KÜNYE İMTİYAZ SAHİBİ Uşak Üniversitesi
DANIŞMAN Arş. Gör. Onur KEŞAPLI GENEL YAYIN YÖNETMENİ Kübra ÖZBEN Mert ALTUN EDİTÖR Kübra ÖZBEN GRAFİK TASARIM Mert ALTUN YAYIN KURULU Ayşe ARSLAN, Bedir İŞBİLİR, Bilal BELEN, Burkay ÇELİK, Deniz EREN, Ergün ÖNSOY, Erman BAYCAN, Fatma Zehra DEMİRTAŞ, Gizem VURAL, Kaan ORUÇ, Merve TORAN, Mahsun KILIÇ, Rumeysa N. UÇAR, Selin GÜNDÜZ, Sultan TURGUT, Taha KERMANİ, Zeynep ŞAHİN.
BU SAYIDA; Ütopya Konulu Edebiyat Yarışması Sonuçlandı
Sayfa: 1
Bir Parça Tarih Giyindiğinizi Düşünün
Sayfa: 2
Uzayda Bizden Habersiz Neler Dönüyor?
Sayfa: 3
Uşak Kanatlı Denizatı Kısa Film Festivali’nin Ödülleri Sahiplerini Buldu
Sayfa: 4
Yakın Gelecekten Distopik Bir Eleştiri: Son Umut*
Sayfa: 6
Kararlarımız, Benliğimiz Tarafından Hayata İşlenmiyorsa?
Sayfa: 8
Kabullenemezsin Bazen
Sayfa: 9
Karanlık Lise Üzerine
Sayfa: 10
Ütopya-Distopya’dan Realiteye (Terminatör Filmi)
Sayfa: 12 Acı Biber
Sayfa: 13
Var Olan Problem Karşısında Yapılanlar Yeterli mi?
Sayfa: 14 Hamlet / 26
Sayfa: 16
Eksiklikler Birleştirir
Sayfa: 18
Ötekileştirmeye Karşı Başkaldırı Tonları : Muhammed Ali ve Alan Turing
Sayfa: 20
Dünya Takviminde İlginç Günler
Sayfa: 22
Adamına Göre Feminist
Sayfa: 23
Banu Bozdemir İle Sinemaya Dair
Sayfa: 24 Gitmek
Sayfa: 26
Zlatan’ın Rüyası
Sayfa: 27
Mutluluğun Kapısı
Sayfa: 28
Canlı Sıfatını Masum Bi Şekilde Taşıyan Dostlarımızı Unutmayalım
Sayfa: 29
Çık Aklımdan
Sayfa: 30
Seni Çok Seviyorum
Sayfa: 31
Gülşen’den Demet Akalın’a ‘Büyük Jest’
Sayfa: 32
EDİTÖRDEN; Uşak Üniversitesinin en aktif ve en güçlü topluluğu olan İletişim Topluluğu tarafından çıkarılan İleti Dergimizin 7.sayısı sizlerle. Geçmiş olduğumuz dönemde yine pek çok ilke imza atmanın haklı gururunu yaşamaktayız. İletişim Topluluğu, yeni eğitim ve öğretim yılında ilk büyük etkinlik olarak 12-13-14 Aralık tarihleri arasında 3.Uşak Kanatlı Denizatı Kısa Film Festivali’ni gerçekleştirdi. Daha sonra ise Türkiye de ilki gerçekleşen ‘Ütopya’ konulu ödüllü öykü ve deneme yarışmasını gerçekleştirdi. İleti Dergisi ekibi olarak yoğun bir üç ay geçirdikten sonra böylesi bir yarışmayı gerçekleştirmenin mutluluğunu fazlasıyla yaşadık… 4 Ocak tarihinde gerçekleşen ödül törenimizde ise Türk Ütopyaları yazarı Sadık Usta ise Ütopya konusunda bizlere son derece önemli bilgiler verdi. Sadık Bey’e yeniden ve yeniden çok teşekkür ediyoruz… Eğer sizlerde ekibimize katılıp, yazılarınızı bizlerle paylaşmak isterseniz, çalışmalarınızı iletidergisi@hotmail.com adresine gönderebilirsiniz. Ayrıca bu adrese dergimizle ilgili görüş, istek ve eleştirilerinizi de gönderebilirsiniz. Topluluğumuz ve dergi ekibi olarak gerek etkinliklerimizde gerekse dergi içeriğimizi oluştururken bizlerden yardımını esirgemeyen kişilere ve arkadaşlarımıza çok teşekkür ediyoruz. Ayrıca danışman hocamız Arş. Gör. Onur Keşaplı’ya bizlere olan sonsuz güveni ve destekleri için ayrıca teşekkür ederiz. Sekizinci sayımızda yeniden buluşmak ümidiyle…Keyifli okumalar…
Ütopya Konulu Edebiyat Yarışması Sonuçlandı Uşak Üniversitesi İletişim Topluluğu yayını olan ve 2015’ten bu yana üç ayda bir yayınlanan İleti Dergisi’nin düzenlediği, “ütopya” konulu öykü ve deneme yarışması sonuçlandı. Thomas More’un ölümsüz yapıtı Ütopya’nın yazılışının 500. yılı onuruna düzenlenen ve bu açıdan ülkemizde bir ilke tekabül eden yarışmaya, altı haftalık başvuru süresince yedi farklı fakülteden toplam yirmi beş kişi, yirmi sekiz metinle başvuruda bulundu. 4 Ocakta, Uşak Üniversitesi Mustafa Kemal Paşa Amfisi’nde düzenlenen ödül töreni, İleti Dergisi editör ve yürütücüleri Kübra Özben ve Mert Altun’un, yarışmanın önemine değinen konuşmalarıyla başladıktan sonra kürsüye törenin onur konuğu, Türk Ütopyaları’nın yazarı, değerli aydın Sadık Usta çıktı. Bir yapıt, bir düşünce sistemi, bir kavram ve bir tür olarak ütopyaya değinen Usta, Uşak Üniversitesi ve İleti Dergisi’ne bu etkinlik için teşekkür ederek sözlerini tamamladı. Söyleşinin ardından yoğun bir etkileşim altında soru-cevaplarla ilerleyen etkinlik, İletişim Topluluğu başkanı Ümit Tatıl’ın, yarışmanın seçici kurul üyeleri Yrd. Doç. Dr. Didem Deniz, Yrd. Doç. Dr. Zülfiye Acar Şentürk, Arş. Gör. Gülbike Yıldırım, Arş. Gör. Semra Akıncı ve Arş. Gör. Tuğba Nur Beyret’e teşekkür belgelerini sunmasıyla devam etti. Seçici kurul adına söz alan Gülbike Yıldırım, yarışmanın başvurucu süreci ile seçici kurulun değerlendirme kıstaslarını aktardıktan sonra finale kalan Seren Ay Şahin, İlker Koçoğlu, Orçun Üzüm, Muhammed Uçar, Sümeyye Ateş ve Cennet Akıncı’yı sahneye çağırdı. Sadık Usta imzalı kitaplarını alan altı finalistten, Tek Katman adlı öyküsüyle Seren Ay Şahin Üçüncülük Ödülünün sahibi olurken, Radeon adlı öyküsüyle Orçun Üzüm İkincilik Ödülünü kazandı. Birincilik Ödülü ise, İletişim Fakültesi dekanı, Prof. Dr. Rainer Maria Czichon ve Sadık Usta tarafından, Kelebek adlı öyküsüyle Muhammed Uçar’a taktim edildi. İleti Dergisi ve yarışma komitesi adına sürpriz bir duyuruda bulunan Kübra Özben, seçici kurulun onayıyla, yarışmaya başvuran tüm öykü ve denemelerin bir araya gelerek kitaplaştırılacağı özel bir İleti sayısının hazırlanacağını ve bu kitapçığın sunuş metninin Sadık Usta tarafından kaleme alacağını bildirdi. Etkinlik, Sadık Usta’nın kitaplarını imzalaması ve kokteyl ile devam ederek sonlandı.
1
2
Gizem VURAL BİR PARÇA TARİH GİYİNDİĞİNİZİ DÜŞÜNÜN Keşke zaman makinesi icat edilse de 90’lı yıllara gidip, o naif birbirinden güzel kıyafetleri bavuluma katıp gelebilsem. Modanın sürekli değişkenlik gösterdiği şu zamanda, tarz olarak kendimi özleştirdiğim tek şey vintage, yani günümüz uyarlamasıyla retro parçalar. Retro demişken vintage giyim tarzıyla arasındaki farka da değinelim. Herhangi bir parçaya vintage diyebilmemiz için, o parçanın o döneme ait olması gerekir; retro ise o dönemin parçalarının tekrar günümüzde moda olarak giyilmesidir. Ben daha çok vintage parçaları tercih ediyorum. Bunları da internette vintage butiklerinden temin ediyorum. Ama yeri geldiğinde Retro giysiler de tam anlamıyla vazgeçilmezim diyebilirim. İnsanlar, geçmişe dair bir özlem içerisindedirler. Sektörde bunu bildiği için o dönemin kalıcılığını yaşatmak adına, o dönemi Retro tarzı olarak günümüze yansıtıyor diyebilirim, en azından benim düşüncem bu yönde. Örnek vermek gerekirse, sinema dünyasında da geriye dönüş örnekleri fazlasıyla mevcuttur. Yeniden çekilen filmlerde, vintage parçaların yeniden karşımıza çıkması insanlara tanıdık bir şeyler hissettirip, bir nebze olsun o dönemi yansıtmaktır. Ve gelgelelim benim vintage parçalara olan ilgimin nereden geldiğine. Meraklı ve bir o kadar da süslü bir kız çocuğuydum. Hemen hemen her kız çocuğu bir kez olsun annesinin dolabından giyinmiştir. Ama ben annemin dolabından bile giysi seçerken annemin çiçekli gömleklerinden tutun da, babamın oduncu gömleğine varana kadar denemediğim parça kalmazmış. Televizyondaki Türk Filmlerini hayranlıkla izler, daha sonra onların giysilerine bakıp annemin dolabından kendime yakıştırıp giyerdim. En sevdiğim şey de kulağın delik olmasına gerek duymadan taktığım, annemin kıstırmalı küpeleriydi. Herhalde o zamandan bana kalan en güzel şey onlar. Vintage tarzını, şimdiki zamanda modayı geleneksel ve arzu edildiği düşünülen nostaji zaman ve bir akım olarak da adlandırabiliriz. Babaannelerimizin kıyafetlerini, dedelerimizin şapkalarını takarken farkında olmadan bu akımın bir parçası olmuşuz bile. Kimilerimizde bu akım sonradan bir alışkanlığa, alışkanlık kimilerimizde sevgiye, sevgi bir tutkuya dönüştü. Evet benim için Vintage kesinlikle bir tutku. Bende sizlere dönemlere göre severek giydiğim vintage giysilerimden bahsedeceğim. 1970’lerin ispanyol paça pantolonları bana her zaman çok sevimli ve kullanım açısından da rahat gelmiştir. 1980’lerin strech Jeanları ve olmazsa olması siyah çerçeveli güneş gözlükleri benim vazgeçilmezim diyebilirim. Ahh benim zamanım 1990’ların oduncu gömlekleri, yanları çizgili denimler ve hayran olunası birbirinden güzel fırfırlı çiçek desenli gömlekler... Elbette bu tarz sadece kadınlara özgü değil 1990’lara baktığımızda erkeklerde oduncu gömlekleri, Ray Ban’ın Wayfarer Model güneş gözlüklerini, bal denim ceketlere ve çiçek desenli gömleklere sıkça rastlarız. Vintage parçalar bana, annemin giysileriyle odalarda koşuşturduğum günleri hatırlatır. Nasıl anlatsam, o çiçekli gömleklerin bende hissettirdiği enerji çok başka. Sanki onlar üzerimdeyken mevsim hep bahar ya da ben o dönemlerden çıkıp gelmişim. Tannock’un sözüne göre nostalji, bireyi kaygı, izolasyon ve hayal kırıklığı duygularından uzaklaştırılmış. Nostaji şarkılar benim için tam anlamıyla bir kafa dinleme terapisi diyebilirim. Vintage parçalar ise, tarih kokulu havası ile seni bir anlığına da olsa o dönemin havasına katabiliyor. Ben o dönemde yaşayıp da bunları anlatmayı isterdim, elbette daha farklı bir anlatım olurdu eminim. Ama ben sizlere tarzım doğrultusunda kendimi ifade etmeye çalıştım. Umarım bendeki bu iflah olmaz vintage severi size yansıtabilmişimdir.
Mahsun KILIÇ
UZAYDA BİZDEN HABERSİZ NELER DÖNÜYOR ? Pek çok kişinin “uzayda yaşam mı olur? “ gibi sözlerine bilim her defasında yanıt aradı. Bulunan sonuçlar, gelen sinyaller, gizemli bir döngüye işaret eden sesler, yeni yaşama alanı bulma gayelerimizin biz de bıraktığı esrarengiz etki, her zaman bir umut oldu. Hala da devam etmekte olan uzay araştırmaları, sonuçsuz kalmıyor elbette. Stephen Hawking: Dünyanın 1000 Yılı Bile Kalmadı! Çarşamba, Kasım 16, 2016 İngiliz fizikçi, evrenbilimci, astronom, teorisyen ve yazar olan, uzay hakkındaki çok büyük araştırmalara imza atan bir uzay duayeni. Stephen Hawking'in Oxford Üniversitesi'nde yaptığı konuşmada, insanoğlunun bu gezegende 1000 yıllık bir süresinin bile kalmadığını açıkladı. Hawking'e göre eğer uzayda yeni yaşam yerleri bulmazsak insanoğlu tamamen yok olacak. Hawking, Dünya'yı kırılgan olarak nitelendirerek bu gezegenden bin yıla kadar çıkmamız gerektiğini, eğer başaramazsak da yok alacağımızı belirterek, yine bilindik korku senaryolarını açıklamaya devam etti. Hawking, ayrıca kontrolsüz yapay zekanın insanlığın sonunu getirebileceğini de açıklamıştı. Evet, burada Hawking gerçekten de bilinç dışı edilmemesi gerekilen bir konuya değinmekte. Peki, biz dünyanın biyolojik evresini nereye kadar kontrol edebiliriz? Elbette sonsuza dek değil. Uzaya vermemiz gereken önem bir kat daha arttırılmalı fikrimce. Şimdiye kadar olan uzay gelişmeleri elbette çok cezp edici. Koskocaman bir siyah boşluğun içinde kim bilir neler var neler. Kendi Samanyolu galaksimiz dışında sayısız gezegen, enerji sistemleri olduğunu bilim bize sundu. Her şey zamanla değişir elbet. Uzay da bizlerinde bir yaşam alanı kurmamız, bulmamız, inşa etmemiz gerektiğini söylüyor koşullar. Zor mu? Belki. İmkansız mı ? Hayır. Nasıl da şahane öyle değil mi? Ama unutmayın Evrende kaç adet galaksi var sorusunun kesin bir cevabı bulunmamakla beraber, bilim insanları genellikle 300 ile 500 milyar arasında rakam belirtmektedirler. Ancak bu rakamları belirten bilim adamları tahminlerini, Samanyolu gibi büyük sayılabilecek galaksiler üzerinden yapmaktadır. Eğer bu rakamların üzerine "cüce galaksi" olarak adlandırılan galaksilerin de sayılarını eklersek, yaklaşık 6-8 trilyon arası galaksi rakamına ulaşılabileceğimiz öngörülüyor.
