iki bucuk ayda bir #2

Page 1

No: 2 ล ubat 2015

iki buรงuk ayda bir

iki buรงuk ayda bir fanzin

1


iki buçuk ayda bir

iki b uçuk ayd a bir fan zin No:2 Şubat 2015

m e r h a b a s e v g i l i o k u r, ikinci kez karşına çıkarken iki b uçuk ayı geçirdiğimizin farkındayız. t e ş e k k ü r e t m e k i s t e d i ğ i m i z g i z l i k a h r a m a n l a r ı m ı z v a r. t a s a r ı m i ç i n d i c l e’y e , i s t i s n a s ı z h e r s a y f a d a k i i n c e i ş ç i l i ğ i i ç i n r e d a k s i y o n e k i b i m i z d e n v i l d a n’a , a s y a’y a v e l a r a’y a , s o n o l a r a k d a g ö n e n a b i m i z e t e k r a r t e k r a r t e ş e k k ü r l e r. sevgiyle, e. paylaşın bizimle: ikibucukaydabir@gmail.com

2


iki buçuk ayda bir

sabah olmuş 4 gitarın, şarkının ve d an sın haykırışı 6 mektupl ar 8 gündönümü’nden notl ar 12 kıl oluyor um kılıma 16 bir film vardı 18 iki b uçuk ayın ritmi 20 iki b uçuk ayın ç alma li stesi 21 kimlik 22 hayal 26 vaad 28 çukura düşenden 29 ne ohipi’nin mektub u 30 kuzeyin parl ak ışıkl arı altınd a 31 seferiler: lund 32 filmekimi’nden çıkmış kadın 35 3


iki buçuk ayda bir

sabah olmuş Güneş, gözümü delecek mübarek! Artık okumak için bu kitaplara da param yetmiyor. Otobüste yer bulmak zor, bulup da teyzelerin gözüne bakmak ayrı zor. Sabah işe kalkmak için 11’de yatağa konmak da bir o kadar zor. Zor, hafta sonları Pera’ya uzayıp, yamulmuş bir şekilde eve gelip anahtar deliğini tutturmaya çalışmak da. Havalar da sıcak, bir yılgınlık bir bezginlik akıyor üstümüzden. Mevsim normallerinde yalnızlık sevilmiyor. Toprakta büyümüşlere zor gelir bilirsin, bunların betonarmeleri. Sonra şahsıma uykusuz geceler düşüyor, bazıları şarabın en beteri hemen masada, sanki bahane arıyor zalim. Bir de gitarın alt teli kopsa tam olacak! Akşamüstleri evime sokaktan çocuk sesleri geliyor. Bela bir mahalle burası bazılarına göre. Bazen çıkıp onları izliyorum. Gülümsüyorsam çocukların sakarlıklarına. Öfkeleniyorsam onların ölüm haberlerine. Sonra geleceğin güzel günlerini simgeleyen bayraklar açılıyor. Bu çocukların ölmelerine, anaların ağıtlarına herhangi bir pankart gerekmiyor. Sadece öfke ve hüzün sokakla birleşip tozu dumana katıyor. Seni aklımda boğuyorum, bütün hıncımı avcuma alıp savurduğum taşlardan alıyorum. Yetmedi bir de kağıda dökülüyorum, susuşlarını bozup sende boğulmamak için... Tam bir mutsuzluk tamlaması. Hoşça kalmak böyle bir şey mi? İnsan susar mı? Güzelliğinin bir menafi tarafı varsa o da bende açtığın us yarılması. Oysa gelsen daha bir meşruluk kazanırdı, İstanbul’a bulaşmış griliği yırtar atardı yüzündeki gülümseme. Dayanamıyor, uyuyor insan bunca yoksunluğa. Kapı çalıyor; ding dongggg! Oooo… Siyasaldan eski dostumuz Barış gelmiş, çok seviniyorum. Askerlik, iş, güç, evlilik, çocuk derken, yaşlanmış. Uzun zaman oldu görüşmeyeli. Hoş beş ediyoruz, sarılmalar, inceden bir geyik sohbeti alıp yürüyor akşam olana dek. Sabah erken kalkmam gerek bu yüzden bir büyük rakı alalım diyoruz, yarın iş var çünkü. Anlaşıyoruz.

4

Sokaktayım, yokuş aşağı yolun üstünde istihsal artığı satan onca dükkan. Markete yürüyorum, bu sokaklarda ne kadar kahraman varsa şu an yaşamıyor. Aklıma geliyor, içindeki kahramanlığı bulana küfrediyorum. Nevaleyi kapıp geri çıkıyorum yokuşu, eve geliyorum. Ayrı geçen onca zamanın acısını çıkartıp koyu bir sohbete dalıyoruz. Sonrasında eski meseleler, yıkıp kurmacalar, deşmeler başlıyor harabeleri. Tek bir sandalyem varmış, ona kızıyor bir de. Otomobil almış. Ticaretin hırsızlık olduğu konusunda inat eden adam şimdi müşterilerinin ona çektirdiklerinden dem vuruyor. Ticaret zormuş. Biraz kırılıyor bana öyle dik baktığım için. Birkaç dava da açmışlar sürüyormuş mahkeme. Devlet önüne hep siyasi davalarla çıkmışım, istikrarlıyım en azından diyorum. Sonra küçük, pis bir gülümseme doğuyor bende ya kaçırmıyor dalga geçiyoruz kendimizle. Çocuk sahibi olmak ne güzel diyor, “bir bilsen” diye anlatıyor. Anlatamıyorum tabi minör bir hayatta takılı kaldığımı... Hele seni hiç. Kendime dalıyorum. Soluk alıp vermekten başka birkaç duruma daha izin verseydi otoriteler, yaşamak konusunda şu hayattan emin olurdum. Gerisinde hatalarımla bile övünürdüm ki sen bu bölümde başı çekerdin. Mantığa uygun bir bakış açısı edinemedim sana karşı. Barış, “Life’s good, brother” diye bağırıyor birden gülüşüyoruz. Daha iyi mi kavramış yaşamak meselesini? Kitapların bana sunduğu dünyadan mı ibaret kalmışım ben? Bir yerde düşmüşüm ya da hasta olmuşum, sonra düzelememiş mi bu kafam. Tabi olarak anlıyor biraz. Bizim eski arkadaş, yenilenmemiş beni. Filmlerden bahsediyoruz, sonra müzikten. Yorulduğumu söylüyorum.


iki buçuk ayda bir

Bira bulup üstünü kapatırsak, öyle bitermiş bu masa. Peki diyorum alıp gelmeye kalkıyorum ki, tutuyor kolumdan. “Bana bırak.” diyor, birlikte dışarı çıkıp otomobiline binip uzaklaşıyoruz. Biradan sonra daha bir gürül gürül konuşuyor bu adam. Belki de en iyisini ben yapmış oluyorum bu saatte, ona göre. Böyle yaşamalıymış. Kimseye yanaşmadan. Halbuki ben kabuğunda bir eğitim emekçisinin rutin güzelliğine yanaşamamaktan şikâyetçiydim ya, anlatamıyordum. Nihayet, arabada içtiğimiz biraları bitirip eve doğru yol alıyoruz. Otomobil hızlanıyor biraz. Çenesi gittikçe açılan bu eski dostumla bir süre daha görüşmemeyi düşünüyorum bu sırada. Yolun ıssızlığına güvenip iyice artırdığı hızından sebep önüne çıkan çöp kamyonunu görmeyen Barış, aracın tam ortasından vuruyor. Bir anlığına görüntü gidip geliyor. O an ne kadar bilmiyorum. Kamyonun arkasında olan iki işçi yola savrulmuş. Onları görüyorum. Panikliyorum ilkin sonra dışarı çıkmak istiyorum,bacağım sıkışmış kurtarabilsem… Barış’a bakıyorum, yüzü kan içinde. Sesleniyorum, tepki vermiyor. İçinde sıkıştığım, önü yok olmuş olan barışın arabasına doğru gelen çöp kamyonun şoförü, kendini dışarı atmış bize bağırıyor. Diğerlerinden ses seda yok. Panikliyorum. Bir süre geçiyor, sonra ölsem diyorum burada. Patlayan ön camdan her yerimize saçılmış çöpler kanla karışıyor. Koku ağırlaşmaya başlıyor. C. Yücel geliyor aklıma, ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi dizeleri. Aklım, hep böyle olmadık 5

yerde olmadık şeyler çağrıştırır. Ölüyorum galiba. İçinde hiçbir kahramanlık bulunamayanlar böyle yerlerde can veriyorlar herhalde. Nefesim daralıyor. İnsanlar toplanmaya başlıyor etrafımıza. Bağırıyorum Barış’a. Barış’tan ses yok gene, cevaplamıyor beni. Belki de bağırdığımı düşünüyorum. Bir sigaralık daha ömrüm yokmuş demek ki. Hissetmiyorum, uyuşuyor gitgide her tarafım. Telefon çalıyor... Tirrrr tirrr tirrr... Alarm sesi bu. Göz kapaklarımı aralıyorum. Evimin yüksek tavanına kilitleniyorum. Sahne bitmiş, sabah olmuş. Bu çalan işe git komutu. Kan ter içinde uyanıyorum. Hemen toparlanmaya çalışıyorum. Gün başlıyor yine, kokluyorum çöp kokusu yok, bakıyorum kan yok. Barış geliyor aklıma. Ne bela çocuktu. Cinsiyetçi küfürlerin kralı Barış. Anarşizme serseriliğin örgütsüz hali derdi bir de. Gelecek güzel günlere kadar her sabah böyle mi uyanılır peki? Gözüm sızdığım kanapenin karşısındaki kitapların arasındaki bir güzel kitaba dikiliyor. Tolstoy günaydın deyip ilk soruyu soruyor. “İnsan ne için yaşar?”

