İmtiyaz Sahibi Danışman Genel Yayın Yönetmeni
Editörler
Yazarlar
İÇİNDEKİLER 4. Sayfa Başkandan
22. Sayfa Aslan ve Ceylan
6. Sayfa İntikam Savaşı: Kanlı Teklif
23. Sayfa Huzur
8. Sayfa Makineleşmiş İnsanların Kaybettiği Sanatçı
24. Sayfa Fantastik Sinema ve Potter Evreni
9. Sayfa Alışveriş
26. Sayfa Ders Aldık
10. Sayfa Kuru Fasulye
27. Sayfa Nacizade Bir Sevdam Var
12. Sayfa Hayatın İçinden
28. Sayfa Rick, Morty ve Felsefesi
14. Sayfa Apartman
31. Sayfa GOT’ın En Kötü Sezonu
16. Sayfa Fikirleri Beyninde Patlamak Üzere Olan Biri
32. Sayfa Asırlarca Doğa, Sonucu Spritüel Yaşam
18. Sayfa Düşlerdeki Uyanışlar
34. Sayfa The Man from Earth Kısa Bakış
19. Sayfa Temel Reis’in Hikayesi
35. Sayfa Natürmort ve Wtkin’in Çalışmaları Üzerine
20. Sayfa Artık Seninde Bir Şiirin Var
36. Sayfa Ömer Yıldız’ın Monologları
21. Sayfa Şehir ve İnsan Manifestosu
37. Sayfa İklim Ormanları Eğitim Projesi
BAŞKANDAN
UŞAK ÜNİVERSİTESİ İLETİŞİM TOPLULUĞUNDA
BAŞKAN OLMAK.
M
erhabalar İleti Dergisi okurları. Kendinden bahsetmeyi hiç sevmeyen biri olarak azıcık özetle asıl anlatacaklarıma geçmek istiyorum. Ben Nilüfer Tepe. Uşak Üniversitesi Yeni Medya bölümü 3. sınıf öğrencisiyim. Sizlere İletişim Topluluğundaki hikayemden ve olayların nasıl buraya geldiğinden bahsetmek istiyorum. Uşak Üniversitesi’ne geldiğimde sıradan bir öğrenci olup 4 yılı bitirip işe gireceğimi sanıyordum. Farkındayım, fazlasıyla saçma bir düşünce. Daha kendime gelip ‘’bir şeyler yapmalıyım’’ demeden kendimi İletişim Topluluğu’nun içinde buldum. İlk senemde 1.sınıfların topluluğun yönetimine girmesi gerektiğini ve bu kişi olabileceğimi söylediler. Fazla düşünmeden verdiğim bir karardı. Çok fazla algı yaratılmıştı üzerimde; Üniversite toplulukları vardır fakat pek bir iş yapmazlar diye biliyordum. İşlerin içinde olmayı kendim seçtim. Belki iletişim okuduğumdan belki de yavaş yavaş bazı şeylerin farkına vardığımdandır. Bahsetmeden geçemeyeceğim konu ise bir önceki başkanımız Ümit Tatıl. Kendisinin başkanlık seçimi zamanında sandık başında görevliydim. Beni yardımcı olarak seçeceğinden haberim yoktu. Nedenini sorduğumda iyi anlaştığımızı vurguladı. Gerçekten iyi anlaşıyoruz. Topluluk dediğimiz kelimenin anlamı, bir amaç için toplanmış insanlardır. Biz birçok amaç için bazen bireysel amaçlarımız için de bir araya geliyoruz. Son 2 haftadır
4
fark ediyorum, böyle bir toplulukta başkan olmak çok güzel bir duyguymuş. Neden? İletişim topluluğu son 2 senedir tüm birimleriyle çok güzel işlere imza atıyor. Şu an bu dergiyi okuyorsanız eminim ki bu işlerin çoğundan haberiniz vardır. Ben yine de bahsetmek istiyorum. İki büyük etkinlik ve daha fazlası... Türkiye’de bir öğrenci topluluğunun yaptığı tek festivali bu topluluk yapıyor. Uşak Kanatlı Denizatı Kısa Film Festivali. Bir çoğumuzun içerisinde bulunmaktan gurur duyduğunu biliyorum. İletişim Günleri ise diğer büyük etkinliğimiz. İletişim Topluluğu olmanın hakkını vererek, Radyo Televizyon ve Sinema, Halkla İlişkiler ve Reklamcılık, Gazetecilik ve Yeni Medya bölümlerine tüm birimlerimizle hitap ediyoruz. Hiçbir şekilde ün, isim duyulması, herkes bizi sevsin bilsin amacı gütmüyoruz. Eğer amacımız öğrenci odaklıysa öyle kalmalı bize göre. Yaptığımız etkinlikler, atölyeler, münazaralar, çözümlemeler ve daha bir çoğundaki hedefimiz kendimize her zaman bir fazlasını katabilmek. Topluluk üyeleri kendi fikirlerini rahatlıkla söyleyebiliyor, arkadaşlar münazara etkinliği mi yapsak? diye bir fikir atılıyor, kendi aramızda konuşuyoruz, üzerine ekliyoruz ve danışman hocamıza bu fikri sunuyoruz, uygun görülürse yapıyoruz. Aslında her şeyin başında iletişim kurabilmek geliyor. Eğer siz bir adım atarsanız daha fazlası size doğru gelecektir. Üniversite hayatındaki yerinizi kendiniz seçiyorsunuz. Sadece derslere girerek üniversiteyi bitirebilirsiniz. Bunu yapmak çok kolay. Ya da üniversite hayatınızı renklendirip, ders dışı etkinliklerle
Evet etkinlikler dedim, topluluk dedim, şimdi başlıkta da bahsettiğim konu İletişim Topluluğunda başkan olmak konusuna gelmek istiyorum. Ön yargılarla yaklaştığım bu konum beni şu aralar değişik hislere soktu ve ben de bunu başarabildiğim kadar yazıya dökmek istedim. Topluluğumuz son 2 senedir başkanını seçim ile başa getiriyor. Adaylığımı koymakta kararsızken şu an iyi ki diyorum. Ben bu kadar övgüler yağdırırken içinizden hep mi böyle güzel hiç mi kötü yanları yok diyor olabilirsiniz. Tabi ki de var ama kurduğumuz düzende kötü, zor, içinden çıkılmaz anlar kolaylıkla çözülebiliyor. Çok basit bir örnek olarak acil olan maili açamadığımda onlardan hemen bunu çözmeleri için yardım isteyebiliyorum. Başkan olacağım zaman korktuğum, arkadaşlığımız bozulur mu bu düzene ayak uydurabilir miyim diye düşünmemdi. Bizim topluluğumuzda belli bir hiyerarşi yok, olmamalı. Benim başkanlığım veya diğer arkadaşların koordinatörlüğü bazılarımızın yönetimde bulunması, bunların düşünüldüğü kadar yönetimsel güç olmadığını her zaman hissettirmeye çalışıyoruz. Ben başkanım deyip kenara çekilseydik ya da ben yönetimdeyim afiş asmam deseydik bu yukarıda anlattıklarımın hiçbiri yaşanmazdı. Bazen yetersiz ve eksik olduğumuz zamanlar oluyor. Bunu nasıl çözebilirize yöneliyoruz. Bir önceki seneden itibaren beni mutlu eden bir diğer konu ise oluşturduğumuz birlik ve bunu kapanarak değil genişleyerek büyütmemiz. Aramıza yeni gelenleri veya üniversitede bulunup bizden yeni haberdar olanları da aramı-
za alıp gelişiyoruz. Dışarıdan bir gözle ne güzel eğleniyorlar diyenleri de duyduk, ne bu böyle iş yapsınlar; dans ediyorlar, top oynuyorlar diyenleri de duyduk. Evet biz dans edip top da oynuyoruz. Bunu etkinlik dışında, ders dışında kendimizi dinç tutmak ve eğlenebilmek için yapıyoruz. Biliyorum ki sadece etkinliklerde görüşüp, merhaba ile kalan bir iletişim düzenimiz olsaydı şu an burada olamazdık. İşte böyle bir toplulukta başkan olmak ve bunu topluluk üyelerinin istemesi çok farklı ve güzel bir duyguymuş. Bu yüzden öncelikle danışman hocamız Onur Keşaplı’ya daha sonra tüm topluluk üyelerimize, arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Umuyorum ki böyle devam ederiz üzerine daha fazlasını katarak ilerleriz.
BAŞKANDAN
hem güzel vakit geçirip hem de kendinizi geliştirebilirsiniz. Sizlere belki de haddim olmayarak tavsiyem, üniversite hayatınızı renklendirin.
Dönemin başı olduğundan etkinliklerimizde hepinizi görmekten mutluluk duyacağımızı belirtmek isterim ve düşünmekten, ilerlemekten korkmadığınız, güzel bir yıl olmasını dilerim. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere.
Nilüfer TEPE
Uşak Üniversitesi İletişim Topluluğu Başkanı
5
Deniz EREN
İNTİKAM SAVAŞI: KANLI TEKLİF Sanat her zaman bir iletişim aracı olmuştur. Bu iletişimin etkileşime dönüşebilmesi için aşk, sevgi, mutluluk, öfke, hüzün gibi duyguları istek ve şikâyetleri içerisinde barındırması gerekir. Duygular, istekler ve şikâyetler bize aktarılırken en kısa yol şüphesiz müzik sanatından geçiyor. Müziğin, insanlar üzerindeki psikolojik etkisi sürekli vurgulanmaktadır. Özellikle ilk çağlarda insanların ruhuna şeytan girdi düşüncesiyle başlanan müzikli tedavi yönteminin günümüze uzanan bir yolculuğu vardır. Her ne kadar müziğin psikolojik etkisini bu yazıda konuşmayacak olsak da sesin ritmi ve tondaki ahengi biz pek farkına varmasak da yaşantımızı şekillendiriyor. İzlediğimiz film sahnelerinde çalan müzikler karşısında değişen duygu durumumuz bu konuda en büyük örneklerden. Seyircileri etkisi altına alan unutulmaz film müziklerinin yaratıcıları arasında, hem senaryosunu yazdığı hem de müziklerini yaptığı filmlerdeki etkisiyle Avustralyalı rock şarkıcısı Nick Cave’i örnek olarak göstermek mümkün. Özellikle Avustralya Sinema ve Televizyon Sanatları Akademisi En İyi Özgün Film Müziği, En İyi Kostüm Tasarım Ödülü, En İyi Görüntü Yöne-
6
timi, San Diego Film Eleştirmenleri Birliği En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü ve Chlotrudis En İyi Özgün Senaryo Ödülü gibi başarılarla ses getiren 2005 yapımı The Proposition filmi bu anlamda başı çekmektedir. Nick Cave’in çok yönlü kişiliğinin sanata yansımalarından biri de sinemadır. Bu alanda çalışmaları film müziklerinden oyunculuğa ve senaryo yazımına kadar geniş bir alanı kapsamaktadır. Bu yazıda senarist kimliği üzerinden Cave’in hayal dünyasına göz atmaya çalışacağız. Yaşayan Ölülerin Hayaletleri (1988), The Proposition (2005) ve Lawless (2012) adlı filmlerin yönetmenliğini John Hilcoat, senaryo yazarlığını ise Cave üstlenmiştir. İlk filmi Yaşayan Ölülerin Hayaletleri ‘nde Cave’ in senarist kimliğini görmeye başlamamızın yanı sıra filmin müziklerine katkısı da söz konusu. Bunların yanında filmde oyuncu olarak da yer aldığını belirtelim. Filmin müziklerini The Bad Seeds kurucularından Mick Harvey ve Blixa Bargeld ile yapmış, senaryosunda ise daha kalabalık bir kadro ile (John Hillcoat, Hugo Race, Evan English, Gene Conkie) çalışmıştır. İkinci filmi The Proposition, tür olarak
gösteriyor. Masum olan kim, suçlu kim, Charlie’nin hangi kardeşini ateşe atacağı belki de bu tartışmada ortaya çıkıyor. Filmin kilit noktasını oluşturan Charlie karakterinin Arthur’u bulduğu sahnede uçuruma bakıp “biz cehenneme gideceğiz” söylemini kullanması olay örgüsünde gerginliğin artmasına neden oluyor. Bu söylemden sonra cehennem hayatı yaşayan karakterler ve Mike’nin gördüğü haksız işkencenin izleyiciye yansımasıyla film adeta yeniden başlıyor. Arkada çalan fon müziğinin rahatsızlık verici tonu ise seyirciye tehlikenin haberini önceden hissettiriyor. Güçlü görüntü dilinin, ışık ve ses kanalından gelen müzikle birleşmesi filmdeki duygunun izleyiciye geçmesinde büyük bir etkiye sahip. Diğer yandan Avustralya’da yeni bir kültür yaratmak isteyen İngiliz şerifi Stanley’in Avustralya çöllerine bakıp her defasında medeniyet getireceğini dile getirmesi bize Amerika dış politikasını hatırlatıyor. Şöyle ki Amerika’nın masum “medeniyet” söylemlerinin altında yatan işgalci zihniyet, kardeş İngiliz devletinin de her daim dilinde. Burada da karşımıza Şerif Stanley ile açığa çıkan bu gerçek (ya da zihniyet yapısı), Avustralya’nın sosyo-politik tarihinde birçok tahribata yol açacak şekilde var olmuştur. Tarihin her sahnesinde tanık olduğumuz “köleleştirme” kavramına yönetmen Hillcoat’ın insanı insana anlatan filmi ile tanıklık ediyoruz. 19.yy sonlarında Avustralya’ya gelen Britanya kolonilerinin adanın yerli halkı Aborjinlere yaptığı köleleştirme ve küçük düşürmeleri görmekteyiz. Şerif Stanley ile gördüğümüz bu durum bir süre sonra Stanley’nin iç hesaplaşmasıyla adaletli bir hal alıyor gibi görünse de bu durumun uzun sürmediğini söyleyebiliriz. Zira filmin sonunun izleyiciye bırakılması filmdeki adalet kavramını yerle bir ediyor. Ve bu durum adeta izleyiciye “adalet istiyorsanız buna kendinizi sorgulayarak başlayın” dedirtiyor. Son olarak, Nick Cave’in özenle işlediği senaryosu ile birleştirdiği müziğin kimi sahnelerde oyunculardan rol çalacak ölçüde güçlü olduğunu vurgulanmalı.
