iki buçuk ayda bir #6

Page 1

iki buçuk ayda bir fanzin

No:6 Pa ra i l e a l ı n m a z .


i ki b uçuk ayda bi r fan zi n No:6 Eki m 2016

s e v g i l i o k u r, h e r ş e y i n s o n d a k i k a o l d u ğ u b u g ü n l e r, s o n d a k i k a h a b e r l e r e ş l i ğ i n d e h ı z l a g e ç i p g e ç i y o r. internet: son dakika televiz yon: son dakika gazete: son dakika gündem: son dakika y e n i v e s ı c a k g e l i ş m e l e r, b o m b a h a b e r l e r, f l a ş a ç ı k l a m a l a r. . . a r t ı k o l a ğ a n l a ş m ı ş b u “o l a ğ a n ü s t ü ” g ü n d e m e v e o l a ğ a n ü s t ü h a l l e r e elinizde b ulunan altıncı sayımız ile kendi sıcak gündemimizi t a ş ı d ı k . y a l ı n , k a r m a ş ı k , s ı r a d a n , h av a d a n , s u d a n v e o l a ğ a n yazıları çizimlere ar kadaş edip, fan zinimizin yeni sayısını hem k e n d i m i z e h e m d e s i z l e r e b i r ‘e s’ o l s u n d i y e h a z ı r l a d ı k . s a n f r a n c i s c o p r i d e’ ı n ı n a s y a’n ı n i ç i n e s e v g i d o l d u r d u ğ u b i r g ü n e , a c ı k a n c e m’ i n p u m p u m ç o r b a s ı e ş l i k e d i y o r. i l k d u r a k t a yor ulanları, hiç mi yok diye soranlar kovalıyor ve b u yolculuk a f r i k a’y a k a d a r u z a n ı y o r. t a k i p e d e n s a y f a l a r d a n a ç i z a n e “s o n d a k i k a” l a r ı m ı z s i z l e r i b e k l i y o r. başta b u sayıya yazıları ve emeği ile katkı sunan her kese olmak ü z e r e , g r a f i k t a s a r ı m i ç i n d i c l e’y e , k a p a k i ç i n m e r t ’e , r e d a k s i y o n e k i b i n d e n a s y a , e c e , e z g i v e v i l d a n’a t e ş e k k ü r e d e r i z . fanzinimiz para ile alınmaz malum, elden ele dağıtalım… s e v g i l e r, e.

2

iki buçuk ayda bir


sefer i ler san franc i sco’da bi r gün sevg i doldu iç i me 4 sefer i ler b üyük resi m 8 fi lm kr iti k: i,... 10 i ki b uçuk ayın çalma li stesi 13 i l k durak 15 afr i ka kokmayan afr i ka’dan sesler 16 hiç mi yok? 20 mül k: sosyal bi r fenomen 21 p um p um çor bası 23 oturan öküzler 24 dar b ey i b en organize etti m 26 esrar de de sokağ i’ndaki yatır 28

iki buçuk ayda bir

3


.seferiler.

S a n Fr a n c i s c o ’d a b i r g ü n sevgi doldu içime Asya.

Bu sene, San Francisco’da 46.’sı düzenlenen LGBT onur yürüyüşüne katıldım. Katıldım dediğim, Market Caddesi boyuncu yürüyecek olan grupları izlemek için sokağın bir kenarına, bariyerlerin arkasına yerleştim. Geçide katılacak gruplar 26 Haziran Pazar, sabahın erken saatlerinden itibaren kostümlerini, aksesuarlarını, araçlarını, varsa dağıtacakları bayrakları, stickerları, dövmeleri, rozetleri hazır edip organizasyon düzenine geçtiler. Sonra versin elini mutlu yüzler, gülen suratlar, coşkuyla yeri göğü renge boyayan gruplar...

4

iki buçuk ayda bir


Yahu herkes oradaydı! Bizim burada alışık olduğumuz, daha doğrusu izin verseler birey olarak katılacağımız yürüyüşlerden farklı olarak, cadde boyunca yürüyecek olanların hepsi bir gruba, bir organizasyona mensup. Yani birey olarak öylece Google grubunun arkasına katılmak pek mümkün değil. Bu sene benim geçitte gördüklerim; Hillary’i destekleyen, “love trumps hate” f lamalı gruplar, Gay-American Kızılderililer, Animal Role-Players diye hayvan kostümlü fantazik gruplar, LISTAG1’ın Amerika versiyonu diyebileceğimiz LGBT aileleri ve arkadaşları (PFLAG) grubu, motorlu ve bisikletli gruplar, Ulusal Park Hizmeti, Sutter Hastanesi çalışanları, Recology çöp toplama hizmetlileri,

Latinolar, Orlando’yu ananlar, arabalarıyla geçen kongre üyeleri, mormon kadınlar, veganlar ve dev karnavalda göz dolduran, geniş katılımlı gruplarıyla Silikon Vadisi’nden gelen firmalar; Apple, Uber, Google, Facebook, Airbnb...

1 Hala izlemediyseniz Can Candan’ın Benim Çocuğum belgeselini izlemenizi öneririm. http://www.benimcocugumbelgeseli.com/film.aspx

iki buçuk ayda bir

5


Levis, Hardrock, Salesforce, Thrive. Markalarca yürüyen grupları görünce bu dev şölenin biraz da reklam panosu işlevi gördüğünü düşünmemek elde değil. Markalar ve politikacılar açısından LGBT dostu görünmek bu şehirde yaşayanlar için kritik. Biz, İstanbul’da onur yürüşünü yasaklar yüzünden ziyadesiyle yapamamışken, Amerika-the kapitalizm coğrafyasının en güzide şehirlerinden birinin ev sahipliği yaptığı LGBT yürüşünün açık hava reklam panosu olması şaşırtıcı değil. Geçite katılan tüm gruplar arasında reklamsız duruluğuyla göz dolduran nudistleri bir tezat olarak buraya bırakıyorum.

