Iletidergisisayı3

Page 1

YAVUZ SEPETÇİ

STAR WARS REKLAMA DAİR

ROBOT TOPLULUĞU

6

1 20 RT A 3 M I: K- Y LI SA

RA

A İletişim Topluluğu tarafından çıkarılmaktadır.

Kabına Sığmayan İletişim

GENÇ YÖNETMENLER ÖDÜLLERİYLE BULUŞTU


5

içindekiler

Robotların Başarısı

10

Genç Yönetmenler Ödülleriyle Buluştu

16

Günlerden Oğuz Atay

20

Tutuklandık!

23

Star Wars Uşak Üniversitesinde

25

Yavuz Sepetçi ile Sanata Dair

30

Avea Woops Reklamı

32

The Beat Generation

34

Müzik ve Medya

37

41

Prens ve Kutucuk

42

Farkındalık

44

Bir Kadın Daha Gitti

50

Teknolojinin Akıl Hocası: Televizyon

52

Reklama Dair

63

Seni Beklemek Güzel Şey

70

V For Vendetta

72

İnsan Dilinin Altında Gizlidir

75

Televizyon Hapishanesi: The Truman Show

81

Serhat Şenel ile Röportaj Teknolojinin Tutsağı İnsanlar

KÜNYE İLETİ DERGİSİ İLETİŞİM Yerel, Süreli Yayın Üç Ayda Bir Danışman Doç.Dr. Murat Sezgin, Arş. Gör. Onur Keşaplı Genel Koordinatör Ramazan Çetiner Editör Zeynep Uslu Grafik ve Tasarım Ramazan Çetiner, Zeynep Uslu, Kübra Özben, Yagshygeldi Chashemov Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü Aslıhan Geçmek, Deniz Eren Dilek Yılmaz, Selin Gündüz, Ayşegül Şengül, Melek Özkan Gazetecilik Bölümü Gül Gül, Ramazan Çetiner Kübra Özben, Rumeysa Uçar Yagshygeldi Chashemov Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü Aysel Akçaalan, Hilal Yurtsever, Sultan Turgut, Yeni Medya Bölümü Zeynep Uslu, Gizem Gümüş Yayının Yönetim adresi ve iletişimi Ankara-İzmir Yolu 8 km. 1 Eylül Yerleşkesi İletişim Fakültesi Uşak 0276 221 21 21 iletisimtoplulugu@usak.edu.tr Web Adresi: https://issuu.com/iletidergisi Öneri, eleştiri ve yayınlamak üzere çalışmalarınızı iletidergisi@hotmail.com adresine iletebilirsiniz. ‘’İleti Dergisinde yayınlanan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir.’’


Hazırladığı kısa film festivali ve üstlenmiş olduğu film gösterimlerinin ardından yapılan çözümlemeleri ile yoğun bir ay geçiren iletişim topluluğu, çıkarmış olduğu İLETİ Dergisi’nin Aralık-Mart 3. sayısını siz değerli okurlarımıza sunmaktadır. Bu dergimizin ilk iki yazısını Ramazan ÇETİNER kaleme alınmıştır. ‘Genç Yönetmenler Ödülleriyle Buluştu’ adlı yazısında İletişim Topluluğumuzca hazırlanan 2. Geleneksel Kanatlı Denizatı Film Festivali etkinliğimizden kesitler sunmuştur. Etkinlik sürecinde üniversitemiz sanat yönetmeni Zeynep KOLOĞLU, sinema eleştirmeni Kerem AKÇA, Ege Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı bölüm başkanı Prof. Dr. Zafer ÖZDEN ve Anadolu Üniversitesi öğretim görevlisi Aysun AKINCI YÜKSEL gibi önemli isimlere ev sahipliği yapmıştır. Diğer haber yazısında ise Uşak’ta ilk kez üniversitemizde gösterime giren Star Wars filminin serisine ilişkindir. Bunun ardından sizleri, ölümünün otuz sekizinci yıldönümü içinde olmamız nedeniyle ‘Günlerden Oğuz ATAY’ başlığı ile Zeynep USLU’nun yazısı sizleri beklemektedir. Bu yazısında, döneminin kült ismi olan yazarımızın gerek kişiliğine gerekse eserlerine değinmiştir. Ülkemizde sıkça meydana gelen gazetecilerin tutuklanmasına yönelik Kübra ÖZBEN ‘in ‘Tutuklandık’ adlı yazısı, sayısal verilere de dayanarak kaleme alınmıştır. Günümüzde yasama, yargı ve yürütmenin yanında ülkemizde medyanın söz sahibi olduğu aşikardır. Ayrıca 3. Sayımızda İletişimin güç kazandığı, sosyal siteler endeksli yaşamlarımızda reklamların da etkisine değinerek ‘İnsan, Dilinin altında Gizlidir’ ile Aslıhan GEÇMEK, ‘Televizyon Hapishanesi’ ile Aysel AKÇAALAN, ‘Medya ve Müzik’ ile Rumeysa UÇAR, ‘Teknolojinin Tutsağı İnsanlar’ ile Dilek YILMAZ medyanın hayatımızdaki yerine, sağladığı kayıp ve kazançlarına parmak basmıştır. Bu sayımızda Selin GÜNDÜZ’ ün okulumuz Robot Topluluğu ile, Deniz EREN’ in oyuncu Yavuz Sepetçi ile Suna ÇETİN’ in reklam ajansı sahibi Hakan YILDIRIM ile Ayşegül ŞENGÜL’ ün ise Keti Grubu solisti Serhat ŞENER ile yaptığı röportajlara yer verdik. Bunlar dışında dergimizde gerek film gerekse reklam eleştirilerine yer verdik. Edebi yazıları da barındıran İleti Dergimiz, birbirinden güzel denemeleri ile okuyucusuyla buluşmayı beklemektedir. Sayımızın son yazısı sizden gelenlere yer verdiklerimizdir. Yeni bir oluşum olan ileti dergimizin 3. sayısını sizlere sunmaktan İletişim Topluluğu olarak onur duyuyoruz. Bütün okurlarımıza hem keyifli okumalar dileriz, hem de bundan sonraki sayılarımıza katkılarıyla güç vermelerini bekleriz.

Zeynep USLU

ROBOTLARIN BAŞARISI

EDİTÖRDEN

Atatürk, “Gözlerimizi kapayıp, yalnız yaşadığımızı varsayamayız. Ülkemizi bir çember içine alıp dünya ile ilgilenmeksizin yaşayamayız. Tersine gelişmiş, uygarlaşmış bir ulus olarak uygarlık alanının üzerinde yaşayacağız: bu yaşam ancak bilim ve fenle olur. Bilim ve fen nerede ise oradan alacağız ve ulusun her bireyinin kafasına koyacağız. Bilim ve fen için bağ ve koşul yoktur.” demiştir. Atatürk, bu konuş masında uygar, çağdaş ve kalkınmış bir ulus olabilmek için bilimin önemli olduğunu vurgulamıştır. Teknoloji, bilimin gelişmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Gelişmişliği belirleyen teknoloji, ülkeler arası bir rekabete söz konusu olmaktadır. Teknolojinin önemini kavramış ve bu konuda önemli katkılarda bulunmak isteyen, bu konuda çalışan Robot Topluluğumuz ile bir söyleşi gerçekleştirdik. İleti Dergisi olarak Robot Topluluğuna teşekkür ederiz.

5


Merhabalar öncelikle, Uşak Üniversitemizin gözbebeği bir topluluksunuz. Bize topluluğunuzdan, topluluğunuzun genel çalışmalarından ve başarılar ından bahsedebilir misiniz? --2010 yılında kurulduk. Kurulduğumuzdan beri disiplinli çalışmalarımızdan hiçbir zaman ödün vermedik. Bu disiplinli çalış maların yanı sıra özveri, yardımlaşma, paylaşımcılık gibi erdemleri de asla ikinci plana atmadık. Neticesinde her sene birbirinden önemli dereceler aldık. İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Antalya, Sakarya, Isparta gibi önemli şehirlerde Uşak’ı ve üniversitemizi başarı ile temsil ettik. 5 yıl içerisinde 4 birincilik, 2 ikincilik ve 2 de üçüncülük olmak üzere toplamda 8 derece aldık. Bu 5 yıl içerisinde yarışmalar dışında çeşitli fuarlara gittik, seminerler düzenledik ve mekanik, robotik, elektronik alanlarında dersler vererek topluluk üyelerimizin mesleki alanda bilgi sahibi olmalarına yardımcı olduk. Kurulduğumuzdan bu güne istikrarlı bir şekilde yolumuza devam ediyoruz. Heyecanımızı ve hırsımızı asla yitirmedik, yitirmeyi de düşünmüyoruz. Dünden bugüne robotların gelişimleri hakkında ne düşünüyorsunuz? --İnsana benzeyen ama bazı yönleri ile insanlardan eksik olan bu varlıklar, çok eski bir düşüncedir. Bu düşünce, ortaya çıkışından beri insandan daha aşağı olan bu varlıkların insana hizmet için var oldukları varsayımıyla beraber yürümüştür. Hatta eski bir Yunan mitinde tanrı Hephaestos som altından iki dişi hizmetli yaratır. Bu iki hizmetli Hephaestos’un tüm komutlarına uyar. Çoğu kaynağa göre som altından yapılmış bu hizmetliler robotların atası olarak varsayılır. “Robot” kelimesi ilk olarak 1920’lerin başında Karel Capek’in RUR kitabında geçmiştir. Bu kitapta robotlardan; mekanik, otonom ama arzulardan yoksun yaratıklar olarak bahsedilmiştir. Adının “robot” olmasının sebebi ise Çekçe de “robot” kelimesinin angarya iş anlamına gelmesidir. Endüstride ilk robot (UNIMAIE) 1961 yılında General Motors şirketi tarafından piyasaya çıkarılmıştır. Ardından başta Standford ve MIT olmak üzere pek çok

6

üniversite robotları araştırma konusu olarak ele almıştır. Neticesinde robot üretimi hızlanmıştır. İlk robotlar kısıtlı hareket imkânına sahiptiler ve kolay işlerde kullanılabiliyorlardı. Günümüzde kullanım alanları sınırlandırılamıyor. Mekanikte, elektronikte, tekstilde, kimyada ve hatta tıpta bile robotlar kullanılıyor. Robotların insansılaştırılması konusunda da önemli yol kat edildi. Robotik çağımızın en hızlı ilerleyen teknolojilerindendir. Dünya’da robot teknolojileri ile ilgili birçok gelişme kaydedildi. Hatta bu gelişmeler dizilere ve filmlere konu bile oldu. ExMachina, Transcendence (Evrim), Chappie gibi filmler. Yapılmış olan filmlerde robotlarda bilinç aktarımının başarılı bir örneklerini gördük. Bu konu da ne düşünüyorsunuz? Olası senaryoları ileride gerçek hayatta görebilir miyiz? --Üniversitemizde iki yıl önce düzenlediğimiz ve Devrim ÇAMLIOĞLU’nun katıldığı bir seminerde bu konu üzerinde fazlası ile durmuştuk. “Robotlara bilinç eklenebilir mi?”, “Robotların da duyguları olabilir mi?” Bu sorular tüm robot üreticileri ve meraklılarının kafasındaki en büyük soru… Şu var ki; artık günümüzde hiçbir şey için “Olamaz!”, “Yapılamaz!”, “Mümkün değil!” gibi kelimeler kullanamıyoruz. Kullansak da pişman olup “Vay be! Bunu da mı yaptılar?” gibi tepkiler veriyoruz. Çünkü artık her şey üretilebilir duruma geldi. Bu yüzden robotlara bilinç aşılanması, duygu eklenmesi gibi durumlar da ileride gerçekleşme ihtimali olan durumlardır diye düşünüyoruz. Ünlü bilimkurgu yazarı Isaac Asimov, robotların davranışlarını sınırlayan ve var olmalarının temel dayanağı olan dünyaca ünlü Üç Robot Yasası’nı geliştirmiştir. İlk üç kural robotların insanlara karşı kötü davran ma olasılıklarının yok edilmesiyle ilgiliydi. Asimov, bir başka kurala gereksinim olacağını düşünerek yeni bir yasa geliştirdi. Üç kuralı değiştirmek istemediği için de sonradan eklediği bu yasaya “Sıfırıncı Yasa” adını verdi. Sıfırıncı yasanın varlığı bir robota, eğer söz konusu insanlığın esenliğiyse bir bireyi öldürebilme serbestliği tanımaktadır. Ancak bir robotun


“insanlık” gibi soyut bir kavramı nasıl anlamlandıracağı ve İnsanlık söz konusu olunca robotlar nasıl davranacaklardır? Bu konu hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyim? --Aslında sıfırıncı yasa ile kurallarda bulunan bir açıklık yok edilmiş oldu. Üç yasada robotların “insana” zarar vermeden insanlığa zarar vermesi mümkündü. Çünkü insanlık sadece insandan ibaret olmayabilir ve bu kavramının ise illa soyut bir kavram olması da şart değildir. Mesela Mona Lisa Tablosu da insanlığın ortak mirası olduğu için pekâlâ “İnsanlık” içerisinde yer alabilir ve bu yeni yasa ile robotların bunları koruyabilmesinin önü açılmış oldu. Ancak sıfırıncı yasada yer alan insanlık kavramının “ayrıca” tanımlanması gerektiğini düşünüyoruz.

Teknofobi yani teknolojiden korkmak. Sürekli “eski günler şöyle iyiydi böyle iyiydi” tarzı yaklaşımlar var Türkiye’de ve dünyada. Beraberinde zaten teknoloji üretmeyen yalnızca tüketen bir ülkeyiz. Bu bağlamda öğrenci olarak ortaya koyduğunuz güçlü üretimleri gelecekte nerede görüyorsunuz? Teknofobi hakkında ne düşünüyorsunuz? --Bir teknoloji topluluğu olarak pek tabi ki teknofobi gibi bir önyargının doğru olduğunu söyleyemiyoruz. Teknoloji yararlı kullanıldığı ölçüde gereklidir. Bugün teknoloji olmasaydı dünyada pek çok şey keşfedilmemiş ve pek çok şey üretilemiyor olurdu. Bugün üretimi kolay olan şeyler insanların aylarını, yıllarını alabilirdi. Bu derece çoğalmış bir nüfusa da hiçbir ürün ve hizmet yetmiyor, yetişemiyor olurdu. Özellikle de bizim gibi tüketici ülkeler için!Gelelim robot topluluğumuzun üretim, yenileştirme ve geliştirme çabalarına; daha önceki senelerde TÜBİTAK destekli projelerimiz olmuştu. Bu projeler belli noktalarda tıkandı ve fazla ileriye gidemedi. Ama hali hazırda çok güçlü, iddialı ve bir o kadar da gizli bir projemiz bulunmakta. Bu proje için başka üniversitelerden gelen hocalardan eğitimler almaktayız ve hedeflediğimiz işleri bu eğitimlerin sonunda gerçekleştirmek istiyoruz. Robot konusunda çok çeşitli çalışmalar var. Nükleer atık temizleyici robot, insansı robotlar gibi. Gelecekte bizde bu tür çalışmalar yapmak istiyoruz dediğiniz hayalleriniz var mı? Bir önceki soruda zaten projelerimiz olduğundan bahsetmiştik. Projelerimizi “ÖNCE TOPLUM” bilinci ile gerçekleştirmeye çalışırken insan hayatını kolaylaştırmayı ve zaman kazandırmayı hedefliyoruz. Uşak Üniversitesinde kurulan gözde ve köklü topluluklardan birisiniz. Yeni kurulan, yolun daha çok başında olan topluluklar da var üniversitemizde. Onlara verebileceğiniz öneriler var mı?

Çünkü robotlar kendilerine göre insanlığın esenliğini korumak adına insanlık dışı bir olaya müdahale ederek insanlığa zarar verebilirler. Mesela bir müzedeki sanat eserlerini korumak pahasına insanlığa madden ve manen daha büyük zararlar verebilirler. Çünkü robotlar bir insan gibi mantıklı düşünüp gerektiği zaman da işin içine duygularını katabilme yetilerine sahip değillerdir. Bu yüzden sıfırıncı yasanın gerekli olduğunu ancak robotların bu yasayı şu an için tam anlamıyla uygulayamayacaklarını düşünüyoruz.

