iki bu癟uk ayda bir fanzin
No:4 Pa ra i l e a l 覺 n m a z .
i ki b uçuk ayda bi r fan zi n No:4 Eki m 2015
s e v g i l i o k u r, dördüncü sayımızda da ilk günkü heyecanımız ile karşındayız. nefes alamayıp üzerine dar balkon yalınlıklarında tellendiğimiz günlerden g e ç i y o r u z . b ö y l e z a m a n l a r d a ç a r e b e l k i d e e d e b i y a t t ı r. b e l k i d e b u kağıtlarda sözcükler yardımıyla bir araya gelmenin bir yardımı d o k u n u r. y a ş a r k e m a l ’ i n 2 1 ş u b a t 1 9 6 2 ’d e d e d i ğ i g i b i : “ b e n k e n d i m , b u ş e h i r d e n gidemem. bütün mümkünüm çarelerim kesilmiş. ama böylesi bir dünyada da sevinemem. hayal kurarım hayal. ışıklı, sevinçli, çiçekli, kimsenin kimseyi sömürmediği, kimsenin kimseden kor kmadığı, kuşkulanmadığı, kimsenin kimseye düşmanca bakmadığı bir dünyanın hayalini kurarım. kimsenin kimseye diş gıcırdatmadığı bir dünya... g ö n l ü g a n i b i r a d a m s a y a r ı m k e n d i m i . b u k a d a r ı b i l e b a n a y e t e r, b u k a d a r ı b i l e b e n i m u t l u e d e r. ” başta bizimle yazılarını ve emeğini paylaşarak bir araya gelen h e r k e s e , k a p a k ç a l ı ş m a s ı i ç i n ö z g e’y e , g r a f i k t a s a r ı m i ç i n d i c l e’y e v e k a t k ı s u n a n t ü m d o s t l a r a t e ş e k k ü r l e r. s a n a s e v g i l i o k u r, b i r b a l k o n molası kadar da olsa nefes aldırabilmek dileğiyle... s e v g i l e r, e.
iki buçuk ayda bir
çalışMA ve aylakLIK 4 bi r lokma ekmek iç i n 6 sefer i ler ül kemde tur i st olmak 8 muzungu notları 10 bi r i si var 12 sokağımdaki paralelc i 15 i ki b uçuk ayın r itmi 16 o 17 i ki b uçuk ayın çalma li stesi 18 kaygısız par klar 20 hai kular 22 sığamadı 24 özgür lüğün r itmi 26 fi lm kr iti k - saul fia 28 “sefer” 30 sefer i ler Hong Kong 32 iki buçuk ayda bir
çalışMA ve aylakLIK Çok şükür doğduk yeryüzüne; ebeveynlerimizin aşk, esriklik, cinsellik veya “sarhoştum, hatırlamıyorum” hallerinin sonucunda annemizin-babamızın kızı, oğlu, evladı olarak. Hoş geldin bebek dediler, emzirdiler, elbebek gülbebek büyüttüler. Okul çağında akıllarının ve keselerinin yettiğince, müfredat denilen ışıksız, kavşaksız dosdoğru programların yönlendiriciliğinde helak olarak okuttular. Bitti eğitimler ve “kemale de erdik”.
özge mutlu
N’olacak şimdi?
4
iki buçuk ayda bir
İyi bir İŞ veya bir süre sonra yalnızca İŞ. Şöyle, aylığımızı kazanacağımız, ihtiyaçlarımızı karşılayacağımız, elaleme madara olmayacağımız bir İŞ. Sonra başvurular, başvurular, başvurular. Bilmemne şirketinin yönetici adaylığına, falanca şirketin uzman yardımcılığına, fişmanca şirketin analist hazırlama departmanına, başvur, CV gönder, ara, görüş ve… Yani bunca yıl bizimkilerin, üniversite ve sonrası eğitimler de dahil, yaklaşık yirmi yıl boyunca kendilerinden sakınarak okutup, yetiştirip, “iyi insan” olsun diye çırpındıkları BEN, ulusal veya uluslararası şirketlerin kapısında işlenecek hamım öyle mi? Çalışma öncesi ar-ge yatırımı bitti ve işlenecek hazır bir ürün olarak şirketlerin kapısında kutsanmış “çalışma” için hazırım, öyle mi? Yani bundan sonra her sene yapacağım biriki hafta tatil için 30-40 yıl da bu şirketlere bilmemne olarak çalışacağım öyle mi? Sonra posası çıkmış emekli olarak da görevimi tamamlayıp uzaya uçacağım öyle mi? NAH ÖYLE. Bunca afili gelişme, büyüme, kalkınma ve kentleşme lafları, insanı her asır daha bir çalışma merkezli dünya ile kuşatıp bunalttıkça, kişisel iyileştirme programları da hap olarak sunulacak öyle mi? İSTEMİYORUM. Küçük bir bilgi: “Roma döneminde oyuna ayrılan gün sayısı Claudius döneminde 159 gün, MS 354’te 175 gün ve sonraları 200 gün olduğu görülür.” Ortaçağ dünyasında İngiltere’de yılın üçte biri tatildir. Ancien Regime dönemi Fransa’sında iş dışı gün sayısı 180, İspanya’da 150’dir. (Funda Çoban, “Sokak Siyaseti”, Syf 151) . Bir TUİK verisi hatırlıyorum: Türkiye’de kırsal alanda çalışma gün sayısı yılda 34 gündür ( Kaynağı siz bulun ). Yani adına kentleşme ve endüstrileşme denerek kutsanan “çalışma”, son dört yüz yılın biriktirip tartıştırtmadığı insana aykırı bir sözcüktür. “ÇalışMAMA hakkımı kullanmak ve AYLAKLIK yapmak istiyorum” desem “serseri” olurum di mi? Bu hiç çalışmama değil aslında; bana sunulan çalışma disiplinine uymama ve içimdeki beni keşfetme çağrısı aslında. Bir an içinde yaşadığımız evlerin, ev sahibi veya kiracı olarak yükümlü olduğumuz aidat, banka, elektrik, doğalgaz, su ödentilerinin sıfır olduğunu düşünebilir miyiz? İşte size çalışmanın 2/3 zorunluluğunun ortadan kalkmış hali. Nasıl mı olacak? Eğer önerme aklınıza yattı ise, bu yazı sonrası arkadaş-larınızla konuşmaya başlayın. Bir yolu var mutlaka. Diyelim buldunuz; kaldı mı 1/3 çalışma zorunluluğu. Önümüzdeki yüzyılda da onu hallederiz. Var bir önerim bugünden ama, eeee, her şeyi de benden beklemeyin, biraz da siz fikir jimnastiği yapın canım.
demek istedim
iki buçuk ayda bir
5
bir lokma ekmek için annanem ve dedem yılda bir kez evimizi ziyaret eder. onlar izmir’de bir arada, huzurlu ve güvenli bir hayat yaşarken, biz istanbul keşmekeşinde senede bir kaç gün gelseler diye onları bekleriz. ya bir düğün ya bir nişan ya da bir torunun mezuniyeti vardır istanbul cenahlarında. 1 hafta süren, alt tarafı kabin boy bir valizi hazırlama heyecanı ve tasası sonunda evimizde soluk alırlar. toplanmak için dağılmak gerekir. valizin hazırlanması sonrası teyzemin gidip bir de onların evini toplaması gerekir. evimize geldiklerinde, annanemin her merdiven inişinde veya çıkışında ya ceketi unutulur bir odada, ya da okuma gözlüğü. bu yüzden odama girip çıkarken mutlaka odalarına uğrar, hırkaları gözlükleri ortalık yerde mi diye kontrol ederim. annanemin çantasını unutuyordum az daha. o da var tabi, hem de unutulmaması gerekenler listesinin en başında. ama annanem dişini takmayı bile unutur da el çantasını asla unutmaz. bu sebepten onu kontrol etmeye gerek de kalmaz. çantanın içinde neler olduğu küçükken kuzenlerimizle aramızda efsane konusuydu. belki de ilk hikayemi, bu çantanın içinde saklı olduğuna inandığımız ganimetlere yazmışımdır. bize sürpriz çikolatalar ya da kırmızı gofretler olarak geri dönecek ganimetlere. bir gün ele geçirip fermuarını açtığımızda içinde pek de para olmayan eski püskü, yıpranmış bir cüzdan ile türlü çeşit ilaçtan başka bir şey bulamamıştık. ben kendi adıma o günü, meraklı torunlarının çantasının peşinde olduğunu bildiğinden, ganimetleri başka yere gizlediği, akıllı bir hamle olarak kabul etmeyi tercih ediyorum. bir daha da öldürseniz açmam çantasını. zaten boş bir anını yakalayamam; tuvalete bile götürür annanem çantasını. garanticidir. emanetinin bekçisidir. bu arada kendisi alzheimer denen elemin elinde. ama hastalığıyla dahi dalga 6
geçecek mizah anlayışına da sahiptir. evet, annanem istisnasız her şeyle dalga geçer. unutkanlıklarıyla, insanların şehirlik telaşlarıyla, üzerine döktüğü yemeklerle, hatırlayamadığı isimlerle, bozuk türkçesiyle ve hatta ölümle. en çok da ölümle alay eder. onun için en komik şey ölecek olmasıdır. diyelim ki dedemi kızdırdı ve dedem söylenmeye başladı, hemen “öleceğiz leey çok mu önemli” der, o aşmış edasıyla. gelecek argümanlara aman vermez, tek cümleyle savuşturur bizi başından. ne kadar fuzuli şeylerle uğraştığını düşünüp kendini bile sorgularsın. inançlı biri mi yoksa tam aksi mi gerçekten bilmiyorum. sık sık beni de şüpheye düşürüyor. hem dünyanın faneviyatında hem maneviyatında. sanki o da kararsız gibi. bazen bana “bir kulaç su için şu dünyaya geldik, cennetine alacaksa allahım ne diye yordu bu kadar” diye soruyor. “6 çocuğu ne ara doğurdum ne ara büyüttüm” diyor. hak vermeden duramıyorum. kutsal değil, yorucuydu çünkü anneliği. evi. temizliği. kendi göbek bağını kestiği evlatlarını bir başına pışpışladığı, memelerini acıttığı, çok güzeldi dediği ellerini yıprattığı yıllar. hakkaten neden yordu tanrı annanemi bu kadar? annanem kafasının karışık olması hususunda son derece haklı. başkalarının kafası bu kadar karışık değil sanki. bir keresinde ramazanda oruç tutan arkadaşlarımı görüp annaneme neden bizim tutmadığımızı sorduğumda, bana, “bizim orucumuz farklı” demişti. sonradan anladım ki bizim her şeyimiz farklı. neyse ki büyüdükçe çok da takılmadım. karışık kafamla annanem gibi barışık yaşayıp gidiyorum işte. geçen gün yine bir torun düğününden sebep, bizim eve geldiler. her zamanki odalarına yerleştiler. bahçede, çimde, salıncakta annanem mutlu: dünya dertleri umurunda değil. hatta düğünü bile bahçede yapsak daha mutlu olacak gibi geliyor. özellikle de hastalığından dolayı sanırım, güvenli bir alan belirliyor ve oradan çıkarsa huzursuz iki buçuk ayda bir