6

Sevgi, sevgi, sevgi Sevgi neydi? Sevgi emekti. Sevgi renkti, özgürlüktü o gün. LGBT topluluğunun başkentlerinden biri olan San Francisco’da düzenlenen bu yürüyüşün bana gösterdiği en önemli şey özgürlük, eşitlik, tanınırlık, hak mücadelesi adına yapılan mutlu yürüyüşlerin de olabileceği oldu. Dolayısıyla gazsız, polissiz, adeta karnavalesk olan bu geçitin büyüsü ve hararetiyle telefon şarjımın son damlasına kadar 967 tane fotoğraf çekmişim. Buraya sadece bir kaç damla bırakıyor, sevin kardeşim diyorum!

iki buçuk ayda bir


iki buรงuk ayda bir

7


.seferiler.

Büyük Resim G ü l ev B u l u t

Durmaya nedensizce alıştığımız yerlerden bineriz araca. Mesela bir sürü vagonun arasından hep en sondan üçüncüye denk gelmemin sebebinin sabahları yaslandığım direğin yeri olduğunu, gidip her seferinde o bir tane direğe yaslandığımı anlamam bir senemi almıştı.

8 8

iki buçuk ayda bir iki buçuk ayda bir


Metroda ve vapurda denk geldiğim insanları kıyaslayınca yerin altı ve üstü kadar farklılar. Suratlarında temiz hava alan ve güneşi gören bir ifade var. Ama en önemlisi de gözlerinde büyüttükleri şehre uzaktan son bir bakış atıyorlar evlerine dönmeden önce. Bir çeşit hesaplaşma.

İş çıkışı dank etti. Brooklyn’e hareket ederken Manhattan’ı uzaktan izleyip: “Demin içinde bulunup alıştığım kaos buradan bakınca ne kadar da görkemli. Bak işte, her gün geçip iş bitiyor. Büyük resme odaklan.” Böyle düşünürken bu yaklaşımla niye kendime bakamıyordum? Vasıtayı boşver. Kendine dürüst ol. Bırak günler başlasın bitsin, sen büyük resme odaklan. iki buçuk ayda bir iki buçuk ayda bir

9 9


FİLM KRİTİK I, ... KEN LOACH - 2016

iç huzurumuz kaçtı. evet belki de çok iyi bir filmden çıkınca gerçekten hissedilmesi gereken bir duygudur bu. ama gerçekliğin kaçırdığı huzur bizi bu yazıyı yazmaya mecbur kıldı. çünkü bu film bir Ken Loach filmi ve düşünceyi gündeliğe göze parmak sokmadan harika biçimde içimize işletiyor. Daniel Blake’in ve Katie’nin film boyunca yaşadıklarının sıradanlığı ve olağanlığı izleyenlere tuhaf bir korku veriyor. çalışarak hayatını idame ettiremeyen bireylerin itildiği bu boşluk bizi rahatsız ediyor.

10

iki buçuk ayda bir


beyan esas değilmiş. “I, Daniel Blake” filminden çıktıktan sonra aklınızda kalmayacak bir cümle bu. çünkü iş kurumu görevlisine, o hafta, sokaklarda dolaşarak iş aradığını, “cv”sini iş yerlerine elden bıraktığını anlattıktan sonra, “peki ama kanıt nerede? akıllı telefonunuzla fotoğraf çekmediniz mi? ben nereden bileceğim gerçekten iş aradığınızı” gibi sorularla karşılaşan Daniel Blake “beyan esastır” diyor. teknolojiyi verili bir beceri olarak ele alan, alternatifsizlikler üzerine kurulmuş bu sistemde, iş kurumu görevlisi, altmışlarını çoktan aşmış bir bireyin internetten başvuru yapmasını, akıllı telefon kullanmasını ve bilgisayara hakim olmasını bekliyor. “kural gereği” neredeyse 60larında, marangoz ve inşaat işçisi olan Daniel Blake geçirdiği kalp krizi sonrası, doktorun henüz çalışamazsın demesiyle hayatını sürdürebilmek için destek maaşına başvurur. f ilm boyunca da, başvurunun bürokratik absürtlükler içindeki sürecini ve sistemin Daniel Blake’in bu maaşa uygun olup olmadığını anlamak için uzattığı sürüncemeyi izleriz. f ilm boyunca, amacın hakikaten “yardıma uygun” kişileri bulmak mı yoksa bürokratik absürtlükler içinde bireyi yıldırmak mı olduğuna karar veremeyiz. çünkü başvuru sürecinin kendisi bir defetme ve cezalandırma süreci olarak işler. “kural gereği” resmi kağıttan önce telefon aramasıyla bilgilendirilmek gerekir. “kural gereği” üç ay beklemek gerekir. “kural gereği” akla yatan veya yatmayan bir sürü anlamsız aşamayı bekleme sürelerine sadık kalarak yerine getirmek gerekir. başka bir gelirinin olup olmaması, ve ya yaşadığın sağlık problemleri kurallardan daha önemli değildir. bireyin günahı, bireyin boynuna. zorunlu olan cv yazma seminerinde izlediğimiz sahneler bireye yaptığı atıf ve bireyin iradesinin dışında gelişen tüm günahların bireyin hanesine yazılması açısından hayli tanıdıktı. bu seminerde öğütlenen şey kabaca şöyle: “kalabalığın arasından sıyrılmalısın. çünkü işsizlik diye bir gerçeklik yok. senin yeteri kadar iyi olamaman var”. tüm bunlar Blake için oldukça gülünç. bizim için de öyle tabi. çalışamayacak durumda olan ve hayatını kazanmak için çalışmak zorunda olduğu bu sistem için de devlet tarafından zorunlu CV yazma kursuna gönderilen birini izlerken bu fasit daireyi açıklayacak mantıklı bir önerme bulmak gittikçe güçleşiyor.

