İLETİ DERGİSİ ‘‘Kabına Sığmayan İletişim’’
GÜZ 2016 SAYI: 6
Aysun AKINCI ile Sinemaya Dair
Hasan KASAPOĞLU ile Fotoğraf Üzerine
Levent DONDURAN ile Gazetecilik Üzerine
Yusuf ERDOĞDU ile Sosyal Medyaya Dair
KÜNYE İMTİYAZ SAHİBİ Uşak Üniversitesi DANIŞMAN Doç. Dr. Murat SEZGİN Arş. Gör. Onur KEŞAPLI
GENEL YAYIN YÖNETMENİ Ramazan ÇETİNER
EDİTÖR Kübra ÖZBEN
GRAFİK TASARIM Mert ALTUN YAYIN KURULU Aslıhan GEÇMEK, Batuhan YILDIRAN, Berna KARACA, Burak PEKTAŞ, Deniz EREN, Dilek YILMAZ, Esra GÖKÇE, Gül GÜL, HaticeAVCI, Kübra ÖZBEN, Mert ALTUN, Orçun UYKUN, Ramazan ÇETİNER, Rumeysa Nur UÇAR, Sultan TURGUT, Vedat ORHAN
BU SAYIDA: Aysun AKINCI ile Sinemaya Dair Yaşanılan Ölümler Aforizması Değişen Değerler ve Kültür Alaylı Bir Gazetecinin Gözünden
Sence??? Duyguların Şah’ı Huzur
1 3 4 5 7 8 9 11 14
Renkli Dünyaların Yalnız Koyboyları: Erkekler Ağlamaz
Levent Donduran ile Gazetecilik Üzerine Yeni Söylem
Sosyal Medya Hakkında Bilinmeyenlerin Ne Kadarının Farkındayız?
15
‘‘Bazı Şeyler Göründüğü Gibi Değildir’’ Honda CRV 1.6 i-DTEC Reklam Filmi Metni
17 19
Hasan Kasapoğlu ile Fotoğraf Üzerine Çeşit Çeşit İnsanlar Olsun Birlikteliğin Gücü Yusuf Erdoğdu ile Sosyal Medyaya Dair Zeytinli Rock Festivali
22 23 25 27 29 30
Modernite ve Postmoderniteye Olumsuz Bilgi Eleştirisi Sayısal Medya
VEDA YAZISI
İleti dergisinin sevgili okurları, çalışanları, okumayıpta duyanları herkese merhaba, Yıllar su gibi akıp gidiyor. Dönüp ardıma baktığımda, sizlerle beraber olduğum günlerden hep güzel şeyler hatırlıyorum. Zor günlerde el ele vermenin hazzını, kalbimin derinliklerinde hissediyorum. Şairin dediği gibi, Evet zor günlerdi… Geldi geçti... Ama yüreğimi deldi geçti. Şimdi taze umutlarla yeni bir başlangıca doğru yol alıyorum. Çalışma hayatımda, arkadaşlarıma dönemler oldu. Ama bu defa öyle bir burukluk yaşamayacağım. Çünkü, beni büyüten kent için, yeni bir hayatı inşa etme arzusunun heyecanı var yüreğimde. `İnsan hayatı, acısıyla tatlısıyla geçip gidiyor. Göz açıp kapayıncaya kadar. Kâh büyük bir sevincin yarattığı mutluluk rüzgarları dalgalandırıyor yüreğinizi... Kah gönlünüzde kopan fırtınalar sarsıyor bütün benliğinizi. Aslında her şeyin temelinde sevgi yatıyor. Sevdiğiniz için üzülüyor, sevdiğiniz için seviniyorsunuz. Her acı tecrübede, insafsız bir kamçının sırtınıza her inişinde, bütün bunların, sevginin bedeli olduğunu düşünürseniz, rahatlayıp hafiflersiniz. Öyle ya, ananızı, babanızı, evladınızı, memleketinizi, mesleğinizi sevmeseniz, hayat sizin için hiçbir şey ifade etmese, ne başarısızlıktan, ne hastalıktan, ne ölümden, ne zulümden korkardınız. Ama ot gibi yaşardınız... Bütün çekilenler sevginin bedeli! Bütün mücadele, sevdiğiniz insanlar, bağlandığınız idealler uğruna veriliyor. ... Bir veda her zaman hüzün doludur. Hele yeniden buluşma tarihi belli değilse. Sonsuzluğa açılan dar bir geçitte, pencerelerden hemen hemen hiçbir ışık sızmıyorsa. Bir veda daima bir kaç damla gözyaşı, kırık dökük cümlelerin üzerine düşmüştür. Ama insanlar, nemelazımcılıktan sıyrıldıkları, doğru bildikleri değerler uğruna mücadele etme azmini kaybetmedikleri takdirde, akan gözyaşlarının suladığı topraklardan, yeni, yepyeni umutlar filizlenir, dallar tekrar tomurcuklanır. Neticede tünelin sonundaki ışık görünür ve kapalı bütün pencereler yavaş yavaş aralanır.` Aslında, Türkiye`nin derdini dert edinen insanların, bu karanlığa bir mum yakma çabasını çok tabii karşılamak gerekirken, kolay olan, gelene ağam gidene paşam demektir. El etek öpmektir. Yanlışları düzeltmeye çabalamak yerine, hataları tartışılmayan doğrular olarak takdim etmektir. Ama bu görevin itibarını düşünen, inancından fedakârlık etmeyi en büyük zul ad`eden biri, eğilip bükülmektense, elbette kırılmayı tercih eder. Ülkemizde bulunan her basın yayın organı gibi bizlerde ülkemizin bütünlüğünü sağlamak, geleceğimizin teminatı olan gençlerimizi en iyi şekilde sosyalleştirmek için bu yola ekip olarak girdik. Arkadaşarımızla birlilkte 2015 yılının Haziran ayında Uşak Üniversitesi İletişim Topluluğu olarak gönülden dergimizi yayınladık. Dergimizin amacı hep şu şekilde oldu. Çağımızın gerektirdiği teknolojiyi kullanarak çevremizde ki insanlara en iyi iletişim modelini sunmaktı. Radyo, Televizyon ve Sinema, Gazetecilik, Halkla İlişkiler ve Reklamcılık ve Yeni Medya alanlarında birçok röportaj, eleştiri, makaleye yer verdik. Bugün 6.sayımızı çıkarmanın mutluluğunu yaşamaktayız. Tabi ki bu sayımıza kadar ülkemiz de başkan ve başkan yardımcılarının olduğu gibi bizde de mevcuttu. Benim yatay geçiş sebebi ile dergiden ayrılmam gerekiyor. Benim yerime yine bu şekilde dergiyi devam ettirebilecek olan Kübra Özben arkadaşımız görevlendirildi. Kendisine başarılar dilerim. Evet, sevgili arkadaşlarım, bu bir veda konuşması. Artık, aranızdan ayrılıyorum, başı dik, vicdanı hür olarak... Gün ola harman ola! Her gece iki gündüz arasındadır!` Yarınlara ümitsiz bakmıyorum. Tünelin sonunda ışık var. Allah, yaradandır, her şeye mutlak hâkim olandır. Rahman ve rahim olan Allah`ın adına sığınır, mücadelemizi sonuna kadar yapar, ancak hedeflerimize ulaşmak için Allah`ın tanıdığı sınırları asla aşmayız. Çünkü bizler için, hayat sadece bir imtihandır. çünkü bizler, sadece bu dünya hayatı için değil, Yüce Rabbimiz`in huzuruna çıkacağımız gün ve ondan sonrası için de yaşarız. Konuşmamın sonunda benden ve bizlerden emeklerini esirgemeyen başta Onur Keşaplı hocama ve diğer hocalarıma teşekkür ediyorum. Sevgili arkadaşlarım güneşli ve güzel günler sizlerin olsun. Kendinize iyi bakın.
Ramazan ÇETİNER
İLETİ DERGİSİ GENEL KOORDİNATÖRÜ
EDİTÖRDEN; Uşak Üniversitesinin en aktif ve en güçlü topluluğu olan İletişim Topluluğu tarafından çıkarılan İleti Dergimizin 6.sayısı sizlerle. 6. Sayımız ile yeni eğitim-öğretim yılına merhaba diyerek, ilerleyen günlerde gerçekleştireceğimiz başarılı çalışmalarımızın şimdiden sinyalini veriyoruz. Yeni dönemde, gerek film gösterimleri gerekse film festivali gibi pek çok etkinliğimizle topluluğumuzun farkını ve gücünü göstermeye devam edeceğiz. Bu sayımızda siz değerli okuyucularımızla yeniden buluşmanın sevincini yaşarken aynı zamanda genel koordinatörümüz Ramazan Çetiner’in okul değişikliği sebebiyle aramızdan ayrılışının üzüntüsünü yaşamaktayız. Kendisine bugüne kadar ki emekleri ve çalışmaları için teşekkür ederiz ve yeni hayatında başarılar dileriz. Dergimiz büyük çabalarla, geçtiğimiz aylarda birinci yılını doldurdu ve gün geçtikçe büyümeye devam ediyor. Dergimizi okurken unutmamanız gereken belki de en önemli unsur; “bu dergi gerek tasarım gerekse içerik olarak tamamen Uşak Üniversitesi öğrencileri tarafından oluşturulmaktadır.” Daha öğrenciyken derslerinden ve özel hayatlarından zaman ayırıp bu işleri başaran arkadaşlarımızın iş hayatına atıldıkları zaman çok büyük ve başarılı işler çıkaracakları ortadadır. Eğer sizlerde ekibimize katılıp, yazılarınızı bizlerle paylaşmak isterseniz, çalışmalarınızı iletidergisi@hotmail.com adresine gönderebilirsiniz. Ayrıca bu adrese dergimizle ilgili görüş, istek ve eleştirilerinizi de gönderebilirsiniz. Topluluğumuz ve dergi ekibi olarak gerek etkinliklerimizde gerekse dergi içeriğimizi oluştururken bizlerden yardımını esirgemeyen kişilere ve arkadaşlarımıza çok teşekkür ediyoruz. Ayrıca danışmanlarımız Doç. Dr. Murat Sezgin ve Arş. Gör. Onur Keşaplı’ya bizlere olan sonsuz güvenleri ve destekleri için ayrıca teşekkür ederiz. Yedinci sayımızda yeniden buluşmak ümidiyle… Keyifli okumalar…
KÜBRA ÖZBEN
1
Hatice AVCI
AYSUN AKINCI YÜKSEL ile SİNEMAYA DAİR…
Aysun hocayı geçen yıl düzenlenen film festivalimizde tanımıştık.
O kısacık sürede bizlere kazandırmaya çalıştığı bakış açısı, ona karşı hayranlığımın doğmasına sebep oldu. Ayrıca benim de Eskişehirli oluşum bir diğer etkendi. Yaptığımız söyleşiyle hem onu daha yakında tanımış olacağız , hem de onun engin bilgilerinden yararlanacağız. Doc. Dr. N. Aysun Akıncı YÜKSEL Anadolu Üniversitesi’nin İletişim Bilimleri fakültesinin Sinema ve Televizyon bölüm başkanı, ulusal ve uluslararası projeler yürütüyor. Bizi kırmayıp İleti Dergisi 6. sayı da yer almayı kabul ettiği için kendisine teşekkür ediyoruz. İyi okumalar!
1-Sinemaya olan eğiliminiz nasıl başladı? Genellikle bu sorunun oldukça klişe bir yanıtı vardır, küçük yaşlardan itibaren denir. Ama bende böyle olmadı. Ben lise çağlarında İletişim Bilimleri Fakültesinde okumayı hedeflemiştim ama benim ilgimi televizyon daha çok çekiyordu. Elbette film izliyordum ama televizyonla uğraşmak daha cazip geliyordu. Eğitimini almaya başladıktan sonra sinemanın nasıl derin bir alan olduğunu gördükçe sinemaya yönelimim arttı.
2-Etkilendiğiniz yapıtlar var mıdır? Varsa bunlar nelerdir? Elbette, sinema üzerine çalışan hemen hemen herkes klasikleri sıralar. Ünlü yönetmenleri anar. Godard’ın, Fellini etkiler beni. Ama onlardan da çok Melies’nin sinemanın büyüsünü, gücünü ve potansiyelini çok erken bir dönemde keşfetmiş olması çok etkiler beni. Bizim yönetmenlerimizden Metin Erksan’ın, Yeşim Ustaoğlu’nun ve Reha Erdem’in filmlerini biçim olarak severim. Çağdaş yönetmenler arasında Sam Mendes ve Innaritu aynı kefede olmasalar da ilgimi çeken yönetmenlerdir.
3-Sizce, sinemada neden aşk teması daha fazla işleniyor? Sadece sinemada değil ki, sanatın her alanında aşk en önemli tema. Çünkü tüm hayatımız boyunca en çok eksikliğini hissettiğimiz ya da hayatımızda hep olmasını arzuladığımız şey aşk. Her iki insanla birlikte bambaşka bir aşk hikayesi çıkıyor karşımıza. Bonnie and Clyde’da da aşk var, Serseri Aşıklar’da da, Dört Nikah Bir Cenaze’de de, Hayallerin Peşinde filminde de. Hepsinde farklı bağlamda, farklı atmosferde geçen aşk hikayeleri var. Öyle çok korelasyona izin veriyor ki konu kaçınılmaz olarak sık sık karşımıza çıkıyor.
4-Sizce Türkiye’deki yapılan film eleştirileri verimli oluyor mu? Çok iyi film eleştirmeleri var. Akademik düzeyde de film kuramları üzerine yazan, film çözümleyen etkin bir grup var. Ama özellikle kamusal yayınlarda yer alan eleştirilerin pek çoğunun eleştiri değil film tanıtımı olduğunu düşünüyorum. Bu hala geliştirilmeyi bekleyen bir alan.