3
4
Uşak Kanatlı Denizatı Kısa Film Festivali’nin Ödülleri Sahiplerini Buldu Uşak Üniversitesi İletişim Topluluğu’nun, 12-13-14 Aralıkta düzenlediği 3. Uşak Kanatlı Denizatı Kısa Film Festivali’nin ödülleri sahiplerini buldu. 12 Aralıkta gerçekleşen açılışı Uşak Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sait Çelik’in yaptığı festivalde, tiyatro/ sinema sanatçısı Tamer Levent, eleştirmen Banu Bozdemir, akademisyen Dilek Tunalı, kısa film yönetmeni/fotoğraf sanatçısı Gökçe Pehlivanoğlu ve görüntü yönetmeni/yönetmen Ufuk Aksoy yer aldığı seçici kurul; belgesel dalında Yavuz Selim Taşçıoğlu’nun yönettiği “Dağların Oğlu”, deneysel dalında Volkan Güney Eker’in yönettiği “Kemik”, kurmaca dalın-
da Süleyman Demirel’in yönettiği “Asfalt”, oyuncu dalında ise Salih Toprak’ın yönettiği “Hayatı Beş Geçe”deki sahnelemesiyle Göktay Tosun Kanatlı Denizatı Ödülü’ne layık gördü. Kapanış törenine katılan İletişim Fakültesi dekanı, Prof. Dr. Rainer Maria Czichon, konuşmasında festivali, festival ekibini ve finalist yarışmacıları kutlarken, sinema sanatının önemini, yarattığı soyutlama gücüyle bireyin hayal gücünü bulunduğu zaman-mekânın ötesine taşıdığını, kendi hayatından deneyimleri de örnekleyerek vurguladı. Festival başkanı Doç. Dr. Murat Sezgin ve festival yönetmeni Arş. Gör. Onur
Keşaplı ise, yaptıkları konuşmalarda ekibi ve kısa film sanatçılarını kutlarken, festivalin yalnızca Uşak Üniversitesi ve İletişim Fakültesi için değil, tüm kent ve Türkiye için de önem arz ettiğini belirterek şartnamede yer alan amaçların, üçüncüsü düzenlenen festivalde nasıl karşılık bulduğunu açıkladı. Ayrıca Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerinin çektikleri sekiz kısa filmin özel bir gösterim ve jüri üyelerinin görüşleri eşliğinde izleyiciyle buluşmasının, fakültenin 2013 yılından bu yana verdiği eğitimin ilk somut karşılıkları olarak büyük değer taşıdığı belirtildi.
5
Konuşmalar ve İletişim Topluluğu Sinema/Festival birimi öğrencilerine teşekkür belgelerinin verilmesinin ardından gerçekleşen ödül töreninde En İyi Oyuncu ödülünü fakültemiz dekan yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Önder Deniz ve festival yönetmeni Onur Keşaplı taktim etti. En İyi Belgesel dalındaki ödül fakültemiz Gazetecilik Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Didem Deniz ve jüri üyesi yönetmen Ufuk Aksoy tarafından verildi. En İyi Deneysel dalında kanana ödülünü festival başkanı Doç. Dr. Murat Sezgin ve jüri üyesi eleştirmen Banu Bozdemir verdi. Son olarak kurmaca dalında Kanatlı Denizatı Ödülü’nün kazanına ödülünü jüri üyesi akademisyen Yrd. Doç. Dr. Dilek Tunalı ve fakültemiz dekanı Prof. Dr. Rainer Maria Czichon taktim etti. Üç gün süren festival, pek çok filmin ilk gösterimine ev sahipliği yaparken ikisi uzun metraj olmak üzere toplam kırk bir film izleyiciyle buluştu. Gösterimlere ek olarak gerçekleşen yedi etkinlik sanatseverlerden büyük ilgi gördü. Yönetmenlik ve görüntü yönetmenliği atölyesi, masaldan sinemaya anlatının kültürel kökenlerine uzanan masterclass, Tunç Boran’ın filmi “İstiklal Yolu”nun ilk gösterimi vesilesiyle belgesel sinema üzerine söyleşi, Ufuk Aksoy’un minimalist yapıtı Devremülk’ün gösterimi ve çözümlemesi ile sinema yazarlığı hakkında söyleşi, festivali katmanlı bir yapıya kavuşturdu. Ek olarak düzenlenen kısa filmciler forumunda finalist filmlerin yönetmenleri ve ön jüri üyeleri, Türkiye’de kısa filmin ve kısa film sanatçılarının sorunları ile taleplerine yönelik başlıkları tartışmaya açtı. Etkileşimli geçen forumda ortaya atılan öneriler, eleştiriler ve yöntemlere dair sonuç bildirgesinin önümüzdeki ay kamuoyuyla paylaşılması kararlaştırıldı. Uşak Üniversitesi İletişim Topluluğu, ilerleyen aylarda 4. Uşak Kanatlı Denizatı Kısa Film Festivali’nin çalışmalarına başlayacağını, dördüncü festivalin 2017 Aralık ayında gerçekleşeceğini, festivalin beşincisinin ise uluslararası bir nitelik kazanacağını duyurdu.
6
Deniz EREN
Yakın Gelecekten Distopik Bir Eleştiri:
Son Umut*
Kül Kedisi, Rapunzel, Buggs Bunny, Sünger Bob ve daha sayabileceğimiz bir çok çizgi film ile masallar çocukluğumuzun en masum yapıtları arasında yerini alıyor ve bizi ayaklarımızın yere basmadığı hayallerin ötesinde olan ütopik bir dünyaya bırakıyor. Masalların ve çizgi filmlerin ütopik masumluğu içinde yaşarken diğer yandan ise, oyunlar da savaşların olmadığı ve her zaman barışın kazandığı bir dünya içinde yerimizi alıyoruz. Gün geçtikçe güncel gerçeklik dışında bulunan bu kurgusal yapıtların yerini distopya diye tanımladığımız, bireylerin özel hayatını elinden alan ve biranda topluma hâkim olan otoriter bir yapı ele geçiriyor. Buna en güncel örnek olarak geçtiğimiz haftalarda Genco Erkal‘ın darbe girişimi sonrası yürürlüğe konan olağanüstü hal yasalarınca yasaklanan “Güneşin Sofrasında Nazım ile Brech” adlı oyununu ve devamında yirmi tiyatro sanatçısının “performans yetersizliği” sebebiyle uzaklaştırılmalarını gösterebiliriz. İnsanı insana anlatan bir sanat dalı olan tiyatrodaki sansür olayı başka bir konunun başlığı olsa da hâkim olan otoriter yapı karşısında nel-
er yapıyoruz sorusunu sormamız gerek. Bu da ister istemez Özgür Mumcu‘nun bir röportajında sarf ettiği “ütopyayla-distopya arasında bir yerde sıkışıp kalıyoruz” cümlesini akıllara getiriyor. Hayatımız boyunca sürekli hayal eder, kurduğumuz hayallerin gerçekleşmesini bekleriz. Ütopya ve distopya arasında gidip gelen bu hayallere, güzel sanatların geleneksel altı dalına sonradan eklenen ve yedinci sanat olarak kabul edilen sinema gözlemci bir bakış açısıyla başkalarının yaşamlarından hayallerimize misafir olmamızı sağlıyor. Bu bağlamda sinema, ütopik ve distopik anlatımlar için en uygun sahayı oluşturuyor. Genellikle bilim kurgu sinemasının konusu olan uzaylılar, doğal afetler, dünya dışı yaşam formlarından çok farklı bir hikâyeyle karşı karşıya kalıyoruz. Çalışan nüfusun gittikçe azalması ve bunun yerini yaşlı nüfusun alması, Avrupa’da düşen doğum oranları, her an her yerde patlayan bombalar ve politikacıların yanlış bir siyasi yol izlemeleri sonucunda çıkan mülteci sorunu gibi günümüz dünyasında yaşanan sorunlara 2006 yılından ışık tutuyor, Children Of Men/Son Umut. Kendi zamanına göre ileriyi
görebilen bir film olma özelliğini taşıyan Children Of Men, aynı zamanda “bizi insan yapan şey nedir” sorusunun cevabını da veriyor. Herhangi bir canlının soyunu devam ettirebilmesi için en başat özellik olan üremenin durduğu, en genç(ve en son) insanın on sekiz yıl önce doğduğu 2027 dünyasına tanıklık ediyoruz. Ülkelerin politik düzenlerini de etkileyen değişimler yaşanmasına neden olan bu durum, kendini olayların akışına bırakarak çöküşe giden insanların yanında, bu durumun nedenlerini bulmaya çalışan mücadeleci insanları da oluşturuyor. Üçüncü dünya ülkelerinin fakirleştiği, gelişmiş ülkelerin iç savaşla mücadele ettiği bir yer haline gelen Dünya’da huzurun hüküm sürdüğü tek yer, benimsemiş olduğu askeri emperyalist yönetim ile Büyük Britanya’dır. Bu noktada asıl kısırlığın “ideolojik kısırlıktan” kaynaklandığını seyirciye anlatmak isteyen yönetmen Alfanso Cuaron‘un vermek istediği mesajın da oldukça sarsıcı olduğunu söyleyebiliriz. Filmin uyarlandığı, P. D. James’in Aynı adlı romanını da not düşmeyi unutmamalıyız.