8

--Topluluk içerisinde dayanışma çok önemli. Bir bütün olup o şekilde hareket edebilmek, planlı çalışabilmek çok önemli. En önemlisi ise disiplin! Bazen canla başla çalışıp bazen de biraz tembellik yapmak gerekiyor illaki ( Ama ne yapılırsa yapılsın her şeyin dozunda yapılması gerektiğini düşünüyoruz.) Selin GÜNDÜZ Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü

9


GENÇ YÖNETMENLER ÖDÜLLERİYLE BULUŞTU

Uşak Üniversitesi İletişim Topluluğu tarafından bu yıl ikincisi düzenlenen Uşak Kanatlı Denizatı Kısa Film Festivali başladı. Uşak Üniversitesi Mustafa Kemal Paşa Amfisi’nde 23 Aralık 2015 tarihinde gerçekleşen açılışa Rektör Prof. Dr. Sait Çelik, İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Suat Şahinler, Sivil Havacılık Meslek Yüksek okulu Müdürü ve İletişim Topluluğu Danışmanı Doç. Dr. Murat Sezgin, Uşak Kanatlı Denizatı Kısa Film Festivali ön ve ana jüri üyeleri, akademisyenler ve öğrenciler katıldı. Festivalin açılış konuşmasını yapan Rektör Prof. Dr. Sait Çelik, Uşak Kanatlı Denizatı Kısa Film Festivalinin bu yıl ikincisinin düzenlenmesinden duyduğu mutluluğu ifade ederek İletişim Fakültesi İletişim Topluluğu öğrencilerinin etkinliği böylesi bir festivale dönüştürmelerinin gurur verici olduğunu söyledi. Rektör Çelik, gelecek yıl Uşak Kanatlı Denizatı Kısa Film Festivalinin uluslararası bir festivale dönüşmesini arzu ettiğini belirterek “ Ulusal çapta ve kısa bir süre içinde yaklaşık 100 filmin başvuru yaptığı festivalimizin seneye uluslararası bir boyut kazanmasını umuyorum. Bu tür etkinlikler öğrencilerimiz için bir labarotuvar görevi görüyor. Uşak Üniversitesi olarak Uşak Kanatlı Denizatı Kısa Film Festivali ile şehrimizin değerlerini de tanıtmış oluyoruz. Bu bizim üniversite olarak önemli görevlerimizden biridir. Türk Sineması çeşitli badireler atlatarak bugün dünyada önemli bir yere geldi. Hem yeni nesillere yüzyıllık geçmişi olan sinemamızı aktarmak hem de sinema sektörüne katkıda bulunmaktan dolayı mutluyuz. Emeği geçen herkesi tebrik ediyorum.”dedi. Sivil Havacılık Meslek Yüksekokulu Müdürü ve İletişim Topluluğu Danışmanı Doç. Dr. Murat Sezgin ise Uşak Kanatlı Denizatı Kısa Film Festivali’nin geçtiğimiz sene bir film seçkisi şeklinde başladığını ve bu sene çok kısa bir sürede İletişim Topluluğunun büyük gayretleriyle ulusal bir festivale dönüştüğünü aktararak emeği geçen tüm öğrencileri kutladı. Uşak Kanatlı Denizatı Kısa Film Festivali’ne yüzün üzerinde kısa filmin başvurduğuna dikkat çeken Doç. Dr. Murat Sezgin bu filmler içinden ön jürinin seçtiği 29 filmin festival boyunca gösterimi yapılacağını belirterek konuşmasında şunları aktardı:


“ 29 film içinden 9 film finale kaldı. Bu filmler içinden En İyi Kurmaca, En İyi Canlandırma, En İyi Belgesel ve En İyi Oyuncu dallarında ödüller verilecek. Buradan ödüllerimizi tasarlayan Can Türk’e teşekkür ediyorum. Bu festivalde belki de bir ilki gerçekleştirdik. Film başvuruları DVD olarak değil YouTube üzerinden yapıldı. Ön jüri ve ana jürimizi diğer festivallerden farklı olarak baştan açıkladık. Bu da festivalimize bir şeffaflık kazandırdı. Ön jüri ve ana jüride bulunan kişilere, bize büyük destek veren başta Rektörümüz Prof. Dr. Sait Çelik ve İletişim Fakültesi öğretim üyelerimize ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum. Herkese iyi seyirler diliyorum.” Açılış konuşmalarının ardından Eğitim Fakültesi Öğr. Gör. Seyhan Canyakan tarafından piyano eşliğinde film müzikleri dinletisi gerçekleştirildi. Müzik dinletisinin ardından açılış filmi olarak Yönetmenliğini Resul Sakınmaz’ın yaptığı “Kinostajik” adlı kısa film gösterimi yapıldı. 25 Aralık Cuma günü saat 17.30’da Uşak Üniversitesi Mustafa Kemal Paşa amfisinde ise finalist olan kısa filmlerin ödül töreni gerçekleşti. Ramazan Çetiner Uşak Üniversitesi

12

İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü

En iyi belgesel kısa film ödülü

Yönetmen: Resul Sakınmaz 13


En iyi oyuncu ödülü Kısa Film:

En iyi kurmaca kısa film ödülü

Yönetmen: Süleyman Arda Eminçe

14

Denizatı

Oyuncu: Barış Gönemen

En iyi deneysel film ödülü Yönetmen: Ezgi Büşra Çınar


GÜNLERDEN OĞUZ ATAY Bugün 'tutunamayan'ların günü. Selim Işık'ın, Turgut Özen'in ve Olric'inin günü. Bugün yaşamanın yollarını araştırırken hem 'tehlikeli' hem de 'oyun'la'dolu bir yolda son noktaya kadar ilerleyen Hikmet Benol'un günü. Bugün 'bir bilim adamının' günü. Bugün 'oyunlarla yaşayanların' eksik kalan 'eylem'lerin günü. Bugün günlerden Oğuz ATAY. Gün özlem kokuyor. Yine de anma günü değil takvim yapraklarının gösterdiği, söz ettirmiştir.Öğrenimibir kez daha gururlanma ni İTÜ inşaat fakültesinde tamamlamıştır. Bir Bilim günü. Adamının Romanı, öğrenim gördüğü okulun Postmodernizm inşaat fakültesinden hoakımında derin izler cası olan Mustafa İnan'ın bırakan, ardından nesillere ölümsüz yapıtlarıyla yaşam öyküsünü anlattığı adından söz ettiren, kah- biyografik bir romanıdır. ramanlarında kendimizi Romandaki'' Mektubulduğumuz büyük yazar bunu derhal açamadım. Bir müddet yanımda 12 Ekim 1934' de Katamonu'da dünyaya gözler- dolaştırdım. Okusam ini açmıştır. Hayatı boyu- derhal bitecekti.'' cümlelnca hikaye ve cumhuriyet eriyse hiç şüphesiz eserin hafızalarda kalan güzel dönemi roman yazarlığı bölümlerinden biridir. yaparak adından

Günümüzde raflarda çokça boy gösteren ve herkesin de sevmiş olduğu Tutunamayanlar ile dönemin TRT Sanat Ödülleri yarışmasında ödül almaya hak kazanmıştır.Bu eserindeki kesitleri ile ölümsüzlüğü yakalamayı başarmıştır: ''Beni bir gün unutacaksan, bir gün bırakıp gideceksen boşuna yorma derdi, boş yere mağaramdan çıkarma beni. Alışkanlıklarımı, özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna...' 'Elimde olan değil Olric. Ne efendimiz? Elleri Olric, elleri.' 'En kötüsü hayır demeyi öğrenemedim. Yemeğe kal, dediler kaldım.Oysa kalınmaz. Onlar biraz ısrar ederler; sen biraz nazlanırsın. Sonunda kalkıp gidilir. Hep söylenenleri ciddiye almak yok mu,

hep iki seçim arasında bırakılmayı benimsetmiştir. Romanlarındaki karakterlerinin arafta kalmış portrelerini göz önüne sermiştir.Daha sonra Tutunamayanlar'ın devamı niteliğinde olan 'Tehlikeli Oyunlar'ı yazmıştır. Bu eserinde gerek ''Kelimeler albayım bazı anlamlara gelmiyor.'' ile gerek ''Belki yarın soğukta uyanmanın bir anlamı olur, sana çay pişirmek gibi.'' ile gerekse ''Ben vedaları sevmem Albayım.Hiç gitmesin insanlar. Hele gelmemek üzere giderlerse, çok üzülürüm albayım, dayanamam.'' gibi kesitlerle kalıcılığı yakalaSonrasında yazdığı mayı başarmıştır. Yine de Tutunamayanlar'daki eseri Günlük'de varolan toplum ile entellektüeller- dağınık olay örgüsünü in çatışmasını ele almıştır. daha derli toplu oluşturmasına rağmen Tehlikeli Oğuz Atay yazdığı tüm Oyunlar sönük kalmıştır. eserlerinde, karakterlere şu sözünün eri olmak yok mu; bitirdi, yıktı beni.' 'Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım.' Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olamayı isterdim, dedi. Gene de az gelişmiş bir cümle söylemeden içim rahat etmeyecek:Seni tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda.''Daha nice güzel cümleleriyle Tutunamayanlar halen adından söz ettirir niteliktedir. Zaten Oğuz Atay'ı Oğuz Atay yapan da bu eseridir desek yanılmış olmayız.


Doğrusunu söylemek gerekirse; bir zamanların göz ardı edilen, şimdinin kült ismi Oğuz Atay hakkında yazı yazmak hiç de kolay değil. Bir çokları gibi Oğuz Atay da döneminin anlaşılmayan yazarlarındandır. O dönemdeki cehalet ya da fazla politize fikirler olduğu için mi göz ardı edildi, yoksa bazıları anlamasına anladı ama kıskandı , bu nedenle mi sustu bilinmez. Tıpkı Salaire'nin Mozart'a tahammül edememesi gibi. Aslına bakılırsa Oğuz Atay'ın yaşarken yok sayılmasının nedeni,

söylenenlerin tümünü içine alıyor. Sanatçının gelişmesi ancak dönemin statükosunun dışına çıkmakla gerçekleşir. Stefan Zweig 'Özlerini yaşadıkları zamanın elinden kurtarıp bütün zamanlar için yaşamayı başaran' insanlardan söz eder ki bu da az önceki cümlemi destekler niteliktedir. Atay da çağını aşan, dahi özellikli sanatçıların ortak yazgısı olan anlaşılmamak ve dışlanmak durumunu yaşamıştır desek yanılmış olmayız sanırım. Bu nedenle yaşadığı dönem

onu affetmedi. Zamanla daha üst yollara ulaşmada tek yol kuşkusuz 'özgür' yaratımdır. Türk edebiyatında bu yolu açan Oğuz Atay'dır. O, bir öncü, bir tür devrimcidir. Tüm ileri gelenler gibi o da ediniminin kazancını sonraki kuşaklara aktarmayı başarmıştır. Eğer yaşarken değeri anlaşılsaydı, hiç şüphesiz yirmi yıl daha kazanırdı Türk edebiyatı.

Ölümsüz eserlerinin ardından Oğuz Atay'ın ölümü de yapıtları gibi ironik bir şekilde son bulmuştur... 13 Aralık 1977 gecesi, dostlarının evinde toplanmışlardır. Oğuz Atay bir ara banyoya gider. Bir süre çıkmaz, bir sessizlik olur. Dostları merak edip seslenirler nasılsın Oğuz, diye. Oğuz Atay, ''Sevinmeyin,daha ölmadim.'' cevabını verir banyodan. Sonra yine bir sessizlik hakim olur. Bu kez dostaları merakla banyoya koşarlar ve 'Nasılsın Oğuz?' diye seslenirler. Ancak bu defa karşılık gelmez Oğuz Atay'dan, son sözünü az önce dile getirmiş ve artık ölmüştür. Bu kayıptan sonra edebiyat camiasında sevenleri kendilerini belki de yine Atay'ın 'Önce biraz zor gelecek, sonra alışacaksın.' sözü ile teselli etmiştir. Her ne kadar yaşarken görmesi gereken değeri alamamış olsa da Oğuz Atay'ın eserlerini yaşatmaya, onu anlamaya çalışmaya ve hakkettiği değeri göstermeye bir nebze katkıda

bulunmak adına yazıma Tehlikeli Oyunlardan bir kesitle son vermek istiyorum. ''Beni yaşarken anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum.'' Zeynep USLU Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Yeni Medya Bölümü

19


TUTUKLANDIK!!

İSİM İSİM HAPİSHANEDEKİ GAZETECİLER Gültekin Avcı, Bugün Gazetesí Yazarı, Silivri Cezaevi Hidayet Karaca, Samanyolu Yayın Grubu Başkanı, Silivri Cezaevi Mehmet Baransu, Taraf Gazetesi Yazarı, Silivri Cezaevi Mikail Barut, Özgür Halk Dergisi Editörü, Silivri 2 No’lu L Tipi Cezaevi Ufuk Erhan, Gelecek Gazetesi muhabiri, Maltepe Cezaevi İstanbul Muhammed Resul, Více News yerel muhabiri, Adana Kürkçüler Cezaevi Cevheri Güven, Nokta Dergisi Genel Yayın Yönetmeni, Silivri Cezaevi Murat Çapan, Nokta Dergisi Sorumlu Yazı İşleri Müdürü, Silivri Cezaevi Can Dündar, Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni, Silivri Cezaevi Erdem Gül, Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi, Silivri Cezaevi

Gazeteciler Cemiyeti'nin 'Özgürlük için Basın Projesi' kapsamında hazırlanan 'İfade ve Basın Özgürlüğü İhlallleri 2014-1015 Değerlendirme Raporu hazırlandı. Rapora göre, internet erişim yasağı 2015 yılında 103 bini geçti ve dava açılan gazeteci sayısı bu yıl 77'den 157'ye yükseldi. Gözaltına alınan gazetecilerin sayısı da 48'den 77'ye çıkarken, işten çıkarılanların sayısı ise 443'e ulaştı. Gazeteciler Cemiyeti tarafından 2014 yılı başından bu yana Avrupa Birliği (AB) Türkiye Delegasyonu 'Sivil Düşün Ağlar ve Platformlar Hibe Programı' desteğiyle yürütülen ve 'Özgürlük İçin Basın Projesi' kapsamında hazırlanan raporun verileri, Gaziantep'te düzenlenen toplantıda paylaşıldı. Projenin Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin koordinatörlüğünü yürüten Murat Atay'ın sunumuyla başlayan toplantıda konuşan Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nazmi Bilgin, basın özgürlüğünün yalnızca gazetecilerin özgürlüğü olmadığını savundu. Bilgin, “Biz basın özgürlüğünü savunuyorsak ve istiyorsak demokrasiyi savunma ihtiyacımızdan kaynaklanan bir savunmadır. İnsan haklarının savunmasıdır. Çünkü bir ülkede demokrasi ve basın özgürlüğü yaşam için olmazsa olmaz iki şarttan birisidir. Basın özgürlüğü olmazsa demokrasi yaşayamaz, demokrasi olmazsa da basın özgürlüğünden söz etmemiz mümkün değildir. Ben, insanların özgürce düşüncelerini söyleyebildiği, yazabildiği, yazdıklarından dolayı cezalandırılmadıkları, düşüncelerinden dolayı hapiste yatmadıkları bir Türkiye'de yaşamak isterdim. Bu hepimizin arzusu. Yasaksız bir Türkiye kutsal idealimizdir. Yani yasaksız Türkiye'yi yaşamımız boyunca savunduk, bundan sonra da savunacağız. Ama yasaksız Türkiye ile yasasız Türkiye'yi birbirine karıştırmamak lazım. Eğer bu ülkede yasalar çağdaş demokrasi ile bağdaşmayan yasalar ise onları değiştirmek için mücadele etmek aydınların, başta gazetecilerin görevidir.” dedi. Dava açılan gazeteci sayısının 2014’de 77 iken 2015’de 157 olduğunun altını çizen Yusuf Kanlı, sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu hoş bir olay değildir. Gözaltına alınan gazetecilerin sayısı 48’den 77’e çıkmış. İşten çıkarılan gazeteci sayısı ki işten çıkarıldığını haberleştiren gazetecilerden bahsediyoruz. Çoğu tekrar işe girebilmek umuduyla haberleştirmiyor. 2014’de 330 olan sayı, 2015’de 443 olmuş. Daha kötüsü, dünya kadar gazeteci de istifaya zorlanmış. Şiddet gören basın mensuplarına gelecek olursak, öyle bir durum ki 148 fiziki şiddet, 26 sözlü şiddet yaşanmış sadece 2015 yılında. Bu rakamlar, sadece Türk basınının durumunun, iktidarı eleştirmek olarak değil, sadece yasa eksiğiyle değil, bir zihinsel yenilenmeye ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Yani bu ülkedeki özgürlükler en iyi


etkinlik gerçekleştirdi.

yasalar olsa da eğer bu şekilde uygulama varsa bizim çok ciddi sıkıntımız olduğunu gösteriyor. Bu zihniyetin değişmesi gerekiyor.” Bir gazeteci şahsi fikrim olarak kendi fikrini ifade ettiği için bir takım yasalar tarafından cezalandırılmamalıdır. Eğer bir gazeteci yalan veya yanlış haber yapıyorsa bu kişiler halk tarafından zaten okunmayarak cezasını alır. Ancak bir takım doğruları söyledikleri için ceza alıyorsa bu ne yazık ki ülkemize henüz basın özgürlüğünü gelmediğinin veya gelmesinin bazı kişiler tarafından engellendiğinin göstergesidir. Teknolojinin hızla geliştiği bir dönemde yukarıdaki rakamlar, ülkemizdeki basın için hiç de iç açıcı görünmemektedir. Umarım bu cezalar, tutuklanmalar bir an önce son bulur. Biz de düşüncelerimizi kapalı bir şekilde, korkarak değil daha özgür bir halde ifade edebiliriz Kübra ÖZBEN Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü

Görevlisi Onur Keşaplı şu Uşak Üniversitesi İletişim ifadelere yer verdi: Fakültesi İletişim Topluİletişim Topluluğu; luğu tarafından düzen“Öncelikle fenomen Yıldız Savaşları Film lenen etkinlik Mustafa olmuş bir uzay operasını Gösteriminde, Filme Ayrı Kemal Paşa amfisinde yenilemiş olacağız. Tekrar Bir Boyut Kazandırdı! gerçekleştirildi. Yoğun hatırlamış olacağız Star Uşak Üniversitesi bünye- ilgi gören gösterime farklı Wars ve ekibini. Filsinde bulunan ve panel, bölümlerden öğrenciler mi değerlendirmeden konferans, gösterim gibi izlemek için geldi. önce şu konuya değinbir çok etkinliğin yapılmek istiyorum. Türkiması için çaba harcayan Gösterimde ortama can- ye de tek bir üniversite öğrenci topluluklarından lılık katması nedeni ile bu filmin gösterimini İletişim Topluluğu, Star bir kişiye Darth Wadbaşlatıyor. Herkes, Yıldız Wars filminin bilim kur- er kostümü giydirildi. Savaşlarının bilim-kurgu gu değil fantastik bir film Gösterim ile ilgili İletişim olduğunu düşünür ama olduğunu göstermek için Fakültesi Araştırma bu film hepsi ayrı ayrı STAR WARS UŞAK ÜNİVERSİTESİNDE

22


fantastiktir. Bilim kurgu türüne ait olmasına için bir dayanak bir bilimsel veri olması lazım. Yıldız savaşlarında böyle bir durum yok. Bizi içine çekerek canlandırması yıldız savaşlarının farkını gösterir. Sinema okuyan arkadaşlarımızı görüyorum. Biraz daha konunun arka planının politik meselelerin olduğunu belirtmek gerekir. Bazı filmlerin arasında yaklaşık 15-20 yıllık bir fark var. Üstelik aynı yönetmen farklı politik açılar var. Biz bu 1977-1980 ve 1983 yapım yılları var. Karşımızda soğuk savaş dönemini yansıtan gişe canavarı var. Amerikan siyaseti ile konuşmak gerekirse daha cumhuriyetçi bir tavır ile yaklaşıyor durumlara. Akılcığın tek başına olmasına karşın bir tavır.

