İşçilerin Sesi Aralik 2013

Page 1

“Gezi emekçi hareketidir”

Hava-İş’te genel kurula doğru

Prof. Boratav, “Gezi direnişi emekçi hareketidir çünkü orada olanlar işçi sınıfı, geçimini emeğiyle sağlayanlardır. Tüm işçi ve emekçi olduğunu söyleyebiliriz” diyor. > 11

“Genel Kurul’da herhangi bir grupla ittifak veya koalisyon yapmayacağız. Ama delegelerin vicdanına sesleneceğiz ve kendinize oy verin diyeceğiz.” Bahadır ALTAN > 15

İşçilerin Sesi İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır

ISSN: 2147-1568

Aralık 2013 / Sayı 21 Fiyatı: 1.5 TL

İcraatları yok ama seçimde oy istiyorlar! AKP ve CHP adaylarının

yurttaşların kent hakkını koruyan, şehrin sermayeye açılmasını önleyen, daha fazla yeşil, daha rahat ulaşım ve yaşam alanları yaratan projeleri bulunmuyor. Sadece nüfusu 15 milyonu geçen bir kentin yönetimine, maddi ve siyasi olanaklarına, siyasi prestij fırsatlarına erişmek istiyorlar. İcraatlarından söz etmiyorlar ama oy istiyorlar. Yerel seçimler, “ön seçim” gibi değerlendiriliyor ve stratejileri “genel seçim” özelliği taşıyor. Seyfi ADALI > 11

“Şalter inecek hükümet gidecek” Yatağan’da madenlerin ve termik santrallerin özelleştirilmesine karşı mücadele eden Maden-İş ve Tes-İş üyesi işçiler polisin sert müdahalesine rağmen yılgınlığa kapılmıyor. > 11

AKP-Barzani yakınlığı “duygusal” Sahip olduğu zengin enerji

kaynakları dolayısıyla zengin bir iç pazarı olan Güney Kürdistan, Türkiye burjuvazisinin uzun süredir ağzını sulandırıyor. Irak’a yapılan on milyar dolarlık ihracatın, büyük kısmının Güney Kürdistan’a gittiğini tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. Bu bölgede, 200’ü aşkın Türk firması faaliyet gösteriyor ve müteahhitlik hizmetlerinin yarısını bunlar yürütüyor. Kısacası, zengin petrol kaynakları, zengin bir iç pazar ile altyapı yatırımları ihtiyacı olması nedeniyle, Güney Kürdistan, Türkiye ekonomisi için, son yılların parlayan yıldızı konumunda. O nedenle, bölgeyi ekonomik ve siyasi açıdan kontrolünde tutmak için yoğun çaba harcıyor. Aykut ÖZER > 11

AKP baskıyı artırdıkça, ona itirazlar da büyüyor!

Mücadeleye güç ver! AKP hükümeti topluma muhafazakâr

Eğitim emekçilerinin “öğretmenler gü-

Her direniş, AKP’yi daha da hırçın-

ve otoriter dayatmalarını belirgin biçimde artırdı. Gezi isyanına destek veren sanatçıları, gençleri keyfi olarak gözaltına aldı. Kadın cinayetlerini gündeme getirmek isteyen kadınların karşısına TOMA’lar çıktı.

nü” vesilesiyle taleplerini ifade etmek üzere Ankara’da yapmak istedikleri yürüyüş polis şiddetine hedef oldu. Yatağan’da işçiler özelleştirmeye direndikleri için, polisin tazyikli suyuna, biber gazına, copuna hedef oldu.

laştırıyor. Seçimler AKP’nin çöküşünü artıracak etkenler olabilir. Ancak devrimci işçiler ve sosyalistlerin takip etmesi gereken siyasal hat, seçim aritmetiği değil İşçi sınıfı içinde mücadeleyi örgütlemek olmalı. >2