2 5-Türk sineması son zamanlarda iyi yönde mi yoksa kötü yönde mi ilerliyor? Nicel artış açısından bakarsak iyiye doğru bir gidişat var. Ama sayı her şey demek değil. Son dönemde tür olarak artış, güldürü ve korku üzerinde gidiyor. Buna itirazım yok, tabii nitelik olarak da iyiyse bu filmler. Ne yazık ki bunu her zaman söyleyemiyoruz. Art House denilen sanat filmi diye nitelediğimiz filmlerde de popüler filmlerde de belli şablonlara, kalıplara gerek biçim gerekse konu bazında takılıp kalındığını düşünüyorum. Mesela korku türünde bir başyapıt çıkamaz mı? Plan sayısının çok olduğu bir sanat filmi olamaz mı? Bence daha esnek düşünmeli, koşulları zorlamalı ve biraz daha cesur olmalı sinemacılarımız. Ama sinemamızın ekonomik olarak güçlü olmadığını düşünürsek, haklı bulmasam da işleyen şablonların peşine takılıp gidilmesini anlayabiliyorum.
6-Sizce Türk Sineması, dünya sinemaları arasında nasıl bir yerde duruyor? Bir süredir kendinden söz ettiren yapımlar çıkıyor sinemamızdan. Ama bu başarıların ülkemiz sinemasının genel durumunu temsil ettiğini söylemekte zorlanıyorum. Daha kat edilecek çok yol var.
7-Türk sinemasında Yeşilçam’ın yeri ve önemi nedir? Yeşilçam, sinemamızın önemli bir dönemi ama en iyi dönemi değil. Sayısal olarak Amerika, Japonya, Hindistan gibi dönemin önde gelen sinemalarıyla yarışmış hatta bazılarını geçmiş bir sinema. Ama niteliğin hep ihmal edildiği, melodram ve güldürü gibi belli türlere takılıp kalınan, toplumu bir yere taşımayan, sansürün çok ağır olduğu bir dönemden söz ediyorum. Bu yüzden, Yeşilçam’a nostaljik bir özlemle yaklaşılmasını cidden anlamakta güçlük çekiyorum.
8-Sinemanın insan hayatı ve psikolojisi üzerinde bir etkisi olduğunu düşünüyor musunuz? Eğer izleyici olarak bir şey almaya açıksanız, elbette. Yalnızca sinema değil, tüm sanat eserleri izleyicisine, okuruna bir şey söyler ve etkiler. Bunu yadsıyamayız. Ama dediğim gibi buna izleyici olarak ne kadar açık olduğunuz önemli.
Teşekkür ederim. Doç. Dr. N. Aysun Akıncı Yüksel
3
Batuhan YILDIRIM
YAŞANILAN ÖLÜMLER AFORİZMASI
Kediler ve insanlar arasında gidip
gelmekteydi Tanrı. Hangisine daha fazla can ya da başka bir değişle hangisine daha fazla ölüm vereceğim diye düşünüyordu. Sanırım insanlar, kedilerin dokuz canlı olduğuna ve insanların bir kere öldüğüne inanmışlardı. Oysa yanılıyorlardı. Yapabildikleri, onları doğadan ayıran tek şey düşünmek sanıyorlardı, o da öyle değildi. Yapabildikleri tek şey yanlış düşünmekti. Ölüm, insanın suratına her gün bir yumruk atmaktaydı. Kimi sevdiği insanı kaybederek, kimi üzüntüye boğularak, kimi ise umudunu ve yaşama inancını yitirerek ölmekteydi. Her gün ölen bu insan ırkını yeniden hayata geçirecek tek bir algoritma vardı oda tanrıydı. Peki ya o da öldüyse…
Dilek YILMAZ
4
DEĞİŞEN DEĞERLER ve KÜLTÜR Kültür; yaşanan, yaşatan ve yaşayan varlık olarak geçmişten geleceğe sürekliliktir. Her kültür olgusu, kültürün bütünü gibi doğar, gelişir, kaybolur veya yeni fonksiyonlarla genişler ve gençleşir. Kültür toplumsaldır. Kişi, içinde yaşadığı toplumun kültüründen soyutlanamaz. Kültür tarihseldir, uzun bir yaşam dilimi içinde olgunlaşır. Kültür yaşam biçimi ve toplumsal bir davranıştır. Bu olgu da bir süreç içinde, bir tarih çanağında oluşur. Türk kültürü, belirli bir coğrafyayla sınırlandırılamayacağı için göçüp yerleştikleri, devlet kurup egemen oldukları ülkelerin tümünü kapsamaktadır… Kültür kültür kültür herkesin bildiği tanımlarlar. Peki, nedir geçmiş özlemi? Yıllar geçtikçe değişen dünyamızın bize söyletmekten bıkmadığı sözdür, geçmiş özlemi. Eski günlerdeki güzellik ve mutluluk şimdi aranır oldu. Mutluluğu geçmişte mi bıraktık? Ya da geçmişi mi özlüyoruz? Nerede o eski günler? Neşeyle sokaklarda oynayan çocuklar. Çelik-çomak, misket, körebe oynamalar... Kapı önünde tatlı tatlı sohbet eden analar, kahveler de nargile içerken, radyodan ajans dinleyen babalar... Akşamları ansızın çıkagelen komşuya sevgiyle açılan kapılar, mangal kömüründe dumanı koka koka pişen kahveleri yudumlarken atılan kahkahalar… Yemek saati olmasa da çat kapı gelenlere her zaman kurulan o yer sofraları… Ağaç dallarına oturularak keyifle yenen meyveler… Trafik sıkışıklığı yaşamadan, egzozsuz ve dumansız havada bisikletle gidilen yollar… Faytonlarla takur tukur nağmelerle yapılan geziler, sokak arlarında gezen seyyar satıcılardan alınan tazecik, hormonsuz sebzeler... Hele buz dolu sepetlere konularak satılan Ankara ve Çamlıca gazozları... Bayramlarda neşeyle, coşkuyla, heyecanla öpülen eller, oyalı mendiller arasında verilen harçlıklar… Ya o imece usulü yayla dönümünde yapılan pekmezler, bandırmalar… Tahta paravanla çevrilmiş balkonlarda yetiştirilen, kokuları bütün sokağa yayılan reyhanlar, fuller, fesleğenler… Evet küçüğüm. Biz bütün bu güzellikleri doyasıya olmasa da kısmen yaşadık ve tadını bir yerlerde hala hissettiriyoruz… Birkaç örnek vermek gerekirse, bulutların üzerine çıkmayı başarmak, yan komşunun kapısını çalamamak, sanal ortamda binlerce arkadaş edinmek, gerçekte evden dışarı çıkamamak, sanal ortamda çiftlik sahibi olmak, tarla sürmek, gerçek hayatta hiçbir meyveyi dalından yiyememek. Teknolojik gereçlere harcanan parayı görmeyerek altı ayda bir telefon değiştirmek, patatesin kilosu on kuruş artınca pahalılıktan şikayet etmek. Haberler ve bilgi kirliliği sayesinde, çok kolay manipüle edilmek… İnsanlar birbirlerine karşı yabancılaşmakta. Artık aynı apartmanda oturan insanlar bile neredeyse birbirlerini tanımamakta. Yeni bir eve taşındığımız zaman, o mahallede ikamet edenler hoş geldin diye gelirler, yardıma ihtiyaç olup olmadığını sorarlar ve yemek getirirlerdi. Günümüzde bu kalmadı galiba. Gece gezmeleri yapılırdı, apartman içinde bu da yok olmak üzere. Birbirlerini rahatsız etmek için adeta yarışan, birbirlerinin haklarına saygı göstermeyen bir topluluk doğdu adeta. Sayısı bakımından bir rakam veremeyeceğim ama her halde bu yapılaşmaların başlamasıyla adliyelerde, sırf komşu haklarının ihlali nedeniyle bir sürü davalar açılmaya başladı. “EV ALMA KOMŞU AL, KOMŞU KOMŞUNUN KÜLÜNE MUHTAÇ” gibi deyimler yavaş yavaş yok olmaya başladı. Tarihsel süreçte, her kültürde olduğu gibi Türk kültürünü belirleyen değer, norm, sosyal kontrol ögeleri ve formlar değişikliğe uğramıştır. Zemindeki değerler aynı kalır ancak, değişen ve gelişen ilişkiler ağıdır. Kültür, her toplumsal olgu ve değer gibi dinamik karakterle değişerek yenilenir Günümüz, bir bilim ve teknoloji dünyası olarak kabul edilmektedir. Bilgi patlaması, bilimsel ve teknolojik alanda kaydedilen hızlı değişme ve gelişmeler nedeniyle, günümüz “bilişim” dönemi olarak kabul edilmektedir. Ekonomik ve teknik olguların belirlenmesi sonucunda neredeyse uluslararasındaki sınırlar kaybolmuş, bilgiye ulaşmanın yanı sıra halk kültürünü etkileyebilecek olumsuz olgulara ulaşmak kolay hale gelmiştir. Bireylerin iletişim ve etkileşim gereksinmeleri boyut değiştirmiş, geleneksel değerler hızla kaybolmaya başlamıştır ve bunlarda; iletişim araçları, teknoloji, internet, akıllı telefonlar, PC’ler, notebooklar, tabletler, medya ve bağımlı olduğumuz bloglarımız vb. sayelerinde hızla değişmeye devam etmekte…
5
Vedat ORHAN
Alaylı Bir Gazetecinin Gözünden... Öğrencilik hayatının türlü zorlukları içerisinde derslerinden ve özel hayatlarından vakit ayırıp, yaşadıkları vatanı, kenti, kurumu için küçük, kendi gelişimleri ve birikimleri adına büyük girişimler olarak nitelendirilebilecek çeşitli faaliyetlerde bulunmuş bireylerden birisi olarak, siz değerli öğrenci arkadaşlarımın, böylesi bir çalışmasının olması sevindirici olduğu kadar takdire şayan da... Benim de burada yazımı görmek istediğini söyleyerek teklifte bulunan, Ramazan Çetiner kardeşime teşekkürlerimi belirtmek isterim. Hem meslek olarak hem de eğitim geçmişi olarak bu dergiyi çıkaran arkadaşlara uzak değilim aslında... Ben de sizler gibi Uşak Üniversitesi’nde öğrencilik yaptım. Fakat İletişim Fakültesinde mevcut olan bölümlerde ya da gazetecilikle ilgili bir bölümde değil. Kamu Yönetimi bölümünde... Ve aldığım eğitimden biraz farklı olarak, sizlerin gelecekteki mesleğinize girmiş bulunduk. Bunun farklı ve güzel bir hikayesi var ama şimdi yeri değil galiba... Her ne kadar altı yıldır gazetecilik mesleğinin içinde, hatta Uşak’ta bu mesleğin, bu dünyanın göbeğinde olsak da bu işin eğitimlisi değil, alaylısıyız. Dolayısıyla teknik bilgi konusunda sizler kadar hakim değilizdir bu işte. Fakat yola çıktığımız ilk günden bu güne değin yaşadıklarımız bize çokca tecrübe kattı. İnternet haber sitesiyle çıktığımız bu yolda, kısa sürede Uşak’ın bir numarası olduk. Ardından haftalık gazete, daha sonra da günlük gazete çıkarmayı başardık. Bunları anlatıyorum, çünkü bizim ekibimizin içinde gazetecilik bilgi ve tecrübesi olan hiç kimse olmamasına rağmen, bu noktaya gelinebildiğini görün istiyorum. Kiminin ezbere, kiminin bilerek söylediği gibi gazetecilik zor meslek... Zorluğu hem işin icrasında hem de maddi boyutunda. Eğer ki muhabir olarak bu işi yapıyorsan haberden habere koşup, fotoğraf ve video almayı başarıp, olayla ilgili bilgi toplayarak işi neticelendiriyorsun. Bu aşamalarda, haberin niteliğine, olayına göre türlü zorluklarla karşılaşabiliyorsun. Örneğin bir kaza haberine gidiyorsun, onca kalabalığın ve gerilimin içinde bilgi almak için dahi çekilen zorluklar ancak yaşanılarak anlaşılır. Köşe yazarıysan ve illa ki kişilere, kurumlara dokunan yazılar yazıyor, vatandaşın sorunlarına eğiliyorsan vay haline! Aldığın eleştirilerin haddi hesabı yok. Kızan, darılan, gücenenler de dahil. Gerçi eleştirinin ayrı bir güzelliği ve tadı da var. Bunu da söylemeden geçemeyeceğim. Editör olarak yerine getiriyorsan bu mesleği, bir metin oluşturmak, belli bir olayla ilgili orijinal metin üretmek, belli kurallar çerçevesinde yazmak da ayrı bir mesele... Televizyon dünyasında, spikerlik veya sunuculuk görevindeysen, kameraya baka baka bir şeyler ifade etmenin zorluğu da bambaşka... Ancak hepsinin zaman içinde kolaylaştığı ve bir noktadan sonra kendiliğinden geliştiği de bir hakikat!
6
Gelelim işin maddi boyutuna... Eğer ulusal bir medya kuruluşunda çalışıyorsanız bu sorunu pek yaşamazsın, kurumsallık vardır büyük ölçüde. Fakat yerel medya içerisindeyseniz, çalışan da olsanız kendi yayın organınız da olsa, ayakta durmanız biraz zor. Malumunuz medya kuruluşları daha çok reklamlar aracılığıyla gelir elde eder ve gelir getirecek yan işleriniz yoksa “ kimden reklam alınacak, ne süreyle alınacak, ücreti neye göre belirlenecek, ücret sizi tatmin edecek mi, reklam verecek kişi ya da kuruluşu tatmin edecek mi “ gibi sorularla karşı karşıyasınız demektir. Sırf reklam aldın diye aleyhinde bir haber ortaya çıktığında ve kamuoyu bununla meşgul olduğunda, o haberi yazmandan kaynaklı reklam vereceğin kişiyle olan ticaretinin sekteye uğrama riski ve ya dürüstlüğü, doğruluğu tercih edip maddiyattan vazgeçerek halk adına ve hak yararına o haberi yapacaksın ya da kalemini satmış olmasan bile o bedel uğruna görmezden geleceksin. Görmezden gelmemek, üzerine gitmek en iyisi tabii ki bu da naçizane bir tüyo olsun. Gazetecilik diğer meslekler gibi sistemli, programlı, mesaili işlemesi pek mümkün olmayan bir iş. Yani hangi gün, hangi saat, nerde olacağın ne sana bağlıdır ne de bellidir. Yaptığın işin zamanı olmadığı gibi yeri de yoktur. Bir taraftan yazdıklarımı okuyorum da sanki korkutma gayretim varmış gibi hissediliyor. Yok, yok, öyle değil. Bütün zorlukların yanında çok da eğlenceli ve yaşamaya, yapmaya değerdir; diyerek fazla uzun olmadan noktalamak ya da şimdilik virgül koymak istiyorum. Tebrik ve teşekkürlerimi sunarım.
