor ve bir akşam Çetin’in evine konuk oluyor. Korkmayın, bu yazdığım kısa özet spoylır niteliğinde değil. Oyunun kendi tanıtım metni de yaklaşık olarak böyle bir şey. Çetin’in evine gelen Ersin, tam anlamıyla sokakta yetişmiş, sevmiş ama kaçıramamış, hayat okulundan DD ile geçmiş bir delikanlı. Hayatın kokusu ayaklarına sinmiş olacak, eve ilk girdiğinde Çetin kendisinden ayaklarını yıkamasını istiyor. Ersin’in yerine hepimiz utanıyoruz biraz. Çetin, Ersin’e “sen ne yapıyorsun” diye sorduğunda Ersin cevabı geçiştirerek “ne iş olsa yaparım” diyor. O an aklıma sadece sabahın körü, herhangi bir işe seçilebilmek için bekleşmelerin, kahvaltı niyetine sigaraların içildiği amele pazarları geliyor. Ersin de muhtemelen bir gün amele pazarından alınıp bir inşaata, ya da bir hamallığa, bir gün de arkadaşı Osman’ın kuzeninin sanayideki dükkanında çalışmaya giden ve gerçekten de ne iş olsa yapan biri. Çetin ise bir oyuncu. Günlerdir evinden çıkmadan, duvarda asılı tablosu Saffet ile konuşarak role girmeye çalışıyor. İnandırıcılığı sağlamak için neye ihtiyacı olduğunu bir türlü bulamıyor ve can sıkıntısı ve biraz da ego tatmini için tivitırdan duyuru yapıyor: “500bininci takipçimi eve davet ediyorum.” Ve eve Ersin geliyor. Komik bir karşılaşma hikayesi aslında. Çok uzun anlattım ama asıl anlatmak istediğim minik diyaloga hala gelemedim. Çetin, Ersin’in tam olarak ne iş yaptığını anlayamasa da bir noktadan sonra Ersin ve Çetin oyunculuk üzerine konuşuyorlar. Çetin oyunculuk mesleğinin “göründüğü gibi” olmadığını söylüyor. Kolay değil öyle role girmek, hemen ağlayabilmek, yükselebilmek, doyurucu bir kahkaha patlatabilmek.“ Bu iş zor yani göründüğü gibi değil” diyor Çetin. Ersin ise Çetin’in işinin “göründüğü gibi” olmaması meselesine takılıyor: “Benim işim göründüğü gibi” diyor. Çetin anlayamıyor, “ne göründüğü gibi Ersin?” diyor. Ersin yineliyor, “abi işte benim iş göründüğü gibi”. Kendi mesleğimi düşündüm tabii ben hemen. Benim işim göründüğü gibi mi? Oradan bakınca nasıl görünüyor? Güldürürken düşündürüyor mu? Belki de düşündürürken güldürüyordur. Doktora yeterlilik sınavı için okunacak ve okunmakla kalmayıp anlaşılacak yüzlerce sayfa, daha sonra yazılacak tez için yapılacak saha ve literatür araştırması, düşünsel süreçlerin bir kısmının tamamıyla teze yönelik şekillenmesi, konuya fazlasıyla kendini kaptırma ve sonra, hatta en korktuğum da şekillenen zihnin katılaşması, kalıplaşması. Sonra Yöğk vasıtasıyla girdiğin, üniversite diye adlandırılan bir iş kurumu. Akademik kariyer, ya da öğretim görevliliği mesleği nasıl görünüyor? Ya da henüz meslekleşmeden yapılan bu doktora süreci nasıl görünüyor? He-go oyununun bende bıraktığı kritik bir diyalog oldu anlayacağınız. Ama henüz yeterlilik sınavı yeni geçti ve ben sınavı geçmiş olduğumdan bu mesleğe ve geleceğe dair sorgulamaları birkaç hafta daha askıda tutacağım. asya

iki buçuk ayda bir

9


İ K İ B U Ç U K AY I N ÇALMA LİSTESİ

T EMA: FANZINEIST H a z i r a n o l d u a m a h a l a y a z t a m o l a r a k g e l m e d i ( n e y s e k i Te m m u z t ü m a l e v i y l e p i ş m a n e t t i ) . Ya z n e k e l i m e , b a h a r b i l e g e l m e d i . Fa k a t b i z , 2 1 -2 3 n i s a n a r a s ı 3 g ü n l ü ğ ü n e d e o l s a b a h a r ı h i s s e t t i k . B i z , y a n i iki b uçuk ayda bir ekibi olarak o günlerde nerede miydik? Bazen Ta s a r ı m At ö l y e s i Ka d ı k ö y ’d e , b a z e n Ka d i f e S o k a k’t a A r k a o d a’d a y d ı k . S a y f a l a r d a n t a ş m ı ş t ı k v e 1 4 ü l k e d e n 1 3 0 ’d a n f a z l a k a t ı l ı m c ı n ı n b a ş v u r d u ğ u Fa n z i n e i s t 2 0 1 7 ’d e y a l n ı z o l m a d ı ğ ı m ı z ı h i s s e d i y o r d u k . Bu sayfalarda göreceğiniz çalma listesini de festival ziyaretçileri, v e f a n z i n l e r d e n d o s t l a r, p a y l a ş m a y l a g e ç e n g ü n l e r i n c o ş k u s u y l a , güneşiyle, müziğiyle oluşturdu. Standımızı ziyaret edenler birer şarkı yazdı listemize, biz de bir araya getirdik. Fa n z i n e i s t ’ i n a y r ı n t ı s ı ş u r a d a : h t t p : // f a n z i n e i s t . c o m / Ç a l m a l i s t e m i z S p o t i f y ’d a i k i b u c u k a y d a b i r f a n z i n h e s a b ı n d a . S e v e seve dinleyin ve bonkörce paylaşın. Bunların hepsi yine bir yer lerde özgürce buluşalım diye.