Erdost Akbaba

*bu yazı; İkİbuÇukaydabİr@gmail.com adresİne İlk sayımızdan bİr şekİlde haberdar olarak bİze ulaştıran erdost akbaba tarafindan yazılmış olduğu varsayımına dayanılarak tarafımızca okunmuş ve beğenİlerek İkİncİ sayımızda yer almiŞtir.


iki buçuk ayda bir

“ Pa r aya İ h t İ yac ı m ı z yokmuşçasına çalışalım, kİmse İzlemİyormuşçasına dans edelİm ve canımız hİç ya n m a m ı ş ç a s ı n a sevelİm.” ALINKA RUTKO W SKA

Güney İspanya’nın Endülüs bölgesinden doğan Flamenko hiçbir yere ait olmayan bir sürgünün çığlığıdır. İspanya’dan sürülen, uzun yıllar zor şartlar altında yaşayan çingenelerin tarihi ve sosyal şartlarının güçlü bir ifadesidir. İnsanların en gerçek duygularını ele alan Flamenko, İspanya’da nefes almış birçok toplumun derin izlerini taşır. “Toque, cante ve baile” nin müthiş bir uyumudur. Üçünü birbirinden kopardığınızda Flamenko’nun birlikteliği eksik kalmış olur ve canlılığını yitirir. Şiirin dansla uyumunu anlatan Flamenko bazı halk şarkılarına verilen ad olarak da anılır. Tutkunun, aşkın ve ağıtların adımlarıyla bedeninizi hür kılan ve kalbinizi hızlandıran bir müziktir. Öfkeyi, yaşamı, sevgiyi ve göz yaşını anlatan adımlarıyla dünyayı ateşe veren bir danstır. Doğasındaki isyan ve başkaldırı tüm bedeninize yansırken, eller bu ritme eşlik eder. Diline yabancı olduğunuz “cante”ler bedeninizde canlanır ve anlatıcılık görevini üstlenir. Ayak ritimleriniz çığlığa dönüşür. Anlamaya başladığınızda daha çok seversiniz ve sizi derinliklerine çeker. Huzur, mutluluk ve özgüvenle dolup taşarsınız. Kent yaşamının size dayattığı insan doğasına aykırı tüm duygulardan arınır ve saf bir bedene dönüşürsünüz. 6

Aynı dili konuştuğumuz kişilerle iletişim kuramadığımız şu dönemlerde bilmediğiniz dilden konuşan bir kişiyle anlaşırsınız. Yardımını kabul eder, ondan ders alır, onu hisseder ve anlarsınız. Flamenko içinde uzun bir yolculuğu taşır. Kökeninin 700’lü yıllara dayandığı ve Kuzey Hindistan’dan İran’a, Ermenistan ve Bizans İmparatorluğu üzerinden Avrupa’ya geçtiği söylenir. Sistemin ve durmanın isyanıdır Flamenko, göçebedir. Geçtiği tüm yolları dansına, şiirine, eteğine ve tüm aksesuarlarına incelikle işlemiştir. Flamenko için asla iyi bir teknik yeterli olmaz. ”Hissetmek” dansın en önemli öğesidir... Eylül ayında, Flamenko İstanbul Derneği’nde katıldığım atölye çalışmasında, İspanyol dansçı El Tebi ve partneri Natalie tüm bu cümlelerimin yol göstericisi oldu. Hırslardan arınıp hissetmenin, görmenin, duymanın ve dinlemenin eğitimini aldım. Tekniğin bunlarla beraber bir bütün olduğunu farkettim. Birbirimize zamanımızı verdik.


iki buçuk ayda bir

gİtarın, Şarkının ve dansın h a y k ı r ışı İngilizce veya Türkçe bilmeyen El Tebi ile İspanyolca bilmeyen bir grup insan keşif dolu koskoca dört gün geçirdi. Büyük bir koreografiyi parça parça öğretti bedenlerimize. Gitarı, şarkıyı ve dansı öğretirken nakış gibi işledi ruhlarımıza o koskoca dansın tarihini. Hepimizin bedenlerine dokunarak sihrini paylaştı. Ardından, büyük bir yıkımdan büyük bir dans ustası olarak çıkan İspanyol adam ve güzel partneri o ruhu başka insanlara öğretmek ve danslarıyla insanları büyülemeye devam etmek üzere yola koyuldu.

Defne Sabuncu

fl amenko sözlüğü Toque: Gİtar / Cante: Şarkı / BaIle: Dans / Hassa: Harİka Fiesta: Dans gecesİ / Palmas: Şarkının veya dansın rİtmİne göre alkış 7


iki buçuk ayda bir

Fo toğraf: Özge M u tl u

m e k t u p l a r

8


iki buçuk ayda bir

Elifcan Hanım, Bugünkü konumuz ‘külot’ kelimesi üzerine. Bugün aklıma takıldı ve gerçekten bu kelimeye gıcık kaptım. Hele bir de külotlu çorap konusu var ki o tamamen ayrı bir mesele. Külot ve çorap ne alaka lan. Biri ayağımıza biri kafamıza takılan bir şey. Külotlu çorap ne demek! Nasıl bir pazarlama anlayışı bu? Külotlu gömlek falan bak gene mantıklı. Külotlu pantolon da iyi. Külotlu kazak bile anlamlı. Ama külot ve çorap? Yoo beyim yoo… Neyse külot kelimesine dönecek olursak, acaba bu kelimeyi herhangi bir allahın kulu cümle içinde hiç kullanmış mıdır? İmkansız. Ben asla kullanmadım bu kelimeyi. Kız arkadaşıma bile kullanmadım. «Hayatım seksi külot al da dostluğumuz pekişsin.» Olabilir mi böyle bir şey? Mağazaya gidip külot isteyen bir delikanlı zaten olamaz. Kadınlar için bile saçma, «Merhaba ben külot istiyorum.» Böyle bir cümle insanlık tarihinde kurulmuş mudur? Ha kaldı ki kullanılmadıysa bu külot kelimesi nerede ve nasıl kullanılıyor? Sadece külotlu çorap için mi icat edildi bu kelime? Bu külotlu çorabın arkasında kim ve kimler var? Kimler ekmek yiyor bu işten, kimlerin cebi doluyor? Tek isteğim biraz farkındalık… Hatta külot kelimesine dikkat çekebilmek için squat challenge aktivitesi düşünüyorum. Saygılarımla, Murat Aksu ve kurumsal ekleri

pek sevgili murat bey,

siz bu konuya bu kadar takmışsanız arkasında bir bit yeniği olabilir diye düşünüp araştırmaya başladım. hazreti google’a sordum; külotun eski anlamı kısa, dar pantolon dedi. kökeni, anlamı neyse ne, sözcüğün tınısı feci halde kulak tırmalamıyor mu? kilot bile külottan iyidir, en azından içimizdendir. söylerken dilimizin belini bükmez. peki donumuzu anlatmak için don diyemez miyiz? yoksa alt iç çamaşırı mı? benim kadın iç çamaşırı tükkanlarında gördüğüm kadarıyla ‹alt iç çamaşırı› tercih ediliyor. hangi alt ama? çorap da alt. jartiyer de alt. dedemin kışın giydiği içlikler de alt. donu neden sevemedik murat bey? kaba mı? içine giydiğin hiç kaba olur mu? sorularınıza sorularla karşılık verdim, farkındayım. bu, üzerinde çok da durulmamış bir konuda farkındalık yaratmanızdan. ama sevgilinize ‹donun çok güzelmiş hayatım› derseniz sizi kaba bulabilir. benim önerim, ya don devrimi yapalım ya da külota tepkimizi kilotla sunalım. külotu veri kabul edersek külotlu çorabın dev mantıklı olduğunu düşünüyorum bu arada. çoraplı don gibi. ancak mailinizdeki önyargınız sebebiyle bunu başka bir kurumsal mailin konusu olmaya nadasa bırakıyorum. içten sevgi ve saygılarımla, elifcan