Makine ve teknolojiye çok fazla yaklaşmış konuyu ele alıyor. Tek tip giyinmiş kaba tabirle sıkıcı bir kitle var filmde. Serinin aslına yönetmen kendi iç benliğini yansıtmış. Biraz muhafazakar bir film. Kurtarıcı bir erkek modeli var. Katı karakterlerin öne çıkması için illa önemli insanlar olması gerektiğini söylüyor. 5 ve 6’yı Lucas yönetmedi. Bunu da 5 ve 6’nın daha iyi olmasını yönetmene bağlayabiliriz. Filmi izlerken neden bunu başta yapmadı gibi sorular ile karşılaşabilirsiniz. Lucas bu filmi çekerken seri bir film olacağını hayal etmedi. O nedenden dolayı sonradan eklemeler yapıldı.” Yıldız savaşları film gösterimi yaklaşık olarak 6.30 saat devam etti.

Ramazan Çetiner Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü

YAVUZ SEPETÇİ İLE SANATA DAİR

tumunu gördükten sonra anladım ki sanatçı olmak çok zor. Sanatçı olabilmen için ilk başta bu işe gönlünü vermiş olman gerekiUsta yazar Kemal yor. Buradan yola Tahir'in "Yol Ayrımı" çıkara dergimizin adlı kitabının 2012 3. Sayısında Yavuz yılında TRT'de Abiyle sanat ve kendiziye uyarlanmasıy- di projeleri üstüne la tanıdım Yavuz bir söyleyişi Abiyi… 1930'lu yılgerçekleştirdik. ların anlatıldığı dizide Atatürk'ü o kadar güzel ve inandırıcı bir şekilde canlandırmıştı ki etkilenmemek elde değildi. Böylesine başarılı bir sahnelemeden ötürü Yavuz Abiye teşekkür etme ihtiyacı duydum. Sosyal medyanın da gücünü kullanarak kendisine Zamanını bize ayırıp mesaj gönderdim ve sorularımızı cevmütevazı bir şekilde apladığı için İleti mesajlarımı yanıtailesi olarak Yavuz ladı. Daha sonrasın- Sepetçi'ye çok daysa konuşmaya teşekkür ederiz. devam ettik. İlk Yavuz Sepetçi, 29 başta sanat olgusu Temmuz 1958 tarçok kolay bir şeymiş ihinde Kayseri'de gibi gelirken onu doğdu. 1976 ve 1985 tanımanın ardından yılları arasında Anözellikle mesleğine kara Belediyesi olan inancı ve tuÇocuk ve Gençlik

Tiyatrosu, Özgürlük Tiyatrosu, Tomurcuk Çocuk Tiyatrosu, Metropol Tiyatrosun da oyuncu olarak görev yaptı. 1986 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi tiyatro bölümünden mezun olduktan sonra aynı yıl Ankara Devlet Tiyatrosu'nda göreve başladı. 2002 yılına geldiğimizde "Testament" adlı tiyatro oyunuyla Güneş Tiyatrosu ve le Memran tiyatrosuyla Avrupa turnesinde konuk oyuncu olarak yer aldı. Kösem Sultan, Oyunun Oyunu, Üç Yönetmen Üç Oyun gibi tiyatro oyunları dışında Dudaktan Kalbe, Ihlamurlar Altında, Canım Ailem başta olmak üzere birçok dizide rol almıştır. Halen Ankara Deneme Sahnesi ve Ankara Devlet Tiyatrosu'nda sanat yaşamını sürdürmektedir.


1. Geçmişten günümüze gelen bir tartışma konusu var. Kimileri “Sanat sanat içindir” derken kimileri “Sanat toplum için yapılmalıdır” diyor. Buna bir açıklık getirmeye çalışırsak eğer sanat sanat için mi yapılmalıdır yoksa toplum için mi? YAVUZ SEPETÇİ: Sanat sanat için mi? Yoksa toplum için mi? 40-45 sene önce Çocukluğumun münazara (okul tartışmaları) konusuydu ve tavuk mu yumurtadan çıkar yoksa yumurta mı tavuktan çıkar, sorusu kadar da anlamsız... Sanat: bir işin iyi, doğru, güzel yapılma felsefesidir ve estetik kaygılar da taşır. Eser sahibi herhangi bir dalda ortaya çıkardığı eserini tabi ki kendi sanatsal kaygılarına göre ortaya çıkartır, toplum alması gerekeni alır ya da

2. Sizin tiyatroya girdiğiniz yıllardan bahsedecek olursak o zamandan günümüze doğru baktığımızda halkımızın tiyatroya karşı bakış açısında olumlu veya olumsuz anlamda ne gibi değişiklikler oldu?

YAVUZ SEPETÇİ: Tiyatro da diğer sanat dalları gibi (resim, heykel, müzik) ilkel toplumlardan beri var olmuş ve günümüze kadar çeşitli evrelerden geçerek gelmiş ve hala da diğer sanat dalları gibi evrimini tamamlamamıştır.

İnsan var olduğu sürece de varlığını sürdürecektir. Ülkemizde de 1960’lı yıllarda 1000’e yakın oyun perde açıyordu Halkevleri bünyesinde... Berlin’de savaş sonrası onarılan ilk binalar, opera ve tiyatro binaları olmuştur. Çünkü kültür, ekmek, su, yol,elektrik kadar gereklidir. Günümüze gelirsek, tiyatronun bir yaşam biçimi olduğu, tiyatro sanatının insanı, insana, insanla insanca anlatma sanatı olduğunun ayrımına varamayan siyasilerin çıkar uğruna tiyatro salonlarını alışveriş merkezlerine dönüştürme çabaları, bu sanata gönül vermiş tiyatrocuları alternatif üretmeye, apartman dairelerini ve bodrum katlarını tiyatro salonlarına dönüştürmeye yöneltmiştir.

Günümüz de ortalama bir Avrupa şehrindeki sahne sayısı, tüm Türkiye’deki salon sayısına eşittir, bu da acı bir tablodur. Bu tablonun ortaya çıkarttığı sonuçları da anlatmak isterim fakat söyleşi başka bir noktaya varabilir

27


3. Ülkemizde sanat ve sanatçıya verilen değer oldukça az. Bunun nedenini neye bağlıyorsunuz ve sanata verdiğimiz değeri geri kazanabilir miyiz? YAVUZ SEPETÇİ: Sanata verilen değer, yönetenlerin sanata bakış açılarıyla eş değerdir. Adamın biri Picasso’yu görüp “ben bundan daha iyisini yaparım der” ve ressamlığa başlarsa diğer bir aklı evvel “böyle sanat mı olur tükürürüm böyle sanatın içine” derse, diğeri “bu ucubeyi kaldırın” derse, bin yıl önce yazılmış, söylenmiş, yapılmış eserlere sansür

uygulanırsa haliyle sanat eserlerinin halka ulaşmaları engellenmiş olur. Bu örnekleri okuyucu kendisi de çoğaltıp neden önem verilmediği üzerine bir çıkarımda bulunabilir...

Lise sonrasında DTCF Tiyatro ve mezuniyetten sonra da Devlet tiyatroları halen devam etmekte. İz bırakan proje bir kaç tane var tabi en önemlisi de, birçok oyuncuya nasip olmayacak bir rol olan Atatürk’ü hem tiyatroda tek kişilik “Nutuk” oyu4. Biraz da Yavuz Sepetçi’den konuşa- nunda hem de cak olursak hayatınızda iz bırakan TV’de “Yol Ayrımı” adlı dizide oynamak bir projeyi bizimle oldu. paylaşır mısınız? YAVUZ SEPETÇİ: Tiyatro bende okul sıralarında müsamerelerle, daha sonra belediye bünyesinde devam etti.

5.İlerleyen dönemlerdeki çalışmalarınız nelerdir, sizi ne gibi projelerde göreceğiz? YAVUZ SEPETÇİ: Şu anda halen Ankara DT’de “Nisan 1915” adlı oyunda görev yapıyorum.

Dizi ise TRT’de Filinta’da konuk oyunculuk ile devam edecek gibi birkaç bölüm daha. Bir de önümüzdeki günlerde bir sinema projesi var fakat daha kesinleşmedi. 6. Yavuz Sepetçi meslek olarak kendine niçin oyunculuğu seçti? YAVUZ SEPETÇİ: Herhalde başka meslek yapamam diye düşünmüş olmalıyım.

7. Son olarak ise bir tiyatro sanatçısı olarak İletişim Fakültesi’nde okuyan öğrencilere ve diğer tüm sanatseverlere vereceğiniz öneriler nelerdir? YAVUZ SEPETÇİ: Tiyatroyla uğraşacak arkadaşlara önerim, öncelikle bu mesleği çok sevmeleri ve sürekli donanımlarını artırmaları, kendilerini yetiştirmeleri, okumaktan, izlemekten, öğrenmekten, merak etmekten ve meraklarını gidermekten asla vazgeçmemeleri... Sanatseverlerin unutmamaları gereken yemek nasıl bedenimizi doyuruyor ve geliştiriyorsa sanat eserleri de ruhumuzu ve beynimizi doyurur. Bunu unutmamalarını ve bedenlerini ve ruhlarını beslemekten vaz geçmemelerini öneririm. Yaşamlarında başarılar dilerim.. Deniz EREN Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi H Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü


AVEA WOOPS CAMA TAŞ ATAN GENÇ REKLAMI Gençlere hitap eden bir ürünün tanıtımı yapılıyor. Reklamda genç bir birey yer alıyor. Bu genç, 20’li yaş grubuna aittir. Genç, bir apartmanın ikinci katındaki kız arkadaşının camına taş atmaktadır. İkinci taşı atacakken bir anda yakalandığını hissederek sağ tarafa doğru dönüyor ve karşısında teknik direktör Şota’yı görüyor. Şota, siyah bir takım elbise içindedir. Burada kıyafetin siyah olması gücü temsil ediyor. Şota’nın “ Yakışıyor mu sana arkadaşım?” demesi üzerine genç “ Birinin bu taşlara takılıp düşmesi beni ürküttüğü için bu tarafa atıyordum.” diye bahaneler üreterek kendini savunmaya geçiyor. Bunun üzerine Şota ekliyor “ Böyle iletişim mi kaldı, taşla falan nereye kadar? Arayıp konuşsana.” diyor. Şota’nın gence akıl vermesi ile Şota’nın mesleğinin teknik direktör olduğu vurgulanıyor. Şota’nın sözünden sonra ürün ile ilgili kampanya bilgileri görüntüye ekleniyor ve Okan Bayülgen’in seslendirmesi ile hem görme duyusunda hem de işitme duyusunda kampanya bilgileri bilince yerleştiriyor.

Avea’nın simgesinin renkleri kırmızıturuncu-yeşil mavi olmasına rağmen piyasaya ilk çıktığında hep kırmızı bir zemin üzerinde yer alıyordu. Avea denilince kırmızı rengi zihnimizde canlanıyor. Reklamda ise mavi tonlarında bir zemin üzerinde markanın adı ve ürünün adı yer alıyor. Mavi tonu kullanılmasındaki amaç; özgürlüğü, sağlamlığı, sonsuzluğu belirtmektir. Bu tonun biraz daha turkuaz tonlarına yakın olması ise kuralsızlık, asalet ve cesareti simgeliyor. Turkuaz kelime kökeni Fransızca Türk kelimesinin söylenişinden türetilmiştir. Reklamda Türk aklı oldukça yoğun kullanılmıştır. En son cümlede Şota o kadar Türkleşmiştir ki gence, kızın babasının bir saattir balkonda olduğunu bile söylemektedir. Güzel uyarı, tam Türk aklı. Türk bir şoförün başka bir şoförü uyarıp ileride trafik polisi var demesi gibi olmuş. Gül GÜL Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü


Yol sonu olmayan dipsiz bir kuyu gibidir, bu kuyunun içinde nelerin olduğunu sadece içinde giren insanlar bilir ama bu kuyuya giren her insan bilinmeze doğru daha çok sürüklenir. Beat kuşağı: 1960’larda siyasete karşı olan asi gençlerin, kurumsallaşmayı yok sayanların, hayatı yolda arayanların, yük vagonlarında kendini arayan insanların özgürlükçü fikirleri ve hislerini oluşturur. Bu akım içinde sadece müzik ve yolu barındırmaz içinde sinema ve sanatı da barındırır. Beat kuşağı; yazarlar, şairler ve ardından bu insanları takip eden özgür ruhlu insanlardan oluşur. Çok karıştırılan bu akım hippilerin aksine çiçek çocuk değildirler, melankolik özgürlükçü insanlardır. Beat kuşağı edebiyatla içli dışlıdır. Kurucuları olarak kabul edilen; Jack Kerouac’ın On The Road kitabı, Allen Ginsberg’in Uluma kitabı, William S. Burroughs’un Junky kitabı beat kuşağı için önemli eserlerdendir. Allen Ginsberg 1926 yılında edebiyatın içinde doğan bir kişidir. Beat kuşağının en önemli şairi olarak yer almaktadır. Beat kuşağının yıldızı ve manifesto çılgınlığı olarak bilinen Uluma şiirini ortaya koymuştur. “Sonunda çıkıp yalnız başıma rıhtıma yürüdüm. Çamurlu kıyıya oturup Mississippi Nehri’ni incelemek istiyordum; bunun yerine bir tel örgüye burnuma dayayıp öyle bakmak zorunda kaldım nehre. İnsanları nehirlerden ayırmaya başlarsanız ne kalır geriye?” - Jack Kerouac. Edebiyatın zazen manifestolarından olan Jack 1922 yılında doğmuştur. Yolda adlı romanıyla yaşadığı hayattan bahseder. İnsan sadece vücudunda durmaya dayanamadığı için ölebilir.