7
Berna KARACA
SENCE ??? Yıllar sonra karşılaşmanın şaşkınlığıyla parlayacaktı gözleri. Sesini, unutmayacak kadar yer vermişti hafızasında. Ne kadar derine gömdüyse o kadar tazeydi ayak izleri… Gözleri evet gözleri, gözlerine değmeyeli epey olmuştu, Bademin en tatlı rengi diye bahsederdi vakti zamanında. Yüzü heyecandan olsa gerek düşünceliydi biraz, Ya da düpedüz üzgündü kim bilir? Ne zaman böyle olsa aklına parçalara böldüğü gelir, çektiği vicdan azabını kâfi görmezdi yaşlı bedenine. Öfkesi gelecekti canını almaya. İnadına, öfkesini diri tutmak adına körüklerdi ateşleri. İkiyüzlüydü, kahkaha atarken beliren dişleri. Fotoğraf karesinde mutlu olduğu birkaç sa niyeden ibaretti yalnızca. Kendinden sonra gelenlerle yarıştırmak için katlanırdı sanki tüm zorluklara. Bakın diyecekti, bakın ben ne acılara göğüs gerdim hala ayaktayım! O geldi. İnanamadı, o geldi! El uzattı adamın yalnızlığına… Yaşam ve ölüm arasında köprü olmak istedi o an, Ama ne ölümden korkacak kadar acizdi kendince ne de yaşamaya layık olacak kadar temiz kalabilmişti bunca yıl… Cesaretini toplayıp adımladı yolları. Ait olamadığı gibi sahip de çıkamadı kendine. Gözlerinin kahvesine takılıp düşüverdi (...) Peki uzatılan eli tutabildi mi sence???
Aslıhan GEÇMEK
D U YG U L A R I N ŞAH’I HUZUR
8 Huzur, Arapçadaki “hudur” kökünden
gelir. Köken anlamı hazır olma, mevcut olma, şimdi ve burada olmadır. Dolayısıyla olmak, bulunduğumuz anın ne kadar içinde olduğumuza ve bu anın hazzını çıkarabilme yetisine bağlıdır. Ancak oraya, geçmişten ve gelecekten gelen parazitli sesler girdiği için huzurlu olmak pek de kolay değildir. Genellikle mutluluk ile karıştırılır. Mutlu olmak ile huzurlu olmanın arasında müthiş bir uçurum vardır. Aslında, nasıl da beraber gibiler değil mi? Ama tabi ki öyle değil. Mesela “mutluyum ama içimde bir huzursuzluk var” bunu sevdiği adamla beraber olan güvensiz kadınlardan hep duyarız… Sebepsiz ağladığını sandığımız çocuklar için mutsuz değil huzursuz deriz. En yakın arkadaşınızın düğününde mutlu olursunuz. Huzur, mutluluk kadar gürültülü olmaz. Çünkü huzur, mutluluktan her daim bir adım öndedir. Aslında psikolojik bir terimdir huzur. Halk arasında “kafası rahat” manasında kullanılmaktadır. Her türlü vicdani sorumluluğu yerine getirmiş, fizyolojik veya psikolojik hiçbir derdi kalmamış insanların, ister istemez büründüğü ruh hali. Peki, kişiye göre huzur nedir? Kimine göre İslam’dadır, kimine göre isyanda. Bazıları için paranın sıcak yüzündedir. Kimine göre yârin omzundadır. Kimi için başarmaktır, kazanmaktır, haksızlıklara karşı çıkmaktır. Vicdanın rahat olmasıdır. Kimine göre annenin merhametinde, sevgilinin muhabbetinde, dostluğun vefasında, rüyanın hazzında, aşkta… Bilim adamları, tuvalette en huzurlu anların geçirildiğini söyler. Evet, bazılarına göre her düşüşü tecrübe etmekte, zamana hükmetmekte, bazılarına göre kendine yarayacak bir şeyi kaybetmemek için çırpınmakta, istediğine bakmakta, istemediğine bakmamakta. Cemal Süreyya’ya göre: “Kimseye ihtiyaç olmadığı anda” Peki, insanlar huzuru neden meditasyon, yoga gibi farklı yerlerde arıyorlar? Meditasyon ve yoga, insanı nassisleştiren ve insanın kendisini kutsamasını sağlayan bir ritüeldir. İlkel bir ayin gibi. Bunlar dinlenme şeklimizin, popüler kültürde süslenmiş şeklidir. Bu arınma çabası, dün tercih ettiklerimden, hayatıma soktuklarımdan, sıkıldım şimdi istemiyorum demektir. Bazı dönemlerde ise hayatımız ters gider. Bu tersliği(huzursuzluğu), tesadüf müdür bilinmez kanlı dolunayın, Neptün’ün Venüs’ün etkisi gibi nedenlere bağlayanlar çoğaldı. Doğru! İnsanlar, huzursuzluğu hep bir nedene bağlarlar. Aslında, asla kalıcı olmayan bir şeydir huzur. Bazıları Neptün, Mars’a göre yaşar, bazıları ise yaşamaz ve olanın sebebinde kendini arar. Benim gibilerinin evreni Allah’tır, enerjisi ise duadır. Evrene enerji yollamak yerine Allah’a dua ederim. Bu gibi örneklerden de anladığımız üzere herkesin huzur için sığındığı bir limanı vardır. Peki, insanlar hala neden huzursuz? İnsanlar, kendilerini bulmak yerine kendilerinden uzaklaşmaya başladı. Dış etkenlerle baş edemez hale geldiler. Teknoloji bağımlısı olmaya ve yalnızlık hastalığına yakalanmaya başladılar. Hızlı ve etkin çözümler aradılar ama olmadı. Egoları yükseldi ve bu durum kendilerini eleştirmelerini engelledi. Yerleşik korkular ortaya çıkmaya başladı. Televizyonu dost, interneti aşk, parayı da ilahlaştırdılar. Hazlara ulaştıkça, anlık huzurdan oldular. Popüler kültüre yenik düştüler. Artık insanlarımız parmaklarının ucundaki ışıklı şeyler olmadan, avm’ye gidip selfie çekmeden, yepyeni kıyafetler alıp çevresinde ki kişilere hava atmadan huzurlu olamıyorlar. Aslında huzur, beslenme çantası kullanmamaya başladığımız gün bizi yavaş yavaş terk etmeye başladı.
9 E
“ şcinsellik bir hastalık mı? Genetik mi? Tedavisi var mı?” gibi sorulan sorular ve hemen ardından gelen iffetsiz, ahlaksız, edepsiz gibi kullanılan aşağılayıcı kelimelerle, toplumsal baskının içinde mahsur kalıp, insan yaşamının nasıl hiçe sayıldığını görüyoruz. Erkeklere “erkek adam kibar konuşur mu”, kadınlara ise “erkek gibi tavırlar sergiliyorsun” diyerek, ayıplanması muhtemel kalıplara sokulması yaşadığımızın en basit göstergelerinden biridir. Kalıplara sokularak, yaşadığımız dünyada alışılmışın dışında birini gördüğümüzde bireysel anlayışın en anlamlı bütünü olan davranışların, bir varoluştan kaynaklandığını anlamaya çalışmamız olaylara farklı pencerelerden bakmamızı kolaylaştıracaktır. İnsanlık tarihi kadar eski olan LGBTİ ve eşcinsellik, eski kaynaklarda M.Ö. 3000-2000 yılları arasındaki döneme kadar uzanır. LGBTİ’nin tarihi ile ilgili eski yazılı belgeler ise Eski Mısır, Sümerler ve Hititlere kadar uzanmaktadır. Eşcinsel evlilikten bahseden ilk kayıt ise Roma İmparatorluğu’nun ilk senelerine dayanmaktadır. Eşcinsel evlilikler, heteroseksüel evlilikler için yapılan törenler ve geleneklerle resmileştirilmiştir. LGBTİ tarihinde, özel bir önemi olan iki eski Doğu halklarından Hititler ve Yahudiler de tarihteki yerini almıştır. M.Ö. 1400’lerden kalma bir Hitit yasa derlemesinde, erkekler arasında
Deniz EREN
RENKLİ DÜNYALARIN YALNIZ KOVBOYLARI: BOYS DON’T CRY/ ERKEKLER AĞLAMAZ
evliliğe izin veren bir madde belirlenmiştir. Bu, tarihte eşcinsel evliliğe olanak sağlayan ilk yasa olma özelliğini de taşımaktadır. Bu bağlamda ilk çağlardan günümüze doğru bir eleştiri yaptığımızda; “Davranışlarımızda neden böylesine katıyız? Böyle olmak mı istiyoruz? Yoksa içinde bulunduğumuz kalıplar kendi benliğimizi bulmakta bize engel mi oluyor? ” soruları akıllarda beliriyor. Günümüzde, belli bir tartışma konusu yaratan ve evlilik kurumunun amacını sorgulatan eşcinsel evliliklerin, özellikle 2001 yılında Hollanda ile birlikte Belçika, Kanada, İspanya gibi 17 ülkede yasallaşması, küresel bir hale gelmeye başladığının en büyük göstergelerinden biridir. 1969 yılında Stonewall Inn adlı barda baskı, şiddet ve ayrımcılığa dayanamayan eşcinsellerin ayaklanması üzerine geleneksel bir hal alan ve her yıl Haziran ayının son haftasında Dünya çapında gerçekleşen Onur Yürüyüşü’nün
amaçlarından diğeri hiç şüphesiz ki kendilerini daha fazla kitleye duyurmak, eşitlik ve özgürlüklerinin genişlemesini sağlamaktır. Türkiye’de 26
Haziran’da gerçekleşen Onur Yürüyüşü, gerek İstanbul valiliğinin Ramazanı bahane ederek bu etkinliğe engel olmak istemesi, gerekse Alperen Ocakları adlı yapılanmanın LGBTİ’lere karşı yapmış oldukları tehdit ile günümüz tartışmalarındaki yerini almıştır. Tartışmayı perçinleyen olaylardan diğeri ise hiç şüphesiz ki geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen, ABD’nin Orlando kentinde eşcinsellerin gittiği gece kulübüne düzenlenen silahlı saldırı sonucunda 50 kişinin hayatını kaybetmesi olmuştur. Bu durum insan hayatına önem vermeyişimizin, en başta söylemiş olduğum toplum baskısının içinde mahsur kalışımızın en önemli örneklerinden biridir.
10
Doğruluğu ya da yanlışlığı tartışılır bir konu olsa da gerçek bir hikâyeden esinlenerek şekillenen Boys Don’t Cry (Erkekler Ağlamaz) filmi, toplumun insanlar üzerindeki baskısından yola çıkarak kimlik bunalımını ve kimlik arayışı gibi birbiriyle ilişkili konulara değinmektedir. Hayat boyu
erkek olmak isteyen, hayalperest ve bir o kadarda cesur olan Hillary Swank’inin, başarıyla canlandırdığı Teena Brandon adlı genç bir kızın hikâyesine tanıklık ediyoruz. Barda tanıştığı arkadaş grubuyla bulunduğu şehirden, Nebraska’nın Falls şehrine taşındığı anda başlayan ve Lana ile süre gelen hararetli aşk hikâyesi ne yazık ki yüzünün arkasında sakladığı sır perdesiyle son bulmuştur. Lezbiyen oluşu, ortaya çıkana kadar tüm kasabalının sempatisini kazanması ve herkesi erkek olduğuna inandırışı, ikna kabiliyetinin güçlü olduğunu gösterse de kasabalı ve özellikle sevgilisi Lana
tarafından kadın oluşunun anlaşılmaması, yönetmenin bu durumu sinemasal bir naiflik biçimde seyirciye aktarmak istediğini göstermektedir. Diğer yandan ise Lana’nın arkadaşı John’nun, Teena Brandon’dan şüphelenmesi ve aralarındaki mesafenin aşılmasıyla birlikte sır perdesinin açığa çıkması, filmdeki sinemasal gerçekliğin büyüsünü bozar. Herkesin bildiği kişi çıkmayışı Teena Brandon’ı toplumdan dışlanan bir karaktere çevirir ve kendisini cinayetle neticelenen bir sona götürür. Teena Brandon’ın sorgu sahnelerinde gerçekleşen flashbackler (geriye dönüş) hikâyesinin, karmaşık bir şekilde verilmesi sahne geçişlerindeki kopmalara ve bu durumun filmin genel bütünlüğünü bozmasına neden olduğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda araba sahnelerinin uzunluğu benzer bir etki ile ritmi bozmaktadır. Filmde sıkça çalan The
Cure grubunun ünlü Boys Don’t Cry adlı şarkısı ise popülerliği ve müzikal başarısı ile bazı sahnelerde filmin önüne geçmiştir. Boys Don’t Cry, LGBT’nin gündeme getirdiği konuları tüm çıplaklığıyla gözler önüne serse de senaryo ve yönetim becerilerindeki kimi eksiklikler projenin cesaretinin daha verimli kullanabileceğini hissettiriyor. Konusu gereği muhafazakâr kesimin eleştirilerine maruz kalan film, gerçek hikâyeye olabildiğince bağlı kalmıştır. Teena Brandon’un ölümündeki sır perdesi günümüzde dahi tam olarak kaldırılamamışken, kimine göre ise aşk cinayeti olarak geçse de insan yerine konulmak istemeyen bir kişi üzerinden eşcinsellere karşı “toplumun istediği bireylerden biri olmazsanız, ölürsünüz” mesajı ile gözdağı vermek isteyen kişilerin işlediği bir nefret cinayeti olarak tarihteki yerini almıştır.