iki buçuk ayda bir

11


çalışmak istiyor Daniel Blake. ki çoğumuzun bilmediği, yapmaktan aciz olduğu en hayati işler elinden geliyor. örneğin kaloriferleri yanmayan bir evi ısıtmak için camları baloncuklarla yalıtması gerektiğini biliyor. veya kendi lavabosunu kendi tamir edebiliyor. kütüphane yapıyor, kapı kollarını onarıyor. bir tek fare imlecini basılı tutup aşağı çekmeyi bilmiyor. iş kurumuna itiraz formunu doldurmak için online başvurudan başka bir alternatif olmadığı için bilgisayarın başında bir hayli zorlanıyor. ilerle tuşuna bastığında karşılaştırdığı hata ekranı hepimizi gülümsetse de, tüm bu şaşkınlıkları o kadar gerçek ki hepimiz etrafımızda Daniel Blake olabilecek birilerini kolaylıkla bulabiliriz. facebook kullanmaya yeni başlamış üst jenerasyonlar mesela. düşünüyoruz da. sinir oluyoruz içimizden, formları elle doldurmak, görüşmeleri sıcakça yüz yüze yapmak varken, Blake’i tüm bu karmaşa içine iten sistemden. yalnızlığının cezalandırılmasından. sorun sadece bürokrasinin katmanlı, can sıkıcı oluşu değil; hem bilgisayar kullanamazken hem de CV yazamazken Blake’in suratına vurulan “tüm bunlar senin başarısızlığın” ünlemlerinden! ‘vatandaş’tan ‘müşteri’ye Blake bizi güldürüyor çünkü web sayfasının donduğunu söyleyen genç adama, çözemez miyiz? (can’t we defrost it) diye karşılık veriyor. yeterince çalışırsa, çabalarsa, işsizlik maaşını ya da destek maaşını, adı her ne olursa, 40 yıllık dürüst emeğinin vatandaşlık karşılığını alacağına inanıyor. ne umudun ne hüznün aşırı olmadığı bu filmi ağlamadan izlemek ise neredeyse imkansız. ‘sosyal’ devletin hayatını çalışarak kazanamayacak vatandaşlar için sağla(ya)madığı korumayı, bu koruma hizmetlerinden elini eteğini çekerek özel şirketlere devretmesini ve tüm bu sürecin faturasını bireye kesmesini izliyoruz. film 40 yıl boyunca çalışmaktan ve vergisini eksiksiz olarak ödemekten gurur duyan vatandaşların çalışamayacak hale geldiğinde nasıl da kolayca toplumun ve hatta Katie’nin başına geldiği gibi kentin çeperlerinden dışarı atıldığını gözler önüne seriyor. bireylerin artık ‘vatandaş’ olarak değil, ‘müşteri’ olarak değerlendirildiği, en haklı itirazlarını sunmak için, bire bir muhatap bulmak için özel şirketlerin çağrı merkezlerini arayarak telefonda saatlerce çırpınmalarını anlatıyor. Daniel Blake ile Katie’yi yan yana izleyebilmemiz ise yaşlanıp hastalanana kadar iyi bir hayat sürdürmüş bir erkek ile hayatının henüz başlarında iki çocuğu ile mücadele veren bir kadının yaşadığı farklı dışlanma süreçlerini ayırt etmek açısından önemli. filmin bu kadar etkileyici olmasının sebebi, günümüz insanının maruz kaldığı tüm süreçlerin alt metnini harika bir olağanlık içinde sunması sanırım. hangimiz saatlerce telefonda beklemedik? hangimiz vatandaş olmaktan ileri gelen en insanı haklarımıza erişmek için bürokrasinin duvarlarına çarpa çarpa afallamıyoruz? Daniel Blake’in yaşadıklarını bizim de yaşamamız ne kadar da mümkün, değil mi? daha fazla detay ile filmin tadını kaçırmayacağız. bu yazıyı tüm dünyacak minik bir ihtiyaç listesi yaparak bitiriyoruz. bu ihtiyaç listesini Daniel Blake gibi bir duvarlara yazamadık belki ama buraya yazıyoruz: insan onuruna yakışır iş, makul bir sosyal güvenlik sistemi ve “müşteri” değil “vatandaş”. elifcan & asya 12


İ K İ B U Ç U K AY I N ÇALMA LİSTESİ

TEMA: PAZAR SABAHI

i k i b u ç u k a y d a b i r f a n z i n’ i n 6 . s a y ı s ı n ı y a y ı n a h a z ı r l a m a k üzere yayın kur ulu gönüllülerimiz ile bir pazar kahvaltısı eşliğinde buluştuk. toplantıya katılan herkesten bir tane “pazar sabahı şarkısı” seçmesini istedik ve bu şarkıları bir araya getirerek aşağıdaki listeyi sizler için hazır ladık. a f i y e t l e d i n l e y i n i z s e v g i l i o k u r.

JEFF BUCKLEY - LOVER YOU SHOULD’ VE COME OVER

AJDA PEKKAN – SANA DOĞRU

SARAH JAFFE – CLEMENTINE

BÜYÜK EV ABLUKADA – DINAZORL AR

X P L O D I N G P L A S T I X – S P O R T S , N O T H E AV Y C R I M E

M U S TA FA S A N DA L – D E N I Z E D O Ğ R U

AGAR AGAR – PRETTIEST VIRGIN

HÜMEYRA – AH NEREDESIN

iki buçuk ayda bir

13



İlk durak Oldum olası bir yürüyerek olma çabası Kaygısı cabası Yetiştim, yetişemedim, nazarlara geldim Bıktım, daha bıkmama var ya da bırakın gideyim Gidemedim, hayal kırıklığım, ataletim istemsiz cıvıyıp kanalizasyon girişinden nerelere gidiverişim Kayıp sanılışım haliyle aslında kaybolamayışım şehrin altında dolanışım özgüvensiz, bitik, yorgun, sabah akşam, iş güç amansız kokusu bokun sidiğin terin tam akıp gitmeden evvel üşenip roll-on sürmemişliğimin haddinden ağır pişmanlığı Oldum olası bir koşarak olma kaygısı Yetişememe yetişememe bir türlü yetişememe nereye yetişmeye koştuğunu bilememe Şimdi bir durdum da oldum olası bir durup olamama da mı varmış esas o mu varmış bir tek o mu varmış tam anlamadım durdum ama bu saniye bir hafif lik bir oksijen bolluğu mu dersin Durdum bak ama şimdi anlatamam gücenme n’olur bu ilk daha