William S. Burroughs. William 1914 yılında doğmuş bir yazardır. Özgür ruhu ve anarşik yapısı yla ön plana çıkan yazarlardan birisidir. Yeraltı edebiyatlarının en dibinde olanlardandır, fakat bu edebiyatın bir çıkışı yoktur en dibe inmeye devam etmişlerdir. Günümüzde beat keşfedilmesi gereken bir dağ gibidirbirçok sayılı kişi kuşağı hala iliklerine kadar taşımaktadır. Neobeat adı altında yada

olsun bütün hayatımızda yer almaktadır. Sinema açısından 90’lar ağırlıklı olmasına rağmen hala bu tarz filmler çekilmektedir. Örnek olarak ; Into The Wild ,On The Road , Trainspotting ve sayılı bir çok eser .Yol ,müzik ve özgürlük hiçbir zaman eskimez 1000 yıl geçse de müzik, yol ,sinema ve en önemlisi özgürlük isteyen insanlar olacaktır.Günümüzde bir çok festivaller ve buluşmalar düzenlenmektedir ülkenin her yanından insanlar aynı düşünceler altında toplanmaktadır ve yaşatmaktadır. Beat müziği; rock, blues, jazz ve country den beslenir. Bob Dylan, Tom Waits ve bu döneme kadar devam eden bir çok saygın kişiler vardır. Enstrüman ve ritimler değişik olsa da beyinler, fikirler ve kalpler hep aynıdır… birçok özgür insan yollar da bu kuşağı yaşatmaktadır. Günümüzde gerek müzik gerek kitaplar

Batuhan YILDIRAN Orçun UYKUN Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Yeni Medya Bölümü


MÜZİK VE MEDYA Müzik, insanoğluna bahşedilmiş bir antidepresandır. Yan etkileri olmaksızın tüm yaş gruplarına uygun dozları ve çeşitleri vardır. Yaşlı insanlardan tutun, anne karnındaki bebeklere kadar ulaşan bir türdür. Hatta doğmadan dinlenilen klasik müziğin bebeklere büyük etkileri vardır. Eski zamanlarda söylenilen ninnilerin esrarı da buradan gelir. Uzmanlar bu tür bebeklerin yaşıtlarına nazaran daha sakin ve huzurlu olacağı kanısındadırlar. Peki müzik, medya üzerinde de bu kadar etkili olmayı başarabilmiş midir? Neden olmasın. Öncelikle sağlıklı bir insanda aranılan ilk özellik, ruh sağlığıdır. İnsanlar ruh sağlığını düzeltmek adına birçok araştırma ve deney yapar. Fakat bu genellikle ters teper. Sizce neden? Çünkü insanlar arasındaki iletişim farklılaştı. Birbirimizle dolaylı yoldan iletişim kuruyoruz. İnsanların ruh sağlığının bozulmasının nedenlerinden biri belki de budur. Birlikte oturup konuşacağımız, öğüt ya da ders alacağımız kişilerden yoksun kaldık. İnternetten bu açığı tamamlamaya çalışsak da ruhumuzun huzuru çoktan kaçmış olabilir. Müzik bu konuda ilk alacağımız ilaçtır. İnsanı zinde tutan, neşelendiren veya hüzünlendiren her türlü müzik insana gereklidir. Medyaya büyük sorumluluk yüklesek de elde edilecek olan veri şudur: Toplumu müzikle bağdaştırmayı başarabilirsek, ruhsal açıdan doktora ve ilaçlara olan ihtiyacımız büyük ölçüde azalacaktır. Medya, toplum ve müzikten tam olarak ayrı düşünülemez.

Fakat bu müzik, medyanın öne sürüp yaygınlaştırdığı müziklerden mi yoksa toplumdan ayrı düşünülemeyen, ince ince duygular besleyen müzikler mi? Medya toplumun isteklerini göz önüne alır ve ona göre olan müziği yaygınlaştırır. Böylece ana akım müzikler ortaya çıkabilir. Müziğin toplum ve medya üzerine etkilerinde örneklendirebileceğimiz şeylerden bir tanesi de reklam müzikleridir. Reklamların müzikleriyle ortak bir ahenk yakalaması gerekir. Bu onları daha akılda kalıcı ve etkileyici kılar. Medyanın bu konuda; ahengin yakalanmasıyla insan zihninde kalıcılığını arttırmak, reklama gerçek manada bir imaj oluşturma ve alıcıyla arasına bir bağ yerleştirme gibi etkileri vardır. Çünkü biz alacağımız eşyaları veya alış-veriş yapacağımız mağazaları çoğunlukla reklamlarının popülaritesine göre seçeriz. Müziğin reklamda kullanılmasının yanında mağaza içinde de kullanımı önemlidir. Büyük alışveriş merkezlerinde daha yavaş bir fon kullanılır. Bu, alıcının daha yavaş hareket etmesine neden olup, daha çok alışveriş yapmasını sağlamaya yöneliktir. Yani müziğin tarzı, ürünün imajını belirler diyebiliriz. Müzik, dinlenilen nağmelerden çok daha ötedir. İçerisinde derin anlamlar taşır. Bu anlamlar sadece sözleriyle ortaya çıkmaz, fonu ya da belli bir tını insanı belli bir olaya sürükleyip insana farklı duygular yaşatabilir. Daha önce yaşadığı ya da hep yaşamak istediği duyguları bir müzikle etkinleştirir. Müzik bu yönüyle birçok insana , hitap eder, eksiklerini ya da unuttuklarını tamamlar. Müzik yeni ortaya çıkan bir şey değildir. Kökleri çok eskiye dayanır. İnsanlar, taşları ve kemik parçalarını birbirine vurarak elde ettikleri müziği daha ileriye taşımış ve medya yardımıyla yayılmıştır. Medya, her açıdan çok önemli bir etkendir. Müzik gibi duygusal ve evrensel yönü olan bir konuda bile söz sahibi haline gelen medya, insanoğlunun eğitmindbüyük bir yere sahiptir. Sonuç olarak; Müzik, medyayı etkiler; toplum da medyadan etkilenir. Bütün parçalar etkileşim halinde olduğunda ortak bir düşünce ortaya çıkar. Bu açıdan baktığımızda medya, oluşan ortak düşünceyi kamusallaştırabilir ya da hali hazırda bir düşünce yoksa ortak bir düşünce oluşturur denilebilir. Sonuç olarak ülkemizde medya ve müzik adına yapılan seminer ve etkinlikleri takip etmenizi tavsiye ederim. Çünkü Medya, bünyesinde her zaman müziği barındıracaktır. Rumeysa Uçar Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü


Eskiydi ceketi. Bir cebi delik, yamalıydı kumaşı. Bilmiyordu kaç kış atlatmıştı o eski püskü ceketiyle. Bıyıkları sararmış, saçı sakalı birbirine karışmıştı. Acıların izlerini taşıyordu yüzünde. Bir evladı varmış çok uzaklarda. Ne zaman sorsak çok uzaklarda derdi, dertli dertli. Sessinin tonunda, duruşunda, bakışında hep bir hüzün hakimdi. Hayat ona hiç adil davranmamıştı. Bir fotoğraf vardı nasır tutmuş, titreyen, toprak kokan ellerinde. Bir genç kadın fotoğrafı. Her gün oturur tahtadan çivileri bel bükmüş kasasına, efkarlı efkarlı bakardı fotoğrafa. Sorulmazdı hiç o genç kadın; belli ki efkarı evladı değil o fotoğraftı. Tütününü kendi sarar, usul usul içerdi. Her dumanı üflediğinde hava biraz daha soğurdu. Kuşlar susar, buz keserdi ortalığı. Yapraklar düşerdi nemli toprağa. O adam şimdi toprakta açmıyor. Bir tane çiçek büyümüyor, bir tane fidan toprak onu hala hüznüyle kucaklıyor.

Burak AYDIN Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü

GRUP KETİ'NİN SOLİSTİ SERHAT ŞENEL İLE RÖPORTAJ

O ADAM

Keti adının anlamını söylemeyen grup beş kişiden oluşuyor. Vokalde Serhat Şenel'i gördüğümüz grubun elektro gitaristi Erhan Tonbul, bas gitaristi Hüseyin Deniz, elektro gitaristi Egemen Sarıkaya ve davulcu Atila Ersin Dumlu'dur. 2009 yılının Haziran ayında geçmiş projelerini sonlandıran Egemen ve Hüseyin tekrardan bir araya gelme kararı alır. Böylece Keti'nin temelleri atılmıştır. Beste ağırlıklı bir grup olan Keti'ye 2010 yılının Ocak ayında Serhat'ın, 2011 Mart ayında Erhan ve Ersin katılımıyla Keti son halini almıştır.Sadece bir beste grubu olarak yola çıkan Keti, beste çalışmalarına devam etmektedir. 2011 Fanta Stage yarışmasında ilk 2'ye girmeyi başarırlar. Profesyonel müzisyenler, sahne ve müzik eğitimi, Tarkan ve Manga ile 16 şehirlik turne, Manga ile klip çekimi ve düet hakkını kazanırlar.

37


Öncelikle merhaba. Röportaj isteğimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. -İlk olarak özel hayatınızla ilgili bizi bilgilendirir misiniz? (okulunuz,aileniz vb) -Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Makine Mühendisliği mezunuyum. Bir kardeşim var, o da aynı okulda aynı bölümde öğrenim görmekte. Ben mühendis olamadım bari o olsun (: -Sizi tamamıyla tanımlayan bir özelliğiniz var mı? -Hani mahalle maçlarında derler ya, "gazozuna bile olsa kazanmak isterim.. ."işte ben de onlardanım. -Sahnede epeyce hareketli ve yerinde duramayan bir insan görüyoruz.Sahne dışındaki Serhat da böyle mi acaba? -Sahne yorgunluklarını atabildiğim sürece hareketliyim tabi... Geriye kalan enerjiyi spora harcıyorum haliyle. -Peki müzik, hayatınıza nasıl girdi ve hayatınızın neresinde? -Müzik, hayatımda her zaman vardı fakat vokal olma süreci lise arkadaşım sayesinde şekillendi diyebilirim.Yani yönlendirme bir nevi.Müzik ,hayatımın en tepe noktasında şuan için çünkü onun üzerine kurulmuş olan, beklenen bir albüm ve tasarlanan bir gelecek var. -Hayatınızı geniş bir çerçeve içine aldığımızda ne gibi zorluklar yaşadınız? -Her insanın yaşadığı zorluklar vardır bu hayatta eminim. Ama ben yine de kendimi bu konuda hep şanslı görüyorum.Hayıflanmaktansa zorlukları aşmaya çalışmak daha yapıcı bir yaklaşım sanırım.Tabi bu zorlukların içinde aşılması zor olanları can sıkıyor ama hedef bir kere belirlendiyse zorluklar da göze alınmış demektir. Ne gibi zorluklar yaşadım? Mesela mühendislik okurken müzik yapmaya başladım. Aile ve çevredekiler bunu

yadırgıyor haliyle. Hani şu klasik “yap tabi, yapma demiyoruz ama hobi olarak yap” söylemini o kadar çok kişiden duyup onlara derdimi anlatmaya çalıştım ki. Zor süreçti hatta hala yaşıyorum kısmen... -Eğer hayatınızda müzik olmasaydı ne olurdu? -Hayatımda müzik olmasaydı onun yerine bir şey koymazdım. O doldurulamaz bir boşluk benim için. Ama meslek olarak mühendislik yapmak zorunda kalacaktım o kesin. -Son olarak arkadaşlarımıza ve okurlarımıza neler söylemek istersiniz? -Müziğe inansınlar... Her insanın içinde ona özel bir müzik var. Onu duymaya, anlamaya çalışarak geçiriyoruz yıllarımızı aslında. Umarım onu hala duyamamış olanlar da, bir an önce o müziğe kavuşurlar :) Bu güzel röpörtaj için teşekkür ederim. Fanta Gençlik Festivali’nde yıldızı parlayan bu şahane grubu dinlemenizi öneririm. Albümlerini alın.Eminim ki pişman olmayacaksınız.

Ayşegül Şengül Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü

39


PRENS VE KUTUCUK Güneş doğuyor prenslerin üzerine, güneş ile besleniyorlar. Güneş her gecenin sonunda doğuyor, prensler büyüyor. Bir gece, güneş daha doğmadan kral ölüyor. Başka bir gece, prensler kral olmak üzere kılıçlarını kuşanıyorlar. Ölüm... Güneş daha doğmadı fakat doğmak üzere yeni kralını bekliyor. Soysuz kişi yok aralarında. Kanlar akacak, güneş doğmadan bitirmeleri lazım. İyi prens ölürse karanlık suçu saklayacak. Suçlunun peşine düşenler karanlıkta kaybolacak. Prenslerden bir tanesi güneşe çıkacak, diğerleri kutucuklarına girecek. Karanlık kutucuklar, demir karışımı toprak kokulu zindanlar. Güneş daha doğmadı, prensler planlarını yapıyor. Ölüm planları kutucuklar üzerine kuruluyor. Varlığın bir anda sonlandırılması, bu çok acımasızca.İyi prens yaşayabilecek mi? Güneş ışığında süt emmiş bebeklerdi onlar. İktidarsız prenslerdi. İçtikleri şarabın tadında büyüttüler düşüncelerini, iktidar heveslerini. İktidarsız prensleri halklar daha çok sever. Düşünceleri, çıkarsız günlere yayan bir prens ister halklar. Fikirlerin zindanlarda çürütülmediği bir ülke isterler. Ölüm daha güneş doğmadan kapıda belirmişse, kutucuklara girmemek için atlara atlayıp orayı terk etmek mi gerekir? İktidarsız prensler, iyi prensler zamana yenilmeyecek. Tarihler onları saklayacak, halklar unutmayacak. Tarihlerin iyi ki’ leri olacak onlar. İyi prensler. İyiler ve kötüler, tarih hep yazdı, yazmaya devam edecek.

Çizim: Yagshygeldi CHASHEMOV Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü

41

Gizem GÜMÜŞ Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Yeni Medya Bölümü


FARKINDALIK

kişilerle karşılaşmamamızın nedeni, engelli Her şeyden önce hepikişilerin mevcut olmayışı mizin birer engelli adayı değil, bu kişilerin dış olduğumuzun bilincinde çevreden yardım almadan olmalıyız. Hangi birimiz faydalanabilmelerinin dakikalar sonrasının bize çoğu durumda olanaksız neler getireceğini bilebilir olmasıdır. Ayrıca çevreki ?Kısacık bir an, engelli deki insanların onlara adayı olmamıza yetmez karşı dikkatli bakışlarına mi? Peki hepimiz birer maruz kalmamak istemengelli adayı iken onlara eleri de onların dışarıya karşı olan tutumumuz bağımlılığını azaltmakneden değişmiyor ? Nedtadır..Hareket yeteneği en onları da kendimiz sınırlanan bu insanlar gibi görmüyoruz ve nedtoplumsal yaşamımızda en bir türlü bakış açımızı dışlanmaktadır. değiştiremiyoruz? Ülke nüfusumuzun %12.29 u engellidir. Bu oran 8.431.937 kişiye karşılık gelmektedir. Birçoğumuz Bu nedenden dolayıdır farkındayız ki günlük ki; engelli kişilerin çoğu yaşantımızda,çevremizde kendini çok sayıda engelli sürekli bir bağımlılık içinde hissetmekte ve yalnızlık duygusuna kapılmaktadır.Ama kimi engelliler var ki engelsiz bireylerin kollarıyla yapamadıklarını; ayakları ile yapıyor. Sosyal medyada bununla ilgili birçok video örneği mevcut. Kolları tutmayan bir engelli bireyimiz bacaklarını kullanarak muazzam resimler yapıyor. 42

Aslında iş kendine inanmakla başlıyor. Helen Keller'den söz etmek istiyorum. Kendisi bebeklik çağından itibaren kör,sağır ve dilsizdi. Ancak kendisine inanıp yazmayı,konuşmayı hatta insanlara seminer vermeyi bile başardı. Bana göre asıl engel insanların beyinlerindeki düşüncelerindedir.. Onlar yokmuş gibi yaşayamayız.. Toplum ve bireyler olarak bize düşen görevler, engellilerin normal bir yaşam sürdürebilmesini kolaylaştırmak ve bu konuda diğer bireylere az da olsa örnek olabilmektir. Mesela engelliler için ayrılmış asansörleri ve otopark yerlerini ele alalım; sağlam insanlarla dolu. Engelli bireylerin yaşamını kolaylaştırmak adına çaba göstermek bir yana onların hareket alanlarını da kısıtlamaktalar. Biraz da engelli bireylerle iletişime geçerken dikkat etmemiz gereken birkaç unsurdan söz etmek istiyorum.Mesela tekerlekli sandalyeli biri ile sohbet ederken, ona yukarıdan bakmak yerine, göz seviyesine gelmeye dikkat etmeliyiz. Yardım etmeden önce mutlaka onlara sormalıyız. Tekerlekli sandalyeli birini basamaktan indirmemiz gerekiyorsa, sandalyeyi geri geri indirmeliyiz ki düşme olasılığını engellemiş olalım. Neler Yapabiliriz? -Ülkemizdeki engelliler için oluşturulmuş sosyal sorumluluk projelerine üye olabiliriz. -Engelli bireyler için devletin onlara sunduğu birtakım ekonomik ve sosyal haklar vardır. Bu haklardan onları haberdar edip, yararlanmalarına yardımcı olabiliriz. -Onlara ayrılmış asansör,otopark yerleri,otobüs oturakları vb. yerleri işgal etmemeliyiz -Öncelikle onlara sorarak karşıdan karşıya geçmelerine yardım edebiliriz. - Hissedilebilir yüzeyler ve eğimli kaldırımlar yapabiliriz. Aslında engelli bireyler için yaptıklarımız ve yapacaklarımız, kendimiz içindir de.. Kim bilir belki de bir gün biz de bu yaptıklarımıza ihtiyaç duyacak hale geliriz. Sadece bunu düşünmek bile bizi empati kurmaya itmeli. Onların yaşadıkları dünyayı anlamak için, şöyle bir gözlerimizi kapatalım ve düşünelim. Eminim hepimiz içimizde cevabımızı alırız. Tabi ki bunu gerçekten yaşamanın daha güç olduğunu gözardı etmemek gerekir. Melek ÖZKAN Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü


BİR KADIN DAHA GİTTİ Bir kadın daha gitti ellerimden Sözlerimdeki tüm yaşları avuçlarıma bırakıp Öylece gitti. Ağlıyorum Arkana bakmayışına ağlıyorum. Sana sesleniyorum her defasında Duyduğum sensizlikten ibaret Yaşadığım bensizlikten öte sen Korkuyorum. Sensiz yaşamaktan korkuyorum Seni unutmaktan korkuyorum Bu gece üşüyorum Bedenimden bedenini götürüşüne üşüyorum Ne kaldı şimdi bizden Ne bıraktık birbirimize Benim sende her şeyim kaldı Bende ise sadece dudakların Bir kadın daha gitti. Gözleri gözyaşlarımda.