Deniz EREN
Herkesin kendi ideolojisini uygulayarak kurtarmak istediği 2027 Dünya’sının dışında yaşayan ve geçmişteki eylemci tavırlarına karşı umursamaz tavırlarıyla bir hiçliğin içinde olan Theo Faron’un yaşantısına konuk oluyoruz. İzlediğimiz andan itibaren ülkemizde yaşanan birçok olay karşısındaki umursamaz tavırlarımızı akla getiren ve bizi bize gösteren Theo’nun ne kadar daha “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sözündeki durumunu sürdüreceğimiz merak konusu. Belki de bürokrat Theo’nun yaşantısında olduğu gibi bir kafeden çıkar çıkmaz kafenin bombalanması, günün ilerleyen saatlerinde ise eski karısı Julian’ın başkanlık ettiği ve asıl amaçlarının mültecilere yardım olduğu bir grup teröristin yardım istemek için kendisini kaçırmasıyla döndüğü gerçek dünyaya bizlerde insan olduğumuzu hatırlayıp “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sözünü bir kenara bıraktığımızda bu gerçekliğe dönebiliriz. Sinema yazarı ve kuramcısı Douglas Kellner’a göre polis devleti, terörizm, mülteci kampları ve giderek artan toplumsal ayrışmaya dikkat çeken film, günümüzdeki eğilimleri daha yoğun biçimde yansıtılarak, mevcut durum kökten değiştirilmezse yıkıma doğru sürükleneceğimiz uyarısını yapmaktadır. (Kellner, (2013) s.124) Mucizevi bir şekilde hamile kalan
Kee’yi kötülüklerden uzak tutup insan hayatını yeniden canlandırmaya yönelik bir girişim olan “insan projesi” adında bir gruba yetiştirilmesi için Theo’dan yardım istenir. Toplumun yozlaştığının ve devlet baskısının farkına varan Theo Kee’yi “insan projesine” götürmek için ikna olur. İşte tam da burada olaylar zinciri birbirini kovalıyor. Özellikle yıllar sonra doğacak be-
7
ca İslamı terörle ilgili medya görüntüleri yer alıyor ve filmin sonuna doğru uzun bir sahnede, Theo ile Kee’nin çocuğu İnsan Projesi’ne götürecek olan bir tekneye bırakmak üzere kaçmaya çalıştığı yerde, radikal İslamcıları andıran bir grubun tehditkâr bir gösterisi yer alır ve böylece günümüzdeki Araplardan ve İslam’dan korkma eğilimi yeniden üretilir. Bunlara rağmen film birçok açıdan, içinde bulunduğumuz döneme dair önsezili eleştirel vizyonlar sunarak militarizm korkusunu ve faşist polis devletinin ortaya çıkacağı endişelerini canlandırıyor.“ (a.g.e. s.125) Son olarak görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki‘nin filmin başındaki patlama sahnesi, arabada giderken çeteyle çatışmaya girdikleri ve daha çoğaltabileceğimiz birçok sahnede plan sekansları kullanılmasıyla yönetmen Cuaron’dan rol çaldığını eklemeliyiz. Bir bütün olarak film yakın gelecekten günümüze keskin bir eleştiri sunuyor. Her defasında olmayanı beğin siyahi olacak oluşu ise yö- göstererek var olanı karalayan netmen Cuaron’un ırkçılık yapan Children Of Men’in başarılı bir faşist politikalara karşı farklı bir distopik alt türe imzasını attığını bakış açısıyla günümüze bir gön- söylememiz mümkün. derme yapıyor. Kaynakça: Artan faşizm ile uygarlığın Douglas Kellner (2013) Sinema çöküşüne dikkat çekse de biraz Savaşları. İstanbul: Metis Yayınları. daha derinlemesine indiğimizde www.cumhuriyet.com.tr /Kültür – muhafazakâr olarak değerlendi- Sanat rilebilen bir filmle karşı karşıya www.sinematopya.com kalıyoruz. Şöyle ki “film boyun-
8
Bedri İŞBİLİR KARARLARIMIZ, BENLİĞİMİZ TARAFINDAN HAYATA İŞLENMİYORSA ? Determinizm karşıtı bir birey değilim. Determinizmi halk diline indirgeyecek olursak "her olay olacağına varır" anlamına gelmektedir. Fakat bu gün ele almak istediğim asıl konu, olacağına varan olayların hangi aşamalardan geçtiği. Bu yazılanları okurken aklınızda ki insan kavramı ile yazılan insan kavramını karşılaştırmanızı, mantıksal yönlerden bakarak sonuca varmanızı umuyorum. Asırlardır tartışma konusu olan Sigmund FREUD, Benjamin LIBET gibi bilim insanlarının ele aldığı "Özgür İrade" mekanizmasından başlayalım o halde... İnsanlar verdikleri kararların her zaman arkasında durmalıdır. Bu kararlar yanlış olsa da. Peki, kararlar nasıl verilir? Felsefi açıdan, karar mekanizması çok fazla başlık altında incelense de asıl ikilem verilen kararın bize sağlayacağı yarardır. Eğer maddi ya da manevi açıdan rahatlıyorsak, doğru karar verdiğimizi bilinçaltı mesajı olarak kanıksamış oluruz. Peki, şöyle bir soru yönelmek istiyorum ya verilen kararlar nörolojik olarak bizim seçimimiz görünürken hayalet bir mekanizma tarafından belirleniyorsa? Bu soru, kararlarına sığınan bir bireyi dehşete düşürmeye yeter. İşte bu bölümde bilimi devreye sokuyoruz. Yapılan Benjamin LIBET deneylerinde özgür iradenin hayalet bir mekanizma olduğu sonucuna tam olarak varılamamıştır, bu güzel haber. Kötü olan ise özgür
iradenin gerçekten hür olarak kontrol edilebildiği de kanıtlanamamıştır. Bu nasıl bir paradoks ki verdiğimiz kararları sorgulamamızı sağlıyor. Nöroloji uzmanları ve psikologlar tam bu nokta da bir birlerinin hudutlarını çiziyorlar. Nöroloji bu duruma manyetik dalga hareketlerinin sonucu derken, psikoloji bilinçaltı diyor. Sizleri bilimsel bir karmaşaya şahit tutmak istemiyorum. Bu yüzden sadece düşüneceğiz. Özgür irade hayatımıza somut şekilde etki eder. Saçlarımıza dokunmak istememiz, bacak bacak üstüne atmamız, rahat oturabilmek için farklı pozisyonlar almamız vs. Gelin bu yaptıklarımızın her biri hayalet bir mekanizma tarafından belirlensin, direkt savunmaya geçerek elimiz saçımızdaysa elimizi çekeriz, bacaklarımızı indiririz, dik bir pozisyona geçeriz. Beynimize gönderdiğimiz sinyal ise "ben kontrol ettim" olur. Yanlış. Verilen kararlar bilimsel olarak bilinçaltımızda 250 ms önce belirlenir. Bir kararın düşünme aşamasını yaşarken aslında o kararın sonucu çoktan belirlenmiştir. Fakat eyleme döküp dökmemek sizin elinizdedir. İnsanın veto hakkı vardır. Kararlar belirlenir. Biz ise seçeriz, ama neyi seçtiğimizi bilmeden. Hayattan kaçmak için çok güzel bir çözüm; “bu kararları zaten bilinçaltı veriyorsa ne demeye yaşıyoruz ki bedenen” unutulan nokta şu, bizim bilinçaltımız.
Küçükken televizyonun bize ilmek ilmek işlediği ön yargılar, iyi kötü kavramları, güzel çirkin sınıflandırmaları, iş rayına girmeye başlıyor dimi? Eğer olaylara sadece irade ve özgürlük olarak bakarsak bilinçaltını bedenimizi yöneten bir mekanizma olarak tanımlaya biliriz. Fakat bilinçaltının nasıl var olduğunu düşünürsek, işte o zaman anlıyoruz gerçeği. 20 yaşında verilen kararın aslında 20 yıl önce verildiğini. "Kendimi bildim bileli..." dillere pelesenk olan bir söylemdir. Kendimizi bildiğimiz zaman bilinçaltımızın uyandığı zamandır. O zamandan 20 yaşına kadar gelen süre de ise aslında 30 yıllık bir karar mekanizması oluştururuz. Bu mekanizma ödül ceza mekanizmasından farksızdır. Küçükken yaptığınız eylemler sonucunda aldığınız cezalar ya da ödüller hayata bakış açınızı net bir şekilde belirler. Burada sayfalarca verdiğimiz kararların sonuçlarını, bizlere somut olarak neler yaşattıklarını konuşabiliriz. Fakat bu yazının sizlerin bilinçaltında sadece soru işareti oluşturmasını istediğim için burada bitiriyorum. Son bir soru daha... "Eğer İslam Dini ’ne bağlıysak ve kararlarımız, yaşayıp yaşattıklarımız, hayalet bir mekanizma tarafından hayata geçiriliyorsa eğer cehennem unsuru düşünüldüğünde, sadece bilinçaltımızın azap görmesi gerekmez mi ?"
Ergün ÖNSOY
9
KABULLENEMEZSİN BAZEN Kabullenemezsin bazen ölümü, yenilgiyi... Kaybetmeyi, yalnızlığı. Kabullenemezsin bazen hayatı, yanlışı, hiçliği. Kabullenemezsin bazen, yaşamayı bile. Kabullenemezsin yanında sevdiklerin olmayınca. Bir kez daha görmek istersin, son bir kez daha. Bazen anneni, bazen babanı... Bazen kardeşini, arkadaşını, dostunu... Bazense sevdiğini... Ama bir an gelir ki saatin durmaya yaklaşmıştır. İşte o an pişmanlık çanları senin için çalıyordur. Yapamadığın, söyleyemediğin ne varsa... O an daha da yavaş akıyordur zaman senin için. Saniyeler, dakika... Dakikalarsa, saatler gibi olmuştur sanki. İşte o an anlarsın aslında; Gerçekten görmek istediğini. Ama o kadar kolay değildir, veda vakti. Çok susamışsındır, yutkunamazsın bile. İşte o an birden beliriverir Azrail başucunda Hazırsındır, değilsen bile o an hazırsındır. Gerçekten kavuşmak istediğine...
10
Bilal BELEN
KARANLIK LİSE ÜZERİNE 1) Kısaca kendinizden bahseder misiniz? Adım Alya Öztanyel. 18 yaşındayım. Ailemle birlikte İstanbul’da yaşıyorum. Özyeğin Üniversitesi’nde Hukuk Fakültesi birinci sınıf öğrencisiyim. İlk kitabım Karanlık Lise’yi 16 yaşındayken yazdım ve çok satanlarda görebilme şansını yakaladım. Şimdi ise serinin üçüncü kitabı olan Karanlık Lise 3 çalışmalarını yürütmekteyim. Kitap yazmanın dışında müzikle ve voleybolla ilgileniyorum. Grubumda vokalim, voleybolda pasörüm. 2) Yazmaya nasıl başladınız? Ben hayatım boyunca hep bir şeyler yapmak, bir şeyler ortaya koymak istedim. Ortaokuldayken ne kadar tiyatro, etkinlik, tören varsa hep görev alırdım ve bu sosyalliğimi lisemde de devam ettirmek istemiştim. Okulumun bu açıdan yetersiz olması nedeniyle okulumu değiştirmek istedim. Ancak ailem, okulumun çok başarılı olmasından ötürü buna izin vermedi. Ben de madem okulumu değiştiremiyordum, kendimi başka bir okula dâhilmişim gibi hissetmek istedim. İşte tam da burada Karanlık Lise devreye giriyor. Karanlık Lise, içindeki Atagül Lisesi’yle o kadar sıra dışı, olaylı ve benim kendi okulumun tamamen zıttı olacaktı.
3) Kitabınızda gerçek hayattan alıntı var mı? Sadece karakterlerde kullandığım birkaç ismin kendi arkadaşlarımın isimleri olduğunu söyleyebilirim. Kitaplardaki olaylar tamamen benim kurgum, gerçek değiller. 4) Yazdığınız kitap hakkında olumlu veya olumsuz eleştiriler aldınız mı? Hayatta yaptığımız tüm çalışmalarda eleştiri alırız. Eleştirileri ben sizin sorunuzdaki gibi olumlu-olumsuz eleştiri diye değil, yapıcı ve yapıcı olmayan eleştiri olarak değerlendiriyorum. Eleştirileri kendime avantajlı bir şekilde geri dönüştürmeye çalışıyorum. Özellikle internet mecrasında ki pek çok eleştirinin hepsinin yararıma olduğunu söyleyebilirim. 5) Kitabınızın basım sürecini kısaca anlatır mısınız? İnternette anonim şekilde yazmaya başladığım kitaplarım milyonlarca tıklanma ve yüz binlerce kişi tarafından okununca yayınevlerinin ilgisini de çekmeyi başladılar. Yayınevlerinden gelen teklifleri değerlendirmek istedim. Her ne kadar yazar olmak ya da ileride kitaplarımın basılması gibi hayallerim hiç olmamış olsa da bana gelen bu fırsatı kaçıramazdım. Ayrıca okurlarım Gölge Ailesi de Karanlık Lise’yi kitaplıklarında görmek istiyorlardı. Durum böyle olunca bana teklif gönderen yayınevlerinden Epsilon’u tercih ettim ve kitaplarımı raflarda görebilme şansını yakaladım. 6) Türk Edebiyatında veya Dünya Edebiyatında örnek aldığınız yazarlar var mı? Evet, var. Ama yazdıkları kitaplarla değil, hayatlarıyla bana örnek oluyorlar. Mesela Agatha Christie’nin ya da J. K. Rowling’in kitapları basılmadan önce kaç yayınevi tarafından reddedildiklerini biliyor musunuz?
Bilal BELEN
11
7) Kitabınızın serisini devam ettirmek mi yoksa farklı bir eser yazmayı mı düşünüyorsunuz? Karanlık Lise serisi üçüncü kitabıyla son bulacak. Ardından diğer kurgularım Ahşap Sokak, Unutmak, Element kitaplarıma ağırlık vereceğim. Bunların haricinde aklıma zaman zaman yeni kurgular da geliyor. Yeni hikayelere de başlayabilirim her an. Sürpriz olsun. 8) Kitaplarınız yayımladıktan sonra pişman olduğunuz bir nokta oldu mu? Olduysa nedir? Biz her gün farklı şeyler yaşıyoruz ve yaşadığımız şeyler hayatımızı etkiliyor. Karakterimizi şekillendiriyor. Ben Karanlık Lise’yi iki buçuk yıl önce yazdım. Şimdi elime alıp okuduğumda ‘’keşke burada böyle değil de şöyle yazsaydım’’ dediğim yerler çok fazla. Hep daha iyisini yapabilirmişim ama neden yapmamışım gibi düşünüyorum ama bu çok normal. Çünkü geçtiğimiz iki yılda ben kendimi çok geliştirdim ve önceki yazılarımı yetersiz bulmam da bundan kaynaklanıyor. Karanlık Lise 2 ve Karanlık Lise arasında o kadar büyük üslup farklılıkları var ki bu gelişim sürecim açıkça belli oluyor. Tüm bunlara rağmen eski kitaplarımı değiştirmeyi düşünmüyorum çünkü geriye dönüp baktığımda kendimi ne kadar geliştirdiğimi görebiliyorum. Bana nereden nereye geldiğimi hatırlatıyorlar ve bu benim hoşuma gidiyor. 9) Yazarlık öncesi hayatınızda ve yazarlık sonrası hayatınızda farklılık oldu mu? Olduysa nelerdir? Yazmaya başladıktan sonra kendimi daha huzurlu hissettiğimi fark ettim. Yazarken farklı bir karaktere bürünüp bambaşka bir hayata dahil olduğumdan ötürü kendimden uzaklaşıp tatile çıkıyormuş gibiydim. Bu bana ruhen çok iyi geliyordu. Fiziksel olarak maddi hayatımdaki değişikliklerden bahsedecek olursam, her hafta sonu farklı bir şehre imza gününe gitmek başlı başına bir çılgınlıktı! Öncesinde sadece okul-dershane-voleybol arasında gidip gelirken şimdiyse okurlarım Gölge Ailesi sayesinde hiç görmediğim şehirlere gidip gezme şansı buluyorum ve onlarla tanışıp harika vakit geçirebiliyorum. Binlerce kişinin önünde panellere çıkıp söyleşi yapmışlığım, televizyonda ve radyolarda canlı yayınlara konuk olmuşluğum var artık ve bunların hepsi kitaplarımla başladı. Bana bambaşka bir hayat hediye eden kitaplarım beni hep olumlu yönde etkiledi. Bunun için Gölge Aileme sonsuz teşekkürlerimi gönderiyorum.