11
Ramazan ÇETİNER
LEVENT
DONDURAN ile GAZETECİLİK ÜZERİNE “GERÇEK” GAZETECİLER, ONURLU OLMAK ZORUNDADIR! Merhabalar İleti dergisinin okurseverleri bu sayımızda kendi çabalarım ile yaptığım röportajı sizlere sunuyorum. Kendisi ile İletişim Topluluğu bünyesinde düzenelenen İletişimde Reklam Arası etkinlğinde karşılaştık. Mecmua Dergisinde araştırmacı gazeteci olarak yer alan Levent Donduran sizlere meslek hayatını anlatıyor. Keyifli okumalar. 1. Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz ? 1959 İzmir doğumluyum… İstanbul Üniversitesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Y.O.’nu bitirdim. (Şimdi İst. Üniv. İletişim Fakültesi) 1976 yılında gazeteciliğe başladım ve 30 yıl boyunca İstanbul’da ulusal medyada gazetecilik yaptım. 1981 yılından itibaren de medyada yönetici olarak görev yaptım. Muhabirlik, istihbarat şefliği, servis müdürlüğü, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği ve televizyonlarda sunucu, spiker, yapımcı, bölüm müdürü, genel müdür yardımcısı ve genel müdür olarak çalıştım. 2006 yılında aktif gazeteciliği bıraktım. Sonrasında medyada yazarlık, ekonomi, spor ve siyasi danışmanlık yapıyorum. Medyada çok sayıda ödül sahibiyim. Meslek hayatım boyunca, Cumhuriyet, Güneş, Milliyet, Radikal, Posta, Fanatik, Fotospor, Sabah gazetelerinde çeşitli kademelerde, televizyonlarda da HBB, TGRT, Kanal D, Kent TV, Kanal 6’da mesleğimi sürdürme fırsatı buldum. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, İzmir Gazeteciler Cemiyeti ve TSYD üyesiyim. Bekarım. İngilizce biliyorum ve sürekli sarı basın kartı sahibiyim.
2. Gazeteciliğe nasıl başladınız?
12
Üniversitenin 1. sınıfında “HaberYazmaTeknikleri” adıyla mesleki bir dersimiz vardı. Bu dersi bize veren ise,Cumhuriyet Gazetesi’nin GenelYayınYönetmeni Oktay Kurtböke idi. Kurtböke, sanıyorum öğrencilerinin kapasitelerini test etmek amacıyla daha ilk derste bizlere yazılı birer haber metni dağıttı ve bizlerden bu habere üst başlık, başlık ve 2 de spot yazmamızı istedi.Yazıp verdik. Ertesi ders geldi ve dersin sonunda 3 kişinin ismini söyleyerek, ertesi gün Cumhuriyet Gazetesi’nin Cağaloğlu binasına gelmelerini istedi. Bu isimlerden biri de bendim. Ertesi gün gazeteyi gittik ve bizleri servislere dağıtarak, işe yerleştirdi. Soranlara da “koca okulda sadece 3 gazeteci var” dedi. Bir gün bile staj yapmadan ilk günden itibaren ücretimi alarak profesyonel gazeteciliğe başlamış oldum…
3. Şu an Türkiye’deki basın özgürlüğünü ve gazeteciliği değerlendirir misiniz? Önce şunu belirtmek isterim… Gazeteci demek, sadece yazı yazan, haber üreten kişi demek değildir… Bunlara “yazar” ve “muhabir” denir… Gazeteci ise, haber üretiminden bir gazetenin baskıya hazır hale gelene kadar olan süreçte emek veren, bunu başarabilen kişi demektir… Bu, buhabir olmayı, yazar olmayı, edebiyatçı olmayı, matbaacı olmayı, zamanla yarışabilecek kadar çelik sinirlere sahip olmayı ve en önemlisi “yetenekli” olmayı gerektirir… Sorunuza gelince… Şunu her zaman dile getiririm. Bizim kuşağımız, gazetecilik mesleğini gerçek anlamda yapabilme şansını yakalamış, son kuşaktır… Bizden sonra gerçek gazetecilik kalmadı… Bunun en büyük nedeni, mesleği kolaylaştırdığı kadar büyük bir erozyona uğratan bilgisayarın; ardından da internetin icadı oldu… Bu iki unsur, mesleği kolaylaştırdı ama; araştıran, öğrenen, bildiğini uygulamak zorunda kalan, matbaacılığın da tekniklerini bilen gerçek gazetecilere artık gerek kalmadığı gerçeğini doğurdu… Gazetecilik mesleğimin ilk yıllarında kendimi dünyanın en özgür insanı hissederdim… O dönemde yöneticilerimiz bile bizlerin özgürlüğüne saygı duyar, müdahil olmamak için özel gösterirlerdi… Ama bu özgürlük asla sonsuz bir özgürlük, sorumsuzluk ve ahlaki değerlerden uzak kalmayı gerektirmeyen büyük bir sorumluluktu… Meslek saygı görür, ilgi görür ve değerli bulunurdu… Ama yukarıda da saydığım sürece ülkenin son 15 yıldaki yöneticilerinin eleştiriyi kabullanmeyen tavırları da eklenince ortada ne özgür bir basın, ne özgür bir gazeteci ne de özgür bir gazete ve televizyon kaldı… Açıkçası bu durum, kolay izole edilebilecek, geçiştirilebilecek bir süreç olmaktan çıktı… Çünkü bir kuşak gazetecilik mesleğine bu koşullarda devam etmeme kararı alarak mesleği bıraktı ve bunların yetiştirip bu günlere taşıyabileceği yeni bir kuşak da olamadı. Düşüncem o ki, Türkiye yeniden özgür basın kavramıyla tanışsa bile bu fazla bir şeyi değiştirmeyecek… Ben 40 yıldır mesleğin içinde olan biri olarak, bu mesleğin hızla öldüğünü ve yaşadığı “yetişmemiş bir kuşak kaybını” nasıl izole edeceğini bilemiyorum… Pek mümkün görünmüyor açıkçası… Dünyanın basın özgürlüğünü, onur meselesi saydığı, “devletin bir güvencesi” olarak gördüğünü düşünecek olursak, Türkiye olarak nasıl bir şeyi kaybettiğimizi daha kolay anlarız sanıyorum.
4. Piyasa da farklı iş alanlarını bırakıp gazeteciliğe yönelen insanları, gazeteciliğe çeken etken nedir? Yukarıda da söylediğim gibi kavramları birbirinden ayırmak gerekir… Sizin söylediğiniz farklı iş alanlarını bırakan kişilerin yöneldikleri şey “gazetecilik” değil. Onlar ya siyasi güçlerin arzusuyla, ya da bir heves ile medyaya yöneliyorlar ama onların tercihleri “yazarlık, yorumculuk vs.” oluyor… Gazetecilik öyle başka bir mesleği bırakıp “tercihen” yapılacak bir meslek olamaz. Uzun bir hazırlık ve eğitim dönemi gerektirir…
13
Usta-çırak ilişkisi, akademik eğitimin yanında gazetecilik mesleğinin olmazsa olmazlarından biridir… Bu zorlu ve yorucu hazırlık dönemini tercih etmek başka mesleklerdeki kişilerin tercihi olamayacak kadar sıkıntılıdır. Ancak genç yaşlarda akademik eğitimin yanında başlandığı taktirde gazeteci olmak mümkündür. Yoksa, gazetecilik zaten çekici bir meslektir… “Gerçek” gazeteciler, onurlu olmak zorundadır… Eğitimli olmak zorundadır… Mücadeleci olmak zorundadır… Yazar olmak, edebiyatçı olmak zorundadır… En önemlisi de kimsenin güdümü altına girmeyi kabul etmemek zorundadır… Bunlar yoksa, kendini o mesleğin bir temsilcisi olarak gösterenler sadece kendilerini aldatmış olurlar…
5. Mesleğinizi yapmanız esnasında başınıza gelen en kötü olayı anlatır mısınız? “Kötü”, çok izafi bir kavram… Şöyle söyleyeyim… Gazeteci, haftanın 7 günü ve günün 24 saati görev başındadır… Yani bir bankacı gibi mesai kavramı yoktur… Üstelik, sorumluluk sahibi olmayı gerektirir… Diyelim akşam oturmuş evinizde televizyon izliyorsunuz… Ve o anda çok önemli bir “olay” yaşandığını öğrendiniz… Sizi kimse arayıp gazeteye çağırmaz… Ama gerçek gazeteci o olayı öğrendiği anda hangi konumda, kimlerle ve ne halde olursa olsun, gazetesine en kısa sürede ulaşmak ve o olayı, gazetede yayınlamak için harekete geçmek zorundadır… Açıkçası, bu tür sıkıntıları ayda 3-5 kez yaşarsınız… Bu sizi hoşnut etmeyebilir. Benim başıma “kötü” diyebileceğim bir olay gelmedi. Ama mesleğini yaparken teröristler tarafından kaçırılan ve uzun süre rehin tutulan, spor foto muhabirliği gibi masum bir görev yaparken taraftarların saldırısına uğrayıp bir gözünü kaybeden arkadaşlarım oldu… Bunlar, ve belki de akla gelmeyecek onlarca talihsizlik, bu mesleğin doğasında var zaten.
6. Size göre gelecekteki gazetecilik nasıl olacak? Gazeteciliğin önce özgürlüğünü, sonra kalitesini ve ardından gerçek sahiplerini kaybettiği bir süreçte sizlere aydınlık bir tablo çizmek zor. Devlet her ortamda medyayı denetler, denetlemiştir de… Bunlar, devletin güvenliği için zaten gereklidir. Gazeteler ve gazeteciler de bunu mesleğin doğasındaki bir olay olarak kabullenmişlerdir. Ama bugün ne yazık ki durum bu noktayı çok aşmış durumda. Gazeteler, televizyonlar, internet haber portalları ve hatta yerel medya bile özgür değil. Bu “özgürlük” konusunu bir yana bırakırsak, internet artık gazetecilik mesleğinin en önemli icra alanı olacak. Şu andaki yazılı medya, yani günlük gazeteler, bence artık yayınlanmayacak. Çünkü haberdeki en önemli unsur “hız”dır ve yazıl basın internetin hızına asla erişemeyecektir. Sanıyorum gazeteler belki sadece Pazar günleri haftada bir gün “nostalji olsun diye” basılacak. Ama haberciliğin asıl alanı kesinlikle internet ortamı olacaktır. Bu mesleğin akademik eğitimini alan siz genç arkadaşlarıma önerim de şudur… 2-3 kişi bir araya gelerek bir internet haber sitesi oluşturun. Bunu dilerseniz siyasi, dilerseniz spor, dilerseniz magazin alanında yapın. Ve bunu henüz öğrenciyken yapın. O siteyi dilediğiniz bir konuda haberler üreterek doldurun. Yayınladıklarınız size mutluluk verirken, okuyanlarınızın hiç de az olmadığını göreceksiniz… Okulunuz bittiğinde hayatınızı belki bu günlerde kuracağınız o haber portalı üzerinden kazanacaksınız… Ve en önemlisi, umutlu ve inatçı olun… Umut, size inanç verir. İnanç ise inatla birleştiğinde başarı gelir.
Mert ALTUN
14
YENİ SÖYLEM On üç yaşıma kadar her şey güzeldi. Mutluluk, sevgi gibi kavramlar benim için sözlük anlamıyla eş değer vaziyetteydi. Bir şeylerin değişmesini istemediğim yıllardı ve babam bir gün mutlak değişmezlik haline boyun eğdi. Artık, keşke bir şeyler değişse dediğim zamanlardı. Bütün sözlükleri yaktım. Yeni sözlükler yapıp, yeni anlamlar yükledim her şeye. Mutluluğa; geçici heves, sevgiye; kaybetme korkusu dedim. Ebedi uyku diye açıklanan ölümü, uzaya kaçmak diye tanımladım. Hiçbir şey siyah ve beyaz netliğinde değildi. Sanki her şey grinin tonlarıyla oluşturulmuş bir gökkuşağı bulanıklığındaydı. Pişmanlığım mı yoksa onunla bu yarım kalmışlık mıydı sorun, o da bulanıktı. Net olan tek şey uzayın cazip bi’ yer olduğuydu. Uzaya ulaşmak için Toroslara çıktım. En tepeye vardığımda Hezarfen olup uçmayı denedim, ipimi çektiler düştüm. Yeryüzünde tıkılı kalıp farklı yollarla uçtum bende. Ne bir bar taburesinde ‘’paramparça’’ şarkısını söyleyebilecek kadar büyüktüm ne de ‘’mini mini bir kuş’’un ellerime konduğu zamanlar kadar küçüktüm. Oturduğum yerden bi’ çığlık atsam 30lu yaşlarımda yankılanacaktı. Çığlığın anlamını değiştirdim sonra, havada süzülen ilk feryat damlası dedim. İçimde çatlaklar vardı. Ne doğum sonrası oluşan çatlaklar kadar tabiiydi ne de toprakta meydana gelen çatlaklar kadar kuru. Benim çatlaklarım; ruhumda oluşup bedenime vuran 5.9 büyüklüğünde bir depremdi.
15
SOSYAL MEDYA HAKKINDA BİLİNENLERİN NE KADARININ FARKINDAYIZ? Medya bir sallantıdır. İnsanlık üzerinde bir devrimdir.
