Iletidergisisayı4

Page 1

16 0 2 :4 R I A Y H SA BA

‘‘Kabına Sığmayan İletişim’’


KÜNYE

Dergi Adı: İLETİ DERGİSİ Mahiyeti: İLETİŞİM Yayın Türü: Yerel, Süreli Yayın Yayınlanma Aralığı: Üç Ayda Bir Danışman Doç.Dr. Murat Sezgin, Arş. Gör. Onur Keşaplı Genel Koordinatör Ramazan Çetiner Editör Berna Karaca Grafik ve Tasarım Mert Altun, Ramazan Çetiner Kübra Özben Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü Aslıhan Geçmek, Deniz Eren, Dilek Yılmaz, Selin Gündüz, Melek Özkan Gazetecilik Bölümü Gül Gül, Mert Altun, Ramazan Çetiner Kübra Özben, Rumeysa Uçar Berna Karaca, Burak Aydın Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü Aysel Akçaalan, Hilal Yurtsever, Sultan Turgut, Yeni Medya Bölümü Gizem Vural, Gizem Gümüş Batuhan Yıldıran, Orçun Uykun Sosyal Sorumluluk Birimi Kübra Tetik, Selda Murat, Nisa Sinop Fatih Güngör Konuk Yazarlar Nurullah Namaz, Gülhan Yavuz, Yonca Karabacak Ahmet Karakaya, Mazlum Ayaz Yayının Yönetim adresi ve iletişimi Ankara-İzmir Yolu 8 km. 1 Eylül Yerleşkesi İletişim Fakültesi Uşak 0276 221 21 21 iletisimtoplulugu@usak.edu.tr Web Adresi: https://issuu.com/iletidergisi Öneri, eleştiri ve yayınlamak üzere çalışmalarınızı iletidergisi@hotmail.com adresine iletebilirsiniz. ‘’İleti Dergisinde yayınlanan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir.’’

EDİTÖRDEN Uşak Üniversitesi İletişim Topluluğu’ nun 4. Sayısını çıkardığı ‘’İleti’’ dergimiz okuyucusuyla buluşuyor. Bu sayımızda, gündeme dair birçok çözümleme ve eleştiriyi beğeninize sunuyoruz. Okumayı sevmeyen öğrencilerin bile dikkatini çekeceğine , okuduktan sonra memnun kalacağına canı gönülden inanıyoruz Kerem Akça ile sinema söyleşisi yapan Kübra Özben arkadaşımız yazısında Habertürk televizyonunda gazetecilik yapan Kerem Akça’ya sinema dünyası ile ilgili merak edilen soruları sordu. Sonraki yazımızda ‘’Türkiye’nin beşizleri ‘’ hakkında Gizem Vural, düşüncelerini bizimle paylaşıyor. Burada ilginizi çekecek nokta ise beşizlerden birinin üniversitemizde olması ve hatta bu hikayeyi birinci ağızdan bizimle paylaşacak olmasıdır. Günümüz toplumunda kadınların hak ve özgürlüklerini ‘’Kadınlar Ne İster ? ‘’ başlığı altında yorumlayan, bir kadın olarak yaşanan sıkıntılardan ve olması gerekenler bahseden isim ise Deniz Eren olmuştur.Gazetecilik bölümünde okuyan Mert Altun arkadaşımız da edebiyat dünyasında bir zamanlar çokça tartışılan ‘’Şeker Portakalı’’ adlı romandan kesitler sunarak, kitabı bizler için yorumlamıştır. Topluluğumuzun Sosyal Sorumluluk Birimi Genel Koordinatörü ‘’Kübra Tetik’’ ise barınaktaki hayvanlara yiyecek götürülmesi ve ilkokul çocuklarının sinemayla buluşturulması gibi etkinlikler düzenleyerek bu tip projelerin daha da yaygınlaşması için açıklamalarda bulunmuştur. Yaşamak garip bir kavram, çoğu zaman elimizde olmayanı ister bir yanımız, fakat klişe olsa da insan kaybettiği şeyin değerini, maalesef ki kaybetmeden anlamaz.Her birimiz birer engelli adayıyız , bunun farkında olmalıyız; çok değil sadece ‘’1’’ kromozom…İşte bu konu hakkında düşüncelerini bizimle paylaşan Rumeysa Uçar ‘’Otizmle Yaşamak’’ adlı düşünce yazısını kaleme almıştır. Dergimizin son sayfalarında ‘’Zerre dosyası’’ nı sizlerle buluşturduk. Her ne kadar içinizde cinayet şüphesi uyandırsa da Radyo Tv ve Sinema bölümünden Hilal Yurtsever, Sultan Turgut ve Mazlum Ayaz arkadaşlarımız ‘’ Zeynep’’ karakterinin hayata karşı verdiği mücadeleyi anlatıp ,sizi derinden etkileyebilecek kadar güçlü bir yapıma sahip olan ‘’Erdem Tepegöz’ün ‘Zerre’ filmi’’ hakkında üç farklı gözden , üç farklı aktarımda bulunuyorlar. Kerem Akça başta olmak üzere düşüncelerini bizimle paylaşma nezaketi gösteren ve emek veren tüm arkadaşlarımıza çokça teşekkür ediyor, ‘’İleti’’ dergisi olarak üç ay aranın ardından 4. Sayımız ile okuyucularımızla bir araya gelmekten minnet ve mutluluk duyuyoruz.Emeği geçen her üyemizin yüreğine sağlık.Keyifli okumalar...

Berna Karaca


İÇİNDEKİLER Kerem Akça ve Sinema........5

Dilimin Ucundaki İtiraflar................27

Kitap Dünyası.....30 Öncelikle Koca Bir Merhaba.....11 Ne Yazık ki Beat Müziği......16 Eşitszilik.............33 Şeker Portakalı.19 Sustum...............35 Başkası Olma Kendin Ol.........20 Tersine Bir Benim Yolum...23 Dünya.................36 Otizmle Yaşamak.........24 Değişen Şeyler Var......................38 Sinema ve Sosyal Yaşam...........26

Zerre Dosyası....40

KEREM AKÇA ve SİNEMA (Söyleşi)


ÖZ GEÇMİŞİ

Kerem Akça 30 Ekim 1983’te İstanbul’da doğdu. Lise’yi Saint Joseph Lisesi’nde okudu. 2007 yılında ise Bilgi Üniversitesi’nin Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetimi bölümünden mezun oldu. 2000 yılının sonbaharında Türsak Vakfı’nın sinema seminerlerine katıldı. 2000 ve 2001 yılının yaz aylarında New York Üniversitesi’nin “Tisch School of Arts” ve “Filmmaker’s Workshop” başlıklı sinema kurslarına katıldı. 2 kişisel kısa metraj, 3 grup projesi (kısa film) gerçekleştirdi. 2001’de sinema yazarlığı yapmaya başladı. 2002’de Sinema Merkez dergisinin yazar kadrosuna dahil oldu. Orada DVD bölümünün ve teknik analiz bölümünün editörlüğünü yaptı. Ardından 2008’de Empire Türkiye dergisinde editörlük yaptı, eleştiriler yazdı, dosyalar hazırladı. Radikal gazetesi, Star gazetesi, sinema.com, superonline.com, intersinema.com gibi yayınlarda yazılar yazdı ve bölüm editörlüğü görevlerini üstlendi. Turksportal.net ve htspor.com için futbol yazıları kaleme aldı. 2008’de Habertürk’ün sinema yazarı oldu. Halen de bu görevini sürdürüyor. Ayrıca 2005’de Sundance; 2005, 2006, 2007, 2008, 2010 ve 2011'de Toronto; 2005 ve 2010'da New York; 2006’da Cannes ve 2007’de Fantasporto film festivallerine katıldı. 2008 Mart ayında 12. Sofya Uluslararası Film Festivali'nde FIPRESCI jürisi üyesi olarak bulundu.

Öncelikli olarak sizi tanımlayacak özellikleriniz nelerdir ? Sakin, ılımlı, saygılı, dengeli...

Neden sinema yazarlığını seçtiniz neydi sizi buna iten sebep ?

Sinemayla ilgilenmek istiyordum. Ama alanımı bilemiyordum. O zamanlar (90’ların sonu) ‘Superonline’ın sinema sitesine forum özelliği konmuştu. İnternet için çok yeniydi bu. Ben de orada her filmle ilgili bir şeyler kaleme alıp kendimi denedim. Önce benim yazdığım yazılar haftanın yazısı seçilmeye başladı, ardından sayfanın editörü benden özel dosyalar istemeye başladı. O zamanlar (yıl 2002), Popüler Sinema Dergisi’ne bir yazımı (DarrenAronofsky ile ilgiliydi) gönderdim. Genel yayın yönetmeni Mehmet Açar çok saygılı davrandı, yazımı beğenip beni yazar kadrosuna aldı. Böylece ‘sinema yazısı’ yazabildiğimi, bu konuda yeteneğim olduğunu öğrendim. Sonrasındaki ‘kısa film’ çekme deneyimleri de (New York Üniversitesi’nin yaz okullarında) bu sayede bir seçenek olmaktan çıktı. Zaten çekim aşaması, yönetmenlik bana göre değildi. 2005’te derginin DVD bölümünün editörlüğüne başladığımda da yolumun tamamen açık olduğuna kanaat getirmiştim.

Ailenizde sinema yazarlığı veya oyunculuğu ile ilgilenen var mıydı ? Size bu konuda destek oldular mı ? Ailemde bu meslek ilgilenen biri yok. Ama destek oldular...

Bir film izlerken nelere dikkat edersiniz ve neler sizin ilginizi çeker ?

Filmlerin yönetmenlik açısından, teknik özellikleriyle ve sinema tarihinde nasıl bir yere oturduğunu incelemeyi seviyorum. Görsel yapı çok önemli benim için. Yani oyunculuk ve senaryoyu öne koyan eleştirmenlerden değilim.

İzlemekten keyif aldığınız özel bir film türü var mı ? Varsa sebebi nedir ?

Her türe ait filmleri izlerim. Ama bilimkurgu, korku ve müzikal benim için bir adım önde.

Sinema eleştirisi yaparken belli kurallarınız var mı? Dikkat ettiğiniz unsurlar nelerdir ?

Tarihsel eleştiri, auteur eleştirisi ve türsel eleştiriyi, ‘teknik bir inceleme’ ile uygulamaya çalışıyorum. Yani özetlemek gerekirse filmin tür sinemasında, sinema tarihinde nasıl bir yere oturduğunu analiz etmek birincil hedefim. Ardından ‘yönetmenlik sanatı’ndaki yeri geliyor, sinema dilinin, anlatı metotlarının nasıl kullanıldığı, kurgunun, ışığın ne amaçla yerleştirildiği, filmi hangi noktaya taşıdığı önemli oluyor. Biçim-içerik örtüşmesi ve görsel Syapı en değerli öğeler benim için... Bir filmi sinema tarihindeki yerini bilmeden değerlendirirseniz, ‘günlük eleştiri’ yaparsınız, kalıcı olma şansınızı yitirirsiniz. Bu sebeple de hem sinema tarihine, hem yönetmenlerin kariyerine hakim olmak, analize profesyonel bir bakış katmak gerekiyor. ====>


En büyük hayaliniz ve gerçekleştirmek istediğiniz projeleriniz nelerdir? Zor bir soru. Duygu sömürüsü gibi anlaşılmasın ama sinema yazarlığı çok para kazandıran bir meslek değil. Bu sebeple günün birinde yazı veya kitap yazarken, film izlerken işimi kolaylaştıracak adresteki bir ev sahibi olmak diyeceğim... Proje aşamasında birkaç kitabım var, Türkiye şartlarında onları yayınlatmak da zorlu bir hedef. Öte yandan zıt görüşlü 3-4 sinema yazarının fikirlerini paylaştığı bir TV programının içinde olmak istiyorum. Günümüzde böyle bilgilendirici programları çok göremiyoruz. Sinema yazarlığına ana akım medyada daha çok yer verilmeli.

Bu yılki Akademi Ödülleri, oyunculuk kategorilerinde iki yıl üst üste hiçbir siyahi oyuncunun Oscar’a aday gösterilmemesi sonucu gerçekleşen tepkilerin gölgesinde meydana geldi. Bunun sonuncunda oylama süreci, üyelik şartları ve yönetim yapısı konusunda değişiklik yapılması için oylama yapıldı. Süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Size göre bu tür yaptırımlar Hollywood’da ırkçılık ve ayrımcılığı engelleyebilecek unsurlar mıdır? Tepkilerin gerçekçi olduğunu düşünmüyorum. Akademi’nin başkanının siyahi bir kadın, CherlynBooneIsaacs olmasının ardından 2014’te “12 Yıllık Esaret” Oscar’a ulaştı. Filmin yönetmeni Steve McQueen, ‘En İyi Yönetmen’ ödülünü almasa da Oscar kazanan ilk siyahi yapımcı oldu. Bunun ötesinde geçen sene “Selma”nın En İyi Film adaylığına ulaşmasının ötesinde En İyi Yönetmen (ki AvaDuvernay aday olsa bu dalda bunu beceren ilk siyahi kadın rejisör olacaktı) ve En İyi Erkek Oyuncu’yuParamount’ın pazarlama stratejisindeki zaaflardan kaçırdığını herkes biliyor. Ama yıllar önce röportaj yaptığım Spike Lee’nin anlık tepkilerini, çabuk sinirlenebildiğini bildiğimden tepkisine şaşırmadım. Üstelik bu yıl hem kendisi onur ödülüne layık görüldü, hem de ChrisRock törenin sunucusuydu. Will Smith’in “Concussion” ile aday olmayıp (ilk 5’e girebilir gibi görülse de favoriler arasında değildi) eyleme eşlik etmesi de fazlasıyla münferit bir tepki. Elbette Akademi’nin ‘çeşitlilik’ sıkıntısı var. Ama kadınlar ve eşcinseller, siyahilerden daha çok hakkı yenen kesimler. Bütün sorunları bir araya getiren Isaacs, oylama sistemi için yeni bir planlama yapacak. Doğru karar ama beyaz üyelerin yüzde 94’teyken, bir anda yüzde 50’ye düşmesini bekleyemeyiz. Bu sebeple de bu durumda daha ziyade yaş ve cinsiyette bir değişim olacaktır. Yaş ortalamasının 60’ların altına düşmesi, kadınların oranının ise yüzde 23’lerden yüzde 35, 40’lara yükselmesi beklenebilir. Bence Isaacs doğru ve sakin adımlar atıyor. Ama verilen tepki yanlıştı.