10

iki buçuk ayda bir


iki buรงuk ayda bir

11


Sizden peşinen bir ricam olacak; bu yazıyı okuduktan sonra, “bu adam deli!”, “aklını yitirmiş olmalı!” tarzı yorumlar yapın ki bu projelerim gerçekleştiğinde, bana zamanında deli demişlerdi diye manşet olabileyim. Ekonomiden sosyolojiye birçok dalda Almanya’nın kıskançlık krizi esnasında 3 ay önce tanıştığı adamla yıldırım nikahı kıymasına sebep verecek projelerim var.

bu sevda bitmez

Bu kadar heyecan yeter, başlayalım artık! VARAN BİR! İlk projem o kadar kapsamlı ki herhangi bir kategoriye sokamıyorum. Bildiğiniz üzere bedelli yapgellik gençlerimizin büyük bir beklentisi konumunda. Şu an ki hali ile bedelli yapgellik ise epey ilkel bir durumda ve piyasa koşullarına maalesef uyum sağlayamıyor. Orta gelir tuzağı ve yüksek işsizlik oranı ise ülkemizin diğer kanayan yaraları. Ben ise bu sorunların hepsini aynı anda çözeceğim! Nasıl mı? Öncelikle, bedelli yapgellik artık aralıklarla çıkan bir kanun değil, anayasal bir hak olmalı, buna hak kazanmak için ise yaş değil belli bir gelir düzeyi (kişi başına düşen milli gelirin üstü bir tutar, misal 10 bin USD) aranmalı (çalışmayan bireyler için Baba geliri/aile kişi sayısı olarak hesaplanacak). Bedelli yapgellik için ise bir tutar sınırı olmayacak. Diyelim ki 10 bin USD geliriniz var ve bedelli yapgellikten faydalanmak istiyorsunuz, devlete fiks bir para vermek yerine sizin yerinize yapgellik yapacak işsiz, fakir bir maraba buluyorsunuz, o kişiye kişi başına düşen mili gelir kadar maaş veriyorsunuz ve BOOOM! Bedelli yapgellik sorunu çözüldü, işsizlik sorunu çözüldü, milli gelir tavan yaptı, hele de yapgele giden fakirler ölürse oooohh ülke işsiz, fakir bir marabadan da kurtulmuş olacak! VARAN İKİ! Maalesef yürek hainliği konusunda bu aralar dünyada bir numarayız, gün geçmiyor ki emniyet güçlerimiz birilerini daha kıskıvrak yakalamasın. Ancak ülkedeki yürek haini nüfusuna göre (yaklaşık 23 milyon kişi) hapishane kapasitelerimiz çok yetersiz. Yakın zamanda gelecek olan idam cezası biraz olsun rahatlatacak bu kapasiteyi (aynı zamanda kişi başına 12

düşen milli geliri de yükseltecek) ama verimsiz bir çözüm. Ben diyorum ki, asmayalım da besleyelim! Yanlış duymadınız! Yap işlet devret modeli ile Mega hapishane projeleri hayata geçirelim, yıllık belli bir suçlu garantisi karşılığında -zaten çok yakın zamanda kara geçecektir projeler- şaheser hapishane şehirler yaratalım. Hem de nispeten daha zengin vatan hainlerine “Ağasson Myjail” benzeri projelerle şehrin kalabalığından uzak elit bir mahpusluk fırsatı sunabiliriz. BİTMEDİ! VARAN ÜÇ! Henüz bu projem olgunluğa ulaşmadı fakat sanayicilerimize yeşil pasaport imkanından sonra dokunulmazlık da sunulmasını düşünüyorum. Gereksiz davalarla zaman kaybetmeyip vatanımız ve milletimiz için daha çok çalışmalılar. Bu milletin yalnızca belli kısımlarına değil her yerine koymalılar. BİZDE SEVDA BİTMEDİ BİTMEYECEK! m.a.

iki buçuk ayda bir


* AL CAPONE’NUN RETRO-LUKS TASARLANMIŞ HAPIS ODASI

iki buçuk ayda bir

13


HAKEMSİZ FANZİN MAKALESİ

Bir Katalizör Olarak Gıybet: Sosyalleşme Üzerine Bir Deneme Dedikodu dedikodu yaptırma Kafamın tasını da attırma Elleri kendine baktırma Tadımızı tuzumu kaçırma Sibel Can, Dedikodu, 1995