12
Ergün ÖNSOY
ÜTOPYA-DİSTOPYA’DAN REALİTEYE (TERMİNATÖR FİLMİ)
Terminatör James Cameron'un yönetmen koltuğunda oturduğu 1984 yılı yapımı bilim-kurgu filmi. Başrollerinde Arnold Schwarzenegger, Linda Hamilton ve Michael Biehn bulunmaktadır.Film 2008 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir. Öncelikle Cyborg (Siborg) terimini kavrayalım biyolojik ve yapay (örneğin elektronik, mekanik veya robot) kısımları olan varlıklara verilen isimdir. Sibernetik organizma teriminin kısaltılmasıdır. ABD'li bilim insanları Manfred Clynes ve Nathan S. Kline tarafından 1960 yılında icat edilen terim, ikilinin uzayda kendi kendini düzenleyen insan-makine sistemlerinin avantajlarını anlattıkları bir makalede kullanıldı.James Cameron'ın yönetmenliğini yaptığı 1984 yapımı Terminatör filmi her ne kadar distopik bir dünyayı anlatsada 1984 yılından günümüze bakarsak filmin aslında ütopya veya distopya'dan çok realiteye ne kadar yaklaştığını birazda olsa kavrayabileciğimizi umuyorum. Her geçen gün gelişen teknoloji sayesinde istemsizce de olsa makinelerin hapsinde yaşıyoruz evimizdeki teknolojik aletlerden tutunda dışarıya adımızı attığımız andan itibaren hayatımızın her köşesinde teknolojik aletlerin esiriyiz sokak kameraları atm'ler biz farkında olmasak ta teknoloji her yerde. Gelişen teknoloji sayesinde yaşlısından gencine hatta çocuklara kadar daha şimdiden akıllı telefonların esiri olduk bile. 1642 Yılından bu yana bilgisayarın gelişimi ve bizimbildiğimiz hali 1980’lerden günümüze oluşan farkı şimdilerde matamatiksel amacında çok uzakta olan gelişimiyle ilerleyen dönemlerde ne olacağına dair bir göstergedir. Enerjiyi içinde barındıran bataryaların gelişimi ve günümüzde kendi kendini şarj etme özelliğine kadar ulaşabilmesi cyborglar için büyük bir kolaylık sağlayabiliceği kesin. 1999 yılından bu yana bir çok robot yapıldı geçti geçtiğimiz sene Japonya'da neredeyse insandan ayırt edilemeyecek şekilde robot üretildi. Bilim insanları yapay zekayla ilgili yıllardır çalışmalarını sürdürüyorlar çok geçmeden başaracaklarına da inanıyorum. Cyborg (Yapay zekanın) her ne kadar sadece zeka ile ilgili gibi görünse de aslında en başından beri nihai amacı, insan davranışını taklit edebilen bir "şeyler" tasarlamaktır.Bence bir robot asla ve asla insana özgü özelliklere sahip olamaz tamam duyguları , acı hisleri , inançları olamaz belki ama yapay da olsa zekaları insan programlamasından uzaklaşıp belki bizleri alt etmek isteyecek olabilir bu devirde insan insana güvenemezken bizler nasıl bir robota güvenebiliriz. Bu konuya eleştirel değinen Stephen Hawking de cyborgların 100 yıl sonra bizlere saldıracağını insanları tehdit olarak göreceğini söylemiştir. Bu teknolojinın tıp alanında kullanılması insanların ömrünü uzatabileceği ve hayatlarını kolalaştırabileceğinide unutmamak gerekir. Önümüzde uzun bir süre var tabi ki fakat şunu da unutmayalım ki gelişen teknoloji sadece yapay zekalar da kullanılmıyor üretilen silahlar nükleer savaşlar da dünyamızı olumsuz etkilemektedir. fazla söze gerek yok temkinli davranmakta fayda var gelecekte ne olacağını hepimiz yaşayıp göreceğiz. Son olarak değinmeden geçemeyeceğim bir nokta bu dünyada yaşamak istiyorsak ilk önce biz insanların doğayı , havayı , toprağı hatta ve hatta uzayı kirletmemesi gerekli bir tane dünya var ve bizlerin bu dünyayı ilk gün ki gibi verimli hale getirip dünyayı üzmememiz lazım unutmamk gerekir tabiatın verecek bir cevabıdır.
Ayşe ARSLAN
ACI BİBER
13
Balkonda oturmuş ayaklarımı, özgürce sallarken ellerimi, sevimsiz kokusuyla bana grip olduğumu hatırlatan nane çayına kenetlemiştim. Kıştı. Evet balkondaydım. Üzerimde boğazlı kazağım vardı. Beyazdı. Perdelerim uçuşan etekleri ile beni çağırıyordu, evdeki her şeyi yenilemiştim de bir tek onlara kıyamamıştım. Minnet duygusu ağır basmış olabilirdi. Ama asıl sevimsiz olan ordaydı işte. Kolumun altında, yanımdaki sandalyeyi fırsat bilip yaslanmıştı bedenime. İçimden nasıl çıkmış, nasıl vücut bulmuş bir haberdim. İçim, bunca yıllık imparatorluğun ardından bana meydan okuyordu. Tek farkla; onun elinde nane çayı yoktu, virüslerle savaşmaktan yorgun olan bedenim giderek ona sokuluyordu. Şaşkındım. Bu güne karşı dışardan gelen şeylere karşı antrenmanlıydım. İçim hiç beklemediğim bir anda isyan etmiş, beni tahtan indirmişti. Bana ise eğer hayatta olsaydı Fatih Sultan Mehmet’le sohbet edip, ağlaşmak düşerdi. Ben kaybettiğim içime, o ise şimdiki İstanbul’a bakardı. Ortada ne Fatih ne de eski İstanbul vardı. Konumuz bu değildi üstelik. İçim dışıma çıkmıştı, tam anlamı ile olan buydu. Organlarımla yalnızlığın keyfini bile süremeden, kalbim tarafımdan balkona gönderilmiştim. Komşular görse, daha içine bile sahip çıkamıyor diye laf ederlerdi. Annem duysa üzülürdü. Annemi üzmek evlat olarak yakışmazdı. İçim üşümüştü, konuya giderek hakimiyetimi kaybediyordum. Perdelerin çağrısını ertelemek olmazdı, usulca girdim içeriye. Önden ben, arkadan içim. Allahtan kıştı, konu komşu balkonda değildi. Dedim ya ben değil de annem önemliydi. Olay yerine dönülmeliydi aslında. Beynimi, düşüncelerimi, kıyma makinesine çeviren o yere. İyi güzel sıfatlara, onları dair her şeyi bırakmak zorunda kaldığım yere. Birisi ellerime bir avuç biber bırakmıştı, ben ise nerden, kimden geldiğini bilmediğim biberleri sorgusuz sualsiz ağzıma doldurmuştum. İçimi dışına çıkartan bizzat bu ellerdi. Canım yanıyordu elbet. Ama nasıl biberleri ağzıma attıysam, su içmenin de bir yolunu bulurdum. Acı olan; biberlerin her birinin diğerlerinden acı oluşuydu. Kat kat büyüyerek... Ne olduğunu, nerden geldiğini bilmediğin tekmeyle yere kapaklanmaktı, evet en acısı buydu. Hani deseler bak bu ihanet biberi, bunu yedin mi şirazen kayar, dengen bozulur. Bu güven yitirme biberi, yedin mi bunu hayatının treni rayından çıkar. Bilirsin rayından çıkan trenleri, olan makiniste olur her daim. Trenin rayından çıkmasına da eyvallah. En kötüsü hepsiyle aynı anda tanışmak, katlanmak ve sonunda yere kapaklanmak. Sonrası aynı hikaye, bilirsin. Dizlerinde yara kalkarsın yerden. Ama bilirsin görürlerse yaranı, başka yaralara sebep olurlar. Dönersin eve pantolonunla, gömleğin güzel olması tek teselli. Aralarsın kapıyı, girersin yuvana. Balkona kaçamak bir bakış attıktan sonra, geçersin odana. İlk iş kıyafetini değiştirmek, yarayı pamuklu pijamalara sarmak. Çorbanı kaşıklarsın usulca. Anlarsın o zaman annelerin sadece ayaklarında değil ellerinde de çiçekler, çocuklarının da dizlerinde yaralar. Bilmesin istersin, belli etmek istemezsin o güzel kalbine. Gelir bulur seni ama elinde gömleği. Belli ki kalbindeki hüzün gömleğine sinmiş, yakalanırsın kıskıvrak. Anlatırsın dikkatlice. Bilirsin çiçekleri susuz bırakmak olmaz, hele kurutmak asla.
14 Sultan TURGUT
Var Olan Problem Karşısında Yapılanlar Yeterli mi?
Uygunsuz Gerçek, 2006 ABD yapımı ve yönetmenliğini Davis Guggenheim’ın üstlendiği belgesel filmidir. Bu filmle izleyiciye anlatılmak istenilen; Dünya’da önemli bir problem olan küresel ısınmayla ilgili bilgiler vermek, izleyiciyi daha çok bilinçlendirmektir. Bu konuyla ilgili olan bir diğer filmde, yönetmen Andrew Stanton’un 21 Haziran 2008 (Los Angeles) yapımlı 3D animasyon filmi olan VOL-İ (Walle). Harap edilmiş, kirli ve kuru bir dünyayla hikâye başlar. Yüz yıllar önce bütün insanlar, çevrenin kesintisiz kötü kullanımı yüzünden yaşanamaz hale getirdikleri dünyayı BNL isimli bir mega şirketin inşa ettiği uzay gemileri ile terk etmiştir. Bu iki filmde de izleyiciye verilmek istenilen mesajın aynı olmasından dolayı, ikisi de bunu farklı yollarla yapar. Uygunsuz Gerçek’te son yıllarda artan sıcaklık artışı grafikleri, eriyen kutup buzları, buz ararken ölen kutup ayıları gibi konuları istatistiklere dayanarak yaparken, VOL-i de bunu 2 robotun yaşadığı aşkı vererek yapar. VOL-i Dünyayı yaşanamaz hale getiren insanların terk ettiği mekanı, gelişen teknoloji sayesinde insanın yaptığı işleri yapan bir çok robot üretilir ve bu robotlar dünyayı temizler. Vol-i adı verilen robot da bunlardan bir tanesidir. İnsanlar yaşanmaz hale gelen dünyayı terk etmek zorunda kalırlar ve terk ederken de Vol-i dışında bütün robotları kapatırlar. Gezegende tek başına kalan Vol-i uzun yıllar boyunca gezegende gezinir durur. Başka bir gezegenden bir gün Eve adında bir robot gönderilir. Vol-i Eve’e aşık olur; 700 yıl öncesinden kalma plazma televizyonunda 1969 yapımı Cici Kız (Hello, Dolly!) filmini izlerken Vol-i, yaşadığı hislerinin aynısını Eve’e duyar. Dünyayı terk eden insanlar tamamen robotların çalıştığı Axiom(Aksiyon) adlı gemide sürekli uzanan, hareketsiz, yanındaki insanla bile bir ekran aracılığıyla iletişim kuran kişiler yaşarlar. Burası insanların yiyecekleri yemekten, giyecekleri kıyafete kadar her şeyin yönetildiği otomatik bir gemidir. Geleceğin daha önce hiç hayal edilmemiş vizyonlarını içeren bu filmde Vol-İ’ye, aralarında bir hamamböceği ile bozuk robotlardan oluşan kahraman ruhlu bir topluluğun da yer aldığı ilginç karakterler eşlik eder. Vol-İ ile Eve galaksiler arası bir macera yaşarmaya başlarlar. Vol-i’yi kurtarıcı bir kahraman olarak görürüz. Vol-i terk edilmiş dünya da hamamböceğiyle monoton bir yaşam sürmektedir, bu özelliği insanlara benzetilir. Vol-i’nin evindeki düzende göz arda edilmemiştir, her insanda var olan düzenine benzetilir. Bu yönüyle Vol-i robot olarak değil de bir insan olarak algılanır. Farklı bir gezegenden gelen Eve’e ve Vol-i’nin insan gibi davranması ve insani özelliklerin çoğunu taşıması, aralarında yaşanan aşkı bile çok güzel gösterir. Bizler sadece insanların duygularının olduğu kanısında olduğumuz için izleyiciyi alışılmışın dışına götürüyor bu aşk. Vol-i dünyayı her gün temizlemek için uğraşır ve temizlerken de işine yarayan materyalleri evinde depolar. Bunu yaparken de en ufak bir şeyin bile işimize yarayabileceğinin mesajını verir. Gelişen teknolojiye bağlı meydana gelen önemli gelişmelerden biri olan, geçmişten günümüze gelen iletişimdir. İnsanlar arasındaki bu iletişimin giderek yok olmasını aksiyon gemisinde teknolojiye bağlı yaşayan insanlarda görülür. Fakat 2 robot arasındaki iletişimin güçlü verilmesi izleyicinin sahip olduğu eski iletişim gücünü ortaya koyar. Aksiyon gemisinde yaşayan insanları uzanmış ve yapılan konuşmalarla sürekli bir şeyler yedirtmek, kendilerinden başka bir şey düşündürtmemek olarak verilir. İnsanların nasıl etkilediği çok iyi görülür. İnsanların yaptığı her işin robotlara yüklenilmesi izleyiciyi etkiler. Tek tip kıyafetin yanında, tek tip insanların olması sağlıklı bir monarşi görünümü sağlar. O kadar çöpün arasından ayakkabının içinde yeşeren bir bitkinin olması,
Sultan TURGUT
15
diğer gezegende yaşayan insanların dünyaya gitmek istemesini ve her zaman umudun olduğunu dikte eder. Birlik ve beraberlik verilir, birbirinden habersiz olan insanların yemek yemekten ve teknolojik aletlerle uğraşmaktan farklı şeylerinde olduğunun farkında olması gerektiğini hem güldüren hem de endişelendiren sahnelerle verir. Bazı sahneler de bütün insanların robot olarak yansıtılması, izleyiciyi yabancılaştırsa da bu yabancılaştırma uzun sürmeden izleyiciyi tekrardan içine almayı başarır. Yaratılan mekanın doğal ya da doğala yakın verilememesi izleyicide kopukluk yaratır. Animasyon olarak daha doğal ortam yaratılması daha sağlıklı olurdu. Uzun yıllardır hayatımızda olan ve halen tüm hızıyla devam eden küresel ısınmaya yönelik izleyici de bir bilinç oluşturmak amacıyla yapılan bu animasyon filmde yok olmuş bir dünya, farklı bir gezegen de yaşayan insanlar, aşk yaşayan iki robotun verilmesi verilmek istenen ya da uyandırılmak istenen izleyici amacına ulaşamaz. Filmi izlediğimizde sürekli oturmaktan uzanma vaziyetine geçen hareketsiz, obez olan insanları görürüz ve vol-i’nin bir sürü çöpten oluşan apartman yığınlarını görürüz. Bunlar izleyici de bir bilinç oluşturmaya yakınken, Eve ve Vol-i’nin yaşadığı aşk bunun önüne geçer. Film iki robotun aşkı tadında izlenir.