Ahmet Karakaya Bankacılık ve Finans Bölümü

Körü Körüne Bağlı Olmak !

Rajkumar Hiran’in 3 idiot’dan sonra yönetmenliğini ve senaristliğini üstlendiği P.K filmi ile karşımıza çıkıyor. P.K filminin 3 idiot ile bağlantısı yönetmeninin, senaristinin Rajkumar Hirani ve başrol oyuncusunun Aamir Khan olmasıyla benzerlik oluşturur. Peekay Hindistan da içkiyi su gibi tüketenlere hitap edilen isimdir. Kahramanımıza böyle bir isim verilmesinin nedeni farklı bir yerden geldiği için adını hatırlamaması ve her önüne gelen dünyalılara aslında mantıklı olup da sorgulamadıkları için saçma geldiği sorular sorduğu cuk gibi sorulardır ama cevaplarının kimsenin sorgulamadan kabul ettiği sorulardır. P.K 'in sadık arkadaşları ve dostları olur. Kırık kalpleri düzeltir öfkeleri dindirir. P.K 'in çocuksu merak için P.K ismiyle hitap edilir. Aamir Khan denilince aklımıza ilk gelen Hindistan ve toplumsal bir konu olur. P.K filmi şehirdeki yabancının düşünceler komedisidir. P.K’ nin UFO’sunun boş alana inmesi ve UFO’sunu çağırıp evine gitmek için kolyesinin çalınmasıyla P.K çalınan kolyesini bulup evine dönmek için şehir merkezine gitmesi ve her şeyi bilen kişinin insanların yaptıklarıyla tanrı olduğunu gözlemlemesi sonucu çalınan kolyesini de bulacak kişinin tanrı olduğuna karar vererek tanrıyı aramaya başlamışıyla başından geçen trajik olayların anlatılmasıyla hikaye başlar. P.K Daha önce


hiç kimsenin sormadığı sorular sorar. Bunlar masum, çok kendisi ve milyonlarca insan için manevi bir yolculuğa dönüşür. Film karmaşık felsefelerin iddialı ve ben olduğunu söyleyebiliriz. Afiş yaratıcı bir şekilde tasarlanmış diye düşünülse de Aamir Khan‘ dan beklenmeyen bir görüntü olması nedeniyle baya tepki alır bu tepkinin büyük olmasının nedeni de Aamir Khan’ın Müslüman olarak bilinmesiydi. Daha öncede olduğu gibi izleyicisini tanıması önemli bir olaydır çünkü bu bilip izleyiciye göre davranması filmin kalitesini ve izleme oranını artırır. Renklerin canlı ve parlak kullanımı bunun yanında da kamera hareketleri ve ışık yönünden de iyi kullanılmış. Karşımızdaki konunun ne olursa olsun her zaman sorgulamamız gerektiğini trajik bir şekilde vermesi güzel bir mesajı oluşturur ve bunun en zor yerinden yani din konusu üzerinden anlatması başarılı. Kızın nezarete girmesi için rüşvet vermesini ufakta olsa küçük bir mesaj verir Kolyesinin çalınmasıyla ilk sahneden itibaren başlar çoğu şeyi eleştirerek mesaj vermeye ondan hemen sonra ise aynı ülkeden başka birisinin ona çarpması sonucu ona yardım etmesinin diğer kişiye göre karşılaştırmasını anlam olarak iyi bir şekilde verir. Aamir Khan’ ın yaşının ilerlemesine rağmen oyunculuğunu iyi bir şekilde yansıtır. Para çalarken kalabalığınüstüne

gelmesini tanrının resimlerini yüzüne yapıştırması toplumun hareketsiz bir nesneye ne kadar inandıklarını iyi bir şekilde verir. Karşılaşmış olduğu hırsızlık sonucu gittiği yerde güvensizlik yaşadığı için terliklerini kilitlemesi oldukça komiktir. Filmde bize vermek istediği mesajla olumlu görünse de olumsuzluklarında var olduğunu görürüz. Hindistan klasik olan müziğin olması, kalıplaşmış bir aşkı vermesi izleyiciyi sıktığını düşünüyorum. P.K ‘nin başlarda görünmesinden hemen sonra bir farklı bir mekânda ve kalıplaşmış bir aşk hikâyesiyle başlaması izleyiciyi sıkar. P.K normal halktan farklı olduğu hareketleri bakışlarıyla belli ederken dış görünüşüyle dünyalıdan ayrılmadığını görürüz. Devamlılık hatası olması insanın kafasını karıştırır ve kurcalar en başta çıplak geldi kolyesi vardı çalındı elinde sadece teybi kaldı uzun bir süre görünmemesi ve sonradan ortaya çıkması bize o anki tepkisini vermemesi açısından biraz sıkar daha sonra her ne kadar anlatsa da o anki ifadeyi ve tepkiyi vermiş olmaz. Bir uzaylının duygularının normal insan gibi olması da filmi sıradanlaştırır. Hangi tanrıya inanacağını araştırmak için arayışta olmayı daha ayrıntılı bir şekilde vermesi etkileyici olurdu. Filmin sonunda herkesin iyi niyete bürünmesi ise filmi çok basitleştirip sıradanlaştırır. Sıklıkla aynı şeyleri yapması ve dile getirmesi akıcılığı bozar. Kızın ilk bölümde aşk yaşadığı çocuğu filmin sonuna kadar hiç görmemesi de kopukluk yaratır. Topluma da ve her tanrıya göre çabucak ayak uydurabilmesi ise kafalarda soru işareti bırakır. Sonuç


olarak Aamir Khan’ın alışkın olduğumuz Hint filmleri mesaj amaçlı üretilmiş olsa da kalıplaşmış birkaç konuyla bu sefer ortaya koyması izleyiciyi oldukça sıkar din konusunu daha yaratıcı ve akıcı bir şekilde bize izletmesini isterken bunu tam tersi bir şekilde bize izletirken dini bir hicvi sıkılarak verir. Son sahnesinde ise tekrar dünyaya gelenleri görmemiz bizim hayal kurmamızı engeller bunu sadece uzay aracını gösterip bitirmesi daha sağlıklı ve merak uyandırıcı olurdu. ‘’İki tanrı var. Biri bizi yaratan . Diğeri de sizlerin yarattığı! Sizlerin yarattığı tıpkı sizin gibi küçük, yalancı, hastalıklı, boş vaatler veren, zenginlere öncelik tanıyan, fakirleri sırada bekleten, övgü aldığında mutlu olan, küçük şeylerle insanları korkutan! Bizi yaratan hakkında bir şey bilmiyorum !.. ’’ Sultan TURGUT Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü

TEKNOLOJİNİN AKIL HOCASI TELEVİZYON Tarihçesi 1923'e dayanan televizyon, İngiltere'nin Hastings kasabasında icat edilmiştir. Üretiminden üç sene sonra televizyon görüntüsü ilk kez 1926 yılında Baird tarafından yayınlanmıştır. 1930'da ise satışa sunulmuş, bundan altı sene sonraki Berlin Yaz Olimpiyatları Almanya'da evlerde televizyonlarda izlenmiştir. 1950'de ABD'de satışa sunulmasına rağmen renkli televizyon 1960'larda geniş kitlelere ulaşıp, evlerdeki yerini almıştır. Türkiye ise ilk kez 1950 yılında tanışmıştır televizyon ile. Televizyon mecrası geçmişten günümüze gelene kadar birçok aşamadan geçmiş ve bunun etkisini gerek teknik gerekse toplumsal olarak ortaya koymuştur.Televizyon,ortaya çıkmasıyla beraber toplumsal yapıyıa olumlu olduğu gibi olumsuz etkilerde bırakmıştır.

Öyle ki kitlelere seslenerek toplumsal tabakanın zedelenmesine de yol açmıştır. Televizyonun ortaya çıkmasıyla bir kitlenin başka bir kitle hakkında haberdar olması sağlanmıştır. Belli bir zaman sonra televizyon bir nevi kültür taşıyıcısı olmuş ve yaşam biçimimize kadar yerleşmiştir. Televizyon mecrası gazete,kitap,dergi vb. yazılı materyallerden çok daha farklıdır. En büyük farkı ise hem görüntü hem de ses imkanını sağlamasıyla insanlara kolaylık kazandırmak ta,her kesime seslenmekte bunun yanında bireyleri

tembelliğe itmektedir. Dergi,gazete gibi yazılı materyalleri anlamak için öncelikle okuma yazma bilinmesi gerekiyorken televizyonda böyle bir zorunluluk olmadığı için hem şehirde hem de taşrada yaşayan her tür kitleye seslenebiliyor. Böylece daha geniş kitlelere ulaşarak toplumsal yapıda etkisini artırıyor. Televizyon ortaya çıkmasıyla beraber insanlar tarafından yüzyılın icadı olarak karşılanırken şimdi ise 'Yalancı Kutu' olarak değerlendirmeye alındı.Televizyon, hayatımıza girmesiyle


beraber insanların günlük alışkanlıklarına,dini inanışlarına,yemek kültürlerine,çocuklarına karşı davranışlarına,aile içi ilişkilerine kadar inmiş ve etkisini göstermiştir. Televizyon dediğimiz ile mecra üzerimizde algı yaratılmak istenmiştir ve bu hızlı bir şekilde başarılmıştır .Televizyon din ihtiyacımızı,yemek ihtiyacımızı hatta ve hatta eş ihtiyacımızı bile karşılar duruma gelmiştir. Aile içi ilişkilerde bireyler birbirlerine vakit ayırmaktan ziyade karşılarında yer alan küçük bir ekrana odaklanıp günlük ihtiyaçmış gibi yayınları hayatlarına şırınga misali enjekte ederek uygulamaktadır .Televizyonda yer alan dini programlar bunun en büyük kanıtıdır. Toplum olarak zeka seviyemizin ne kadar alt seviyede olduğunu bize apaçık göstermektedir. Bunu görmemizi sağlayan şey ise programları izleyen izleyiciler tarafından sorulan sorulardır.Bir diğer önemli husus ise reklamlardır.Televizyon reklamlar aracılığıyla insanları tüketmeye

Aysel AKCAALAN Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo,Televizyon ve Sinema

yöneltmiştir.Bunu daha cazip kılmak için ise binbir türlü hediye ve indirim imkanı sunarak alıcısını tüketmeye mahkum bırakmıştır. Dünya çapında yapılan araştırmalara göre: insanlar büyük bir zamanını televizyon aracılığıyla bilgi aldığını ve bu bilgilerin kesinlikle doğru olduğunu kabul ederek izlediklerini dile getirmiştir.En önemlisi de insanların nasıl bir televizyon kültürü içerisine girdiğidir.Bu yüzden her birey kendi idelojisine yakın olan haber kanallarını, yemek programlarını, dini programlarını zaplarken aslında duymak ve görmek istediğini diler ve davranışlarını,düşünce mekanizmasını ona göre yönlendirir.Bu da bize televizyonun ne kadar etkili bir mecra olduğunu gösterir.Kısacası televizyon günümüz teknoloji çağında gittikçe daha fazla yer almakta ve insanlar kendilerine sunulan gerçekliği sorgulamadan hayatlarına geçirmekteler.Böylece televizyon, su misali sıvı bir halde hayatımıza işlenmektedir.

REKLAMA DAİR 52


Merhaba Hakan Bey, sizi biraz tanıyabilir miyiz? Memnuniyetle, reklamcılık dünyasında on yedinci yılı devirmek üzereyim. Öğrenim hayatımdan bugüne severek, bıkmadan çalıştığım bir dünya kurdum kendime, onun içinde yaşamaktan çok mutluyum. Ankara Gazi Üniversitesi Resim-İş Öğretmenliği Anabilim Dalı mezunuyum. Reklam hayatıma sahibi olduğum Parnassus Marka İletişimi’nde devam ediyorum. Bu mesleğe nasıl yöneldiniz, örnek aldığınız birisi veya birileri var mıydı? Çocukluğumdan bugüne sanata olan ilgim çoktu, hayalini kurduğum yaşam için çizdiğim yolu izledim ve üniversitede hep hay-

size bir şans vermesi, alini kurduğum bölümü sizin beklentilere cevap kazandım. Tabi aklımda verebilmeniz çok önembu meslekle ilgili hiçbir li. Gelecek vaat edebilfikir yoktu sadece resim irseniz ne mutlu size, ön planda idi. Güzel sanbir basamak yükseldiniz atlar hazırlık kursunda bile. Moralimin bozuörnek aldığım sevgili lduğu, kendimin bir işe Hamit Hocam biraz bu konuda beni cezbetti, yıl- yaramadığı duygularını da ilk başlarda çoğu kez lardır resim yapıyordum yaşadım. Zorlu bir döikisini bir arada götürenem, bilgiye ulaşmak bileceğim bir bölüm bu kadar kolay değildi. daha seçmek istedim, o Harçlıklarımı ya da kada grafik bölümüydü. Hem hayatımı kazanacak zandığım paraları çoğu zaman kitaplara ayırıyorparayı elde etmeme dum. Çok araştırıyoryardım edecekti, hem de sanatımı icra edecek- dum. Okulumuzun küçük bir bilgisayar atölyesi tim. Tabi zamanla bu iş vardı zamanımın çoğu çok daha zevkli hale gelya orada ya da grafik di. Sanatı ve ticareti bir atölyesinde geçiyordu. araya getiren bir dünya belirdi ve bunu bir fırsata Üniversitede çok değerli hocam Prof. Dr. Adnan çevirmem gerektiğinin Tepecik vardı. İlk örnek farkına varmıştım. İlk olarak yardımcı tasarımcı aldığım kişi odur, ona da olarak başladım. Tabi zor saygılarımı sunuyorum. Emeği çoktur bende. dönemlerdi. İnsanların


Okul içerisinde yine üst sınıflarda büyüklerimiz ve çok iyi bir bilgi paylaşım ortamı vardı. Hevesli olunca onlar da öğretmekten mutlu oluyorlardı. O anlar geldi şimdi aklıma, çok mutlu oldum. O zamanlar benim için şimdiki gibi örnek alınacak insan sayısı bu kadar çok değildi. Olanların da bilgisine ulaşmak zordu. Reklamcılık dünyasında internet kavramı daha yoktu. İnternete bağlanmak için kabloyu takıp çıkardığımız günlerden bahsediyorum. Ne günlermiş, şimdi bakınca tam bir eziyet gibi görünüyor. Şimdilerde yeni nesil çok şanslı. Her şey ellerinin altında. Böyle bir süreçte başarma ve kariyer yapma süreci biraz sancılıydı. En alt basamaktan başlayıp tüm basamakları sıra sıra, sindire sindire çıkmak gerekiyordu. Tabi önce reklamcılık tarihinden başlamak önemliydi. Bir dosya hazırladım kendime; İbrahim Müteferrika, Matrakçı Nasuh, İhap Hulusi, Sait Maden, Mengü Ertel, Lucian

Bernhard, Lautrec, Eli Acıman gibi daha birçok isim incelenecekler listemdeydi artık. İnternet hayatımıza girmeye başlayınca ünlü ajansları ve reklamcıları (William Bernbach, David OgilvyveLeo Burnett), tasarımcıları veya sanat yönetmenlerini takip etmeye başladım. Leo Burnett’in hikayesi beni etkilemişti. Onların makalelerine ve söylediği sözlere, yaptıkları reklamlara ulaşmaya çalışıyordum.Zaman çok değerliydi ve su gibi akıp geçmekteydi. Benim şansım biraz azmim, iyi tasarımcı ve yöneticilerle birlikte çalışmamdı. Üniversite yıllarında mesleğimle ilgili fazla boş zaman geçirmedim. İş ve okul hayatına beraber devam ettim. Bir hayalim vardı ve onu elde etmek başarılı olmak istiyordum. Bugün karşınızdayım.

55

Bir reklamı tasarlarken tasarımlarınız tamamıyla size özgü mü olur yoksa müşteri müdahalesi de olabiliyor mu? Sunum öncesi süreç çok önemli, dikkate alınacak çok nokta var. Yapılan işin markaya, amaç uygunluğu çok önemli, müşterinin müdahalesinden çok onların isteklerinin hep aklınızın bir köşesinde olması gerekli. Biraz sohbet ile onların da az çok neleri sevip neleri sevmeyeceğini artık hissediyorsunuz. Tabi bu yapılacak işin rengini çok değiştirmemeli. Bir tasarım ya da reklamda en önemli şey bir fikirdir. Verilen mesajın doğru olması da çok önemlidir. Aynı zamanda iyi bir işin ortaya çıkması iyi bir “brief ” e bağlı.

Bu süreçte meraklı bir bekleyiş oluyor müşteri için, sunulacak işi tüm ayaklarıyla amaca ve sürece uygun hazırladığınızda ve iyi anlattığınızda müdahaleden çok sizi takdir ve teşvik bekliyor. Tabi ki “ben yaparım onlar beğenmek zorunda” diyemiyorsunuz. Böyle bir dünya yok. Bazen müşterinin yapılan işin başarısına katkı sağlayacak minik dokunuşları olabilir. Onların da sizin gibi heyecanlı olduğunu unutmamak gerekli, sürece onları da dahil etmek hepimizi mutlu ediyor. Amaç ortak olduğu için bu kabul edilebilir bir müdahale oluyor.