9


iki buçuk ayda bir

Acayip Muhterem Elifcan Hanım, Yazınız beni düşüncelere sevk etti ve çok uzun süren bir beyin fırtınası sonucu (yaklaşık 2 buçuk saniye) bu soruna sanırım bir çözüm buldum. Ve öyle bir çözüm ki bu, bana ya «Murat sen bir delisin!» ya da «Murat sen bir dahisin!» diyeceksin. İşte bu kadar da iddialıyım. Külot sorununun çözümünü eşcinsel kardeşlerimizde buldum! Bu kardeşlerimiz modaya ve çoğu trende yol veriyorlar. Bu kardeşlerimiz eğer külota don demeye başlarsa herkes bunu havalı bulmaya başlayacak ve kabalığından korktuğumuz don lafı çok elit bir ifadeye dönüşecek! Daha sonra topluma yayılacak, herkes don diyecek ve bu artık kaba olmayacak. Mesela markete gidip «Seksi don versene hacı.» diyebileceğiz veya satış elemanı «Bu don tam size göre.» diyebilecek. Bunun için ilk adım, tanıdığımız bütün eşcinsel arkadaşlarımıza bunu açıklayıp desteklerini istemek. Gerekli hassasiyeti gösterip bu sorunu çözmemizde bize yardımcı olacaklarından gram şüphem yok. Don demek özgürlükse, özgürüz ikimiz de... Saygılar, Murat Aksu ve kurumsal ekleri

pek sevgili murat bey, siz hakkaten bir dahisiniz! kıvamında bir kararla dona don dediniz! (hatta dedirteceksiniz) bunda ufak da olsa bir katkım olduğunu düşünmek beni mutlu ediyor. katkım yoksa da yüzüme vurmayın ki o 2,5 saniyenin saadeti ile gerine gerine «ohooo ben var ya ben neler buldum neler...» diyerek (tabii ki içimden) ofiste yürümeye devam edeyim. diyorum ki, bu mektuplaşmamızı bir dergiye mi göndersek? belki basılır, don sözcüğünü hak ettiği yere kavuşturabilecek dostlarımız okur, bize destek verir ve şehre bir film gelir, insanlar içlerindeki dona don der?

ha bu arada! bugünlerde BÜYÜK HARFLERLE yazma işine kafa yormaktayım. bu konudaki görüşlerinize başka bir mailde danışabilirim belki? bekler olunuz. bir apartmandan bir plazaya, kot tişörtten takım tuvalete, ama herkesin içine giydiği standart dona ve tabii ki size, içten sevgi ve saygılarımla, elifcan.

10


iki buçuk ayda bir

bizden gelenler

Sevgili Elifcan ve Murat, Konuya ufak bir katkı yapmak adına don ve külot kelimelerinin toplum içinde hak ettiği yeri kazanabilmesi, daha çok ve rahatlıkla herkes tarafından cümle içinde kullanılabilmesi adına bulduğum çözüm önerisini dikkatinize sunmakta bir beis görmüyorum. İkisini birleştirelim yahu! “Don Külot” diyelim. Böylece hem ilk modern romana selam çakar ve saygı duruşunda bulunuruz, hem de Cervantes’in lokal de olsa tekstil sektörü ile buluşmasını sağlayarak dünyanın en absürt hareketlerinden birine imza atarız. Hatta yeterince absürdleşemediğimize kanaat getirirsek bu başarımızı bir sonraki fanzinimizle birlikte herkese üzerinde meşhur Don Kişot görselinin basıldığı “Don Külot” dağıtarak kutlarız. Sloganımız da ; “Yel değirmenlerine taaruza kalkmış dört nala at koştururken bir de pişik olmak istemezsiniz değil mi?” olabilir hatta. Selamlar… Mithat

Çizi m: e . 11


iki buçuk ayda bir

gündönümü’nden notlar “ sü t e sü t g İ b İ d a v r a n m a k g e r e k İ yo r , kola gİbİ değİl.”

Aysun Hanımla tanıştıktan 7-8 dakika sonra, su kanalına bakan püfür verandada çayımı yudumlarken her 4 ton sütün nasıl bir hikaye barındırabileceğini düşünmeye başlamıştım bile. Sıcak bir ağustos günü Gündönümü Çiftliği’ni ziyarete gittiğimizde süt üretimine dair pek az fikri olan bendeniz her hafta yaklaşık 280 adrese teslimat yapan Aysun the sütçü’nün efsanesini merakla dinlemeye koyuldum. Aysun Hanım Tekirdağ yolu üstünde Değirmenköy’deki arazisine taşınalı 14 sene geçmiş. Çok fazla parametresi olduğu söylenen süt üretimi Aysun Hanım için adeta bir hayat tarzı haline gelmiş. İneklerini neredeyse oğlunun kardeşleri gibi gören Aysun Hanım, Türkiye’de 10 senedir sağlıklı sertifikası alabilen tek sürünün de sahibi. Kolay olmamış anlaşılan. Bruselloz diye bilinen, hayvanlardan doğrudan bulaşabilen hastalıkla mücadele etmesi, pek meşakkatli de olsa her sene yapılan tetkikleri ve dolayısıyla sürünün aldığı sertifikayı fazlasıyla hak ediyor. Henüz hayvanları görmeye başlamadan kafamda tahayyül ettiğim mutlu Milka ineklerinin mor olmayanlarıyla karşılaşacağımı Aysun Hanım’ın hikayesini dinlerken düşünmeye başladım. “ İ n e k l e r İ n NE F E S İ G Ü Z EL KO K U Y O R .”

Avludaki tanışma, sohbet faslından sonra Aysun Hanım çiftliği ziyarete gelen tüm misafirlerini gezdirdiği rotasında yürümeye koyulduk. İlk durağımız saman ve ot dolu devasa yem deposuydu. Zamanında bir at çiftliğinde çalışırken pek fazla haşır neşir olduğum yonca 12

kokularının arasında ne kadar huzurlu hissettiğimi anımsarken ben, Aysun Hanım yemlere ne kadar önem verdiğini anlatıyordu. Mısır ve soya tüketimini en aza indirmeye çalıştığını, hayvanların diyetinin onların yaşam kalitesi için çok önemli olduğunun altını çizdi. Besin değerini olabildiğince yüksek tutmak için kışları ot silajında turşu gibi saklanan ya da kuru biçimde de saklanabilen otlardan, yazın da meralarda serbest salınımda beslenebilen ineklerin fabrika yemiyle katiyen tanışıklığı olmadığını söyledi. Televizyonla tanıştırılmayan bebekler gibi... Lakin bu durumun bir dezavantajı olduğunu da söylemeden edemedi. Hayvanların süt verimi bu dengeli diyet ile daha düşük oluyormuş. “Olsun varsın, hayvanlarım uzun ve sağlıklı yaşasın” diye tamamladı. İkinci durağımız gebe ve nispeten daha genç olan hayvanların bulunduğu, Aysun Hanım’ın bize yalakların nasıl temizlendiğini gösterdiği ahır oldu. Hayvanlar mı rahatına düşkün, Aysun Hanım mı pek düşünceli bilemiyorum. Günde 3 kere temizlenen yalaklar ve ineklerin tuhaf uyuma biçimine uygun süngerden zemin, endüstriyel çiftliklerin yanında Gündönümü Çiftliği’ni hayvanlar için 5 yıldızlı bir otele çeviriyor. Bir sonraki ahırda ise sağımlık inekler bulunuyordu. Hayatımda bu kadar büyük ineklere hiç rastlamamış olmanın verdiği şaşkınlıkla Aysun Hanım’a kaç kilo olduklarını soruyorum. Ortalama 400-500 kg olan besili hayvanlardan bir iki tanesi yaz güneşinin tadını çıkarmak üzere ahırdan dışarı, otlak alana çıkmış, sere serpe yatıyordu. Bir sonraki durağımız ise hikayenin çözüm bölümü olarak da nitelendirebileceğimiz sağımhane. Aysun Hanım hayvanları nereden yürüttüklerini gösterdikten hemen sonra tertemiz bir odaya giriyoruz. Beyaz fayanslar bal dök yala! Çiftliğin en


iki buรงuk ayda bir

13


iki buçuk ayda bir

kritik odası içinde, Aysun Hanım ellerine eldivenleri geçirip sağım işini anlatmadan önce bir müzik çalmaya başlıyor. Sağım yapan herkesin kendine göre bir çalma listesi oluyormuş. Müzik eşliğinde yapılan sağım işi ise önce ineklerin memelerinin özel bir solüsyonla 1 dakika bekletilip temizlenmesiyle başlıyor. Daha sonra ön sağım denilen, sütün görsel olarak durumunun kontrol edildiği bir kısa saf ha var. Pıhtı varsa, renk beklenilenden farklıysa vs. hayvan ayrı bir yere alınıyor daha detaylı inceleme için. Bu kontrolden de sonra ineklerin memelerine takılan kadeh biçimli aparatlar aracılığıyla sağılan tüm süt, krom borulardan geçip bir haznede toplanıyor. İneklerden taptaze çıkan sütün bir hammadde olduğunu ve havaya değmemesi gerektiğini tekrar tekrar dile getiren Aysun Hanım her sağımdan sonra krom boruların ve kullanılan tüm

14

malzemelerin temizlendiğini de anlattı. Krom boruları halen daha kimyasallarla yıkadığını fakat kullanılan bez havluların kül suyu ile yıkanmaya başladığını anlatırken Aysun Hanım krom borular için de alternatif bir temizlik arayışında olduğunu dile getirdi. Sağım işinin günde iki kere yapıldığını ve ineklerin bayramı, seyranı, yılbaşısı olmadığını da öğrendikten sonra yapılan işin ne kadar meşakkatli olduğunu yeniden düşünerek sağımhaneden ayrıldık. “İneklerle kadınların arasında İkİ fark var. Bİrİncİsİ, İnekler k o n u ş a m ı yo r ; İ k İ n c İ s İ İn e kle r 4 ayaklı .”