Birçok şeyi yeni baştan silip, yeniden güncellemiştir. Medya, web teknolojilerin getirdiği, kullananlara kolaylık sağlayan ve iletişim hızıyla yakalanan eş zamanlı paylaşımın yapıldığı dijital platformdur. Bilgi paylaşımlarının çok hızlı bir şekilde yapıldığı ve hatta tek parmak hareketi ile yapıldığı doğrudur. Çok geniş kitlelere hükmeden ağ teknolojilerinin hakimiyeti de söz konusudur. Peki hep olumlu yönlerini mi ele alıp konuşmalıyız? Olumlu olduğu kadar olumsuz yönleride vardır. Mesela medya, insan zihninde yeniden programlamalar ve güncellemeler yapmıştır. Bunu gerek instagram, facebook, swarm gerek twitter, snapchat vb. üzerinden gerçekleştirmiştir. Bize ait olmayan birçok kültür ve davranışı sosyal medya üzerinden edindik. Tüketim çılgınlıklarında, sosyal medyanın yeri önemlidir. Birçok sitede çeşit çesit ürünleri göstererek insanlara tüketimdeki doyumsuzluğu aşılıyor. Sadece bunla da kalmayıp benciliği de öğreniyoruz. Bir çok kişi, saniyeler içerisinde ne kadar çok paylaşımda bulunuyor. “ Ben bugün burdayım “ edasıyla. Amaç sadece kendimizi göstermektir. Tabi ki bu durum, sosyal medyayı bu amaçla kullanmayanların olmadığı anlamına da gelmemektedir. Başka bir koldan tutacak olursak misal swarm; insanlar herhangi bi yerde yer bildirimi yapıp ardından akşam yemeği fotoğrafı atıyorlar. Burada söz konusu olan egolar ve gösterilerdir. Simülasyon toplumları haline geldik adeta. Tek amacımız “ biz bügün burada, şunu yiyoruz’’ oldu. Halbuki, bizim kültürümüzde gösteriş diye bir şey yoktur. Fakat bu gibi sosyal medya uygulamalarıyla, ne yediğimizi dahi paylaşarak aç insanları , zor durumda olanları unuttuk. Sosyal medyalar hızları ve eş zamanlılığı ve bilginin çokluğuylada dikkat çekerler. Hiç farkedilmez o bilgi kirliliği. Televizyonda, internette, bir çok medya araçlarında ve sosyal medyada ard arda yapılan elli tane bilgiden, haberden sonra hangisini anlayarak okuyoruz? İnsan zihninde anlamsızlaşmasının sebebi de budur. Birincisini daha anlayamamışken, ikinci ve üçüncü haberlerde bitmiş oluyor. Haberlerin devamından gelecek olan alt yazı ve ara reklamlarda ayrı bir kaos. Çünkü ara reklamların, alt yazıların oluşturduğu heyecan ve merak ilk olarak verilenin niteliğini öldürüyor.
16 Teknolojinin bu denli gelişip, sosyal medyanın dikta olduğu toplumlarda yalan yanlış paylaşımlarda çok fazladır. Dikta diyorum, çünkü kölesi olurcasına kullanıyoruz. İnsanların birbirlerini tanımasına ya da yüz yüze tanışmasına gerek yok artık. Çünkü sosyal medyanın gücü yeterli bu konuda. Anında kişinin, kim olduğuna dair bir bilgiye ulaşabilirler. Bu yüzden sosyal medya hesaplarımız kimliklerimiz gibidir. Ayrıca birden fazla kimliğe de sahip olabiliyoruz. Facebooku farklı ihtiyaçlar, instagramı farklı ihtiyaçlar için kullanıyoruz. Sosyal medya hesaplarımıza göre kimlikler ediniyoruz. Medyayı bir ihtiyaç olarak dile getiriyorum. Çünkü gereksinim ve olmazsa olmaz bir hale geldi. Kısacası, teknolojinin getirdiği bu denli gelişme hızı, sosyal medya yoluyla insanlarda devrim etkisi yarattı. Aynı zamanda son moda trendleri gibi popüler kültürün bir parçası oldu, sosyal medyalar. Bizlere, bizim tolumumuza bencilliği aşıladı. Simülasyona döndü her şey. Misal; Suriye’deki savaşları televizyonda izlerken yemek yemeyi bırakmadık. Belki de masadayken kanalı değiştirip, o an öyle bir şey yok gibi davrandık. Ya da karaya vuran bebek cesedini heryerde görürken, amaç üzülmemiz miydi? Yoksa bi simülasyon muydu? Bununla birlikte bir de sayısal verilere değer verir olduk. “Ne kadar likelaman var?”, “kaç beğeni geldi?” diye bakarız. Ne paylaştığının, paylaşımındaki ideolojinin de önemi olmuyor çoğu kez. Hissizleştirdi, vicdanımızı körleştirdi paylaşımdaki hızlar. O kadar çok savaş sahneleri görür olduk ki alıştık artık. Film izlemekten farksız oldu. Mahremiyetimizden de kopar olduk. Herkes, herkesten haberdar olabiliyor. Nerde , kiminle, ne yapıyor görebiliyoruz. Fakat, bunları ihtiyaç gibi görmemizden hep daha fazlasını istiyor ve normal buluyoruz. Biz ne istersek, erkler tarafından onlar sunuluyor önümüze. İlk facebook ile başlayan serüveni daha birçok sosyal medya hesapları takip ediyor. Bu yüzden önemli olan bilinçli bir kullanıcı olarak ne istediğimizi ve daha faydalı şekilde nasıl kullanacağımızı bilmektir.
17
Gül GÜL
“BAZI ŞEYLER GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİLDİR” HONDA CRV 1.6 i-DTEC REKLAM FİLMİ METNİ
Reklamda, perspektif bir zemin üzerinde Honda CRV 1.6 i-DTEC gri renk aracı ve takım elbiseli altı adam yer alır. Bunların ikisi kenarda dururken, diğer üç adam bu zemin üzerinde zıplayarak ayakta durmaya çalışmaktadırlar. Diğer adam ise kenardaki düz kiriş üzerinde zıplayarak araca biner ve perspektif zemin üzerinden gider. Diğer adamlar ise arkasından bakarlar. Biri kadın ikisi erkek üç takım elbiseli insan yer alır yol kenarında ve yoluna devam eden araç bunların önünden geçer. Giderken aracın önüne pnömatik mantar bariyer perspektif bir şekilde yer alır ve üç tanesi çizim iki tanesi gerçektir bunların. Sonrasında beyaz zemin, duvar ve camlardan oluşan asimetrik bir mekan vardır. Ön planda beyaz bir masada oturan, kısa saçlı, takım elbiseli bir kadın vardır. Masada kırmızı renk kahve kupası, gri renk araç ve takım elbiseli bir adam yer alıyormuş gibi gösteriliyor. Kadın nefesi ile bu adamı üfleyerek uçurmaya çalışıyor ama araç hareket
ediyor ve kadının masasının yakınlarında duruyor. Gözde bir yanılma uyandırıyorlar. Takım elbiseli kadın masasından kalkıyor ve sandalyesini düzelterek araca doğru gidiyor. Kadın sağ ön koltuğa oturuyor ve balkondan iki takım elbiseli erkek arkasından bakıyor. Dört basamaklı, şaha kalkmış at heykelinin olduğu perspektif bir meydanda gri renk araç ve beş tane takım elbiseli insan vardır. Bunlardan dördü sabit, bir tanesi ise at heykelinin basamaklarından çıkıp araca biner ve gider. Yine perspektif bir mekandan geçer. Burada da yine etkileyici bir yanıltma vardır. Bu meydandan giden araç simetrik bir iki duvardan oluşan, perspektifli yapının içinden geçer. Burada da üç tane takım elbiseli insan bir taraftayken, diğer üç takım elbiseli insan diğer taraftadır. Bir binanın önünde duran araç yine aynıdır. Zemin yine perspektiftir. Aracın yanında elinde kılıf içerisinde kontrbas tarzı bir müzik aleti olan takım elbiseli, kısa boylu bir adam vardır.
18 bile yapılmıştır. Araç gittikten sonra takım elbiseli adam, gölgesini eline alıp gider. Dış ses bu sahnede devreye girer ve ekler : “İmkansız gibi görünen şeyler, başarılabilir. Tıpkı yeni CRV 1.6 Dizel gibi. Kendisi büyük yakıt tüketimi küçük. Bazı şeyler göründüğü gibi değildir.” Parlak bir zemin araç yer alarak, Honda’nın logosu yer almaktadır. Takım elbise saygınlığı, prestiji simgeliyor. Gri, gözün en rahat algıladığı, alçak gönüllüğü ifade eden, uzlaştırıcı ve denge unsuru bir renktir. Ciddiyet ve hareketsizliği çağrıştırır. Reklamda çalan müzik ise reklam ile bütünleşmiş durumdadır. Reklamda hareketliliği ve canlılığı göstermek için ağaçlar ve rüzgar esintisi kullanılmıştır. Kübik mekanlar seçilmiştir. Perspektifli zeminlerin olmadığı sahnelerde, kübik yapılar ve mekanlar kullanılmıştır. Bu da insanı tek boyutluluktan kurtararak hareketliliğe sevk etmektedir. Kırmızı renk kahve kupası, beyaz renk sandalye ve masa takımı, siyah renk takım elbiseler bunlar bir şirket ve ofis havası verdirerek belli bir statüye sahip kitleleri temsil etmektedir. Masmavi, güzel bir gökyüzü vardır reklamda. Bu reklamda yer alan nesnelerin gölgelerinden bile belli olmaktadır. Araçta kullanılan plaka altı koddan oluşuyor, son üç kod ilk üç kodun tersten yazılmış halidir.
Bunlardan dördü sabit, bir tanesi ise at heykelinin basamaklarından çıkıp araca biner ve gider. Yine perspektif bir mekandan geçer. Burada da yine etkileyici bir yanıltma vardır. Bu meydandan giden araç simetrik bir iki duvardan oluşan, perspektifli yapının içinden geçer. Burada da üç tane takım elbiseli insan bir taraftayken, diğer üç takım elbiseli insan diğer taraftadır. Bir binanın önünde duran araç yine aynıdır. Zemin yine perspektiftir. Aracın yanında elinde kılıf içerisinde kontrbas tarzı bir müzik aleti olan takım elbiseli, kısa Reklamı bu bağlantıdan izleyebilirsiniz: boylu bir adam vardır. Binanın kapısından https://w w w.youtub e.com/watch?v=heğilerek çıkan takım elbiseli, uzun boylu ve JMGno4SRPc elinde kılıf içerisinde keman vardır. Uzun boylu adam araca doğru giderken kısalırken, uzun boylu adam binaya doğru giderken ise boyu uzuyor. Araç yine perspektif bir mekandadır. Aracın içerisinde ise sürücüsü vardır. Aracın arka tarafında takım elbiseli bir adam vardır. Araç ve bu takım elbiseli adam havadaymış gibi gözükmektedir. Her şey o kadar gerçekçi durmaktadır ki nesnelerin gölgeleri
19
Kübra ÖZBEN
HASAN KASAPOĞLU İLE FOTOĞRAF ÜZERİNE İletişim Fakültesi’nin düzenlediği ‘‘40 Şiir 40 Fotoğraf ’’ adlı etkinlikte dergi olarak tanıştığımız ve sonrasında iletişimimizi hiç kopartmadığımız Kasapoğlu ile bu sayımızda Fotoğrafçılık üzerine söyleşi yaptık.
Hasan Kasapoğlu Kimdir? 1983 yılında Bursa’da doğdu. 2006 yılında başladığı Marmara Üniversitesi, Güzel
Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümü’nden 2012 yılında mezun oldu. Marmara Güzel Sanatlar Enstitüsü’nde “Mobil ve Yeni Medya” konusunda yüksek lisansıma devam ediyor. M.E.B’te fotoğraf öğretmeni olarak görev yapıyor.
1-Hemen hemen hepimiz fotoğrafın ne anlama geldiğini biliyoruz. Peki, fotoğraf insanı olan Hasan Kasapoğlu için fotoğraf ne anlama gelmektedir? Fotoğraf için mutlak bir tanımlama yapmam imkansız. Fotoğrafın bireyle, zamanla ve mekanla olan ilişkisi sonsuz değişimleri içeriyor. Bunca değişimin içinde fotoğrafı bir noktaya sabitlemek, bir alana sığdırmak veya fotoğraf kavramını tanımlamalar ile sıkıştırmak çok gereksiz. Ama fotoğrafın sınırsızlığını kısaca şöyle ifade etmeye çalışayım: Fotoğraf, bireyin düşünsel evrenini, hayatın içinden ögeleri, ışığın ortaya çıkarma, belirginleştirme yeteneğini kullanarak ifade etme biçimidir.
bilir. Tamda bu yüzden fotoğraf mutlak bir tanımlamaya ihtiyaç duymaz.
2-Fotoğraf çekmeye nasıl başladınız? Ve fotoğraf çekerken dikkat ettiğiniz unsurlar nelerdir?
Çocukluğumda hayatımın en önemli aleti bisikletimdi (hala da öyle). Bisiklet keşif sınırlarımı genişletmemi sağladı. Hayatım bu perspektifte devam ediyor hala! 2002 yılında Dz.K.K.’da çalışmaya başladım. Bu süreçte sürekli hareket halindeydim. Kendi ekonomik altyapımı da sağlayınca ilk kameramı (minolta dynax 700) ve eğitimimi alarak çevremi, deneyimlerimi kaydetmeye başladım. “Keşfet-Kaydet” düşüncesinin oluşmasında coğrafya ve keşif dergileri heyecanımın sürekliliğini sağladı. Bu ifade (mesaj) fotoğrafı üreten kişi Fotoğrafa ilk adımlarımda rotam daha ile okuyan kişi arasında farklı anlamlar çok doğa, manzara fotoğrafçılığı istibarındırabilir. Mesajın yani fotoğrafın kametindeydi. 2006 yılında fotoğraf içinde yer alan ögelerin çağrışımları alanında, akademik eğitime başladım. her birey için farklı anlamlar ifade ede Eğitim ile birlikte fotoğraf anlayışım der
inlik kazanmaya başladı. Susan Sontag – Fotoğraf Üzerine kitabı, fotoğrafın katmanlarını çok iyi tahlil eden bir kitap. Bu kitap sayesinde önem li kırılmalar yaşadım. Akademik eğit imim ile rotam daha çok sokak ve belgesel fotoğrafına kaydı. 2007 yılında kurulan Facebook, o dönem hayatımda şu an ki kadar yer etmiyordu. Fotoğraf, hem analog kulvarda hem sayısal kulvarda üretime devam ediyordu. O dönem için dijital fotoğraf benim için sadece daha pratik bir üretme, işleme biçimiydi. 2007 yılından bu zamana hem üretim hem işleme hem de yayınlama konusunda fotoğraf dünyasında müthiş değişimler yaşandı ve değişim hızlanarak devam ediyor. Fotoğraf gibi üretim cihazına bağlı mesaj üretim biçiminin ve fotoğraf üreticisinin, bu değişimden etkilenmemesi söz konusu değil. Artık çoklu medya üretim biçimi ile çalışmalarıma devam ediyorum. Fotoğraf tek başına hala etkili ve etkileyici olabilir ama bu yeni üretim ve tüketim sürecinin asıl değer ölçütü, bence etkileşim gücü.