oluyor. biz de yılda bir iyi bir şey yapma telaşından, boğaza hakim bir manzaradan ailece kahvaltı edelim, dayılar, kuzenler, annane, dede hep birlikte oturalım dedik. perşembe sabah işten izinler alındı, yerler ayarlandı, trafiğe girildi, 2. köprüyü geçmek için en az yarım saat evden köprüye bağlanmak, en az yarım saat de sahil trafiği derken yollarda geçti gitti. bu dışarıda yemek yeme işini annanem oldu olası sevemedi. çünkü evde mutfak varken dışarıda para kazanmak için mutfak açmak yapılabilecek en akılsız, en ahmakça yatırımdı ki biz de bu ahmakların ekmeğine bal sürmeye dünya yol tepiyorduk. köprüler falan geçiyorduk. bir ara çok niyetlendim arkadaşlarla kafe açacağım annane diye anlatmaya da, anlatamadım. ancak çayhane açmayı anlatabilirdik. çünkü insanlar dışarı çıkarsa bir çay bahçesinde çay içer, en fazla yanına bir de simit atardı. çayın tanesi annanem için hala 25 kuruş olduğundan, o da ancak kahvehanede, pardon çayhanede, kaçak kumar oynatılırsa mantıklı olabilirdi. gerçi geçen gün bütün toplumsal hastalıkların çay kaynaklı olduğuna dair tuhaf bir yazı okudum. “hangimizin evinde demlik demlik çay demlenmiyor ki?” dedim içimden, annanem o konuda da haklı olabilirdi. teptiğimiz yolun ardından guruldayan karınlarımızla kahvaltı yerine vardık. arabamızı valeye verdik ki bu vale işi de annanemle ayrı bir tartışma konusudur. çalınmayacağını anlatmak (bir yandan da şaka maka umarım çalınmaz diye içimizden geçirmek) sabah sabah tatlı bir yorgunluk verir insana. neyse ki “akılsızlar, siz bilirsiniz” der, yorulur, ve bir süre sonra arabadan cayar. arabayı annanemin deyimiyle sakal tıraşı bile olmamış bir delikanlıya teslim ettikten sonra, bir sonraki zorlu aşama olan merdiven etabına geçildi. annanemin dizi protezdir. inerken çıkarken yanında biri olması gerekir. kahvaltı yerine varabilmek için dedeme tutuna tutuna bir de merdiven inmek iki buçuk ayda bir
zorunda kaldı. artık ne dese haklıydı. sabah sabah aç karnına kalkmış, dişlerini takmış, yüzünü yıkasa da uyanamamış, koyu renk kilotlu çorabın üzerine açık ayakkabılarını giymiş, arabaya zar zor bacağını bükerek binmiş, saatlerce yol gitmiş, benim sazsız müziklerime maruz kalmış, trafikte beklerken bu kadar aracın bu şehre nasıl sığdığını hesap etmeye çalışmış, şaşkınlığını gizlemeden bizim bu çabamızı anlayamamış, sonunda bir de merdivenle muhattap olmuştu. bunların üstüne tam merdivenleri inerken kürtçe bir sitem attı. hem güldü kendi kendine her zamanki gibi, hem de tatlı tatlı öf kelendi. belli ki iyi bir şey söylememişti. dedem “şşt leey” diyerek susturmaya çalışınca anladık ki bir komiklik çıkabilirdi buradan. kesin en olmayacak yerde en doğru şeyi söylemişti annanem, hem de bizim anlamadığımız ikinci kanaldan. yani hem haklıydı hem komikti. işte en komiği de haklı komiklikti. hemen annane ne dedin ne dedin diye sıkıştırmaya başladık. tatlı tatlı, sinsi sinsi gülüşünün ardından, ısrarlara dayanamayıp sonunda yaptı kendi tercümesini: “bir lokma ekmek için nerelere geldik!“
Elifcan Çelebi
7
ülkemde turist olmak s e f e r İ l e r
Normal şartlar altında Einstein’ın İzafiyet Teorisi ile ilgili bir yazı yazmayı planlıyordum. Bu konuda düşünürken Ankara’nın karşıma çıkardıklarıyla tüm planlarım değişti. Çocukluğumun geçtiği Ankara’ya döndüğümde buraya turistleştiğimi anladım. Yazıma başlamadan önce kısaca kendimden bahsedeyim ki “turistliğimi” açıklayabileyim. New York’ta iç mimarlık eğitimimi tamamlayıp çalışmaya başladım. Ancak senede 3-4 hafta Türkiye’ye ziyarete gelebiliyorum. Ankara’da bulunduğum kısa süre içerisinde tatilimi geçirdiğim ülkemde bana turist hissettiren bazı anlar... P O L AT L I
Ege’de kısa bir tatilin ardından ailevi bir mesele için Ankara’ya giderken Polatlı’dan geçtik. Bilmeyenler varsa, Polatlı uzun bir zamandır il olmak istiyormuş. Dertlerini Türkçe anlamayan yetkililere bu defa İngilizce anlatmaya karar vermişler. Bu yaratıcılığı alkışlamak gerek. Belki de anlaşılamamalarının sebebi kullandıkları dildir diyerek sembolleri olan kanguruyu da yanlarına alıp enternasyonal anlatıma geçmişler.
8
iki buçuk ayda bir
4.5G
Türkiye’ye mahsus erişim hızı: 4.5G! İlk başta bu afişleri gördüğümde tereddüt ettim. Acaba ben tatildeyken dünya 5G’ye geçti de bize daha ekonomik olur diye 4.5G mi geliştirdiler diye düşündüm. (Gerçi anlaşılıyordur ama belirtmiş olayım ki teknolojiden pek anlamam) İlahi ben, meğersem biz olsun istemişiz ve tabi ki oldurmuşuz. Yani bilimsel bir oluşum değil tabi ki. Adını 4.99G koysak yine olurmuş. Şimdi söylenecek çok şey var tabii ama insan “neden?” diye sormadan edemiyor. Yahu kim 5G diye bir şey yok demek yerine 4.5G çıkarır ki kendi kendine? Hızımız 4’ten üstün olsa ne olur olmasa ne olur? Ona gelene kadar esrarengiz bir şekilde daha ayın 3. günü kotası dolan internet paketlerine bir çözüm getirseler. Vay be, dünya ülkesiyiz. Kendi yarattığımız dünyamızda. Var olmayan hızlara doğru “gelişiyoruz”. ANK AR A’NIN DİNOZORL ARI VE SURL ARI
Mimaride meydan alanı kullanımına dair bir kaç esere de şahit oldum Ankara ziyaretimde. Tarihten çeşitli dönemleri yansıttıkları değişik eserleriyle Ankara Belediyesi yaratıcılıkta sınır tanımamış. Vakti zamanında köklü bir dinozor geçmişi olan Ankara, bu tarihi kültürel mirasını devasa heykel formunda topluca ürettirip şehrin dört bir yanına dağıtmış. Şimdi dev dinozorlar etraf larında aydınlatmalarla sabah akşam bizi selamlıyor. Melih Gökçek’in Mimarlar Odası’na karşı savunup mimarlardan daha akıllı olduklarını söylediği bu dinozorlardan Dinocan’ı Atatürk Orman Çiftliği Kavşağı’nda gördüm. Yorumları size bırakıyorum. Bir başka proje de Ankara’nın kente giriş yollarında bulunan 5 Simge Kapı. Bu kapılar Eskişehir, Esenboğa, Samsun, Konya ve İstanbul yollarından Ankara’ya giren insanları karşılıyor. Ankara Belediyesi’nin açıklamasına göre “5 girişe 5 kapı” düşüncesiyle tasarlanmış olup, bölgenin mimari ve kültürel detaylarını yansıtıyorlarmış. Bu kapıları gördüğümde, ne gerek vardı, kimi neyden koruyor bunlar, niye gözetleme kuleleri var, o sırada gözümüze verdikleri zararı ne yapacağız gibi bir sürü soru geldi aklıma. Ama belki de o ince mesajı ben anlayamadım diye düşünüp “he” deyip geçtim. Zaten yukarıda karşılaştığım sürreal manzaralara yapabildiğim yorum da “he”den öteye geçemedi pek. Hayırlısı olsun. G ülev Bulut iki buçuk ayda bir
9
muzungu notları Belgesellerini izlediğim, bazen dram dolu, bazen egzotik ve bazen de romantik hikayelerini dinlediğim, az buçuk da tarihini ve ortak yasalarını bildiğim -yani aslında hiç bilmediğimAfrika kıtasına, Uganda’ya ayak bastım bu yaz. Gördüklerim ayrı, hissettiklerim ayrı yazıların konusu olsa da size başlangıç olarak uçaktan indiğim anda üzerime esen havada hissettiğim heyecan, telaş ve yabancılığı verebilirim. Tanıdık gelen şey ise o meşhur, uzun ve yayvan, üzerinde uçsuz bucaksız güneşlerin doğup battığı ağaçlardı; Aslan Kral’dan hatırlayacaksınız. Ülkenin tek uluslararası havaalanı olan Entebbe’den, Kampala’daki otelime yaklaşık 1 saatte ulaştım. Bu yolculuk gece dört sularında seyir ettiğinden, o saatte sokaklarda toplanmış insan öbekleri, Uganda’nın çözmem için bana verdiği ilk bilmeceydi. Sonra onların “boda-boda” sürücüleri olduğunu öğrenecektim, nam-ı diğer motorsiklet taksiler. Eskiden Kenya ile Uganda arasında çokça gidip geldiklerinden, “borther to borther” gide gele olmuş size “boda-boda”. Ben de herkes gibi, işyerim ile kaldığım otel arasında ulaşımımı, asfaltsız yolların kuralsız trafiğinden çılgınca -çok fazla çılgınca- sıyrılabilen (halk arasında “necessary evil” olarak da anılan) ve pazarlıkla ucuza binilen motorların arkasına, “hayırlısı” deyip atlayarak sağladım. Boda-bodalar ile normal motorcuları nasıl ayırdedebileceğinizi siz de benim gibi merak etme gafletinde bulunduysanız, gerçekten çok tatlısınız. Alacağınız cevap, normal motorcuların siz işaret edince durmayacak olması. Bir “hayırlısı” da buradan gelsin.