UYGUNSUZ GERÇEK Küresel ısınma sorunun dünyayı beklenilenden çok daha kısa bir süre içerisinde, ne tür felaketlere götüreceği üzerine önemli tespitler yapan film, Al Gore’un bu konuyu gündemde tutma çabaları üzerinden ilerler. Filmin türü belgesel olduğu için film başlar başlamaz bir bilgi akışı şekilde ilerler, çoğu kişinin var olduğunu bildiği halde küresel ısınmaya karşı ilgisiz olanların bir şeyleri görmesini istediği için değişen Dünya’nın fotoğraflarını görürüz. 2000 seçimlerinde, başkanlığı kıl payı Bush’a kaptıran Al Gore, aldığı yenilgiden sonra tüm mücadelesini küresel ısınmanın yarattığı tehlikeler konusunda, tüm dünya insanlarını bilinçlendirmek ve bu tehlikeye topyekûn bir dur diyebilmek için verir. Al Gore’un kişisel portresinin de çizildiği filmin en önemli amacı, gerçekleri insanların önüne çok geç olmadan koyabilmektir. Al Gore küresel ısınmaya karşı insanları bilinçlendirmek ister. Bunu belgeler sunarak tam bir belgesel havasında verir ve izleyiciden ne alması gerektiğini, ne vermek istediğini tam olarak verir. Küresel ısınmaya karşı mesajı verir. Fakat sanayisi, dünyayı en çok kirleten ülkenin vatandaşı olan birinin bunu yapması ne kadar etkili olur? Sorusunu akla getirir. Uygunsuz Gerçekler ile Wall-e filmlerinin amacı dünya da problem olan küresel ısınmayı izleyiciye aktarmaktır. Bu iki filmi incelediğimizde verilen mesajların ve izleyicide uyandırdığı duyarlılığın ne kadar etkili olduğu konusu tartışılır. Yönetmenlerin de vermek istediği ve izleyicide uyandırmak istediği mesajları tam olarak vermediğini de görürüz. Filmin içerisinde küresel ısınmaya karşı daha çok mesaj verilmesi daha sağlıklı olurdu. Orta bir sorun var da peki çözüm var mı?
16
Kaan ORUÇ
görüşler ileri sürer. Felsefe, farklı görüşler topluluğu olarak nitelendirilebilir. Kısacası her insanın kafasındaki farklı tanımlar felsefeyle sınırlandırılır. Tüm bu farklılıklara karşın bilimin, felsefenin, dinin ortak olduğu bir görüş vardır ki bu ölümün mutlak olduğudur. Bu konuda P.-J. Martin “Ölüme karşı duracak kale yoktur” demiştir. Ölüm er veya geç gelecektir. İnsanlar bunu bilmelerine karşın ölümden korkarlar. Beklide insanları ölümden sonra neler olacağını bilmemek korkutuyordur. Bilinmezlik insanların korku kaynağı değil midir? Ölüm korkusu konusunda Epikuros şöyle der “Her türlü kötülüğün en korkuncu erimiz, düşüncelerimiz ve duygu- olarak görünen ölüm bir kurunlarımız ölümü anlamlandırır. tudan başka bir şey değildir, çünkü Sezgilerimiz bize ölüm değil, ölüm yaşam sürdükçe o yoktur, o gelince sonrası konusunda fikir verebilir. de ruh yoktur. Bu yüzden ölüm Bu fikirlerde bizi bir inanca iter. ne yaşayanları ne ölüleri etkiler. Düşüncelerimiz, sezgilerin sonucu Yaşayanlar onun vuruşlarını duyoluşan inancımızda var olan ölüm mazlar, artık var olmayan ölülere kavramının nasıl gerçekleşeceğini de onun zararı dokunmaz.” diyerek ve sonrasında ne olacağını an- ölümden korkulmamasını savunlamaya çalışır. Duygularımız ise muştur. Aynı görüşü Latin filozof ölüm kavramının bizim üzerim- Senece de savunur ve şöyle der izde bıraktığı etkilerdir. Duygular “Ölümden sonra hiç bir şey yokinancın ve düşüncenin oluşum te- tur ve ölüm hiç bir şey değildir.” melidir. diyerek döneminde yaşayan inFelsefede ölümün net bir tanımı sanlara ölümden korkmamaları yoktur. Birçok düşünür, farklı gerektiğini, önemli olanın şimdiki yaşam olduğunu savunmuştur. Heidegger’a göre insanlar ölüme doğru kendi varlıklarının farkına varırlar. Bu farkındalık ise ölüm korkusunu getirir. Korkunun kaynağı ise hiçliktir. Hiçlik ve bilinmezlik ikisi de birbirine çok yakın kavramlardır. Bana göreyse ölüm, oldukça gizemli bir olgudur. Hiç düşünmedim ölümü. Düşünür gibi olduysam da hemen kafamdan attım. Garip bir savunma ama ölmek yaşamaktan daha kolaydır. Hayat bazen insanı yüzlerce kere öldürüp diriltir, ama ölüm bir kere.
Hamlet / 26 Var olmak ya da yok olmak... İşte asıl mesele bu... Acaba zalim feleğin okuna, taşına göğüs germek mi, yoksa bu mihnet deryasına karşı koyarak hepsine son vermek mi daha asil bir hareket olur? Ölmek: uyumak... Hepsi bu kadar. Ölüm, bir başlangıç mı yoksa bir son mu? Tarihin başlangıcından beri insan merakını uyandıran bir olgu. Peki, nedir ölüm? Ölüm, her insanın kafasında farklı tanımlanır. Sınırlandırmak ancak din, felsefe ve bilim alanlarında var olabilir. Dinde ölüm, ruhun bedenden ayrılması ve ebediyete uzanan yeni bir hayat olarak nitelendirilir. İnsanların, dünya yaşamı boyunca yaptıkları davranışları sonucu ödül olarak cennet veya ceza olarak cehennem denilen mekânlara gideceklerinden bahsedilmiştir. Allah inancı taşıyan tüm dinlerde (Hıristiyanlık, İslam, Musevilik) bu böyledir. Bilimde ise ölüm, tüm yaşamsal fonksiyonların sona ermesi olarak adlandırılır. Ancak bu tam anlamıyla ölümü ifade eden bir tanım değildir. Bu tanımı anlamlandırabilmek için insan sezgi, düşünce ve duygularına ihtiyaç vardır. Sezgil
Ölüm insana ürperti verir. Ancak insanlar öldüklerinde sevdikleri ya da değer verdikleri insanların yanına giderler. Ölümün üzüntüsü onlarla unutulabilir. Üzüntü paylaşıldıkça azalır, mutluluk ise çoğalır. Ölümde geride bırakılanlar için üzülmek ya da ölen birinin ardından üzülmek anlamsızdır. Herkes bir gün ölecek ve aynı yere gelecektir. Ancak bu anlattıklarım mantıksaldır. Birde işin duygu boyutu vardır ve bu yönden üzülmemek insanın elinde değildir. İnsanların duygularını kontrol edememesi sevdikleri insanların nerede olduklarını kestirememelerindendir, tıpkı kendi ölümlerinde olduğu gibi. İşte tüm bunlar sonucunda vahyi bilgi daha rahatlatıcıdır. Ölüm korkusu? Eğer ölüm korkusu olmasaydı şu anın ne değeri olurdu. İnsanlar ne için kendini korur, kendine bakar ya da ölmemek için dikkat ederdi? Bu korku olmasaydı herkes cesaret gerektiren sporlar yapmak ister. Cesaret de bir süreliğine ölüm korkusunu yenmek değil midir? Hatta beklide toplu intiharlar ya da türlü sapıklıklar. Böylelikle yaşamın bir anlamı kalmazdı. Ölümden korkmak anlamsız, ölmek tüm soruların cevabını bulması demek bana göre. Fakat her şeyin bir zamanı var. Ölüm mutlak o yüzden yaşamın tadını çıkarın ve kendinizi ölüm sonrasına ve tanrıyla yüzleşmeye hazırlayın. Ölümsüzlük? Ölümsüzlük bedenen belki mümkün olmayabilir ancak dünya yaşamına bıraktığımız izler sonucu manen mümkün olabilir. Aslında tıbben ölümsüzlük mümkünleşebilir, sadece bilimde biraz gelişme yaşanması lazım. Ama bizim devrenin çocukları ölümsüz olmayı ancak eserleriyle başarabilir.
Kaan ORUÇ
17
18
Kaan ORUÇ
Eksiklikler Birleştirir Tabiattaki yaratılış ağacının en uç ve en gelişmiş meyvesi olan insanoğlunun bu kainata ve dünyaya bakarak öğreneceği çok şey var. Bunlardan bir tanesi de birlikte hareket etme ve birlikteliğin gücü ile kendini aşma sırrıdır. Toplumumuz tekil bireylerden oluşuyor. Her birimizin elinden gelen farklı şeyler var. Güçlerimiz, etkilerimiz, zihinsel kapasitelerimiz, birikimlerimiz, her şeyimiz farklı. Bu farklı insanları bir araya getiren yapıları sıklıkla müşahede ediyoruz. İnsanlık evvela aile; sonra arkadaş grubu, sonra mahalle, köy, şehir gibi birimler çapında bir araya geliyor. Partiler, dernekler, cemaatler, topluluklar… Bunların hepsi de insanların farklı birlikteliklerine verdikleri muhtelif isimler. İnsanlar en temelde, birlikte olarak kuvvet bulmayı, tek tek yapamadıkları şeyleri birlikte yapabilmeyi umarak böyle birlikteliklere gidiyorlar. Genel amaç ise “güçleri birleştirerek daha güçlü hale gelmek” olarak çıkıyor karşımıza… Tabiatta bu iş nasıl olur peki? Tabiatta canlıların sıklıkla bir araya geldiğini, yardımlaştığını ve ortak yaşam biçimleri geliştirdiğini gözlemleriz. Bitkilerin üzerine yaşayan mantarlar, kendi ürettikleri besin maddeleri ile ağacı beslerken, kendi üretemedikleri besin veya kimyasalları da ağaçlardan temin ederler. Çöpçü balıkları büyük balıkların bedenini temizlerken, aynı zamanda zayıf bedenlerini o büyük balıkların cüssesi altında korumuş olurlar. Mantarlar, yosunlarla (alglerle)
birleşerek “liken” dediğimiz bir ortak yaşam biçimi oluşturacak kadar ilerletmişlerdir bu işi. Bunun en ileri düzeydeki hali bedenlerimizi oluşturan hücrelerdir. Her bir organdaki hücreler o kadar özelleşmiş, o kadar özel işlere memur hale gelmişlerdir ki kendi başlarına yaşamaları mümkün olmadığından ancak bir beden içerisinde varlıklarını sürdürebilirler. Hatta adına “hastalık” dediğimiz birçok durumda, doğada tek başına yaşayamayan organizmaların insan bedeninden faydalanması ve bu sırada ortaya çıkarttığı etkilerden dolayı konukçu bedenin rahatsızlanması söz konusudur. Yani hastalıklar da ortak yaşamın değişik (ve bir tarafa zararlı olan) biçimidir aslında. Genel olarak canlılar alemine baktığımızda, canlılar arasındaki bu ilişkiler o kadar yaygın ve sıkıdır ki dünya üzerindeki tüm canlılığı tek bir dev organizma gibi düşünmek bile mümkündür. Eksiklikler birleştirir Tabiattaki canlı cansız tüm varlıklar, biz her zaman doğrudan fark ede-
mesek de birbirlerine sıkı bağlarla bağlıdırlar. Özellikle canlılar aleminde bu bağlar çok daha belirgin ve hayatidir. Bu bağları tesis eden en önemli faktör ise her canlının “eksik” olduğu gerçeğidir. Evet, hiç bir canlı dünyanın tümünden tek başına istifade edebilecek ve dünyada tek başına yaşamını sürdürebilecek donanıma tam ve eksiksiz olarak sahip değildir. Bunun en belirgin örneği beslenmemizdir mesela: Diğer canlılar olmadan beslenmemiz ve hayatta kalmamız mümkün değildir; zira hayatta kalmak için yediğimiz her şey aslında diğer canlılar ve onların ürünleridir. Bu örneğin dışında her canlı, eksikliklerini tamamlamak için, az evvel saydığım örneklerde olduğu gibi bir araya gelir ve ortak bir hareket planına göre davranırlar. Yani tabiatta canlıları bir araya getiren ve onları bir arada tutan şey onların eksiklikleridir. İnsan topluluklarında da bunu görebiliriz; ama her zaman değil. İnsanların birlikteliklerinde, tabiattaki birlikteliklere göre çok daha fazla sorun yaşanır. Zira insanlar eksikliklerinden ziyade “fazlalıklarını” ön plana çıkartma eğilimindedirler. Özellikle modern sosyal hayatta insanın “eksikliğini” gizlemesi erdem sayılırken, kendisini (bazen öyle olmadığı alanlarda bile) iyi ve maharetli olarak sunması teşvik edilir. Kişisel gelişim adıyla bildiğimiz çeşitli ekoller, hemen her zaman ileriye çıkma, diğerlerine göre daha önde olma ve “acımasız yarışta mümkün olduğunca öne geçme” taktikleri ile insanları teçhiz etmeye çalışıyorlar. Neticede hep “gelişkin” ve “iyi” yönleri ile toplumsal hayatta arz-ı endam eden bir modern insan tipi ile karşılaşıyoruz.