Kıdem tazminatı seçim ertesine mi? Kıdem tazminatının gündemden geri çekilmesi söz konusu olursa, bunun başkaca siyasi nedenleri de olacak. Yerel seçimlerin önümüzdeki Mart ayında, sonrasında cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçiminin üst üste gerçekleşecek oluşu, AKP hükümetine kıvırma payı veriyor. Milyonlarca işçinin hak kaybına uğramasına yol

açacak bir konuda, dar bir mutabakatla sınırlı kalarak süreci yürütemeyeceğini gösteriyor. Mesele şu ki, AKP’nin aradığı mutabakatı bozacak olan, işçilerin doğrudan eyleme geçebilme kapasiteleri ve örgütlenme düzeyidir. İşçi sınıfının içinde her düzeyde örgütlenmenin önemi de bu gerçeklikte yatıyor. > 12

Geleceğimize dair söz hakkı istiyoruz İşçilere dair konularda işyerinde referandum yapılması güvence altına alınmadan, işçilerin geleceğine dair hiçbir kararın tek taraflı alınmasına izin vermemeliyiz.

İşyeri Bültenleri > 13


2

İşçilerin Sesi

Biz kimiz? Ne istiyoruz? Ne için mücadele ediyoruz? Bugün dünyaya egemen olan anlayış sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan; ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı, bu da komünizmdir. Rusya'da 1917 Ekim İşçi Devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba'da daha en başından itibaren "işçi sınıfı" ve "komünizm" adına yaşananlar, işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle "işçi demokrasisinin" ve "komünizmin" doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm, işçi sınıfı ideolojisidir; onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi Gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi, kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden; ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderlerini tayin hakkını savunur. İşçilerin Sesi Gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi Gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız, demokratik, şeffaf olmalarını savunur. İşçilere ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişecek işçi hareketi eliyle birer işçilerin öz örgütü haline gelmesi için çalışır. İşçilerin Sesi Gazetesi, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak Enternasyonalist Komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir Komünist Enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi Gazetesi’nin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin, Rosa ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır; Enternasyonalist Komünisttir.

İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi Aylık Süreli Siyasi Yayın Tarih: Aralık 2013 Sayı: 21 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi Kemal C. Sarıoğlu Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme Cad. Tulumbacı Asım Sok. Korular İş Hanı No: 48/2 Kadıköy - İstanbul Web: iscilerinsesi.org e-mail: iscilerinsesi@gmail.com

Aralık 2013/21

AKP baskıyı artırıyor, ona itiraz da büyüyor!

Mücadeleye güç ver! AKP hükümeti belirgin biçimde topluma muhafazakâr ve otoriter dayatmada bulunuyor. Gençlerin yaşama biçimlerine karışıyor, beklediği çocuk doğurma sayısını Doğuya gittikçe artırıyor, 3’ten 4’e çıkartıyor!

protesto gösterileri yaşandı. Ankara’da eğitim emekçileri, Yatağan’da maden işçisi direnişin simgesi oldu. Sanatçılar, gençler, kadınlar da uğradıkları baskılara karşı başları dik, direniyorlar.

Son bir ay içinde “Kızlı-erkekli öğrenci evlerine” Valilikler ve Emniyet eliyle devlet müdahalesine girişildi. RedHack’i açığa çıkartacağız diyerek, Gezi İsyanına destek veren sanatçılara, gençlere polis operasyonu ve keyfi gözaltı yapıldı.

Her direniş, her isyan AKP hükümetini daha da hırçınlaştırıyor, çaresizliğini gözler önüne seriyor. Hatta kendi içindeki ayrılıkları derinleştiriyor. Öyle ki devletin gücü şimdi de AKP’nin iç muhalefetine, dava arkadaşlarına yönelmiştir. Dershanelerin kapatılması tartışması, bunu gösteriyor.