Tasarım istekleri arasında hiç reddettiğiniz bir teklif oldu mu? Oldu ise neden? Maalesef oluyor. Genelde işverenin kendi markasına, reklama bakış açılarına ya da onların emeğimize verdikleri değerden dolayı olumsuz kararlar almamıza sebep olabiliyor. Reddetmek kelimesi bize biraz aykırı bir durum. Böyle durumlarda öncelik orta yolu bulabilir miyiz, ona bakıyoruz. Tasarım yaparken kendinize özgü belli başlı kriterleriniz var mı? Bu konuda en önem verdiğim nokta yapılan işin amaca uygun olması. Burada tasarımın dilini iyi bilmek gerekli. Zamanla kazanılacak davranışlar bunlar.. Ama başlangıç olarak özgün olması kriteri çok önemlidir. Özellikle dikkat etmeniz gereken bir nokta var. Markanın büyüğü küçüğü olmaz, her halükarda özgün iş çıkarmak gerekir. Tasarıma başlamadan önce iyi anlamak, iyi incelemek size çok şey kazandıracaktır. Bu açıdan bir konumlandırma yapmak önemlidir. Hissetmek çok önemli, daha başlangıçta sonucu kestirebilmek işimi daha kolaylaştırıyor. Bir tasarımı şekillendiren sorularım vardır. Kime hitap edecek? Kim sahiplenecek? Hangi duyguları barındıracak? Bunlar gibi birçok kriterim var. Bu kriterleri yapılacak işe göre değiştirip şekillendirmekteyim. Bahsettiğim iyi anlamak ve incelemek bu işin basit örneğidir.

Eğer reklamcı olmasaydınız hangi mesleği yapardınız? Eğer reklamcı olmasaydım, oyuncakları çok severim, bu sektörde bir iş yapmak isterdim. İçinde çocukları cezbedecek, hayal güçlerini arttıracak bir oyun dünyası kurmak isterdim. Son olarak, bu mesleğe yönelmek isteyenlere söylemek istedikleriniz nelerdir? Bazıları bu işi güzel ve havalı bir meslek olarak görebilir. Siyah ve beyaz gibidir reklamcılık. Ne demek istediğimi ilerleyen zamanlarda anlayacaklar. İlk sorularda verdiğim cevaplarda kısmen ne yapmaları gerektiğini oralardan biraz çıkartabilirler. Azim göstermeleri, pes etmemeleri gerek. Büyüklerimiz “gençken yorulmayan yaşlandığında rahat etmezmiş” derler. Zorlu ve çabuk geçecek bir zaman bizi bekliyor. Yolun başında olanlar için söyleyeceğim şey başarılı olmak öncelikle kendi

ellerinde, bunu bilmelerini isterim. İş hayatı başlamadan insanların mesleklerine uygun becerileri bir an önce kazanmaları gerekmektedir. Önce yeteneklerini keşfetmelerini isterim. Sonra ne yapacaklarını seçmelerini; tasarımcı mı, reklam yazarı mı, fotoğrafçı mı, kurgucu mu..? Her ne ise seçim yapmaları ve kendilerini o yönde geliştirmeleri gerekiyor. Bol araştırma ve alıştırmayla, deneyimle kısa bir sürede istedikleri konuma geleceklerdir. Bu günden itibaren bu işi öğrenmek için var olan örnekleri iyi incelemelerini, araştırmalarını tavsiye ederim. Böylece bir işin nasıl ortaya çıktığını, hangi aşamalardan geçtiğini, hangi zorluklar yaşamış olabiliceklerini hissedeceklerdir. Boş zamanlarının bir kısmını yapmak istedikleri meslek için harcamalarını, sektörde zaman geçirmelerini faydalı görürüm. Bilgi çok önemli, bolca kitap, makale, dergi okusunlar. İmkanları olursa workshoplara katılmalarını, bolca insan tanımalarını, gündemi takip etmelerini öneririm. Okulda öncelikli olarak kendi aralarında bir takım kurmaları çok işlerine yarayacaktır. Bilgi akışı burada başlayacak, ekip arkadaşı olmak ne demek onu öğreneceklerdir. Öğrendiklerini birbirlerine aktarsınlar, fayda sağlayacaktır. Onlara daha fazla şunu takip edin, şunu okuyun demeyeceğim. Ama şu dörtlüyü ayrıca araştırsınlar isterim: William Bernbach, David OgilvyveLeo, Burnett dünya reklamcılık tarihine; Eli Acıman, Türk reklamcılık tarihine iz bırakmışlardır. Bilgiye ulaşmanın bu kadar kolay olduğu ortamda, onları başarıya ulaştıracak kişi ve yayınları bulacaklarını, kendilerine iyi bir yol çizeceklerini, donanımlı oldukları sürece aşamayacakları hiçbir engel olmayacağını bilmelerini isterim. Suna ÇETİN Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi

58

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü


TOKATLAR DÜNYASI

ÜVEN

Karanlık bir yolda ilerliyoruz. Evet, karanlık bir yol. Karanlık olduğu kadar gürültülü. Ben bu yola ‘’Tokatlar Dünyası’’ adını verdim. Tokatlar Dünyası, gerçeklerin köşesi. Gerçeklerin köşesinde gürültüler ve huzursuzluk, diye bağıran insancıklar var. Bu insancıklar sürekli bağırıyorlar, dinlemiyorlar, onların tokatları var. Görüyorlar ama can yakmayı seviyorlar, küçümseme var onların gözlerinde. İnsancıklar çok, bana kızmasınlar, iyi insancıklar da var. Tokat atmadan yaşayanlar da var. Farklı, sayısını bilemediğim çok insancık var. Ama şunu biliyorum, burası ‘’Tokatlar Dünyası’’. Burada kafa dinginliği yok, sessizlik yok. Tokatlar var: heves zincirimizi kıran tokatlar. En son ne zaman kafa dinginliği ile sessizliğe teslim oldunuz? Sessizlik. Ne dingin kelime değil mi? Uğultular ve atılan adımların yükünden sıyrılıp sessizliği düşlüyorum şu an. Ufak Sessizleşin ve düşleyin. Ardından (Kafanızın içini hayaller olsun bilemeyeceğim) hayallere dalın. Evet, sessizliği şimdilik, uzun düşleyip hayallere dalın. Tokatlar dünyasından soluklu olmasın. sıyrılıp sessizliğe yer verin biraz. Kafa Şimdilik dedim bakın, ağrılarına ayırdığınız zamanı sessizliğe de şimdilik. Zamanla ayırın. Bakın o zaman nasıl hayallerimiz de büyüyecek. güzelleşeceksiniz. Huzur kalp (Sokakta büyüyen bir köpek damarcıklarınıza kadar yavrusunu düşünelim. Zamanla girecek. Ardından derin büyüyor, gelişiyor, öğreniyor.) bir uykuya dalarsınız Tecrübeler öğretiyor, hayallerimiz belki. Güzel olurdu de böyle büyüyor. Tecrübeler hayallerimizi değil mi? Hayal de büyütüyor. Şu an kelimeleri birleştirip, kuruyorum, cümlelere döküyorum ya, sonra da paragrafları sessizleştim meydana getiriyorum. Bu da benim bir tecrübem şu an. olsun, sizin olsun. İyi günler dilerim. Gizem GÜMÜŞ Uşak Üniversiesi İletişim Fakültesi Yeni Medya Bölümü

Nasıl güvenebilirsin ki bir şeylere? Varsayalım ki bir köpek yatıyor olsun, tasması da yok. Saldırmak için anı kollasın, üstelik ağzı da köpürmüş olsun. Hızla uzağından geçmek kendini güvenceye alma içgüdüsüdür. Hiç bir şey yokmuş gibi yanından yavaşça ilerlemekse risk almaktır. Sonunun kötü bitme ihtimali bu denli yüksek olan olayda risk almak ise pek akıl işi değildir. Yahut geceden beri kar yağıyor olsun. Gözünün alabildiği her yer beyaza bürünsün.

Öyle ki gökyüzü dahi maviliğini küçük kristallere teslim etmiş olsun. Sabah, aralanmış haldeki perdeden sızan güneş ışığıyla uyanmış ol. Seni uyandıracak kadar yakın hissettiğin güneşe aldanmayıp botunu giyindin diyelim. Bunu daha önceden deneyimlemişsindir ve hava hala soğuktur diyebilirsin. Bu da kendini korumak adına yapılan mantıklı bir harekettir. Oysa güneşe aldanıp paltonu giymemiş olsan ve şapkanı da takmasan yine hüsran yaşamış olursun. Yüzünde hissettiğin ufak, tatlı bir sıcaklığa aldanmış olmanın pişmanlığını yaşarsın içten içe. Peki o halde bir de şunu inceleyelim ve güvenmemek gerektiğini pekiştirelim. Bir dostunuz, arkadaşınız, sevdiğiniz; adı sizde her neyse bir kıymetliniz var olsun. İstese yeryüzündeki tüm papatyaları toplayabilecek kadar değer veriyor olun. Yüzünüze bir kez gülmesi için çeşitli fedakarlıklar yapın. Öyle ki kimi zaman kendinizden tavizler veriyor olun. O kadar çok güvenin ki sonunda boşa çıkmayacakmış gibi, teslimiyetle bağlanın.


NEVÜ

O kadar kandırın ki kendinizi, öyle ki çokça pişmanlık biriktirmiş olasınız. Ve bir o kadar da mutlu olun ki yanında; bırakın kentler füzelere kurban gitsin, birtakım hayvanlar kırbaç yesin insanlaştırılmak için. Bir çocuğun kalbi kırılsın yok yere, bir ağaç yazın ortasında çıplak kalsın. İri iri dolu tanelerinde kraliçe karınca hırpalansın. Yanınızda yokken zaman hızla geçerken, onsuz kaldığınızda vakit dolmak bilmesin. Bırakın hatalarınızın sorumlusu onun uğrunda yaptıklarınız olsun. Öyle ki doğan sonuçlar pişmanlıkken adına ‘ona değer’, diyerek teselli bulun.Olmasın tabii ama ihtimal ki bir gün ansızın sizi bırakıp gittiğini varsayalım.

Öyle ki izine rastlamak dahi mümkün olmasın. Öyle ki size karşı olan hisseleri meçhul kalsın. Ne olacak şimdi? Küsmek mi lazım hayata tüm bu güzellikler bitti diye? Yeni bir hayatın temellerini atma çabaları içine mi girmeli? Yahut hiçbir şey olmamışçasına devam mı etmeli kalındığı yerden? Öyle ki bir kalbiniz olduğunu unutarak. Bu kısımda herkesin kendi içinde verdiği cevap farklı olur şüphesiz. Herkesin avuntusu kendine hastır. Tesellinin neyin kollarında bulunacağı sorusu özneldir. Öyle ki kişinin derdi kendine hastır. İçinde var olunan durumun adıysa güvensizlik olacaktır. Bu durumdan sonra biraz kişinin kendine öfkesi, biraz huzur arayışı çabaları ve muhakkak aynı şekilde yeni birilerine güvenip güvenmemesini sorgulama denemeleri başlayacaktır. Öyle ki kişi ya tekrar güvenip hayatına bir kıymetli daha arayacak ya da artık kimseye güvenmeyecektir. Bu süreçte çıkış yolunu bulmak adına kendini kandırmaya başlayacaktır. Öyle ki bir zaman sonra kendine yalan söylediğinin farkına varacak ve kendi de dahil olmak üzere kimseye güvenemeyecektir.

Ben kimseye güvenmiyorum, diyemeyiz. Kimseye güvenmeyin, demek de ne kadar doğru bilemeyiz ama bu tavsiye de bulunan birilerinin de bu tür bir sorun yaşadığını görmezden gelemeyiz. Güven üzerine, ne yapılacağı konusunda bir karar kılmak hayli zor. Öyle ki aslında kimsenin kimseye güvenemediği bir toplumda diyeceklerimizin ne kadar baki kalacağı tartışılır. Öyle ki kişi eninde sonunda bildiğini okuyacaktır. Öyle ki sonunda benzer hatalara düşecektir. Belki de önemli olan budur. Belki de hayat böyledir. Öyle ki sonunda bizi bekleyen sıkıntılar değil asıl önemli olan; bu sürece kadar yaşadıklarımızdır. Elimizde kalan bir avuç anıyla mutlu olmayı denemektir. Birinin de dediği gibi ‘ bitti diye üzülmek yerine yaşandı diye sevinmeyi denemektir.’ Güvenmekse sürekli deneyimleyeceğimiz acı tatlı bir döngüden ibarettir. Öyle ki hayat da bunu gerektirir.

Zeynep USLU Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Yeni Medya Bölümü


SENİ BEKLEMEK GÜZEL ŞEY

Saat çok geç oldu. Galiba 03.30. Odamdayım, tabii kış ayındayız haliyle biraz soğuk. Çayımı aldım yanıma. Fazlasıyla açık severim çayı. O da öyle severdi. Ama bana hep şunu derdi ‘’ Çay dostunla içilir, kahve ise tek başına.’’ Evet, haklıydı. Ben de çayımı dostlarım olan kalemim ve kağıdımla içiyordum. Kalemim kalbimin derinliklerinde kalan duygu parçalarını ortaya çıkarıyordu. Kağıdım ise ona mahcup mahcup bakarak hislerime ev sahipliği yapmaya çalışıyordu. Mahcuptu çünkü kağıdım bu kadar hüzünlü cümleleri kaldıramayacak kadar hafifti. Olsun dedim, ben kaldırdım zamanında, o da kaldırırdı herhalde. Evin penceresinden dışarıya bakıyordum bazen. Sokak o kadar sessizdi ki bir ayrılık gibiydi. Sadece sessiz ve suskun. Tabii biraz da soğuk. Bu saatlerde uyumam gerekirdi. Yorgunum, işten geldim. Haberler, insanlarla görüşmeler, sıkıntılar vs. kafam doluydu. Yine her zaman ki gibi dostlarım olan kâğıdım ve kalemim beni bekliyordu, soğuk olan dolabımın rafında. Gece gece neden uyumadım? Onu düşünüyorum. Evet, bir zamanlar saçının tek bir teline zarar gelmesini istemediğim insanı. Hala zarar gelmesini istemem tabii ki. Çünkü seviyorum ben onu. Zaman bana şunu öğretiyordu: yavaş yavaş düşünmeyi daha çok düşünmeyi ve merak etmeyi. Peki cevaplanamayan sorular ne olacaktı? Evet, işte bütün her şey burada başlıyordu aslında. Soruların cevapları olmayınca sorular da unutuluyordu zamanla. Ama olsun beklemek güzel. Gelmeyecek biliyorum. Geri dönmeyecek ama bekliyorum. Neyi mi? Mutluluğu. Tekrar sol tarafımda oluşacak ağırlığı bekliyorum. Peki, beklemek çare mi? Onu da bilmiyorum. Ama beklemek güzel. Her şey yolunda gidercesine davranmak, insanlara sürekli güler yüzle bakmak gerçekten yetenek işi. Eve gelince anlıyor insan fazla rol yaptığını. Hatalar oldu. Yaşandı ve bitti. Güzel olan şeyler zaten hep biterdi. Ya tekrar başlar mıydı? Bunun cevabını ben de bilmiyorum. Geçmişte bir filmde görmüştüm. Erkek, kızı bir şekilde görüyor ve uzaktan seviyor. İlerleyen zamanda istemeye gidiyorlar. O sırada kızı seven birisi erkeğin kardeşini öldürüyor. Evet, size ne kadar da normal geliyor değil mi? Her neyse erkeğin ailesi kıza düşman kesiliyor tabii. Erkek ile kız evleniyor. Evlenmesine de erkeğin en yakın arkadaşı kıza başından beri sevdalı. Zaman ilerledikçe aile içerisinde sıkıntılar çıkmaya başlıyor. Daha sonra erkeğin en yakın arkadaşı bir şekilde kızla evleniyor.


Ramazan ÇETİNER Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü

30 YIL SONRA?

Çünkü erkek çok seviyor. Ama kızın gönlü hiç yok tabii. Çocukları oluyor. Kardeşi vurulan erkek ise başkası ile evlendirilmek zorunda kalıyor ve evleniyor. Olaylara bakıldığında hepsi aynı yerde geçiyor. Zaman ilerliyor ve başından beri birbirini çok seven o iki genç birbirine kavuşuyor. Evet, burada herkes bu filmi hayal, kurmaca zannetti. Hayır, arkadaşlar bu film gerçekten yaşanmış. Bu filmde oynanan oyuncuya kadar gerçek. Evet, diyeceksiniz şimdi: Kızın namusu vs. sorular olacak. Arkadaşlar sizin namus dediğiniz şey, iki bacak arasında ise sevmeyin siz hiç kimseyi. Burada şuna dikkat çekmek istedim. Sevdikten sonra sen sahra çölü ol, ben sana su olurum. Sen Antarktika kıtası ol, ben sana güneş olurum. Ama her şey sevmekle başlar. İmkânsız diye bir şey yoktur hiçbir zaman. Bir tek ölene çare bulunmaz. Evet, unutmadan sevmek kolay iş değildir. Cesurların, canını ortaya koyanların sevda yoludur. Korkakların ya da hataları unutamayanların işi asla olmaz. Birkaç saat sonra sabah olacak yine güneş en ihtişamlı şekliyle doğacak ve az da olsa ısıtacak bizleri. Ben yine hayata devam edeceğim. İşime, okuluma gideceğim ve yine iyi rol yapacağım. Sonra yine ev, yine iş, yine okul tekrarlamalarla hayat devam edecek. Sadece ve sadece odamın en güzel yerinde duran çiçekler, hediyeler ve fotoğraflar bana hep buruk bir şekilde bakacaklar. Hep bir hüzün barındıracaklar bana. Onlar da istemiyor böyle olmayı. Ben de istemiyorum. Ama bekleyelim. Beklemek, sabretmek her şeyin belki de en güzeli. Kalemim hala daha içimdeki duyguları yazmak için diretirken ben olmaz, diyorum. Çünkü sevdanın da bir gizli yanı vardır. O güzel yüzün, o güzel saçların ve en önemlisi de o güzel gözlerin bir gizliliği olsun. Onlar kalbimde kalsın.