Kavramsal çerçeve çizmek üzere dedikodu kavramının tanımına odaklanıldığında dedikodunun, Türk Dil Kurumu güncel sözlüğünde “başkalarını çekiştirmek ve kınamak üzere yapılan konuşma” olarak tanımlandığı,1 makalemize adını veren “gıybet” kelimesinin ise dedikodunun eş anlamlısı olarak verildiği görülmektedir. Ancak araştırmalar, dedikodu ve gıybet arasında, konuşulan konunun içeriğine göre bir ayrıma gidildiğini göstermektedir. Kısacası, dedikodu veya gıybet, başkaları hakkında konuşma sarmalı, bireylerin birbirine sunduğu kulak bayramı2 olarak tanımlanabilir. Bu iki eylemlilik de, farklı toplumsal çevre ve kastlarda sosyalleşmenin en temel aracıdır. Bir Katalizör Olarak Gıybet: Sosyalleşme Üzerine Bir Deneme çalışmasının yapılmasına, içerisinde bulunduğu gıybet ortamından etkilenerek çöküş içerisinde olan bireyler, kurumsal hayatta gıybete bağlı gözlemlenen polarizasyon ve gıybetin fazlaca ciddiye alınması sebebiyle yıkılan dostluklar ve ilişkiler ilham vermiştir. Sosyal etki ölçme üzerine uzmanlaşmış ve SROI metodolojisi3 üzerine çalışmalar yapan araştırmacı Yar(atacı) Doç’un bulguları bu çalışmanın ampirik ayağını desteklemektedir.4 Çalışma, gıybetin yarattığı olumsuz sosyal etkilerin ortadan kaldırılmasının toplumsal refahın ve sürdürülebilir sosyal ilişkilerin teminatı olarak görülebileceği yargısını ortaya koyarak, kaliteli gıybetin geliştirici etkisinin altını çizmektedir. Gıybeti incelemek üzere öncelikle bir tasnife gidilmesi, yapılacak değerlendirme çalışmasını anlamlı hale getirecektir. Gıybet, elbette ki öznesi ve nesnelerinin birbiri ile olan ilişkileri, mekansal ayrışma ve içeriksel çeşitlemelere göre farklı kategorilerde değerlendirilmelidir. Bu çalışmada ele alınan biçimiyle gıybet, çekirdek aile gıybeti, akraba gıybeti, kanka gıybeti, arkadaş gıybeti, tanış gıybeti, ünlü gıybeti, az ünlü gıybeti, crush gıybeti, akademik gıybet, sanat gıybeti, spor gıybeti, siyasi gıybet gibi birçok kategoride değerlendirilmektedir.5 Bugünün dünyasında teknolojik aletlerle donatılmış ve bireylerin en az 8 saatini geçirdikleri ofis ortamlarında gerçekleştirilen “başkası hakkında konuşma” eylemi giderek sıklaşmış, monoton geçen mesai süresini eğlendirici hale getiren bir unsur olarak görülmüştür. Bu çalışmada derinlemesine incelenmek istenen kategori ise en çok maruz kaldığımız gıybet kategorilerinden biri olan kurumsal gıybettir.

14

iki buçuk ayda bir


Kurumsal gıybet, kurumsal şirketlerde sosyalleşmenin temelini oluşturan bir aktivite haline gelmiştir. Günümüzde Y kuşağının kurumsal hayatta baskın jenerasyon ve birincil aktörlerden biri olması ile birlikte kurumsal kültürün kurumsal gıybet ile iç içe geçtiğini söylersek pek de abartmış olmayız. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, kurumsal ortamlarda yapılan dedikodunun o kuruma neler kattığının ve o kurumdan neler götürdüğünün analizinin yapılması eksenindeki gerekliliktir. Öznesi doğru seçilmiş ve kıvamında yapılan bir gıybet sosyalleşmenin ve peer-to-peer learning olarak adlandırılan bire bir öğrenmenin anahtarı iken ölçüsüz ve gereksiz gıybet, polarizasyona, haksız bir yatay-dikey rotasyona ve daha da ilerisi nice dostluğun kökünün kurum kurum kurumasına yol açabiliyor. Hatırlatmak isteriz ki kaliteli gıybetin en kritik önkoşulu olarak gıybetin diyalektik penceresinden bakmak, özne ve nesne ilişkilerini doğru kurgulamamıza ve dedikodu malzememizi doğru seçmemize yardımcı olacaktır. Beyaz yakalıların yön verdiği ve altını doldurduğu kurumsal gıybete ve Y kuşağına değinmişken, gıybetin kanallarından ve bu kanalların geçirdiği evrimden bahsetmeden olmaz. Literatüre mediums of gıybetTM olarak geçen bu kanallar, teknolojik gelişmeler ile sayısız forma ulaşmıştır. Skype, snapchat, whatsapp, facebook messenger, instagram gibi sosyal medya ve iletişim uygulamalar instant gıybetin diğer bir ifadeyle anlık gıybetin sınırlarını zorlamaktadır. Ayrıca tinder, hornet, grindr ve wapa gibi daha juicy uygulamalar neticesinde de gıybet kazanı fokur fokur kaynamakta ve gıybet artık bambaşka bir yöne doğru evrilmektedir. Teknolojinin domine ettiği dedikoduyu ifade eden teknogıybetTM olarak kavramsallaştırdığımız bu durum, gıybetin erişilebilirliğini arttırmış ancak bazı eski gelenekleri de köreltmiştir. Örneğin, kaliteli gıybetin en önemli mediumlarından biri olan gestures, yani halkın tabiriyle kaşı gözü ayrı oynama, hem gıybetin en keyifli dışavurumlarından biridir, hem de gıybet- sosyalleşme ilişkisinin başat öğelerindendir. Makalemizin bu son bölümünde kaliteli gıybet için tavsiyeler sunulacaktır. Bu tavsiyeler kurumsal ortamda gerçekleştirilen bir saha analizinden yola çıkmaktadır. 25-35 yaşları arasında beyaz yakalı gençlerle yapılan focus grup çalışmasında benzer backgrounda sahip 6 kişiye Türkiye televizyonlarını sarsan Aşk-ı Memnu dizisinin 27. ve 69. bölümlerinden bazı sahneler6 izletilmiştir. Bu sahneleri izleyen izleyicilerin tepkileri ölçülmeye çalışılarak daha kaliteli gıybet için aşağıdaki genellemelere gidilmiştir: • İlliyet bağı veya nedensellik: Olaylar arasında doğru nedenselliğin kurulması gıybet kalitesini arttırmaktadır. Neden sonuç ilişkisini iyi kuran bireylerin daha kaliteli gıybet yaptıkları görülmektedir. Avukatlık mesleğini icra eden bireylerin bu konuda daha başarılı oldukları gözlemlenmiştir. • Hayalgücü: Olaylar ve kişiler arasındaki zincirin tanımlanmasına yönelik kullanılan hayal gücü, gıybetin önemli bir öğesidir. Hayalgücü, nedenselliği de besleyen olumlu bir etki yaratmaktadır.