iki buçuk ayda bir

Sağımhaneden ayrıldıktan sonra çiftliğin ofislerinin olduğu binayı gezdik. Hemen hemen tüm yazılı uyarıların/hatırlatmaların İngilizce de yapılıyor olması çiftliğe gönüllü olarak dünyanın dört bir tarafından gelinmesinden... Duvardaki uyarılardan biri ineklerin kızgınlık döneminde nelere dikkat edilmesi gerektiğini anlatıyordu. Kızgınlık döneminin adet dönemi olduğunu bilmeyen bendeniz, Aysun Hanım’a şairin kime seslendiğini sorunca, o da ineklerle kadınların benzediklerini nükteli bir şekilde söyledi. Gezinin başında oturduğumuz verandaya dönmeden hemen önce tüm yaratıkların en sevimli olduğu bebeklik hallerinin, ineklerde de geçerli olduğunun kanıtlanabileceği buzağı bahçesine gittik. Kimisi kulübesinde sessiz sakin uyurken, kimisi de bizlere selam etmeye çıkıp kendilerini sevdirme inceliğinde bulundu. Eller bir güzel yıkandıktan sonra, çiftliğin ilk patatesi ve soğanını da içeren çeşitli yemeklerle çiftlik gezimiz enfes bir şekilde taçlandı. Aysun Hanım ve çiftliğinden ayrılırken tekrar görüşme temennileri sık sık dile geldi. Dönüş yolunda ise betondan şehre doğru yol almanın kaygıları, alternatif yaşam arayışları, Bükoop’un diğer üreticileri ve üretici ziyaretleri mevzubahisler arasındaydı.

Asya

*Bükoop, nam-ı dİğer Boğazİçİ Mensupları Tüketİm Kooperatİfİ, Boğazİçİ Ünİversİtesİ bünyesİnde kurulmuş bİrİcİk bİr tüketİm kooperatİfİ deneyİmİ. Sındı köyünden bal, Vakıflı köyünden nar ekşİsİ, Karapürçek kadın derneğİnden salça, Boğatepe’den eskİ kaşarın, ve saymadığım mis kokulu pek çok adİl, güvenİlİr ve sağlıklı ürünün tüketİcİlerle buluştuğu bİr baraka. Gönüllü iş gücüyle değİrmenİnİ döndüren bu tüketİm kooperatİfİ okul İçİ hİyerarşİnİn de kalktığı yegane yerlerden biri. Üretİcİden bağımsız düşünülemeyecek olan ürünlerİ yerİnde gözlemlemek ve üretİcİyle tanışmak amacıyla yapılan gezİlerİmİzden bİrİnde tuttuğum notları paylaşıyorum bu yazıda.

15


Fo toğraf: Özg e M u tl u

iki buçuk ayda bir

“ k ı l ” o l u y o r u m k ı l ı m a 16


iki buçuk ayda bir

Bak, tam şurada, çenemin sağ altında, yanak ile boyun birleşim yerinde, yönetemediğim bir kıl ötesi kılım var. “Kıl ötesi” diyorum, çünkü hem yüz metre koşucusu gibi akranlarından hızlı, hem de obez. Bir kıl niye akranlarından daha hızlı büyür ve onların beş misli kalınlığında olur ki? Anlamış değilim. Demek ki farklı bir beslenme merkezi var. Çooook cildiye, dahiliye, plastik cerrahi gezdim. Hatta bitki özlerinden yapılan salça kıvamında bir karışımı da hem kahvaltıdan önce, hem de akşam yemeği ardından günlerce sürdüm. Bana mısın demedi. Sürekli bir mücadele içerisindeyim. Sabah, akşam, hatta bakmayı unuttuğum günün öğlen yemeği sonrası tuvalet aynasında “çaat” diye karşıma çıkıp bağırdığında da. Dert etmemeyi de denedim; yok olmadı. Öyle böyle değil koşusu ve kilosu. Tam günün sonunda, aklımdan çıkmışken bir bahane ile bir araya geldiğim arkadaşım, sevgilim veya annem, sohbetin bir arasında sağ ellerinin işaret parmağı ile leke kontrolü yaparcasına değmiyorlar mı, şeytan diyor ki aldırma muhabbete çak bi tane. Çakarım çakmasına da, ne diye sorduklarında “kılım” diyemem ya. Sabah metroda herkesin bana baktığı zannıyla, meraklı gözlerin elbisem ve yüzümden çeneme doğru odaklandığını hissedince, karşı bakışın inceleme merakının devam etmesine izin vermeden, yirmi beş derecelik kıvrak beden hareketi ile kapı kenarındaki reklamları incelemeye dönüp kılıma yönelik keşif isteklerini savuşturuyorum. Ya toplantılarda ? Tam sunumun en can alıcı yerinde sanki konu proje değil de benim kılımmış gibi bakışların sunu perdesinden kılıma odaklandığını görmüyor muyum, al projektörü vur kafalarına. Tövbe tövbe… Sunum mu, ben mi, kılım mı? Offf… Kozmetik bilimi (soygunu mu demeliyim?), henüz yüzeysel dokunuşlardan bir adım öteye geçemedi kılımla mücadelemde. İlk gittiğim plastik cerrah fazla önemsememişti; tabii onun böyle bir kılı yok. Belki de kayda değer bir kazanç görmedi benim kılımla mücadelemde. Acaba başka bir doktora gidip bu kılın çıkış noktasını mı kapattırsam? Bir de geri geri büyümesin? Şimdilik annemin hediyesi cımbız her an elimin altında ama böyle de yaşanmaz ki! Yoksa kılımın bedenimle yaşlanmasını mı beklemeliyim? Hani ninelerin yaşlılıklarında çene ve bıyık bölgesinde artık önemsemedikleri gelişigüzel fırlamış kılları oluyor ya… Yok yok o kadar bekleyemem. Hem sevgilimin işaret parmağına nezaketen sesim çıkmıyorsa da nereye kadar? Yazıyorum ki, belki okuyan bir Allah’ın kulu benzer soruna kalıcı bir çare bulup da kurtulmuştur kılından. Büyük sorun di mi? “Kıl” oluyorum kılıma, n’apsam acaba?

demek istedim

17


iki buçuk ayda bir

bir film vardı Otar Gittiğinden Beri * Gurbet yavrum garba düşmektir gurbet Gürcü ailenin yaşamının sadeliğine göndermeyle açılan film bize Otar’ı göstermez. Paris’ten gönderdiği mektubun yolculuğunu izleriz onun yerine. Otar mektuptur. Postada kaybolmuştur. Ölümü yoksul bir ülkede elektriğin, suyun ansızın ama şaşırtıcı olmayan biçimde kesilmesinin sıradanlığını taşır. Yüksek rakımlı Kafkaslardan alçaklardaki Avrupa’ya düşen Otar, doktorken kaçak göçmen işçi olur. Toplumsal konumundaki düşüş inşaat iskelesinden düşmesiyle son bulur.

Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım Nine için Otar nerdeyse Stalin gibi geçmiş bir altın çağ söylemidir. Yarı-tanrı bir varlıktır Otar; kendisi görünmeden yazıyla ve sesle ulaşır arkada bıraktıklarına. Stalin halkın içine çıkmadan basılı demeçler ve radyodan seslenişlerle kitlelere ulaşırken Otar mektuplar yazıp telefonlar açar. Ninenin Otar’ın odasını elletmemesi kutsalın korunmasını andırır. Oğluna yazdığı mektubun yerine varması için kilisede mum dikmesi de öyle. Stalinci nineden Otar’ın ölümünün gizlenişiyse ironik bir tat taşır: Otar’ın el yazısı taklit edilerek hazırlanan mektuplar, resmindeki fotomontaj Stalin döneminde muhaliflere karşı kullanılan yöntemlerdir. Gençliğinde Stalin’in kimseyi öldürmediğine inanan nine, yaşlılık günlerinde Otar’ın yaşadığına inandırılır. 18

Ninenin kendisi de zaten geçmişte kızından kocasının ölümünü ona dair haberler uydurarak üç hafta saklayabilmiştir. Kızı annesiyle ne kadar didişse de kendini çoğu kez onun gibi davranırken bulur. Ama genç kuşak, torun, zor da olsa bir noktada artık yolunu “yalanlarla mutlu olmaya alışmış” bu iki kuşakla ayıracağını açıkça ortaya koyar. Geçmişte Stalinci tarih kurguları, “her şey halkın iyiliği için” kılıfıyla propaganda aygıtları üzerinden, iktidarın çıkarlarından yana kullanılmıştır. Günümüzdeyse torun annesini incelik bahanesiyle bencil davranmakla, sadece kendi duygusal çıkarlarını kollamakla suçlar.