Eğitim emekçilerinin “öğretmenler günü” vesilesiyle taleplerini ifade etmek üzere Ankara’da yapmak istedikleri yürüyüş polis şiddetine hedef oldu. Ne istiyordu öğretmenler? İnsanca yaşamak ve eğitimin sorunlarını bakanlığa iletmek. Eğitim emekçilerinin Milli Eğitim Bakanlığı önünde basın açıklaması yapmasını engellemek isteyen polis, bildik yöntemleriyle saldırdı. Muğla Yatağan Maden ve enerji işçileri, dayatılan özelleştirmeye direndikleri için, polisin tazyikli suyuna, biber gazına, copuna hedef oldu; onlarca yaralı işçi var. Her gün yaşanan kadın cinayetlerini gündeme getirmek üzere, “25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Son” gününde İstanbul’da yürüyüş yapmak isteyen kadınların karşısına yine TOMA’lar çıktı. Adana Valisi’nin kendisini protesto edenlere sarf ettiği sözler, daha önce Başbakanın yoksul köylüye sarf ettiği “ananı da al git” sözlerinin son örneğidir. Öte yandan, sermayenin isteği doğrultusunda kıdem tazminatının fona devredilmesi, kiralık işçiliğin yasallaştırılması, taşeron çalışmanın kalıcı hale getirilmesi gibi politikalar meclisin gündemine getirilmeye çalışılıyor. Baskılar karşısında ise, bir boyun eğiş ve geri çekiliş olmuyor. Gezi İsyanı sırasında açığa çıktığı gibi, 112 güne yayılan ve milyonların içine dâhil olduğu hükümeti istifaya çağıran

Sonuç olarak, AKP hükümeti giderek itibar kaybediyor, uygulamalarına, politikalarına karşı halkın, işçilerin, gençlerin, kadınların öfkesi artıyor. Buna benzer siyasal süreçlere yakın tarihimizde tanık olmuştuk. ANAP gibi uzun süre iktidarda kalan sağ partiler benzer bir anaforun içine sürüklenmiş, ANAP lideri, Turgut Özal Cumhurbaşkanı olsa da ardından ANAP diye bir parti kalmamıştı. Ya da daha eski bir tarihte Menderes’in sonunu hatırlıyoruz. AKP ve Tayyip Erdoğan da, benzer bir otoriterleşme ve muhafazakârlaşmaya paralel olarak işçi sınıfının kazanımlarına yönelik saldırılarını artırması, yukarıdaki örneklere çok benziyor. Yerel seçimler, cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimleri bu süreçte AKP’nin siyasi çöküşünü artıracak etkenler olabilir. Ancak, Tayyip Erdoğan’ın siyasi itibarını en çok yıpratan ve yurtdışına acilen çıkmasına yol açan Gezi İsyanı oldu. Devrimci işçiler ve sosyalistlerin takip etmesi gereken siyasal hat, bu nedenle seçim aritmetiği içinde dönüp durmak olmamalı. İşçi sınıfı içinde her seviyede mücadeleyi örgütlemek, mücadeleleri birleştirerek otoriter-muhafazakâr-burjuva AKP hükümetine, sermaye sınıfına karşı mücadeleye güç vermek pusulamız olmalı.


Aralık 2013/21

İşçilerin Sesi

3

İcraatları yok ama yerel seçimlerde oy istiyorlar! AKP ve CHP adaylarının, kent hakkını koruyan, şehrin sermayeye açılmasını önleyen, daha fazla yeşil, daha rahat ulaşım ve yaşam alanları yaratan projeleri bulunmuyor. Sadece nüfusu 15 milyonu geçen bir kentin yönetimine, maddi ve siyasi olanaklarına, siyasi prestij fırsatlarına erişmek istiyorlar.