20
Değişim devam etse de tabi ki görsel kültürün temel değerleri, sarsılmaz bir şekilde etkisini korumaya devam ediyor. Ögelerin yerleşimi, ışığın etkili kullanımı, içeriğin izleyici ile kuracağı kuvvetli bağ önemini asla yitirmeyecek. Ama yeni medya sürecinin ortaya koyduğu yeni kuralları, doğru okumak ve uygulamakta oldukça önemli.
3-Fotoğraf konusunda örnek aldığınız kişiler var mı? Varsa bunları bizimle paylaşabilir misiniz? Nitelikli bir fotoğrafçının besleneceği en iyi kaynaklar, kesinlikle takip edeceği nitelikli fotoğrafçılardır. Sokaklarda fotoğrafı ararken, gelişmiş bir göz ve reflekslere ihtiyaç vardır. Zamanı ve mekanı analiz etmek, ögeleri ilişkilendirmek için gözün önceden kodlanması, eğitilmesi oldukça önemli. Bu bağlamda örnek aldığım fotoğrafçıların ötesinde kolektif fotoğraf platformlarından bahsetmek isterim. Magnum Photos (www.magnumphotos.com), In-Public (http:// in-public.com/) kuvvetle önerdiğim platformlardan. Ayrıca son dönemde ülkemizde de nitelikli fotoğrafçılar, bir araya gelerek kolektif anlamda etkili platformlar oluşturdular. İf Photo Collective (http://www.if collective.org/), Mahzen Photos
(http://www.mahzenphotos.com/), H-art Collective (http://h-artcollective.com/), Turkuaz Collective (http:// www.turkuazstreet.com/) yine takip edilmesi gereken önemli platformlar.
etkili, güçlü fotoğrafa giden yol hiçte kolay değil. Tüm bileşenlerin (kamera, analiz, karar anı, etkileşim) doğru ve en üst seviyede kullanılması gerekiyor.
4-Klasik bir soru olacak ancak yine de bu soruyu sormak istiyorum. Size göre iyi fotoğrafı çeken fotoğraf makinesi midir? Yoksa fotoğraf makinesini kullanan kişi midir? Ayrıca çektiğiniz bir fotoğrafın iyi olduğunu nasıl anlarsınız? Bu konuda bizlere birkaç ipucu verebilir misiniz?
5- Fotoğraf çekerken sizin için fotoğrafta kompozisyon kurallarına uymak mı, yoksa anı yakalamak mı önemlidir?
Fotoğrafı, iki başlık üzerine temellendirdik uzun yıllar. Bu temeller, biçim ve içerikti. Yeni medya çağında bir ayak daha eklemek doğru olacaktır ki o da etkileşim ayağıdır. Teknik yani biçim anlamında iyi bir fotoğraf için iyi bir kamera, iyi bir lens ve yardımcı ekipmanlar oldukça önemli. İçerik anlamında ise tahlil yeteneği olan, eğitimli bir göz ve refleks olmazsa olmaz. Refleks yeteneği hem konuyu görme hızı bakımından hem de ekipmanın ve karar anının hızı bakımından oldukça önemli. Bunlarında ötesinde artık fotoğrafın yani içeriğin doğru kanallarda hareketini, etkileşimini sağlamak olmazsa olmazlardan. Görüldüğü gibi
Bir önceki cevabımdan da anlaşılacağı üzere bence seçme şansımız yok. Tüm katmanları etkili kullanmalıyız.
6-Günümüzde teknolojinin de gelişmesiyle mobil fotoğrafçılıkta gözle görülür bir artış yaşandı. Mobil fotoğrafçılığının size göre olumlu ve olumsuz yanları nelerdir? Sosyal ağlar, internet bağlantısının hızlanması, mobil cihazların gelişen kamera yetenekleri yepyeni ufuklar açtı. Şüphesiz fotoğraf, artık daha erişilebilir ve demokratik bir hal aldı. Deneyimler daha kolay aktarılır hale geldi. Zaman ve mekan ile olan sınırlar adeta buharlaştı. Erişim ve etkileşim oldukça kolay hale geldi.
21
Big data (büyük veri) kolektif bilgi yumağını el birliği ile büyütmeye devam ediyoruz. Fakat devasa büyüklükteki bu veri yığını beraberinde doğru, nitelikli bilgiye, etkili fotoğrafa, içeriğe erişim konusunda karmaşayı da beraberinde getirdi. Bu süreçte veriyi oluşturmak kadar veriyi bulmakta oldukça önemli. Burada internet arama motorları, önemli bir yere sahip oluyor. Ama konu fotoğraf olunca arama motorları da yetersiz kalıyor. Çünkü arama sistemi ölçülebilir veriler üzerinden bir sıralama yapabiliyor. Oysa fotoğraf gibi çok boyutlu kavramsal bir medyayı hangi arama motoru analiz edebilir ki(en azından şimdilik arama motorları, bu işi beceremese de fotoğraf içeriğini biçimsel çözümleme aşamasına geldiler. Bir sonraki adım en zoru olacak şüphesiz yani kavramsal ilişkilendirme ki yapay zekanın bu işin üstesinden gelmesi kolay olmayacaktır). En yakın mesafede bu karmaşadan kurtulmanın yolu editoryal platformlar. Bu platformalar fotoğraflardan oluşturdukları seçkileri, fotoğraf konusunda yazıları belli bir disiplin ve kalite ile yayınlayarak doğru bir kaynak olmalılar. Www.ifcollective.org bu konuda ülkemizde iyi bir örnek.
7- Fotoğraflarla ilgili olarak gelecekte gerçekleştirmek istediğiniz projeleriniz var mı? Varsa bizimle paylaşabilir misiniz? Fotoğraf bir kayıttır, belgedir. Her belge geçmişin deneyimini geleceğe taşır. Bu bağlamda ilerleyen süreçte en temel hedefim projelerimi, fotoğraf albümleri olarak basılı bir ortama aktarmak. Yeni medya, anlık anlamda ne kadar etkileşimli olsa da kalıcılık anlamında fotoğraflarımın basılı olarak hayatın içinde akmasını tercih ederim. Bununda en iyi yolu, fotoğraf albümüdür.
8-Son olarak biz genç iletişimcilere veya fotoğraf çekmeye ilgi duyan kişilere tavsiyeleriniz nelerdir? Acelecilik, çağımızın en gereksiz ruhsal hastalıklarından biri bence. Her şeyden önce “ben kimim?” sorusunun cevabını bulmalıyız. Benim için bu sorunun cevabı yollarda, yolların götürdüğü farklı yaşam biçimlerinde, farklı inanışlarda, dillerde, dinlerde, coğrafyalarda saklı. İşin özü seyahat etmeliyiz. Seyahat ile sorularımızı cevaplamalı, sorunlarımızla yüzleşmeliyiz. Bu aşamadan sonrası hangi rotada gidecekseniz, o rota hakkında detaylı bilgilenmektir. Bu rota fotoğraf yolu ise nitelikli işlere bakmak önemli. Neyi izlerseniz ona dönüşürsünüz. Ekipmanı doğru seçmek, bir sonraki adıma hazır olmak önemli. Bu yolda en önemli noktalar merak duygusu ve azmetme yeteneğiniz olacaktır. Derginizde, fikirlerime yer verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Fotoğraf istikametinde buluşmak dileğiyle.
Burak PEKTAŞ
22
ÇEŞİT ÇEŞİT İNSANLAR OLSUN Çeşidimiz olsun, her yıl çıkan filmleri artık ezberledik.
Her sene ülkede aynı kişiler, aynı filmler… Her sene aynı sözü duyuyoruz galalarda ‘’gülmeye ihtiyacımız olan bugünlerde ilaç gibi geldi’’ falan filan bu bahaneden sıyrılın artık. Gülmek, eğlenmek güzel ama artık abarttık. Gerçeklerimizi bile gülerek anlatmaya başladık. Toplumu yansıtan bir sinema yaratmaya kalksak çeşidimiz çok olacak. Yansıtalı diyoruz onu bile güldürüyle anlatmaya çalışıyoruz, neden? Bu kadar çeşit insan topluluğumuz var. Bunları güldürüyle değil gerçekleriyle sinemaya aktarmalıyız. O zaman işte çeşidimiz bol ve bakılır olacak. Bizim ruhumuz savaşçı. Hala ayda yılda bir, savaş filmi yapıyoruz. Tarihimizin anlatıldığı filmler daha çok yapılmalı. İzleniyor, evet izlendiği için daha doğru ve eğitici yapalım, yanlış hiçbir şey olmasın filmimizde. Çünkü kendimizi tanıtıyoruz o filmlerde. Biz nerden geldik, nasıl geldik, ne yapıyoruz bunların anlatıldığı filmler sinemamızda olsun hep olsun, her sene olsun. Yaptığımız korku veya aşk filmlerimiz yok mu? Var. Onlara bile güldürü katıyoruz. Adam sopayla cin kovalıyor, sinemada buna gülüyoruz. Korkumuza çeşit katalım, yetti artık üç harfli filmleri. Biz korkmayı gulyabaniden öğrendik. Kendimize korkacak şeyler yaratalım, onlardan korkalım. Yarat abi sende göl canavarını, yarat abi sende psikopat katilini. Yapamam deme, yaparsın. Ama olur mu? Biz koskoca ‘’testereyi ‘’ , ‘’destere’’ yapıp güldük. Yeri geldi koskoca köpek balığını, okyanusta dövdük ve buna güldük. Gerçekten korkalım, kendimizden korkalım biraz, en azından deneyelim. Aşk filminde, her zaman romantik komediye kaçıyorduk. Bak burada hak yemeyelim, son zamanlarda düzeldik gibi. Ama romantik komediye gitmenin amaçlarını biliyoruz, kendimizi kandırmayalım. Ben aşkta ciddiyet arıyorum belki. Neden komik aşk olsun ki? Hangimizin aşkı komik söylesenize? Kız veya erkek arkadaşınızı ciddiye almayın bakalım, gerçek hayatta neler oluyor. Onun için aşk komedi değildir. Arada uzay bilim-kurgu yapalım diyenlerimiz oluyor ama onlarda uzay gemisinde mangal yapıyor. Yani dalga geçmeden yaptığımız filmlerimiz, umarım bir gün olacak. Sözüm o ki çeşitlenelim, izlenelim. Türk, Kürt, Laz vs. olmak, komik olmak değildir. Çeşitliliğimiz, bizim en güzel yanımız. Kullanacağımız o kadar çok malzeme varken, hep aynı yemeği yapmaktan vazgeçmeliyiz. Yaptığımız komediler o kadar çok ki artık kaliteli değil kaliteli komedi yapacaksak yapalım, kaliteli gülelim biraz. Gülmeyelim mi? Tabi ki gülelim. Ama ağlanacak halimize değil. Birçok gerçeğimizi, sinemamızda toplumu eğitmek için kullanalım. Mesajı güldürerek verdiğimiz sürece kıymeti olduğunu düşünmüyorum. Gerçekleri sinemada gösterelim ki neymişiz, neredeyiz görelim gösterelim. Bizler çeşit çeşidiz ve kendimizi sinemada görelim derim ben… Güzel ülkemin her insanının düşüncesi olsun filmlerimizde. Bir tarafa, bir kesime, bir ideolojiye değil herkese hitap etsin sinemamız. Yedi den yetmişe izleyelim, öğrenelim. Öğreteceklerimizden, çıkaracağımız derslerden keyif alalım. Hep beraber olalım. Gülmek eksik olmasın ama dediğim gibi “ağlanacak halimize gülmek “ bize yakışmaz.
23
Sultan TURGUT
BİRLİKTELİĞİN GÜCÜ Y
önetmenliğini Karzan Kader’in üstlendiği 2010 yapımı ‘’Neredesin Süpermen? (Bekas)”, 1990 Irak’ında bir köyün sokaklarında yaşamaya çalışan öksüz ve evsiz iki kardeşin hikâyesinin anlatıldığı bir filmdir. O tarihte Saddam Hüseyin diktasının ve savaşın olduğu düşünüldüğünde, ülkenin pek de yaşanılacak bir yer olmadığı açıktır. Zana (7) ve Dana (10) , küçük bir sinemanın arka penceresinden zar zor seyrettikleri “Süpermen’’ filminden etkilenerek, Süpermen’in belki anne babalarını da diriltebileceğine inanan çocuklardır. Üstün güçleri olan bu kahramanı bulmak için Amerika’ya gidip, sonra da Süpermen’le yaşamak istediklerine karar verirler. Çocukların amaçları, Amerika’ya gidip Süpermen’i bulmak ve ondan yardım istemektir. Süpermen’in hayatlarını kolaylaştıracağına ve onlara kötü davranan herkesi cezalandıracağına inanırlar. Zana, Süpermen’in cezalandırmasını istediği insanların listesini yapmaya başlar. Listenin başında onlara, bunları yaşatan kişi olan Saddam vardır. Büyük kardeş ise Amerika’ya gitmek için gereken para, pasaport ve ulaşım gibi planın somut kısmıyla ilgilenmektedir. Ne yazık ki bunların hiçbirine sahip değillerdir. Ama yine de hayallerini takip etmeye karar verirler. Çünkü onlar için tek çıkış yoludur, Amerika’ya gitmek.