iki buçuk ayda bir

15


• Hafıza: Akılda tutulamayan bilgilerin yorumlanması zor olabileceği gibi aktarılmasında da sorunlar görülebilmektedir. Öyle ki dinlersiniz anlatamazsınız, anlarsınız aktaramazsınız. Yar. Doç. önceki yıllarda gerçekleştirdiği bir çalışmasında sudokunun hafızaya iyi geldiği yönünde bilimsel bir kanıt sunmuş, hafıza geliştirme araçlarının gıybet kalitesinde sağladığı artışa değinmiştir.7 • Objektiflik: Literatürde yer alan çoğu çalışmada gıybetin sübjektif bir eylem olduğu ifade edilse de en azından mevzu bahis edilen gelişmelerin tüm objektifliğiyle ortaya konması gıybet kalitesinde önemli bir artış sağlayacaktır. Çünkü objektifliğin yitirilmesi, gerçekliğin kristalleşerek yok olmasına sebep olacaktır. • Teknolojinin entegrasyonu: Günümüzde kullanılan teknolojiler, gıybetin kalitesini arttıran önemli araçlardandır. Geleneksel gıybet metotlarının teknoloji ile süslenmesi gıybet tüketicilerine avantaj sağlayacaktır. • Kurtulma/Bertaraf etme: Unutulmamalıdır ki yapılan gıybet orada kalmalıdır ve gıybet sarmalı içerisinden çıkıldığında ortaya konmuş fikirler mümkünse unutulmalıdır. Hakkında konuşulan kişiyle ilgili varılan yargıların bir gaza gelme anında o denli hiddetli paylaşılmaması gerektiği unutulmamalıdır. Gıybet dekoruyla, oyuncusuyla, sahnesiyle bir tiyatro gibidir. İyi oyuncular olabileceği gibi, kötü oyuncular da olabilir. Ya da sahneye dökülen materyal iyi bir senaryo olabileceği gibi vasat bir içerik de olabilir. Ancak çatır çatır yapılan gıybetin, yukarıda bahsi edilen alanları göz önünde bulundurularak yapılması, gıybet yapan şahıslara zarar vermeyecektir. NOT: Bu makaleyi beğendiyseniz, sürdürülebilir gıybet için gerekenleri kulaklarınıza sunacağımız radyo programımız Kaliteli Gıybet’e perşembe akşamları sizleri bekler, geliştirdiğimiz Açık Ders Syllabus’ünü dikkatinize sunarız. Sonnotlar 1 Türk Dil Kurumu (TDK) resmi sitesi, güncel sözlük http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&kelime=DED%C4%B0KODU 2 Gıybet 101: Gıybete Giriş 3 Social Return on Investment (Yatırımın Sosyal Getirisi) 4 Yar(atıcı) Doç, Dedikodunun Sosyal Etkisi: Gerçekten Ölçebilir miyiz?, Mayıs 2017 5 Gıybet Kategorileri: Beni Kategorize Etme, Nisan 2017 6 Aşkı Memnu 27.Bölüm; Bihter Matmazel Sahnesi https://www.youtube.com/watch?v=Q6fP7Qm4P1M Aşkı Memnu 27.Bölüm Bihter Katya Sahnesi https://www.youtube.com/watch?v=dXKudYCpOZs Aşkı Memnu 69.Bölüm; Son Sahne-Bihter; ‘’Anne Ben Ölüyorum Yardım Et https://www.youtube.com/watch?v=7MsU4-TvHWo 7 Yar. Doç. ve Unidentified Small Object, Her Telefona Sen Çık, Beni Hatırla, Ocak 2017.