Kaan ORUÇ
Bu durum elbette doğal olmadığı için doğada gözlemlediğimiz “birlik” halinin insanlar arasında yaşanmasını zorlaştırıyor. Kişisel fazlalık ve “çıkıntılar”, birlikten ziyade kavga ve çatışma unsuru olarak işlev görebiliyorlar. Her ne kadar bizim toplumumuzda bir zamanlar cemaatler, tarikatlar, hatta eski zamanlarda kimi devlet kurumlarında benzer bir diğerkâmlık ve “mahviyet” kültürü hakim olmuş olsa da günümüzde bunun örneklerini kolayca bulabileceğimizi söylemek oldukça zor. Birliğin sırrı “eksikliğini” bilmekte yatıyor aslında. Yani “kendini bilmekte”… Eksiksiz olduğunu, her şeye tek başına güç yetirebileceğini düşünen insan ciddi bir yanılgı içindedir. Eksikliğini örtmeye çalışan da öyle. Bilgisizliğini, yeteneksizliğini, güçsüzlüğünü veya başka zaaflarını gizleyen yahut görmezden gelen insan hüsrana uğramaya, eninde sonunda hayal kırıklığı yaşamaya mahkumdur. Hepimiz eksiğiz; bunun bilincinde olduğumuz ölçüde eksiklerimizi tamamlamanın yollarını da keşfedeceğiz… Birlikten sadece “kuvvet” zuhur etmez. Etrafımızdaki oluşlardan ve özellikle de canlılardan alacağımız önemli bir ders daha vardır ki, bunu “bütünün, parçalarının toplamından daha fazla bir şey olması” şeklinde ifade edebiliriz. Birbirine uyumlu ve “sinerji” içinde bir birliktelik kurmuş birimlerden oluşan topluluklarda, topluluğu oluşturan bireylerin tekil
özelliklerinin toplamından çok daha fazla özellikler ortaya çıkar. Bu olaya zuhur (emergence) adı verilir. Detaylarını ve çeşitli telmihlerini “Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler” başlıklı kitabımda bulabileceğiniz üzere, burada en önemli kısmına vurgu yapmak isterim: Birlikten kuvvet doğduğu doğrudur. Ama esas birliktelik, “akıl doğuran” birlikteliktir. Ruhbilimci Carl Jung, hayvan sürülerinin kalabalıklaştıkça daha akıllı davranışlar sergilediklerini ve türlerinin faydasına olan seçimlerin peşinden gittiklerini vurgularken, insanlarda bunun tam tersi olduğuna dikkat çeker. Zira insan toplulukları kalabalıklaştıkça, karar verme ve faydalı davranış sergileme kabiliyetinin azaldığını görürüz. Akıl ve muhakeme yeteneği hayvanlara göre tartışmasız çok daha üstün olan insanoğlunun oluşturduğu topluluklarda böyle bir durum ortaya çıkması nasıl açıklanabilir? Muhtemel bir açıklama “kuvvet birliği” yaklaşımında gizlidir. İnsan birliktelikleri çoğunlukla salt “kuvvet” doğurmak, daha büyük bir kuvvete sahip olmak üzere bir araya gelir veya getirilirler. Burada, topluluğu oluşturan bireyler işbirliğinden ve eksikliklerini gidermekten ziyade “kuvvet birliği” mantığıyla bir arada bulunurlar. Dolayısıyla çoğu kez bu kuvvet, nihayetinde topluluğun kendisine zarar verir. Bu tip bir birliktelik uzun süre işlemez ve bir “zuhurat” (emergence) oluşturmaz; çünkü “tabii” değildir…
19
Eksikliğinin farkında, istişare ve ortak hareket ruhu ile bir ideal etrafında kenetlenmiş insanlar, tabiatta gördüğümüze daha yakın bir birlikteliği ancak tesis edebilirler. Bu durumda uzun soluklu hedeflere varabilme ve bireylerin tek tek kabiliyetlerinin çok üzerinde başarılar elde edebilmek de mümkün hale gelir. Tabiidir ki böyle bir birliktelik ancak aşkın bazı amaç ve hedeflerin var olduğu insan topluluklarında gözlenebilir. Bireyselciliğin zirveye ulaştığı günümüz kültür ortamında, insanların bu türden birliktelikler içinde bulunması kınanır veya küçük görülür. Bireysel başarılar kutsanırken, toplu hareketler “birey olmanın önünde engel” olarak görülür. Elbette her insan her topluluğun içinde aynı şekilde “fena” bulmaz; zira her insanın kabiliyetleri ve özellikleri farklıdır. Fakat kendilerini topluluklar içinde daha rahat ifade edebilen insanların var olduğunu da gözden çıkartmamak ve “bireyselliği”, kayıtsız şartsız herkese dayatılması gereken bir “evrensel şart” olmaktan çıkartmamız gerekir diye düşünüyorum. Kısacası, birliktelik “akıl doğurduğu” sürece, faydalıdır ve doğaldır. Sadece kuvvet için bir araya gelen insanların uzun vadede faydalı bir sonuç doğurması da işte bu nedenle pek mümkün olmuyor. Ve yine işte bu nedenle, böyle birleşmelerin neticesinde elimizde büyük bir yıkım kalıyor çoğu zaman…
20
Selin GÜNDÜZ
Ötekileştirmeye Karşı Başkaldırı Tonları : Muhammed Ali ve Alan Turing
Geçtiğimiz günlerde dünya devlerinden biri olan, efsanevi boksör Muhammed Ali’yi kaybettik. Tavizsiz inatçılığı, derin ahlakı, akıl almaz enerjisi ve çocuksu neşesiyle milyonlarca insana ilham verdi. Muhammed Ali’yi sadece bir boks, hatta sadece bir spor figürü olarak görmek hem haksızlık, hem yüzeyselliktir. Öncelikle buradan girelim ki genç, yaşlı, kadın, erkek demeden bir durup, bir dinleyelim. Muhammed Ali, sosyolojik olarak irdelenmesi gereken, irdelenebilecek, dünyaya gelmiş en büyük figürlerden biridir. Belki onun boks tarihinde elde ettiği başarıların benzerlerini kendi branşlarında gerçekleştirmiş sporcular vardır ama ne Michael Jordan, ne Maradona, ne Michael Schumacher, ne de bir başkası onun yaşadıklarının bir benzerini yaşasaydı, bugün sahip oldukları üne ve saygıya ulaşamazdı. O, ikinci sınıf insan muamelesi görerek büyüdü. “Vietnam’a savaşa gitmiyorum. Benim Vietnamlılarla bir sorunum yok. Onlar bana ‘zenci’ demiyor.” Muhammed Ali bu cümleyi söylerken, Müslümanlığı seçerken karşısına ve arkasına aldığı insanları çok iyi biliyordu. O halkının ezildiği dönemde, dünyanın en güçlü devletine kafa tuttu. İnandığı şey uğruna her şeyini, kaybetmek pahasına ortaya koydu. Hiç bir zaman daha fazla para ve ün için şaklabanlık yapmadı. Günümüzde ilah gibi görünen birçok sporcunun sponsorlardan 3-5 milyon dolarcık daha fazla koparmak için onların oyuncağı olduğunu düşünürsek Ali’nin değeri bir kat daha artıyor. Muhammed Ali’nin ülkemizde, dünyada bu kadar çok sevilmesinin nedeni de tam da buydu. Ezilmesi gerektiği düşünülen insanları arkasına almış, savaşmış ve bu savaşı da kazanmıştı. O kazandıkça insanların mutlu olmasının sebebi buydu. Muhammed Ali’nin attığı her yumruk emperyalizmin, faşizmin duvarına atılan bir yumruk; düşürdüğü her rakip o duvardan düşen bir taştır. Gece 5’te evlerin ışıklarının yanmasının, maçlarının canlı seyredilmesinin, bütün evlerde tezahürat yapılmasının sebebi de budur. O sadece ringde değil, sınıf mücadelesinde de bütün dünyayı dize getiriyordu. Sesi çıkmayan/çıkarılmayan insanların sesi, yumruğu oluyordu. Maçı yayınlanırken televizyonlar bu nedenle yumruklanıyordu. O da isteseydi apolitik durup bir magazin öğesi gibi hareket ederek Sam Amcayı pohpohlayıp güzel kızlar ve bol para içinde kariyerini sürdürebilirdi. Ama o zaman sadece boks tarihinin en iyi boksörü olarak anılıp herkesin sempatisini kazanırdı şimdi ise, yıllar sonra Müslüman-Hristiyan, siyah-beyaz her kesimden birçok kişinin "dünyanın en iyi sporcusu" olarak gördüğü, sempati değil, büyük bir hayranlık beslediği biri. Kelebek gibi uçup arı gibi sokan, kimseye değil minik bir çocuğa yenilen asla unutulmayacak büyük bir adam. İnsanlık tarihine imza atmış bir dev. Umarım ahir ömrünü sağlıklı ve rahat bir şekilde geçirir. Şu dünyada görmezden gelinen, ‘görünmez’ insanlar var. Hatta onları görünmeyen sınırların içine hapsedip sivil ölüme terk etmek yetmiyormuş gibi, bir kısmı da öldürülen insanlar. “Bir onlar mı fazla geldi sizin alçak dünyanıza?” diye sorsan yanıt alamadığın... İnsanlık tarihi kadar eskiye uzanan bir diğer ezilen insanlar olan günümüzde LGBT adıyla anılan açılımı lezbiyen, gay, biseksüel, transseksüel olan eşcinsellerin haklarını korumaya yönelik olan gruptur. Bu ülkede en az dikkate alınan, en çok ötekileştirilen insanlardır.
Selin GÜNDÜZ
21
Gerek dünyanın çoğu yerinin ve elbette bu toprakların gerçek "öteki"leridirler. Ama öylesine güçlü, neşeli ve hesapsızlar ki hayatlarından dram çıkarmak belki de en son diledikleri şey. LGBT bireyleri için durum çok iç açıcı değil. Zorla evlendirilen, boşanmaya çalıştıklarında çocuklarının velayeti ellerinden alınan lezbiyenler, cinsel kimliklerini açıkladıklarında işlerinden, ailelerinden olan geyler, "tuhaf " oldukları için dışlanan herkes, kimi sokaktaki insandan daha da soylu, kimi sokaktaki insanın ta kendisi ama bilinmiyor, anlamsız bir korkudan fazla şey ifade etmiyorlar çünkü. Yorucu bir kimlik. Sürekli bir sorgulama ve kafa yorma hali. Sorulara-sorgulamalara bir cevap bulunması da gerekmiyor. Cevapsız kalan sorulara alışıyor insan. LGBT’lilerin varoluşları hastalık, sapkınlık, günah, ahlaksızlık ve diğer olumsuz sıfatlarla tanımlanıyor. Bu durum da lgbt'lileri kimliklerini gizlemeye, olmadıkları biri gibi davranmaya, depresyona ve intihar düşüncelerine itiyor. Oysa eşcinsellik tıp dünyasında bir hastalık değil, insan cinselliğinin olağan çeşitliliğinin bir görünümü olarak kabul ediliyor. Alan Turing’in hayatını anlatan The Imitation Game (Yapay Oyun) filminde enigma kodunu kırışını ve daha sonra eşcinsel olduğu için kendisine karşı işlenen insanlık ayıbını zaman zaman Turing’in gençliğine dönen flashbackler ile anlatan, heyecan ve duygu dozunu tam tutturmuş film. Turing eşcinseldi ve o dönemde eşcinsellik kanunen yasaktı. Ona iki insanlık dışı seçenek sundular; birincisi hapishane, ikincisi libidosunu düşürmek için hormon tedavisi. İkinciyi seçmiştir kendisi ve bir süre sonra buna dayanamayıp siyanüre batırılmış bir elmanın yarısını yemiştir. Alan Turing gelmiş geçmiş en büyük dehalardan biri olmakla kalmaz, aynı zamanda bir savaş kahramanıdır. Gözü dönmüş İngiliz yobazlığı hiçbirini tanımamıştır. Ülkesine savaş kazandırmasının karşılığını, onu aşağılayarak ve sakatlayarak verir. Ancak 2009 yılında İngiltere başbakanı Gordon Brown, Turing’e yapılan muamele için hükümet adına özür diler. İntiharına yol açan eşcinselliği ile bilim ve ön yargı ilişkisinin kimden yana ağır bastığını da göstermiştir. Öldüğünde 42 yaşındadır Turing, zihinsel olarak gücünün ve yaratıcılığının doruğundadır. Hiç kimseyi ilgilendirmeyen, ilgilendirmemesi gereken cinsel yönelimi yüzünden, demokrasi şampiyonu İngiliz devletinin hışmına uğramıştır. Ve onlara hak ettikleri cevabı, ona yakışan şiirsel bir intiharla verir. Kötü kalpli kraliçenin elmasını gönüllü olarak ısıran pamuk prenses olarak terk eder dünyayı. “Cinsel kimlik bunalımı” adlı hastalık temelinden yola çıkılarak cinsiyet, cinslerden beklenenler, cinsiyetlerin toplumda algılanışı gibi konulara değinen (değinmese de bunlarla iç içe olan), konu olarak iyi incelendiği söylenebilecek ama görsellik, sinema kalitesi gibi özellikler bakımından pek de olumlu eleştiriler almayan bir Kimberly Peirce filmi olan “Boys Don’t Cry” Teena Brandon’ın başından geçmiş bir hikâyeyi anlatıyor. Bir insanın cinsel tercihi ne olursa olsun sevdiği zaman her şeyi göze alabileceğini anlatan, aşkın sınırsızlığını gösteren bir film. İnsanlar arasındaki eşitlik o kadar sorunlu bir şey ki, özgür olmak, rahat yaşamak, aile ve çevre baskısından kurtulmak istedikleri için göç etmek zorunda kalıyorlar. Hayatları için savaşmak zorundalar. Muhammed Ali’nin de dediği gibi “Seni tüketen, önündeki tırmanılacak dağlar değil, ayakkabındaki çakıl taşıdır.”
22
Taha KERMANİ
DÜNYA TAKVİMİNDE İLGİNÇ GÜNLER 21 Haziran, Dünya Tişört günü
Yıllar önce Tişört ile caddeye çarşıya çıkmak inanılmazdı. Ancak günümüzde binlerce model, renk ve tarzlarda bulunan tişörtleri kolaylıkla her yerde görmek mümkündür. Hatta dilerseniz istediğiniz resim ve yazıyı beğendiğiniz şekilde tişörtünüze yazdırabilirsiniz. 2013’de Altıncı Dünya Tişört Günü “Benim Tişörtüm, Benim Sesim” ismiyle kutlandı.