Yine Oscar ödülleri üzerinden devam edersek, Leonardo DiCaprio’nun nihayet En İyi Erkek Oyuncu ödülüne kavuşması, dünya gündeminin belirleyici eğilimlerinden oldu. “Diriliş” filmini ve DiCaprio’nun filmdeki oyunculuğunu, söz konusu ödülün genel kanıya göre gecikmiş bulunduğunu da göz önüne alırsak, nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce DiCaprio’nun önceki yıllarda daha başarılı oyunculukları var mıydı? “Diriliş”, daha ziyade görüntü yönetmeninin filmiydi. Öte yandan özellikle DiCaprio, Hardy, Poulter ve müzik kullanımı da çok iyiydi. Ama Inarritu, başyapıtlara imza attığı Ölüm Üçlemesi’nden sonra senaryo sıkıntısı çektiğini bir kez daha is-

özellikle filmin ikinci yarısında B-tipi bir aksiyon filminin dramatik yapısı neredeyse ölümsüz bir süper kahraman tasvirine yol açıyordu. DiCaprio’nun ilk döneminde başarılı oyunculukları (“GilbertGrape’i Ne Yiyor?”, “Günlük”) olsa da bana kalırsa “Para Avcısı” ile birlikte en olgun performansını verdiği seneyi yaşadık. Akademi’nin seveceği iddialı fiziksel dönüşüm elbette Temmuz’da fragmanın yayınlanmasından itibaren ‘Oscar’ı aldı bile’ dememe yol açmıştı. Rakipler çok güçlü olmayınca (ya pazarlama stratejileri, ya da performans açısından zayıf kaldılar) oyuncunun zafere ulaşması kolaylaştı. Elbette beşinci adaylıkta gelen Oscar, Akademi’nin ‘zamanı geldi verelim’ stratejsini bir kez daha akla getirdi.

Topluluğumuzun düzenlediği 2. Uşak Kanatlı Denizatı Kısa Film Festivali’nin ana jürisinde yer aldınız. Festival sonrasında Habertürk’teki köşenizde görüşlerinizi aktardığınızı biliyoruz ancak İleti okurları için de bir kez daha paylaşmak gerekirse Uşak’taki festival günlerinizden bahsedebilir misiniz? Eleştirel bir gözle bakıldığında, olumlu ve olumsuz anlamda, festivalimizi diğer festivallerden ayıran unsurlar nelerdir? Henüz emekleme aşamasında, Uşak’ın kimliğine yakışan bir festival diyebiliriz. Yolun çok başında ama temeli sağlam

kurmak için çabalandığı belli oluyor. Ödül heykelciği fikri güzel. Festival Başkanı Doç. Dr. Murat Sezgin ve Yönetmeni Onur Keşaplı’nın hevesli öğrencileri doğru bir şekilde idare etmeleri ve işe sarılmaları önemli. Zira Anadolu’nun göbeğindeki üniversite de kendine özgü kampüsüyle gelişme aşamasında şu sıralar. Rektörlüğün daha fazla destek vermesi, film adedinin ve konukların artmasıyla, organizasyon şehri tatmin edecek noktaya gelebilir. Elbette zaaflar var, aceleye getirilmiş kataloğun üzerinde yer alması gereken logo yerine denizatı simgesinin bir fotoğrafının rastgele bulunması gibi. Üniversite kampüsünde açılması beklenen sinema salonunun varlığı da paralel gösterimler için aranıyor. Ama bu gibi eksikler kapatılınca ve rektörlük, belediye maddi desteği arttırınca böyle bir organizasyon, eksiklerinden ders alarak ilerleyebilir. İlerlerken mütevazı olmak, en baştan büyük adımlar atmamak önemli.

Son olarak biz genç iletişimcilere ne gibi tavsiyeler de bulunmak istersiniz?

Genç iletişimciler, küçük yaşta kendilerini geliştirmek için fazlaca çaba sarfetmeliler. Film izleyerek, kitap okuyarak, pratik yaparak veya başka şekillerde, iş hayatına henüz atılmamanın avantajını iyi değerlendirmelisiniz. Uşak Üniversitesi’nin coşkulu, girişimci ruhunda ben bu azmi görüyorum. Denemeden yılmadan ilerlemek istediğiniz alanlarda sürekli bir şeyler üretmenizi öneriyorum. Başarının sırrı üreterek öğrenmekte gizli. Film çekmek, senaryo yazmak, sinema yazısı yazmak, proje üretmek olsun, her biri ayrı bir deneyim...

Kübra Özben İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü


Öğrencilerden Hayvan Dostlarına Anlamlı Ziyaret. Uşak Üniversitesi İletişim Topluluğu, Sosyal Sorumluluk Birimi ve Kanyon Kız Konaklama Evi ,Uşak Belediyesi Hayvan Barınağını ziyaret etti. Uşak Üniversitesi, İletişim Topluluğu Sosyal Sorumluluk Birimi ve Kanyon Kız Konaklama Evinin birlikte düzenlediği etkinlikte Uşak Belediyesi Barınağındaki hayvanlar ziyaret edildi ve onlar için gıda yardımında bulunuldu. Etkinlikte konuşma yapan Kanyon Kız Konaklama Evi Müdiresi Çiler Akay:"Kurumumuz olarak 1250 Kg. gıda yardımında bulunduk. Emeği geçen ve desteklerini bizden esirgemeyen yurt kurucusuna, öğrencilerimize, Uşak Üniversitesi’ne İletişim Topluluğu’na Sosyal Sorumluluk Birimi’ne ve bizleri ağırlayan, bilgilendiren Uşak Belediyesi Veteriner Hekimi Okan Aydın'a teşekkürlerimizi sunuyoruz.Kurum olarak ,İletişim Topluluğu ve Sosyal Sorumluluk Birimi ile birlikte bu tür sosyal sorumluluk faaliyetlerini sürdürmeye devam edeceğiz." açıklamasında bulundu. Uşak Belediyesi Veteriner Hekimi Okan Aydın, ziyaretten duyduğu memnuniyeti dile getirerek mikroçip uygulaması hakkında da bilgiler verdi:“Bütün hayvanların sağlıklı ve rahat olması için çalışıyoruz. Kullandığımız mikroçipler kısırlaştırılan veya aşılama işlemi yapılan sokak hayvanlarına takılıyor. Sokak hayvanlarını düzenli olarak toplayıp hayvan barınağına getiriyoruz. Kısırlaştırılan hayvanlar küpelendikten sonra hayvan dostlarımızın aşıları yapılıyor ve boyun bölgelerine şırınga yardımıyla mikroçipler yerleştiriliyor. Yapılacak işlemler son bulduğunda doğal yaşama bırakılıyor. Sokak hayvanları tekrar barınağa getirildiğinde boynundaki mikroçip okutularak yapılan tüm işlemler bilgisayarlarımızda görülüyor." ifadelerini kullandı. Kübra Tetik İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü

ÖNCELİKLE KOCA BİR

MERHABA Onlar benim seçme şansım olmadan sahip olduğum , anne karnında aldığım en güzel hediyelerim. Bir çoğunuz bu hayata tek başına gelirken, ben yanı başımda dört ayrı güzellikle geldim. Yazarken bile gözlerimi dolduran bu tarifsiz duyguyu neresinden başlayıp, nasıl anlatabilirim bilmiyorum. 1996 yılında Konya’da Türkiye’nin ilk beşizleri olarak dünyaya gelmişiz. Bizlere İrem, Gizem, Fergan, Mustafa, Berkay isimleri verilmiş. Fergan 23 gün yaşadıktan sonra vefat etmiş.7 aylık doğduğumuz için 2 ay kadar küvezde kalmışız. Ağırlıklarımız 900 gram -1.50 kilo arasında değişiyormuş. Doktorlar annemlere ''Bunlar yaşamaz'' diye daha biz anne karnındayken söylemiş, hatta doğduktan sonra da bu söylemler devam etmiş. Her zaman anlatır teyzemler ''Anne babanız sizlere çok özenerek baktılar.'' diye. Hastaneden çıkıp eve geçtikten sonra bizim odamıza maskesiz girilmemiş. Oda her gün temizlenir, nevresimler yıkanır, yastıklar havalandırılırmış. Malum, bünyemiz zayıf olduğu için ayrı bir bakıma ihtiyaç varmış. Şöyle bir düşününce gerçekten o kadar emek ve sabır isteyen bir şey ki. Tabi ailenin kalabalık olması avantaj sağlıyor. Annemler 6 kız kardeş. Teyzemler gelir, bizi aralarında paylaşır , bize bakarlarmış. Yeri gelir biri okula gitmez, biri işine uyanamazmış. Dördümüzü de uyutup tam dinlenelim derken, birimiz ağlayıp diğerlerini uyandırırmış. “Teyze anne yarısıdır.” derler ya gerçekten çok doğru. Hepsinin ayrı ayrı emeği var üzerimizde, tabi onlara sorsan zorluğundan çok güzelliğinden bahsederler. Tatlı tatlı anlatırlar bizim o minik hallerimizi bizlere, nasıl da keyifle dinleriz . Bir de gelen giden var tabi. Sırf biz hassasız mikrop kaparız diye, herkesin ayağına galoş geçirip, maske takarlarmış. Bu zorlu süreç biz 1 yaşına girene kadar sürmüş. Biz biraz daha büyüyüp 2-3 yaşına gelince yaramazlıklar da artmış haliyle. Annemler elimize oyuncak vermeye korkarlarmış birbirimize zarar veririz diye. Eve ne alınacaksa dört tane alınmasına rağmen kıskançlık yapar, kavga etmeye başlarmışız. Kendi içimizde kavga etsek de dışarıdan bir çocuk geldiğinde birbirimizi öyle güzel korurmuşuz ki ...


Annem ve teyzemler asla bizi aynı odada yalnız bırakmazlarmış. Çünkü en son bıraktıklarında, un çuvalı açık , üstümüze bocalanmış bir şekilde bulmuşlar dördümüzü de. Geldiklerinde hiç istifimizi bozmamışız. Keyifli kahkahalarla, unu avuçlayıp birbirimizin üzerine bocalamaya devam etmişiz. Bizimkiler bizi o halde gördüklerinde, önce şaşırmış , sonra keyifli kahkahalarımıza eşlik etmişler. Bunun gibi daha birçok sevimli yaramazlıklarımızı hala hiç bıkmadan anlatırlar. Bunların yanında bebekliğimizin bir dönemi de hastanelerde geçmiş. Ameliyatlarımız, hastalıklarımız bitmek bilmezmiş. Annem bu konuda çok evhamlı davranırmış. En basitinden bir yerimiz ağrısın, biraz ateşimiz çıksın dayanamaz, oturur ağlarmış. Babamın da annemden geri kalır yanı yokmuş.Etrafımızda dört döner, üzerimize titrermiş. Bizlere o kadar özenle bakmışlar ki, ne yapsak haklarını ödeyemeyiz.