Deniz EREN
western filmlerini andıran dramatik yapısı ve biçimiyle öne çıkıyor. Film, Avustralya’nın çöllerinde geçen bir intikam, kan davası hikâyesi çerçevesinde gerçekleşiyor. Kanun kaçağı Burns kardeşlerin kasaba halkı ve polislerle olan mücadelesi anlatılırken aynı zamanda çöllerdeki gerilime tanıklık ediyoruz. Cave’in belirlediği gruplar ve aralarındaki çatışmada izleyicinin taraf olabileceği koşullar ortadan kaldırılmış ve sadece olacakların takip edildiği bir anlatım biçimi tercih edilmiş. (Bunun bir benzerini Lawless filminde de görmek mümkün) Filmdeki gruplaşmalar sömürgeci İngilizler, Aborjinler, Arthur Burn ve çetesi ile diğer iki Burns kardeşler şeklinde özetlenebilir. Çoğu izleyicinin The Road (2009) filmiyle tanıdığı Avustralyalı yönetmen John Hillcoat’un 2005 yapımı The Proposition/Kanlı Teklif filminde kendisine senaryo ve müzikleriyle eşlik eden Nick Cave ile güzel bir uyum yakaladığını söyleyebiliriz. Şöyle ki Nick Cave’in sıra dışı yapısı ve ağır müziğiyle yönetmen Hillcoat’un macera dolu karanlık film anlayışının birleşmesiyle ortaya çıkan Kanlı Teklif, kimi sahnelerde (özellikle son sahnede) vermiş olduğu kapalı mesajlarla izleyicide düşündürücü bir yol izleği oluşturuyor. Filmin açılışında gördüğümüz fotoğraflar ve arka fonda çalan müziğin etkisi izleyiciye fotoğraf albümüne bakıyormuşçasına özlemli bir his oluştursa da hikâyenin devamında aile kurumunun olmadığını görüyoruz. Hopkins ailesinin çiftliğine yapılan saldırı sonucu ailenin intikamını almak isteyen şerif Stanley’nin (Ray Winstone) Burns kardeşlere götürdüğü teklif bir süre sonra masumiyet kavramının sorgulanmasına neden oluyor. Şöyle ki Burns kardeşlerin ortancası olan Charlie (Guy Pearce) intikamdan sorumlu tutulan ağabeyi Arthur’u ya öldürecek ya da küçük kardeşi Mikey Noel günü asılacaktır. Mikey’i idamdan kurtarmak için Arthur’u aramaya koyulan Charlie’nin yol boyunca karşılaştıkları, “ahlak kavramı iyi olmak için yeterli mi” sorusunu akıllara getiriyor. Charlie’nin Hopkins’lerin evine gitmesi ve yapılan vahşetle yüzleşmesi aynı zamanda yönetmenin olayları tüm açıklığıyla ortaya koyarak bizleri bir sorguya davet ettiğini
7
Gül GÜL
8
MAKİNELEŞMİŞ İNSANLARIN KAYBETTİĞİ SANATÇI Gel gelelim eserlerinde nelerden bahsettiğine. Modern toplumu özellikle de içinde yaşadığı Japon toplumunu ayna gibi yansıtmıştır. Japon toplumunun o buhranlı kasvetli havasını eserlerinde kullanmıştır. İş makinelerini, çocukları, mutsuz insanları, böcekleri, lavaboları, çantaları, kutuları vb. çalışma ve eğitim hayatının içinde kullanmıştır. Koşar adım yetişmeleri gereken bir iş hayatı bu iş hayatında çalışan insanların makineleştiği, eğitim sisteminBir gece tesadüfen denk gelip de saat- de çocukların tek tipleştiği, yalnız, mutsuz lerce eserlerini incelediğim bir ressam- insanlar Tetsuya İshida’nın eserlerinde asıl dan bahsedeceğim sizlere. Tetsuya İshida. Kendisi Japon toplumunu şuan baktığımızda tek Japon toplumunu değil daha geniş toplumları yansıttığını söyleyebilirim. Tedsuya İshida, 16 Haziran 1973 yılında Japonya’ da doğdu. Annesi ev hanımı babası ise parlamento üyesidir. Ailesi sanatçı olmasını istememiş, akademik bir kariyerde ilerlemesini istemişlerdir. Musashino Sanat Akademisi’nde Görsel İletişim’den mezun olmuştur. Sanatçı olmasını istemeyen ailesinden hiç destek almadan okumuştur. 23 Mayıs 2005’te kimi görgü tanıklarına göre intihar kimi görgü tanıklarına göre karşıdan karşıya geçerken trenin hızını hesaplayamamasından dolayı temalardır. Ve asıl dikkat çeken kısım ise tüm yaptığı eserlerde aynı biçimde kenölmüştür. di suratını kullanmasıdır. Üretim bandı üzerinde koşan bir insan, üretim işçileri ve sanatçının kullandığı o mutsuz surat ifadeleri. Makineleşmiş insanlar, binalar arasına sıkışmış insanlar, ürettiklerine yabancılaşmış, “şeyleşmiş” insanları başarılı bir şekilde yansıtmıştır. Farkında olmadığımız üretimin içinde bir araç olduğumuzu acıklı bir şekilde gözler önüne sermiştir.
eye karar kıldınız hayatta? Kendi içinizde sitemi, öfkeyi, sevgiyi, korkuyu, hüznün getirdiklerini sorguladınız mı? Her şeyi çabuk tüketiyoruz. Fakat bir türlü doyamıyoruz, doymayı bilmiyoruz. Öğrenmiyoruz, öğretmiyoruz az ile yetinmeyi.
Melek BALKIŞ
N
ALIŞVERİŞ!
Raflarda %70 indirim var. Sevgi satıyoruz diyen oldu mu? Ya öfke, korku, yalan? O, %70 indirimdeki sevgiyi alırken cüzdanınızda nakit paranız bitti mi? Kredi kartınızı çıkarıp son limitinize kadar harcadınız mı? Ay sonunda, faturanız geldiğinde kara kara düşündünüz mü? Mahkeme heyetine başvuru yaptığınızda “Ben bu indirimdeki duyguların hepsini aldım artık istemiyorum“ dediniz mi? Yargıcın verdiği karar istediğiniz sonuca ulaştırsa da zamanı da tükettiniz. Öyle değil mi? Ne oldu şimdi? Nerede hata yaptınız? Niye hata yaptınız? Bu sorular da ruhunuzu zedeledi mi? Zor olsa gerek alışveriş yapmak. Mahalledeki teyzeler pazara çıktığında elmanın iyisini tüm elmaları gözlemleyerek bulur. Pazarın başından girer, sonundan çıkar, fiyatlarına bakar. En sonunda seçtiği elmanın tadına bakar ve alır. İnsan seçimi ve insanın duygularını doğru yönetmesi de bunun gibidir. Bizim mahalledeki teyzeler gibi olmamız için yaşımızın olgunlaşması, aynadaki benliğimizi sorgulamamız mı gereklidir? Yeteri kadar akılcı olgun davranmak yaşımızla mı alakalı mıdır? Hatalarımızdan ders almamızda önemli değil midir? Zararı aza indirgeyip doğruya ulaştığımızda hedefi tam 12 den vururuz. Evet, hedef beynimizdir.Aynadaki benliğimizle yüzleşerek tam insan oluruz.