10
Uganda, komşuları Tanzanya ve Kenya kadar turist çekmediğinden -Idi Amin dönemi hariç-, nüfusun bir kısmını oluşturan Hintliler dışında pek yabancı bulunmayan bir yer. Ben, burada geçirdiğim üç haftada, bir tek alışveriş merkezlerinde (burada alışveriş merkezlerinin içi ve dışı bambaşka dünyalar) ve belirli kafelerde rastladım. Bu sebepten bir Muzungu olarak epey ilgi çekiyorsunuz. Şayet bir gün Uganda’ya giderseniz gözleri üzerinizde hissetmeye hazır olun. Bu gözler, özellikle de bıçkın Uganda erkeklerine ait olduğunda epey tedirgin edici olsa da, birtakım diğer gözler dünya güzeli. “Muzungu” kelimesi, içinde ırkçılık önermesi içermeyen, bu bölgenin, beyaz tenli insanları tanımlamak için kullandığı bir terim. Ve eğer siz Uganda’ ya gelmiş bir beyazsanız, burada olduğunuz süre boyunca artık sizin adınız Muzungu. Güzel gözlerin sahipleriyse, sizi görünce heyecanla el sallayarak daha yakından görmek için koşturan çocuklar. Biriyle bir kilise ayininde “bongalaştık” bile mesela. Kilise demişken… Hristiyanlık; hem de koyu katolik bir Hristiyanlık sarmış sarmalamış ülkeyi. En eğitimli kesim dahi arabada ve işyerinde öğle arasında ilahi dinleyecek ve masasının üzerinden İncil’i ayırmayacak kadar dinine bağlı. Bu durum sömürge döneminin getirdiği “isyan etme, şükret” politikasının yansıması olduğundan tüylerimi ürpertse de onlar bu durumdan fazlaca memnunlar. İlginç bir ayrıntı ise, müslüman nüfus azınlıkta olmasına rağmen duyulan ezan sesi ve her iki dinin bayramlarının da resmi tatil kabul edilmesi. Sabahları duyduğunuz bir diğer ses ise maymun sesleri. Uganda, kuş ve maymun türlerinin zenginliği ile meşhur. Bir de gece hayatı ile… Pek iki buçuk ayda bir
kimseyi tanımadığımdan ve yalnız bir Muzungu olarak gardımı bir türlü indiremediğimden ben o gece hayatına akamamış olsam da Ugandalı arkadaşım Elizabeth burada insanların, “yarın olmayacakmış gibi” yaşadıklarını anlattı bana. Yani cebinde paran kalmayacak olsa da, bütün hafta sabahlar olmasın!.. Nil Nehri’ne gelirsek… Nehrin altında yaşayanlardan ödüm kopsa da üstünde yaşayan, canlı renklerinden dolayı zaman zaman çiçek sandığım kuşlar ve nehirdeki dinginlik beni alıp götürdü. Gandhi’nin küllerinin de serpildiği nehirde, Gandhi heykelinin çevresinde bağlanmış, yine pazarlık payı ile sizi dünyanın en uzun nehrinin kaynağına ulaştıran küçük tekneler de öyle. Bu kaynaktan çıkan su, doksan günde Mısır’a ulaşıyor. Nehir, uğradığı kıyılar için çok değerli ve su paylaşımı konusundaki eşitsizlik, bölge için önemli bir gündem konusu. Güler yüzlü, arkadaş canlısı ve sohbeti seven insanların, çok çok güzel kadınlar ve çocukların, bolca yeşilin, aynı zamanda ataerkilliğin, kalaşnikoflu askerlerin, rüşvetin, yoksulluğun ülkesi Uganda. İnsan hayatının çok da önemli olarak algılanmadığı bir coğrafya... Sıtma gibi tedavisi olan hastalıklardan yüzlerce insan ölüyor. Yaşlı nüfusa ise sokakta hiç rastlamadım, çünkü yok denecek kadar az. Bazı bölgelerde temiz suya ulaşım hala sorunlu. Evler, sokaklar hijyenik koşullardan çok uzak. Bir sohbette Türkiye’yi birinci dünya ülkesi olarak tanımladıklarına şahit oldum da küçük dilimi yutmamak için kendimi zor tuttum. Ulan sömürgecilik!
iki buçuk ayda bir
Günceyi iki umutla bitiriyorum; ofistekiler Gezi’yi biliyordu a dostlar. Bizim için de onları bilmek boynumuzun borcu olsun. Elizabeth’in ilham veren mottosu ise yazıya son noktayı koysun; “Her gün, en az bir yeni şey öğrenmeli hayatta .”