MUHTEŞEM REKLAM 30 YIL SONRA İPHONE 4G adlı reklam filmi olarak yayınlandı. Evet, ben bu reklam filmini izleyeli 2 sene kadar oluyor. Bir telefon markası 30 yıl sonraki reklamını yapıyor ve bizlere kitle iletişim teknolojisinin nereye kadar gelebileceğini gösteriyor. Bu reklam filmini kimin yaptığı konusunda iki farklı bilgi var; ilkinde markanın kendisi reklamı sosyal ağlar üzerinden tanıttığı, ikincisi ise bu markayı ve ürünleri farklı bir biçimde eleştirmek için yapıldığıdır. Rakiplerine göre gayet başarılı, etkili bir tanıtımimaj reklamı olmuş. Piyasada olmayan bir ürünü tanıtıyorsun ve üstüne üstlük bunun 30 yıl sonraki tanıtımını yapıyorsun.

Reklamdaki genç adam tarih 28.02.2011’i gösterdiğinde her zamanki gibi uyuyor. Sabah uyandığında 30 yıl sonraya gidilmiş, 28.02.2041’de uyanıyor. Günlük yaşamda hiçbir değişiklik yoktur. Aslında reklamda her şey normal başlıyor, ta ki dışarıya adım atana kadar... Reklamdaki adamın genç oluşu, yatağında tek uyuduğu, tek yaşadığı bize daha evli olmadığı hakkında bilgi veriyor. Beyaz bir gömlek giydiği ama kravat takmadığı, evden çıkarken eline çanta alması ve bu çanta modeli daha modern ve biraz daha genç kişilerin kullandığı nesneler olması, bize bu genç adamın belli bir mevkide çalıştığını gösteriyor. Evden çıkarken eline aldığı telefon modelinin 2011 yılına ait bir model olması, telefon ekranındaki saatin 07:17’yi göstermesi genç adamın iş hayatı ile ilgili ip uçlarını veriyor. İlk şaşkınlık billboardlarda gördüğü reklam afişinde oluyor. Burada, ayağında spor tarzda bir ayakkabı olması genç adamın rahatına düşkün olduğunu sergiliyor. Asıl olay metroya bindiğinde gerçekleşiyor. Burada herkes kendisine bu teknoloji ile çeki-düzen veriyor. Kimisi rujunu tazelerken, kimisi sakal tıraşı oluyor, kimisi saçını kurutuyor ve bunları bir telefon sayesinde yapıyorlar. Genç adamın kahvaltı salonu gibi bir mekana girmesi ile durumun ciddiyeti ortaya çıkıyor. Teknolojiye ne kadar yabancı kaldığı gözleniyor. Teknoloji yerine kitle iletişim teknolojileri desek daha uygun olur. Çevresindeki insanları izleyerek bir şeyleri öğrenmeye çalışıyor. Kahvaltıda portakal tercih etmesi, kendisine

özen gösterdiğini belirtiyor. Teknolojiye ne kadar yabancı kaldığı, telefon ile elini kesmesinden dolayı akan kandan anlaşılıyor. Burada bir hayalden öte canlılığı vurguluyor telefon ile elini kesmesi. Birden akşam vakti oluyor. İş çıkışı gibi gösteriliyor zaman. Parti gibi bir organizasyonda devam ediyor bu şaşkınlık. Karşılıklı tokuşturulan telefonlardan içiliyor içkiler. Sigaralar telefondan çıkartılıp içiliyor ve genç adam ayakta durmakta zorluk çekerek mekandan ayrılıyor. Genç adamın üzerinde bir kazak bulunuyor ki bu da genç adamın işten çıkarken farklı bir şeyler giydiğini ve sabah işe giderken eline aldığı çantanın olmadığını gösteriyor. Genç adam sokak boyunca ilerlerken bir soyguncu tarafından telefondaki silah ile gasp edilmeye çalışılıyor. Genç adam hala durumun tam olarak farkında olmadığı için telefondaki silahı görünce küçümser bir tavırla soyguncuyu iteliyor. Soyguncu iki el ateş ediyor telefonla ve kaçıyor ardından da. Genç adam, vurulduğunu bir süre sonra anlıyor ve adamın bağırması ile reklam bitiyor. Telefondan sigarayı

çıkartıp içmek mantıklı geliyor da neden telefonla vurulmak tuhaf gelsin ki. Burada reklam bize Nasrettin Hocanın ‘’Kazan Doğurdu’’ fıkrasını hatırlatıyor. Markanın simgesi bir dünya şeklinde iWorld yazısıyla gösteriliyor. Şuan bu durum bize ne kadar komik ve yabancı gelse de teknolojinin o yöne doğru gittiğini gösteriyor. Ve bu tanıtım reklamı televizyonda yayınlanmaktansa internet ağı üzerinden yayınlanıyor. Bu durum hem olmayan bir ürünü pazarlamak gibi bir algıyı yıkıyor hem daha az maliyetli oluyor hem de daha uzun bir tanıtım reklamı meydana geliyor. Şimdi akıllarda şu sorular kalıyor: ‘ Teknoloji bu derece ileri düzeyde olacak mı?’, ‘Bizlerde 30 yıl sonra böyle bir teknoloji karşında yabancılaşacağız mı?’ , ‘Bizler mi kitle iletişim araçları teknolojisine ayak uyduracağız yoksa onlar mı bize ayak uyduracak?’... Gül GÜL Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü


G Ü 5 N K L V E A V FO SIMRD E R E : N N D E TT A Çizim: Yagshygeldi CHASHEMOV AMANGELDİYEVİCH Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü

‘’Hatırla, 5 kasım gecesini hatırla. Patlamayı, ihaneti ve komployu. Bu ihaneti unutmak için hiçbir sebep göremiyorum.’’


Adının Guy Fawkes olduğunu biliyorum ve 1605 yılında parlamento binasını yakmak istediğini de.Bizi bu filme bağlayan neydi?Gerçekten de maskenin altındaki adama mı hayrandık yoksa filmin içerisindeki anlatıya mı? Bence her ikisine de. Çünkü o maskenin altındaki meçhul adam olmasaydı filmde koca bir boşluk olurdu.Onun yerine başka bir karakter yaratılsaydı belki de sinemasal anlatı bu kadar etkili ve bu kadar akılda kalıcı olamazdı. Filme gelecek olursak keyifle izlediğim ve favori filmin hangisi dendiğinde çekinmeden bende ilk sırayı kapan bir filmdi. Film terör, sağlık, savaş sebepli korkular yaratılarak devletin baskıcı rejimini yansıtıyor. Bu süreç içerisinde toplumsal durumu da bize aktarıyor.Barda içen insanları, huzurevinde yer alan yaşlıları, evlerinde bütün gün oturup ailesi ile televizyonun karşısına geçip haberleri izleyen kesimi sürekli bize göstermektedir.Bununla beraber her devletin gizli, derin bir yönü olduğunu, devletin önemli isimleri ile ülkenin başkanın karanlık bir odada gizli görüşmeleriyle bize apaçık göstermektedir.Filmin ana karakteri ‘V’ bu faşizme karşı anarşizmi yaratmayı amaçlayan ve bunu başaran maskeli bir kahramandır. Kim olduğu bilinmeyen bu kahramanın tek amacı toplumun gerçekleri görmesi için hükümete karşı başkaldırmasıdır.Filmde Parlamento’yu patlatmanın ülkeyi daha iyi bir noktaya getireceğinin inancı vardır. Film geleceğin totaliter İngiltere’sinde 2020 yılında geçiyor. Amerika iç savaş ve yoksuluk içerisindedir. İngiltere’de ise, o anda başlarında olan hükümetin izlediği politikalar yüzünden geceleri sokaklarda terör kol gezmektedir. Filmde yer alan Sutler bize Nazi hakimiyetini de göstermektedir.Yönetimde yer alan Sutler aslında konuşma tarzıyla,tehditleriyle,bayraklarıyla,askerleriyle o zamanı az da olsa bize anımsatmaktadır.Kitleleri susturulduğunu, medyanın her daim hükümet yanlısı tavırlarıyla gösterildiğini , muhalefetin susturulduğunu, içi boş haberlerle kitlelerin inandırılmaya çalışıldığını ve bütün bunları vatan sevgisi hamleleriyle yapılmak istendiğini görüyoruz.V’nin güvenebileceği tek kişi ise Evey’dir.V devlete karşı kendisiyle aynı intikam duygularını taşıması için Evey’i bir sınavdan geçirir ve Evey sınavı başarılı bir şekilde geçer. Film boyunca V maskesini sadece bir kez, ağlamak için çıkarır, bu sahnede de yüzü değil maske görünmüştür. Bu sahnede sürekli gülümseyen maske altında acı çeken ve ağlayan devrimci ve aşık karakterin yattığı ironi çok güzel vurgulanmıştır. Filmde V’nin yüzü hiç görülmez.Özellikle filmde yer alan Kur’an-ı Kerim, o dönemde yasaklı olup filme önemli bir detay katmaktadır. Filmde anlatılan bazı olayları, hala birçok devletin yaşadığını bize göstermektedir.Kahraman dendiğinde aklımıza her zaman ölmeyen,vurulmayan ve daima hayatta kalan bir tablo çizildiğinden dolayı ‘V’ bu teorinin aslında bize tam tersini vererek gerçekçi olmayı denemiş ve inandırıcılığını arttırmıştır. Film kadar filmin içerisinde yer alan V’nin replikleri de sinema mecrasına adını büyük harflerle yazdırmış ve tüm zamanların en iyi filmlerinden biri olmuştur. Aysel AKÇAALAN Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü

İNSAN, DİLİNİN ALTINDA GİZLİDİR Bir insanı tanımak istiyorsanız o insanı konuşturun. Cümlesi, kişiliği ile dilinin kullanılışının doğru orantılı olduğunu anlatır. İnsan neye, nasıl baktığını ve kim olduğunu dil aracılığıyla ortaya koyar. Dil, kalbin tercümanıdır yani dil varsa insan da vardır. Dil, insanın bilgisizliğini, cahilliğini aynı zamanda bilgeliğini ve alimliğini tartan en iyi terazidir. Burada boş konuşan insanı ele alalım. “ Az bilgisi olup çok konuşan, parası olmayıp çok harcayana benzer.” atasözü ile de ifade edilir. Cahil insan her şeyi bildiğini sanarak çok konuşmaya, etrafındaki insanlara tesir etmeye çalışır. Boş konuşarak insanları etkilediğini düşünse de onun söylediği sözün hiçbir hükmü yoktur. Boş konuşanın sözü kuma yazılan yazılar gibidir, kalıcılığı yoktur ve ilk dalga ile de ortadan kaybolur. Söz gümüşse sükut altındır, çok konuşan boş konuşur. Tabi bunlar da bildiklerini dile getiremeyenlerin sebep olduğu boşluktan istifade edendir. “Adamın olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler’’. Böyle insanlar her türlü şeyi yapmak isterler ama yalnızca konuşmaktan öteye gidemezler ve konuşmaya hız kesmeden devam edebilirler. Rahatça kafa ütüleyebilirler. Öldüresi tipler: iğnelemeye kalkmayın çirkefleşiyorlar.

72


“Laf ile peynir gemisi yürümez”, atasözü sürekli konuşup ama hiçbir iş yapmayan insanları anlatır. Bu insanlar konuşmaktan öteye geçmezler. Bir iş yapmak yerine sürekli onu planlamayı, nasıl yapacağını anlatmayı tercih ederler. Oysa kayda değer hiçbir iş de yapmamışlardır. Bilmeyenler kulübü “laf olsun torba dolsun” lafını kendilerine ilke edinmiştir. – Haaa bir de gevezedirler, amaç kendilerini ispatlamaktır. Buradaki sorun bilmediği şeyin ardına düşmektir. Bilmediği bir konuda hüküm vermek, ahkam kesmek, görüşte bulunmak onların severek yaptığı şeyleridir. Bu insanların her konu hakkında bir görüşü ve önerisi vardır. Hiçbir şey bilmedikleri halde her şeyi bildiklerine inanırlar. Bazı insanlar nutuk atmayı çok sever. Bulunduğu durumdan, ortamdan, çevreden etkilenerek her fırsatta karşısına ilk gelen kişiye bilgi vermeyi kendilerine bir amaç edinmişlerdir adeta. Bu insanların, varoluş amacı gördükleri sistemleri eleştirmektir ama sadece eleştirmek… Bilgiyi, maddi delillerle ve hiçbir kaynağa dayanmayan görüşlerle her defasında nutuk atarak eleştiri yapmayı sürdürürler. Çevremizde boş konuşan insanlar bir yana daha çok nutuk atan insanlara rastlarız. Bu arkadaşlar bazen sıvamayı da geçerek, sıvadığı yerlerde yürüyorlardır artık. Tabi şöyle bir şey de var: takdir edilesi insan tipi. O kadar konuşup hiçbir şey anlatmamak “mühim” meseleleridir. Evet, boş konuşmak kendini kanıtlama çabası içinde olan ismin profilidir. Tek yapmak istediği şey insanlar arasında popülerlik kazanmaktır. Karşılaştığında gülüp geçilmesi gereken kişilerdir. Fakat bazen gülüp geçemiyorsun, tartışmada yanlışa diretmeye devam ediyor ve sonunda o kazanıyor bizi vazgeçmeye mahkum ediyor.. Bu tür konuşmayı sevenlerin komik, neşeli bir insan olma ihtimali de vardır. Birinci tür haklı olarak sevilmeyen, telefonla aradığında cevap verilmeyen, yolda görüldüğünde kafa çevirilenlerdir. İkincisi ise öyle kabullenilip dinlenilen, “eee peki bu nasılmış? “ diye sorulan…

73

Toplumda geveze diye adlandırdığımız kişiler sizinle herhangi bir film hakkında amansız tartışmalara girebilirler. Üstelik bunun için filmi izlemelerine gerek yoktur. Fragmanını izlemeleri ya da film hakkında bir eleştiriyi okumaları yeterlidir. Sonra bu filmi 5 kez izlemiş birisiyle bir saat boyunca tartışabilirler. Eee ne demişler: ‘Zihin fukara ise, fikir ukala olur.’ Bitti mi, bitmedi. Bu arkadaşlar bırakın film özetini, filmin isminden bile, filmi izlemişçesine hakkında yorum yapabilirler. Dil insanın aynasıdır, insanı olduğu gibi yansıtır. Onu faydasız boş işler için değil de kendimizi ilerletmek için kullanırsak aynada gördüğümüz benliğimiz gerçektir. İyi bir tohumun çıplak bir taş üzerinde yeşerip büyümesi mümkün olmadığı gibi, kuru bilginin sağlam bilgi üzerinde uygun bulunmayan kimse de faydalı olmayacağı aşikardır. Aslıhan Geçmek Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü

74


TELEVİZYON HAPİSHANESİ THE TRUMAN SHOW The Truman Show, Andrew Niccol tarafından yazılan ve Peter Weir'ın yönettiği 1998 yapımı bir filmdir. O dönemden günümüze kadar ulaşmayı başarmış kaliteli bir bilim kurgu filmidir. Filmin kahramanı Truman, masa başı bir işi, son derece düzenli bir hayatı olan, otuzlu yaşlarında bir sigortacıdır. Hayatı inanılmaz bir düzen içerisindedir. Annesiyle arası bir ana-oğul ne kadar yakın olabilecekse o kadar iyidir. En iyi arkadaşı iyi-kötü günlerinde, her daim ihtiyacı olduğunda yanındadır. İşe giderken karşılaştığı insanlar, hatta onlarla karşılaşıp selamlaştığı mekânlar bile her gün aynıdır. Trafik sorunu yaşanmayan bu güzel şehirdeki tüm evler, şirin bir kutu şeklinde ve birbirinin kopyasıdır. Burada hiçbir zaman gasp, dam kaçırma ve hırsızlık olayları duyulmaz. Herkes daima gülümser. Etrafındaki tüm insanlar, Seahaven’da yaşamaktan ne kadar memnun olduğunu Truman’a fazlasıyla belli etmektedir. Ve o yaşına kadar yaşadığı yerden hiç çıkmamıştır ya da çıkmasına izin verilmemiştir. Ta ki hayatının bir kurmaca , etrafındaki insanların sahte olduğunu öğrenene kadar.