9
Ayşe ARSLAN
10
KURU FASULYE
A
kşamdan koymuştum fasulyeleri suya. Annem ilk on beş yaşındayken göstermişti yemek yapmanın inceliklerini. Bu da onlardan biriydi, fasulyeyi önceki günden koyacaksın ki suya, kolayca pişsin, mideye dokunmasın diye. Babamın en sevdiği yemekti, şimdi de Mithat’ın. Evlendiğin kadının, kayın valideye benzemesini okumuştum elbet ama babamla, Mithat’ın bu kadar benzediğini açıklayan bir yazı çıkmamıştı karşıma. Gerçi okuduğum kitaplarda, sevgiyle yapılan evliliklerden söz ediliyordu. Hepsi yalanmış demiştim, gelinlikle kendimi ilk aynanın karşısında gördüğüm yerde, Ayla ablanın güzellik merkezinde. Saçımı güzel yapmıştı ama, severek evlensem bile yapacağım bir saçtı konumuz bu değilken bile üstelik. Bunları düşünmemeliydim, fasulyenin ayrı bir tencerede haşlanırken soğanı, biberi usulca diğer tencerede kavururken. Sıvı yağ yerine, tereyağı koyduğumu söyledim mi bilmiyorum ama mis gibi koktuğu tartışılmazdı. Konumuz tereyağı da değildi üstelik. Salçayı eklerken geliyor aklıma konu, kendime geliyorum. Salça rengine benzemese de kızarıyor yanaklarım. Dünkü anı hatırlıyorum ardından, sevginin yeri ve zamanı olmadığını, geçmişin bir anda karşına çıkıp nefesini daralttığını, gözleri yere indirebildiğini. Sonra Mithat‘ı düşünüyorum, giderek belirgin olan karnımı. Sonra tekrardan her defasında olduğu gibi, onu. Arkadaşım Nimet öğretmişti, kendini affettirmenin farklı yolları var Asude, unutma demişti. Unutmamış, gebe halimle, annemin öğrettiği kuru fasulyeyle Nimet‘ in kulaklarını çınlatmakla meşguldüm. Böyle olmayacaktı, fasulyeleri salçalı karışıma ekleyip, biraz kavurduktan sonra pişmesi için rahat bırakmıştım. Sıra içimi sorgulamakta, kavurmaktaydı. Beş yıl öncesine, dönüp evliliği sıfırlamakla başlamalıydım işe, tamda alyansıma bakarken hem de, acımasızca. Beş kardeşinin en küçük
hem de evin tek kızı olarak ana kuzusu olduğum dönemlere. Gönlümü bizim evin karşısında oturan, yeşil gözlü, uzun boylu oğlanı Orhan’ a kaptırmıştım. Çok fakirlerdi Orhanlar Allah ona o kusursuz güzel çim yeşilini gözlerini verirken, ailesinden maddi olarak her şeyi esirgemişti. Okula gidip gelirken pencereye cam niyetine takılan, naylonlardan anlardım bunu, hiç çaktırmazdım ama ona. O da güzel yeşil gözlerinden bana aktarmazdı. Çok çalışkandı Orhan. Aynı sınıfta değildik ama Nimet‘ in hayran hayran anlatışları arasında derslerde başarılı olduğunu, liseden derece ile mezun olacağını, hocaların onu her gördüğü her yerde hatır sormalarından anlardım. Gözlerimle gördüğüm ise okulun beyaz gömleğinden bile saklayamadığı geniş omuzları, uzun boyu ve içimi eriten yeşil gözleriydi. . Nimet en yakın arkadaşımdı, o aralar benzediğimiz ortak alan ona karşı ikimizde bir şeyler beslemesi, en farklı durum ise onun açıkça belli edip, benim sustuğum onu görünce domates salçası gibi kızaran yanaklarımdı. O zamanlar sadece beni seçip sevgisi bana ait olan Mithat, şu an ise Nimet’ in kollarındaydı. Bizzat benim seçimimle, babamın elleriyle. Alyans olan parmağımdaki acı, şu ana dönmeme sağlamıştı. Fazla sıkmıştım, acımı parmağıma ödetmeye çalışarak. Geçmişe dönecektim elbet, ama ilk biraz kalkıp camın önündeki tekli koltuğa geçmem gerekliydi. Nefesimi kontrol altına alarak, pembe üzerinde kır çiçekleri olan koltuğa geçerken, geçmişe dönebilirdim. Tam dönecekken, tam karşımda Mithat‘ la olan evlilik fotoğrafına aldırmayarak hem de. Gizli gizli buluşurduk Orhan’la karşılıklı evlerimizin arkasındaki derenin kenarında, fırsat buldukça başımı koyduğum güzel geniş omuzlarında. Nimet’le bile paylaşamadığım en güzel sırrım, onca kitap okumama rağmen tanımlayamadığım tek duygumdu. Ama ilk şokum omuzlarının arasından sıyrılıp annesinin annemle haber
ğa dizerken, Mithat sabırla, emekle pastanın hamurunu yapmakla meşguldü. Sonunda ben baklavaları çöpe atarken kazanan o olsa da, ben pastada ki Orhan eksikliğindeydim. Mithat ise her işten geldiğinde karnımı severek, doğmasını dört gözle beklediğimiz kızımızdaydı. Kızım, baklavaları çöpe atmama da, pastayı hiç ses etmeden yememe neden olacak kadar içimde bir yere sahipti. İlk karnıma düştüğü andan ve kalp atışını duyduğum doktor kontrolünden sonra hayatıma en kalıcı imzayı çoktan atmıştı. Ama ilk tekmeyi hissettiğim an, Orhan’la beş yıl sonra karşılaştığım yer olan kaldırım olmamalıydı. Üzerinde diz hizasındaki hamile elbisemle çıkmış olduğum yürüyüş bana kızımın tekmesi ve eve dönerken kuru fasulye almama neden olmuştu. Onda ise kısa çaplı bir şok, çokça hüzün vardı. Zayıflamış vücudu, çöken omuzları ve gölgeli yeşil gözleri ile yanımdan geçerken bende ki en sevdiği şeylere, uzun kıvırcık saçlarıma bakabilmişti, öylece çekip gitme hakkına sahipti sadece. – hala ona ait olan kalbimle-. Giderken ellerine takıldı gözlerim benim alyansımın aynısı onda da vardı elbet, farklı insanlara ait alyanslarla yanımdan öylece geçip gitmişti, bana ise yanından geçerken gözlerimi kapatıp bir anlığına da olsa bana ait bir yüzük taktığını hayal etmekti. Öyle değildi ama, bir ay önce Nimet’le nişanlandığını, güzel bir iş pozisyonu olduğunu, ailesini o sefaletten kurtardığını, duymuştum. Sonrasında ise eve gelip, eşime en sevdiği yemeği yapmaya koyulmuştum. Hayalimdeki on saniyeyi ona affettirmek, sevmeyi sevilmekle kapatmak. Sonrasında kalkıp yemeğin altını kısmak, sevilmenin haklı gururu ile kızımın babasını beklemek. Sevginin elinde sonunda dibi sıyrıldığında, sıyırılmak zorunda bırakıldığında, sadece acı kelimesinin okunmasını kabullenmek, diğer sevgiye yönelip karnı okşamak kalmıştı.
Ayşe ARSLAN
saldığı, hayatımın en mutlu günü olarak tanımladığım isteme günümde yaşayacağımı nerden bilebilirdim ki. Babam kalbime bir şey sormadan beni, fukara Orhan yerine memur olan Mithat’a uygun görmüş bu yetmiyormuş gibi annesi Seher teyzeyle bir öğrenmiştim. Orhan bizden çıkarken, sadece elinde çiçek ve çikolatayı değil kalbimi de götürmüştü. Babamın dünya umurunda değildi, mantığı ile aldığı karar ve kendisi hala orada sapasağlam duruyordu. Bense tam karşısındaki koltukta, elim sinemde, çok eski Türk filmi izleyip, ağlamama bağlıyordum. Sorun şuydu artık Filiz Akın ve Ediz Hun‘a değil de hayatım boyunca ağlayacağım gerçek bir filmim vardı ve yapımcı koltuğunda Türker İnanoğlu yerine babam vardı. Mithat‘la evlenmek zorunda değilsin tabi ki, ama Orhan’ın olmayacağını bilmek, unutmak zorundasın, sefalet içinde büyü diye okutmadım seni, ona göre davran, yerini bil diye. Yönetmen olduğu yetmiyormuş gibi bir de kendine kötü adam sahnesi eklemişti! Ben ise bir Filiz Akın bile olamayıp kendimi sadece kahverengiye benzetebiliyordum. Kahverengi. Ne düşünmüştüm lisedeyken, pembe pembedir, mavi ise mavi. Ama onun kendi ismi bile olamayıp sadece kahveye benzetildiği için o rengi alışına üzülmüş, en olamayacak şeyi yapıp bir renge acımıştım. Acınacak hale düşmüştüm, kahverengi olmuştum Babamın benzettiği yolda, özgün olamayan bir insan ve rahat bir hayatım olacaktı. Tam da babamın istediği gibi, kahverengi gibi. Orhan dışında kimin olacağı umurumda olmayacağı için Mithat’la olan bu evliliğe kelimenin tam anlamı ile imzamı atmıştım. Mithat ise filmimdeki temiz kalpli, aile babasıydı. Anlaşamadığımız tek nokta, sevgiye olan bakış açılarımızdı. O sevgiyi malzemeleri bir araya getirerek uzun uğraşlar sonucunda evde yapılan güzel yaş pastalara, ben ise eve aniden gelip dışardan alınan ve gördüğüm an vurulduğum fıstıklı baklavaya benzetiyordum. Ben baklavaları taba-
11
Fırat AKAY
HAYATIN İÇİNDEN Milyarlarca insan tek renk değil, tek bir ses yok, tek bir dil yok. Milyarlarca insan birbirinden farklı. Aynı ülkede dahi kültürler yaşamlar hayatlar farklı ve hatta en küçük kurum olan ailede dahi her şey farklı. Bu muazzam ve etkileyici farklılıkta “iyi ki de farklıyız” diyorum. Çünkü bana göre farklılık öğrenmek demektir, bilmek demektir ve bağlılık demektir. Otobüs de, metro da, sokak da kısacası her yerde bakıyorum insanlara ; kimisi üzgün, kimisi mutlu, kimisi tedirgin, kimisi korkuyor, kimisi telaşlı bunları görüyorum baktığım siluetlere. Sadece maddesel özelliklerimiz değil duygularımız bize ait olan hislerimiz de farklı.
“İnsan, insanın tamamlayıcısıdır” Aynı olsaydık bu dediğim mümkün olmayacaktı. Çünkü birimizin göremediğini diğerimiz görür ya da hisseder. Tam da bu algı insanları ortak paydaya yönlendiriyor.
12
Farklılık ile birleştirilen tek nokta ortak payda oluyor. Bu ortak payda paylaşmayı, uzlaşıyı, beraberliği bir sonuç olarak neticelendiriyor. Nedir diyeceksiniz bu ortak payda? Hemen cevap veriyorum ufak bir tebessüm ile gülüyorum çünkü mutluyum çünkü güzel cümleler kuracağım. Ortak payda aşktır, paylaşmaktır, kardeşliktir, sevmektir iyi olan ve benim gibi yüzünüze tebessüm konduran her şeydir. O halde sizde elinize bir kağıt ve kalem alın ve sizi mutlu eden ruhunuza tebessüm konduran ortak paydayı yazın ve her yere herkese paylaşın yaşatın … Size bir anımı anlatmak istiyorum. Serin bir yaz ayıydı ve İzmir’ de böyle yaz ayında serin bir anı yakalayıp kordonda dostlarla sohbet etmemek elde değil. Dostlarla keyifli sohbetin ardından sahilden otobüs durağına doğru yürüyorduk ve kısa bir süre yürüdükten sonra yerde yatan 25 yaşlarında bir genç fark ettik. Önce anlayamadık
Farklı fikirlere saygı duyup dinlediğin zaman farklı fikirlerin saçma olmadığını göreceksin demişti. Evet işin sırrı bu saygı duymak. Olanı görüp set çekmek çok kolay ama olanın karşısında işbirliği yapıp uzlaşmak elbette zor değil evet bu daha da kolay. Bunu başarabilmek için biz gençler olarak ilk adımı atmamız gerekiyor. Tepkisiz bir toplum inşasına dur demek gerekiyor. Eğer dur demezsek biz o inşanın altında büyük bir yıkıntı olacağız. Toplum içerisinde aşılanması gereken medya aracılığı ile kaybettiğimiz duyguları canlandırmamız gerekiyor. Medyanın düşlerimizi, ortak paydalarımızı köreltmesine dur dememiz gerekiyor. Evet bu nasıl olacak? dediğinizi duyar gibiyim. Maddeler halinde sıralayıp bilimsel bir veri anlatmayacağım aksine en başta dediğim gibi hayatın içinden anlatacağım. Bizlere aşılanan rekabet ortamını biz düşmanlık olarak anladık. Öncelikle rekabet en iyi olan değil en farklı olan demektir benim için. Bu farklılığı oluştururken beraber duygusunu çok canlı tutmamız gerekiyor. İşte yapmamız gereken işbirliği oluşuyor. Herkesi aynı görüp herkesten bir şeyler dinlemek heybemize bir şeyler katmak gerekiyor. Bunun dışında ilgi duymamız gereken bizi birleştiren kültür sanat, müzik elbette ortak payda havuzunda büyük bir bölge kaplıyor. Bizler de bu havuzda büyük bir birleştirici gücüz. Bu güç el değdikçe çoğalacak. Güveniyorum, inanıyorum hayatın içinde güzel işler olacak…
Fırat AKAY
ve aramızda; yatıyor mu? Farkındalık için bir şeyler mi yapıyor gibi bir çok geçirdik. Birkaç adım attıktan sonra durumun öyle olmadığını fark ettik. Hemen yerde yatan gencin yanına gittik ve genç konuşmuyor titriyordu. Gencin bu halinden büyük bir endişe duyduk ve çevreden sadece gence bakıp yürüyen kulaklarını tıkamış gözlerini köreltmiş insanlıktan yardım edin dedik ve ambulansı aradık. Bizim oraya geldiğimizi görüp yanaşan insanlar kuru kalabalık halinde ne olmuş orda deyip sadece konuşuyorlardı ama biri vardı içlerinde ve yanımıza geldi gence yaklaştı yan çevirdi önce masaj yaptı, kollarını ovaladı bir süre devam etti yan konuma getirerek belki de ilk hayati müdahalesini yapıp gencin yaşama tutunmasını sağladı. O adamı tanımıyorum ve o adam bizimle aynı dili konuşmuyordu ve o adam ülkemize turistik bir gezi için gelmiş büyük bir küresel vatandaştı. Kimdi neydi bunu bilmiyorum ama bildiğim tek bir şey var o adam küresel bir vatandaş. O yerde yatan kişinin diline, rengine, ırkına bakmadı onun insan oluşu küresel vatandaşa yetti. Kısa bir süre sonra ambulans geldi ve genci hastaneye sevk ettiler belki de genç o kocaman yüreği olan küresel vatandaş sayesinde hayata tutundu. Şunu da söylemem gerekiyor kuru kalabalık yapan tepkisiz insanlar beni gerçekten çok ama çok acıttı. Yaşanmış bir örnek ile aslında her şey açıkça anlaşılıyor. Acılara ve mutluluklara ortak olmak tepkisiz kalmamak gerek. Yaşamın bizden istediğini bizde yaşatacağımız gerçekler ile büyüleyelim.
Genel anlam da ileti dergisine yazdığım ilk yazımda çağrışım ve beklentiler üzerinde bir etkiyi bırakmak istedim. 2. yazımda ELBETTE ZOR DEĞİL tahlillerim üzerine bloklar halinde söyleşiler ve analizlerimi anlatacağım. DestekleÇok değerli hocamın beni ve vizyonu- rinden dolayı ileti dergisi emekçilerine çok mu etkileyen bir sözünde şunu söylüyor: teşekkür ederim.