M

art 2014’te yapılacak olan yerel seçimler öncesinde siyaset cephesi ısınıyor. Birkaç seçimdir seçimlere ilgi az. Bu kez Gezi İsyanın yıprattığı, Ortadoğu’da izlediği siyasetiyle yalnızlaşan ve daha da otoriterleşen AKP iktidarı karşısında, muhalefet cephesinin daha etkili olması umuluyor. AKP de bunun farkında olarak, bakanlarını önemli kentlerin belediye başkanlıklarına aday gösteriyor, Barzani dahil önceki yıllarda “şaki” saydığı Kürt liderleriyle kolkola giriyor. Ana muhalefet partisi CHP de hazırlığını, AKP karşıtlığı üzerinde geniş bir siyasi yelpaze içinde toplamaya çalışıyor. Temel sloganı “AKP’ye ‘dur’ demek için CHP adaylarını, İstanbul’da, Ankara’da ve diğer kentlerde destekle” üzerine yükseltmekte. Özellikle İstanbul için daha önce partiden ihraç ettiği Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün “ihraç kararı” kaldırıldı ve güçlü bir aday adayı olarak takdim ediliyor. Sadece Sarıgül değil, Necmettin Erbakan’ın yeğeni ya da HAS Partiden Zeki Kılıçarslan gibi isimlerin yanı sıra merkez sağda yer alan 200’e yakın isme ki bunların çoğu eski ANAP, DYP kökenlidir, CHP’de bir araya gelmeye, aday olmaya, AKP’ye karşı destek vermeye davet edildiği basına yansıyan haberler arasında. İstanbul seçimleri belirleyici önemde İstanbul anakent başkanlığına AKP’nin adayı yeniden Kadir Topbaş olacağı kesin gibi. CHP’de Sarıgül ile Gürsel Tekin aday adayı. HDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder ise, kesin olmamakla birlikte aday adayıdır. CHP, AKP’nin yenilgiye uğratılması gibi, sadece iktidardaki kişiyi ve partiyi değiştirmeyi temel alan politik çizgisi, “Topbaş gitsin Sarıgül gelsin” seviyesini aşamıyor. Belediyecilik açından bu iki ismin politik bir farkı yok. Sadece partilerinin isimleri farklı. Üstelik, Sarıgül’ün sol değerlerle, sol siyasetle, işçi hatlarıyla, kentsel dönüşüm karşıtı tutumla uzak yakın bir ilgisi bulunmuyor.

Yeniden CHP’ye katılan Mustafa Sarıgül’ün sol değerlerle, sol siyasetle, işçi haklarıyla, kentsel dönüşüm karşıtı tutumla uzak yakın bir ilgisi bulunmuyor. Nitekim Sarıgül’de CHP Genel Başkanına “şehrin anahtarını getirmeyi” vaat ediyor. Alternatif bir kent politikasını değil.

Nitekim Sarıgül’de CHP Genel Başkanına “şehrin anahtarını getirmeyi” vaat ediyor. Alternatif bir kent politikasını değil. AKP ve CHP adaylarının yurttaşların kent hakkını koruyan, şehrin sermayeye açılmasını önleyen, daha fazla yeşil, daha rahat ulaşım ve yaşam alanları yaratan projeleri bulunmuyor. Sadece nüfusu 15 milyonu geçen bir kentin yönetimine, maddi ve siyasi olanaklarına, siyasi prestij fırsatlarına erişmek istiyorlar. İcraatlarından söz etmiyorlar ama oy istiyorlar. Yerel seçimlerin, peşpeşe yapılacak cumhurbaşkanlığı ve milletvekilleri seçimlerinden öncesinde, “ön seçim” gibi değerlendiriliyor ve seçim stratejileri “genel seçim” özelliği taşıyor. CHP’nin ittifak arayışı Gezi İsyanında öne çıkan eski BDP yeni HDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder, İstanbul belediye başkanlığı için adı geçen isimlerden. CHP tarafından ise, aday olması “oyları bölmek” olarak değerlendiriliyor. CHP’li Gürbüz Çapan “Sırrı Süreyya ayıp ediyor. Biz Tayyip’ten kurtulmaya çalışıyoruz. Sarıgül konusunda, ilkesel sorun diyor” diyerek, HDP’nin aday çıkartmamasını, adayını çekmesini istiyor. Bu istek, Cumhuriyet gazetesinde

çıkan bir haber vesilesiyle HDP ile seçim ittifakı seviyesine taşındı. Haberde, anakentte CHP’nin destekleneceğini, bazı ilçelerde ise, HDP adaylarının CHP listesinden seçimlere girmesinin pazarlığının yapıldığı iddia ediliyor. Bu haberdeki iddialar iki parti tarafından da reddedilse de, ittifak tartışması süreceğe benziyor. HDP’nin yaklaşımı BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, gazetecilerin bir sorusu üzerine “Türkiye'nin metropol kentlerinde HDP iyi bir örgütlenme ve çalışmayla büyük bir oy potansiyelini ortaya çıkarabilir. Bu kazanımın başarıya dönüşebilmesi için bazı illerde ve ilçelerde ilkeli ittifaklara açık olması gerektiğini düşünüyoruz. Ama bu saate kadar HDP ile CHP ya da başka bir parti arasında resmi ya da gayri resmi bir ittifak görüşmesi olduğunu söyleyemeyiz” diye cevabını verdi. HDP yetkilileri “İttifakı CHP tabanı istiyor… Merkezi bir ittifak söz konusu değil. Ancak bağımsız adaylar üzerinden konuşulabilir” diyorlar. Sırrı Süreyya’nın “Biz ilkesel ve şeffaf yapılacak bir ittifaka açığız” dediği basına yansıdı. Seçim mi Gezi mi? Genel bir ittifaktan değil, İstanbul seçimleri için seçim işbirliğinin mümkün