Size bu kısa yaşam öykümüzü anlatırken ben de geçmişe güzel bir yolculuk yapmış oldum. Bunları yaşamış olmak, bu güzel masalın bir parçası olmak, tarif edilemez muhteşem bir duygu. Vakit ayırıp okuduğunuz için teşekkürler bir sonraki sayımızda görüşmek üzere. Gizem Vural İletişim Fakültesi Yeni Medya Bölümü

Kadınlar Aslında Ne İster? 'Kadınlar ne ister?" ve devamındaki "Kadınları anlamak çok zor." gibi kurulan klasikleşmiş cümleler yıllardan beri süre gelen bir tartışma konusu olmuştur. Bu konuyu açıklığa kavuşturmak için birçok şey yazılıp çizilmiş. Hatta son birkaç yıldır sosyal medyanın gücü kullanarak kadınları mutlu etme ve anlama adına, popüler kültürün insanlar üzerindeki etkisi göz önüne alınarak kadınları 5 adımda mutlu etme, 8 adımda anlama gibi sosyal paylaşım yöntemlerine gidilmiştir. Fakat kadınların asıl isteğinin hor görülmeden, erkeklerle eşit haklara sahip bir biçimde, mutlu ve özgür olarak yaşamak olduğunu kimse dile getirmez. Bilindiği üzere kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olabilmek için vermiş olduğu mücadele 8 Mart 1857 yılına dayanır. New York’ta 40.000 kadın dokuma işçisinin daha iyi çalışma koşulları istemeleriyle yaptıkları genel grev günümüz grevlerini anımsatacak bir biçimde polis saldırısıyla sonuçlanmıştır. Kapatıldıkları fabrikada çıkan yangın sonucu kaçamayan bir çok kadın işçi yangında can vermiştir. Yangında ölen birçok işçiye cinsiyet ayrımı yapmadan baktığımızda kapitalist sistemin hakim olduğu toplumlarda hak, eşitlik gibi kavramların günümüzde de varmış gibi görünüp aslında olmadığını 13 Mayıs 2014 tarihinde 301 kişinin hayatını kaybettiği Soma Faciası örneğiniyle söylemek mümkün. Devrimci sosyalist, Alman politikacı, kadın hakları savunucusu Clara Zetkin, kadınların


oy hakkı, fırsat eşitliği gibi sorunlarına eğilmiş ve New York'ta ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanılması için öncülük etmiştir. Clara Zetkin, kadın işçilerin ölümlerinden 53 yıl sonra kapitalist sömürüye başkaldırmak, kadın haklarının korunup iyileştirilmesi adına Danimarka’nın Kopenhag kentinde II. Enternasyonal’e bağlı Sosyalist kadınlar 8 Mart'ın Dünya Kadınlar günü olmasını önermiş ve oy birliği ile kabul edilmiştir. 1921 yılından bugüne ise 8 Mart "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak anılmaya başlanmıştır. Her gün o kadar çok kadın cinayeti işleniyor ki senenin bir gününün kadınlara armağan edilmesi trajikomik bir husustur. Çünkü ‘’kadına yönelik şiddete dur ‘’ kampanyaları bu kadar ön plandayken 8 Mart Kadınlar Günü'nde bile kadın cinayeti haberleri gelmeye devam ediyor.

Özellikle 2000 yılından günümüze kadar kadın cinayetlerinin %1400 artması üzerine düşünmek gerekiyor. 2000 yılının öncesi ve sonrasına baktığımızda kadınlarla ilgili yapılan kamu spotlarının, sosyal sorumluluk projelerinin ve farkındalık yaratacak birçok etkinliğin artmış olduğu bir hayli ortada. Bu da doğal olarak akıllara '’Bu kadar farkındalığa rağmen nasıl olur da kadına şiddet tavan yapar?’' sorusunu akıllara getiriyor. Hocası tarafından tecavüze uğrayan ve sonucunda bu travmaya katlanamayıp intihar eden Cansel Buse Ceylan, evine gitmek için bindiği minibüsün şoförü tarafından taciz edildikten sonra yakılarak öldürülen Özge Can Aslan gibi nice acı örneklere her gün televizyonda rastlamak mümkün. Ataerkil yapının egemen olduğu günümüz Türk toplumunda birçok kişi için kadın olmak bir nevi şiddetle, tacizle, tecavüzle ve ölümle iç içe yaşamak demektir. Bu konunun diğer bir kötü yanı ise kadın haklarını iyileştirmek için yeterli yasal düzenlemeye gidilmemesi, suçların ağırlaştırılmaması hatta sokakta gülmenin, hamileyken dışarı çıkmanın, börek açamamanın ayıp sayılmasıdır. Sivas'ta ortaya çıkan ve sadece kadınların yararlanabileceği pembe taksi uygulamasının ne kadar yersiz olduğuysa aşikardır. Kadınları korumak adına yapılmış olsa dahi gerek bu taksinin akşam saat sekizden sonra mesaisini

tamamlıyor olması ,o saatten sonra dışarı çıkmayı aşırılık kabul etmesi, gerekse sarı taksiye binen kadınların kendi güvenliğini düşünmüyormuş gibi algılanması polemiğini doğuruyor. İlla bir çözüm yoluna gidilecekse bu, kadını toplumdan ayrıştırıp uzaklaştırmakla değil; yasal düzenlemeyle olabileceği gerçeğini söylemek mümkün. Kız çocuklarına "O saate, o kıyafetle, orda ne işin var?"denirken erkek çocuklarına "erkek adam istediği şekilde davranır " deniyor. Kasten ya da bilinçsizce çocukluktan beri bize aşılanan bu gibi düşünceler aile içinde kadını ezmiş ve çoğu zaman kadının yalnızlaşmasına neden olmuştur. Tüm bunların yanında kız çocuklarına ‘'kısa giyinme’' diyebildiğimiz gibi erkek çocuklarına da '’oğlum bakma, rahatsız etme'’ diyebilmeliyiz. Erkekliğe sığmamak , erkek sözü vermek ya da bir işin doğru, güzel yapıldığını belli etmek amaçlı söylenen ‘’adamakıllı ‘’ , ‘’adam etmek’' gibi cinsiyetçi söylemler toplumda kadını ikinci sınıf insan konumuna itmektedir.

Kadına yönelik şiddet deyince aklımıza ilk gelen şey fiziksel baskı olsa da şiddet kavramını bununla sınırlı tutmak doğru değildir. Her alanda yetersiz gördüğümüz kadınlar üzerinde uygulanan diğer bir şiddet ise psikolojik şiddettir. Kadın sürekli ezilip, aşağılanarak bastırılmış bu da kadınların özgüven problemi yaşamasına neden olmuştur.Bu durumda psikolojik şiddet yönteminin en az fiziksel şiddet kadar ağır olduğunu söylemek doğru olacaktır. Dünyaca 8 Mart'ı kutladığımız (andığımız) şu günlerde kadınlara bir buket çiçek verip birkaç güzel sözcük söyleyerek olayı geçiştirmemeliyiz. Siyasal ve toplumsal hakları uğruna, kadınlarla birlikte mücadele ederek onları anlamak ve mutlu etmek yolunda bir şeyler yapmalıyız . Bu yolda ilerlersek hiç şüphesiz ilk başta sorduğumuz ‘’Kadınlar ne ister ?’’sorusunun yanıtını daha kolay ve anlamlı bir biçimde verebiliriz . En azından artık kızını dövmeyen değil de ,’’kızını sevmeyen dizini döver.’’söylemini uygulamaya geçirmeliyiz. Kısaca kadınların toplumdan çok bir beklentisi yoktur.Kadınlar yalnızca hak ettiği saygıyı,hak ettiği şekilde görmek ve toplumdan ayrıştırılmadan, ikinci sınıf insan muamelesi görmeden yaşama hakkına sahip olmak ister. Deniz Eren İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü


BEAT MÜZİĞİ Müzik, ruhun içinde hiçbir zaman oluşmaz, özgürlük de öyledir. Müzik ruhun kendisidir. Bunu yaşatmak ve amaca ulaştırmak zor, bir o kadar da meşakkatli bir olaydır.Her işte olduğu gibi amaç, kazanç sağlamaktır , maddi ve manevi… Kazançlar, nedenler ve sonuçlar şeklinde biçimlenir. Nedenleri ve sonuçları aynı ateşte kavrulmaktadır. Bu ateş, insanın içindeki ruhu yansıtmakta, çevresine siyah ama bir o kadar da temiz dumanı yaymaktadır. Bu temiz duman, pis ve kokuşmuş ruhları hiçbir zaman hoşnut etmemektedir. Müziği hırs ve çıkar haline getiren insanlar, müziği aşk ve tutku haline dönüştüren insanlardan her zaman farklıdır. Müzik gereksinimdir; birleştiricidir, bir yol arkadaşıdır, bir ihtiyaçtır, olmazsa olmazdır... Müzik insanın kendi özünü bulmasına yardım eder. Müzik farklı düşüncedeki insanların kalplerini fikirlerini birleştirir. Nasıl ki oksijen hayatımızın devamı için gerekliyse, müzik de ruhumuz için aynı öneme sahiptir. Bazen yolda, bazen bir sokakta, kaldırımda otururken veya bilinmeze giderken en gerekli şeydir. Ritimleri beynimizde, kalbimizde hissetmek ve müzik eşliğinde dans etmek ruhumuzun, saflığının göstergesidir. 60’lı yılların öne çıkan müzisyenleri ‘’Beat Kuşağı’’ndan büyük ölçüde etkilenmişlerdir. Beat müziğinde akıllara öncelikle jazz, blues, rock, country ritimleri gelir. The Doors, Bob Dylan, The Beatles ve Pink Floyd gibi kişiler ve gruplar yaptıkları müzikle Beat müziğinin dumanını yaymaktadır. Müziğin tanrısı olarak bilinen ‘’Jim Morrison’’ da Beat müziğinde sevilen isimler arasındadır. Gerçek adı James Douglas Morrison olan sanatçı , 1943 yılında doğmuş, 60’lı yılların rock müziğinin özgün ve ilahlaşan isimlerinden olmuştur. Morrison, üç arkadaşıyla kurduğu ‘’The Doors’’ grubunun söz yazarı ve vokali olmuştur. Yollar, özgürlükler, insanlar için yapılan bu müzikler aynı çatı altında toplanmaktadır. Yol, yolu yapanın değil, yolcunundur. Yollar, yolcular, enstrümanlar, ritimler değişik olsa da; beyinler, fikirler ve kalpler hep aynıdır…

Batuhan Yıldıran Orçun Uykun İletişim Fakültesi Yeni Medya Bölümü


GECE , KADIN , VİCDAN Kalemi sustu kadının Kağıt çoktan yığılmıştı bir köşeye. Gün uyudu , gece girdi söze… ‘’Neyi düşünüyorsun bu kadar? ‘’ diye bir ses yankılandı cam kenarında ‘’Seni’’ diyemedi kadın , ‘’hiç’’ dedi umarsızca ‘’öyle dalmışım…’’ Kadının söylediği yalan yanağındaki çukurda bir göründü , bir kayboldu. Gece fark etti fakat aldırmadı . Dayanamayıp bilmem kaçıncı özrünü diledi , kadın Gecenin sessizliği tüm odayı sardı sarmaladı . ‘’Sana bu kadarı yeter, affedildin .’’ dese gece… Dünyalar kadının olacaktı , olmadı . Yalanlarına sarılıp sessizce ağlamak istedi , kadın Ama yalanları da sırtını dönüp yattı. ‘’Bu kadar kötü müyüm ben ?! ’’ diye söylendi bir an Oradan bir ezan yankılandı . Uyumalıyım dedi kadın , sadece uyumalı… Gün aydı , gece arkasına bakmadan kaçtı . Sessiz dalgalar bir o kayayı , bir bu kayayı dövdü durdu bütün gün Kadın geceyi geçirdi aklından , vicdanına koydu almadı ; kalbine koydu dolmadı. Yine boşverdi … Gün bitti ve gece tekrar aydı. Korkularını kenara bırakıp geceye yöneldi kadın; Masa şaşkın , duvarlar sessiz… Bir daha günü görmek istemediğini söyledi kadın bağırarak İki adım ötede ölümün ayak sesleri… Bulutlar dudak büküp izledi , uzaktan manzarayı , Ha ağladı ha ağlayacak … Gece dayanamayıp affetti kadını, ama vicdanı ölümü çoktan süslemişti gözlerine. Kadın ölüme bir adım attı . Gece bile affetmişken kadını , kendi vicdanı rahat bırakmadı. Çoğu kez ölüme ‘’bugün değil ‘’ diyen kadın , Ölüme doğru sayısız kanat çırptı . Yani diyeceğim o ki , vicdanınızın kustuğu şeyleri döşemeyin yollarınızın kenarlarına Gece affeder , vicdan affetmez . Kendi cümlelerinizde boğulursunuz. Ya gece gelir alır intikamını ya da ölüm cazip kılar kendini …