16

iki buçuk ayda bir


MULTİLOB RADYO: KALİTELİ GIYBET PROGRAMLARI Gıybet101: Introduction to Gıybet Teorik Giriş, Kavramsal Tartışma, Gıybetin Fonksiyonları, Gıybet Kanalları (mediums of gıybet) İş Dünyasının Yükselen Trendi: Kurumsal Gıybet Beyaz Yakalının Ofis Pratikleri, İK Politikaları, Y Jenerasyonu ve Dedikodu, İş Dünyasının Kodları ve Aykırı Davrananlar, Mekansallık: En İyi Gıybet Alanları TeknoGıybet Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerinden Olan Teknolojiye Erişimin Gıybet Kalitesine Yansımaları, Kapsayıcı Gıybet, Akıllı Telefon Sorunları, Whatsapp Grupları, Emojiler, Snapchat Dedikodu Kültürünün Yansıması I: Müzik Sezen Aksu- Yıldız Tilbe- Uzay Heparı, Seçkin Piriler – Kaan Tangöze, Beyoncé – Jay Z, Shakira – Piqué, Kenan Doğulu – Yalın – Beren Saat ve daha fazlası Dedikodu Kültürünün Yansıması II: Filmler – Diziler Özel Dosya: The Office Sezon 6 Bölüm 1: “Gossip” episodu üzerine derinlemesine bir inceleme Neler Öğrendik? Gıybet in Practice

u n i d e n t i f i e d s m a l l o b j e c t a . k . a . U S O & Ya r ( a t ı c ı ) D o ç ( e n t )

w w w . m u l t i l o b . c o m

iki buçuk ayda bir

17


geliş …”Bazı yerlerde zaman, zayıf ve ara sıra gerçekleşen bir fenomendir. Birisi onun geçtiğini iddia etmediği sürece zaman geçmeyebilir veya sadece kısmen geçer; olaylar spiraller ve çemberler oluşturacak biçimde kendi içinde kıvrılır. Yeğenler uyanıp bekliyorlar, uyanıp bekliyorlar; Teyzeler gelsin diye.”

“Tak tak tak”. Sol yanına bir şeyler vuruyordu içeriden. Biri onu uyandırıyordu, hem de içeriden. Direnmedi. Uyandı ve saate baktı, gecenin üçüydü: 3 ve 0. Sadece bir buçuk saattir uyuduğunu, ki ona da uyku denirse, anladığında daha fazla mücadele etmemeye karar verdi. Zaten kimler kimler ne mücadeleler verip de kaybetmişti, o kimdi ki bunu kazanacaktı. Bilmediği soğuk bir coğrafyadan yine bilmediği bir dilde yazılıp yüreğiyle, jestiyle, mimiğiyle bildiği dile aktarılan tuhaf hikâyelere verdi kendini hemen uykusu gelsin diye. Ama uyku değil sancı geldi yerine. Odasına ulaşan merdivenden çıkan cüceyi gördüğünde

anladı ki uyku yok ona. Yatağın altına girdi usulca o “cüce”. Korkunun aksine o oradayken daha güvende hissediyordu kendini. Bakmadı, incelemedi, sorgulamadı onun kimliğini, daha önce hiç kabul etmediği bir varoluşu sanki hep biliyormuşçasına kabul etti. Sayfalar böylece geçti. Saat 5’e doğru onlarca ses bir deve tapan şarkılar söyledi çok yüksek kulelerden. Senkron yoktu, gürültü vardı. Her ses kendininki daha yükseğe erişsin istiyordu. Hatta belki şarkı değil de bir ağıttı söylenen. Neredeyse ta bilmediği o soğuk coğrafyaya varacaktı sesler. Çığlıklar biter bitmez yine “tak tak tak”. Sol içeriden daha yukarılardan vurdular bu sefer. En son gördüğü rakamlar bunlardı: 5-3-0. 7-3-0’ı gördüğünde sol yanına döndü. “Dün geceki” dedi, “çok sancılı bir doğumdu.” “Ulu Anne’de bir çocuk daha, Çocuk Yuvası’nın tavanından uzanan tüpten salgılanarak doğdu.” Not: Okuduğunuz ilk paragraf Karin Tidbeck’in Aylak Kitap’tan 2016 yılında çıkmış Zeplin* isimli öykü kitabının Teyzeler isimli öyküsünün son cümleleri. Bu kitabı bana bir kadın arkadaşım hediye etti, 30’uma bir adım daha yaklaştığım geçmiş doğum günüm için. Bir sabaha karşı bahsi geçen cümleleri okuyup iki saatlik uykuma yattım. Uyandığımda kendimi dürtüsel olarak ikinci paragrafı yazarken buldum. İşe giderken, motorda İstanbul’un mayıs rüzgârında ve sabaha kadar okuduğum öykülerden sarhoş bir halde kitabın son öyküsü Jagannath’a başladım iştahla. Bu öykü, yukarıda göreceğiniz son paragraf ile başlıyordu. Büyülenmiştim. Hem yakınımdaki bir kadının hem de malum uzak ve soğuk coğrafyalardan bir kadının beni çok iyi anladığını, hepimizin ruhumuz ve bedenimizde bir yerlerde aynı parçacığı taşıdığımızı hissettim. Hoş, kadın olmaya ve büyümeye taktığım bu günlerde belki de canım sadece bunları hissetmek istiyordu.

ezgi

*ZEPLIN, KARIN TIDBECK, AYLAK KITAP, KASIM 2016.