Kuşkusuz, “silahların gölgesinde hayata tutunmaya çalışan çocuklar” gerçeği dramatiktir, çoğu yönetmen de bu zeminde hareket etmektedir. Onca olumsuz koşulun ortasında bile çocuklar umut eder, bir hedefe ulaşmak için. Düşsel dünyalar kurup, o kozanın içine girerler. En umutsuz durumlarda bile olumlu bir bakış ve saf bir yaklaşım kötü koşulları dengeler. Çocuk masumiyeti, en berbat ortama neşe katabilir. Şiddet yüklü hayata, dramın acı biçimde gülümseyen gözlerinden bakarak soruna dikkat çekerler. “Neredesin Süpermen?” hoş, ancak bir o kadar da uçucu bir filmdir. Ufaklıklar masumiyeti, saflığı, hayal gücünü çok güzel özetlediği için bizi filmin içine çekebiliyorlar. Filmde var olan savaş ortamında bulunan insanların, özellikle çocukların izleme olanağı olmamasına rağmen izlediklerinden çok fazla etkilendiklerini güzel bir şekilde vurgulamıştır. Bu etkilenme sonucu, Dana ve Zana yaşadıkları yerdeki mutsuzluklarının Amerika’ya taşınırlarsa değişeceğini düşünürler. Bu düşüncenin temelinde hem Irak’ta ki koşullar hem de anne babalarının olmayışı yatmaktadır. Çocukların mutluluk için dua etmesi, Süpermen için defter tutması durumun ne kadar dramatik olduğunu vurgulamaktadır.
24 Filmde, Dana ve Zana’nın manevi baba olarak gördükleri Halit’in ‘’ailenin birlikte olduğu sürece güçlü olacağını’’ söylemesi gibi birçok ailevi ve birliktelik mesajları verilir. Bu verilen mesajların özellikle aile kavramı üzerinden aktarılması izleyiciyi ile duygusal bir bağ kurulmasını amaçlar. Çocukların askerlerle olan diyaloğu da çocukların masumiyetini açıkça ortaya koymuştur. Kamera hareketi olarak da mekânı daha fazla göstermek için yatay çevrinmelerin fazla kullanıldığını söyleyebiliriz. Dana’nın mayına bastığı ve Zana’nın yardım çağırmaya gittiği anlardaki çaresizliklerinin verilmesi etkileyici bir kurgu olmuştur. Kamera hareketi olarak da mekânı daha fazla göstermek için yatay çevrinmelerin fazla kullanıldığını söyleyebiliriz. Dana’nın mayına bastığı ve Zana’nın yardım çağırmaya gittiği anlardaki çaresizliklerinin verilmesi etkileyici bir kurgu olmuştur. Çocukların bitmeyen umudu, hayalleri üzerine kurulmuş güzel bir film olmasına rağmen bunun ötesine geçerek bu umudu ve hayalleri abartması, bu hayali yalnızca iki çocuk üzerinden vermesi, abartılı bir durumu meydana getirmiştir. Film, iki çocuğun üzerinde gelişiyor ama etrafta çok sayıda insan olmasına rağmen, insanların yaşanılan durumlara bu kadar ilgisiz olması filmin eksik bir yanını ortaya koyuyor. Filmin amacı, var olan savaş ortamını yansıtmak olsa da bunu gerçekleştirmede tam anlamıyla başarılı olunduğunu söylemek güç. Zira film gerçekçi kodlara ve sinematografiye daha az yaslanmaktadır. İki kardeşin ayrı kaldıktan sonra tekrar kavuşmalarından doğan sevincin, sanki Coca Cola sevinciymiş gibi verilmesiyle de filmin amacından uzaklaşılmıştır. Coca Cola’nın yerine çocuklara yönelik yapılan bir sevinç sembolünün kullanılması daha samimi olurdu. Ek olarak yan öykücük olarak serpiştirilmiş küçük ve masum bir aşk motifi filmde kopukluk yaratmıştır. “Neredesin Süpermen?”de Orta Doğu’nun ezilen halklarını görmeyi bekleyen izleyicinin nispeten yüzeysel bir arınma ile seyri tamamladığını, filmin yine bir ileti hedefiyle sonlanarak izleyicide de merak unsurunu uyandırdığını ve açık bir pencere bıraktığını söyleyebiliriz.
25
Hatice AVCI
YUSUF ERDAL ERDOĞDU ile SOSYAL MEDYA’YA DAİR…
Yusuf Erdal Hocayı ilk kez iletişim hakkında yazdığı bloğunda gördüm. 1 yıl önce, neredeyse bloğundaki tüm yazıları okudum ve etkilendim. Verdiği tavsiyeleri zamanı geldikçe yerine getiriyorum, faydalarını da görüyorum. Bu yıl ki etkinliklerimizin birine davet ederek kendisinden bir söz aldık. Yusuf Erdal Erdoğdu geçmiş yıllarda Bahçeşehir Üniversitesi öğretim görevlisi, Zarakol İletişim Hizmetlerinde dijital marka yöneticiliği, Desibel Ajansta dijital marka yöneticiliği, Salt İletişim Grup’ta dijital pazarlama grup koordinatörlüğü ve 2009 yılından bu güne bireysel olarak ilgili kişilere sosyal medya iletişimi, dijital medya iletişimi üzerine danışmanlık hizmetleri ve eğitimleri vermektedir. Bu sayımızdaki söyleşimizde Yusuf Erdal hocaya yer verdik. bizlere katkılarından dolayı kendisine teşekkür ediyoruz.
1-Kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
alırken mesleğimizi çok sevmiştim ama iki yıllık bir eğitimin bu iş Ben Yusuf Erdal Erdoğdu. İstan- için yeterli olmadığını gördüm. bul’da doğdum, büyüdüm. Sadece Lisans eğitimine geçiş yaptığımüniversite eğitimim için bu şe- da haklı olduğumu anladım. hirden ayrıldım ve şu an dünyanın başkentinde yaşamaya devam ediyorum. 2004 yılında Kadıköy Anadolu İmam-Hatip Lisesinden mezun oldum. O zaman ülkemizdeki eğitim sisteminde yaşanan sorunlardan dolayı önce Trakya Üniversitesi Çerkezköy MYO’da ön lisans Halkla İlişkiler eğitimi aldım, ardından Dikey Geçiş Sınavıyla İzmir Ekonomi Üniversitesi, İletişim Fakültesi-Halkla İlişkiler bölümüne geçiş yaptım. Aynı dönemde İşletme eğitimi aldım, son olarak da Sakarya Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi üzerine yüksek lisans eğitimi alarak eğitim hayatımı (şimdilik) son- Çünkü mesleğimizin çok kapsamlandırdım. Uzun yıllar lisanslı olar- lı olduğunu burada gördüm. Çok ak spor yaptım, gitar çaldım, şiir okudum, hiçbir zaman hocalarımın yazdım, çokça kitap okudum, çok derslerde anlattıklarıyla yetininsanla tanıştım, bolca muhabbet medim. Mesela, üniversite eğitettim, çok gezdim, çok güzel yeme- im dilimiz İngilizceydi ama ben o kler yedim, çok çalıştım, dualarım- hafta anlatılacak konunun Türkçe dakinden ne bir eksik ne bir fazla ’sini bulur, okur derse öyle giderbir kadını sevdim, onunla evlendim dim. Şöyle düşünün 4. Sınıftayken böylece bugünlere geldim. Şükür! 3. ve 2. Sınıftaki arkadaşlarımın reklamcılık dersine girip 3 saat Allah bugünümüzü aratmasın . dijital reklamcılık anlatmışlığım var. Diğer taraftan, PR ajansların2-İletişim sektöründeki kariyer- da, reklam ajanslarında çeşitli şirketlerde çalışan kişilerle tanıştım, inizi neye borçlusunuz? bu noktada yeni mezun olarak seÖn lisans Halkla İlişkiler eğitimi ktörde uzun yıllar iş yapmış kişilerden koltuk kapamayacağımı an-
layınca, o dönemki bir şans olarak yeni yeni büyümeye başlayan dijital iletişim alanına yöneldim. Burada bir tercih yapacaktım ya mezun olunca PR’cı ya da Reklamcı olmak için ajans ajans dolaşıp staj yapıp kendimi gösterip belki kadro alıp belki de vazgeçip başka bir işe yönelecektim ya da kendimi dijital iletişimde geliştirip mezun olur olmaz kadrolu olarak işe başlayacaktım. Ben ikinci yolu seçip, dijital İletişim’e yöneldim. Bunda 2007 yılında açtığım ve hala iletişim bilimleri üzerine yazılar yazdığım erdalerdogdu. com isimli bloğum da faydalı oldu. Çünkü bu sayede sektörde iş yapan birçok isimle tanışma fırsatı buldum, yazdığım yazılarla sektör tarafından dikkat çektim, mezun olmadan iş teklifleri aldım, mezun olmadan da (cuma son sınavıma girip pazartesi işe başladım) ülkemizin önde gelen iletişim ajanslarından birinde kadrolu olarak Dijital Marka Yöneticisi titresiyle işe başladım. Sonra her şey bitti mi, tabi ki bitmedi. Bizim işimiz sürekli gelişmeyi, kendini yenilemeyi gerektiren bir iş. Bu sebeple de kendimi geliştirmeye devam ettim, eğitimler vermeye devam ettim, eğitim vermek kendimi geliştirmek için çok iyi bir yöntem oldu. Çünkü her bir eğitim için yeni şeyler öğrenmek zorundaydım. (Laf aramızda arkadaşlarımızın yaptığı en büyük hata bu, işi bulduktan sonra kendilerini geliştirmekten vazgeçiyorlar.)
dya mensubu olmalı bence. Ama medya kullanılarak yapılan tüm iletişim faaliyetlerinin asıl amacı, kitleleri yani insanları etkilemektir. Ben bir medya mensubu olmasam da üniversite yıllarımdan bugüne üzerinde takılı kaldığım iki ana medya kuramı vardır. Bunlar; Agenda Setting ve Gate – Keeping ‘tir. Yani neredeyse tüm medyalar, medya patronları, medya yöneticileri, medya çalışanları ya da medyayla iş yapan kesimler, belirli eşik bekçiliği (gate-keeping) gücüyle, kendi kanalları üzerinde sadece kendi görüşlerine yakın, kendi kanaatinden kelimeler, haberler vb. ve bunu yaparken de 3-Sizce ülkemizdeki bireyler so- çıkmasını kitlelerin gündemini belirlemek, syal medyayı verimli kullanıyor takvimini yönetmek (agenda-setting) yapmak isterler. Diğer taraftan mu? medya tüm mevcut güç sistemleri Bu çok göreceli bir soru, kullanan içinde “Dördüncü Ana Güç” olarak da var kullanmayan da. Sosyal me- gösterilmekte, bu sebeple tüm siyasi dya kullanımında, dünya verilerine yöneticiler, kanaat önderleri, büyük baktığımızda en önde gelen ülkeler patronlar medyaya sahip olmak arasındayız. Ama çoğu kişi, sosyal isterler. Bilmem anlatabildim mi? medyayı tamamen vakit öldürmek amacıyla kullanıyor. Bunda da in- 5-Sosyal medya sizce zararlı mı? sanlara hak vermemek elde değil. Çoğumuz, yoğun stres altındayız Bence değil. Ama yukarıdaki soruve bu stresi atacak bir kaçış nok- da belirttiğim gibi, zararlı ya da tası olarak sosyal medya profill- zararsız kullanımı, kişilerin kulerimizin arkasına sığınıyoruz. lanımı belirler. Sosyal medyanın verimli kullanılmasından öte dikkatli kullanılması daha önemli. Burada paylaşılan her 6-Ahlak konusunda sosyal medya bilginin doğru olmadığını bilmek, ve basın ne derecede dikkatli? burada yapılan hakaretlerin bir medya kanalı üzerinden yapılmış Ahlak, benim önem verdiğim değerolduğunun farkında olmak suç unlerin en başında geliyor. Ama ahlsuru taşıyorsa bunun şikâyet edilm- ak anlayışı, tamamen değişken bir esi durumunda ceza alınabileceğini olgu. Bana ahlaksızca gelen bir şey bilmek, bence dikkat edilmesi size gayet normal gelebilir. Sosyal gereken noktalardır. medya da ya da basın da değil kişilArtık dijital pazarlama üzerine çalışan bir iletişimciydim ama içimde yatan aslan her zaman PR idi. Bu sebeple çalıştığım yerden ayrılma kararı aldığımda PR bilgi ve tecrübemi geliştirmek için, o dönemde yeni kurulmuş olan bir ajansa Dijital Medya Direktörü olarak geçiş yaptım. Yaklaşık iki yıllık süreçte ülkemizin en önemli markalarına PR hizmeti veren iyi bir ajansın içinde yer aldım. İyi ajanslarda, iyi markalarla çalışmak kariyerimdeki en büyük kazancım oldu. Şimdi orada elde ettiğim tecrübeyle yoluma devam ediyorum.
erin, bireysel olarak hayatlarının 4-Medyanın insan- tam merkezine koyması gereken ve attıkları her adımda bu lar üzerinde etkisi ne or- hayatlarında değeri göz önünde bulundurmaları andadır? gerekmektedir. Ama gerek bireysel sosyal medya kullanıcıları kenBu sorunun asıl muhatabı, bir me- di takipçilerini, gerekse medyalar
26
kendi okuyucularını kendi ahlak çerçevelerinde yönlendirmek isterler. Bu da tamamen bu kavramın göreceli olmasından kaynaklanıyor.
7-Ülkemizde hem sosyal medya hem de basın özgürlüğünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Bence gereğinden fazla özgürüz. Hele sosyal medya kullanımın da dünyanın en özgür ülkelerinin başında geliyoruz. Basın özgürlüğü ise tarihsel olarak daha uzun bir sürece sahip olduğu için dünyanın her ülkesinde belirli yasalarla kontrol altına alınmıştır.
8-Yetişmekte olan nesile mesajınız nelerdir? Artık üniversite okumak ya da şu okulda şu bölümü okuma devri bence bitti. Artık o sıralarda okurken fark yaratma, ışığını büyüklere gösterme vakti geldi. Öğrenciyken sınıfınızdaki, bölümünüzdeki hatta diğer okullarda sizin bölümünüzü okuyanları rakip olarak görmelisiniz. Çünkü mezun olunca hepiniz aynı iş ilanlarına başvuracaksınız. Orada sizi diğerlerinden ayıracak bir hatta birden fazla özelliğinizin olması, iş görüşmesine gittiğinizde her ne kadar tecrübesiz olsanız da farklılıklarınızın size kattığı ışığı karşınızdaki kişiye göstermeniz ve onu inandırmanız gerekmekte. Yoksa herkes üniversite okuyor, herkes okuldan mezun oluyor, hatta herkes çok iyi notlarla da mezun oluyor. Kendi adıma konuşayım, son beş senede yanımıza gelen arkadaşlarımızın ne hangi okuldan mezun olduğuna ne de hangi notla mezun olduğuna ne de referanslarına baktım. Sadece gözlerinin içinde işimize olan sevgisini, heyecanını görmeye çalıştım, bu yönetme de beni neredeyse hiç yanıltmadı.