Berna Karaca İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü

Şeker Portakalı, Brezilyalı yazar Jose Mauro de Vasconcelos’un 1968 de yazdığı romandır. Vasconcelos’un kendi çocukluğundan kesitler taşıyan kitap, günün birinde acıyı keşfeden küçük bir çocuğun öyküsüdür. Kitapta Zezé anlatıcı rolünü üstlenir. Eserin odak noktası odur. Zezé, çevremizde görebileceğimiz çocukların roman kahramanı olarak yansımasıdır. Yazar kitapta, Zezé’yle birlikte hayatı sorgulamamızı, sosyal sınıf eşitsizliğini görmemizi ve ön yargılarımızın artık bir son bulması gerektiğini vurgular. Kitabı okuduğumuzda olay bakımından ikiye ayırmak daha doğru oluyor. Fakir bir aileye sahip olan küçük kahramanımız yaramazlıklarından dolayı sürekli dayak yemektedir. Geçim sıkıntısının aile üzerindeki olumsuz etkilerini de buradan anlıyoruz. Zezé’nin yaramaz olduğu kadar, oldukça akıllı ve hayalperest olduğunu da görüyoruz. Yeni taşındıkları evlerinin bahçesindeki şeker portakalı fidanıyla arkadaş olabilecek kadar saf ve yalnız bir çocuk olduğunu da görüyoruz. Zezé, yaşadığı olayları merak ettiği şeyleri fidanla paylaşıyor, fidan da onu dinleyip cevap veriyordu. Ancak, kitabın sonunda fidanın neleri ifade ettiğini anlıyoruz. İlk yarının sonlarına kadar Zezé’nin merakını, yoksulluğun onu ne kadar derinden etkilediğini, yaramazlıklarını, şeker portakalı ile olan sohbetlerini ve en önemlisi içindeki sevgi özlemini biraz gülerek biraz da üzülerek görüyoruz. Asıl olay ikinci yarıda başlıyor diyebiliriz. Zezé’nin babası gibi gördüğü ‘’Portekizli’’ ile tanışmasıyla (Bütün çocukların imrendiği arabanın sahibiyle)… Aile içinde görmediği saygı ve sevgiyi fazlasıyla okuduk. Hissettiği boşluğu Portekizlide bulur. Portekizli de Zezé gibi somut ve manevi olarak yalnız bir insandır. Aralarında her ikisinin de tatmadığı bir baba-oğul ilişkisini, deyim yerindeyse ‘’iliklerimize kadar’’ hissediyoruz. Zezé bir gün şeker portakalı fidanının kesileceğini öğrenir. Bu Zezé’nin çocukluğundan kaybettiği ilk masumiyettir. Kendini Portekizlinin varlığı ile avutur. Bir gün okulda hiç beklemediği bir haber alır ve artık Zezé’nin en başından beri okuduğumuz masumiyeti, yaramazlıkları ve heyecanı yok olur. Portekizli ölmüştür. Zezé hayatındaki iki değerli varlığın gidişiyle şoka girer. Artık büyüdüğünü hisseder. Bazı kesimlerce Zezé ve Portekizli arasındaki ilişki gereksiz yere müstehcen ve abartılı bulunurken, bazı kesimler ikisi arasındaki ilişkinin maneviyatını ve yüceliğini sorgular. Bazı kesimlerse gerçekleşmesi imkansız ama güzel bir olay olarak değerlendirir. Mert ALTUN İletişim Fakültesi/Gazetecilik Bölümü


BAŞKASI OLMA KENDİN OL Kendinin nasıl olduğunu bilip öyle olmak, buna uygun davranmaktır. Fakat insanın kendinin nasıl olduğunu tam olarak bilmesi hiç de kolay değildir. Hatta belki de imkansızdır. Dna şifresi aynı olan ikizlerden birini ormanda kurtlar büyütse, diğeri ise insanların arasında yetişse, ormanda büyüyen tek kelime bile konuşamazken, öteki yemekleri elle değil çatal kaşıkla yemektedir. Öyleyse hangisi asıl kendisidir. “Ben, böyleyim diyen bir kimsenin karakterinin ne kadarı kendine aittir, asla bilinemez..’’derler hep. Tabi bur da işin bir gerçeği akıl denen bir varlığa, düşünebilme, kendini savunabilme, seni başkalarından ayırt edebilme özelliğine sahip olduğumuz bir gerçektir.

Bu örnekte aslında toplum açısından da bakmak gerekirse; insanların bu yapmacık hayatta kendilerini ortaya koymak için verdiği çaba içerisinde asla tamamen ortaya çıkmayan kişiliklerdir. Çok zordur hele bu yalaka sistemin kölesi olduğumuz ortamda. Saf kendin olmak. Saf alkol gibi bazen sarhoş edebilir sizi. O yüzden biraz toplum katmalısınız aslında. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir diğer noktamız ise oranı iyi ayarlamalıyız; toplum etkililiğini. Yanlış miktarda alırsanız zehirlenebilirsiniz…Evet kendimiz olmak; düşüncelerin, ardından bu düşünceler hakkındaki konuşmaların devamında gelen eylemin, tüm istekle, çevredeki etkilere rağmen birbiriyle çelişmemesi durumudur. Aslında bu çok zor değildir ama insanların başkalarına özentisi ya da farklı düşüncelerin etkisi altına kolayca girebilmeleridir ki bunu yaşamda da gayet net görüyoruz. Tüm etkilerle birlikte , her şeye rağmen kendin olmak değil midir? önemli olan.. İçinizden geldiği gibi davranmak, yüreğinizin sesini dinlemek denir… Evet sınırları aşmadan bu gayet mantıklı ve olması gerekendir aslında kendin olmak. Ama nedense kimsenin cesaret edemediğidir. Delilik sanki! Aman sakın! Bunu yapamayıp stratejilere kabız bir şekilde bakarsak hasta olmaz mıyız?

Bu hayatta kendi tarzın olmalı ve her anlamda kendini ifade etmendir önemli olan. Saçların, sözlerin, kıyafetlerin başkalarından özenilerek oluşmamalı. O kadar ki üzerinde ne yazdığını bilmediğin kıyafetleri bile giymek ne yaptığını bilmemektir. Korkak olmakla başlar kendin olmaktan vazgeçmek.. Diğerlerine benzeyerek hayata yaklaşmak mı? demeliyiz onlar gibi olmak mı? Kendini anlatmaya çalışırken, yaptığımız oyunlarla hayatımıza yama yapıyoruz belki de. İspatlamak, güçlü olmak yanılsaması içinde hayatı ıskalıyoruz. Başkalarının rengine fayda vermeyeceğini görmeniz lazım, kendi renginizi oluşturun… bazılarının ise başkalarına benzeme midesi hiçbir zaman doymuyor ..

Kendin olmak insanlar arasında göze batmak, sivrilmek, dikkat çekmek, popüler olmak için değil, kendinde bulunan farklı olma potansiyelini doğal bir şekilde kullanmaktır. İnsanın en kolay yapabileceği şeydir. Keyifli ve rahattır. Orijinalliğinizi de korumanızı sağlar. Kendini, değerlerini, fikrini, zevklerini, başkalarının beğenisine göre eğip bükmemektir… Farklıysan farklısındır. İyiysen iyi, güzelsen güzel, cesursan cesur… Bir şeyleri oldurmaya çalışıp insanların gözüne sokmaya çalışırsan sadece sıradanlaşırsın. Ne isen osun, ne isek oyuz. Alışmadık sırtta gömlek durmaz sonuçta. Kendiniz olun bazen neşeli, hüzünlü, suskun, konuşkan… Bazen cesur, korkak, yalnız… Bazen kabuğuna çekilmiş ya da kabına sığmayan, uçuk, kaçık, ayakları yere basan, deli dolu… Bazen çocuk, olgun, bazen de dengesiz benim gibi kendin gibi ol nasılsan öyle. Farklılıklara göz ardı etmeden içinden ne geçiyorsa başkası gibi olma, onun baktığı gibi bakamazsın, o bakarken sen at gözlüğü takarsın.. Dijital ortamda zor rastlanacak davranış türüdür bu. Herkes şiir, sanat düşkünü, son derece politika meraklısı, Afrika’daki çocuklara ve yavru kedilere karşı son derece hassas. Gel gör ki alayı lümpen. Sonuç olarak; ne kendini kıyaslamak ne de başkası olmak zorunda değilsin. Sen, sen gibi çok güzelsin. Bir başkası gibi yaşayarak çevrendekilerin seni sevmesine kanacak kadar çaresiz misin? Seni gerçekten sevenlerin senden başka kriteri olmaz. Başkası olma kendin ol böyle çok daha güzelsin. Ya gel bana sahici sahici ya da anca gidersin, dizeleriyle Tarkan’ın bize öğüt ettiğidir. Ne yapıyor muşuz? – kendimiz oluyormuşuz.

Aslıhan Geçmek İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü


Sosyal Sorumluluk Birimi Çocuklarla Sinemada Buluştu

Benim Yolum

Uşak Üniversitesi İletişim Topluluğu Sosyal Sorumluluk Birimi, sponsorluğunu Kanyon Kız Konaklama Evinin üstlendiği etkinlikte Şeker Evleri İmam Hatip Orta Okulu Öğrencilerini sinemaya götürdü.

Hayat gerçekten seçtiğimiz yollardan ibaret. Yolun sonunun olmayışı veya çıkmaz oluşu, tamamen bizim tercihlerimize dayalı. Neyi seçiyorsak onu yaşıyoruz sonuçta. Ve bu seçtiğimiz yolda attığımız her adımdan kendimiz sorumluyuz. Yaptığımız hatalar,yanlış tercihler; hepsinin sorumluluğu bizim üstümüzde. Kimi zaman eğilip bükülsek de, sırf benim seçimimdi diyerek yarı yoldan dönmeyiz. Halbuki zararın neresinden dönersek dönelim bizim için kardır ama bunu çoğu zaman kendimize yediremeyiz. Öyle ya da böyle bu yola devam etmek zorundayızdır. Diyorum ya biz tercih etmişiz; Kim ne söz hakkına sahip olabilir ki bizim yolumuzda, biz izin vermedikçe? Ama bizde biraz, belki de gençliğimizin bize verdiği "kafa dikliliği" mevcut. Hani yanlış olduğunu bilsek de bu benim hayatım, benim yolum.Bu yüzden benden başka kimseyi ilgilendirmez diye düşünüp, kimseye müdahale hakkı vermeyiz. Bu bizim kendimize olan güvenimizle doğru orantılı diye düşünürüm ben hep. Kendine güvenmek tabi ki çok iyi bir şey ama o da bir yere kadar. Bize söylenenlere doğru ya da yanlış, kulak vermemiz gerekir ki buna göre daha temkinli adımlar atabilelim. Hata yapmaktan korkmam ben mesela. Çünkü bilirim ki yaptığım hatalar beni hayata karşı daha hazır hale getirir ; daha güçlü olurum bu şekilde. Deneyimim vardır bir kere. Başıma gelebilecek her türlü olayda daha soğukkanlı ve daha tecrübeli olurum. Böylelikle gitgide hata yapma riskimi azaltırım. Siz de hayatınıza doğru ya da yanlışlar yaparak deneyimler ekleyin. Ekleyin ki geleceğe hazır hissedebilin kendinizi. Ve her ne yaşarsanız yaşayın, yaşadıklarınızdan pişman olmayın. Çünkü yaşadığınız herşeyin bir nedeni ve sonucu vardır. Olumlu ya da olumsuz… Yaşadıklarımız, paylaştıklarımız bize artı yönde geri dönüt yapar. Ama her adımımıza her hareketimize dikkat etmeliyiz. Çünkü başkalarının hakkına girmek hiç istemeyeceğimiz bir şey olur. Sonuç olarak; ne yaşarsak yaşayalım, başımıza ne gelirse gelsin; iyice düşünmeden bir adım dahi atmamalıyız. Çünkü biliyoruz ki, söylenen sözler geri alınamadığı gibi atılan bazı adımlar da geri alınamıyor. Bir şey söylerken ya da yaparken iki kere düşünün derim. İnanın size de faydası olacak.. Melek Özkan İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü

İletişim Topluluğu Sosyal Sorumluluk Birimi, ilk olarak Atatürk Mahallesinde bulunan Şeker Evleri İmam Hatip Ortaokulunu ziyaret etti. Öğretmenler ve öğrencilerle tanışan grup, çocukların yoğun ilgisiyle karşılaştı. Bir süre sohbet ettikten sonra çocuklarla birlikte Festiva alışveriş merkezine giden grup , burada bulunan Cinens Sinemalarında ’’ Pan’’ isimli 3D filmde çocuklarla keyifli dakikalar geçirdiler. Etkinlikten memnuniyetlerini dile getiren öğretmen ve öğrenciler; başta sponsor olan Kanyon Kız Konaklama Evi’ne sonra da etkinlikte emeği geçen Sosyal Sorumluluk Birimi’ne teşekkürlerini sundular. Sosyal Sorumluluk Birimi çocuklar için projelerinin devam edeceğini , çocuklarla farklı etkinliklerde tekrar bir araya geleceklerini belirtti.

Kübra Tetik İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü


OTİZMLE YAŞAMAK Hiç otizmli bir tanıdığınız var mı? Yoksa otizmi daha önce duymadınız mı? Bizler duymasak ve görmesek de otizmle yaşayan 352 bin insan var. Bu insanların farkına varmamız için Otizm Farkındalık Günü, her nisan ayının ikinci günü tüm dünyada kutlanır. Peki bu günü kutlayarak neyi değiştirebiliriz? Evet, belirli bir duyuru niteliğinde veya farkındalık yaratmak için iyi bir fırsat olabilir. Fakat önemli olan faaliyete geçmekse, biz iletişimcilere büyük rol düşüyor. Öncelikle Otizm, otomatizmden doğan, iradeden bağımsız gerçekleşen hareketlerin birey üzerindeki etkisidir. Bir özür ve engel değil, davranış ve iletişim bozukluğudur. Hatta yeni yapılan araştırmalara göre yalnızca nörolojik bir bozukluk olarak kabul edilir. Beyin gelişimi engellendiği için otizmli insanlar, hep çocuk kalırlar. Herkesin istediği 'Keşke hep çocuk kalsaydım!' hayalinden uzak ve çoğu zaman acı verici bir etkiye sahip yetersizliktir bu. Fakat buradan otizmle yaşayan çocukların mutsuz olacağı kanısına varamayız. Tam tersi onlar daha sıcakkanlı ve sevecenlerdirler. Fakat bu yazıda anlatmak istediğim şey otizmden çok otizmle yaşamak.