Yazın bittiği her yerde söylenir Kızıyla torunun ninenin romatizmalı bacaklarına gösterdikleri özen, elleriyle yaptıkları masaj onların ülkeden ayrılma dileklerinin aktarımıdır bir anlamda. Nine yollara düşme cesaretini torunundan alır. Beri yandan serbest piyasa ekonomisine yeni geçmiş, herkesin bir şeylerini satılığa çıkartıp karnını doyurma derdinde olduğu, gerçek anlamda bir “açık pazar”a dönüşmüş Gürcistan’da ailenin önce Rousseau’nun ardından bütün Fransızca kitaplarını elden çıkartması aslında modernizmin olumlu katkılarının sıfırlandığının, aydınlanmacı düşüncenin gözden çıkartıldığının göstergesidir. Paris’e vardıklarında Otar’ın izini süren nine oğlunun öldüğünü öğrenir. Oğlunun nasıl öldüğü söylenmese de başına gelenler, Otar’ın düşüşü içine doğmuştur sanki. Hiçbir şey demeden bir dolu basamağı çıkar, üst


iki buçuk ayda bir

kattaki pencereden avluyu süzer. Bir sonraki karedeyse yukarıdan seyrettiği avluda gezinirken görürüz nineyi. Otar’ın son yolculuğunun nereye olacağı bir anlamda filmin başında işaretlidir: Otar, yani mektup, postanedeyken kadın posta memuru erkek memurun Tom Cruise’u andırdığını söyleyerek ona takılır. Stalinci nineye göre “Gönülçelen Otar” zaten yaşamı boyunca hep Amerika’ya gitmeyi tasarlamıştır. Bu arada Paris’in gecesi torunun aklını çelmiştir bile. Nineyle sözsüz anlaşırlar. Fransızca klasiklerle dolu bir salonda büyümüş torun, ülkesine giden uçağın kapılarının kapanışını bu kez dört bir yanı renkli dergilerle çevrili şekilde uzaktan seyreder. Oğlunun mezarını ziyaret edememiş nine içinse Otar’ın mezarı artık Paris’in kendisidir. Kızıyla Stalin’in anayurduna dönerken torununu oğlunun mezarına bir demet çiçek bırakırcasına Paris’in ayaklarının dibine, şehrin kıyısındaki havaalanında bırakır.

F. M e t i n K a m e r a

* D e p u ı s Q u ’ o t a r E s t P a r t i / Si n c e O t a r L e f t Yönetmen: Ju lie Bertu ccelli

O y u n c u l a r : : E s t h e r G o r i n t i n , Ni n o K h o m a s s o u r i d z e , Di n a r a D r o u k a r o v a

19

F r a n s a - B e l çi k a , 2 0 0 3


iki buçuk ayda bir

İ k İ b u ç u k ay ı n rİtmİ “Müziğin asıl gücü, insanı bestecisinin hayal dünyasına sürüklemesidir.” demiş Beethoven. Ustanın üstüne laf söylenmez ama bir hayalperest olarak tüm hayalperestlerin hislerine şöyle tercüman olmak isterim: Hayallerimiz müzikle beslenir ve nereye sürüklendiğimizden çok nereye sürüklenmek istediğimizdir mesele. Çoğumuz gibi, sürüklenirken zamanının önemli bir kısmını trafikte geçiren bir İstanbul insanı olan ben, yoluma eşlik eden müzik listemin yeni kahramanından bahsedeceğim sizlere. 21 yaşında birini hayal edin. İşinde yeni, heyecanlı ve başarılı. Ama şarkı söylemeye başladığında Bob Dylan’la bir akrabalığı olduğunu düşündüğünüz ve gözlerinizi kapadığınızda yaşı daha da artan kocaman bir adam. İşte bu adam, ki George Ezra olur kendileri, son günlerde replay tuşumu iyice eskitmeme ve sabahları sırıtarak işe gitmeme sebep olmuştur. Hem dijital ortamda hem de radyolarda en çok dinlenen şarkılardan biri olan ‘Budapest’, heyecanınızı arttıran ‘Did You Hear The Rain’ ve şahsen favorim olan ‘Blame It On Me’ şarkılarının da yer aldığı yeni albümü ‘Wanted On Voyage’da George Ezra, vokali dışında gitar, bas gitar ve klavyesi ile de yer alıyor. Farklı ve eğlenceli sesler taşıyan bu albüme ve tabi ki nam-ı diğer ‘gür ses’ George Ezra’ya bence siz de bir şans verin.

Selin

20


iki buçuk ayda bir

İ k İ b u ç u k ay ı n çalma lİstesİ tema: afroamerİkan sİVİL H AKLAR H AREKE T İ

-

Oh F r e e d o m - Shı r l e y V e r r e tt W e Sh a l l O v e r C o m e - M a h a l ı a J a c k s o n A Ch a n g e I s G o n n a C o m e - S a m C o o k e Can’t Turn Me ‘Round - The Roots W a k e U p E v e r y b o d y - J o h n L e g e n d , T h e R o o t s ft . Melanıe Fıona, Common Th e R e v o l u t ı o n W ı l l N o t B e T e l e v ı s e d - Gı l S c o tt - H e r o n Ch a n g e s - 2 P a c ft . T a l e n t Dem Crazy - Dead Prez Dıspear

- Nas & Damıan Marley A Dream - Common -

“ W e

m u s t a c c e p t f ı n ı t e d ı s a p p o ı n t m e n t , b u t n e v e r l o s e ı n f ı n ı t e h o p e . ” * M a r tı n

L u th e r

Kı n g

J r .

Mehmet Özer

* G e ç İ C İ HAYAL KIRIKLIĞINA RAZI OLMALIYIZ AMA SONSUZ UMUDU KAYBETMEYE ASLA .

21


iki buçuk ayda bir

k i m l i k Gergin sessizlikler, kaçamak bakışlar ve gereksiz hesapların ardından, elindeki bozuk parayı havaya atıp adeta içinden tura gelmesini dilercesine, “Sahildeki kayalıklara gidelim mi?” diye sormuş ve bozuk paranın havadaki turlarını ağır çekimde izler gibi Begüm’ün incelip açılan dudaklarını izlemeye koyulmuştu. Kısık sesle gelen “Olur” cevabı üzerine Begüm’e hiçbir şey çaktırmadan sol eliyle Kadife Sokak’ın Moda Caddesi’ne bağlanan çıkışını işaret etmişti. Begüm fark etmese de Alper o an o kadar mutlu olmuştu ki havada turlayan bozuk parayı yere düşmeden yakalamayı unutmuştu bile. Yol boyunca Kadıköy’ün nasıl korunmuş bir bölge olduğundan, İstanbul’un yaşanabilir tek semti olduğundan ve de her bir sokağının ayrı gizeme sahip olduğundan bahsettiler. Aslında o an Kadıköy’ün güzelliklerinden ziyade onlar için önemli olan tek şey bir şeylerde mutabık kalabilmekti. Bütün akşam belli başlı filmleri, yönetmenleri, müzisyenleri ve kitapları övmekle geçmişti zaten. George Orwell Hayvan Çiftliği’nin bu kadar çok övüldüğünü görebilseydi, mezarında olduğundan çok daha rahat uyurdu mutlaka. Alper yol üzerinde bir marketten dört şişe Tuborg, bir paket de çubuk kraker aldı. Pek kimsenin bilmediği bir meze olan çubuk kraker üzerinden sevimlilikler yapmayı düşünmüştü. Ne de olsa çubuk kraker masum yiyeceğidir. Çubuk kraker yiyen insandan zarar gelmez diye geçirdi içinden. Kayalıklara vardıklarında Begüm’ün elinden narince tutarak ve şekilsiz kayalıkların üzerinde tavşan gibi sekerek ikisinin de oturabileceği düzgün bir kaya buldu. Özenli bir şekilde önce Begüm’ü, ardından da poşeti oturttu. Kendine kalan dar yere sığıştı ve poşetten iki şişe çekti. Kapakları çekip açtıktan sonra, kapakları duyarlı bir şekilde denize atmadan torbaya koydular. Ne de olsa daha geçen yaz, daha çevreci bir toplum için direnmiş, Facebook duvarlarında uzun paragraflardan oluşan iğneli yazılar yazmışlardı. Tam olarak bilmeyerek girdikleri davadan, en azından biraz olsun bilinçlenmiş iki birey olarak çıkmışlardı. Eğer bir gün Gezi direnişinin tarihi yazılacak ve tarihçiler direnişçileri başarısızlıkla suçlamaya kalkacak olurlarsa Alper ve Begüm’ün duyarlılığını göz önünde bulundurarak bu direnişin bir hiç uğruna yapılmadığını kabul etmelilerdi. Sinema, kitap, müzik ve pahalı spor salonu üyeliklerinden sonra konu profesyonel mesleklerine geldi. Daha doğrusu Alper’in profesyonel mesleğine geldi. Begüm yerel bir tekstil firmasında ihracat departmanında çalışıyordu. Çalıştığı ortamda rekabet içerisinde olduğu kimseler yoktu. Müdürü Meltem Hanım, 12 yıldır o şirkette çalışan, iki çocuk annesi bir kadındı. Karşısında oturan Ekrem Abi ise kısa süren bir evlilik tecrübesinin ardından bir hayatı paylaşma konusunda yeterince hevesli olmadığına kanaat getirmiş ve çocukluğundan beri ilgi duyduğu kuşlara vermişti kendisini. Her biri sabah 08:30’da masalarının başında olur, 12:30’da yemekhaneye iner ve 17:30’da bilgisayarlarını kapatarak evlerine dağılırlardı. Olağan yaşantılarında olağanüstü şeyler olmaz, onlar da bu durumdan şikâyet etmezlerdi. 22