Ece Özsaraç
11
birisi var Akşamında kutlama yemeği olan bir cumartesi günü onu almaya gitmiştim. İki eski dostumuz evlilikteki birinci yıldönümlerini biz dostlarıyla kutlamaya karar vermiş ve bol katılımlı, bol mezeli ve bol rakılı bir masaya davet edilmiştik. Evde uzunca hazırlanmış, hatta iyiden iyiye ağırdan almış, bir iki bölüm dizi izlemiştik. Bana iş yerindeki gelişmelerden bahsetmişti kendi hayatı bir diziymiş gibi. Olmak istediği kadın olmak için çabaladığını görebiliyordum her anlattığı kesitte. Fakat olamayacağını bilerek anlatıyordu. Ben de ara sıra ona olamayacağım adamı anlatıyordum çünkü, oradan biliyorum. Ömrümüzün geriye kalanında verdiğimiz emeğe değmeyecek bir paraya gereksiz işler yapacak, gereksiz insanlar tanıyacak, kendimizi onlarla kıyaslayacak ve aldığımız üç kuruşu da onlara yetişmeye harcayarak tüketecektik. Sonra ölecektik. Önce o, sonra ben. Biraz geç kaldığımızı fark edince apar topar çıktık. Akşamüstü serinliği henüz hissedilmiyordu. Davetli olduğundan emin olduğum birkaç kişiyi aradım. Aradıklarımdan biri köprü trafiğine takılmıştı. Başka biri ise mekâna varmak üzereydi. Arabadaydık. Radyoyu açtım konuşmam bitince. Hafif yabancı hafif alaturka karışımı modern şehir ezgileri teması üzerine kurulu programın sonlarına yaklaşmıştık. Bir sonraki programın ise biraz daha elektronik ve ritmik şeyler üzerine olacağını kestirmek güç değildi. Neşeli taklidi yapan zavallılardık, dinleyip beğendiğimiz müzikler bile ziyadesiyle neşeli denebilecek kadar ritmik fakat hüzünlü sözler üzerine kurulu oluyordu, “söz: keder, müzik: neşe”. Şehir insanının müzik anlayışı bile inkâra dayalıydı. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı ve biz bunu edebiyat ve müziği de plana dâhil ederek topluca inkâr ediyorduk. Büyük şairlerden alıntı iki üç dizelik buhranlar şiirden zerre anlamayan bizleri öylesine derinden etkiliyordu ki, bazı günler uyanınca dişlerimizi fırçalamadan önce bir sigara içiyorduk. Radyoyu kapatarak takılı CD’yi açtım, Birisi Var çalmaya başlamıştı Vedat Sakman’dan. Dönüp yüzüne baktığımda göz göze geldik, gülümsedi ancak pek de sahici değildi. Ne yapacağımı bilemedim, ben de gülümsedim. Mekâna vardığımızda sıkış tıkış masamıza epey bir kalabalığın toplandığını fark etmiştim. Düğünden sonra görüşme fırsatı bulamadığım birkaç dostun özellikle yanına oturdum. Alkolün kaldırma kuvveti suyunkinden güçlüdür. Bir iki üç derken muhabbet koyulaşmış, masada bir döngüdür almış yürüyordu, hızla değişmekte olan ayağa kalkıp yanındakiyle yer değiştiren alkollü insan döngüsü. Kalabalık, rakı, mezeler ve eski anılar vardı masada. Eski anılar, yaşandığı sırada pek de keyifli olmayan fakat sonradan anlatma kabiliyeti olan birkaç kişi tarafından her seferinde biraz daha gizem ve merak unsuru eklenmek suretiyle efsaneleştirilerek anlatılan şeylerdir. Eski anılarınızı başkasından dinlemek, siz eski fotoğraflarınıza heyecanla bakarken başkasının elinizden çekip alması gibidir. Maruz kaldığınız bir zorbalıktır anlayacağınız. Evli çiftimiz gayet mutlu görünüyordu, imrenerek bakılan çiftlerden. Hani şu okulda birbirini bulmuş ve büyük ihtimal cesaretsizlik ve çevresel birtakım faktörler, küçük bir ihtimalle de gerçekten birbirlerine âşık oldukları için işi evliliğe kadar götürmüş çiftlerdendiler. Ben o akşam alkolün de etkisiyle gerçekten birbirlerine sırılsıklam 12
iki buçuk ayda bir
รถzge mutlu iki buรงuk ayda bir
13
âşık olduklarını bilmek istedim ve onları size öyle aktarmak istiyorum. Evli çiftimiz gayet mutlu görünüyordu, üstelik birbirlerine hala sırılsıklam âşıklardı. Kahkahalardan anlaşılan, çarpık dişlerin görünme ve kaş ile gözlerin kayma ihtimali umursanmayacak kadar içilmiş olmalıydı. Bu anı fırsat bilen biri cebinden telefonunu çıkararak garsondan fotoğrafımızı çekmesini rica etti. İnsanlar sarhoşken dürüsttür, masada en az 50 like var diye geçirmiş olmalı içinden. Daha sonra 45 like’a da tamam olan biri fotoğrafın kendisine gönderilmesini talep edecek, bu arz talep eğrisi fotoğrafı son alan kişinin paylaşımının ertesi gün öğlene dek ancak 15 civarında like almasıyla hüzünlü bir şekilde sonlanacaktı. Fotoğraf çekimi sırasında yanına yanaşmış, kokusunu duyunca da yanağına bir öpücük kondurmak gelmişti içimden. Sevgililer güzeldir, hoş kokarlar. O da beni öpmüş, yüzüme doğru dönüp gözlerimin içine gülümsemişti, üstelik benim gibi alkollü de değildi. Onun için her şeyi başarabileceğinizi sanırsınız, işte öyle anlardan biri. Evli çiftlerin düzenlediği geceler pek uzun sürmez. Dönüş yoluna erken geçmiştik. Alkollüyken copilot koltuğunda olmak bana her zaman keyif vermiştir. Camları ve müziğin sesini biraz açmış, bir sigara yakmıştım. Eve gidişimiz kolay olmuş, hatta arabadan inince türlü maymunluklar eşliğinde değnekçilik yaparak aracı park etmesine yardımcı olmuştum. Onun da keyfi pek yerindeydi. Alkolü ve sigarayı bıraktığından beri daha derli toplu bir kadın olmuştu, sanırım kendisini anneliğe hazırlıyordu. *** Sabah kalktığımda kahvaltısını etmiş, hazırladığı şeylerden bana da ayırarak masaya bırakmıştı. Benimse fena halde başım ağrıyordu. Mutfağı es geçerek salona, yanına gittim. Dün akşam çekildiğimiz fotoğraflara bakıyor, bir yandan da eski fotoğrafları karıştırıyordu. Suratının değişmesinden onunla olan bir fotoğrafımızı gördüğünü anladım. Gözlerini dikti incelermiş gibi. Yüzünden okuyordum, aslında fotoğrafa ilgisi yoktu. Yolunda gitmeyen şeyleri düşünüyordu. Bu gibi durumlarda genel tavrı buydu. Sonra fotoğrafa gerçekten baktığını fark edince telefonu elinden aldım. Resmi ters çevirdikten sonra bu sefer ben incelemeye başladım. O fotoğrafın içinde, o yaz gününü sonsuza dek yaşayabilirmişim gibi geliyor her baktığımda ya, neyse. Oturduğu yerden kalktığını fark etmemiştim. Gözlerini benden ayırmadan henüz taksitleri bitmemiş telefonu elimden çekiştirerek aldı ve ayırabileceği en ufak parçalara dek ayırmak üzere duvara fırlattı. O günün akşamında terk edilecektim. Burak Cem Salay
14
iki buçuk ayda bir
Sokağımdaki Paralelci Geçtiğimiz Pazarlardan bir öğleden sonra, sevgili Bafra Pelinsesimle birer kahve içmeye karar vermiş bulunduk. Bilmemne ablası bir yerde bir kafe dizayn etmiş, “Gel oraya gidelim, merak ettim” dedi. Hayır demenin bedelini ödeyemeyecek olduğumu fark ettim ve dedim ki “Hey dostum bu harika bir fikir!” Velhasıl kelam yola koyulduk. Ihlamur Caddesi’nde ufak bir kafe; gerçekten farklı bir görüntüsü vardı. Bilmemne ablasını içimden tebrik ettim. Kafeye girince, üniversiteden tanıdığım birini gördüm. Şimdilik ona Tyler Durden diyelim. Tyler, oldukça dövmeli, rahat giyimli, sanatçı görünüşlü, Vespa’lı, keyif adamı olduğu her halinden belli... Tyler, başta beni tanımasa da kendimi biraz tanıtınca “Haaa tamam, hatırladım şimdi” gibi bir tepki verdi. Meğerse mekanın iki işletmecesinden biriymiş. İlginç ve heyecanlı bir şeyler duyacak olmanın verdiği sabırsızlıkla, dedim “Napıyosun, ne ediyosun, neler yaptın anlat!” Anlatmaya başladı. O anlattıkça fark ettim ki Tyler benim hayallerimdeki hayatı yaşamakla meşgulmüş… Tyler, bir süre editörlük yapmış, Erasmus’a gitmiş, orada sıkılıp Hindistan’a gitmiş, bir süre orada kalmış. Ondan sonra Güney Amerika’ya gitmiş, çektiği fotoğrafları, yazdığı yazıları satmış. Almanya’ya editörlük konusunda master yapmaya gitmiş, hoşnut kalmamış, gastronomiye yönelmiş. Bir daha Güney Amerika’ya gitmiş. Tekrar yazılar, yemekler, fotoğraflar falan derken, İstanbul’a dönmüş ve bu kafeyi açmışlar, yaklaşık 1 ay önce. Tyler’ın uzun ve heyecanlı hayat hikayesinin ayrıntılarını tam olarak hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, her hikayesinin sonunda ya da başında “Abi ben de çok severim, çok istiyorum” demem. Sonunda bitirdi konuşmasını, “Sen ne yapıyorsun?” dedi. Bakın size yemin ediyorum, 13 yaşındaki çocuklara eroin satıyor olsam daha az utanırdım. “Bankacıyım” dedim. “Hııııı” dedi. Bana sorarsanız “Hııııı” bile fazlaydı. Tyler’la aynı okuldan, aynı bölümden mezunuz, aynı yerde erasmus yaptık, aynı sokakta oturuyoruz ve hayatta yaptıklarımız değil ama istek ve zevklerimiz aynı yönde. Derginin bu sayısını, onun kafesine de bırakacağım. Ne dersin dostum bir yerleri patlatalım mı?
M.A.
iki buçuk ayda bir
15
İ k İ b u ç u k ay ı n rİtmİ çok şanslı olarak addettikleri yapımcı Stuart Price’dan ve farklı yaklaşımlar barındıran yeni şarkılarından bahsettik. Konuşmalarından özetle “Get To Heaven”a inandıkları ve yaptıkları şeyden son derece emin olduklarını söyleyebilirim. Onlar yeni albümleri için çok heyecanlılar.
Bir şarkıyı bir sanatçıyı bir grubu ya da bir albümü çok sevdiğinizde zamanla popülerliğin ağına düşüp size “eski tadı kalmadı” cümlesini kurdurmasından kaygılandığınız olur mu? Bana çok olur. Tam bir albüme bağlanıp 35 kez arka arkaya dinlerken; (uzaklara bakıp tüm efkarımla) “bir gün sen de herkes gibi olacaksın” derim. Nitekim o acı sonun ardından onları ilk keşfeden benmişim ama şimdi tamamen bir yabancıymışım gibi paltomun tüm düğmelerini ilikleyip soğuk bir gecenin üşüttüğü ıssız bir sokakta arkama bakmadan gözden kaybolurum. (abart Selin)
Everything Everything de benim için işte tam olarak bu hissiyatımı örnekleyebileceğim bir grup. Müziklerinin, şarkı sözlerinin hatta video kliplerinin bile sıkı bir takipçisi olarak onları gün geçtikçe iyi yerlerde görmek kalbime bir hançer gibi oturuyor. Kendileriyle, bu yıl 3. albümleri “Get To Heaven”ın yayınlanmasından çok kısa bir süre önce, İstanbul konserlerinde tanışma fırsatı buldum. Her biri de komik, yetenekli, fazla uyumlu ve konuşkan. (Tabi ki ben daha çok konuştum bık bık bık) Aynı zamanda alışkın olmadığımız kadar mütevazılar. Biraz ukala ol, böbürlen, artistlik falan yap; ama yok! Yeni albümde; birlikte çalıştıkları için kendilerini
16
Bende 2. albümleri “Arc”ın her ne kadar ayrı bir yeri olsa da “Get to Heaven” da son derece keyifli ve kaliteli olmuş. Albümden yayınlanan ve yönetmenliğini grubun solisti Jonathan Higgs’in üstlendiği klipler de bir o kadar sanatsal ve kurgusal. (çok bilirim ben) Pek efendi çocuklar, sevin onları, dinleyin. Çok popüler etmeyin ama, müzikleri bize kadar kalsın.