Otizmle yaşayan insanların otistik olarak adlandırılması gibi çok büyük bir yanılgı var. Bu yapılan adlandırmalar insanın diğer özelliklerini hiçe sayıp, onu sadece otizmi olan herhangi bir 'şey' yapar. Öncelikle yapılması gereken onlara takılmış otistik etiketini çıkarmak ve onlara sıradan bir insan gibi davranmaktır. Yakın zamanda otizmin tamamen genetik olmadığı ve çevresel faktörlerin de etkili olduğu anlaşıldı. Bu yüzden yazımı iletişimin otizme etkisine dikkat çekmek için yazıyorum. Yani bizler, onların doktorları olabiliriz, onları hayata bağlayacak bir köprü belki.. Bunların yanı sıra duvar da olabiliriz. Hislerini yok sayarak, onları anlamayarak ve kendilerini anlatmalarına imkan vermeyerek onlara en büyük ihaneti biz yapabiliriz. Zaten onlar kendilerini üçüncü şahıs olarak gördüklerinden biz onları yok saydığımızda telafisi olmayan bir yola sürüklemiş olacağız. Hatta kimliklerini kaybedip, kendilerini bir hiç olarak görmelerine neden olabiliriz. İnsanlar oldukça iletişim de var olacaktır. Yani iletişim insanın önemli gereksinimlerindendir. Peki normal insan için bile son derece önemli olan iletişim, otizmle yaşayan

insanlar için çok daha önemli değil midir sizce de? Fakat otizmle yaşayan insanlara baktığınızda, insanlardan uzak durmak isterler. Yanlış iletişim kurduğumuz için, iletişimin onlara işkence tadı verdiğini söyleyebiliriz. Dostlarınıza baktığınızda, sizinle aynı düşüncelere sahip ve size benzeyen insanlar arasında seçtiğinizi görürsünüz. Asla sizi anlamayan insanlarla iletişim kurmazsınız. Kursanız da son derece sıkıcı olacaktır. Durum onlar için tamamıyla bu. Sizi anlamadığı veya kendini anlatamadığı için sinirleri bozuluyor olabilir. Kendini kaybedip size ve kendine zarar verebilir. Aslında bu sadece "hayır" kelimesini bilmediği için yani olumsuzlukları ifade edemediği için olabilir mi? Onları anlamanızı bekleyen binlerce insan var. Asıl mesele sabır göstermek, hayata sıkı sıkı tutunabilmeleri için umudunuzu yitirmeden ve karamsarlığa düşmeden, anlamadığında tekrar tekrar, daha basit yollarla anlatmaktır. Onunla birebir iletişime geçip ona güçlü olduğunu ve yapabileceğini göstermektir. Daha sonra sırtınızı yaslayıp rahatça kendi hayatlarını yaşadıklarını göreceksiniz. Otizmle yaşayıp ailesinin iletişimsel desteğiyle evini ayırıp normal bir yaşam süren insanlarda yok değil. Bunların yanı sıra otizmle yaşamış, belirli işlerde insanüstü başarılar göstermiş ve bunu bize hissettirmemiş, hepimizin tanıdığımız isimler de var. Edison, Einstein, Beethoven ya da Mozart gibi.. Onlar "Ozan" da olabilir, Bukalemun kısa filminde olduğu gibi. Tam olarak isimlerini bilemeyiz, tek bildiğimiz "otistik " olmadıkları.. [ bkz. https://www.youtube.com/ watch?v=sM7Zkaiuokw ] Rumeysa N. Uçar İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü


SİNEMA VE SOSYAL YAŞAM Sinema.. 120 yıllık koca çınar. Lumiere Kardeşlerin Dünya'ya bıraktığı bir armağan. İlk çıktığı andan itibaren yeni bir soluk ve merak uyandıran her kesimden insana seslenen, beyazperde de ilk gösterimden itibaren hayatımızda yer edinmiş önemli bir kitle iletişim aracı. Sinema, insanın iç dünyasından toplumsal çöküşlere, savaşlardan barışlara kadar pek çok olaydan etkilenmiş ve bu doğrultuda şekillenmiştir. Her insanın kendinden bir şeyler bulabildiği, izleyenin kendini bazen çölün ortasında bedevilerle bazen Bordeaux'un en ünlü şarap mahzenlerinde ve bazen de İstanbul'un kenar mahallelerinde bulduğu sihirli bir yolculuk.. Sinemanın bunca etkisinden bahsederken sosyal yaşam üzerindeki etkisinden bahsetmemek olmaz. Özellikle 2000 yılından sonra Türk Sinemasında meydana gelen yapılanma ve başarılı filmlerimizin uluslararası festivallerden ödüllerle dönmesiyle sinemamız uluslararası arena da iyice tanınmaya başlanmış bu da ülkemiz de sinemaya ilgiyi daha da arttırmıştır. Gerek sinemadaki teknik gelişmeler gerek yeni biçim anlayışları seyirciyle beyazperde arasındaki bağları biraz daha güçlendirmiştir. Sosyal yaşamdan bunalıp sinemaya sadece stres atmak için giden insan figürü yavaş yavaş ortadan kaybolup bunun yerine daha bilinçli, izlediğini anlayan ve yorumlayan bir kitle ortaya çıkmıştır. Bununla beraber sinema, salonlardan çıkmış gündelik hayatın bir parçası haline gelmiş, insanlar sinema hakkında konuşmaya ve tartışmaya başlamıştır. Sinema toplumda yönetmenin hayal gücüyle beraber ayna görevi görmeye başlamış, seyirci de sinemada kendi yaşantısını benliğini görerek bunu anlamlandırmaya çalışmıştır. Sinemanın bu belirgin gücü etkisini her kesimden insana ulaştırmış, toplum içerisinde ötekileştirilen bireyler, konuşulması tabu haline gelen cinsel konular, konuşulmak istenen yapılmak istenen her şey sinema da hayat bulmuştur. İnsanı düşünmeye iten toplumsal bir araca dönüşmüştür. Sinema insanların arasına koyulan duvarları kaldırarak onları birbirine yaklaştırmış bu anlamda toplumsal bir işlevi yerine getirerek hak ettiği taktiri bir nebzede olsa kazanmıştır. Son söz Luis Bunuel'den ''Sinema, duygular, düşler ve içgüdü dünyalarını anlatmak için en iyi araçtır.''

Nurullah Namaz İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü


LG OLED TV – KUSURSUZ SİYAH KUSURSUZ RENKLER Reklam gayet akıcı ve izleyiciyi sıkmadan verilmiştir. Reklamda soruların yer alması izleyiciyi düşünmeye yönelterek sorunun cevabı ile ürünün özellikleri arasında bir bağlantı kurmuştur. Reklam 31 saniye sürmektedir. Yakınlaştırılmış insan gözünde, renklerin parlaklığı vurgulanır. İnsan gözünün renkleri ne kadar iyi gördüğü ile ürünün, renkleri ne kadar iyi yansıttığı arasındaki benzerliği vurgulanır. Fonda piyano eşliğinde hafif bir müzik ile bir erkek ses tonundan sorular sorulur. “ Sinema salonları neden karanlıktır?” , “Yıldızlar neden geceleri daha parlak görünür?” , “Renkler neden en derin siyah içerisinde daha canlıdır?” sorularının cevabı ile ürünün özellikleri belirir. Ormanın içerisinden bir panterin karanlığın içerisinden atlaması ile uyumlu bir şekilde tüm renkler yayılır ve ürünün sloganı verilir :“ Kusursuz siyah, kusursuz renkler yaratır”. Ürünün şeklinin diğer ürünlerden farklı olması bir farklılık yaratmaktadır. Ürünün içindeki renkler uyumlu bir şekilde panterin gözlerine dönüşür. Ürünün siyah olmasına karşın içerisindeki panterin siyahlığı kaybolmamış aksine daha da belirginleşmiştir. Markanın sloganı ile reklam bitmektedir. Gül Gül İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü

DİLİMİN UCUNDAKİ İTİRAFLAR İtirafın adını koymak… Bir bardak sudan alınan bir yudum, ağzıma dökülüyor, dilim ıslanıyor. Dilimin ucundaki kelimeler… Bir yumruk daha yemekten korkuyorum. Gözlerim kan çanağı, ıslanıyor… Kelimeler her yanımda, itiraflara dökülmeliler. Gereği düşünülmeli, herkes kıyımlarımızı seyretmek üzere bekliyor. Çoğunuzun yüzünü hatırlamıyorum, siyahlar düşmüş yüzlerinize. Gelip geçen bir hafta da alınan kararlar. Adalet terazisine tartılmak üzere konulan itiraflar. Karar verilmeli, parlak gözler hevesle bu anı bekliyor. Hüküm okunurken dik durmak gerekirmiş. Gözlerinde ışıklarla bana bakan insanlar, hepsi bu anı bekliyormuş cidden. Evet, dik duruyorum. Uğurlanıyorum, gözlerimden denize atlayan damlalar var. Kelimeler her yanıma bulaşmış, uğurlanmak üzere bekliyorlar. Yalanım yok fakat adil değilsiniz. Kalabalıksınız belki lakin vicdanınız sizi rahat bırakmayacak. Çıkarcı kalabalığınızda yaşlanıyorsunuz ve kaçınılmaz bir sonunuz var. Kimseyi uğurlayacak gücü buGeçmişin tozlu terazisinde kirli var. Bir adım daha atamam. şimdilik ve şimdilerde seyirci koltuğundan hayatYağmaladığınız güniçerisinde mavinin orum. Kaygılarım var yazmanıza izin vermeyGüneş gözlerime hayranlığım ise benadir konulardan. Gödalgaları, kulaklarıma notadan daha değerli andırıyor. Pes etmenin ezGözlerimden denize atlayan olsa gerek.

lamıyorum ayaklarımda. ve kirletilmiş bir adalet Anımsamalar yetiyor gösterdikleriniz. Bir larınıza bakıyorum. lerimin üzüntüsü tonlarını seyrediylakin sonu, sizin eceğim. doluyor, ona timleyemediğim zlerime dolan ışık dolan hüzünlü bir belki. Vurmuyor, uyilmişliğini anımsatıyor. damlalarda bunun kanıtı

Zamanın elinde yaşlanan suratlar topluluğunun temiz ve kirli insanları. Yaşanmışlıklarınız çok olabilir lakin anı defterleriniz büsbütün şimdiki zamanı yansıtamaz. Olaylar ve zamanın eli size öyle bir değmiş ki anılarla yetinir hale gelmişsiniz. Yaşanmışlıklar kaderinizin bütünü olmuş, gelecek ön yargılar üzerine dikilmiş bir kılıf olmuş suratlarda. Dilimin ucundaki itiraflar… Karar okunuyor… Dik durmak gerek… Gereği düşünülmüş… Çok kelime var lakin ötesi yok. Ama gene de: Dik durmak gerek. (Tüm Dik’lere inat) Gizem Gümüş İletişim Fakültesi Yeni Medya Bölümü


L O

eldiveni unutmasıdır.Filmde bulunan Carol,Therese'nin güzelliğinden etkilenerŞimdi ek onunla görüşmek ister.Fakat filmde evli Amerika'nın olan bir Carol diğer yandan ise sevgilisi 1950 yıllarından olan Therese vardır.Yani film her ne kadar sezinlenerek çekilmiş eşcinsel temalı bir ilişkiyi dramatik ve robir filmden bahsedemantik bir şekilde sunsada aslında heteroceğim.Carol filmi bize iki seksüel durumu da atlamayıp seyircisine ana kadın karakterin hayatından sunar. izler sunmakta.İlk önce kısa bir özet geçmek istiyorum.Film bir yandan orta Filmin ilerleyen bölümlerinde eşcinsel ve yaşlarında zengin ve imrenecek güzellikheteroseksüel temalarını çok iyi bir şekilde te bir hayata sahip olan evli ve bir çocuk derleyip sunduğu repliklerle seyircisini bir sahibi Carol’un ,diğer yandan ise sıradan kez daha derinden etkiliyor. Carol,Therese görmesiyle hayatı değişiyor. Sürekli Therese görmek ister ve onunla vakit geçirmek ister.Therese ise filmde daha çok pasif bir karakter olarak karşımıza çıkar.Olayı kontrolize eden, kendi ayakları üstünde duran karakter Carol başı çekiyor.İki karakter arasında Therese'in pasif bir ruh haline sahip olması aslında hoşuma gitmedi. bir hayata sahip olan genç bir kızın olan Film karakterler dışında kullanılan meTherese'in hayatını anlatır. kanlar,kıyafetler,makyajlar tamamen bize 1950 yılların tadını veriyor.Bu tadı vermeCarol evlidir fakat eşinin birkaç yanlışın- kle beraber film sadece karakterlere odaklı dan ötürü evliliğini sürdürmek istemez. değil o yılların Amerikasını eşcinsellere Therese ise mağazada çalışan genç bir olan tutumunu bizlere apaçık gösteriyor. kızdır. Carol, küçük kızına hediye almak Therese ve sevgilisi dediğimiz karakterle için Therese'in çalıştığı mağazaya gelir.İlk aralarında geçen diyalogla 'eşcinsellerin tanışma yani aralarındaki ilk ilişki bu nok- iğrenç,kötü,akıllara zarar,anormal dutada başlamaktadır.Aldığı hediyeyi evine rum'u çok iyi bir şekilde özümseyip cevap yollamak ister ve ev adresini yazmasıyla veriyor. başlar ve bu hikayenin sürdürülmesine Filmde bir diğer olay ise Carol'un eşi yardımcı olan küçük bir detay ise Carol'ın olan Harge karısının eşcinsel olduğunu ev adresinin yazarken çıkardığı öğrenir ve kızının velayetini almak ister.