irem az Ağustos 2016

iki buçuk ayda bir

15


A f r i ka Ko k m a y a n A f r i ka’d a n S e s l e r G i r i z g a h : B u s e ç k i , e n b a ş t a a k l ı m a G ü n e y A f r i k a’y ı d üşü re n , 2 haf talık G ü n ey Afrika yo llara d üşm esin d e kulağıma çalınan , ve b u ülke için o lmazsa o lmaz ş a r k ı l a r d a n o l u ş m a k t a d ı r. B a z ı l a r ı G ü n e y A f r i k a l ı sanatçıların olduğu için, bazıları da sadece yollarda bize kusursuz eşlik ettiği için burada. Mümkün olduğunca kronolojik olmaya çalıştım kulağa çalınma sırasıyla paylaşmak istedim. Hepsini bir bir anlatacağım. İki hafta boyunca gördüğüm, yediğim, iç tiğim , d uyd uğu m , ko kla dığım ve hayran kaldığım , ve yine gördüğüm ama eleştirmemek, üzülmemek i ç i n b a z e n g ö r m e z d e n g e l d i ğ i m , f a k a t n’o l u r s a o lsu n d ü nyanın ge ri kalanını u n ut tuğu m b u zaman boşluğunda hep bu şarkılar olacak.


1

I Wo n d e r - R o d r i g u e z /C o l d Fa c t

G ü n e y A f r i k a’n ı n a k l ı m d a v e k a l b i m d e f i l i z l e n m e s i b u ş a r k ı y l a v e R o d r i g u e z ’ l e d i r. S i x t o R o d r i g u e z , 1 9 7 0 ’ l e r d e A m e r i k a’ d a s a d e c e iki alb ü m çıkarır ve başarılı o lamaz. Kariye ri o n o k t a d a b i t e r, y a d a o b i t t i ğ i n i s a n ı r. H a l b u k i a y n ı z a m a n d a G ü n e y A f r i k a’ d a a p a r t h e i d ı yıkmak için dev bir m ücadele ve rilm ekteyke n Rodriguez de bu mücadelenin neredeyse i k o n u h a l i n d e d i r. İ s v e ç l i y ö n e t m e n M a l i k B e n d j e l l o u l ’u n 2 0 1 2 y a p ı m ı S e a r c h i n g Fo r S u g a r M a n b e l g e s e l i t a m o l a r a k d a b u n u a n l a t ı r. İzle diğim de coşkuyla kalbim e girmişti G ü n ey Afrika; o gü n b ugü n d ü r de çıkma dı.


2

Nguwe - Invaders of Afrika (f e a t . D i n d y & S o l S t r i n g e r)

G ü n ey Afrika şehirle ri, özellikle başke nt Jo han n esb u rg , b eyazlar için –ama sadece turist değil, maalesef ki yerli beyazlar için de- bir Uber cenneti. Hani ş u ö z e l a r a b a l a r ı n t a k s i o l d u ğ u t e l e f o n a p l i k a s y o n u o l a n U b e r. B e y a z l a r y a ö z e l a r a b a d a n a r a b a y a y a d a U b e r ’ d e n U b e r ’e a t l ı y o r. R e s m e n U b e r ü z e r i n d e n p o s t- m o d e r n a p a r t h e i d e l e ş t i r i s i y a p ı l a b i l i r. B u ş a r k ı d a J o’ b e r g ’ d e k i U b e r şoförümüzün bize armağanı. Bayılıyorum.

3

Soweto - A b d u l la h Ib ra h i m

Apartheidın yıkılmasında önemli rolü olan, zamanının bıçkın banliyösü, Soweto. Ke n d i n d e n d a h a d a b ı ç k ı n a b i s i b a ş k e n t J o h a n n e s b u r g ’a 1 s a a t u z a k l ı k t a . Ş a r k ı d a b u a s i r u h l a , ü l k e n i n e n ö n e m l i c a z c ı s ı A b d u l l a h I b r a h i m’ i n b u l u ş m a s ı .

4

Nightshift- Com modores

J o h a n n e s b e r g ’ d e n D u r b a n’a o t o b ü s y o l c u l u ğ u y a p a c a ğ ı m ı z s a b a h y i n e U b e r ’ d e radyo da çalıyo rd u. Haf ta içi bir sabah e rke ni, h e rkes işe gide rke n , turist olmanın hafifliği ve mahmurluğu bu şarkı.

5

I n C o m m o n - A l i c i a Ke y s (B l a c k C o f f e e R e m i x)

B u şarkı n e rele rde çalma dı ki. G ü n ey Afrika , 2016 ilkbaharın da b u şarkıyı dinliyordu, yazında da dinleyecek gibi. Black Coffee, isminden de anlaşılacağı g i b i G ü n e y A f r i k a l ı s i y a h b i r DJ . G e n e l o l a r a k y e r e l r a d y o l a r d a ç o k f a z l a ç a l ı y o r, ö z e l l i k l e s i y a h l a r d a b i r a z g u r u r l a k a r ı ş ı k s e v i y o r A m e r i k a’y a a ç ı l m ı ş b o l ödüller almış diye.

6

L e t ’s R u n - M a r c e l D aV i l l a & M s i z i J a m e s

Yo l l a r d a b i z e g e n e l d e G ü n e y A f r i ka’n ı n d o ğ u s a h i l l e r i n d e ç e ke n v e D u r b a n m e r ke z l i y a y ı n y a p a n Ea s t C o a s t R a d i o e ş l i k e t t i . B u d a o r a d a n b i r ke ş i f y i n e . İ k i s i d e G ü n e y A f r i ka l ı , ş a r k ı d a y o l a ç ı k m a , ko ş u p ka y b o l m a t e m a l ı . Ta m i s t e n e n .

7

A i n ’t N o M o u n t a i n H i g h E n o u g h - M a r v i n G a y e

A f r i k a k ı t a s ı n ı n e n y ü k s e k s ı n ı r g e ç i ş i o l a n (G ü n e y A f r i k a - L e s o t h o a r a s ı) 2 8 7 6 m e t r e l i k S a n i P a s s’e g i d e n d a ğ l a r, t a ş l a r, v a d i l e r k a p l ı y o l d a r a d y o d a ç ı k ı p ç o k güzel soundtrack oldu bu şarkı.