* F a v o r i ş a r kı : T o T he B la d e
Selin
iki buçuk ayda bir
O Bazı zamanlara ender rastlanır: Herkesin aynı anda mutlu olduğu anlar Hiçbir şey istemediğin anlar Birinin seni anladığı anlar Kimseyi umurs amadığın anlar S evgililerin birbirini sevdiği anlar… Şiir sevmeyen adam İşte bizi o kadarcık anlar.
-
Dilara Kazancı
iki buçuk ayda bir
17
İ k İ b u ç u k ay ı n ç a l m a l İ s t e s İ
t e m a : Z a m a n s ız Ka r ı ş ı k Ka s e t 90’larda müzik dinlemek emek isterdi geyikleriyle yazıma başlamayacağım, merak etmeyin. O günlerden kulağımda yer eden, a ğ a ç h ava s ı ve r i l m i ş p l a s t i k ka p l a m a l ı tey b i m i n k ı r m ı z ı n o k t a l ı “ R E C ” t u ş u n a b a s t ı ğ ı m d a ç ı ka n d oy g u n “ço t a n k” s e s i n e s e l a m e d e r ve sizler le “zamansız karışık kaset” listemi paylaşmak isterim. -
A _ 1 ) D a f t P u n k – S o m e t h ı n g A b o u t Us
Gelmiş geçmiş en iyi şarkı derim bu şarkıya, hatta gelecek şarkılar i ç i n d e d e e n i y i ş a r k ı d e r i m . Ku s u r a b a k m ay ı n d e r i m . N e d e n m i ? S öz l e re b i r b a k ı n . Pa rç a n ı n g ro ove ha l i n e b a k ı n , s a l ı ve r i n ke n d i n i z i . Ku l l a n ı l a n g i t a r ‘r i f f ’ l e r i ö f f, m e l o d i k a l t y a p ı s ı d e r s e n i z ö f f ö f f. . . Ne m o d d a o l u rs a n ı z o l u n , s i ze t av s i ye m o d u r k i b u p a r ç ay ı a ç ı n ve defalarca dinleyin. A_2) Phosphorescent – Song For Zula
Matthew Houck kaleminden çıkan efsane bir şar kı ile devam ediyoruz l i s t e y e . 2 0 1 3 ’ü n ş a r k ı d ü n y a s ı i ç i n k ı s ı r b i r y ı l o l d u ğ u s ö y l e n e b i l i r. A n c a k b u y ı l ı k u r t a r a n ş a r k ı “ S o n g Fo r Z u l a ” d i y e b i l i r i z . Ş a r k ı ş ö y l e bitiyor (kendi çevirim, kötü olduysa kusuruma kalmayın): “ Ve s i z , s i z i n s a n l a r, b i r g ö r m e y e g e l i n . Orada, cam fanusun içinde oturun ve bakın bana. Ancak kalbim hiddet dolu, kemiklerimse çelik gibi güçlü, Ve b i r ö z g ü r k a l ı r s a m , s i z i ç ı p l a k e l l e r i m l e ö l d ü r ü r ü m ! ” A _ 3 ) M e h m e t G ü r e l i – Ki m s e Bi l m e z
Ke n t O z a n l a r ı a l b ü m ü n e Me h m e t G ü r e l i ş a r k ı s ı o l a r a k g i r m i ş b i r p a r ç a . H a y y a m’ ı n d e ğ i ş i k d ö r t l ü k l e r i n d e n a y ı k l a n m ı ş m ı s r a l a r ı n b i r araya getirilmesi ile ayrı bir şiirmiş gibi görünse de sözler insanı alıp g ö t ü r ü y o r. “Kimse bilmez, bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?” A _ 4 ) J o n at h a n W I l s o n – D e s e r t R av e n
Gentle Spirit albümünün kapağına bak, al albümü. Çizimler efsane. Bu topraklara bu denli yakın olmamıza rağmen bizim albüm kapaklarımızda değil de bir batılı şarkıcının albüm kapağında oryantalist çizgileri görmek beni her zaman düşündürmüştür ve s o r u n u n c e v a b ı n ı t e m b e l l i ğ i m i z d e b u l d u m . Ya d a A h m e t E r t e g ü n’ü n b i z A n a d o l u i n s a n ı n ı t a s v i r e t t i ğ i i k i k e l i m e d e “ m i s k i n l i k v e a ş ı r ı l ı k ”. A _ 5 ) T h e T e m p t at I o n – F r I e n ds h I p T r a I n ( U n g e n a Z a U l I m w e n g u )
“ H a r m o n y i s t h e k e y, m y s i s t e r s a n d b r o t h e r s . . . ” A _ 6 ) Ay y u k a – S ö m e t r
Ay y u k a ’n ı n , ü ç ü n c ü s t ü d y o a l b ü m l e r i n e a d ı n ı v e r d i k l e r i ş a r k ı : S ö m e s t r. B u ş a r k ı o t u r d u ğ u n u z y e r d e d a h i s i z e k ı ç ı n ı z l a , b a ş ı n ı z l a y a d a h e r h a n g i b i r y e r i n i z l e r i t i m t u t t u r a c a k t ı r.
18
iki buçuk ayda bir
-
B_1) StevIe Wonder – SuperstItIon
Ay y u k a i l e h ı z l a n m ı ş k e n r i t m i d a h a d a i l e r i t a ş ı y a c a k m i h e n k t a ş ı şar kılardan biriyle devam edelim. Gülen yüzüne hayran, sesine kur ban Stevie abimizi her daim bir listeye eklemek gerektiğini düşünüyorum. B _ 2 ) C h r o m e o – N e e d y GI r l
K a n a d a l ı e l e c t r o - f u n k i k l i s i C h r o m e o ’n u n 2 0 0 4 y ı l ı n d a y a y ı m l a d ı k l a r ı single “Needy Girl” içindeki disko ritimleri ile bizleri biraz daha h a r e k e t l e n d i r e c e k v e b i r s o n r a k i p a r ç a y a h a z ı r l a y a c a k . G e l i y o r. . . B _ 3 ) NU – M a n O T o
Ve g e l d i . . . N U , g e r ç e k a d ı y l a Fa b i a n L a m a r, A l m a n y a ’d a e l e k t r o n i k müzikle uğraşan sanatçı etnik melodilerle elektronik sesleri bir leştirmeyi görev edinmiş adeta. İyi ki de edinmiş çünkü böyle bir p a r ç a o r t a y a ç ı k m ı ş . Ş a r k ı n ı n s ö z l e r i M e v l a n a ’n ı n “ B e n v e S e n” a d l ı şiirinden: “ b u l a n d ı r a n p a l av r a l a r d a n â z â d e , g a m s ı z b i r key i f, b e n v e s e n . s e n v e b e n , n e s e n v a r s ı n n e d e b e n , b i r o l m u ş u z a ş k e l i n d e n” B _ 4 ) H o t Nat u r e d – P l a n e t Us
Deep-house son yıllarda sıkça karşımıza çıkan bir tarz oldu ve d ü nyay ı ka s ı p kav u r m aya d eva m et m e k te. A n c a k p o p ü l e r l i ğ e u l a ş a n her tarzın sorunu olduğu gibi deep-house da çöp grup ve sanatçılara kucak açmış durumda. Çıktığı günden itibaren çizgisini koruyan İn g i l i z -A m e r i ka n e l e k t r o n i k g r u b u Hot Nat u r e d , t av s i ye e d e b i l e ce ğ i m gruplardan biri. B _ 5 ) Ca m o & K r o o k e d – L o v I n g Y o u Is E a s y
83 Salzburg doğumlu Reinhard Camo Rietsch ile Lilienfeld 89 d o ğ u m l u M a r k u s K r o o k e d Wa g n e r e l e k t r o n i k m ü z i k i k i l i s i , g e n ç yaşlarına rağmen kısa zaman içinde birçok önemli şarkıya imza a t t ı l a r. D r u m & b a s s a ğ ı r l ı k l ı p a r ç a l a r ü r e t s e l e r d e e l e k t r o - f u n k k o k u l u p a r ç a l a r ı d a y a p m a y ı s e v i y o r l a r. B u n l a r d a n e n c a n a l ı c ı m e l o d i y e s a h i p “ L o v i n g Yo u i s E a s y ”, u m a r ı m h o ş u n u z a g i d e r. B _ 6 ) J agwa r Ma - U n c e r t a I n t y
İ n g i l t e r e’d e m ü z i k l i s t e l e r i n d e 6 4 . s ı r a l a r a k a d a r ç ı k m ı ş Av u s t r a l y a l ı saykodelik dans müzik grubu Jagwar Ma ile tempomuzu tekrardan o r t a l a r a a l ı p l i s t e m i z e s o n v e r i y o r u z . Ş i m d i d e n t e ş e k k ü r l e r. . .
Tü m o k u r l a r a v e d i n l e y e n l e r e t e k r a r t e ş e k k ü r l e r. . .