29 Temmuz, Yağmur günü
1874 Yılında ABD’nin Pensilvanya eyaletinin Waynesburg şehrinde 29 Temmuza Yağmur günü ismi verilmiştir. Şehir ahalisi bu günde bir gelenek olarak yağmurun yağıp yağmayacağı üzerine iddiaya girer ve kazanana bir şapka ödülü verilir. 1979’dan günümüze dek ise her yıl bu şehirde Yağmur günü ve iddiası adıyla bir rengârenk festival düzenlenmektedir. Böylece çok sayıda yerli ve yabancı turist bir araya gelmektedir. 26 Ağustos, Tuvalet Kâğıdı Günü 19.yy kadar tuvalet kâğıdı icat olmamıştı. İnsan evladı kendini temizlemek için kâğıt, ağaç yaprağı, bez ve kısaca elinin altında bu işe yarayabilecek ne olursa kullanırdı. Tabi ki bu iş hiçte kolay değildi. Belki de bu sebeplerden dolayı 26 Ağustos günü Tuvalet Kâğıdı ismini almayı hak ediyordu!
25 Ekim, Dünya Makarna Günü
Uzun yıllar Çinlilerle İtalyanlar arasında makarnanın bulunuşu üzerine bir amansız tartışma ve mücadele vardı. 2005 Yılında Çin’de bir 4000 yıllık tarihi mezar keşfedildi ve bulunan mezarda bir tabakta makarna bulunmuştu. Bu Keşif Çinlilerin makarna konusunda daha eskiye dayandığını kanıtlamış ve nihayetinde bu yarışmanın kazananı Çinliler olmuştur. Şimdi Makarna üretim fabrikaları bir araya gelerek 25 Ekim Dünya Makarna Günü geniş çapta festivaller ve yarışmalar düzenlemektedirler. 19 Kasım, Dünya Tuvalet Günü Komik gelebilir ama oranlara bir göz attığımızda, olayın ne kadar ciddi olduğunu anlamamak mümkün değildir. Yeryüzünün 40%ı sağlam ve temiz tuvaletten mahrumlardır. 1 Milyardan fazla kişi ise bu doğal ihtiyacını açık alanda yapmak zorundadır.2001 yılından itibaren BM tarafından 19 Kasım Dünya Tuvalet Günü olarak BM resmi takviminde yerleştirilmiştir ve bu bahaneyle pek çok insanın sağlığını ilgilendiren bu konu daha çok gündeme gelme fırsatı bulmuştur.
2 Aralık, Tehlikesiz Yüz Tıraş Günü
Her sabah tıraş olan erkekler tıraş bıçağının yarasını ve acısını iyi bilirler. Bu gündelik sıradan bir şey gibi görünen ama yıllar ve belki yüz yıllarca, pek çok erkeğin canını yakmıştır. 1901 yılında bu acıya son verilen yıl olmuştur diyebiliriz. Bu yılda günümüzde yeni sistem tıraş bıçakları icat edilip üretilmeğe başlamıştır. 2 Aralıkta bu günü anarak Tehlikesiz Yüz Tıraş Günü olarak adlandırılmıştır.
20 Ocak, Eşofman günü
Eskiden kamu alanlarında ve spor merkezleri haricinde eşofmanla gezip dolaşmak günümüzde olduğu kadar normal değildi. Hatta bu hareket eğitim eksikliği ve terbiyesizlik anlamına bile gelebilirdi. Ancak Sinema ve Spor Dünya’sının yıldızlarının bu işi diğer gençlerde Eşofmanla kamuda gezme cesareti kazandırdı. 4 İsviçreli genç 20 Ocağı Eşofman Günü olarak adlandırdı. Onların Facebook sayfası 47 binden aşkın beğeni toplamıştır.
6 Mart, Dondurulmuş Gıda günü
Şehir hayatının hızlı ve stresli yaşamı bazen bizleri haftalık veya aylık alış veriş yapmak zorunda bırakmıştır. Tabi aldıklarımızı derin dondurucularda, depolamamızda kaçınılmaz olmuştur. Artık yeryüzünde pek çok insanın hayatının değişmez ritmi bu: dolabı açıp donmuş gıdayı alıp, mikrodalga fırınımıza atıyoruz ve 5-10 Dakika sonra yemek hazır! Ronald Wilson Reagan eski ABD başkanı 1984’de 6 Martı “ National Frozen Food Day “ Dondurulmuş Gıda Günü olarak adlandırmıştır.
Rumeysa N. UÇAR
23
Adamına Göre Feminist Feminizm, bir ideoloji olmanın yanı sıra yaşanılan bir hayatın arka planıdır. Kişiliğe
yönelik olmakla kalmayıp, ne kadar alçakta ya da ne kadar yüksekte olduğunu belli ettiğin merciidir. Çoğu insan hayatı boyunca belirli ideolojiler güder. Herhangi bir ideoloji veya ideolojisizlik… Bunlar gibi hayata şekil veren düşüncelerden biridir Feminizm. Binlerce düşünce yazısı yazılıp çizilmiş; ne çaylar, kahveler soğutulmuş; üzerine uyunup, izi saatlerce taşınmış yazıların başlığı genelde bu konudan çıkar. Tartışmaya açıktır. Eleştirir, reddeder, kendini kanıtlar bir haldir. Ama hiç düşündük mü “Erkek ve Kadın eşittir” kanısında yüzde yüz emin olup, yaptıklarımızın bunlarla çeliştiğini? Eşit şartlar altında olmak istediğimizi söylerken, bize olması gerektiğinden daha kibar davranmalarını beklemek çok da adil değil. En basit örneklerle, neden bize kapıyı açmayan, yer vermeyen erkek haksız olsun. Sadece kadına itham edilen bu ideolojiye sahip çıkmak için kadın olmanıza gerek yok. Oldukça basit işleyen, yalnızca eşitlik isteyen bu yapıda dişilik objeleri ön planda değil. Eşitlik ile kastedilen de budur. Fakat benim amacım; erkek- kadın eşitsizliğinden çok, kadın- kadın eşitsizliği... En tehlikeli ideolojilerden biridir. Çünkü kadın güçlüdür. Erkek karşısında eşitliğini savunurken elinden geleni ardına koymaz. İki kadının karşı karşıya gelme durumunda eşitliği korumak iki kat zor hale gelir. İki güçlü kadın, iki eşitlik isteyen kadın, iki eşit kadın. Sömürü haline gelen bu konuda yapılması gerekenler kişiye özgüdür. İnsanlar kendi ideolojilerine göre haklı ve haksızı seçerler. Bu haksızlıkların çoğalmasında ilk ve önemli bir unsurdur. Neden bir kadın hemcinsini ezer, kullanır? Diğeri neden kullanılmaya razıdır? Kıskançlık? Önemseme? Sonucu genellemek imkansız... Bir kadın -genellikle- erkekler için değil, dışarıdaki kadınlardan gelecek eleştiriler, beğeniler için giyinir ve kuşanır. İlk yanlışımız bu. Esir düşmek, kendisi gibi olmamak, başkaları için yaşamak gibi tüm kötü eylemlerin başıdır bu düşünce tarzı. Arzu ise beğenilme yönünde. Sonuç, depresyon mu desek? Bir diğeri, kadının erkeği savunup bir diğer kadını ezdiği durumdur. Şöyle açıklanabilir; “Kadın gece yarısından sonra evden çıkamaz ama erkek çıkabilir, erkek aldatır duyulmaz; kadın aldatır öldürülür. “ Bu yazı, elbette ki, erkek aldatıyorsa kadın da aldatmalıdır eşit haklar böyle sağlanır demek gibi bir amaç gütmüyor. Sorun şu ki suçu yapan kişinin cinsiyetine göre hüküm veriliyor. Bu tür aklanmalarda istisnai durumlar olmaz. Çünkü suçu işleyen kadın veya erkek değil, insandır. Bu bilinçsizce anneler tarafından gelinlerine veya kızlarına yedirilen ideolojidir. İnsanların ahlakının düzeltilip, ‘evden dışarısı’ nın güvenli addedilmesi için sadece kadını ahlak kurallarına zorlayıp, oğullarını başıboş bırakanlar, “kötü kadın” olgusu da oluştururlar. Ezilen kadın, ezen kadın. Yani benim için, erkeğin kadına bakışı ne kadar erkeğin kalitesini oluşturuyorsa, kadın karşısında benliğinden kopmayan kadın da kalitesini belli etmiş olur. Feminizmin esas konusu olan eşitsizlik birçok defa dile getirildiği ve kitlesi tarafından yeterli limite ulaştığı için önemli bir diğer konudan bahsettim. Okuduğunu anlamak veya okumadan anlamak… Nice düşünceler yazıldı. Yazıların birçoğu okunup desteklendi, birçoğu okunmadan aklen kabul edildi ya da reddedildi. Son bir öykü… Bir gün ormandaki ağaçları bir korkudur almış. Elinde baltasıyla birisinin kendilerine doğru geldiğini görmüşler. Anlamışlar ki kesilecekler. İçlerinden bilge olanı: “Arkadaşlar! Korkmanıza gerek yok, adamdan korkmanız gereksiz. Fakat o adamın elinde bizden bir şey var mı onu söyleyin” demiş. Kıyıda bulunan ağaçlar evet demiş, elinde taşıdığı baltanın sapı bizdendir. Bilge: “hah işte o zaman korkun” demiş. “Eğer elinde bizden bir şey olmasaydı korkmayın derdim fakat maalesef bizden birisi var!” [Emine Şenlikoğlu]
24
Burkay ÇELİK - Pervin İNCE
BANU BOZDEMİR İLE SİNEMAYA DAİR Banu Bozdemir Kimdir?
Banu Bozdemir, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Dört yıl Milliyet Sanat dergisinde ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk televizyonunda sinema, sanat ve “Sevgilim İstanbul” programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde bir yıl editör olarak görev yaptı. Tarihi Rejans Rus Lokantası için özel olarak hazırlanan “Rejans Tarihi” ve “Rejans Yemekleri” kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus Lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Cumhuriyet, Vatan, Yeni Binyıl gazetelerinde muhabir ve sinema yazarı olarak görev aldı. Say Yayınları’na Nasreddin Hoca kitabı derlemesi yaptı. “Film +” sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Halen televizyon için dizi senaryosu yazmaktadır. Çeşitli yayınevlerine editörlük yapan Bozdemir’in TRT’ye çektiği “Bakış” adlı bir de kısa filmi bulmaktadır.
1-) Haftada ortalama kaç film izliyorsunuz?
Bu normal zamanlara ve festivallere göre değişiyor tabii. Haftada beşten fazla film izliyorum, bu festivallerde günde dört filme kadar çıkıyor.
2-) Türk sineması nasıl bir ilerleyiş kaydediyor sizce?
Türk sineması özellikle son yıllarda biraz ivme kaybediyor. Sayının artması, aynı tarz filmlerin tekrar etmesine olanak verdi diyebiliriz… Özellikle bazı komedi filmlerinde seviye yerlerde sürünüyor, zekice hamleler ve espriler görmekten uzağa düşüyoruz. Dramlar da ise ayağı yere basmayan senaryolarla, genelde seyirciyi benzer duygu hali ve yaşam modeli üzerinden yakalamaya çalışıyor. Bu da seyircide bir bıkkınlık, aynılık hissi yarattığı için filmler iki seksen yatıyor. Bu anlamda ilerlemeden değil biraz duraklamadan hatta gerilemeden bahsetmek mümkün.
3-) Sinema, hayatınızda ne zaman ve nasıl bu kadar önemli yer tutmaya başladı? Filmler hakkında ilk yazınızı kaç yaşındayken yazdınız?
Sinema hayatımda hep vardı ama yazarlık kısmı üniversiteyle birlikte geldi. Klaket Sinema Dergisi ve Milliyet Sanat ilk eleştirilerimi yazdığım yerlerdir. Buralarda yazarken henüz üniversite öğrencisiydim.
4-) Bir filmin eleştirisini yapmak o filmin gişe başarısını etkiler mi?
Sektör buna inanmıyorken, etkileyebileceğini düşünmüyorum. Hatta bazı yapımcılar filmlerine güvenmedikleri zaman, bizden olumsuz eleştiri geleceğini bildikleri için basın gösterimi yapmazlar. Ama film kötü olunca ne yazılsa boş zaten. Ama herkes ağızbirliği etmişçesine bir filmi övünce ya da yerince seyircinin de acaba deyip gitme ya da gitmeme olasılığı artıyor tabii. Ama bunun çok küçük bir oran olduğunu düşünüyorum.
Burkay ÇELİK - Pervin İNCE 5-) Peki Türkiye’de film üzerine yapılan eleştiriler sizce ne kadar doğru ve etkili yapılıyor? Sizin eleştirilerinizdeki dobralığınızı biliyoruz. Dobralık başa bela. :) Genelde internet ve gazete eleştirmenliği yapılıyor günümüzde. Dergicilik ya da bir film üzerine uzun uzun analizlerin yapıldığı yazılar ne yazık geçmişte kaldı. Artık ‘hap anında kap’ eleştiriler yapıp hemencecik yayına sokuluyor. Ortam bu olunca da doğruluk ve etkili sorgulama biraz arka planda kalıyor. Çünkü eleştiri dediğimiz şey kısa tanıtımlara dönmüş durumda. Ama yazan da okuyan da memnun bence bu durumdan. Fazlasına kimsenin gücü yok zira.
6- Türkiye’deki entelektüel kesim, sinemaya yeterince ilgi gösteriyor mu sizce?
Ben o kesimin daha çok festival tutkunu olduğunu düşünüyorum. Bu fark edilince başka sinema devreye sokuldu ama istenilen etki pek yaratılamadı. Tabii yine de ülkede bir sinema izleyicisinden bahsedersek gençlerin dışında o kesimi sayabiliriz.