13
Gözde YILDIRIM
14
APARTMAN Çocukluk çağlarımda apartman komşuluğu kültürü henüz ruhuna Fatiha okutmamış ancak o eski parlak günlerinden de bir hayli uzaklaşmıştı. Yaşadığımız apartmanın giriş katında Belma Teyze vardı örneğin herkesin yardımına açık, insanlarla kaynaşmanın, hasbihalin, bir dokun bin ah işidçilerin Belma Teyzesi... Ancak Belma Teyze’nin bir istisna komşusu vardı, Selma Hanım... Selma Teyze konfeksiyoncuydu kocası çocukları henüz çok küçük yaşlarda iken bir kadına gönlünü kaptırmış üzerinde bir yamalı hırka, ayaklarında kahverengi baba terlikleri gitmiş yerleşmiş kadının isli sobalı gecekondu evine. Selma Teyze de o günden sonra ne o adamın adını anmış, ne de bir yıkıntının ardından hayalet kadın olmuş! Bekarlığında dâhi iş nedir bilmemiş, yolunu çıkaramaz bir kadınken azmetmiş, sebat etmiş sonunda ustabaşılığa kadar yükselmiş. Sabahın altısında kapıda yorgun argın pejmürde halde görünen Selma Teyzeyi gören Belma Teyze hiç güvenmezmiş ona, hangi evde feneri söndürmüş müş yine! Zaten manav Ahmet kimseye açmadığı veresiye defterini bu kadın için açar, kasap Ekrem kıymayı 50 gram daha torpillisinden katarmış bu kadına! Hep görür hep işitir de edepli kadın olduğundan mütevellit minik fiskoslarını yalnızca ahiretliği Mürüvvet Hanım’a üslûbu dairesinde fısıldarmış. Mürüvvet Hanım eski konkencilerden, doksanların kesin dönüşlü Alamancılar’ından. Belma Teyzeyle hukukları eski ancak kısa aralıklı yaz komşuculuklarından. Yazları bir aylık Türkiye ziyaret-
lerinde başlamış hasbıhalleri sonradan sonraya muhabbetleri koyulaşıyor da pek bir sevişmelere doyamıyorlar. Mürüvvet Teyzeyi çok severdi apartman ahalisi. Altı numarada oturan Saraylı ailesinden küçük Nezih ilk defa bisiklet öğrenmeye çıkmıştı da nasıl kan revan halde çığlık çığlığa edepsizliğe vurmuştu kendini o günü unutamam. Mürüvvet Teyze üzerinde efil efil pazen elbisesi, kısacık etli bacaklarına kuvvet merdivenleri ikişer üçer atlayıp yavrucağa ilk müdahaleyi hemen oracıkta yapmıştı. Çocuk oksijenli suyun etine bastıkça acısından kadının ne anasını ne bacısını koymadan tek seferde kılıçtan geçirmişti de ancak ondan sonra ağzına şamarı basmıştı. Oh ne de iyi yapmıştı! O günden sonra Mürüvvet Hanım Saraylı ailesiyle arasına görünmez bir duvar örmüştü. Yahu bu ne terbiyesiz çocuktu “ah o anası yok mu o anası” o Zeliha Hanım ki kaç kez balkonda Abdullah Bey’le rakı masasında pek edepsiz ağızlarından birbirlerini öperken yakalamıştı. Alamanya’lardan buralara bunlar gibi gayri ahlaki komşular için mi dönmüştü? Nerede kalmıştı o örfler, adetler? Neydi bu ahlaksızlıklar? Kendi de evliydi de kocası bir günden bir güne kendisini öyle ağzından filan öpmemişti olur şey miydi? Evlilik ciddi müesseseydi öyle oynaşmalara gelmezdi! Konuyu iki numaradan Türkan Hanıma açtığında o da pek tabii kendisine olur vermişti. Hatta eski defterdarlardan emekli Türkan Hanım ne de olsa devlet nizamı nedir bilen görmüş geçirmiş edepli bir hanım olduğundan apartmanca imza toplayıp bu
lu okuyor diyorlardı ‘ayol vallahi yalan! Daha geçen sene matematikteki notu kıt diye çocuğu bir ay yanına ücretsiz ders alması için vermişlerdi de daha dört işlemde aval aval suratına bakar olmuştu. Türkan Hanım hep içinde yaşayan bir kadındı da açık etmemişti yoksa o kaçın kurasıydı bilmiyor muydu zimmetine para geçirdiğini sanki! Günahı onun boyunaydı ama banka müdürünün de kesin bu işte parmağı vardı. Ayla çok kereler yerli yersiz müdürü Ali Bey’i göklere çıkara çıkara bir hal olmuyor muydu? Türkan Hanım birkaç kez emekli maaşını alırken Ayla’nın Ali Bey ile iffetsiz bakışmalarını yakalamıştı. Boyunları altta kalsın, günahları kendilerinin olsun deyip susmuştu. Ne de olsa edepli kadındı! Annemse biraz başkacaydı! Apartmanda kimsenin kapısına varmaz, kimse de bizle pek içli dışlı olmazdı. Yüzüne bakmadan ayaküstü bir çırpıda ‘iyi günleri’, ‘iyi akşamları’ sıkıştırılan ama es de geçilmeyerek apartman nezaketiyle yaşayanlarıydık işte! Bazen fazladan bir tebessümde kondurulurdu araya. Annem yani Müge Hanım dendi mi ‘iyi kadın da soğuk biraz’ derlerdi. Varsın desinlerdi annem halinden memnundu. Bir gün annem bana gece masallarımızdan pamuk prenses ve yedi cüceler’i okumayı bitirdiğinde merakla sordum “Anne neden bütün masallarda iyi prenseslere kötülük edenlerin hepsi kadın?” Annem: “Çünkü o masalları erkekler yazıyor.” İşte ben o gün büyüdüm annemden bir daha masal istemedim.
Gözde YILDIRIM
ahlaksızları kapı dışarı etmeyi kendine vazife dâhi edinmişti. Türkan Hanım özenli İstanbul Türkçesi, her eğitim sohbetinde konu komşuya tekrar tekrar anlattığı kadarı ile Pertevniyal Lise’li ciddi, ağırbaşlı duruşu ve fikri olup olmasa da her hususta akıl danışılmasından müspet anlamlar çıkaran bir kadındı. Her konuya ilgili, tereciye tere satmada pek hamarat idi. Hafta sekiz gün dokuz Çerkezliler derneğinin kapısını aşındırır herkesten çok çalışır çabalar ancak her başkanlık yarışında kaybedip ortalığı ayağa kaldırarak bir daha o derneğe adımını dâhi atmayacağını söyleyerek ertesi gün tekrar hiçbir şey olmamış gibi kapıyı aralar selamını verir başlardı derneğe getirilecek revizyonist bakış açısını anlatmaya. Bir gün komşu buluşmalarından birinde yine eline sazı alıp derneğin başkanına veryansınını sıralarken Ayla Hanım: “Siz de şimdilik başkanla yan yana çalışın bu defa zıtlaşmayın belki dernek çalışanları sizi böyle pozitif dernek adına takım ruhuyla çalışırken görürse hakkınızdaki kanaatleri değişir” demez mi! Eyvahlar olsun. Kadın birden o koltuğa mıhlandı, yüzü şekilden şekile girdi, dili lâl oldu sanki! İşte oracıkta Ayla Hanım’ın üzerini kapkalın bir çizgiyle çizgi Türkan Hanım. Bir şeyleri hep biliyordu hissediyordu da, Ayla Hanım gibi görgülü, bilgili birine yakıştıramıyor konduramıyordu işte! Bu kadın şeytandı. Hakkında öyle şeyler söyleniyordu ki... Çalıştığı bankada alt tarafı veznedardı kocası ise ilaç mümessili. Sahi şu eve kiracı olarak geldiği gün daha dün gibi aklındaydı. Yalnız beş senede hem evlerini hem arabalarını almışlar kızlarını da koleje yazdırmışlardı. Kızları için burs-
15
Rumeysa Nur UÇAR
FİKİRLERİ BEYNİNDE PATLAMAK ÜZERE OLAN BİRİ Her sabah güneş doğarken uyanıyor ve odasında dans eden sokak lambasının turuncumsu ışığının maviye dönmesini izliyordu. O an uyanık olup oraya bakmasa o lamba asla kapanmayacak ve güneş asla tam rengini camına vermeyecekti çünkü. Derin düşünceler etrafını sarmış ve beyninde iz bırakmıştı. Düşün düşün düşün.. Pişmanlıklarını hatta olmadıklarını dahi birkaç zilyon kez daha düşün. Düşündüklerinin beş para etmediği dünyada sadece para kazanacağın şeyleri düşün. Burada yarın olmayacak. Olsa da senin yarının değil. Çünkü seninki, çeşitli sanal yollarla el konulmuş vaziyette. Güneş, silkelen ve yerine geç işaretiydi. Odasına doğduğu an kalkmak ve yüzünü silen makyajını yapmak zorundaydı. Işık ki bütün nesnelerin dış yüzünü gösterir. Karanlıkta yalnızca siyah ve gri vardır. Loş ortamda ise gölge canavarları. Minik bir eşya bile loş ışıkta size meydan okuyabilir. Acımasız sessizlik. Yine mi burada? Güneş odasına dalmaya devam ettikçe uyanması daha da zorlaşıyor.
16
Sayıklanıyor kendi kendine: “Uyanıp adam statüsüne geçeceğine, uyu ve uyuyan güzel ol. Adam statüsünde kendini kanıtlamak gerekirken uyuyan güzel statüsünde onların belirttiği kalıpsın. Savaş vermek zorunda kalmadığın fikirler çoktan seni rahatsız etmeyi bırakmış. Belirli kalıplara oturtulmuşsun. Mesela zayıf ve güzel olmak seni eleştiriler yönünden emin tutacaktır. Oysa gözünü seveyim şişmanlığın. Kışın üşümezsin bile. “ Yaşadığı evrenle arasında ilişki kurmak zorunda olduğu gerçeği tam da burada zorlaştı. Kadının statüsü bayanlıktan kadınlığa doğru giden süreci bile geçememişken bir de “adam” olman gerekiyordu. Bunu şuan gelecekte uçtuğumuz zamanlara yayarak anlatmak istemezdi ama gerçekliğin acımsı tadı ağzınızı yakmalı dedi. Kendi başına, kendi başını eğdi umutsuzca. Bu durumda para kazanmak ve kazanmak zorundasın. Bu dünyada sen yoksun sadece hesap defterin var. Ne zaman YOLO* felsefesini izleyeceğini ise borçların belirleyecek. Tüm
cak ki dışarıda farklı biri gibi davranıyordu. Daha kendini tanımayan biri, kendiyle barışık olmayan biri, kendine bakmayan biri.. Bu cümlelerin her biri karşıdan gelen tepkilerin önemsenip içselleştirilmesiydi, farkındaydı. İç çekti kendine, kendinden sebep.. Ne derdi vardı bu güneşle? Güneşin aydınlattığı odası, daha uysal gözüken evi ve çocuk çığırtkanlığının hüküm sürdüğü sokağı şaşkınlıkla incelerken düşündüğü şey buydu. Güneş onu mutlu etmiyordu çünkü turuncudan nefret ederdi? Mi? Güneş yalnızca her şeyin açığa çıkacağının işareti, her şeyi saklayan bir insanın baş düşmanı, sakladığı şeylerin yalancısı olmasını sağlayan afet, kendisini değiştiren bir ŞEY idi. Ay onu mutlu ediyordu çünkü maviden çok hoşlanırdı? Mı? Bir şeyleri açıklamak zorunda olmadığı zamanlar gelmeliydi. İnsanlar her zaman yanlış anlar. Hatta anlamaz, anlamak istemediği bir şeyi. Anlamak istediğini de her halükarda yanlış anlar. Anlatmak istemezsin, ikna edileceksin.. Üzgün olmadığına, çektiğin acının mantıklı olmadığına, haklı olanın sen olmadığına kanaat getireceksin. Yanlışlarınla kabul edilmek yerine doğrularınla bile kazanamayacaksın anlayışlarını. Güneşin turunculuğu onların yüzündedir, karanlık ise içlerine gömülür. İnsan var anlar. Sen anlatmasan da anlar. Karanlık tarafı aydınlığından farklı değildir. İstese de güzellik yargısında bulunmaz. Işık yok, görüntü yok, aldatıcı cümleler, gülüşler.. Altyazını görür sadece ve yeterli gelir. Başardın, Güneş. Gün aydı Ve sahne şu an baskın güneşin karanlık tarafının, yani hayatın diğer insanlar tarafından yaşanılan olarak gördüğü kısmın. Ve bir köşede sadece görenin bulabildiği ayın ve çocuklarının..