18

iki buçuk ayda bir


Yabancının biri geçti yanımdan sen kokarak, ne ayıp. Belleğimde tamamlandı gerisi. gülev

iki buçuk ayda bir

19


Ta s n i f D ı ş ı Önümde açık bir ekran, Ekranın yanında kalemlerden bir zürafa, Prag’dan almıştık, Kaleye giden yokuşun başında, Bir Eylül sabahında. Ne güzeldir şimdi oralar… Ciğerine çektiğin havanın her zerresinde, “Tıpkı”lardan - “gibi”lerden uzak, Az önceye inat, Ve çekinerek sonraya… Bitirmek için yenilen yemekler, Susamadan içilen su, Ve yaşamadan geçiyor işte hayat. Bir fincan kahve, Sağ altta buruk bir saat, Tik-taksız ve yalandan, Devam ediyor işte, Ne kadar “kaldığımı” saymaya… İçimde hüzne karışmış bir öfke, Sorgu odalarındaki aynalar gibi, Dıştan gözükmez, ışık girmez, Ve en çok da beklemek yorar, Oturduğum yerde, öylece, Az sonra ölecek gibi. Velhasıl bizler, Profesyonel mutsuzlarız, Ve parsellenmiş tüm sabahlarımız… Ali Çetin

20

iki buçuk ayda bir


Bu bir yardım çağrısı değildir Şehirli bir gencin hikayesiyle başlar Ruh ve sinir hakkında düşündüklerimiz, İlkbaharın gelişinin öngörülemediği yıllardan birinde geçer. Sayfaları gri mi desek, kahverengi mi? Acaba çok mu ağdalı söyledikleri? Tümünü okumadan bir türlü karar veremeyiz. Daha ilk başlarda söylemişti içinden Çift şeritli otobanın ortasında bir gece vakti, Bu bir yardım çağrısı değildi. Değildi belki ama yine de Aklından geçenler soru tamlaması olmuştu dilinde 1) Neden? 2) Kiminle? 3) Nerede? Bırakabilirdi, bırakmamıştı kendini Denemişti, olmamıştı, neyse. Daha ilkbahar yok muydu önünde? 4) Neden sürekli bu sancı vardı içinde? Sonra üzmüştü biraz, ona sırtını döndüğünde, Denemişti, olmamıştı çarpı iki, Gitmişti sonra söverek, belki bir daha gelmem diye. bcs

iki buçuk ayda bir

21


H e r M u m I ş ı ğ ı B i r S e d a Ta ş ı r

Zeki Müren’in Halikarnas’ta yaşadığı Bodrum evi, müzeye dönüştürülerek ziyaretçilere açıldı. Geçtiğimiz hafta güzel ruhlu bir kadın küçük torununa evi gezdirirken, çocuk müzede sergilenen sahne kıyafetlerini sorduğunda, onları sahneye çıkarken giyilen kıyafetler olarak tanıttı ve Zeki Müren’in “güzel bir ruhu” olduğunu anlattı. O evin ikinci katının duvarlarını, Zeki Müren’in kendi çizdiği resimleri süslüyor. Aşağıdaki kısa öykünün kalın alıntıları da o resimlerin güzel ruhlu isimlerinden türetilmiştir. O çocuk ve çocuklar, kerpiçleri reçel yapsa da yesek. Uzun lafın kısası, kalabalıktan yaza illallah diyen Bodrum’luları mı deli etsek?