R A

C

Bu durum eşcinsel temasını 'ahlak yetersizliği' olarak görülür ve kızı annesinden ayrırlar. Bu film aynı temayla yapılan birçok filmden daha farklı,derin ve doğaldır.Aynı temayı paylaşan 'Mavi En Sıcak Renktir' filminden ayrılır.Şöyle ki orada da iki kadın karakteri vardır ve bu karakterler arasında erkek rolünü üstlene bir karakter vardır yani heteroseksüel ilişkiden farkı yoktur.Carol filminde ise böyle br ayrım söz konusu değildir.Mavi En Sıca Renktir filminde evet aşk vardır ama saf bir aşk değildir daha çok cinsellik ön planda tutulmuştur.Fakat Carol filmin iki karakterin paylaştığı,hissettiği,duymuş olduğu aşk masum ve derin bir şekilde vurgusunu yapar.

Film izlediğim en doğal filmlerden biriydi.Diğer izlemiş olduğum filmlerden ayıran en büyük etki ise iki ana karakter arasındaki cinsel ilişkiye değil aşk dolu saf ilişkiyi bizi derinden etkileyecek şekilde üstüne 1950'li yılları muhafazakar Amerikasını yaşatarak vermiş.Film tamamen eşcinsellere verilen tepkileri,toplum tarafından algılanan olayları,iki karakter arasında geçen ilişkiyi ve en önemlisi oyunculuklarıyla Cannes'da aldığı ödülle taçlandırmıştır. Aysel Akçaalan İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü


KİTAP DÜNYASI

Kitaplar diyorum; keşfedilmemiş, gizemli bir evren.. Peki siz, kitaplar hakkında ne düşünüyorsunuz ya da en son ne zaman bir kitap okudunuz? Bazılarınızın “bilmem” dediğini duyar gibiyim. Kitap okumak, kimileri için boş zaman aktivitesi hatta gereksiz iken, kimileri içinse olmazsa olmazlardan biri. Bana soracak olursanız, ben kitap okumadan bir insanın eksik kaldığını düşünenlerdenim.Kitabın kapağına dokunursun, rastgele bir sayfa açarsın, okumadan önce burnuna yaklaştırır, kokusunu içine çekersin. Sonra bir paragrafa ilişir gözün, okur bakarsın, anlatımı nasıldır (konusu ne olursa olsun). En son, kitabın arkasını çevirir fiyatına bakarsın, bir kitabı çok istiyorsan ne olursa olsun alırsın. Kitap okumanın amacı kitabı bitirmek olmasa da, bir kitabı bitirince aldığın haz hiçbir şeyle karşılaştırılamaz. Kitap okurken telefon hiç çalmasa , annem eve erken gelmese , acıkmasam dersin. Rahatsız edilmeye tahammül edemezsin. Her insanın kitaplara bakış açısı farklıdır tabi. Kimi kitabı, teorik bilgilerle dolu bir müsvedde olarak görür, kimisi de hayatın şifresini bulmak için bir yol haritası. Kitap okumak insanın kişisel gelişimini sağlayan önemli etkenlerden biridir. İnsanın düşünce yapısını, hayal dünyasını geliştirir, kelime dağarcığını arttırır, insana bilgi birikim kazandırır ve daha sayılamayacak birçok fayda sağlar.Kitap insana bilgi verir, sürükler, düşünce dağıtır, eğlendirir, ufku genişletir, değişik pencereler açar, öğrendirir. Bu bir nevi mucize değil mi sizce de? Evet dediğim gibi kitaplar mucizevi bir olay ama nasıl kitaplar okumalıyız konusuna da değinmek istiyorum biraz. Okunması gereken kitap sayısı o kadar fazla ki aklıma gelenleri saymakla bitiremiyorum; her türden örnek vermek istediğimde ne diyeceğimi bilemiyorum. Kitapların bize bir şey katıp katmadığına, hayatımızda bir değişikliğe neden olup olmadığına bakarak, kitap seçimlerimizi yapmalıyız. Kısacası kitap denen her şeyi okumamalıyız bence. Bunu seçimlerinizi yaptığınızda siz de fark edeceksiniz. Sen yeni bir şeyler

keşfetmezsin sonuçta, var olandan haberdar olursun. Beyni bir şehir olarak görürsen, kitaplar seni çeşitli yerlere götüren otobüs biletleridir. Düşünen insan, o şehirde her yere kendi gider, belki uzun yoldan gider, belki bir daha gidemez ama giderken birçok yerden geçer ve her yerde yeni bir şeyler keşfeder. Kitapsa seni olduğun yerden otobüsün içine alır, nerden ve nasıl gittiğini göstermeden, seni biletin üzerinde yazan yere götürür, düşünen insan daha önce oraya gitmişse, ben burayı biliyorum zaten der, kitabı okuyunca (güzel bir duygudur). Kitaplar içinde binlerce cevher barındıran,bir hazine bence. Bu yüzden kitap okuyanlar, okumayanlara göre her zaman bir adım daha öndedir. Kitapların taşıdığı anlamlar da zamana göre değişiklik gösterir. İnsanın bir kitabı her okuduğunda aldığı zevk farklıdır. Bu kişinin yaşına, ruh haline, yaşam tarzına, tecrübesine göre farklılık gösterir. Elimize aldığımız her kitap bize bambaşka dünyaların kapılarını açar. Ülkemiz bağlamında bu konuyu değerlendirecek olursak, çoğu evde kitaplık ve kitaplar aksesuar amaçlı kullanılmaktadır. Geçmişte birçok insan başarılarının birçoğunu kitap okuma, araştırma sayesinde kazanmıştır. Maalesef günümüzde kitap okumak o kadar göz önünde olmamakla birlikte, insanların çoğu da bilgi gereksinimine ihtiyaç duymamaktadır. Türkiye’de kitap okuma oranı yalnızca yüzde 4.5’ tir. Japonya’ da bir yılda 4 milyar 200 milyon kitap basılırken Türkiye’de bu sayı yalnızca 23 milyon 386’dır. Yani, Türkiye’de bir yılda basılan kitap, Japonya’da neredeyse bir günde basılıyor. Araştırmalarda Birleşmiş Milletler’ in İnsani Gelişim Raporu’nda 173 ülke arasında Türkiye’nin Malezya, Libya, Ermenistan gibi ülkeler arasında 86. sıraya düşmesinin nedeni olarak, öncelikle kişi başına bir yılda basılan kitap sayısının düşmesi gösteriliyor. Araştırmalar Türkiye’de okur-yazar nüfusun yüzde 88 olmasına karşın, kitap okuyan nüfusun hızla azaldığını belirtiyor. Ne acı değil mi, ülkemizde kitap okuma alışkanlığının bu denli olmaması.


Peki biz bu sorunu nasıl aşabiliriz hiç düşündünüz mü? Her halükarda kitap okumakta zorla olmayacak bir şeydir. Öncelikle bu işten zevk alacağınızı düşünerek başlamalıyız. Bu başlangıcın en iyi yolu keyif aldığınız kitaplarla başlamak, sizi yoracak kitapları sonraya bırakmaktır. Gün içinde düzenli bir şekilde 5-10 dakikalık okuma zamanı ayırın kendinize. Ayrıca okumayı alışkanlık haline getirmenin bir yolu başka bir alışkanlık ile birleştirmektir. Örneğin kahvaltı yaparken okumak gibi. Her zaman yanınızda kitap bulunmalı. Evden çıkarken ya da bir yere giderken mutlaka çantanıza ya da elinize okuyabileceğiniz bir kitap alın. Belki sadece doktoru beklerken ya da sinemada arada okuyabileceksiniz ama kar kardır. Okumak istediğiniz kitapların bir listesini yapın. Herhangi bir yerde size iyi bir kitap önerilirse ya da okursanız bunu listenize dahil edin. Sessiz bir yer bulun. Evinizde rahat edebileceğiniz, sessiz ve huzurlu bir ortam yaratın. Ekran karşısında oturmak yerine kitap okumaya kendinizi zorlayabilirsiniz. Artık bir şeyleri değiştirmenin vakti gelmiştir belki de… Okumak ve bıkmadan okumak, bizler için yeni dünyaların kapılarını açan bir anahtar aslında fakat ne yazık ki biz ülke olarak bunun farkında değiliz. Sahi neden kitap okumayı sevmiyoruz? Kitapların bize sunduğu farklı dünyaları neden merak etmiyoruz? Saçma sapan şeylere bol zaman ayırırken kitap denince neden geri çekiliyoruz? Bu soruların cevaplarını gerçekten merak ediyorum. Umarım günün birinde herkes kitapların keşfedilmemiş, gizemli bir evren olduğunu anlar. Kendinize iyi bakın, bol okumalı günler… Ben kitaplarımı değil, kitaplarım beni ortaya çıkarttı. (Montaigne) Dilek Yılmaz İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü

NE YAZIK Kİ EŞİTSİZLİK


Size cinsiyet kelimesinin tanımını yapmayacağım. Bizler zaten açıkça biliyoruz bu sözcüğün ne anlama geldiğini. Bu da kadın ve erkek arasındaki farklardan biridir. Yine de, bu birbirimizden üstün olduğumuzu göstermez. Peki, neden eşitsizlik kavramı toplum içinde yüksek bir mevkiye sahip? Matematik derslerinde bile eşitsizliğin çözüm kümesini bulmaya çalışırken neden kendi yaşamımızdaki eşitsizliğin çözümünden uzağız? Üstelik çoğu kadın bunun farkında olduğu halde kabullenip, kendi evlatlarının da bu hiyerarşik yapının altında ezilmesine izin veriyor, kendi varlıklarına leke sürüyorlar. "O erkektir sofrayı toplayamaz. - Sen kızsın, erkekler gibi oturamazsın. -Erkekler ağlamaz!" gibi cümlelerle bu sözde mirası bir sonraki nesle bağışlıyorlar. Bu gibi durumlar sırf kadınları değil erkekleri de etkiliyor ve toplumun bize sunduğu rollere koşulsuz şartsız uymamızı sağlıyorlar. İşte size eşitsizliğin şahitlerinden birinin bana anlatmış olduğu olay: "O zamanlar yeni gelindim. Kocam ve kayın babam karşılıklı çay içerlerken ben de köşede, bir istekleri olursa diye ayakta bekliyordum. Kayın babam benim yanımda kocama öğütler veriyordu. 'Kadınların hiçbir zaman dediğini yapmayacaksın. Bu ister doğru olsun, ister yanlış. Bir yere gitme dese bile sen kemiklerinin kırılacağını bilsen de gideceksin. Çünkü kadınların istediği şeyleri yaparsak cehenneme gideriz' diyordu. Bu durum beni fazlasıyla üzmüştü. Mecburen köşemde sessizce beklemek zorunda kalmıştım."

Aslında burada ne kayın babayı ne de kocayı suçlamak gerekir. Burada suçlamamız gereken mantığımızı kullanmadan bir düşünceyi kabulleniyor olmamızdır. Ne yazık ki bu alışkanlık çoğumuzun vazgeçilmezlerinden biri. Daha sonra bu kadının kocası akciğer kanseri oldu. Kadın da mecburen iş hayatına atılmak zorunda kaldı. Bakması gereken bir kocası ve dört çocuğu vardı. Kapalıydı, çalışabilmek için başını açtı. Biliyordu kocası ölünce kimsenin kendilerine yardım etmeyeceklerini. Mücadele edecek zamanı yoktu. Önemli olan erkeklerden daha az aldığı ekmek parasını kazanabilmekti. Şimdi bu kadının haklarının olmaması gerektiğini bir insan nasıl söyleyebilir? İstesek de istemesek de bu eşitsizlik sorununa çözüm getirmek zorundayız. Bunun en etkili yollarından biri de eğitimdir fakat önce eğitimde de kadın-erkek eşitsizliğine dayalı şeyler ortadan kaldırılmalıdır. Çevremizde artık "Bana bu oyuncağın erkek ya da kız olanından al" diyen çocuklar olmamalı. Son olarak Tashiko Kishida'nın çok sevdiğim bir sözünü eklemek istiyorum. "Eğer erkekler fiziksel olarak daha güçlü oldukları için kadınlardan üstünse o zaman hükümeti neden Sumo Güreşçileri yönetmiyor?" Gülhan Yavuz İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü

SUSTUM

Mahçup bir bakıştı onunki,yıllar sonra tekrar görmek sustuklarını içine atmış ki, istiyordu içindekileri dökmek Susturan tek bir şey vardı onu, yıllar o hisleri geri getirmeyecek -Nasılsın, unuttun mu ? dedi. Sustum, elimden gelen tek şey susmaktı, çünkü: -Konuş ki konuşayım, dedi. Ben yine sustum... Kalbim hala o diye çırpınırken, ben sadece sustum Yağmurun altında ‘‘seviyorum seni’’ diyen, kalbimin hıçkırıklarını dinleyerek sutum. Konuşsam yine o haklı çıkacaktı, bile bile kanacaktım sözlerine. Öyle derin bakardı ki anlatamam, ölüm bile çaresiz kalırdı. Ama ben tanıyordum, o bakışları; ela rengi ,iknası kuvvetli, ruha deyen... Yağmuru tahmin bile edemezsiniz. Ayrılırken yağan yağmurdan biraz eksik, biraz fazla ama bardaktan boşalırcasına... Biraz kaçtım tentenin altından, yağmurun yüzüme vurmasına izin verdim. Bir tek onlar saklayabilecekti, gözümden akan yaşları. Ama ben susmaya devam ettim. Biliyordu içimden geçenleri, ‘‘Ben anladım’’ dedi sakince, ‘‘Anladım sen hala burdasın , ben ise çok uzaklarda ...’’ Bir küçük tebessümünü aklımın en ıssız yerlerine kazıyarak gitti. Gitti ve bir daha geri dönmedi. SON Burak Aydın İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü


E İN

S R TE BİR A 1985 yapımı Y Yeşilçam’ın N DÜ efsane filmlerinden

kendi gibi görmeye başlar ve şaşırır. İbrahim daha fazla dayanamaz, soyunmaya başlar, bir hışımla otobüsten iner ve caddede bu şekilde koşar. Bunu gören polisler İbrahim’i tutuklar.