Rumeysa Nur UÇAR
bu monoton sistemin ortasında emin olmak istediğin bir şey var. Kendin. İç savaşını kime karşı yaptığını bile bilmeden birilerine suç atmaktan kendini alıkoyamıyor olmalı. İçinde kendinden yedi tane daha var sanki. Ama bir sevdiği var. Seviyor çünkü kim olduğunu bilmiyor. Belki de kendi ile tek ortak noktası budur. De; Sen ay tenli sanrısın, ben gök beyinli müptezel. Zihnime girmeye başladığın an hayatımın dev penceresini gizleyen tülümün hoyratça yer çekimine karşı koyuşunu izleyeceksin. Masamın üstündeyse bir hayli küçük vantilatörüm. Tülü uçuran esintinin kimden gelmesi daha mantıklı olurdu bilinmez. Zaten bunun bir açıklaması yok. Nonın na nanın no!** Anlamaya çalışma, onayla. Düşüncelerin gerçekliğe en yakın olduğu zamanlarında, geldiği günden beri soluk hayatına netlik kazandıran o kişiye ulaşma amacı güdüyordu. May’a ulaşmalı. Ona May diyordu çünkü kendisini, gündüzü onaran güneşin turunculuğundansa, karanlığa yayılan ayın maviliğine daha yakın buluyordu. Şafağın soğuk havasını solumak, nemli sabahlara uyanmaktan daha iyi hissettirirdi. May, ayın çocukları. Cinsiyeti bile belli olmayan bir sevda mı demeli, yalnızlığın ürettiği sahte düşündürü mü? Yeterince düşündürüye ev sahibi değilmiş gibi.. Bazı şeylerin gerçek olup olmaması umurunda değil, varlığına bile minnettar. Ama şimdilik gözünü açmalı ve güneşe bırakmalı rengini. Güneş yerleştiği anda kendisinin karşısına geçip samimiyetsiz kıyafetini giyiyor. Aynanın üzerindeki su lekelerinin sebebi gözyaşı mı? Aynadaki, kendisinden daha rahat bir hayat sürüyor olacak ki gözyaşlarını karşısındaki kişiliğe acımakla dökmüş. Düşünceleri onu o kadar meşgul ediyor ki günlerdir konuşmadığı zamanlar oluyordu. Özellikle pazartesi günleri sesinin çıkması için yarım saat ses provası yapması gerekecek kadar. - Ama, bu benim sesim olmalı.İç sesinin daha kalın olması, sesini tiz hissetmesine sebebiyet veriyordu. Ondan ola-
*Hayata sadece bir kere gelirsin ** Benim için sen, senin için ben
17
Duru AKYAR
18
DÜŞLERDE Kİ UYANIŞLAR Nasıl da aynısı olmuşuz birbirimizin. Ayna gibi kime baksak kendimizden bir şey görür olduk. Uyuyuşlar, uyanışlar. Uyumayıp, uyanamayışlar. Gülüşler, pek tabii düşüşler. Renkler. Senler, benler, bizler, ha! Birde onlar, hep aynı oluşumlar. Gidişler, gidişlere susuşlar. “Bağırsana!” “Hayır sessiz ol uyuyorlar.” “Artık uyanmalılar!” “Nasıl?” “Bağırsana!” “Uyanırlar.” “Uyanmalılar, artık uyanmalılar.” “Uyumayı seviyorlar.” “Uyutulduklarını bilmedikleri için!” “ Kim uyandıracak onları?” “Biz.” “Olmaz!” “Neden?” “Onlar çok kişi.” “ Bizde çok kişiyiz.” “ Yalnızca iki kişiyiz.” “ Olsun az mı?” “ Çok değil.” “ Az da değil.” “Öyleyse? “ “Bağıralım?” “ Bağıralım.” “3,2,1” “1,2,3”
Bir gün üç vampir bir uçakta uçuyor muş bunlardan biri İngiliz biri Fransız biride bizim laz temelmiş İngiliz demiş ki ben çok açıktım der. Ve uçaktan uçarak atlar belli süreden sonra uçağa ağzında kanla geri döner ve diğer vampirler sorar ne oldu der İngiliz derki ; -şu aşağıdaki Evi gördün mü Diğer 2 vampir gördük der eee sonra der İngiliz devam eder -Evi gördünüz mü +evet gördük -oradaki arabayı gördünüz mü? +evet gördük der -oradaki kız ve erkeği gördünüz mü der +evet gördük der -o erkeğin kanını içip geldim der Belli süreden sonra Fransız acıkır ve uçaktan atlar belli süreden sonra o da ağzında kanla geri döner Temel’le diğer vampir sorar ne oldu diye Fransız başlar anlatmaya ; -oradaki taryalı gördünüz mü +evet gördük -oradaki traktörü gördünüz mü +evet gördük -oradaki adamı gördünüz mü +evet gördük derler -ben o adamın kanını içip geldim der Belli bir süre geçtikten sonra temel acıkır ve uçaktan atlar sonra uçağa geri döner İngiliz ve Fransız sorar ne oldu der temel başlar anlatmaya; -şu sahili gördünüz mü +evet gördük -oradaki çiftin yanındaki ağacı gördünüz mü +evet gördük derler -oradaki direği gördünüz mü der +ee evet gördük derler -ona çarpıp geri döndüm der
Murat ÖZER
TEMEL REİS’İN HİKAYESİ
19
Ezgi İŞLETEN
ARTIK SENİN DE BİR ŞİİRİN VAR “Artık senin de bir şiirin var” Sen umutsuzluğa kapıldığın anda Ben sana umut dolu şiirler yazıyor olacağım Karanlıkta kaybolduğunda Bir yıldız yollayacağım başucuna Sen dertlerinin içinde boğuldukça Susacağım seninle sessizlikte Sessizlikten yorulduğun zaman Kapat gözlerini Oradayım
20
Batuhan YILDIRAN
ŞEHİR VE İNSAN MANİFESTOSU Şehrin herdakikası her saati birbirinden farklıdır.Sabah tezgahını açıp siftahını bekleyen bir sürü insan öğlen çocukların okullarından koştura koştura çıkışları .akşam üstü insanların eve dönmeden önceyorgunluk kahvelerini içmeleri . şehrin sıcaklığını iliklerimize kadar yaşadığımız geceler gettonun aşkın eğlencenin huzurun belki de güzel bir uykunun damarlarımızdan akışını tam anlamıyla hissettiğimiz zamanlar ve mekanlar.İnsanlarda şehirlere benzer ama şunu kesın olarak söyleyebiliriz ki her insanın kendi etrafında şehrin farklı yerlerindeki gibi bir döngüsü vardır kimi huzur doludur kımı heyecan verir kımı sıkıcıdır kımı berbattır kımııseaşk doludur sokaklar dolusu ağlayan kadınlariş çıkışı trafiği gibi geceleri durmak bilmeden sigara içen adamlar kaldırımlardan çıkan otlar kadar saykodelik insanlar şehir meydanındaki o eski ev gibi yaşlı ve bir o kadarda yalnız insanlar yeni yapılan binanın önünde su bekleyen bir fidan gibi daha o binanın o hayatın önünde gözlerini yeni açmış küçük çocuklar …. İşin en güzel yanıda bu şehre daha yeni adım atmamız ve bunun gibi daha tanıyacağımız bir sürü şehrin olması . Gezmek ve yeni insanlar tanımak biz şehirlerin bir parçası olmalıdır.
21
Zehra YAKAR
ASLAN İLE CEYLAN Bu dünyanın en uçsuz bucaksız ormanında bir aslan varmış. Bir gün karşısına bir ceylan çıkmış. Biyolojik olarak içgüdüleri onu yemeye davet ediyormuş. Ama tam onu yemeyi düşünürken ceylan geriye dönmüş. Karşısında aslanı görünce ürkmüş. Ama aslan onun gözlerini görünce bir anda âşık olmuş. Ceylan onun bir şey yapmayacağını düşünmüş bir an. Ona doğru ilerleyip nedenini sormak istemiş. Bir adım atar atmaz karşısına bir aslan sürüsü çıkmış. Ceylan bu sefer çok korkmuş. Geri geri gitmeye başlamış. Sürü, ceylanı görünce aslana onu yemek için neyi beklediğini sormuş ama cevap alamamış ve hep birlikte ceylana doğru yürümeye başlamışlar. Aslan, onları durdurmak istemiş ama başaramamış. Sürü aslanın onlara ihanet ettiğini düşünerek hem aslana hem de ceylana aynı anda saldırarak öldürmüş. Şimdi herkes diyecek ki, bir aslan bir ceylana âşık olur mu? Aşk denilen şey bu değil mi ki zaten? En inanılmaz ve en imkansız olan..
22
Rüzgârda nasıl da esiyor saçların dalga dalga, Bir deniz sanki. Sabah yeni doğmuş güneşe benzeyen, dünya, Güzeli gözlerin nasıl da bakıyor bana derin derin, Nasıl da parlıyor bir yıldız gibi. Şu ellerinin sıcaklığı kadar hiçbir şey ısıtmamıştı ki içimi, Hiçbir şey dolduramamıştı kalbimi, Senin kadar...