Hüsey i n Kara
iki buçuk ayda bir
19
kaygısız parklar
özge mutlu
Psikoloji sözlüğüne göre kaygı, en genel anlamıyla tehlike veya talihsizlik korkusunun ya da beklentisinin yarattığı bunaltı veya tedirginlik, usdışı korku. * Berçem Göktürk
20
iki buçuk ayda bir
Bir başka tanıma göre kaygı, nesnesiz olmasıyla korkudan farklılık gösterir. Korkunun -ister bir insan, ister bir olay olsun- bir nesnesi vardır ama kaygının yoktur. İşin özü, kaygı kendiliğinden -nesnesiz, öznesiz, anlamsız- bir şekilde var olur, içimizi kemirir. Anımızı, günümüzü, yarınımızı kemirir durur.* Sınavlar, yetişilmesi gereken yerler, yetişmesi gereken işler, sevgililer, mülakatlar, ayrılıklar, hastalıklar bizi kaygılandırır. Bu liste uzar. Sıraları değişir, öncelikleri değişir. Gündelik olanlar ve hayati olanlar olarak kategorileştirilebilir mesela. Gündelik meseleler bazen öyle büyük yer tutar ki hayatımızda “aldı dert beni”ler unutulur biranın ilk yudumuna kadar (Erol Mutlu – Aldı Dert Beni). Aynı anda hem telefonunuzun şarjı hem de müzik çalarınızın şarjı bittiyse mesela, o yol bitmez. “yollar çamur, kurusun da gidelim” çalar içinizde ama yollar bitmez (Neşet Ertaş – Eğer Benim İle). Yolun bitmeyişi kaygılandırır sizi. Otobüsü kaçırdıysanız ve bir sonraki otobüse 40 dakika varsa mesela, neden o kadar uzakta oturduğunuzu, neden otobüs saatlerinin sık olmadığını, ulaşımın neden bu kadar zor olduğunu falan düşünürken bir bakmışsınız ki İneklikEtmeTaksiTut sloganları başlamış içinizde. Al sana bir kaygı ve dolayısıyla baş edilecek bir durum daha: “40 dakika beklemek mi 40 lira verip taksiye binmek mi?” Bu ikilemleri ve yarattığı kaygıları düşünürken, varoluşunuzu sorgular bulabilirsiniz kimi zaman kendinizi. Varoluşçu ekole göre gündelik kaygılarımız aslında varoluşsal kaygılarımızdandır. Hatta daha terimsel ve bilimsel olsun, yaşadığımız her ontik (gündelik) kaygının altında ontolojik (varoluşsal) kaygılarımız vardır. Bu durumun farkında olan ama her anını bunu düşünmeden yaşayan insan sayısı da oldukça fazla olabilir. Elimizde araştırma verisi olmasa da gözlemlerimiz bunu doğrular nitelikte*. Varoluşsal özgürlüğümüz ile karşılaştığımızda varoluşsal kaygımız da başlıyor. Varoluşsal kaygımız (ben kimim/ne yapıyorum bu hayatta/daha ne kadar yaşayacağım/neden bunlar benim başıma geliyor) dört bir yanımızı sarıp da bizi hareketsiz hale getirdiğinde pusulamızı kaybetmiş gibi oluruz. Yani hayatın tercih ve seçimlerden ibaret olduğunu, seçimlerimizin sorumluluğunu almamız gerektiğini anladığımız ve özümsediğimiz an... Varoluşsal kaygılarımız aslında bizim pusulamızdır. Pusulayı doğru kullanarak yolumuzu bulmamız gerekmektedir. Zaten varlığımız kaygı ile başlıyor, öleceğimizi bildiğimiz bir hayat yaşıyoruz. Bir gün öleceğiz! Ne zaman ve nasıl olduğunu bilmeden, ölümü reddetmeden ama her an da ölecekmişiz gibi yaşamadan devam ediyoruz hayatımıza. Düşünsenize, bir gün öleceğiz! Ama parklar! Parklar bu korkuları içimden alıyor. Şehirde onca binanın kalabalığında azınlık kalan, nefes alınan, sayısı azalan parklar. Bir gün akşama doğru herkes evinde yemek masasını kurmaya başlamışken beni Maçka Parkı’nda bunları yazarken bulabilirsiniz. Toprağa değdiğim, kafamı çimlere yasladığım, yamacıma gelen köpekleri sevdiğim, gözümü gökyüzüne diktiğim an kaygılarım havada dağılıyor. Varoluşum parklarda sakinliyor. Taksinin 40 lirası, seçimler, sınavlar, mülakatlar, kavgalar, adamlar, kadınlar ve hatta ölüm bile bir süreliğine kendini parklarda unutuyor. Parkı oturma odasına çeviren herkese selamım var! Başı gözü üstüne…
*VARO LUŞÇU ANALİZ VE LO G OTER APİ EĞİTİ M İ N OTL ARI N DAN
iki buçuk ayda bir
21
haikular* * h a i k u : 5 -7- 5 h e c e d ü z e n İ n d e 3 d İ z e o l a r a k ya z ı l a n g e l e n e k s e l japon şİİrİ türü.
kuzguni’den
kanadın yorma hüzün bir kelebektir ömrü tükenir --günebakana arsız güneşin hükmü boyun büktürür
kartvizit antikacıydı önü şiir arkası edip cansever
22
iki buçuk ayda bir
berna’dan
iki buçuk ayda bir
23
sığamadı ZafZaf
S OR A M A D I
24
iki buçuk ayda bir
BAKAMADI
SIฤ AMADI
iki buรงuk ayda bir
25
-
ö zg ü rl ü ğ ü n rİtmİ
Bunca kötülüğün ve umutsuzluğun arasında hayatın film sahnelerine dönüştüğü kimi anlar vardır: Yavaş yavaş müzik başlar arka planda, basın tok sesi trompetin iç gıdıklamasına zemin oluşturur, hafiften tozlu sahneye çıkarmış gibi sepya tonlu bir ortama adım atarsın... İşte tam da o sırada müziğin tonu iyice oturmuş, belli bir tempo tutturulmuştur bile. Ve bir de bakmışsın o salınıma ayak uydurarak hareketlenmeye başlamışsın sen de… Sonrasında bildiğin tek şey ise karşı koyamadığın mutluluk hissi, huzur ve aşık olduğun o müzikle birlikte geçen saatleri umursamadan dans edişindir… 2010’lardan çıkıp bir anda geçmişe, Woody Allen’ın Paris’te Geceyarısı filmi gibi 20’li, 30’lu, 40’lı yıllara gittiğinizi düşünün, hem de bunu her hafta birçok kez yaptığınızı. Swing müziği ve dansının dünyasına girmek çocukluğunuzdan beri beklediğiniz büyülü kapının açılması gibi bir
26
iki buçuk ayda bir
hissiyat. Yavaş yavaş, gerçekten uğraşarak ve dansı hayatının önceliği yaparak ilerleyebildiğin, hobi demeye dilimin varmadığı bir tutku. A h Müzeyyen hem de çok derin tutku! Öyle ki, dans etmeyen arkadaşlarından birçok kez azar işittiğin, ailenin tüm gece zıp zıp ne yaptığını anlayamadığı, tüm paranı ve zamanını sabahın köründe başlayan derslere girmek için harcayıp, kendini bir kampa kapatıp, bezdirici işler yaparak geçirmeyi göze aldığın ve profesyonel olamayacağını bildiğin halde durmadan çalıştığın bir kısır döngü. Sonu olmayan, hem ruha hem bedene iyi gelen harika bir döngü… Bilen vardır, bilmeyen çoktur; hayat değiştiren bu vazgeçilemez dans ile ilgili biraz arka plan vermekten zarar gelmez. 1920’lerin sonu, 30’larınbaşında, Afro-Amerikan bir dans olarak Harlem’de kendini bulan, çokça doğaçlamalı, bolca eğlenmeli ama en önemlisi swing müziğiyle birlikte biraz da başkaldırının, Afro-Amerikan kültürünün kendini özgürce temsilinin bir dışa vurumu diyebileceğimiz bir tarihe sahip Swing dansları. En ünlüsü Lindy Hop olmakla beraber Blues, Balboa, Boogie-Woogie, Solo Caz gibi çeşitleri ve tabii ki her birinin ayrı ayrı hayranları da var dünya çapında. Lindy Hop’tan bahsedip yakın zaman önce kaybettiğimiz Frankie Manning’in adını anmamak olmaz.
içten gülümseme size bu dans hakkında her şeyi anlatabilir kolayca. Ancak, beni asıl heyecanlandıran şey yıllarca ne olduğunu bilmeden arayıp durduğun bir şeyin gelip tam da hayatının en ortasına oturmasının şaşkınlığı ve aslında bir de, onu bir şekilde bulabilmiş olmanın mutluluğu. Hem sana ait olan hem de, en klişe tabiriyle, paylaştıkça çoğalan bir yapı, oluşum, birliktelik, hissiyat ve durmadan değişen var oluş hali çünkü dans, lindy hop. Kulağa biraz komik geliyor belki ama müziğin güzelliğini bazen yakın bir arkadaş bazense hiç tanımadığın bir insanla paylaşmanın hazzı, her bir seferinde bambaşka ruh hallerine bürünmenin bilinmezliği insanı her seferinde heyecanlandırıyor. Zaman, dil, ırk, cinsiyet, fikir kalıpları, yaş ve beden sınırları tanımayan bir dünyaya ait olmanın özgürleştiriciliğini birinci elden tatmanın zevkine, ritmin ve enerjinin evrenine bir yolculuk... Ama aslında buradaki asıl özne dans değil, en basit anlatımıyla sevdiğin şeye sığınmanın, hem birey hem topluluk olma hali. Çünkü aslında önemli olan, şu bir kere geldiğimiz ve biraz da şansa yaşadığımız hayatta gerçekten keyif alacak bir şeyler bulup ona sımsıkı sarılmak. Sarıldıkça çoğalmak, daha da büyümek ve bir şekilde hem aklını hem bedenini hem de ruhunu koruyabilmek… Bir yandan da özgürleştiğini hissetmek elbette!