8

R e j o i c e - B u c i e (f e a t . B l a c k M o t i o n)

Yi n e b i r E a s t C o a s t R a d i o k e ş f i . B l a c k M o t i o n d a ç o k s e v i l e n b i r DJ o r a l a r d a . A f r i k a n r i t i m l i e l e k t r o n i k- a p a ç i m ü z i k . B e n ş a h s e n b a y ı l ı y o r u m .

18

iki buçuk ayda bir


9

B a d t a m e e z D i l -2 Fa m o u s

D i n l e y i n c e ç o k t a n ı d ı k g e l i r s e b i z i m r a d y o l a r d a d a d ö n ü y o r ç o k , o n d a n d ı r. A m a Tü r k ç e p o p z e h i r l e n m e s i v e r s i y o n u , S i m g e - K a m e r a . Ş ö y l e k i , ş a r k ı D u r b a n ’ d a k i b i r H i n t l o k a n t a s ı n d a k u l a k l a r a ç a l ı n d ı v e G ü n e y A f r i k a’n ı n özellikle sahillerinde azımsanmayacak miktarda olan Hint nüfusunu da un utmayalım diye listeye kon uld u.

10

Nkalakatha - Mandoza

Zo r b i r ş a r k ı . Ve f a k a t , ö n e m l i . B i z i m t a m P o r t E l i z a b e t h ’e v a r d ı ğ ı m ı z g ü n Mandoza beynindeki tümör yüzünden 38 yaşında öldü ve özellikle siyahlar ç o k ü z ü l d ü , d e v l e t e r k a n ı t a z i y e l e r i n i i l e t t i ( b e l k i y a l a n d a n d a o l s a), b ü y ü k b i r c e n a z e y a p ı l d ı . M a n d o z a , Kw a i t o d e n i l e n ö z e l l i k l e ş e h i r l e r d e ç a l ı p söyle n e n , m eselesi o lan se r t bir G ü n ey Afrika rap/hip-h op tü rü n ü n ö n e m li temsilcilerinden; beyazların da radyosunda çalınan ilk siyah şarkıcıymış k e n d i s i G ü n e y A f r i k a’ d a , a p a r t h e i d i n y ı k ı l m a s ı n d a b ü y ü k r o l o y n a y a n S o w e t o k a s a b a s ı n d a d o ğ m u ş b ü y ü m ü ş . B e l k i d e D i y a r b a k ı r ’ d a d o ğ u p b ü y ü m e k g i b i d i r. G aliba b u seb eple de h ep m eselesi olm uş hayat ta . Ö lüm üyle ke n disini tanıdım ama çok sevdim.

11

Stre et Life - Ra n dy Craw fo rd O f f t h e Wa l l - M i c h a e l J a c k s o n

B u iki şarkı bir dursun. Çünkü, canım, güzelim, gözümün nuru, gönlümün e f e n d i s i C a p e To w n’u n c o ş k u l u , g ü z e l , g e n ç , y a k ı ş ı k l ı , t a r z k a l a b a l ı ğ ı y l a coştuğumuzda bize bu şarkılar eşlik ediyordu.

12

B o n u s t r a c k : Pa t a Pa t a - M i r i a m M a k e b a

A p a r t h e i d ı n d i v a s ı . G ü n e y A f r i k a d e y i n c e M i r i a m M a k e b a’s ı z z a t e n o l m a z . İ s i m , şarkı, b elki şim di bir şey ifa de etmiyo r ama din leyin ce kesin likle e de cek.

13

G i m m e H o p e J o ’a n n a - E d d y G r a n t

J o’a n n a . B i r k a d ı n i s m i d e ğ i l . B e n b u m e ş h u r 7 0 ’ l e r d i s k o ş a r k ı s ı n ı h e p b i r k a d ı n a i t h a f e n d i y e d ü ş ü n e r e k d i n l i y o r d u m . B i r ş e h r e , b i r a p a r t h e i d ’a , b i r ç o k s a ç m a p o l i t i k a y a i t h a f e n m i ş ; J o’a n n a d a J o h a n n e s b u r g ’m u ş , k a r a n l ı k a p a r t h e i d günlerinde umut versin diyeymiş.

ezgi

iki buçuk ayda bir

19


hiç mi yok ? “Ben bu soruyu hiç sormadım” diyecek kaç kişi vardır bu topraklarda? Sadece bize özgü birçok acayipliği, enteresanlığı saysak sayarız sayfalarca malum. Bu da onlardan biri işte… “Yokun azı, çoğu, hiçi mi olur?” diye gelmez aklımıza. Sorarız yekten. Karşımızdaki de gayet mantıklı bir şey sormuşuz gibi cevap verir. “Hiç yok mu yani, gerçekten mi yok?” diye ısrar eden, “Nasıl yok ya?” diye normal normal şaşıran bile olur. İşte ben bu haldeyim uzun zamandır. Olan bitene, yaşadıklarımıza, duyduklarımıza bakıp, dinleyip, yaşayıp, sorup duruyorum. Hiç mi insanlığınız yok? Hiç mi vicdanınız yok? Hiç mi onurunuz yok? Hiç mi aklınız yok? Hiç mi adaletiniz yok? Hiç mi ferasetiniz yok? Hiç mi yok yani, gerçekten mi yok? Nasıl yok ya? Gülseren

fotoğraf: özge mutlu 20


fotoğraf: özge mutlu

mülk: sosyal bir fenomen o toplanmış elmalarda benim ağaca uzanmamın izi var! ha o zaman bu benimmiş şu da seninmiş artık iz nerdeyse iz kiminse kuzguni*

iki buçuk ayda bir

21


22

iki buรงuk ayda bir


pum pum çorbası bcs

bir tatlı kaşığı tuz kim sorarsa evde yokuz sonbahara sınavsız geçiş camdan izleniyor yarım su bardağı mısır unu nümayiş oluyor tankların sonu elimdeki yarım işler ve aklım yarım işler kızarmış bayat ekmek asfaltı bu denli hızlı dökmek köprüler açıldıysa tevekkeli bir deneme atlayışı yapılmalı pum.