Olay bundan sonra İbrahim’in lehine biri olan “Çıplak Vatandaş” döner. İnanılmaz bir şekilde iktidar ve mefilmi ana teması ile bizlere farklı dya İbrahim’in bu davranışını kendi emellbir perspektif kazandırmıştır. eri üzerinde kullanır. Anormal olan bu Filmin ilk sahnelerinden itibaren davranış normalleştirilerek halka sunulur. rutin olan yaşam tarzının her anında İbrahim artık “ siyasi , sosyal bir obje “ karşılaştığımız “ ekonomik bunalım” olmuştur. İbrahim’in bedeni artık bir meta göstergesi ile izleyicinin karşısına çıkhaline dönüşmüştür. Reklam filmlerinde mıştır. Fakat alışıla gelmiş “erkek çalışır, tanıtımlarda her şekilde İbrahim’in bedeni kullanılır. Halk İbrahim’i bu şekilde benimsemeye başlar. İbrahim şöhrete ve paraya kavuşmuştur. Bedeni artık onun işi ve huzuru olmuştur. Filmin en dikkat çeken sahnelerinden biri bir temizlik tanıtım rolünde oynayan İbrahim’in sarf ettiği şu cümle “ soyun soyun temizlik katla soyun soyun mutlu yaşa , ev erkekleri tak için soyunuyor.” İfadesi toplumu ne derece kötü emeller üzerinde oynatan bir iktidar algısı oluşturkadın eve bakar “ sloganı işlenmiş tek maktadır. İlerleyen sahnelerde iktidar ve fark erkek egemenliğinin çok fazla öne medyanın kendi çıkarları doğrultusunda sürmediği iç sorunsalının dışa vurmadığı oynadıkları bu oyun bozulmaya başlar “ geçim derdi” bu filmde ana düşünce ve halk için İbrahim’in kazandığı şan ve olarak karşımıza çıkmıştır. Şöyle filmi şöhret sıkıntılarından kurtulması için iyi özetlersek başrol oyuncusu İbrahim’in bir örnek temsil etmiştir. Ekonomik koşulevini geçindirme çabaları memurluk lardan bunalan halk sisteme karşı gelip maaşının yetmeyip ek meslekler işporttepkilerini tıpkı İbrahim gibi “soyunarak” acılık, seyyar satıcılık gibi mesleklerde eve vermiştir. katkı sağlamak amaçlı çalışmaya başlar. Bu durumu öğrenen iktidar acil bir Fakat işler tersine gider. Hiçbir şekilde evi- karar vererek halkı dizginlemek için ni geçindiremez. En sonunda İbrahim ak- İbrahim’i tımarhaneye hapsetme kararı lını yitirmeye başlar. Bir minibüste geçen alır. Sonraki sahnelerde İbrahim’i alsahnede İbrahim minibüsteki insanları maya gelen personeller halkın tepkisini

görmüştür. İbrahim o an personellerden

kaçarak damın tepesine doğru yönelir yavaşça iç çamaşırını çıkarmaya başlar ve bunu gören halk İbrahim’in bu davranışını alkışlamıştır. Son sahnesinde İbrahim tımarhaneye götürülür fakat ona destek veren “Çıplak Vatandaşlarla…”İşte böyle muazzam bir film… Modernizimle birlikte ortaya çıkan feminist hareketlerinin 1980’li yıllarda sinemayla ilişkisi başlamıştır. Dolayısıyla filmlerde sosyal gerçekliğin inşa edilmesinde toplum düzenini ayakta tutan temsiller oluşmuş-

yayılan ideolojiyle ve yaşam koşullarını cinsiyet üzerindeki sorunları içlerinde barındırmıştır.Ve toplumda bu şekilde ortak bilincin oluşmasını kadın ve erkek arasında göstererek çeşitli mesajları ,teorileri , sistemleri gün yüzüne çıkarmıştır. Yönetmenin erkek oluşu ve erkek hegemonyasındaki sorunları dile getirilmesi kaçınılmaz tesadüf değildir. Dönem itibariyle kadın bedeni yerine erkek kullanılması ve ana temada “erkek bedeni” bunlar üzerinde primlerin gösterilmesi süre gelen kadın bedeninin belki ne amaçla nasıl oyunlarla kullanıldığının anlaşılması ve halkın bilinçlenmesi için eşitlikçi bir tavır sergilenmiştir. Toplumda yanlış lanse edilen ”erkek düşmanlığı” feministlerde yoktur. Bu şekilde imgenin oluşmasını sağlayanlar vardır. Her zaman kadın bedeni kullanıldı. Erkek bedeninin bir nevide kullanılması kadın erkek eşitliği yönünden iyi bir örnek temsil eder. Sonuç olarak tersine dönmüş bir dünyada yaşamak bazı ideoloji ve pragmatik çıkarlarının alt üst olmasını neyi ne denli oluştuğunu algılamamız açısından etkenlik sağlar.

Yonca Karabacak Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü

tur. Bu düzen dönem koşulları ve dönem filmleriyle toplumsal yapı içerisinde


Değişen Şeyler Var Bazı insanlarla aranızdaki bağlar her şeyi geçmişe gömmenizi, yeni hallerini görmezden gelmenizi sağlar. Hatırlamak istediğiniz şekle tutunursunuz şu an, karşınızda olan şekle değil. Arkadaşlar, aileler, akıl hocaları bir aldanma bile olsa, onları mükemmelleştirdiğimiz hayaline tutunuruz. Çünkü, onlara inanmazsak, bu bizim hakkımızda neyi gösterir? Arkadaşlarımızın en iyi davranışları bize bir zamanlar yetenekli güçlü ve yaşam dolu olduğumuzu hatırlatır. Hepimiz güçlü ve kendi sorunlarımızı kendimiz çözebilecek yeterlikte olduğumuzu düşünmek isteriz. Kendimize deriz ki: “Bunu yapabilirim. Bu zorluğun üstesinden geleceğim ve daha kendine güvenen, daha hünerli birine dönüşeceğim.” Bazen haklısınızdır. Bazen tek gereken odak, yön ve bunları atlatabileceğinize olan inancınızdır. Ama bir sorunu çözebilmek için önce bir sorunun var olduğunu kabullenmeniz gerek. Ve bazen önümüzdeki en zorlu engel, ne içinde bulunduğumuz durum ne yaşadığımız zorluklar ne de başka birisidir. Bizzat kendimizizdir. Nihayetinde birçoğumuzun bu durumla yüzleşecek ve sorunumuz olduğunu kabul edecek gücü yoktur. Sonrasında sıkışıp kalırsınız. Şayet tehlikede olduğunuzu bilmiyorsanız, kendinizi kurtaramazsınız. İnsanlar klişelerden nefret ederler, ‘’Zaman her şeyin ilacıdır...” Ama yeterince uzun yaşayınca birçok klişenin doğru olduğunu fark edersiniz. Zamanın azıcık bile ilerlemesiyle kesiklerin kapanmasını, kusurların düzelmesini sağlaması, inanılmaz bir şey. Ama nihayetinde olay yaranın boyutuna bağlıdır, değil mi? Şayet fazla derinse yaranız elinizde, sonsuzluk da olsa kapanması mümkün olmayabilir. Eskiden karanlıktan korkardım,6 yaşındayken… Odanızdaki bir gölge eski zamanlarda, insanlara gecenin korkutucu gelmesi gibi gelirdi. Geceleyin ortaya çıktığı söylenen o korkunç şeyler bir o kadar da gerçekçiydi, benim için.Odamın karanlık köşelerinde bir şeyin saklandığını düşünürdüm. Bir canavar, hayalet... Yatakta dimdik ayağa kalkar, korkuyla anneme bağırırdım. Sonunda büyüdüm, bunları aştım ve öğrendim ki yeteri kadar dişimi sıkarsam güneş hep yeniden doğar. Ama sonra her şey değişti. Gece, karanlık bambaşka bir anlama büründü; dönüşüm vaktinin yaklaştığına. Yani çocukluk korkuları geri geldi. Ama bu sefer farklıydı… Ben de o geceleyin ortaya çıkanlardan biriydim artık. Ben iyi bir çocuktum. Ev ödevlerimi yapar, sebzelerimi yer, annem ve babama iyi davranırdım. Sabırlıydım. Naziktim. Ama iyi şeylerin, öylece bekleyen insanların başlarına gelmeyeceğini düşünmeye başladım. Elimizden geldiği sürece iyi davranmaya çalışırdık. Artık farklı bir şeyi denemenin vakti geldi. Bu dünyaya çığlık atarak geldik. Nasıl olur da savaşmadan gideriz ki?

Selin Gündüz İletişim Fakültesi/Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

AYNALAR-2 Bunca yıl sonra aynalar yine sessiz... Bittiğinden bu yana hiç değişmemiş bakışları Seni sevmeyen ayna bile çaresiz şimdi Kime yalan söylesem diye, düşünüyor sessiz... Sensiz gün doğuşunu yansıtmıyorlar yatağıma Bana beni göstermiyorlar Her şey sustu sen gidince, bütün ev sustu. Ben desen gözlerinde sustum. Sen desen hiç konuşmadın. Geçip aynadaki bana anlattım derdimi, Aynalardaki bana... Bazen ağladım karşılarında, tınlamadılar. Bazen güldüm halime Bu mutluluk ne, der gibi baktılar Soru sordum, cevap vermediler Küfrettim karşılık vermediler Bazıları çekip gitti parçalar halinde Bazıları ise durdu Bana tüm nefretlerini kustu severcesine Yıllar yılları götürdü. Sen ise, seni aynalar içinde... Ahmet Karakaya İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Bankacılık ve Finansman Bölümü


E R I R E S Z A Y S O D

HİLAL YURTSEVER’İN KALEMİNDEN

Erdem Tepegöz ‘ün Altın Portakal Film Festivali’nde gösterilen ve ödül alan Zerre filminde, Zeynep büyükşehirde yaşam savaşı veren bir kadındır. Annesi ve engelli kızıyla birlikte yaşar. Onlara bakmak için ne iş olsa yapmaya çalışır. Arkadaşı Remzi, çalıştığı yerden onlara yemek yardımı yapar. Kirayı veremediği için ev sahibi ile sorun yaşar. Bir gün Edirne’de bulduğu işi kabul eder ve oraya gider. Gittiği fabrikada kadınlar insanlık dışı şartlarda çalıştırılıyordur. Günlük 90 TL için soğuk bir yerde, farelerle birlikte yattıkları fabrikada çalışmaya başlar. Orada karşılaştığı ‘’abla’ ‘dediği karaktere güvenip yaklaştığı kişinin başka hesaplar içinde olması sonradan çıkarının olduğu ortaya çıkar. Kadınların gündüz iş yaptırılıp gece ise rakı masasına meze oldukları fabrikanın düzeni anlayan Zeynep, orda kalmak istemez.

Kadını bu kadar aşağılandığı yerden gider, farklı işler arar.Zorda kalır, ev sahibine organlarını satmaya karar verir.Büyükşehirde başka türlü hayata tutunamayan Zeynep, hastalığı için bile hastaneye gidemez. Filmde büyükşehirde kadın olmanın sadece tek başına değil, annesi ve kızı için de çalışmak zorunda olduğuna, ülkede yaşanan işsizlik sorununa değinilmiş. Kadın olduğu

için iş bulması daha da zorlaşmıştır. Filmin sonunun açık uçlu bırakılması, aslında bunun son olmayacağı, bir sona ulaşmayacağı; kısır döngü içinde yaşanan olayların, bir kısmının gösterilmek istenmemesinden kaynaklıdır. Kadınlara ’’zerre’’ kadar önem verilmediğini, hep bir erkeğin gölgesi ya da himayesi altında yaşamak zorunda bırakılması eleştirilir. Kadının başında bir erkek yoksa; hayatına devam edemeyeceğini, sürekli bu konuda zorlanacağını, kendi kendine hayatını sürdüremeyeceğini empoze eden bir toplumda yaşadığımız için, filmde yaşamını zor devam ettiren yine bir erkeğin sunduğu teklifi kabul etmek zorunda kalan Zeynep’in hikayesi, birçok kadının yansıması olarak beyaz perdeye aktırılmıştır.