22

iki buçuk ayda bir


Bir öykü tutturmuşum geçmişten geleceğe denizler üstünden gelip üstüme üstüme esen rüzgarlar dört bir yanımı sarmışken. Ben öyküyü tutturduğumda omuzlarım ağır yüklerimden. Tepemde ışımaya inat eden bir yorgun güneş… Her şey planladığım gibi giderse, bu, hayat öykümün de son kısmı olacak. Hatırladım hem de hiç zorlanmadım, sevgilimin yüzünü ve onu götürdükleri sabahı. Keşke hatırlamasaydım çünkü bir şey yapamamak beni çıldırtıyor. Dönüştüremedim acımı, dönüştüremedim öf kemi. Şimdi içimde beni gün gün yiyip bitiriyor. Oysa dönüştürebilseydim dimdik bir duvara. Duvarın arkasında barışalım diye haykırsaydım duyanlara ilk ve ikinci ve üçüncü haykırışlarımda. Sonra emri verenler ile emre uyanlar duvarı zorlarken ben yerine tuğlalar örseydim. Sevgilimi geleceğin kurtarılan, kurtulan, yaşayan ve yaşatan gözlerinde görseydim belki biraz huzur bulurdum. Belki hücrelerim çoğalmaya başlardı yeniden yaşama doğru. Hatırlamakta çok zorlandım ama boğumuna tahta boncuk takılı beyaz püskül perdelerim bana hatırlattı, kavga edince ne çok hüzne düşerdim. Unutmak üzereydim insanlık için küçük benim için büyük isyanlarımda bir bilge kesilip, ağlama gülme düşün, deyişlerini. Ama perdeler hatırlattı, çünkü perdeler sırdaştır. Zaman olur, hüzünler bile mutluluk ve yaşam taşır. O gidince duruldu deniz. Ama ben durulmadım, boğulur oldum. Sevgilim dayanamadı. Geleceğe veremedi yüzünü. Sert bir rüzgara karşı duymak yerine bıraktı boynunu ki rüzgar kırsın. Aynı şimdi benim yaptığım gibi… Oysa bir zamanlar istediğim çocukların gülmesini izlemek, onlara gülecek nedenler vermekti. Nasıl ki aşkımı çorak bırakma dediğimde dinlemediyse sevgilim, ben de çocuklara gülecek nedenler vermek yerine onun yolundan gitmeyi seçtim. Şimdi buradan gideceğim. Kader hangi yazarın, çizerin eseriyse başa hep bela… Benimkini kim yazdı bilmem ama son bölüm benden. Giriş ve gelişmeyi ben de bilemedim ama herhalde biraz ben, biraz sen, biraz onlar, biraz hepimiz. Evlerimizin arasındaki ağaçlık alana dökülen betonun üzerine çizilen seksek kareleri, hayat öykümün de özeti. Kerpicin üstüne pencedeki insanlardan dökülen sevmelerin, dev bir kazan kerpiç reçeli yarattığını hayal ederdik hayatın tezatlarını betim için. Evet, reçel sardı başıma tüm güzel belaları. Keşke sadece güzel olabilseydi, belasız. Derken, tüm bunları düşünürken gülüşünü hatırladım, yapamadım. Bu Mecnuna öğüt verdi ve gürültüyle çekildi rüzgar üzerimden aniden. Dürüst olayım, yapmamayı ben seçtim. Her kararımın desteği rüzgar öğütledi ki; güzel ruhlu insanlar, kuvvetle muhtemel bana yeniden gülecek bir neden verecek. Zaman zaman hüzünler, yine mutluluk ve yaşam dolacak. Daha önce güneşi tuttum da ordan biliyorum. Yeşilin güvenli gölgesindeydik o zaman. Bilmiştik, bilmeye devam etmeliyim: Her mum ışığı bir seda taşır… Ece Özsaraç

iki buçuk ayda bir

23


fotoฤ raf: รถzge

24

iki buรงuk ayda bir


bu şehir arkandan gelecektir! Şehir Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin. Bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet. Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya; -Bir ceset gibi- gömülü kalbim. Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede? Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün, boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede. Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın, aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey ummaömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de. Konstantinos Kavafis “Yazın ilk günleri. Ulu manolya ağacının altında

iki buçuk ayda bir

sonbahar yaprağı hüznünde yalnız başına oturan küçücük bir kız. Dalıp gitmiş. Bu yaşta neyin onu bu kadar hüzünlendirdiğinin adını koyamamış henüz ama içini acıtan bu durumun çok farkında. Bu hali hoşuna da gidiyor tuhaf bir şekilde. Kollarını bedenine sarmış, otururken düşünüyor. “Büyüdüğümde bileceğim bunun ne olduğunu, anlayacağım ve buraya gelip manolya ağacına söyleyeceğim” diyor kendine usulca. Verdiği karardan memnun yerinden kalkıp ağaca bakıyor sevgiyle ve geniş merdivenlerden okulunun alt bahçesine inmeye başlıyor. Kimse yok o gün okulda, birkaç görevli ve babası yalnız. Sanki birkaç gün önce arkadaşlarıyla dopdolu değilmiş, şimdi usulca indiği merdivenlerden neşeyle koşturmamışlar gibi o kadar kimsesiz görünüyor ki gözüne bahçe; babasının ona seslendiğini duyunca içi sevinçle doluyor. Eve gitme vakti, annesi bugün İstanbul’a gidecek gemiyle, onu yolculayacaklar. Çabuk hadi! ”

25


O küçücük kız bendim. O manolya ağacı da Trabzon’un Ortahisar mahallesindeki Gazipaşa İlköğretim Okulu’nun kocaman bahçesindeki manolya. Babam okulun müdürüydü ve evimize yürüyerek el ele giderdik hemen her gün okul çıkışı. O gün kocaman gemi annemi alıp giderken bana ayrılığın ne demek olduğunu da öğretti, annem döndüğünde tekrar kavuşmanın müthiş tadını da. Ayrılıklar bir gemiyi getirdi aklıma hep o günden sonra. Hâlâ şehrimden kalkan gemiler var mı İstanbul’a? Ortahisar mahallesinin o güzelim evlerinden birinde geçti çocukluğumun büyük bölümü. 1960- 1978 yılları arasında kesintisiz yaşadığım şehrime fakülte için veda edip dönemeyenlerden biriyim ben de. Her sokağında peşine düştüğüm anılarımı yaratabildiğim kaçamaklarla yakalamaya çalışıyorum zaman zaman ama yetmiyor doğallıkla. Yüzü değişmiş bazı sokaklarımın, kitap almak için her hafta uğradığım kitapçım yok olmuş, marka bir mağaza şimdi. Okumaya aç küçük kıza verecek yeni bir kitap bulamayınca onu avutmak için çabalayan kitapçı amca da yok. Babamın her cumartesi akşamı parlattığı iki kadehle keyiflenerek söylediği Fransızca şarkıları dinleyerek, kolunda yürüdüğüm “Tabakhane köprüsü” duruyor hâlâ ama o yürüyüşün nedeni olan ve ailece gidilen “iki film birden” sinemamız da yok. Ganita âşıkları buluşturuyor mu yine bilmiyorum. Kalepark yine doluyor mu yaz geceleri? Uzun sokak şimdi uzun gelmese de bana Arnavut kaldırımı sokaklar duruyor biliyorum. Simit yine aynı tadında, beton helvacı yerinde ve Kemeraltı bayram yeri gibi daima. Bir şehir neden unutulmaz, neden onunla yaşanan anılar önemli olur