7- Son zamanlarda izlediğiniz ve bundan on sene sonra da izleyeceğiniz filmler hangileri?
O kadar fazla film çekiliyor ki geri dönüp ben bunu on yıl sonra da izlerim diyebileceğim bir istek bulunamıyorum kendimde. Yani sürekli yeni filmler izleme derdindeyim ama Haneke'yi çok sevdiğim için ileride tekrar izleyebilirim filmlerini. Klasikler olabilir bir de Yılmaz Güney ve Ertem Eğilmez filmleri olabilir.
8- Avrupa Sineması mı Amerikan sineması mı hayatınızda daha önemli yer tutuyor? Şöyle basite indirgersek, Altın Palmiye’yi kim almış sorusunun cevabı mı, yoksa Oscar’ı kim almış sorusunun cevabı mı daha önemli sizin için? Neden?
Aslında Oscar ve Hollywood yabana atılmayacak bir karizmaya sahip. Ama Avrupa sineması her zaman tercihimdir. Ama ödül törenlerini sıcağı sıcağına izlemeyip sonraki günler izlemeyi tercih ediyorum. Bu da biraz ödül sistemini ciddiye almamaktan ama uzağında da kalmamaya çalışmaktan ileri geliyor diyebilirim.
9-) Türk sinema seyircisi olarak, nasıl bir sene geçirdik, gelecekte bizi neler bekliyor?
Çok kötü bir sene geçirdik, filmler arka arkaya battı. Yeni çekilen film sayısı azalırken, seyirci ve kar etme durumu da azaldı. Tabii film çekme koşulları da. Bunların hepsi sektörü aşağıya çekti. Ekonomik nedenler düzelme gösterdiğinde, halkın morali normale döndüğünde sektörün tekrar ivme kazanabileceğini söyleyebiliriz. 10-) 12-13-14 Aralık’ta Uşak Üniversitesinin düzenlediği ‘Kanatlı Denizatı Kısa Film Festivali’ hakkında düşüncelerinizi alabilir miyim? Umduğunuz gibi bir festival miydi? Evet, çok memnun kaldım. Festivaller azaldığı için gittikçe önem kazanıyor. Özellikle de üniversite festivalleri, öğrencileri de ileri taşır. Deneyim kazandırır ve sonrasında devam ettirmeleri için motive edici olur. Film izlemek, tartışmak, paylaşmak her zamankinden daha kıymetli. O yüzden çok iyi geldi, umarım uzun yıllar devam eder.
11-) Ve son olarak 2016 yılında sizi en çok etkileyen ilk 5 filmi sıralar mısınız?
Yerli filmlerle sınırlı tutmak istiyorum: Ana Yurdu, Babamın Kanatları, Tereddüt, Kalandar Soğuğu ve Annemin Yarası diyebilirim.
25
26
Zeynep ŞAHİN
Gitmek
Her şeyi bilirsin ya hakkında. Hani bir şey yapsa nedenini sormazsın, haklıdır dersin. Hareketlerinden bir anlam çıkarırsın, tamamıyla tanırsın o güne kadar. Bırakıp gidene kadar… Öyle sanırsın sadece, o gün bir anlam veremezsin ona, yaptığına sadece öyle kalırsın. Yapayalnız, tek başına. Sanki tüm insanlık seni bırakıp gitmiş gibi hissedersin. Çünkü bir insanı alıp, dünyanızın merkezine koyduğunuzda artık sizi mahvedebilme gücünü de ona vermiş oluyorsunuz.
Vazgeçilmezim
Hani bazı anlar olur ya hiç bitmesin istersin. Öyle bir andı yanımda olduğun her an. Ama ne kadar değersiz olduğunu anlamak uzun sürmedi. Sevginin sonu nefrettir… Sahi ben seni hiç sevmiş miydim? Benimki bir hayranlıktı ve yaşadığım sürece unutulmaz bir anı olarak kalacaksın. Geçmişte ben seni hayallerimde yaşatacağım, niye sen bilmiyorum belki kader... Acı çekiyorum, belli etmesem de. Ama bir gün görsem seni, unuturum tüm her şeyi. Yine yanına, gelirim küçük bir çocuk kadar saf. Seninle ilgili hiç bir şeyi unutmak istemiyorum. Çünkü hatırladıklarım var olduğunun tek kanıtı...
Erman BAYCAN
27
Zlatan' ın Rüyası Zlatan İbrahimoviç 3 Ekim 1981’ de İsveç' in Malmö şehrinde dünyaya geldi. Bosna Hersek' li bir baba ve Hırvat temizlikçi bir annenin oğlu olarak Rosengard' da büyüdü. Aile içi sorunlarla büyüyen İbrahimoviç, ilk kez A takımda oynayacağını Malmö efsanesi Roland Andersson' dan öğrendi. Zlatan kutlama yapmak için bir bisiklet çaldı. Zlatan İbrahimoviç başarılı bir futbolcu olarak günümüzde halen Manchester United takımında top koşturmaktadır. İsveç' in Rosengard şehrinde alkol ve uyuşturucunun bir hayli fazla olması sebebiyle annesi, Zlatan' a 6 yaşında bir krampon aldı. İlk yıllarda Rosengard' ın sokaklarında top koşturan Zlatan daha sonra Malmö BI' ye geçti. Takımı 4-0 gerideyken oyuna girerek sekiz gol attı ve takımının o gün galip gelmesini sağladı. Erken yaşlarda Malmö FF' de düzenli olarak forma giymeye başlayan Zlatan İbrahimoviç 15 yaşına geldiğinde futbolu bıraktı ve deniz kıyısında bir rıhtımda çalışmaya başladı. Ailevi sorunlar yaşayan Zlatan' ı futbola devam etmesi için teknik direktörü ikna etti. Liseyi bitirdikten sonra üniversite okumayan İbrahimoviç 1996’ da Malmö FF ile ilk kontratını imzaladı. Kendisine sürekli boksör olan Muhammed Ali' yi örnek aldığını söyleyen İbrahimoviç bir basın toplantısında şunları söylemiştir “ Muhammed Ali hem spor yaşamıyla hem de kişisel yaşamıyla örnek aldığım birisi. Ben elbette efsaneyim ama iki tane efsane olmaz. Muhammed Ali' den sonraki en büyük efsaneyim.”
“İbra” nın Yükselişi
Malmö ile profesyonel kariyere adım atan Zlatan İbrahimoviç, bu klüpte iki sezon boyunca forma giymiştir. İki yılda 40 maça çıkan ve 16 gol atan Zlatan 2000 yılında Beşiktaş'a önerilmiş ama İstanbul' da ki temsilciyle anlaşamamış ve Malmö' de bir yıl daha kalmıştır. 2001 yılında Hollanda temsilcisi AFC Ajax' ın dikkatini çeken Zlatan burada adeta yeni bir kimliğe bürünmüştür. Burada 3 sezon kalan ve İsveç Milli takımına da burada ilk kez çagrılan Zlatan 3 yılda toplam 74 maça çıkmış ve 35 kez gol sevinci yaşamıştır. 2004 yılında İtalya’nın yolunu tutan İbrahimoviç, İtalyanların güçlü ekiplerinden Juventus ile sözleşme imzalamıştır. Burada iki yıl top koşturan ve takımı Juventus' un şike yapmasından dolayı ikinci lige düşürüldüğü için, takımda kalmak istemediğini belirtmiş ve takımdan ayrılmıştır. Juventus' un ezeli rakiplerinden İnter ile 2006 yılında sözleşme imzalayan İbrahimoviç, 88 maçta 57 gol atmıştır. Burada tüm dikkatleri üzerine çeken İbrahimoviç 46 Milyon Euro' ya Barcelona' ya transfer oldu. Barcelona ile 5 yıllık bir sözleşme imzalayan İbrahimoviç burada istenen performansı gösterememiştir. Zlatan İbrahimoviç, Barcelona' da 29 maça çıkmış ve 14 gol atmıştır. Bir sezon sonra ise Ac Milan takımına transfer olmuş, burada ise bir sezonda 32 maçta 28 gol atmıştır. 2012 yılında Fransa' nın Paris Saint Germain takımına transfer olan İbrahimoviç ,180 maçta 156 gol atmıştır. İbrahimoviç halen İngiltere' de Manchester United takımında top oynamakta ve aktif futbol yaşamına devam etmektedir.
28
Fatma Zehra DEMİRTAŞ
MUTLULUĞUN KAPISI Hayat bazen yorar insanı, Yolunu tıkar, yahut nefesini. Yalnızca yorgundur o saatten sonra… Kalp, yalnızca susmak ister. Çoğu kez koşmuştur. Hayallerine, umutlarına doğru… Yalnız, yorulmuştur sonunda, Tam varacakken mutluluğuna… Esrarengiz bir tatla bağlıyken hayata, Yorulur insanoğlu. Hep umulmadık anlarda. Mutluluğun kapısına gelmişken henüz, Kolunu kaldırıp kapıyı çalacak mecali kalmamıştır aslında…
Mahsun KILIÇ
CANLI SIFATINI MASUM BİR ŞEKİLDE TAŞIYAN DOSTLARIMIZI UNUTMAYALIM Bilindiği gibi sokak hayvanlarına toplum olarak duyarlılığımız son yıllarda sevindirici bir şeklide arttı. Bunda sosyal medyanın ve hayvan sever derneklerinin katkıları çok fazla. Yine bildiğiniz üzere soğuk aylar başladı ve sokak hayvanlarının yiyecek, barınma sorunları da başladı buna bağlı olarak. Köpekler 17 kediler ise 6 saat bir şey yemezlerse ölüm riski ile karşı karşıya kalabiliyor. Bireysel olarak yapabileceğimiz şeyler elbette bulunuyor. Belirli noktalara mama vb. şeyler bırakabilir ya da ilgili derneklerin çalışmalarında katkıda bulunabiliriz. Unutmayalım ki bu dünyada sadece biz yaşamıyoruz ve bu dünya yalnızca bize ait değil. Eğer empati kurarsak ne demek olduğunu daha iyi kavrarız. Kuşları da unutmayalım. Ekmek kırıntıları ve buğday onlar için gerçekten soğuk havalarda hayati önem taşımakta…
29
30
Merve TORAN
Çık Aklımdan!
Benim sana baktığım gibi bakmayacaksan bana, Gözlerine bakmaya doyamadığım, girme aklıma Cevabını bilmediğim, uzağım, yakınım... Çık aklımdan! Hem seviyor hem aldatıyor gibi bakma bana. Haddini aştığım, gözleri gülen yarim. Bilmediğimiz yerlere gidelim, Aşk rüzgarlarını dinleyelim, Yürüyelim, çok uzun yollar yürüyelim. Sevgisi, mevsim rüzgarları gibi olan sevdiğim… Çık aklımdan! Aşkı farklı tanıdığım, Bakmaya kıyamadığım… Çık aklımdan! Başa sarıp sarıp dinlediğim şarkı, Sol yanım, kalbimdeki siren sesim… Çık aklımdan! Çık aklımdan da yorma artık bu bedeni… Çık çık aklımdan…
Fatma Zehra DEMİRTAŞ
SENİ ÇOK SEVİYORUM
Soğuk rüzgarlara karşı, Giderken, bir gün yine evime Vakit, akşam vakti… Ellerimse ceplerimde. Fısıldayarak söylüyorum; ‘Seni çok seviyorum… Yine bu ıssız yollarda ben Yalnız seni düşünüyorum…’ Dilimde yine aynı şarkı… Haykırmak, bağırmak istiyorum. Çünkü düşündükçe anlıyorum. Ben, seni çok seviyorum… Kimi zaman umutsuz, Kimi zamansa mutsuzum. Ama her şeye rağmen ben her gün Seni tekrar sevmeye başlıyorum.
31
32
Mahsun KILIÇ
GÜLŞEN’DEN DEMET AKALIN’A
‘BÜYÜK JEST’
Demet Akalın 20. yılına özel olarak çıkardığı ‘’ RAKİPSİZ’’ adlı son albümünde, uzun zamandır Gülşen’den şarkı alma peşindeydi. Son albümü için Ozan Çolakoğlu’na, Gökhan Özen’in Demet’e verdiği ‘’NAZAR’’ adlı şarkını aranjesi için gitti. Bu aynı zamanda Demet Akalın’ın, Ozan Çolakoğlu ile çalıştığı ilk albüm oldu. Çolakoğlu ve Akalın şarkı için düzenleme yaparken Gülşen’de oradaymış. Gülşen ben kalkayım siz rahat çalışın diyor ve hemen ardından Demet Akalın, ‘’Tamam dur Gülşen senden şarkı isteyeceğim’’ diyor. Bu sohbetin ardından Demet, Ozan ile düzenlemeyi bitirip eve gider. Daha sonra Gülşen Demet’e mesaj atar. Demet Akalın büyük şoktadır. Çünkü Gülşen’den istediğini elde etmiştir. İşin en cezp edici kısmı ise Gülşen bu şarkıyı Demet Akalın’a hediye etmiş olmasıdır 20. yılına özel olarak. ‘’HAYALET’’ adlı şarkı albümün en çok sevilen ve ilk kliplenen şarkısı oldu. Demet’in klibini yine Müjdat Kupsi kliplendirir. Şarkı ilk olarak Dünya müzik devlerinden Spotıfy’a yüklendi. İlk günlerde tıklanma rekorları kırdı, doğal olarak Youtube’da. Şarkı rahatlıkla ve büyük beğeni ile resmen dillere düştü. Demet, Gülşen için ‘’ Kadın bizden her zaman bir adım önde, çünkü üretiyor ’’ dedi. Ve Gülşen’i üstat olarak adlandırdı. Gülşen’in bu kibar davranışı ve rakibine şarkı vermiş olması onun yüce gönüllü ve mütevazı bir karakter olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Albümün en iyi şarkısı olarak diğer popçu sanatçılar da Hayalet’i favori gösterdiler. Gülşen’inde 2017’de yeni projeler yapması bekleniyor.
:
İLETİŞİM
issuu.com/iletidergisi tile idergisi@hotmail.com i s i g r e D i t e İl / m o .c k o o b Face