iki buçuk ayda bir

Alper Altıncı ise bir pazarlama dehasıydı. Çok uluslu bir şirketin çok cafcaflı binasında hijyen ürünlerinin pazarlamasından sorumluydu. Her ne kadar sorumluluk silsilesinde Alper Altıncı on üç kişilik bölümde on üçüncü sırada olsa da bu onun kampanyaları sahiplenmesinde herhangi bir engel teşkil etmiyordu. Tabi yapılan işin ehemmiyetiyle doğru orantılı olarak işin adının telaffuzu da değişiklik gösteriyordu. Alper Altıncı bir pazarlamacı değil, “marketing executive” idi. Bundan 20 sene sonra Madmen dizisi yeniden çekilecek olursa Don Draper’ın değil Alper Altıncı’nın hikayesi pekala anlatılabilirdi. Yeri geldiğinde sabahlara kadar çalışır, öğle yemeğine çıkmayı unutur ama ne pahasına olursa olsun dâhiyane bir fikir üretmekten geri kalmazdı. Yeni ürün lansmanı sırasında gösterdiği hünerler olsun, satışları düşen bir ürünün tüketiciye tekrar sevdirilmesi sırasında geliştirdiği stratejiler olsun her bir mücadelede Alper Altıncı’nın ayrı ayrı başarı hikâyeleri yatmaktaydı. Kayaların üzerindeki şişeler, Alper’in iş yerinde başından geçen olaylar ve onun bu olaylar karşısında gösterdiği üstün çözüm odaklı performanslar eşliğinde bitirildi. Alper o kadar çok anlatmıştı ki artık Begüm Alper’in hangi olaya ne tepki verdiğini birbirine karıştırmaya başlamıştı. Çareyi ne anlatırsa kafa sallamakta buldu. İkinci biralar da bittikten sonra kalktılar.

Fo toğraf: Özg e M u tl u

Alper ve Begüm kayalıklardan kalktıktan sonra sahil boyunca Yoğurtçu Parkı’na kadar yürüdüler. İkisinin de başı dönüyordu ve Begüm, Alper’le vedalaştıktan sonra parkın önünde ilk gördüğü taksiye binerek uzaklaştı. Bir anlık heyecanlanmanın ardından yine de o akşam içerisinde kat edilen aşamaların mutluluğuyla avunan Alper de parkın önünde biraz bekledikten

23


iki buçuk ayda bir

sonra bir taksiye binerek Göztepe’deki Göztepe Quadrant Evleri’ne doğru yol aldı. Taksideyken Begüm’e mesaj atarak, eve vardığında ona haber vermesini rica etti. Begüm, Alper’den önce eve vardı ve baş dönmesine çare olarak doğruca uykuya daldı. Alper suratında kontrol edemediği gülümsemesiyle gece 02:32’de Göztepe Quadrant Evleri’nin giriş kapısına geldi. Sitenin güvenlik görevlisi bariyerin yanına gelerek taksinin içine baktı. Alper sol elini başına götürerek adama selam verdi. Selamı başını eğerek alan güvenlikçi Alper’den camı açmasını istedi. Alper şaşkınlıkla birlikte camı açtı ve: -“İyi geceler, D blok daire 78 Alper Altıncı.” dedi. Sesinden güvenlikçinin gösterdiği bu gereksiz kontrole duyduğu tepki hissediliyordu. Güvenlikçi nizamiye binasının camından içeri: -“D78 Alper Altıncı” diye seslendi. İçerideki güvenlikçi bilgisayardan ismi kontrol etti ve başıyla diğer güvenlikçiye onay verdi. Taksinin yanına gelen güvenlikçi Alper’in kimliğini görmek isteyince Alper rahatsızlığı sinire dönüştü. -“Beyefendi lütfen saçmalamayın. Ne gereği var, hem siz polis misiniz de kimlik soruyorsunuz?” diye çıkıştı. Ama bu nafile bir çıkıştı çünkü güvenlik görevlisi kimliği görmeden kapıyı açmayacaktı. Gece gece tadının kaçmasını istemeyen Alper cüzdanından kimliğini çıkartmak için elini arka cebine attı. Eli arka cebine dokunduğunda, uyandığında sol kolunu hissetmeyen uyku sersemlerinin hissettiği anlık paniği hissetti. Cüzdanı yerinde yoktu. Sonra diğer cebini, ön ceplerini ve ceketinin iç cebini kontrol etti. Yoktu. Hemen taksinin içerisinde ayaklanarak kafası tavana yapışık bir şekilde oturduğu arka koltuğu taramaya başladı. Daha sonra taksiden inerek eliyle taksinin döşemelerini ve ön koltuğun altını kontrol etti ama nafile. Cüzdan gitmişti. Aklına aniden kayalıklar geldi. Mutlaka orada düşürmüş olmalıydı. Ayağa kalkıp taksiciye durumu anlattığında orada duran güvenlikçi taksiciye bekleme yapmaması ve kapıyı boşaltması, taksici de Alper’e parası yoksa taksiye binmemesi gerektiği konusunda emirler yağdırıyordu. Bir anda küçük çaplı bir infial yaşanmaya başlamış, Alper hiç ummadığı bir senaryonun ezik figüranı haline dönmüştü. Bir ara taksici direksiyon başından kalkarak Alper’in üzerine yürümek istediyse de diğer güvenlikçilerin nizamiye binasından dışarı çıkmasıyla geri adım atmış ve taksiye binip Alper’e küfürler ederek siteden uzaklaşmıştı. Alper içeri giren güvenlik görevlilerinden birinin kolundan kavrayarak evin anahtarlarını gösterdi. Güvenlik görevlisi nuh diyor peygamber demiyordu. Sitede yaşanan bir takım olaylardan sonra site yönetimi gece yarısından sonra içeriye kimliksiz kimseyi almama kararı almış, bu karar asansörlerde ve apartman girişlerinde tebliğ edilmişti. Fakat tüm bu tebligat işlemleri bir şekilde Alper Altıncı’nın dikkatini çekme konusunda başarısız olmuştu. Evde yaşayan birisi olmadığı için evi arayıp Alper’i kapıdan içeri aldıracak kimse de yoktu. 4 bloklu, 300 daireli, kapalı otoparkı ve iki havuzu bulunan Göztepe Quadrant Evleri’nde komşuluk ilişkileri de pek gelişmiş olmadığı için her ay 350 lira aidat ödediği daireye giriş yapmasının imkanı bulunmuyordu. Hemen telefona sarılarak birkaç 24


iki buçuk ayda bir

arkadaşını aramak istedi. Telefon akıllıydı ama çalışmıyordu. Şarjı o saate kadar iyi bile dayanmış olan akıllı telefonunun kendisini terk ettiğini görünce dımdızlak ortada kaldığını kabul etti. Sinirden ve çaresizlikten gözleri dolan Alper son bir kuvvetle nizamiyenin camını tıklattı. Camı yarım açan güvenlik görevlisi önünde duran poşetin içerisinden bir tane fındık aldıktan sonra baygın gözlerle: -“Ne var kardeşim?” dedi. Muhtemelen site sakini olmayan, beş parasız ve sarhoş bir adama beyefendi demenin gereksiz bir yük olduğuna kanaat getirmiş olduğu için rahat konuşuyordu. -“Ben, Alper Altıncı, dünyanın 102 ülkesinde faaliyet gösteren T&T şirketinin hijyen ürünleri iş kolunda marketing executive olarak çalışmaktayım. Siz ne hakla beni her ayın birinde otomatik ödeme talimatıyla kirasını ödediğim daireme almazsınız?” Alper’in kızarmış gözleri iyice açılmış, sırtı ter içerisinde kalmış ve gözeneklerinde yuvalanmış alkol tanecikleri havaya karışmıştı. Söylediklerinden sadece Alper Altıncı’yı anlayan güvenlikçi avcunun içine sıkıştırdığı iki fındığı kırdıktan sonra Alper’e: -“Kimliğin var mı kardeşim?” diye sordu. “Yok di mi? Yoksa siktir ol git kapının önünden! Alpermiş, Altıncı’ymış. Bana ne kardeşim gecenin bir vakti sarhoşla, uğursuzla uğraşmak zorunda mıyım ben? Ararım polisi gelir alır, götürür seni, ondan sonra merkezde anlatırsın ben Alper Altıncı bilmem ne sikimde sabun satıyorum diye.” Camı kapatan güvenlikçi elindeki fındık kabuklarını ayağının altındaki çöp kovasına atarak monitörlerin başına geri döndü. %25 peşin, geri kalanı 120 ay vadeli ödeme koşullarıyla bir apartmandan çok bir yaşam alanı sunan Göztepe Quadrant Evleri’nin önündeki kaldırıma oturan Alper Altıncı gözlerinden boşalan yaşlarla birlikte gece lambasının altında oluşan gölgesine bakıyordu. Bir süre daha sızlanarak ağladıktan sonra ayağa kalkarak Moda’ya doğru yürümeye koyuldu. Kayalıklara giderek cüzdanını bulacaktı. Çünkü o Alper Altıncı’ydı. Fakat kimliksiz bir Alper Altıncı’nın ne taksici ne de güvenlik görevlisi nezdinde bir önemi yoktu. Ellerini cebine sokarak yürüdü Alper Altıncı, onun gerçekten Alper Altıncı olduğunu kanıtlayan tek eşyayı bulmak için yürüdü. Çünkü kimliksizken o sıradan bir Alper’di ve günümüzde sıradan Alperlerin adil bir hayat sürdürme şansı yoktu.