Ataerkil bir toplum yapısında kadın/kız hep ikinci planda bırakılmış hep kız öyle yapmaz, gece sokağa çıkmaz, yalnız dolaşamaz, elalem ne der gibi söylemlerin kurbanı yapılmıştır. En çok da ‘’elalem ne der?‘‘ gibi saçma bir korku işlenmeye çalışan, kendini toplumdan soyutlayan, istediği mesleği bile yapmasına izin verilmeyen kadınlar yaratıldı. İş hayatında bile ‘‘elinin hamuru ile adam işine karışma’’ dendi. Birey olarak topluma girmeye çalışan kadınlar hor görülmesi, okuması eğitim almasına bile karşı çıkılması kadınların, günümüzde bu biraz daha kırılsa da, hala yok olmuş değil. Hala bazı yerlerde ‘‘Kaç çocuğun var?’’ soruna sadece erkek çocuklarının sayısı söyleyip, kız çocuklarını yok sayan insanların olduğunu biliyoruz. Kadının sadece seks objesi olmadığı, kadınların da

sokaklarda rahatça gezebilme, istediği saatte eve gidebilme, istemediği biriyle evlenmek zorunda olmadığı, başında bir erkek olmadan da hayatta kalabileceği kabul edildiği zaman daha uygar ve daha özgür bir toplum olabiliriz. Her ne kadar kadın-erkek eşittir dense de hiçbir zaman,ss hiçbir konuda eşit tutulmamıştır.’’Namus’’ kavramının sadece kadına mal edilmiş olması, kadın-erkek eşitliğinin olmadığının bize bir kanıtıdır Hilal Yurtsever İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü

SULTAN TURGUT’UN KALEMİNDEN KADININ HAYATA KARŞI DURUŞU (Zerre) Erdem Tepegöz' ün 2012 yılında yapımını, senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği ‘’Zerre’’ filmi, Zeynep adındaki genç kadının; annesi ve hasta olan küçük kızıyla İstanbul’da kadın başına ufak tefek işler yaparak yaşamını devam ettirmesi yolunda verdiği mücadeleyi konu alır. Karakterimiz daha rahat bir iş bulmayı umut ederek günlerini doldurmaya devam eder. Zeynep’in hayatı, zorluklarla mücadele etmekle geçer durur. Bu zorluklarla mücadele sırasında onu en zora sokan şey geçimini sağladığı işten kovulmasıdır. Toplum yapısı ve çevre kadına nasıl yön verir? Toplumun kadınlara bakış açısı nedir? gibi birçok sorunun yanıtını bu filmde bulabiliriz. Genç kadın ailesiyle birlikte kenar mahallelerin birinde bulunan, kırık dökük bir evde yaşamını sürdürmektedir. Bulaşıkçılıktan konfeksiyonculuğa kadar iş ayırt etmeden, para kazanıp geçinmek; evin giderlerini karşılayıp, ailesine bakmak için çalışmak zorundadır Zeynep.

Ev sahibi, kirayı güçlükle ödediğini bildiği için çoğu zaman kirayı ödemesi için kadını sıkıştırır (ev sahibinin organ mafyasıyla bağlantısı olması da bunu etkiler). Komşuları Remzi de Zeynep’e yardım etmek amacıyla, çalıştığı lokantada kalan yemekleri taslara koyarak yemeleri için akşamları Zeynep’e getirir. Zeynep bir kadın olmasına rağmen her türlü zorluğa direnir, güçlü durmaya çalışır. İşten kovulduğu için, sabah erkenden evden çıkıp iş arar. Nihayetinde Trakya fabrikasında haftalık 90 TL’ye bir iş bulur ve bu paraya ihtiyacı olduğu için işi kabul eder. Ertesi gün birkaç parça eşyasını toplayarak bir minibüs dolusu insan, sadece adını bildiği Trakya fabrikasına doğru yola çıkar. Fabrikada herkesin

bir çıkar ilişkisi içerisinde olduğunu ve gönlünü hoş ettiğin müddetçe değerli sayıldığını gözlemleyen Zeynep’in kaldıkları odada farelerle beraber yaşamaları da ayrı bir ironidir. Zeynep bunların hepsine mecbur olduğu için göz yumar, fakat bir gün Remzi’den, eve gelen doktorların kızından kan aldığı haberini duyunca, apar topar eve geri döner; burnundan akan kanı bile umursamaz. Zeynep’in günlük hayatta iş bulma koşuşturması devam ederken organ mafyası olan ev sahibine gidip organlarını bağışlayacağını söylemesi de ayrı bir dramı gözler önüne serer. Zeynep’in


ve yapılan cinsiyet ayrımını açık açık izliyoruz. Kız çocuklarına pembe renk uygun görülürken, erkeğe mavi rengin uygun görülmesi bile bir çeşit cinsiyet ayrımı değil midir? Kızların geç saate kadar, hele bir de yalnız başına ya da diğer bir deyimle ‘’kız başına’’ dışarıda kalmamaları, erkeklerin ise ‘’erkek adam’’ sıfatı bünyesinde istedikleri gibi, rahatça davranmaları toplum yapısıyla ilgilidir, fakat bunların gösterildiği filmlerle de iyiden iyiye ayrımcılığın ‘’normalleştirilmesi’’ sonucu netleşmiştir. Erkeklere; ‘’Erkek adam yahu yapar! yaşadıkları her kadının karşılaşabileceği bir olaydı ama kimse filmi izlerken özdeşleşmedi ‘’derlerken, kızlara; ‘’Hanım kızdır, öyle bezlekarakterle, tam tersi uzak durdular, dışarıdan rde tarağı olmaz vs.’’ demeleri bile bir dayatmadır. Toplum adına ‘’onurlu-ahlaklı kadın ‘’ biriymiş gibi izlediler. olabilmek için, eşitsizlik olarak nitelendirsek Ev sahibinin, Zeynep’e baskı yapmasının de, bazı şeylere göz yumar; bazı şeyleri yapnedenlerinden biri de aslında başlarında makta kendimizi hak sahibi görsek de sineye erkek olmamasıdır. Kapıyı kırmaya geldiği çekeriz. gün Remzi adama sert çıktı diye bir şey deZerre filminde izleyiciye verilmek istenen meden gitmiştir ev sahibi, ama daha sonra önemli bir mesaj da ‘’toplumsal cinsiyet’’ tir. o yokken istediğini yapıp kapıyı kırmıştır. Bu mesajın özellikle kadın karakteri üzerinToplumsal cinsiyet farklılıklarına bundan den vermesi de filmin etkileyicilik ve gerçeksonra değinildiğini ve açıkça vurgulandığını lik boyutunu ortaya koyar niteliktedir. anlıyoruz filmde. Kadının, toplumda soYönetmen, Zeynep’in gidip koltuğa yaslandığı runlarla baş edebilen güçlü bir yapıya sahip sahneyle filmi bitirir. Devamında yaşanacakolduğunu görüyoruz. Ama kadın, ne yazık ların kurgusunu seyirciye bırakması ise filmi ki yaşadığı toplumdan; toplumun yapısındaha da ilgi çekici kılmıştır. dan dolayı tek başına bir şey yapamaz, yalZeynep, doğrularından ya da toplumun var nız başına görüldüğü zaman ya laf atılır, ya olan doğrularından sapmadan daha ‘’Ne da yok sayılır. Var olan egemen ideolojiye, kadar mücadele edip, dayanabilecek? ‘’ gibi yaşanılan topluma, gelenek ve göreneklere göre de cinsiyet ayrımcılığının şekillendiğini birçok sorunun cevabı, izleyicinin zihninde saklı kalacaktır. söyleyebiliriz. Zeynep karakteri bunu bize en iyi biçimde anlatıyor. Kadın, var olduğu Sultan Turgut toplumsal yapının dışına çıkmadan kendi çaİletişim Fakültesi balarıyla her şeyi halletmeye çalışıyor, bu da Radyo, Televizyon ve Sinema ruhsal ve bedensel yorgunluğu gözler önüne Bölümü seriyor. Hala devam eden, içten içe kadının toplumdaki konumunun belirlenememesini

MAZLUM AYAZ’IN KALEMİNDEN İşbirliğinin yerine rekabeti ve inşaları sahip olma mücadelesinde karşı karşıya getiren özel mülkiyet hakkı hem toprağa hem de nesnelere sahip olma hakkının ötesine geçip inşalara sahip olmayı da içermiştir; galip gelenin esirlerine, emperyalistin sömürgeye, efendinin köleye… Erkeğin kadına sahip olması ve özel mülkiyet, beraberinde evlilik, tek eşlilik, erkek egemen

yapıyı getirmiştir. ‘’Bizler hala ‘ücretli köleler’ olarak işçilerden ve ’ev içi köleler’ olarak kadınlardan bahsediyoruz.’’ Yazıya Robin Wood’un bu güzel ve bir o kadar da açıklayıcı sözleri ile giriş yapmak istedim. Kadınları hala ‘’ev kadını’’ olarak tanımlayan, onları birer hizmetçi gibi gören ve ne yazık ki günümüzde hala bu görüşün fazlasıyla baskın olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Sürekli olarak yaşanan ve maalesef ki giderek artan ‘’kadına yönelik baskı’’ mekanizmasını görmezden gelmek, sinemayla içselleştirmemek, bu durumu anlatmaya çalışmamak, sinemada ‘’gerçeklik’’ olgusuna aykırı davranmış olmak demektir. Erdem Tepegöz’ün 2012 yılında çekmiş olduğu Altın Portakal Ödüllü Zerre, kadın olmanın zorluklarını izleyiciyi rahatsız ederek veren ve kadının sosyal statüsünü sosyal gerçeklikten etkilenerek aktaran bir film olarak karşımıza çıkıyor. Klasik erkek egemen anlatısının aksine kadını ön plana çıkaran bu film, filmlerdeki erkek hegemonyasına (egemenliğine) da karşı çıkıyor. Filmde sürekli ‘’Belediye işi bir hallolsun rahatlarız.’’ diyaloğu ve bu durumun ‘’rüşvetle’’ olabileceği vurgusu egemen ideolojik gücü eleştirir nitelikte ön plana çıkıyor. Filmde birden çok konu işlense de -kentsel dönüşüm, işçi hakları, organ ticareti vs.- film izleyicileri, Zeynep’in hikâyesinden koparmamaya özen gösteriyor. Her ne kadar işçi sınıfının çalışma zorluklarını anlatan bir film olarak ön plana çıksa da, aslında izlediğimiz film herhangi bir kadının yaşama mücadelesini vurguluyor. Fuhuşa itilen, hatta fabrika ustalarından biri tarafından tacize uğramasına rağmen, yüksek sesle bağırması ve sonrasında tekrar odaya


anlamına baktığımızda literatürde ‘’Maddenin bütün vasıflarını taşıyan en küçük parçası, molekül’’ olarak tanımlanıyor. Erdem Tepegöz’ün: ‘’Zeynep, bir insan hayatı koskocaman evrende (cozmosta), bir tane bile değil. Ama onun içine girdiğimiz zaman o tanenin içine onlarca duygu, onlarca çatışma, onlarca hayal, mücadele görüyoruz. Mikro ve makroyu aynı skalada aynı düzlemde göstermek; filmin ana amaçlarından biri de, bu filmin isminin ‘’Neden Zerre?’’ olduğu sorusuna bir cevap niteliği taşıyor.

giderek eve telefon açması, kadının mücadeleci kimliğini ön plana çıkarıyor. Zerre, işlediği konu bakımından kadının ve kadın işçilerin gündelik yaşamı akıcı bir şekilde eleştirse de Türk sinemasının yönetmenlerinden Erden Kıral’ın: ‘’‘Zerre’’ felsefi temeli olmayan natüralist bir filmdir. Hiçbir soruya cevap vermiyor, olanı gösteriyor. İkincisi de çalıntılar var. Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzales Inarritu’nun göçmen işçilerin yaşamını anlattığı ‘’Biutiful’’ filminden alınmış sahneler var. Aynı ışıklar, aynı dekor... Bir de İtalyan sinemasında Matteo Garrone’nın ‘’Gomorra’’ diye bir filmi vardır. 4 ya da 5 yıl önce Avrupa’nın en iyi filmi seçildi. Oradaki sahneler de aktarılmış. ‘’ Bu yorumu da sinematografik açıdan bir eleştir

niteliği taşıyor.Kudret’in kapı kilidini kırış sahnesi ve belki de filmdeki tek umut kaynağı olan Remzi’nin yaşama karşı çözüm üretmesi, izleyicinin gerilimini biraz da olsa hafifletme çabası içinde kendisine yer buluyor. Bu sahnenin ardından gerçekleşen diyalogda Remzi’nin ‘’Polise gidelim mi? ‘’ sorusuna cevap olarak Zeynep’in ‘’Ne polisi be Remzi? ‘’ cevabı, günümüzde ‘’kadına şiddet’’ olgusuna karşı polisin tutumunu eleştirir nitelikte bir sahne olarak ön plana çıkıyor. Tüm bu olumsuzluklara rağmen Zeynep’in annelik kavramını es geçmemesi, sürekli Gülçin ile ilgilenmesi, onu düşünmesi kadının ‘’Annelik’’ içgüdüsünün baskınlığı ortaya çıkarıyor. Filmin ismini aldığı Zerre’nin kelime

Son olarak filmin bitiş sahnesindeki belirsizlik; seyirciyi sorgulamaya itmesi, ‘’seyircinin filmi orada bırakıp gitmesine’’ engel oluyor. Bu durum da Zerre’yi diğer klasik anlatılardan ayıran bir özellik olarak göze çarpıyor. Mazlum Ayaz İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.