da bir başkasından hiç iz kalmaz? Ayrı kaldığında bile yıllarca neden hatırlatır sana kendini her fırsatta? Ben neden şehrimi hiç ayrı kalmamış gibi, ona “ihanet etmemiş” gibi içimde, yanı başımda hissediyorum hâlâ? Çocukluğumun saflığına, heyecanına ortak olduğu için mi; büyürken düşe kalka elimden tuttuğu için mi, dallarım başka göklerde gezinse de köklerim orada olduğu için mi? Galiba hepsi ve dillendiremediğim ama içimde bir yerlerde duran bir şeyler böyle hissettiriyor bana. Gazipaşa İlkokuluna bir daha gidemedim. Manolya ağacına verdiğim sözü de tutamadım şimdilik. O gün hissettiğim hüzün hayatım boyunca benimle oldu, en mutlu anlarımda bile. Gençliğimin Türkiye’si darbeyle biten acı yılları yaşarken ben de payıma düşeni aldım ve katmerlendi bu hüzün. “Acıyı bal eyleyen” benim kuşağım hâlâ o çalkantılı yılların izlerini taşıyor. Bugün gidebilseydim manolya ağacına derdim ki: “ O küçük kız büyüdü. Ama o hüznü ve bundan tuhaf bir şekilde hoşnut olmasının nedenini hâlâ anlamaya çalışıyor. Büyümek her şeyi anlamaya yetmiyor. Şimdilik anlayabildiğim hem kendi şehrimde, hem ülkemde hem de dünyada içinde nefret ve kötülük besleyenler, iyiyi, güzeli, hoşgörüyü, birlikte yaşayıp, paylaşmayı isteyenlere yaşam hakkı tanımamak için çok uğraşıyor ve böyle devam ederse bunu başaracaklar. Köklerini saldığın bu güzel şehirde, senin etrafında koşup oynayan o çocuklar ve onların çocukları şimdi adının yanına konulanları hak etmiyor. Bu topraklar sadece yeşili üretmedi, insanı da üretti yüzyıllardır. O insan da geçmişinde saklı kültürü. Şimdi unutmuş gibi görünseler de benim gibi hepsi biliyor genlerine, ruhlarına işlemiş her şeye inat birlikte yaşamanın ve paylaşmanın güzelliğini. Kemençe ve tulum duyduğunda nasıl kıpırdarsa her birinin içi o kadar kesin bir şey bu. Ulu manolya, sen inan ve birgün benim gibi eteklerinde oturup seninle dertleşen başka çocuklara da fısılda, de ki: “Köklerine sahip çık ve unutma bu köklere hayat veren topraklar aydınlık yüzlü insanların topraklarıydı. Şimdi git, büyü ve birgün bana o aydınlık yüzlü insanlardan güzel haberler ver.” Gülseren

26

iki buçuk ayda bir


Minik yazarımız Doğa Ada Kaplan’ın başladığı bu hikayeye sen devam edebilir misin? Hatta devamını ikibucukaydabir@gmail.com’a gönderirsen bir sonraki sayıya koyabiliriz.

iki buçuk ayda bir

27


1 3

2 4

1

5

6 7

8

9

10

11

12

2

13

14

4

3

15

16

Soldan Sağa

Yukarıdan Aşağıya

3. istanbul’un bahar bitki örtüsü 5. sandıktan çıkan ama sonuçlara yansımayan skorumuz 9. kapatılan bilgi küpü pedi, hangi pedi? 10. ikibuçukaydabirin de katıldığı çok şahane fanzin festivali 13. kendine hapishane yaptırtmış ünlü düşünür pablo escobar'ın vatanı 15. haziran ayında yapılan kutlu yürüyüş ne yürüyüşüdür 16. yaz aylarında belirip bütçemizi (minimum) çeyrek çeyrek sömüren etkinlik

1

2

1. ... ise, severler güzeli genç ise 2. güzel ve yoğurtlu bir rakı mezesi 4 . türkiye'de sıkça yapılan ve dedikodu ile eş (veya yakın) anlamlı sözcük 6. resimdeki cornell soyadlı yakuşuklu 7. feminist hareket tarafından kullanılan 'asla yalnız yürümeyeceksin' sloganı, ingiltere’de hangi futbol takımı tarafından icat edilmiştir 8. bıçaklanan kış meyvemiz 11. resimlerine ve hatta giysilerine tuhaf/yaratıcı isimler koyan ünlü ve unutulmaz ses sanatçımız 12. 11 ayın sultanı 14 . ünlü şairimiz cahit sıtkı tarancı'ya göre yolun yarısına, rakıcılara göre bir küçüğe tekabül eden sayı

3

4

iki buçuk ayda bir fanzin 28

iki buçuk ayda bir


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.