iki buçuk ayda bir

23


oturan öküzler Bir anda öküz oturmuşçasına göğsünüze kalıverirsiniz olduğunuz yerde. Soyu tükenmeyen, gitmek bilmeyen bir sürüdür bu oturan öküzler. İnsanlar hep hüzünlü ve buruk sanki. Ya da ben daha çok onlarla göz göze geliyorum sokakta. İnsanlarla ve onların içinde oturan öküzlerle. Mutlu insan görünce garipsiyorum. Bir durup düşünüyorum,, sanki bugünlerde mutlu olmaktan bahsedilemezmiş gibi. Mutsuz insanların mutsuz olma hallerini kabullenmelerini istiyoruz bir yandan, mutlu olmaya çalışmaktansa var olan halin ile mutlu olma fikrine ısındırmaya çalışıyoruz. Adil olmadığını hissediyorum bazen bu durumun. Mutsuzluğun neden olduğu hastalıkları bir kenara bırakarak bunu söylüyorum tabi ki. Hüznün getirdiği insanın içine işleyen mutsuzluktan, sanki hiç kaybolmayacakmış gibi hissedilen o duygudan bahsediyorum. Ne yapacağını şaşırtan, engellerle baş etmeni zorlaştıran o duygulardan. Sonra hep bir denge arama hali. İnsan hayatındaki dengeyi arıyor içindeki öküzlerle, artık öküz ağırlığını ne tarafa verirse. Ama ne yazık ki o denge bulunur cinsten değil, hiç öyle değil. Bu arayış esnasında geçip gidiyor mutluluk da, mutsuzluk da. Kontrol çabamızı heba edercesine bir hızla değişiyor duygular, duyguların yoğunlukları, duyguların yaptırdıkları. Bunların üzerine düşünürken ve bir kısmını bir dostumla paylaştıktan sonra, bana “Mutlu olmak zorunda mıyız?” başlıklı bir kitap tanıtım yazısı gönderdi. “Mutsuz Olmak -Bir Yüreklendirme” isimli kitabı tanıtan bu yazı, mutlu olmayı görev bilme hali üzerine yazılmış. Kitap tanıtımı yapmak için 24

değil de bu halin evrenselliği, benzerliği ama içeride bir yerlerde farklılığından dolayı yazmak istedim. “Yazara göre bireyler mutsuzlukla birlikte yaşamayı öğrenmelidir. Hayatın bütün anlamsız yanlarına rağmen ondan anlam çıkarabilmeyi başarmalı, varoluşunun bütün cephelerini anlam arayışına dönüştürebilmelidir. Anlam duyusal tecrübelerle gelişir; görme, koklama, işitme, dokunma, tat alma olarak beş duyu ve altıncı duyu olarak hareket duygusu ile yedinci bir duyu olarak iç duyu, anlama aracılık eder.” Tam da böyle bir yer. Tam da böyle bir şey. Adı hüzün olsun, mutluluk olsun, mutsuzluk olsun, bizim ona verdiğimiz anlam kadar var. Hayattan çıkardığımız anlam bizi mutsuz da edebilir ama bununla yaşayabildiğimiz kadar anlamlıyız aslında. Anlamı bulabildiğimiz günlere.. berçem

iki buçuk ayda bir


kolaj: รถzge mutlu

iki buรงuk ayda bir

25


Darbeyi Ben Organize Ettim ! Şışşşşşşt, aramızda. Meramımı anlatabilmek adına darbeyi ben organize ettim. Baktım olacağı yok; bu Laiklik denilen ithal sözcüğü anlatamıyorum. Laiklik diyorum, dinsizlik diyorlar. Din, inananların vicdanlarında olmalı diyorum, dinsiz devlet olur mu? diyorlar. Modern toplum diyorum, ezan sesi sussun mu? diyorlar. İslamda cemaat demek toplum ve iktidar mühendisliğine soyunmak demektir diyorum, ateist gençlik mi yetişsin? diyorlar. Olmadı. Anlatamadım Laikliği. Karar verdim uzun ve ince bir yola: ‘BİR MUSİBET OLMALI, BİN NASİHATA BEDEL’ diyerek çıktım sabır isteyen yola. Buldum çevresinde sesi-sözü-nefesi dinlenen etkili bir hocayı; açtım önüne çalışma kanallarını, sağladım kendisine yasal ve maddi olanakları. Sağ olsun, o da yüzümü kara çıkartmadı. Evler, kurslar, dershaneler, okullar, yayınlar, dergiler, işyerleri, banka, üniversiteler derken binlerle ifadesi zor olan pırıl-zırıl gençler, biraz uzun yıllara yayılsa da yetiştirildi. Girdikleri sınavları bazen çalışarak, bazen soru çalarak alınlarının akı ile geçen gençler, çok şükür Hoca tarafından göreve hazır hale getirildi. Sonra da icazetli icazetsiz yerleştirdik askeriyeye, adliyeye ve de tüm devlet örgütüne. Öyle ki çay ocakları bile artık bizden soruluyordu. Öyle ya abdestsiz çay mı yapılacaktı? Sıra, ani ve şok bir hareketle, zaten içinde ve idaresinde olduğumuz devleti yönetme iddiasını göstermeye gelmişti. Usta bir satranç oyuncusu gibi, mat kurgusu ile şahı hedefleyecektik, ama piyonları harcarken bir-kaç at devirip, filleri yutarken vezir ve şah ayakta kalmalıydı. Öyle de yaptık; bir gece ‘başla’ düdüğü ile sabaha kadar bir-kaç F16 eşliğinde infial yarattık. Biraz ölü, epeyce de yaralı oldu ama amaca ulaştık, şah ve vezirler ayakta kalırken bir-kaç örgüt üyesi ile sempatizanları da feda ettik. Libya, Cezayir, Tunus, Yemen, Mısır, Irak, Suriye derken Türkiye uygulamasını, Nasreddin Hoca’nın okçuluk dersindeki gibi ‘Ok nasıl atılırsa hedef saptırılır’ ilkelerine bağlı kalınarak çok şükür uygulamaya koyduk. Evet biraz zahmetli, 30-40 yıl gibi biraz uzun, oldukça maliyetli, kumpaslı, ölümlü ve bol yaralanmalı bir süreç oldu ama ben en başında da demiştim herkese, cemaat demek İslami ilkelere dayalı otokrat yönetim hedefli örgütlenme demektir. Kapitalist sisteme entegre olunması hedeflenen Ilımlı İslam, modern elbiselerinin altında gelişmiş araçları da kullanarak moderniteyi reddeden, Dar-ül İslam ile Dar-ül Harb arasında her türlü hile-i şeriyeyi meşru sayarak legal ve illegal örgütlenme yöntemleri ile devlet yönetimini hedefler. Samir Amin, ‘Politik İslam, insanları özgürleştirmeye değil, tabi olmaya davet ediyor’ 1 derken cemaat örgütlenmesinin özünü işaret ediyordu: YALNIZCA İNAN; ŞÜPHE ETME, SORGULAMA ve GÖZÜNÜ KIRPMADAN EMRİ YERİNE GETİR.