27
Orçun UYKUN 24-28 Ağustos tarihleri arasında Akçay’ın Zeytinli sahilin de düzenlenen zrf16, 100.000’den fazla insana ulaşarak bu sene de Türkiye’nin son zamanlardaki en iyi festivali konumunda. Yazın başında Zeytinli Rock Festivaline gitmeye karar verir vermez biletimi aldım. Bilet fiyatları çok uygundu. Kamp + kombine fiyatı 140 tl. 50’ye yakın sanatçıyı o fiyata başka bir konserde dinlemek imkansızdı. 3 ay boyunca sabırsızlanarak beklediğim o gün geldi çattı...
Öğlen 12 civarında alana girmek için sıraya girdiğimde aklımda 1-2 saate içeri girebilmek vardı ama maalesef düşündüğüm gibi olmadı. Güvenlik önlemleri çok sıkı olduğu için bekleme süresi çok uzamıştı. 4 saat bekledikten sonra nihayet alana girmiştim. O an insana büyük bir mutluluk ve rahatlama geliyor. Kafamdan geçen bir an önce çadırımı kurup sırtımda ki ağır çantadan kurtulmak ve biraz dinlenmekti. Vakit kaybetmeden çadırımı kurmaya başladım. 15 dakika sonra çadırı kurmuştum, artık hiçbir sorun yoktu. Yarım saat dinlenip arkadaşlarımla kamp alanını gezdikten sonra konserlerin olacağı alana gittik. Herkesin yüzünden ne kadar mutlu ve yorgun oldukları anlaşılıyordu. Konserler 5 gibi başlamıştı, artık kafamda sadece müzik ve eğlence olacaktı. Konserler gece 3’e kadar devam etti. Çadırıma döndüğümde ne kadar yorgun olsam da ilk gün çok güzel geçmişti ve önümde böyle geçmesini dilediğim 4 gün daha vardı... Çadırın içi 40 derece civarı olduğu için sabah 8 gibi mecburiyetten uyanıyor, erkenden kahvaltı ediyorduk. Konser alanında pek çok yiyecek standı vardı. Yemek yiyeceğim zaman genellikle oralardan alıyordum. Vakit geçirmek için herkes denize giriyor, voleybol oynuyor, gölge alanlarda oturup muhabbet ediyordu. Biz de bunları yaparak konser saatinin gelmesini bekledik. Muhabbet, oyun derken saat 5 olmuş ve konser zamanı gelmişti bile... Konserler başladıktan sonra zaman çok hızlı geçiyordu. Sanatçıları sahne önünde dinleyenlerin yanı sıra, büyük bir kitle de sahilde oturup keyif içinde dinliyordu. Teoman, Duman derken saat yine 4 olmuştu ve herkesin sesi şarkılara eşlik etmekten kısılmıştı. 2 gün hızlı bir şekilde geçmişti. Önümdeki 3 gün de eğlenceli ve bir o kadar yorucu bir şekilde geçti. 5. Günün sonunda içimde festivalin bitmesinin üzüntüsü vardı. Hayatımda geçirdiğim en güzel günlerdi. Bu kadar yorgunluğa, çekilen çilelere değecek bir 5 gün olmuştu. Festival boyunca yeni insanlar tanıdım, güzel arkadaşlıklar edindim. Herkes birbirine karşı iyimserdi, düşünülenin aksine olaysız bir festivaldi. Tabi ki bu kadar güzelliğin yanında zor tarafları da var. Çadırda kalmak, sıcak, ev hayatından uzakta olmak, yorgunluk... Ama dediğim gibi hepsine değecek bir festivaldi. Herkesin mutlaka gitmesi gereken bir festival.
28
Sahne Alan Başlıca İsimler 24 Ağustos Çarşamba
25 Ağustos Perşembe
Selda Bağcan&Boom Pam Büyük Ev Ablukada Moğollar Bülent Ortaçgil İskender Paydaş&Ünlü Kurtulan Ekspres Flört
Duman Teoman Manga Ceylan Ertem Gece The ringo jets Fethi Okutan
26 Ağustos Cuma Athena Feridun Düzağaç Cem Adrian Zakkum Baba Zula Adamlar Deniz Tekin
27 Ağustos Cumartesi
28 Ağustos Pazar
Şebnem Ferah Mor ve Ötesi Model Umut Kuzey Yüzyüzeyken Konuşuruz Marsis Piiz
Pentegram Hayko Cepkin Kurban Metin Türkcan Black Tooth Serkan Ferat
29
Esra GÖKÇE
MODERNİTE VE POSTMODERNİTEYE OLUMSUZ BİLGİ ELEŞTİRİSİ
M
odernite ve postmodernite, günümüz toplumu içerisinde adeta bir hayalet gibidir. Evrensel kalıplara bürünmüştür. İnsanlığın bünyesine verdiğinden çok aldığı şeyler olmuştur. Her şeyin, öncelikle oluşumundan sonra bir geleneksel evresi, daha sonra hız kazandığı bir evre vardır. Yani modernite ve postmodernite, hız kazanmış evredir. Hızın kazanılması demek, artık bir şeylerin bilgisinin arttığı bir dönemin son bulduğu evredir. Artık bir şeylerin biriktirilmesinden çok inşanın artmasıdır. Dediğimiz üzere modernite ve postmodernite bir dönemin son bulmasına sebeb oldu. Yani gelenekselden, maneviyattan, kutsal olanın bilgisinden kopardı bizi. Bunu yaparken bir kısmını kendi bünyesinde eritti bir kısmını ise direkt olarak yok etti. Aslında bize yepyeni şeylerin bilgisini sunarken, tarih sıralamasındaki (İlkel olan, Geleneksel olan, Çağdaş ve Süper Yenilikçi olan) değerleri unutmuş durumdadır. İnsanlığı resmen robotlaştırmış olan bu sistemde duygularımız, heyecanlarımız, yeni fikirler üretme özelliğimiz yok oldu. En kolay örnek olan hayatımızda karşılığını ifade edemeyeceğimiz duyguları, sıradan bir klavye işaretine çevirecek kadar basitleştirdi ve ikinci planında dışına itti. Robotlaşan zihinlerin yeni fikirler üretmesi imkansızken, daha geleneksel ortamlara hazır bilgilerini sunup insanlığın düşünme kabiliyetini kırdı. Bu da yetmezmiş gibi hazır bilgisiyle bizleri kendisine bağımlı kıldı. Çağdaşlık ve süper yenilikçilik, kendisini ulaşılması gereken sistem gibi gösterip ama asla kendisine ulaşılmasına izin vermeyen, bağımlılık yapan bir sistemdir. Çünkü modernite ve postmodernite batı merkezlidir. Kültürümüzde, manevi bilgimizde, gelenekselde ve insan üzerinde yabancılaştırma söz konusudur. Açıkçası geçmişimize yabancılaşıyoruz. Bu doğrultuda da temelini unuttuğumuz, uzam ve zaman içerisindeki bilginin (modern ve postmodern) devam eden inşası, temelsiz bir inşa boyutundadır. Bu inşayı sağlayan önemli etken hızdır. Özellikle postmodernite içerisinde hızdan bahsedebiliriz. Her şey o kadar hızlı üretiliyor ki inşa artık çok farklı boyuta ve anlama geçiyor. Daha bir şeyin bilgisi temele oturmadan diğer yenisi ekleniyor. Bu durum postmodernite de anlamsızlığı gerekli kılmaktadır. Çünkü bir var olup bir yok olan şeyi anlamlandırmak kolay değildir. Modernizim ve postmodernizim, ilkel ve geleneksel olanın bilgisinin son bulması ve durağan bilginin birikimi sayesinde hız kazanmasıyla ve bu hızın üzerine inşa edilenin bilgisidir. Fakat bu inşa süreci geleneksel ve kutsal olandan kopmayı gerektirmiştir. Bu kopuşlar duygusuzluğun sebebi ve fikirler üretiminin sonu olmuştur. Özellikle Doğu toplumlarındaki geleneksel olanın bilgisi üzerinde uygulanmaktadır. Geleneksel olanın üzerinde hükmeden modernite ve postmodernite, insanları robotlaştırmıştır. Hızlı bilgi ve hazır bilgi üreten bir konum edinmiştir. Anlamsızlaştıran bu hızlılık karmaşa ve anlamsız olanın bilgisini doğurmaktadır. Özellikle postmodernite içerisindeki hız, saçmalıkların bilgisini ve karşıtlıkların bir aradalığının bilgisini vermektedir. Tüm bunlar çağdaş ve süper yenilikçiliğin olumsuz bilgi eleştirileridir.
Rumeysa Nur UÇAR
30
SAYISAL MEDYA Yeni medya kavramı, gündeme geldiğinden beri bilim insanları tarafından birçok farklı tanım kazanmıştır.
Kavram teknolojik ve geleneksel özellikler olarak iki farklı tanımlamayla ilişkilendirilmiş, bu konuyla ilgili pek çok karşılaştırma ve eleştiri sunulmuştur. Williams, yeni medyayı; yeni hizmetler oluşturup sunan ya da var olan hizmetleri geliştiren mikro elektronik bilgisayar ve telekomünikasyon uygulamaları olarak tanımlayıp geleneksel özelliklerine, Negroponte, yeni medyayı; eski medyadan ayıran temel unsurun, fiziksel atomların yerine sayısal bitlerin iletimi olduğunu belirterek teknolojik yönüne değinmiştir. Pavlik, görüşlerinde medya tüketicisi için eski ve yeni medya arasındaki temel farkın, kullanıcının daha fazla kontrol ve seçim oluşturmasıyla ilgili görüşlerini aktarırken, Van Dijk, yeni medya için; “iletim linkleri ile metin, veri, görüntü ve/veya ses gibi içeriklerin yüklenmiş olduğu farklı aygıtlara monte edilebilen yapay belleklerin bir birleşimidir” demiştir. Medyanın “yeni” veya “sayısal” sıfatı kazanabilmesi için ses, veri, metin, görüntü gibi öğelerin bir alt yapı üzerinde toplanıp aktarılması ve belirli işlemlere tabi tutulabilmesi gerekir. Bu gibi imkanları sağlayan medyanın, sayısallaştırılabilme gerçeğidir. Bahsedilen bu sayısallaştırma, haberleşme ve ulaşım gibi doğal faktörlerin olduğu geleneksel tarafının yanı sıra bilgisayarlar gibi işlemciler tarafından okunabilir hale getirilmiş teknolojik bir özellik kazanması durumudur. Sayısallaşmanın yeni medyaya sunduğu avantajlarının ve toplumun genelinde etkili olmasının nedeni ise elektronik cihazlar tarafından kolayca kullanılması ve bir ortamdan diğer bir ortama aktarımın kolaylaştırılmış olmasıdır. Örneklendirmek gerekirse sayısal medya (yeni medya) televizyon, internet, GSM, DVD gibi nicel farklılıkları olan bir teknolojiyle üretilmiştir ve bu yönüyle geleneksel medyadan ayrılmıştır. Eskiden birbirinden farklı olarak nitelendirilen kitle iletişim ve veri araçlarının birleşmesiyle yöneşme ilkesi oluşturulmuştur. Yöneşme, geleneksel medya olanaklarının medya ortamında işlenip, bilgisayar sistemleriyle bütünleştirilerek oluşturulmuş bir sayısal medya ilkesidir. Veri ve kitle iletişiminin bütünleşip tek bir ortama dönüştürülmesi yöneşmeyi mümkün kılar. Kodlanmış verilerin işlemden geçmesi, yöneşme sürecini kolaylaştırır ve aynı veri farklı ortamlarda işlenebilecek hale gelir. Böylece video, ses ve yazılı ürünlerin dağıtımı, bir bütün halinde ve aynı kanaldan gerçekleştirilmiş olur. Günümüzde, yöneşme ilkesinin toplum arasında yaygınlaştığını internet aracılığıyla görürüz. Çünkü internet dediğimiz bilgi erişimini sağlayan bilgisayar ve benzeri sayısal aygıtlar ile insanlar arasında bilgi paylaşımı oluşturan ağlar, sayısal medyanın en belirgin örneğidir. Toplumun içinde yaşayan bu örnek, bize sayısal medyayı tanıtmadan içerisine katılmamıza olanak sağlar. DiMaggio; “insanların rolü olmaksızın birbiri ile iletişim kuran bir grup bilgisayar veya bir ‘nesne’ değil; yer ve zamanın ötesinde insanları birbirine bağlayan bir ağdır” diyerek bu görüşü benimsemiştir. Shields ise “birçok insanı birçok insana bağlayan, gerçek zamanda gerçekleşen yeni bir elektronik iletişim teknolojisi, yeni bir örgütlenme biçimi, hatta yeni bir iletişim aracıdır” demiştir. Son olarak sayısal medya, geleneksel medyanın teknolojiyle süslenmiş halidir diyebiliriz. Teknolojinin gelişmesi, medyayı da tetiklemiş ve insanlarla uyum sağlayacak hale getirmiştir. İnsan var oldukça teknoloji gelişecek, teknoloji geliştikçe insanlar değişecektir. Bu durum ise insanın içinde yaşadığı kaçınılmaz bir ortam olan medyayı da etkileyecek ve gelişip değişmesine neden olacaktır. Sayısal medyanın geleneksel medyayı geride bıraktığı gibi sayısal medya da bir müddet sonra eskiyip, kullanılmaz hale gelebilir. Ama medya asla etkisiz hale gelmez. Yani medya, yeni adlar edinip kitlesini ve etkisini arttırabilir ama asla azalıp yok olmaz.
issuu.com/iletidergisi iletidergisi@hotmail.com Facebook.com/Ä°leti Dergisi