75

Truman yönetmenin kurduğu sahte pembe hayatın içine hapsedilmiş, doğduğu andan itibaren dışardaki hayatta bir Show olarak yayınlanan bir televizyon programının baş kahramanıdır. Hazırlanan sette her şey ona kurulmuştur. Truman bunları fark eder ve hapisin dışına çıkmaya karar verir. Dışarıdaki hayat ne kadar zor olsada bu zamana kadar karşılaşma dığı durumlarla karşılaşacağını bilse de kurmacanın dışına çıkar. Kötü olaylar , durumlar ne kadar canınımızı yaksa da bize gerçekliği verir. Truman dışarı çıkar çıkmaz televizyon yayını kesilir. İnsanlar o kadar alışmışlardır ki izlemeye, yayın kesilir kesilmez birbirlerine ‘’Başka kanalda ne var?’’ ‘’Diğer kanalı aç’’ gibi söylemlerde bulunurlar. Film 90’lı yıllarda çekilmiş olmasına rağmen günümüz televizyon programlarını , televizyon bağımlılığını anlatan bir yapıt olmayı başarmıştır. Günümüzde birilerinin hayatlarını gözetleme , bir eve belli sayıda birilerini yerleştirip onların hayatlarını izletme gibi programlar daha da artmış bulunmakta ve insanların ilgisi ile doğru orantı sağlamaktadır. Turman Show’da, oyuncular hiç sorgulamadan ya da hiç şikayet etmeden o sahtecilikte oynamışlardır. Zaten sorgulayan, gerçeği Truman’ a anlatmaya çalışan, onu uyandırmak isteyen kişileri de setten dışarı atmışladır. Yine de her şeye rağmen uyanmayı başarmıştır Truman. Toplumlarda da böyle değil midir zaten? Herkes düzene uyum sağlar bir şekilde onlara sunulduğu gibi yaşamaya çalışırlar. Aralarında sorgulayan , şikayet eden birini hemen fikrinden vazgeçirmeye, manipüle etmeye uğraşırlar. Gözetlenme toplumunda yaşatılmaya alıştırılırlar. Sosyal medyada bizim için onca sosyal ağ var ki her an nerde olduğunuzu soran , nasıl göründüğünüzü merak eden insan sayısı artıyor. Ne kadar uzak durmaya çalışsa da kişi bir süre toplum tarafından dışlanmaya başlandığını hissetiği an, hemen kendini o sosyal ağın içinde buluveriyor. Truman Show belki de bunu 90’lı yıllardan görebilmiş bir film. Ya da biz onu izlediğimiz zaman böyle anlıyoruz bu zaman böyle olmasaydı biz de bu şekilde algılamazdık belki de. Kısacası kesinlikle izlenmesi gereken ders veren, bazı şeyleri sorgulamamızı öğreten aynı zamanda eğlenceli, keyifli bir filmdir. Hilal YURTSEVER Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo,Televizyon ve Sinema Bölümü

76


ANSIZIN BANA SENİ İSTANBUL Henüz kaldırımlar soğuk İstanbul’da. Ayan beyan ortada her şey. Bir masa başı mesaisinde çalışanlar, Güneşimi görse kalem oynatıp da Yazgılı suretlerle içimde kemirgen odalar, Hatırlatır ansızın bana seni İstanbul. Diyorum ki, bazen ağlamalı insan yerli yersiz Taşı sıkıp suyunu çıkarmak nispetinde. Bilmem yüzyılın sırtında hangi süvari yelesiz? Topuğuna kurşun sıkmak akşamın şafağında, Dolambaçlı bir şeyin serüveninde. Özletir ansızın bana seni İstanbul. Fatih mistik yularlı sularda yüzer, Üsküdar üstü kapalı bir örtülü ödenek. Yangın şehridir Haydar Paşa’nın garı, Yelkenli duruşmalarda suçsuz feribotları. Ümraniye’den seslenip durur bir seda. Sevdirir ansızın bana seni İstanbul. Güleç bir yüzün siması olsa şu İstanbul Makbul bir dua tesiri gibi mendil açan eller Dese ki: Gel hele gel, gel beni bende bul. Bulsam sonra kirli ama sevecen bir yüzde Lisan ve sima için İstanbul yeter ademe. Çağırır ansızın bana seni İstanbul. Sezer Taş Uşak Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi

SEN YAŞA BİZLERE YETER... Takvim yaprakları 28 Aralık 1940'a uzanırken, eskimiş bir masa etrafında kuruluyordu Adanademirspor. Böyle başlıyordu Adanademirsporun hikayesi.. 1940'lı yılların sonundan günümüze kadar uzanan bir direniş öyküsü. Yıllar ilerlerken ağır ağır, kimse bilemezdi AdanaDemirsporun bir sevda gemisi haline dönüşeceğini.. 195' li yıllarda AdanaDemirspor camiası içinde çatlaklar meydana geliyor ve Osman Şeref apakın öncülügünde şehrin diğer takımı olan Adanaspor kuruluyor du. 1970'li yıllara varana dek Demiryolu çalışanlarının başkanlık makamı ile göz bebekleri gibi baktıkları Adanademirspor'un bu yıllardan sonra ilk kez Demir yolları çalışanı olmayan bir başkanı oluyor ve böylelikle maddi olarak olmasa da manevi açıdan farklılaşma oluşuyordu. Toprak sahaların olduğu kadar havuzların ve denizlerin de AdanaDemirsporu kabul etmesinin ardından, Muharrem Gülergin'in (FOFO) kaptanlıgında Adanademirspor su topu takımı 17 yıl üst üste olmak üzere 29 yıl şampiyon oluyor ve "YENİLMEZ ARMADA" ünvanın başkaları tarafından kullanılmasına izin vermiyordu. Isınmak için deniz analarına dokunuyordum, diyordu "Erdal Acet" . Mans Denizini dünya rekorunu kıra kıra 9 saat 2 dakikada yüzerek geçiyor ve adını tarihe altın harflerle yazdırıyordu.. AdanaDemirspor'a duyulan sevgi gün geçtikçe artıyor ve 1980'li yıllarda "Şimşekler Grubu" adı altında bir taraftar oluşumuna gidiliyordu. Belki de AdanaDemirspor için milat sayılabilecek bir yıl oluyordu çunkü kurulduğu tarihten günümüze adından sıkça söz ettiren Şimşekler grubu her ne şartta olursa olsun takımı asla yalnız bırakmıyordu. "Kimine göre bir sevda hikayesidir bu, kimine göre ise armanın peşinde uzun bir yol hikayesi. Aslında ikisi de doğrudur fakat Şimsekler Grubunu anlatıyorsak her ikisi de eksik kalır. Çünkü bu aynı zamanda onurlu bir varolma mücadelesinin gerçek hikayesidir. Haksızlığa, zorbalığa karşı direnişin hikayesidir. Bu şehirde çok önemli makamlara gelmiş ama kendinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen zalimlere karsı verilmiş bir savaşın ve sonunda kazanılmış bir zaferin hikayesidir. Yasadığımız güzel şehre, kendi memleketimize daha fazla sahip cıkabilme adına gösterilmiş çabanın hikayesidir. Bir sivil toplum örgütü gibi hareket eden "Şehrin asi çocukları" nın her türlü baskıya karşı dik duruşunun hikayesidir. Kısaca 'ASLA YILMAYANLARIN' öyküsüdür..!! 94-95 sezonunda 1.ligde oynayan Adanademirspor'un yònetimsel hataları yüzünden alt liglere düşmesi ve buralardan kurtulamaması sevenlerini oldukça üzüyordu. Bu


dönemlerde nefes alması dahi zorlaşan klübün nefesini kah açlık grevleriyle kah eşya piyangolarıyla yine Şimsekler grubu açıyordu. Tarihler 27 Mayıs 2002'yi gösterdiğinde, playofflarda Denizli Atatürk Stadyumunda Karşıyaka'yı mağlup ederek şampiyon olan Adanademirspor camiasinda yüzler bir nebze de olsun gülüyordu. Her şey rayına oturmuş iyi giderken tekrardan seçilen yanlış yönetimler , klübün üzerine oynanan haksız kumpaslar camiayı olumsuz etkiliyordu. Yıllar geçip giderken Demirspor kötü sonuçlar alıp ligde zor tutunurken taraftarlar herzaman ki gibi desteğini hiç esirgememiş; tam tersine armaya , renklere olan sevgi, saygı ve bağlılık daha da üst seviyelere taşınır olmuştu. Bu zor dönemlerde Adanademirspor taraftarının kapalı tribüne astığı şu pankart belki de her şeyi anlatıyordu: "SOKAKTA OYNA , KALDIRIMDA DESTEKLEMEYEN NAMERTTİR..." 2007 yılında Giresunspor , 2008 yılInda Güngörenspor maçı ile kaçan şampiyonluklar taraftarı iyice çileden çıkartırken işin aslı sonradan anlaşılıyordu. Demirspor yine yönetimin ve yanlış adamların kurbanı oluyordu. 2009-2010 sezonunda bir ADAM klübün başkanlığına talip oluyor ve başkanlık koltuğuna oturuyordu. Taraftarlarla birlikte tribünde maç seyredip bağırıyor, deplasmanlara özel aracı ile değil de taraftarın gittiği deplasman otobüsü ile gidiyordu. Kısacası takımı için her şeyi yapıyordu.Hatta ve hatta İtalya futbolunun önemli takımlarından Livorno (selam olsun buradan emekçi dostlarımıza) ile Adana 5 Ocak Stadyumunda bir hazırlık maçı ayarlıyordu. Fakat her şey bu kadar yolunda gitmiyordu. Klüp borç batağında, neredeyse kapanmak üzereyken Bekir Çınar yine elini taşın altına koyup bir yardım gecesi düzenliyordu ama şehrin ileri gelenlerinden, iş adamlarından beklediği ilgiyi, beklediği yardımı göremiyordu . Ne yapacağını bilmeyen başkan, en son çare evini, arabasını satıp borçları kapatmaya çalışıyordu fakat yeterli olmuyordu . Tarihler 16 Ağustos 2010'u gösterirken Bekir Çınar, Adanademirspor'un yüklü borçları nedeni ile oturduğu apartmanın yangın merdiveninden kendini asarak intihar ediyordu. İntihar etmeden önce yazdığı şu not ise tüyleri ürpertir derecesindedir: "CEBİMDE YOKTU, ÖMRÜMDEN VERDİM." İşte o gün anlıyorduk "Canım feda olsun sana " bestesini boşuna söylemedigimizi. Ruhun şad olsun başkanım nurlar içinde yat... 31 Mayıs 2012 tarihinde Adanademirspor 10 yıllık şampiyonluk özlemini dindiriyor ve 27 Mayıs 2002'deki gibi aynı şehirde, aynı stadda, aynı teknik direktor ile şampiyon oluyor ve PTT 1.ligine yükseliyordu. Günümüzde de hala PTT 1.ligde başarılı bir sezon geçiren Adanademirspor'da hedef her zaman olduğu gibi Şampiyonluk...Cümlelerimi tamamlamak gerekirse ; Bir galibiyet 90 dakikalık bir maçtan ibaret değildir. Çok çileler çekildi 22 senelik süreçte. Duraklama devrinden bugüne devam eden , ihanetlerin' biz olmasak klüp kapanır' masallarıyla geçen yılların biriktirdiği psikolojik savaş var bu galibiyette! Bakırköy'de

4-0 ile 3.lige düşürülen gençliğin , Bursa'da 1-0 dan 5-1 e uzanan derin Demirspor'un hikayesi var bu tribünlerde. Konya'da kaybedilen şampiyonluk sonrası soyunma odasındaki yumrukların hikayesi var. Aç susuz gidilen deplasmanların , açlık grevi yapan yüreklerin , akıtılan gözyaşlarının , verilen canların , bitti denilen yerde ortaya çıkan Behzat hocanın hikayesi var. Ercan Albay'ın, play off destanlarının , Bugsaş maçında finali getiren Şener Özcan'ın , Emre Hasan'ın , Soner'in hikayesi var. İçimizden cıkıp umutları yeşerten Bekir Çınar'ın hikayesi , SON NEFESİNE dek her anında Demirspor'u yaşayan Maviye Adanmış yürekler var. Son olarak ; Bir galibiyetle bahar gelmez bilirim , SEN YAŞA BİZLERE YETER...

ÜNİ-ADANADEMİR ERTUĞRUL KARATAŞ

80


N İ İN

J O L

O N K

TE

I Ğ A

S T U

T

AR

S İN

L N A

Teknoloji ile gelişen modern çağın en önemli problemi iletişimsizlik..Endüstrileşme, kentleşme ve bireysel leşme ile geleneksel iletişim ağı değişti. Kent yaşa mının yarattığı stres, yoğun iş hayatı, uzun çalışma saatleri, modern hayatın akış hızına yetişme gayreti kısacası giderek hızlı bir akışa sahip olan yaşam koşulları…Teknolojik gelişmeler ve iletişim kanallarının gelişmesi ile istediğimiz her türlü bilgiye ve kişiye erişim, hızlı ve kolay olmasına rağmen; kendi mizi ifade edemiyoruz, başkalarını din leme ve anlamaya çalışma tahammülümüz ve hoşgörümüz azalıyor, empati kurmakta zorlanıyoruz.Teknolojinin getirdiği olanaklar, yenilikler arttıkça hayatınızın büyük bir bölümünü cep telefonuyla, internette, televizyon karşısında ve sos yal medyayı takip etmekle geçiriyoruz. Değişen ve gelişen teknolojinin getirdiği yenilikler öylesine baş döndürücü ki geleneksel iletişim alışkanlıklarımızı kaybetmek üzere olduğumuzun farkında bile değiliz. Evet kabul etmeliyiz ki teknolojinin bize birçok yararı var ve hayatımızı pek çok noktada kolaylaştırıyor. Fakat bugün insanoğlu onca ilerlemiş bilim ve teknolojiye rağmen hala iletişim gibi bir temel ihtiyaçtan yoksun. Teknolojinin faydaları yanında yan etkileri de var. Teknoloji bağımlılığı, insanları tamamen kendisine köle edici bir etkiye sahip. Öyle ki bir aile ya da arkadaş ortamında insanlar birbirleri ile sohbet etmek yerine televizyon izlemeyi tercih ediyorlar, aynı masa etrafında oturan bir grup insan birbirleri ile ellerindeki telefonları aracılığıyla iletişim kuruyor. Dokunma mesafesinde olan bu insanlar selamlarını ve ihtiyaçlarını telefonlardaki sosyal ağlarla birbirlerine iletiyorlar. Sabah uyanır uyanmaz birbirine günaydın bile demeden elini telefonlarına atan aile bireyleri; her adımını Facebook, Twitter, Instagram ve daha onlarca sosyal ağlarda paylaşan insanlar, beğenilmek için çeşitli yollar deneyenler ve hatta para ödeyerek beğeni satın alanlar, bir ortamda kimsenin sohbet etmemesi, yemek yenmeden önce fotoğrafının çekilmesi ve paylaşılması, havada, karada, denizde hatta neredeyse asansörde dahi yapılan yer bildirimleri, beğeni sayısı ve uzayıp giden ama hiçbir işe yaramayan arkadaş listesi ile kendini motive eden ve bu durumlarda mutlu olan insanlar meydana geliyor. İletişimin bu kadar yaygınlık kazandığı, her tarafı iletişim aygıtlarının kapladığı bu çağda insanlar yalnızlaşmakta, maddi-manevi girdaplar içerisinde yitip gitmekteler.

82


İletişim kavramı erozyona uğramakta, birçok aile televizyon dizi akışıma göre sosyal programlarını yapmakta. Artık insanlar teknolojinin ilerlemesi ve yaşam koşullarının zorlaşmasıyla aynı evin içerisinde çoğu zaman birbirlerine yabancı bir şekilde yaşamaya başladılar; konuşmalar yüzeyselleşti, sohbetler “ ne yedin? “, “ ne yaptın? “ gibi soruların ötesine gidemez oldu, toplumsal roller ve sorumluluklar unutuldu. Değişen toplumumuz, kentleşme ve bireyselleşmeile birlikte bütün geleneksel iletişim ağını kaybetmekte. Bizi bizden uzaklaştıran ve insanlar arası iletişimi yerle bir eden bir felaket ile karşı karşıyayız. Teknolojinin faydalarını kullanın, kölesi olmayın, teknolojinin sizi ele geçirmesine izin vermeyin. Evet iletişim çağındayız. Haklısınız ama bilinçli kullandığımız zaman teknoloji, teknoloji oluyor. Yoksa bizleri bağımlı yapan, zararları ile sağlımızı, psikolojimizi, kültürümüzü hatta en önemlisi benliğimizi tehdit eden durumlarla karşı karşıyayız.Sağlıklı düşünelim, araştıralım, sorgulayalım. Bilinçli toplumlar, bireyler olmak varken bizleri bağımlısı haline getiren bu teknoloji tuzağının esiri olmayalım. İletişim çağındaki şu iletişimsizliğe bir son verelim. Özümüze dönelim! Çay, sohbet, eş, dost, saygı ve hoşgörü. İşte bu en güzel değer.İletişiminize renk katın. İletişimde kalın. Dilek Yılmaz Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi 83 Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü

i s i Sİ derg İ G ti m R o e l E i D m/ ail.c İ T .co m E İL uu hot s i@ s i / s / i : g s er p t ht letid i


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.