26

iki buçuk ayda bir


Bireysel kimlik ve aydınlanmayı reddederek kolektif kimliğin esas alındığı cemaatçilik tam da bu nedenle Laikliği reddeder. Yalnız kurguda tasarruf ettiğimiz bizim cemaat değil, İslami kolektif kimliği esas alan tüm kardeş cemaatler bilir ki ‘laiklik’ giderek toplumda yerleşirse, dinin vicdanlarda yer alınmasının yetinilmesi, inananın inancıyla kalbinde barışık olması, dinsel toplum mühendisliğinin olmaması, iktidar araçlarına gözünü dikmemesi demektir. Aha gördünüz, cemaatçilik demek modern demokrasinin reddi demektir. demek istedim 1. SAMIR AMIN, MODERNITE, DEMOKRASI VE DIN (YORDAM KITAP, 2016).

iki buçuk ayda bir

27


esrar dede sokağı’ndaki yatır Beni bilen bilir pek inançlı birisi sayılmam, müspet ilimler sayesinde hayatını kazanan bir mühendisim. Bugüne kadar da hiçbir hurafeye prim vermemişimdir; ancak son İstanbul gezimde akılla açıklayamadığım bir şey geldi başıma. Başımdan geçenleri herkes duysun diye bu yazıyı kaleme alıyorum. Maksat hem biraz korkun hem de böyle bir durum başınıza geldiğinde ne yapmanız gerektiğini iyice bilin. Nisan sonu gibi rotasyonla Türkiye’ye iki haftalığına geri dönmüştüm. Uzun süredir yoğun çalışmaya aşina bünyem boş boş evde oturmaya alışmadığı için sıkılıyordum. Eski İstanbul taraf larını bir turlayayım diyerek çıktım evden. Laleli’nin caddelerinden Haşim İşcan’a, oradan Bizans su kemerini takip edip soluğu Balat’ın renkli sokaklarında aldım. Ev alayım diye çıkmadım tabii ama emlakçıları gezmek zevkli oluyordu. Çarşamba tarafında bir emlakçının vitrininde gördüm ilanı. İki katlı evin üst katı, brüt 120 m², merkezi, alt katıyla ortak kullanılan bahçesi araba için uygun. Fiyatı da 165.000 lira; aynı bölgedeki benzer özellikteki evlerin yarı fiyatından bile daha az. Merak ettim evi, ‘’Selamün Aleyküm’’ diyerek girdim dükkana. Her ne kadar sünnete uygun sakallı da olsam, Araplar gibi selam vermeyi de öğrensem dindar bir Müslüman’ı ikna etmeyi hiç bir zaman başaramamışımdır. Bu sefer de sürpriz olmadı; yüzüme şöyle bir bakıp merhaba diyerek cevap verdi emlakçı, sonra da tespihi ile uğraşmaya kaldığı yerden devam etti. Vitrindeki ilan için geldiğimi söylediğimde hiç şaşır madı. Kibarca, o evi göstermek için 28

on lira aldığını bildirdi. ‘’Bu da iyi tezgah kurmuş’’ diye düşündüm içimden: ‘’Yalandan fotoğrafı bile olmayan ucuz bir tane ilan koy, gelen geçen kerizlere de ev gösterme parası diye kafa başı on lirayı iç et, valla güzel iş’’. Normalde çıkıp giderdim dükkandan, nedense bir anda kabul edip dürüm yaptığım kırmızılığı masasına bıraktım. Yüzüme bu sefer dikkatle baktı, imamesi aşınmış tespihini verdiğim on lirayla birlikte cebe attı ve kapıyı kilitlemeden çıktık yola. Yakınmış gideceğimiz ev, Esrar Dede Sokağı taraflarında bir park var oraya bakıyor. Evin kombisi yok, kapısı doğraması falan da eskiydi ama fiyatına göre fena bir ev sayılmazdı. Hem de bariz bir şekilde pazarlıkla 150’ye inmek için küsuratlı fiyat verilmiş gibi duruyordu. Kaçırılacak fırsat değildi bu ev. Alt katta ev sahibi oturuyor diye tahmin ediyordum. Emlakçıyı ekarte etmek için sonra bir daha gelip ev sahibi ile işi bağlama planlarım yüzünden suratımda engelleyemediğim bir gülümseme peydah oluyordu. Bahçedeki Osmanlı’dan kalmış mezartaşının yanında düşünmeye çalışırken emlakçı yanıma gelip alt katın uzun süredir boş olduğunu söyledi. Ama merak etmeme gerek yokmuş çok güvenli muhitmiş, ne hırsızlık ne bir şey bu sokakta görülmezmiş. Emlakçıdan kurtulma ihtimali yanmış olsa da resmen bahçeyi tek başıma kullanabilecek, istediğim partiyi düzenleyebilecektim ve adam bu durumu çekinmem gereken bir şeymiş gibi anlatıyordu. Bu ev gerçekten kaçmazdı. Dükkana döndük, benden bin lira kapora istedi.Beş yüz çıktı cebimden, ses etmedi; ‘’Bu da siftahı olsun günün’’ dedi. Kimse fikrini değiştirmeden hızla çıktım adamın dükkanından. Eminönü-Kadıköy vapurunda simidimi yerken düşündüm: nasıl bir çılgınlıktı lan bu yaptığım. Hava alayım diye çıktım, ev alıp geri geliyorum, ne yapıyorum ben? Tanımadığım adama ortada kağıt yok sözleşme yok çat diye bütün cüzdanıboşaltıp veriyorum. Kendime güvenimi tazelemek, biraz da yaşadıklarımı anlatmak amacıyla abimi aradım. Şaşırsa bile o da fiyatı çok uygun bulmuş olacak ki