Çünkü kendisi hem bu dansın hem de bu dans kültürünün dünyaya yayılmasını sağlayan en önemli isimdir. Manning’in enerjisi ve yüzündeki iki buçuk ayda bir
Güldeniz Şensoy 1. Fran kie Manning _1914-2009 2. Fotoğraf: Selİ n Özdem İ r
27
f İ L m kr İ t İ k
S aul F ia L ászló Nemes - 2015 Géza Röhrig, Levente Molnár, Urs Rechn
Sinemada kadrajla izleyiciyi sınırlamak bize çok tanıdık gelen bir his olmalıydı aslında. Zira bu ülkenin kadrajıyla her gün dünyamız sınırlanıyor. Bu dar dünya kadrajına sıkışmış bir neslin sineması o neslin tepkisi oluveriyor. Parçalıyor kabını. İçindekileri saçıyor oraya buraya. İşte Türkiye Sineması’nın en derininde bu his var zannediyorum. Gözü kapalı, kulağı tıkalı dünyaya gerçekleri olduğu gibi ve olan şekliyle, dolayısıyla her açıdan ve her detayıyla anlatmak… Halbuki sinemanın kendi başına bir iletişim yöntemi olduğuna ve yönetmenin gerçeği kopyalayan kişi değil, gerçeği en konsantre haliyle yeniden üreten kişi olduğuna ne zaman ikna olacağız? Öyle ki yönetmen dünyevi ve varoluşsal tüm yapılanmaların bireyde nasıl tezahür ettiğini teşhis eden bir doktor, bu yapıyı bozup kendi diliyle yeniden inşa eden bir tanrı ve insanları bu yapıya dahil edecek bir mıknatıs gibidir. Son of Saul (2015) László Nemes’nin ilk uzun metraj filmi. 1944 Auschwitz kıyımında geçen 28
iki buçuk ayda bir
hikayenin ana karakteri Saul, kendi ölümünden önce diğer Yahudilerin kıyımında Nazilere yardım etmeye zorlanan bir esirdir. Hikaye Saul’un yakılmak üzere krematoryuma taşıdığı insanlar arasındaki bir çocuğu kendi oğlu sanmasıyla- ya da o ihtimal ile yüzleşmesiylebaşlar. Saul çocuk için dini ritüellere uygun bir cenaze arayışı içinde tüm kıyımı kendi psikolojisi üzerinden izleyiciye sunacaktır. Konu itibariyle yeterince sarsıcı bir film olan Son of Saul, aynı sarsıntıyı teknik yaklaşımıyla da sürdürmüş. Öyle ki izleyicinin görsel açlığını doyurmayı seçmektense, ki yönetmenin elinde bunu yapabilecek gani gani malzeme olduğu yadsınamaz, izleyicinin tüm odağını filmin ana karakterine kanalize etmiş. Bu durum izleyicinin gördüğü ile görmek istediği arasında hatırı sayılır bir kontrast yaratıyor. Kamera takibi ana karakter odaklı ve Saul işini yapıyor. Kamera deyim yerindeyse bizi acımasızca Saul’e tabi tutuyor. Yönetmen tüm sinikliğiyle kadrajı dar ve tüm netliği Saul üzerinde tutarak izleyiciyi nefessiz bırakıyor. İlk bakışta çok riskli bir yöntem gibi görünse de film başladığında, bir süre, hareketsiz oturamıyorsunuz. Dikkatinizi Saul haricinde her şeye verme ihtiyacıyla kadrajın sağını solunu araştırıyorsunuz. Ancak sizi tatmin edecek netlikte ve açıklıkta bir veriye ulaşılamıyor. Görmek istediğiniz tüm vahşet ya net alanın dışında ya da kapalı kapılar ardında. Tüm o bilinmeyen, bugüne kadar saklanmış detayları arzulamayı yönetmene teslim olmanız gerektiğini anladığınız an bırakıyorsunuz. Çünkü yönetmen açıkça şunu söylüyor: ‘Bu hikaye sizin yaşananlarla ilgili merak ettiklerinizi değil, Saul’ü anlatıyor. Gaz odalarında bağıran insanları değil, o insanların ölü bedenlerini kaldıran Saul’ü izliyoruz.’ Filmin balı yönetmeni Nemes ise kaymağı görüntü yönetmeni Matyas Erdely. Film, aktüel çekilmiş uzun tek planlar silsilesi. Kameranın motivasyonunu hikayenin ta kendisini oluşturuyor. Bu yüzden de film tıpkı hayat gibi başınıza geleni size tanıtıyor, ona uygun bir bakış açısı ve onunla baş edebilecek araçlar ürettiriyor. Önceleri biraz dirensek de Saul’ü fark ediyor ve sonra filmi onun psikolojisiyle takip ediyoruz. Teknik yaklaşım ise sürekli sırtımızı sıvazlıyor: ‘şimdi doğru yerdesin, burayı hisset.’ 35 mm çalışılmış filmin renklerinin kurduğu görsel yapı tüm hissiyatı deşifre ediyor. İzleyici kirleniyor, ateşlerin ve kaosun ortasındaki soğuk soğuk terleme hissini yaşıyor. Renkler mekanın kokusunu ele veriyor ve film 5 duyu organını ele geçiriyor. İşte o andan itibaren yalnızca film izlemiyor, hikayeyi yaşıyorsunuz. Nemes size orada olanları birebir deneyimletmiyor, onun yerine orayı deneyimlettirerek sizi kendi gerçeğiniz ile baş başa bırakıyor. Hikayedeki tüm ilişkilenme biçimleri birden tanıdıklaşıyor böylece.
B e s t e Ya m a l ı o ğ l u
iki buçuk ayda bir
29
“sefer“
İki sene oldu bu işin içindeyim. Bu iş dediğim, mülteciler ve sığınmacılardan ibaret. Suriyeli sığınmacılarla çalışırken en çok duyduğum kelime: “Sefer”. Üçüncü ülkeye gitmek, bu ülkeden çıkmak demek, umutlu bir gelecek demek onlar için sefer. Ve ben iki senedir gözümün içine bakan, ülkesinden edilmiş insanlara yine gözlerinin içine bakarak bu ülkeden yasal olarak gitmenin çok uzun bir süreç olduğunu ve çok küçük bir ihtimal olduğunu söylüyorum. Kimine göre kalpsizce, kimine göre dürüstçe. Söylemek zorunda olduğum işim; işimin bir parçası olduğu için söylüyorum bunu. Söylemem gerek. Söylemezsem hayaller devreye girer. Zaten hayalsiz bırakılmış insanlara yalandan hayaller vermeye hiç hakkım yok. Kimse gelmek istemedi bu ülkeye ve herkes de gitmek istiyor. O yüzden bu ülkeden umutsuzca da olsa, zaman zaman ölerek de olsa kaçabilme ihtimali, bu insanlar için en nihayetinde bir umut, tünelin sonunda bir ışık olabileceğinin kanıtı. Burada oturup çürümeyi beklemektense, hayatları için bir şey yapıp gerekirse o uğurda çürüme fikri daha cazip geliyor. Dahası, Ortadoğu’dan bakınca toz pembe gözüken Avrupa’ya tokat gibi çarpıyorlar, dünyanın kuzey taraf ları, hiç bilmedikleri, hep mesafeli durdukları insanlar tarafından akına uğruyor. Bir telaş alıyor ya herkesi, TV kanalları, gazeteler bu haberlerle çalkalanıyor, devlet başkanları açıklama yarışına giriyor. Bu zorunlu ve çoğunlukla gönülsüz temasın yarattığı şaşkınlık hoşuma gidiyor. Çünkü birileri sonunda onları görüyor ve yaşanması gereken panik hali geç de olsa yaşanıyor. Kirli çamurlu, kara kuru gördükleri insanlar o pembeliği silip atıyor. Ve o kirli çamurlu gördükleri insanlar da bir süreliğine görünür oluyor. Şu an dünyayı zorunlu göç yönetiyor. Kim ne derse desin, bu panik ve bu heyecanın başka sebebi yok. Zorunlu göç eden, yollara düşen, denizler dibine batan, sahiller kıyısına vuran insanlar, herkesi silkeleyip duvara çarpıyor.