Zehra YAKAR
HUZUR
23
Burak PEKTAŞ
FANTASTİK SİNEMA VE POTTER EVRENİ
24
Milenyum efsanesi olan fantastik türünün akla gelen ilk filmlerinden Harry Potter, bir çocuk kitabı olmasına karşın her yaşa hitap etme başarısı göstermiş bir film. Üzerine hala teorilerin kurulduğu her filminin kişiye kattığı duygu bakımından farklılık gösterip, dünya çapında hayran kitlesi bulunması hala daha özel Harry Potter film gecelerinin yapıldığı bilinmekte peki neden? Harry Potter’ın fantastik dünyasında bu kadar sevilmesinin nedeni belki de herkesin o dünyada yer almak isteği olabilir? Peki ya Potter olmak mı yoksa o dünyada kendimiz olarak var olmak mı? Filmlerde çoğunlukla kendimiz karakterin yerine koyarız. Ancak Potter serisinde farklı her ne kadar Harry’nin yaşamı üzerinden film ilerlese de asıl bizi filme hayran bırakan nokta kesinlikle Harry yaşadığı dünya. Fantastik filmlerin ruhlarında olan bu durum Harry Potter da ön planda yer almakta, yaratılan, düşünülen dünya da gerçek dünyadan uzaklaşmak, başta Potter evreni olmak üzere tüm fantastik tür için geçerlidir. Seride birçok farklı yönetmenin yer almasına ve yapılan eleştirilerin fazlalığına karşın yaratılan dünyanın kaliteliliği ve elitliği asıl filmin ve fantastik sinemanın kendini gösterdiği noktadır. Diğer türlerde karakter ve evren dardır, kısıtlıdır. Gerçek ve mantığa dayarlıdır. Ancak Harry Potter başta olmak üzere kendini soyutlayan ve diğer türlerden ayırıp ilgili toplayan noktada, bu ucu bu-
cağı olmayan dünyayı var etmek seyircinin genişletebildiği yapıt ortaya çıkarmak fantastik akıma aittir. Yeni dünyalar, yeni kurallar yeni karakterler yeni ırklar yeniliğe açılan en güzel kapı olarak fantastik sinema mantıklı gelebilecek herhangi bir açıklamaya gerek duyulmayan rahat ve bir o kadar da zor türdür. Zihnimizin en uç noktalarında ki düşüncelerin evrenin ana ilkeleri olduğu, devletlerin kendilerini barındırmadığı, insanların normal hayatından uzaklaştırdığı sinema fantastik filmler çoğunlukla bizim dünyamızla alakasız, tamamen yeni, farklı bir evrende geçer. Fantastik filmlere bu kadar ilgi duyulması bir sınırının ve bir kalıba sığdırılmayışından kaynaklanmaktadır. Filmlerin üzerin konuşulacak teoriler, fikirler uzadıkça uzayan hayal güçleri bunun en büyük kanıtıdır. Filmlerin izleyiciye kendisini bağlayan senaristin ve yönetmenin hayal gücünün tükendiği noktada filmin her izleyici için devam edebilirliğidir. Fantastik filmler genellikle büyü, olağanüstü olaylar ve mitolojik öğeler için filmlerdir. Fantastik filmlerin tarihi neredeyse film tarihi kadar eskidir. Gelişen teknoloji ile kendisine sinemada çok önemli bir edinmiştir. Fantastik Sinema ve Bilim Kurgu Birbirine çok benzer olan fantastik ve bilim kurgu
tekniğini kullanılarak oluşturulan heykeller, iskeletler, kartallar ve diğer mitolojik yaratıklar sayesinde birçok eleştirmenden tam not almıştır. 1977 yapımı animasyon filmi Wizards gişede büyük bir başarı sağlayamamasına rağmen kült filmler arasına girdi. Star Wars serisinin ilk filmi 1977 yılında beyaz perdeye aktarıldı ve dönemin en çok izlenen filmlerinden biri oldu. Diğer yandan bu 10 yıllık sürecin büyük bir bölümünde gerçek bir fantastik film çekilmediğinden sadece Bedknobs and Broomsticks ve Willy Wonka ve Çikolata Fabrikası halkın gözünde dönemin önemli iki fantastik filmi olarak bilinir. 1980’li yıllarda fantastik filmler mitolojileri sahneye geri döndüren yönetmenler tarafından tekrar karakterize edildi. Ray Harryhausen Yunan efsanelerine Clash of the Titans ile hayat verirken, John Boorman’ın 1981’deki Excalibur filmi Arthur’u ekranlara geri getirdi. Star Wars serisinin 2. ve 3. filmi de 1980 ve 1983 yıllarında ekranlara geldi ve tabiri caizse o dönemi salladı. Ayrıca bu dönemde aksiyon filmleri Fantastik Tür Tarihi ile egzotik-fantastik filmleri karıştırıp daha modern yöntemlerle filmler de çekildi. John Carpenter’ın İlk fantastik film, 1902 yılında, sessiz film dönemin- yönettiği ve Kurt Russell’ın başrolünü oynadığı Big de Georges Méliès tarafından çekilmiş bir Fransız Trouble in Little China (Küçük Çin’de Büyük Bela) filmi olan A Trip to the Moon’dur. (Aya Yolculuk) bu tarz filmlere bir örnektir. Sessiz filmlerin altın çağında(1918-1926) çekilmiş en seçkin fantastik filmler Douglas Fairbanks’in SONUÇ The Thief of Bagdad (1924) ve Fritz Lang’in Die Nibelungen (1924) ileDestiny(1921)filmleridir. Türk sinemasında pek görmeye alışkın olmadığımız Sesli filmlerin gelişiyle her yaştan seyirciye hitap eden fakat dünya genelinde başarılı örneklerini de gördü1939 yapımı The Wizard of Oz filmi çekilmiştir. Ayrı- ğümüz bu tür, konusunu hayal gücünden alır. Sonsuz ca fantastik film türünün önemli yapıtlarından King ve kuralsız bir ortamdan çıkarılan konuların saçmaKong ve Snow White and the Seven Dwarfs (Pamuk lığını ya da akla mantığa uygunluğunu tartışmak, Prenses ve Yedi Cüceler) yine bu dönemde çekilmiş- mantıklı bir açıklama getirmeye çalışmak yersiz olur. tir. Frank Capra’nın 1937 yılında çektiği Lost Horizon Kahramanlık konuları ya da farklı bir evrende geçen filmi de yine dönemin önemli fantastik filmlerinden savaşlar hepsi bu türün içinde bulunuyor ve takipçiolarak görülmektedir. 1940’larda Alexander leri tarafından büyük beğeni topluyor. Bu nedenle bu Korda’nın yapımcılığını üstlendiği tam renkli olarak tür filmlerde zaman- mekan ya da kurguyu tamamen sahnelenen A Thief of Baghdad (Bağdat Hırsızı) ve önyargısız bir biçimde değerlendirmek gerekir. FanJungle Book (Orman Kitabı) filmleri çekildi. 1946 yı- tastik filmlerin efsaneleşmesin bir diğer göstergesi de lında Beauty and Beast isimli filmin klasik bir uyar- sektör haline gelebilmesidir. Star Wars, Yüzüklerin lamasını yapan Jean Cocteau, gerçeküstü unsurları ve Efendisi ve tabiî ki Harry Potter gerek stüdyoları geefektleri sayesinde bolca beğeni topladı. Bu dönem 2. rek filmlerde kullanılan eşyaları sayesinde hayatımıDünya Savaşı’na denk gelmiş, fakat yine de başarılı za anlam katmaya devam etmektedir. fantastik eserler beyaz perdeye aktarılmıştır. Fantastik filmler gerçek hayatta bulamadığımız şey1950’li yıllarda Dr. Seuss’un kaleme aldığı Darby O’Gill leri bünyelerinde barındırır. Küçük çocukların kaand the Little People (Darby O’Gill ve Küçük İnsanlar) lemlerini asa gibi kullanması en basit örnek olarak ve The 5000 Fingers of Dr. T (Doktor T’nin 5000 Par- karşımıza çıkar Fantastik sinemanın sırrı insanın hamağı) isimli filmler dönemin başlıca fantastik filmle- yal gücünün sınırlanırın olmayışını kanıtlar nitelikrindendir. Ayrıca 1951 yapımını Disney filmi Alice in te oluşurudur. Bir hayal kurarak yarattığımız evren Wonderland’de fantastik klasikler arasına girmiştir. dünya için bir amaç olabilme ihtimalini bile taşımak1960’lı yılların en önemli fantastik filmi Harryhau- tadır. sen’ın Jason and Argonauts isimli filmidir. Harryhausen’ın başyapıtı olarak görülen film, Stop-motion
Burak PEKTAŞ
türleri aslında çok temel noktalarda birbirinden farklılık gösterir. Bilim kurgu türü eserlerde genelde yaşanmış, yaşanan veya yaşanacak olanlar mantıklı gelebilecek bir sebebe bağlanır. Bazı filmlerde çok açık bir şekilde görebiliyorken bazı eserlerde fark edilmesi güçtür. Aynı zamanda bilim kurgu insanlar tarafından en çok aracı olarak kullanılan türlerden biridir. İnsanlar fark etmese de devletler arası psikolojik bir savaş yaşanır. Bilim kurgu bizim dünyamıza, gerçeklere daha çok yakınlık gösterir. Günlük sorunlar konu alınmasa da filmlerde büyük sorunlar ele alınır. Büyük sorunlar bilim kurguyu asıl oluşturan farklılıktır. Fantastik türde ise bir psikolojik savaşa çok rastlanmaz. Devletler burada kendilerini barındırmazlar. Çünkü konun buna ayırdığı bir yeri yoktur. Bu açıdan fantastik filmlerin insanları bilim kurguya göre normal hayat sorunlarından daha fazla uzaklaştırdığı kesindir.
25
Enes ÇETİNCİOĞLU
DERS ALDIK Ahbabımı hoş bilirdim, Okul mektep boş bilirdim. Sevdam derde deva bilirdim, Nice yanlışlar gördüm geldim. Ders verdi hayat bize, Vefa borcu ağırdır size. Kaç sayfa yırttık artık denize, Nice yanlışlar gördüm geldim. Kâh sevindik Kâh üzüldük, Dert için akan göz yaşında durulduk, Sırt sırtaydık hasım kesildik, Nice yanlışlar gördüm geldim. Bakın şimdi sözüm size, Efendi olun gelin dize. Güneşli günler olsun hepimize, Nice yanlışlar gördüm geldim.
26
Enes ÇETİNCİOĞLU
NACİZADE BİR SEVDAM VAR Arar dururdu insanoğlu kutlu cennet sırrını Sen masumane kalırdın ama alırdın ahımı Duysan belki bu içler acısı feryadımı Haberin yok ama cennetim gülüşünde saklı Düşse yakamoz bu hırçın deryaya Bir kez daha demir atsam bu vefasız yalnızlığa Peki ya ne demeli hiçlikten gelen arsızlığa Haberin yok ama cennetim gülüşünde saklı Kara düzen bozulur hasret biter sanmıştım Seni ilk gördüğümde mimiklerine kanmıştım Bir an olsun sensiz var olma ihtimalini düşünüp kalakalmıştım Ve artık göçüp gidiyorum Haberin yok ama cennetim gülüşünde saklı. 27
Ramazan YOLTAY
RİCK, MORTY VE FELSEFESİ Rick ve Morty, Dan Harmon ve Justin Roiland’ın yaratıcığıyla ortaya çıkmış. Amerika’nın Adult Swim adlı çizgi film kanalında yayınlanan Çizgi dizi. Çizgi dizi sözünü duyunca sakın çocuklar için olduğunu zannetmeyin yetişkinler için artı on sekiz olarak yayınlanıyor. Bu yetişkinler içindir ibaresi gerek kullandığı ağır dilinden gerek aşırı kanlı sahnelerinden ötürü tam anlamıyla yerine oturuyor. Küçük bir ekibin elinden çıkıyor Rick ve Morty . Şaka değil dizi yapımcıları dizideki karakterleri seslendiriyor. Hatta Dizinin yaratıcılarından biri olan Justin Roiland Dizinin üstüne kurulduğu baş karakterleri Rick ve Morty aynı anda seslendiriyor. Dizi bu iki karakterin üstünden geçtiği için birçok sahnede karşılıklı diyalogları var. Buna rağmen ne siz aynı kişinin seslendirdiğini anlıyorsunuz
28
ne de diyaloglar arasında takılma, aksaklık, uyumsuzluk gibi şeylere maruz kalıyorsunuz. Küçük bir ekibi olduğunu söylemiştim belki bu ekibin küçük olmasından yada arka plan detaylarına ve oluşturdukları dünyaya çok dikkat etmelerinden kaynaklı olsa gerek 2013’te ilk sezonu yayınlanan dizinin toplamda 3 sezonu yaınlandı. Dizinin konusu ise alkolik, umursamaz, dahi, çılgın bir bilim adamı olan Rick Sanchez ve onun 14 yaşındaki torunu tedirgin ve çokta zeki olmayan Morty’nin sonsuz maceralarını sonsuz maceralarını anlatan bir çizgi bilim kurgu. Bu maceralarda Rick’in aşırı ve umursamaz tavırlarını Morty’nin ahlaki olarak dizginlemeye çalışmasını ele alıyor. Bu konuda yapısal olarak Morty sıradan seyirciyi temsil ediyor ve bizim aklımıza
espirileri yerleştiriyorlar. Öyle ki tek seferde izlediğinizde fark edemeyip tekrar izlemek zorunda kalıyorsunuz. Bunlardan biride şöyle oluyor. Comic-Con adlı fuarın bir söyleşisinde izleyicilerden biri bilim-kurgu temalı bir çizgi dizi yapmalarına rağmen neden zaman yolculuğu olmadığını sormuş. Dizinin yapımcılarından olan Dan Harmon ise zaman yolculuğu çok karışık bir konu eğer böyle bir konseptin içine girersek olayların düğümlene bileceğini ve yazma konusunda çok zorlanacaklarını söylüyor ve ekliyor. Rick’in çalışmalarını yaptığı garajda bir karton kutu var ve üstünde “Time Travel stuff ” yazıyor bizde zaman yolculuğuyla ilgili olan herşeyi öyle rafa kaldırdık diyor. Gerçekten dizinin bütün bölümlerinde garajın içinde sürekli o karton kutu rafta duruyor. Rick Ve Morty dizi birçok komik unsuruyla beraber çok derin bir sorgulamayla geliyor. Neredeyse her bölümünde varoluşu ve anlam arayışımızı sorguluyor. Ve bu arayışa da nihilizm ile cevap veriyor. Birçok bölümden örnek verebilsem de bence buna en uygun bölüm Rixty minutes adlı bölüm. Bu bölümde Rick ve Morty paralel evrenlerinde televizyon kanallarını gösteren televizyonu izliyor ailenin diğer üyeleri de Rick’in bir icadı ile kendi paralel evrenlerdeki yaşamlarına bakıyorlar. Morty’in ablası olan Summer ise bu aleti kullanırken fark ediyorki onun
Ramazan YOLTAY
takılan soruları o Rick’e soruyor. Yani Rick aslında uzayda ve paralel evrenlerde bizi gezdiriyor Morty’e anlattığı ve gösterdiği her şey aslında bize anlatılıyor. Bu tıpkı Sherlock Holmes romanlarındaki dinamik gibi Rick herşeyi bilen dedektif holmes , Morty ise onun her şeyi soran meraklı yardımcısı Watson. Rick ve Morty’i muadillerinden ayıran birçok yanı var. Örneğin Simpsons ve Family Guy gibi Amerikan yapımı diğer çizgi diziler aynı şekilde argo bir dil ve kanlı sahnelere sahip olmalarını rağmen bölümler şeklinde yayınlanıyor ve bu bölümlerin sonunda statükoya dönüş yaşanıyor bölüm bütün karakterlerin ölmesi ile bitse dahi başa dönüyor ve oradan tekrar başlıyor. Aslında ilk izlediğinizde Rick ve Morty’de öyle gibi görünüyor. Ancak kahramanlarımızın yaşadıkları onları karakter değişimlerine ve yaşadıkları dünyanın değişmesine zorluyor. Bir diğer ayırıcı özelliği göndermeleri ve arka plan detayları. Bu göndermelerden biri örnek vermek dizinin “Something Ricked this Way Comes” adlı bölümün şeytan bir dükkan açıyor ve insanları çeşitli eşyalar ile lanetliyor. Fikri Alacakaranlık hikayeleri adlı programdan çıkmış gibi olan bu bölümde şeytan karakterini Alacakaranlık hikayeleri programını seslendiren kişi seslendiriyor. Arka plan çalışmalarından örnek vermem gerekirse kendi aralarında çok düşündükleri
29
Ramazan YOLTAY
30
doğumundan ötürü ailesinin hayatları daha kötü ve basit bir hale gelmiş. Doğmadığı versiyonlardan birinden babası ünlü bir insan annesi de veteriner yerine bir cerrah olmuş yani hep istedikleri hayatı yaşıyorlar. Bu durumdan üzülen Summer ise keşke varolmasaydım diye üzülüyor. Morty, Summer’ın yanına giderek anlatıyor. Önceki maceralarından birinde içinde bulundukları dünyayı yok edecek bir hata yapıyorlar ve dünyanın o versiyonunu terk ederek bu versiyona geldiklerini, bu versiyondaki Rick ve Morty’nin bir deney sırasında kendilerini öldürdüklerini onları arka bahçeye gömerek buraya yerleştiklerini anlatıyor. Daha sonra Morty şu sözleri ekliyor “kendi cesedimi arka bahçemize gömdüm ve her gün çürüyen cesedimin 20 metre yanında kahvaltı yapıyorum. Kimse bir amaç doğrultusunda var olmuyor, kimse bir yere ait değil gel beraber televizyon izleyelim.” Diyor. Bir diğer örnek ise Rick Must Be Crazy bölümünde veriliyor. Rick uzay aracına enerji sağlaması için bir batarya tasarlamış. Bu bataryanın içerisinde ise mini bir evren var bu evrendeki canlıların ürettikleri elektriğin bir bölümünü aracını çalıştırmak için kullanıyor. Bir gün elektrikte sorun olduğunu görüyor ve o mini evrenin içine gidiyor. Ve görüyor ki kendi gibi bir bilim adamı da böyle bir yöntemle batarya üretmiş ve artık onlarda enerjilerini oradan alıyorlar. O bilim
adamını da alarak onun tasarladığı mini evrene giriyorlar ve orada bir bilim adamı böyle bir projenin başlangıç aşamasında. Bütün bu olaylar dan sonra kendi evrenlerine dönüyorlar ve hayatlarına devam ediyorlar. Ancak seyirciyi şöyle bir soruyla baş başa bırakıyorlar acaba onların yaşadığı evrende başka bir deli bilim adamı tarafından mı yapıldı. Dizinin bu gibi sorular ve sorgulamalara karşı tutumu ise biz koca evrende bir toz zerresinden bile ufağız ama varoluşun bu haline üzülmenin hiçbir anlamı yok o yüzden suratına karşı gülmeliyiz. Morty’nin Rick’e dediği gibi “Bizim geride bıraktığımız dünyaya ne olacak.” Rick ise şöyle cevap veriyor” Ya Hitlerin kanseri tedavi ettiği gerçekliğe ne olacak, cevap basit hiç düşünme .”