durumun saçmalığına kızmadı, yardımcı olacağını da belirtti. Eş dosttan borç harç parayı hazırlamam üç dört günümü aldı. Sözleştik, buluştuk, döndük gene bizim emlakçıya. Ev sahibi ile ilk defa dükkanda tanıştım. Akıldan kolay çıkmayacak cam gibi gri gözleri, bembeyaz soluk teni, seyrek ve bakımsız sakalı, yırtık hırkası ve lekeli gömleği ile fakirce görünümlü bir genç adamdı. El sıkıştık; bir çay içimi süresince kimse laf etmedi. On dakika boyunca sırayla çay höpürdettik. Tam emlakçı söze girecekken, ev sahibi “Paranı da istemiyorum evi de satmıyorum, beni affet vazgeçtim” diyerek araya girdi. Herhalde fiyatı beğenmedi arttırmak için son dakika ayak oyunu yapıyor zannettim, pazarlığa girişecektim ki emlakçı adamı azarlamaya başladı “Bu kaçıncı be adam” diye. “Herkesin vaktini yiyorsun, işime mani oluyorsun. Babanın hatırına yardımcı olmaya çalışıyorum ama bu son artık istemiyorum bu saçmalığı. Başka birini bul. Ben istedim, bana satmadın; sana o kadar müşteri bulduk onlar olmaz dedin, al yabancı adam bulduk onu da beğenmedin, neyin peşindesin?” Gri gözlü ev sahibi cevap veriyor mu sayıklıyor mu anlayamıyordum. Nöbet geçiriyor “Uygun değil. Olmaz. Uygun değil, münasip değil” diye mırıldanıyordu. Açıkçası hayal kırıklığına uğramıştım. Ev sahibi olalım diye geldiğim yerde saçma sapan bir tiyatronun ortasındaydım. Emlakçıya benim kaporayı hatırlattım. İkiletmeden çıkarttı verdi beş yüzü. Kenarda kendi kendine sayıklayan adam birden korkunç bir şekilde kükredi. Paranın tamamını vermesi gerektiğini, aksi takdirde hakkın kalacağını yatırın kimseye rahat vermeyeceğini haykırdı. Emlakçı, bu ani çıkıştan ürkerek dürüm yapılmış on lirayı da çıkarttı cebinden. Benim bile unuttuğum

parayı bu adam nereden gördü, nasıl hatırladı hiç bilmiyorum ama beş yüz liranın yanında on lirayı da alıp dükkandan çıktım. En azından zararım yok diye sevinerek Eminönü’ne doğru yürüyordum. Balık ekmek almak için sahildeki teknelere yanaştım garsona uzatmak için on lirayı çıkarttığımda, paranın üzerindeki Arapça yazılar ilk defa dikkatimi çekti. Normalde hiç umursamazdım, o on lirayı da hemen orada harcardım ama işte ne bileyim içimden bir ses o parayı sakla dedi. Hem de işte içki sofrasında da anlatacak anı olmuştu fena mı? Koyduk parayı cüzdana geri. Koyuş o koyuş, tatilim bitince de o on lira benimle birlikte Arabistan’a kadar geldi. Bu anlattıklarımın üzerinden bir aydan fazla zaman geçti, olayı da unutmaya başlamıştım. Bir gün ofisin çay salonunda boş boş konuşuyorduk. Mısırlı bir mühendis, Ahmed Yasir, bize Arap matematikçileri anlatıyordu. Ben de Cahit Arf ’ı örnek verdim meşhur Türk matematikçisi diye; adamın eşkalini göstermek için cüzdanda öylece duran on lirayı çıkartıp Ahmed’e gösterdim. Cahit Arf ’ın eşkalinden çok, onun ilgisini yazı çekti. Birden korkunç bir ciddiyete bürünen Ahmed paranın kaynağını sordu. Hikayeyi bir kere bile bölmeden dinledi. Özellikle adamın gri gözlerini tekrar tekrar sordu. Adamın ciddiyeti beni de korkutmuştu, “Ahmed ne yazıyor burada?” diye sordum. Parayı saklamamı, mümkünse yanımdan bir an bile ayırmamamı, ne anlama geldiğini üç aylar bitince bildireceğini söyledi. Ahmed ertesi gün işe gelmedi, ondan sonra da gelmedi. Duydum ki senelik izne ayrılmış kimseye de söylememiş neden ayrıldığını. Ramazan bittiği gibi üç ayların bitişini bildiren Şevval başlar. Şevval’ın birinde bir mektup aldım Ahmed’den. Okuduktan sonra kendime gelmem üç günü buldu. Evgad (humakî diye de bilinir) işareti vurulmuş meğerse paraya. Neyse ki Ahmed, aklı bağlayan, zihnin çalışmasını engelleyenbu damgadan kurtulmam için yapmam gerekenleri de yazmış. Reçete basit: #imamhatiplerkapatılsın Aslında çok basit bir şey ama tek başıma yapamıyorum, yardımınıza ihtiyacım var. Yardımınızı esirgemezseniz sevinirim. kerem aksakal 29


30

iki buรงuk ayda bir


“ötekile tire öte k

iki buçuk ayda bir

tire kalm a k.”

31


kitapçı tezgahlarını ve raf dışında kalanları müzikler eşliğinde gezen program raf dışı her pazartesi saat 21:00’de www.multilob.com’da. biraz kütüphanemizden, biraz rafta boy gösterenlerden ama hepsinden çok fanzinlerden konuşuyoruz. fanzinlerle birlikte edebiyatta saklı kalanları, çizgi dışı olanları ve yeni arayışları dillendiriyoruz. irticalen yaptığımız muhabbetler programın zamanı ile sınırlı olsa da geriye okunacaklar bırakıyoruz. paylaşın, birlikte konuşalım: ikibucukaydabir@gmail.com

iki buçuk ayda bir fanzin


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.