Ezg i Karao ğlu
30
iki buçuk ayda bir
B e r n a Ay
iki buรงuk ayda bir
31
Hong Kong
Hong Kong’da uçmuyor kuşlar Uçsa da biz göremiyoruz. Bu, bir gezi yazısından ziyade şehirle kurduğum ikircikli ilişkinin bir acayip yansıması olacak. 1997 Temmuz ayına kadar İngiliz sömürgesi olarak yönetilmiş bu adalar toplamına ayak bastığımda herşey çok güzel başlamıştı. Havaalanı sakin, kaossuz, yönlendirmeler olabildiğince açık. Valizimi sakince aldıktan sonra, önceden araştırmış olduğum, bizim İstanbulkart benzeri Octopus kartı satın almak üzere danışmaya gittim. Hong Konglularla ilk İngilizce konuşma deneyimim de bu şekilde gerçekleşmiş oldu. Bir kaç kez “Efendim, ne dediniz, pardon neresi” dedikten sonra Octopus kartı başarıyla alıp, metro hattına yöneldim. Şahane! Metro hattı, valizi aldığım yerden sadece 4 dakika uzaklıktaydı. Zaten okumuştum metro sisteminin harikulade gelişmişliğini ama insan görünce yine yeni yeniden etkilenebiliyor. Elimde rehberim, etrafı incelemeye koyuldum. Metro yer altından çıkıp gün ışığıyla karşılaşınca gerçekten de bir adalar grubunun içinde olduğumu anladım. Asya 32
iki buçuk ayda bir
Şehrin ilk kareleri; alaca tonlardaki yeşiller gözümü aldı. Tropikal muson iklimi ve henüz metrodan inmediğim için farkında olmadığım taşkın nem, bu yeşil tonların da mimarı. Yeşile övgünün içinde bahsetmeden geçilemeyecek derecede yeşilin içinden yükselen ince uzun binalar bizim TOKİ’ler gibi epey çirkin ama yaygın ve muntazam bir şekilde uzanıyordu gökyüzüne. Daha sonra, gezerken, şehrin başka bölgelerinde de göreceğim üzere, bu toplu konutlar, şimdiki adıyla Hong Kong özerk devletinin1 , 1973’ten bu yana inşa ettiği uygun fiyatlı sosyal konutlarmış. Bu kadar ince ve uzun olmalarının sebebi, artan nüfusa karşı bir önlem olarak alandan tasarruf etmek. Takdir edilesi bir sosyal politika inşaası aslında çünkü Hong Kong tam bir kapitalizm başkenti! Şehrin merkezine gelmem ile kalabalığa ve her yerden fırlayan ışıklı, markalı, reklam panolarına tostlamam bir oldu. Ayrıca metronun içinden çıkmam yarım saat sürdü. Metro yerin 7 kat altında olduğundan değil, insan trafiğinden! Metrobüse binmedim sanılmasın ama öyle değil. Daha kalabalık. Ne kadar da boğuk bir yermiş diye düşünmeye başlamam bu insan kalabalığından mı oldu derken soluduğum havanın nemi burnumu yakmaya başladı. İlk gece kalacağım hostel, sonraki 6 gece konaklayacağım üniversite lojmanından farklı bir yerde, şehrin ana merkezlerinden birinin göbeğindeydi. Gece sayısını yanlış hesaplayınca, üniversiteyi arayıp bir gece daha uzatmalarını rica edemedim çekingenlikten. Sonra da ilk gecemi geçirmek üzere, e bir de şehir merkezini gece göreyim diyerek adı içinde “mansion” geçen bir yerden rezervasyon yaptırmıştım. İşte o mansion’ı ararken nefes almanın ne kadar da tuhaf bir deneyim olabileceğinin farkına vardım. Nihayet mansion’ımı buldum. Havaalanında iki buçuk ayda bir
i n ce /u z u n /m u nt az a m to p lu ko n ut l a r.
başlayan insani hal nedense kendini kalabalık ve şiddetli bir dışlayıcılığa bıraktı. Kendimi yalnız ve yabancı hissetmem için gerekli ortam koşulları sağlanmıştı. Mansion dediğim bina, ortasında avlusu bulunan 20 katlı ama her bir katta 4638 odalı koskocaman bir kompleks. Kendi içinde bir ghetto adeta... Bu ve benzeri binalardan oldukça çok vardı etrafta. Kokularınsa tarifi zor. Her çeşit kesiflik hakim. Kalacağım odaya nihayet, asık suratlı ve hatta bir de suratını göstermeden kapı arkasından yönlendiren zevatın ardından, geldim. Oda diyorum, oda deyince herkesin gözünde farklı şeyler canlanıyor olabilir elbet ama bu oda gördüğüm odaların en miniği. Gelmeden önce Hong Kong ile ilgili bir iki şey okuyabilmiştim. Hatta tavisye olarak buraya not düşmek isterim2 1 “ T e k devlet , İ k İ s İ stem ( one c ountr y , t w o s y stems ) ” olara k da tanımlanan y önet İ m İ y le H ong Kong İ ng İ ltere y önet İ m İ nden çı k ıp Ç İ n ’ e İ ade ed İ l İ n c e özer k olara k y önet İ lme y e b aşlanmış . D eta y larına ço k da ha k im olmama k la b era b er b u özer k l İ ğ İ n b en İ m İ ç İ n en sev İ nd İ r İ c İ y anı H ong Kong ’ a g İ der k en Ç İ n ’ İ n a k s İ ne v İ ze alma k zorunda olma y ışım oldu . 2 Blade R unner ’ dan F ırlamış Ş ehir H ong Kong : G ezile c e k Yerler ve İ puçları . 3 M art 2 0 1 5 . http : / / oithe b log . c om / 2 0 1 5 / 0 3 / 0 3 / hong - k ong - gezi reh b eri - gezile c e k - y erler /
33
çünkü Hong Kong’da yalnız başıma gezerken kıs kıs gülmeme sebep olan ve gezilesi görülesi yerleri bir çırpıda aktaran güzel bir rehberim olmuştu. Odaların küçüklüğü de buraya not düşülen bir Hong Kong özelliğiydi (belki diğer Asya memleketleri de öyledir, bilmiyorum). Yine de tualetin hemen üstünde bulunan duş başlığının bir tuhaf tablo sergilemesi ve insanın nerede duracağına tam vakıf olamaması pek tabii anlaşılacak şeylerdi. Hızlıca kendimi tekrar sokağa attım, yağmur bardaktan boşanırcasına tabirine uyumlu bir şekilde yağıyordu. Bir haftadan biraz daha kısa süren gezimde farkına vardım ki alfabesi bu kadar estetik olan memleketin ne binaları ne de başka bir mimarısı vardı sempatik veyahut estetik. Göğü delen gökdelenler, kuşları görememek için birebir. Tabii gökdelenperver biriyseniz Hong Kong bu olayın mezbahı olsa gerek. Hele ki upper class muhiti Hong Kong adası ve “Central” denilen bölge finans kalbin çarptığı, ışıkların gök tırmalayıcılarından eksik olmadığı
bir bölge. E az buz değil, Hong Kong kişi başı gayri safi milli hasılanın dünyada ilk 10’da olduğu coğrafyalardan biri. Tabii sokaklarında gezerken muhteşem gelir eşitsizliğini ve kirliliği görmemek imkansız. Street Fighter benzetmesi tam bir klişe olsa da tekrarlamadan edemeyeceğim. Görsel bir faydası olacağını düşünüyorum. Estetik hiç mi bir şey yok? Var pek tabii. En azından benim için tapınaklar pek kıymetliydi. Şehrin hemen hemen her bölgesinde irili ufaklı, tütsüsü hiç eksik olmayan, kırmızının tonlarını mümkün mertebe barındıran pitoresk mekanlara girmekten kendimi alamadım. Hususi arayıp bulduklarımın dışında karşıma çıkan bütün tapınaklara girmiş olabilirim. Bazılarının ilginç bir özelliği vardı ki o da birden çok dine hizmet ediyor olmalarıydı. Taoizm, Budizm ve Konfüçyüsçülük olarak 3 dini barındıran kompleks bir tapınak vardı ki çevrelediği yeşillik ve serinlik uyandıran suların aktığı doğasıyla içinden çıkıp ayrılmamı güçleştirmişti. Dinsizi inançlı yapar bu tapınaklar demeyeceğim ama mistik mistik hissetmemek de elde değil! iki buçuk ayda bir
Çok sıcak olduğunu söylemiştim değil mi? Hele o nem yok mu? Yalnız gezerken farkettim ki insanlar o kadar da ince giyinmiyorlar. Ben daha ne kadar çıplak olabilirim diye ikinci günden düşünmeye başlamışken insanların görece kalın hallerinin mantığını dördüncü günün sonunda hapşırmaya başlayınca anladım. Metrolar çok soğuk ve insanlar sokağa çıkmadan o metrodan öbürüne geçip çalıştıkları yere neredeyse gün ışığı görmeden gidebiliyorlar. Sadece metrolar değil binaların içi de buz gibi. Klimaların son ses çalıştığı yer belki de, çünkü cadde üzerinde giderken binaların giriş kapılarının altından dışarıya vuran soğuktan bile üşür oldum bir süre sonra. Ve her tarafta gördüğüm “Please wear a mask if you have a cough or cold” uyarıları daha anlamlı bir hale geldi. Daha sonra Hong Kong’un hava kirliliği meselesinde sorunlar yaşadığını ve bu uyarıların biraz da buna istinaden olabileceğini düşündüm. Mamafih, ağzında maskeyle gezen çok fazla insan görmek biraz ürkütücü olabiliyor. Bir çok şehir rehberi var Hong Kong ile ilgili. Ben bir gezi yazısından ziyade minik gözlemlerimi paylaşmak istedim. Minik insanlar, uzun binaların olduğu bu ülke beni fazlasıyla doyurdu. Bir daha gider miyim, emin değilim ama varsa imkan sakince tavsiye ederim! Not düşmekte fayda var. Bu minik gezi Haziran 2015’te gerçekleşmiştir. Mevsimler önem taşır.
3 M etro s İ stem İ n İ n har İ k a İ şled İ ğ İ n İ de sö y lem İ şt İ m sanırım . A y rı c a genel olara k toplu taşıma n ü fusun y ü zde 9 0 ’ ını k apsı y ormuş ( w i k ipedia b İ lg İ s İ c andır ) . 4 Ö k s ü r ü ğ ü n ü z y a da soğu k algınlığınız varsa l ü tfen mas k e ta k ınız .
ge ce bakışı.
iki buçuk ayda bir
son
yazılarınızı ve çizimlerinizi bizimle paylaşın: ikibucukaydabir@gmail.com