H a k a n Ke s k i n

25


Fo toğraf: Özge M u tl u

iki buçuk ayda bir

26


iki buçuk ayda bir

Hayaller kurulmasına izin verilmeden büyüyen çocuklarız biz. “Boş hayaller kurma!” “Hayal dünyasında yaşıyorsun.” Tam büyümüşken ve hayal kurmazken “Hayal kurmadan olmaz ki”leri duyan çocuklarız biz. O halde bir belirleyicisi var bu hayallerin. Hayal kurabileceğin, kuramayacağın zamanlar var. Başkaları tarafından, başkalarınca belirlenen durumlar var. “Az yemişsin, doymamışsındır.” “Doydum anne, 2 tabak yedim.” “Olsun, biraz daha ye.” Hayatımızın bir yerlerinde, ya da içimizde bir yerlerde her zaman bir belirleyici varmış gibi. Dengeyi oluşturmaya çalışan; azı – çoğu, doğruyu – yanlışı, iyiyi – kötüyü göstermeye çalışan bir üst düzey ile yaşıyormuşuz gibi altlardaki insanlar olarak. Freud’un id – ego – superegosu gibi. İd “yap” der, ego “evet yapmalısın, ihtiyacın var buna” der, superego “bir dakika, bir daha düşün” der. Ne yaptığın bu savaşın galibine bağlıdır, hangi tarafını dinlediğine. Hep bir ikilem, hep bir çelişkiler yumağında yaşar gidersin. Bir dostum “dünya iyi ve kötüden ibarettir, iyi ve kötünün savaşıdır hayat” demişti. Bir adam “hayat siyah ve beyazdır” demişti. Hayaller de böyle değil midir? Kötü bir dünyada yaşarken, iyi bir dünyanın hayalini kurarsın. Zifiri karanlıkta, 27

h a y a l siyahın içindeysen eğer; hayalin beyazı ışığı görmektir. Elindeki az ise, çoğu için çabalarsın. Zıtlıklarla, olmasını isteyip olmayanlarla başlar hayaller ve gerçekler. Kimimiz hayallerimizin resmini yaptık, kimimiz sokağa çıktık hayalini kurduğumuz dünya için, kimimiz ise köşemize çekilip anason kokusuyla kağıda döktük hayallerimizi. Hayal kurulmasına izin verilmeyen çocuklar hayal kurmayı öğrendiğinde hayalleri arttı, isyanları başladı, soruları çoğaldı. Çocuklar büyüdükçe her şey sorularla anlam kazanıyor ya da anlamsızlaşıyor. Sinir bozucu olabilir bazen çocukların sordukları sorular. “Bu ne? Bu niye böyle? Burada ne var?” Cevap vermenin zor olduğu sorularla karşılaştırır bizi çocuklar, çoğu zaman hayatta. Bizim cevaplarımız belirler hayattaki yerimizi, çocukların hayatlarındaki yerimizi de öyle; ya ciddiye alır ve size sormaya devam eder çocuk, ya da başka bir cevaplayıcı bulur kendine. Çocuklar soru sorsun, soruları cevaplanmayan, eksik cevaplanan büyümüş çocuklar o çocukların sorularına cevap versin. Cevaplar hayallerimizi büyütür, hayaller bizleri büyütür. Cevaplanmayan sorumuz, gerçekleşmeyen hayalimiz kalmasın demeyi çok isterdim ama ütopik olurdu. Hayal kurmaya devam edelim: Hayal kurdukça güçleniyoruzdur belki, hayallerimiz sayesinde kalkabiliyoruzdur gömülmek istediğimiz yatağımızda.

berçem Göktürk


iki buçuk ayda bir

vaad kara bir sivrisinek sivri bir karasineğe: “sen mi daha sivrisin, yoksa ben mi daha karayım?” dediği zaman, güneş enerjisiyle bozulan “küçük hesap” makinemi şeker pancarı tarlasına usulca gömüp, salı pazarından aldığım en dandik ve şeffaf çoraplarımla ayakkabılarımı bile giymeden sana koşacağım...

-

Mithat Erdoğan 15 Mayıs 2007 Salı 02:26 Altunizade D.S.İ Öğrenci Yurdu -Biterken Selahattin Onur horluyordu-

28


iki buçuk ayda bir

çukura düşenden

Fo toğraf: S evi m Yü ce l

bulutun arkasında güzel güneşler görmüştüm de güneşin önünde bundan güzel bulut görmedim. yağdırdı mevla’m hizamdaki göğe asılı, başı ağrılı buluttan tuzlu sular, ağladıklarım belleğin kısmı olmaktan vazgeçip göçtü. cüretti ağzıma oturup Sana konuşan, gölgeye gazeldi anlattıkları, düş’tü. sabaha karşın, hayli argın, uykusuz ellerimiz tutunmaya yeltenmeyip 7 kat arştan nevrime düştü.

29

bir ses çekti fermuarı kendi üstüne. işte o ses, ellerimdi. in’cildiler. evvelden evcildiler. sabah olunca otobüse binip işe gittiler. kapatmaya mecbur – bu çukur – varlığınla yaratmış olmalı işgal ettiği yeri. kalan, tanıdığım ama olmadığım biri artık -üstüme yapışmış bu bol çukurlu derikalan bir düş, her defasında kazdığım çukurlara düşmüş. bulutun arkasında güzel güneşler görmüştüm de güneşin önünde bundan güzel bulut görmedim. *kuzguni


iki buçuk ayda bir

neohipi’nin mektubu sevgili dostum,

baktım ki iş hayatı biraz sonra yaparım demek üzerine kurulmuş, minik minik işlerin sürekli bitirilmek zorunda olduğu, boş vakitlerin yüzsüzce kullanılmasından hoşlanılmayan, sonsuza dek sürecek boğucu bir döngü olacak şekilde tasarlanmış, vay dedim, şunu tasarlayanlara bak ve dedim ki bugünkü aramda işlevsel şeyler yapacağım. sana bir mektuptan ziyade güvercin göndermek, kekten ziyade şerbetli hamur tatlısı yapmak üzere şuraya oturdum.

sevgili a., ben yeşil’den istifa ettim. bunu da sana böylecene bildiriyorum. biraz rahat ettim, biraz sıkıntı verdim. oyunlardan ve bilumum sorumluluklarımın hepsinden bir anda çıkıverdim. aslında derdim daha fazla yürütemeyeceğimi anladığım bir tanesinden çıkmaktı ama iletişim sıkıntıları yaşayan yönetmenim beni bir ültimatomla karşılayınca olanlar oldu. az bile oldu. hayat biraz boş ve anlamsız, biraz rahat ve kaygısız, biraz hoş ve kasıtsız bu aralar. kendimi uçurumdan aşağı doğru yuvarlanan irili ufaklı bir taş topluluğundan zorla da olsa kurtarmış gibi hissediyorum.

sevgiyle kal.

bunu uçurumun köşesinden değil bir binanın dördüncü katının en arka duvarının önündeki masadan, kosta rika’dan değil davutpaşa’dan yazıyorum.

Fo toğraf: Özge M u tl u

g.

30


iki buçuk ayda bir

kuzeyin parlak ışıkları altında

neyse. lafımı unutmadan, insan sıkılıyor bir yerden sonra. işkence bile çekiyor olsan, insan her gün aynı şeyi yapınca alışıyor işte. uzakta olmaya alışıyor, pilav üstü kuru yememeye alışıyor belki. fırsatım olsa kaçacağım dünyadan bir süreliğine. fırsatım yok. fırsat dediğin nedir sonuçta? yaratılır mı? öyleyse yaratıcı değilim. hem de hiç. canım sıkılıyor. dünyaya geldiğimden beridir canım sıkılıyor.

R e si m: M e se rre t A n n e a n n e

Burak Cem Salay

31


iki buçuk ayda bir

. s e f e r i l e r . l u n d Ç at ı l a r

h e p

üçg e n ,

İskandinavya’ nın bir köpüğünden, Lund şehrinden hepinize selamlar… Kopenhag sınırındaki 100 bin nüfuslu ama yarısını öğrencilerin oluşturduğu küçük, sevimli, karakter sahibi ve şu saniye ufak bir rüzgâr ile renkli sonbahar yapraklarının yağdığı ve bu yaprakları gönlünüzce üzerinde zıplayıp hışırdatabileceğiniz bir şehre Ağustos itibariyle merhaba dedim. Aslında buraya geliş hikayem, İsveç’ in sadece vatandaşlarına değil herkese sağladığı meşhur sosyal haklar ile bağlantılı. İnsan hakları hukuku yüksek lisans eğitimi için başvurduğum Lund Üniversitesi’ nde, İsveç hükümetinin finanse ettiği, Avrupa Birliği dışındaki öğrencileri kapsayan Swedish Institute bursu sayesinde, eğitim ücretine ek olarak her ay İstanbul’ da avukat olarak çalışırken aldığım maaşın üzerinde bir miktarı da yaşam masraflarım için cep harçlığı yapabildim. Lund şehrine ilk geldiğimde üçgen yapılı çatılar, Ağustos’ ta bile üşüterek esen hınzır rüzgâr ve ne mutlu bana ki en güzelinden bir sokak müziği ile karşılandım. Şöyle bir yürüyeyim de şehri keşfedeyim derken önümüzdeki iki yıl hayatımın en uğrak durakları olacak hukuk fakültesini, onların yerel Starbucks’ ı olan ve dünyanın en güzel çikolatalı keklerinin ev sahibi 32

o r m a n l a r

h e p

k ay ı n . . .