Ramazan YOLTAY
GAME OF THRONES’IN EN KÖTÜ SEZONU
Game of Thrones Türkçe adıyla Taht Oyunları. George R. R. Martin’in aynı adlı romanından televizyon dizisine uyarlanan yapımcılığını David Benioff ve D. B. Weiss’in üstlendiği HBO’da yayınlanan dizi. Büyünün, ejderhaların ve çeşitli mistik yaratıkların olduğu fantastik bir evrende geçen 9 büyük hanenin başı çektiği ve diğer birçok insanın güç mücadelesinde katıldığı Taht Oyunları. Bu oyunlar sürerken binlerce yıl önce kaybolmuş olan bir ırkın yani akgezenlerin insanlığa oluşturduğu tehdit. Dizinin kısaca konusu böyle. Birçoğumuz zaten izledik yada izleyen birilerinden duymuşuzdur. Zaten rakamlara da bakıldığında dünyanın en çok izlenen dizi olarak geçiyor. Dizi 7. Sezonunu tamamladı. Dizinin 6. Sezonuna geçildiğinde ise dizinin uyarlandığı ana materyal yani kitaplar George R. R. Martin’in kitapları daha yazmadığı için bitmişti. Dizide kendi yolunda gitmeye başladı. Ayrıldığı ilk sezonda çok fazla hissettirmese 7. Sezonda bence dizi o kendisine bağlayan eşsiz havasını kaybetmeye başladı. Bunlardan ilki gereksiz vakit bölüm kullanımı. Dizi normalde devasa bir eserden uyarlandığı için birçok şeyi eksik aktarmak zorunda kalıyorlardı. Dizide boş bölüm koyacak kadar vakitleri olmuyordu çünkü bir sezonda 10 bölüm var. Geçtiğimiz sezonda 7 bölüm olmasına rağmen İlk 2 bölümde sadece ufak bir deniz savaşı oldu bu savaş 2 bölümün son 5 dakikasında oldu zaten 8.sezonda bitecek ve 8.sezonda da 6 bölüm olmasına rağmen böyle bölümleri boş yere kullanmaları ellerinde sadece 1 sezonluk materyal kaldığını ve
sırf 2 sezona uzatmak için boş sahneler kullanmaları dizinin kendi havasına bir hakaret gibi. Bir diğeri ise hayranlara fazla oynaması ve tahmin edilebilirlik. George R. R. Martin’in kitabına bağlı kalındığı zaman “bu karakter ölmez”, “bu olay olmaz” yada “hiç tahmin edemedim” gibi yorumlar genel olarak geçtiğimiz sezonları izlediğimiz zaman mağruz kaldığımız durumlar. Ama bu sezonda sıradan bir dizinin gideceği gibi bir yol izleyerek eskiden yaptığı cesur hareketlerini yapmamaya başladı. Jon snow’un ejderha sevmesi yada Daenerys ile ittifaktan öte bir aşk yaşaması çok fazla seyircinin sevdiği karakterleri göze sokma, seyirciye oynama çabası gibi geldi. Bence en büyük olanı ise dizinin kendi ana materyeline göz göre göre ihanet etmesi. Bran Stark sezon finalinde Robert Baratheon’un isyanının bir yalan üstüne kurulduğunu nişanlısı olan Lyanna Stark’ın Rhaegar targaryen tarafından kaçırılmadığını kendi rızasıyla gittiğini Robert’in tahta çaldığını iddia etti. Ancak isyanı başlamasına neden olan olaylardan biri olmasına rağmen isyanın asıl başlama sebebi deli kral Aerys’in Ned Stark ve Robert Baratheon’un kellelerini istemesiydi. İsyan kralın bu talebinden sonra başladı. Bunu dizi yazarlarının bilmesine rağmen sırf Jon ve Daenerys’in taht üstündeki haklarını güçlendirmek için görmezden gelinmesi seyirciyi aptal yerine koymak ve ana materyele saygısızlıktır. Tüm bunlara rağmen günün sonunda Televizyondaki en iyi iş olması yeterli midir.
31
Bedri İŞBİLİR
32
Asırlarca Doğa, Sonucu Spritüel Yaşam Asırlarca bize hizmet eden doğa için ne yap- ilk cevap su olurdu, sonrasında, elementler vb. tık? Bunun cevabı hakkında fikir sahibi olmak kimyasal yapıtaşları, Felsefe’nin açtığı kapıda ister misin? Arkhe, her şeyin ama her şeyin başlangıç noktasıdır. Arkhe, doğadır. Çağdaş bilime biat deBaşlayalım o halde ... recesinde güvenenleri sarsacak bir durum olsa gerek, ne kadar bu düşünce ile uyuşmasalar İnsanoğlu’nun var olduğu vakitten bu güne fo- da Arkhe’nin yabana atılamayacak bir konu sil kayıtlarını baz alırsak tam 195.000 yıl geçti, olduğunu onlarda biliyor, gelelim Arkheye bu 195.000 yıl içerisinde insana kusursuz bir neden doğa dediğimize, çevremizde gördüğüşekilde hizmet eden doğa, karşılığında hiç bir müz ormanlar, denizler, okyanuslar kısacası şey beklemedi, doğa ve insan bütünlüğünü ta- var olduğumuz günden bu güne canlı cansız nımlamanın en anlamlı yolu, İngiliz Antropo- her varlığa genel bir isim veriyoruz bu isim log Edward Burnett Tylor tarafından kaleme DOĞA, kümülatif yığın oluşturmadan direkt alınan Primitive Culture yapıtında Animizm olarak paganlar ve doğa kavramına geçiyorum. olarak adlandırıldı, doğada ki canlı, cansız her Paganizmin diğer dinler ile kıyaslandığında varlığın ruhu olduğunu savunan bu düşün- en büyük özelliği doğayı anlaması, onunla bir ce yapısı, felsefe alanında bir çok filozofa ışık olmasıdır. Paganizm, doğanın dengesinin ve olurken, semavi dinlere diken gibi saplanmış- işleyişinin, dini bakış açısı ile yorumlanmatı. Şimdi sorum şu 1871 yılında kaleme alınan sıdır. Anti-milliyetçilik, feminizm, cinsellik bir eser ile insan ve doğa arasında ki felsefe odaklı tapınma, tanrıça kavramı, bitkilerin ve akım haline geliyor, ya öncesin de asırlarca var hayvanların kutsal kabul edilmesi gibi pek çok olan insanoğlu Animizm olgusu çıkana dek unsur pagan kökenlidir. Paganizmin altın kudoğaya nasıl hizmet ediyordu? Tam bu nokta ralı, her şeyin doğadan geldiği ve tekrar doğada gözlerimizi şimdilerde spiritüel yaşam tar- ya karışacağıdır. Bu nedenle paganizme göre zı olarak adlandırılan, aslında ilk insandan bu aslında kimse yok olmaz, sadece doğaya, yani yana var olan Paganizm’e çeviriyoruz. özüne geri döner, doğum ve ölüm bir tür biçim değiştirmedir. Bu derece eski ve temel din Nedir bu PAGANİZM? yapısına sahip bir olgu günümüzde niçin anlaşılması zor kompleks bir hale getirildi, bunu Paganizm’in dogmatik tanımı şu cümleler alt başlığımızda detaylandıralım. ile özetlenebilir. “Kökenleri dünyanın kadim doğa dinlerine uzanan spiritüel bir yaşam tar- GÜNÜMÜZDE PAGANİZM zıdır. Doğanın kutsallığını kutlar ve her şey de var olan ilahiliğe saygı duyar. Paganlar, eril Dönemimizin semavi dinleri, dogmatik, moveya dişil olan kutsal bütünün parçalarını her noteistik ve cennet cehennem kavramlarını yönü ile onurlandırırlar.” içinde bulunduran ortak bir yapıya sahip, büKompleks cümleler ile gözlerinizi, nöronla- yük koltuklarda bulunan kişilikler bu yapıyı rınızı yormadan bahsedeceğim size bu konu- insanlara politika çatısı altında dayatıp, topdan, biliyorum aklınıza gelen ilk soru şu “Ne- lumu skolastik bir düşünce yapısına alarak den bu konuyu yazar bir insan, neden doğa hüküm sürmek istediler ve başardılar, pagan için yapılan ritüeller bu derece önemli.” Sizle- bir birey, tanrı kavramını doğa olarak kabul re “Arkhe nedir?” desem, ne cevap verirdiniz, ediyor sonrasında ise doğaya karışacağı için
PAGAN RİTÜELLERİ Ritüel, TDK anlamına göre “Din, tapınma, büyü vb. ile ilgili geleneksel tören.” Bir pagan için ritüel olmazsa olmazdır, peki paganlar bu ritüelleri nasıl gerçekleştirir, neler yaparlar. Ateş, su, toprak ve hava elementinin oluşturduğu bu topluluğa hiyerarşik açıdan en üst seviyede olacak bir olgu daha eklenir, bu olgu ruhtur. Paganlar oluşturdukları bu 5 olguyu Pentagram adını verdikleri simgede birleştirirler, insanlar pentagram ile ritüel yapan paganları ne kadar puta tapan bağnazlar olarak görseler de, paganlar ruhun her elementten güçlü olduğunu simgelemek için bu aracı kullanmaya devam ederler. Ritüellerini ve tanrılarını her zaman simgeleştiren paganlar bu simgeler ve gerekli malzemeler ile büyü vs. gibi oluşumları gerçekleştiren ise Wiccalardır, Wicca kavramı paganizm çatısı altında gerek şifa, gerek savaş alanında geliştirdikleri büyüleri ritüellerinde kullanarak daha güçlü hale getirirler. Wicca kavramı günümüzde dahi tartışılan bir konu halinde olduğu için burayı sadece anekdot olarak almanızı istiyorum. Paganların her ritüeli olumlu bitmediği gibi cani bir şekilde işledikleri ritüellerde bulunmaktadır. Bu tam anlamı ile kanıtlanabilmiş bir olay olmasa da Orta Çağ Çiftçileri MS 970 ila 1025 yılları arasında 900 evcil kedinin derisini yüzerek gerçekleştirdikleri bir ritüel ile gündeme gelmişlerdi. Fakat dönemin arkeologları bunun bir kedi kürkü ticareti olabileceğini de öne sürerek, hayvanların kutsal olduğu paganizmde paganların vicdanen huzur bulmasını sağladı. Kısacası, var oluşumuzdan bu güne kadar, aktifliğini yitirse de kalıtsallığını yitirmemiş olan bu din ya da yeni adı ile spritüel yaşam tarzı, insanoğluna doğa bilincini kazandıran en önemli etken olarak görülmelidir. Günümüz beton ormanlarına ses çıkarmayan paganları kınayarak, yazımı bir Kızılderili sözü ile bitiriyorum. “Yapmamız gereken: Her şeyi eski sadeliğine döndürmektir, böylece bozulan düzenimiz yeniden kurulacaktır.”
Bedri İŞBİLİR
mutlu oluyordu, cennet ve cehennem kavramını öğrendikten sonra ölüm sonrası farklı bir hayat olduğunu, dünyada büyük koltukların sözünden çıkmaz ise cennete, onlara isyan eder ise cehenneme gideceğini kavradı. Bu düşünce sistemi paganizm olgusundan daha çok ilgi çekiyordu, ödül ve ceza kavramlarını bu derece iyi kullanan politikacılar zamanla paganizm olgusunu ekarte etmek için paganları yozlaşmaya sürükledi. Tüm dünyaca bilinen ve uygulandığında hiç bir gücün karşısında duramayacağı o 3 kelimeden oluşan kanlı politikanın yeni kurbanı paganizm idi. “Böl, Parçala, Yut” politikacılar paganları bir birlerine düşürüp, fikir çatışmasına sürükledikten sonra dogmatik temellerini sarsarak, paganizmi ortadan kaldırmayı amaçladılar, başardılar. Paganlar kendi aralarında tam 3 farklı görüşe ayrıldı. Paleo Paganizm: Paleo Paganizm, kültürlerden etkilenmemiş, tüm müdahalelere rağmen dogmalarından ve ritüellerinden vazgeçmemiş bir pagan yapısıdır. Günümüzde “Öz Paganizm” olarak adlandırılabilir. Yapısında Paleo Paganizm barındıran dinleri ise şu şekilde sıralayabiliriz. Hinduizm, Şinto, Kelt Politeizmi, Yunan ve Roma dinleri. Mezo Paganizm: Monoteistik, dualistik ya da teistlik özelliklere sahip olmayan bu pagan yapısı ritüellerinden feragat etmiş olsa da dini dogmalarını korumayı başarabilmiştir. Kısacası, doğa hala kutsaldır fakat o bize armağan veriyorsa bizim ona bir şükran sunmamız mühim değildir. Yapısında Mezo Paganizm barındıran din ve olgular şunlardır. Farmasonluk, Teosofi, Sihizm. Neo Paganizm: Dönemin skolastik semavi din yapısından en çok etkilenen pagan yapısıdır. Hıristiyanlık ile büyük mücadele veren paganizm, sonucunda neo-paganizm adı altında popüler bir spritüel yaşama dönüştürülmüştür, doğayı kutsal görmek yerine, doğadan feyz alır ve ritüellerinden, dogmasından en çok vazgeçen pagan yapısı olarak adlandırılmaktadır. Bu derece Paganizm ile iç içe girmişken onların ritüellerini ele almadan olmaz, gelin alt başlığımızda Pagan Ritüellerini detaylandıralım.
33
Burhan TEKÇE
The Man From Earth (2007) Kısa Bakış
S
enaryosunu Jerone Bixby’ nin yazdığı filmin yönetmeni Richard Schenkman’ dır. On dört bin yıldır yaşayan ve insanoğluyla aynı formları taşıyan John Oldman adlı Croca-magnon üzerinden insanlık tarihinin avcı-toplayıcılıktan tarıma, konar-göçerlikten yerleşik hayata, mağara adamından başlayıp modern insanla sonlanan, ön dört bin yıllık öyküsü anlatılır. Alt Magdalen dönemden yani Üst Paleotik çağdan beri insanlık tarihindeki çoğu olaya tanıklık etmiş olan John Oldman Christoph Colomb ile Yeni Hint Kıtasının keşfine katılmış, Van Gogh’ arkadaşlık etmiş, Buda öğretisinden beslenmiş ve Hamurabi ‘ nin yasalarını İsa’ nın etik kodlarına dönüştürmüştür.İnsanoğlunun dünyayı ve varoluşu anlamlandırma çabasının ele alındığı film dinler tarihinden felsefeye, antropolojiden biyolojiye, evrimden psikanalize kadar uzanan dramatik bilim kurgu türünün iyi bir örneği olarak karşımıza çıkar.
34
Burhan TEKÇE
N
Natürmort ve Witkin’ in Çalışmaları Üzerine
atürmort, Fransızca bir kelimedir ve “ölü doğa” anlamına gelmektedir.Natürmortta; canlı varlıklar dışında kalan nesnelerle, çevremizdeki hareketsiz doğa öğeleri, özellikle çiçekler, meyveler ve küçük hayvanlar konu olarak seçilir. Kuzey Avrupa ülkelerinde 17.yüzyılda estetik ve simgesel anlamda bağımsızlık kazanan natürmortlar dini öğütler vermek amacıyla yapıldığında vanitas adını alır.Resimlerdeki geçicilik ve ölümü simgeleyen kum saatleri, ayna, kuru kafalar ve mum gibi eşyalar evrensel bir anlatıma kavuşur. Doğanın aktarıldığı bu çalışmalarda şarap dolu sürahilerin ve porselen tabaklarda iştah açıcı meyvelerin veya kişiye ait nesnelerle sınırlı değildir. İnsan organlarıda birer natürmort ögesi olarak kullanılabilir. Joel Peter Witkin, ortaya koyduğu natürmort çalışmalarında ölü bedenlerin yoğun bir kompozisyonu görülmektedir.Witkin, kompozisyonlarını oluştururken rahatsız edici bir üslubu tercih eder. Çalışmalarında kolu, bacağı, burnu, kulağı kopmuş insanlar, cüceler, kamburlar, vücudunda şekil bozukluğu bulunan kimseler ve ölüler yer alır. Ayrıca ölülerin yakınları ile anlaşarak ölen kişilerin vücut parçalarını kesip biçerek natürmort kompozisyonlarını oluşturur. Vietnam Savaşı’nda yer almış Witkin’ in savaşta görmüş olduğu parçalanmış bedenler, natürmort çalışmaları üzerinde bilinç altındakilerinin kusması olarak değerlendirilebilir.
35
Ömer YILDIZ
Ben uçan kuşlar gibiydim eskiden. İnanırdım güzel hayallere güzel yolculuklara. Hiç bitmeyen yollar, dertsiz yarınlar düşünürdüm. Çok hızlı koşardım hayallerime ve güzel olan güzelliğe. Ben pırıl pırıldım eskiden, beni o zamanlar görseydiniz sözde gelirdiniz peşimden o güzel yolculuklara ve o güzelliklere.
Bir gün bir kıyı kenarında otur ve sessizliği dinle. Hayatında olup biten her şeyi aklına gelebildiği kadar canlandır kıyıya yavaş yavaş çarpan suda. Her şey bir bir canlanacak sessizlik bas bas bağıracak o haykırışları, ağlayışlar, yalvarışlar kulak zarını delecek kadar sessizleştirecek seni. Ve birden bir Ahmet Kaya şarkısı çalacak azda olsa dinecek haykırışlar ve o zaman anlayacaksın, sessizliğin sana ne kadar çok şey anlatmak istediğini.
Yürüyorum yine mahallenin dar sokaklarında. Yine aynı sessizlik, kulağımda aynı tınılar. Eve varıp varmamanın tam orta yerinde kalmak istiyorum. Bitmesini hiç istemediğim tınılar ve bitmesini hiç istemediğim sokaklar.
Beni sorarsan, Merak edersen, Kış işte biliyorsun....
36
klim değişikliği faklı faktörlerin sebep olduğu küresel bir problemdir. Bu faktörler arasında olan ormansızlaştırma (ormanların tahrip edilmesi) ve ormanların bozulması, iklim değişikliğinden sorumlu olan toplam sera gazı emisyonunun %20’sini oluşturmaktadır. Bu nedenle, ormancılık, iklim değişikliği ile mücadelede önemli bir rol oynar. Bu durum, dünyadaki kereste ve kereste ürünlerinin tüketiminin en yüksek olduğu yerlerden biri olan Avrupa Birliği için özellikle önemlidir. Bugünlerde, çevre eğitimine odaklanan aktiviteler, iklim değişikliğini ve ormanların yararlarını ayrı bir şekilde vurgulamaktadır. Bunun sonucunda ise toplumun, ormanların iklim değişikliğindeki önemli rolünü anlaması engellenmektedir. Bu proje fikri, bu ihtiyaçtan doğmuştur. “Educating on “Climate Forests” (İklim Ormanları Eğitimi) projesi, güncel çevre problemleriyle ilgilenen veya çevre alanlarından genç bireylerle çalışan sivil toplum örgütlerinden ve yükseköğretim kurumlarından 5 farklı ülkenin katılımıyla gerçekleştirilmektedir. IROKO DFS’nin (İspanya) koordinatörlüğünde gerçekleşecek olan bu projenin diğer katılımcıları E-Zavod (Slovenya), EURO (İtalya), Hnutí DUHA – Friends of the Earth (Çek Cumhuriyeti) ve Uşak Üniversitesi (Türkiye)’dir. Uşak
Üniversitesi adına Koordinatörlüğünü Yrd. Doç. Dr. Ümran Betül Cebesoy’un yürüttüğü projede iklim değişikliğinin etkilerinin azaltılmasında ormanların rolünü vurgulayan informal eğitim yaklaşımını yaygınlaştırma amaçlanmıştır. Bu doğrultuda, “Ormanların Önemi”, “İklim Değişikliği”, “İklim Değişikliğinde Ormanların Rolü”, “İklim Değişikliği ve Orman Politikaları” ve “İklim Mültecileri” alt alanlarının her birinde 15 adet informal çevre eğitimi aktivitesi geliştirilmiş ve ülkemizde birincisi 6-7 Mart 2017 tarihinde 20 öğretmen adayının katılımıyla, ikincisi ise 16-17 Mayıs tarihlerinde 17 öğretmen adayının katılımıyla gerçekleştirilen yerel çalıştaylarda bu aktiviteler uygulanmıştır. Projede; Yrd. Doç. Dr. Meltem Kurtoğlu Erden, Yrd. Doç. Dr. Şule Güçyeter, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Salih Erkek, Arş. Gör. Seyyit Altunışık; yüksek lisans öğrencisi Gül Tok, Eda Uslupehlivan, Günay Aydın; öğretmen adaylarından Gonca Karabacak, Yağmur Dursun, Ali Kurt ve Seher Bahar değerli katkılarıyla görev almışlardır.
Yrd.Doç.Dr. Umran Betul CEBESOY
İ
İklim Ormanları Eğitimi Projesi (01.09.2016/31.10.2017)
Proje hakkında daha detaylı bilgiyi ve hazırlanan etkinliklerle ilgili rehberi http://www. climateforests.org/tr/ adresinden edinebilirsiniz.
37
KABINA SIĞMAYAN İLETİŞİM