Espresso house’ ları, ve sokakları dolduran her yaştaki bisikletlileri hemencecik görüverdim. Ve ana hatlarıyla bir günde yürüyerek gezebileceğiniz bu şehir, İstanbul’ un kaosundan çıkıp huzurun ortasına düştüğünü hisseden bana iyi geldi. İçimdeki çılgın babaanne burayı ilk görüşte sevdi. Yeşil buralar sevgili arkadaşlar. Minnacık şehirde alabildiğine park var. Eskişehir’ i düşünün, şimdi oraya Filistin’ den Brezilya’ ya, Bangladeş’ ten İran’ a, Güney Afrika’ dan Vietnam’ a dünyanın her yerinden öğrencileri koyun. Dersler başladığında sınıfın yarısının benim aldığım burs ile yolunu buraya düşürdüğünü öğrendim. İsveç’ i, Avrupa Birliği üyesi olmamayı avantaja çeviren ülke olarak tanımlayabilirim sanırım bu noktada. Marjinal bir ülke derdi şimdi bizimki gündeminde olsa. Avrupa Birliği matah bir şey olduğundan değil, bize üyelik ile getireceğine inanılan imkânlarla ilgili bu söylediğim. Aslında devletlerin pozitif yükümlülüğü olan doğal ve sosyal haklarımızla ilgili, hani şu uğruna can verdiğimiz. Geçtiğimiz hafta beni ziyarete gelen güzel dostum e., “Bu haksızlık” dedi bir akşam bana. “Dünya bu haldeyken burası haksızlık. Herkesin hakkı bu hayat.” Öyle. Burada doğum iznini ikiye katlayarak veriyorlar her iki ebeveyn de bölerek kullanabilsin diye. Rektör, yeni öğrencilere ilham ve yaşama sevinci aşılayan konuşmasından sonra fotoğraf çekimi için sahnenin boşaltılması gerektiği zaman kürsüyü kendi omuzluyor. Ülkede kimsesi olmayan Etiyopya’ lı bir mimarlık öğrencisine alanında çok başarılı bir mimar olan eski belediye başkanının irtibat bilgileri, mesleki tecrübelerinden yararlanabilmesi için teklifsiz veriliyor. Yani ilk gözüme çarpan ve içime işleyen şeylerden biri, hiyerarşi olmaması


Fo toğraf: Ece Öz sa ra ç

iki buçuk ayda bir

33


iki buçuk ayda bir

bu kültürde. Kendini ünvanınla tanıtırsan, neden bunu vurguladığına anlam veremeyip “unvanla insan olunmuyor ki” diyen gözlerle bakıyorlar size. Eklemeden geçemem, burada Orhan Veli’ nin kinayesi kinaye değil, su gerçekten bedava! Eylül ortasında seçimler oldu İsveç’ te. Öncesinde sokakta, muhafazakâr partinin mitingini ve buranın doğal bir bileşenini oluşturan protestoları gözlemleme şansım oldu. Avrupa’da yükselen ırkçı eğilimler, İsveç’ te de mülteciler üzerinden yürüyen politikalara bürünmüş ama ben çevremdeki İsveç’li arkadaşlarımdan hep “Bu dünya hepimizin” i duydum. Diyalog polisi diye bir şey var bu kültürde. Silahsızlar gözlemlediğim kadarıyla. Görevleri sorun oluşursa diyalog yoluyla çözmek. Gerçi işler karışınca polislerin bu kadar masum kalmadıklarını okudum ve duydum ama gözlemlerimi aktardığımdan bunu paylaşmadan geçemedim. Çünkü polisin devletlerde varoluş sebebi bir yana, bugün Kobane’ ye destek eylemlerinde yaşananları düşündükçe düğümlendi sözcüklerim. Berkin’ i, Ali İsmail’ i düşündüm. Burada eğitim, sağlık gibi sosyal hizmetlerden ücretsiz yararlanabilenleri, devletin parasıyla tobleron aldığı için hakkında skandal patlayan ve hala “tobleron” diye anılan milletvekillerini, işe girdiğinde sigortasını ve fazla mesaisini alacağından şüphe duymadan yarınlara gülümseyebilen insanları gördüğümde aklıma Torunlar İnşaat’ ta günlük 4,5 lira yevmiye için bozuk asansöre bindirilen ve 20 yaşında öldürülen Hıdır Ali Genç düştü. İçimdeki isyan ateşi harlandı, harlanıyor… 34

Bütün bunlar yüreklere değer, yürekleri deler iken göze değen önemli bir noktadan da bahsetmek isterim size. Her şey olması gerektiği kadar sanki buralarda. Binalar, evler, odalar, sokaklar… Geçen bir seminerde konuşuldu her dilde bazı kelimeler vardır doğrudan çevirisini yapamadığınız diye. Türkiye’ den “Tanrı misafiri” ni örnek verdiler. İsveç’ te de “lagom” idi bu kelime. Tam da olması gerektiği kadar anlamında. Tren ile Malmö’ ye 15, Kopenhag’ a 30 dakika olan ve onların akbili yerine geçen “jojo” ulaşım kartlarıyla ülke değiştirebildiğiniz bu şehirde bir İstanbul’ lu olarak meyhaneleri ve İstiklal’ de ritm çalarak şarkı söyleyen o güzel kadın sesini çok özledim. Ama özlemek te insana dair ne de olsa.. Yola çıkmaktan korkmayın sevgili dostlar, farkında olmasak ta hepimiz çoktan beridir yollardayız zaten aslında. Bir “fika” uzağınızdayken, kalplerimizde barış hasreti birleştirsin hepimizi.

Ece Özsa ra ç Lund


iki buçuk ayda bir

fİlmekİmİ’nden ç ı k m ış k a d ı n

Ezgi Ka ra oğlu

w hıp l a s h damıen chazelle - 2014 WhIplash - Hank Levy J a z z LL C

m ı g İ d İ y o r d u n , g e r İ d e m İ k a l ı y o r d u n ? E ğ e r b İ l e r e k o r k e s t r a m ı s a b o t e e d İ y o r s a n s e n İ b İ r d o m u z g İ b İ p a r ç a l a r ı m . A m a n T a n r ı m , s e n d e o t e k g ö z y a ş ı d ö k e n l e r d e n m İ s İ n ? S e n ş u a n 9 y a ş ı n d a b İ r k ı z g İ b İ b a t e r İ s e t İ m e s a l y a s ü m ü k s a ç a n d e ğ e r s İ z b İ r n o n o ş s u n ! “

35

H ı z l ı


iki buçuk ayda bir

geronımo to n y g at l ı f - 2 0 1 4 İ br a h İ m tat l ı s e s her demet

“ K av g a m ı İ s t İ yo r s u n u z ? H a d İ g e l İ n ! G e l İ n d e s e v İ ş e l İ m ! ”

k r a ftı d ı o t e n - B u z , K a r v e İ n T İ KAM hans peter moland - 2014 “ - N e d e n b u s o ğ u k ü l k e d e y a ş ı y o r u z ? ( N o r v e ç ) - R e f a h d e v l e t İ . S e n h İ ç s ı c a k r e f a h d e v l e t İ g ö r d ü n m ü ? G ü n e ş v e y a r e f a h . ”

boy h o o d - ço c u k l u k r ı cha r d l ı n k l at e r - 2 0 0 2 -2 0 1 4 WILCO HATE I T HERE “ - ö ğ r e t m e n İ n ö d e v l e r İ n İ ya p m a d ı ğ ı n ı s ö y l e d İ m a s o n ? - h ay ı r , ya p t ı m . s a d e c e ç a n ta m d a d u r u yo r l a r d ı . - p e k İ o z a m a n n e d e n ö ğ r e t m e n İ n e v e r m e d İ n ? - İ s t e m e d İ k İ . ” 36


iki buçuk ayda bir

Feher İsten - b e ya z ta n r ı Kornél Mundruczó - 2014 h u n g a r ıa n r ha p s o dy franz lıstz “ o y e s a a l

n u ay r ı r e koy u n . k at o, k İ m s e m a z .“

I orıgıns - kökler mıke cahıll - 2014 the do dust ıt off

“ - h e p İ M İ Z İ N ÜSTÜN D E YA Ş AYAN S İ H İ RL İ RU H UN VARLIĞINA D A İ R H İ ÇB İ R KANIT YOK . - TANRININ OLMA D IĞINI KANITLAMAK İ Ç İ N NE D EN BU KA D AR UĞRA Ş IYORSUN ? - UĞRA Ş MIYORUM . VARLIĞINI K İ M KANITLAMI Ş K İ . ” B İ R

37


iki bu癟uk ayda bir

siz de yaz覺n


iki buรงuk ayda bir

siz de รงizin


40

Ça l ı ş m a: d i c


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.