olup olmayacağına dair tartışma sürecektir. Ancak bu tartışmanın AKP’ye karşı mücadelede değeri ne kadar olabilir? Özellikle de elimizde “Gezi” gibi bir ölçü varken, seçimlerin siyasetteki ağırlı ne kadar olabilir? Ya da seçimlere eskisi gibi bakabilir miyiz? Dolayısıyla AKP’yi geriletecek siyasal güç, seçimlerde elde edilecek başarıdan çok, Gezi İsyanında ya da Newrozlar’da gördüğümüz işçi ve emekçi kitlelerin mücadele gücünde yatmaktadır. HDP bu ilk sınavında tercihini hangi yönde yapacak? İttifak ve seçim taktikleri üzerinden diplomasi ve görüşme yolunu izleyip pazarlıklara mı girecek? Kendini ilerdeki seçim pazarlıklarına ve iktidar alternatiflerine mi hazırlayacak yoksa Gezi İsyanının çağrısı ve ruhuyla mı hareket edecek? Ya da Sırrı Süreyya’nın Çapan’a cevaben “Biz hayatımız boyunca kazanamayacağımızın çok aşikâr olduğu yarışların koşucusu olduk. Bu kadar çok öldüysek bundandır. Zindan duvarları hep solcuların kanına fon olduysa bundandır. Mülksüz, baldırıçıplak ve ‘çapulcu’ olduysak bundandır. Bizim için ‘onur’ ve ‘erdem’in kazanmaktan daha kıymetli olmasındandır” söylediği sözleri HDP yüksek sesle söyleyebilecek mi? Temel soru budur. q Seyfi ADALI


4

İşçilerin Sesi

Aralık 2013/21

Barzani etkisi BDP’yi zayıflatmaz Barzani’nin siyasi etkisi kendi ülkesiyle sınırlıdır. O nedenle Kuzeydeki Kürtler ve Kürt siyaseti üzerinde ciddi bir etkisi olamaz.

I

rak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’nin, Diyarbakır’da Başbakan Erdoğan ile dayanışma görüntüsü vermesi, bir dizi siyasi senaryo üretilmesine yol açtı. Siyasi iktidar yandaşı yorumcular, AKP’nin, Barzani’nin desteğiyle, BDP’yi devre dışı bırakarak, Kürtler arasındaki desteğini arttıracağını umuyorlar. Bu gelişmenin sonucu olarak, BDP’nin zayıflayıp bölüneceğini, buna karşılık AKP’ye yakın, Barzani’nin siyasi çizgisinde bir Kürt oluşumunun güçleneceğini hayal ediyorlar. BDP’nin, Barzani’nin ziyareti karşısında yekpare bir tutum alamaması da, bu tür beklenti ve yorumları teşvik etti. Barzani’nin Kürt Ulusal Kongresini bloke etmesine zaten tepkili olan; bu defa da AKP’nin yanında görüntü vererek, BDP’yi karşısına almasından rahatsızlık duyan bir kısım BDP yöneticisi, Başbakan ve Barzani’nin Diyarbakır’a geldiği saatlerde, il binası önünde kitlesel bir basın açıklaması yaparak, bu ikiliyi kınadı. Buna karşılık, Diyarbakır Belediye Başkanı ve bazı milletvekilleri, Başbakanı havaalanında karşılayıp Belediye’de misafir ettikleri gibi, ertesi gün de Mesut Barzani ile bir araya geldiler. BDP Eş

Genel Başkanı Gültan Kışanak, daha sonra yaptığı açıklamada, kendilerinin “durumu kurtarmaya çalıştığını” vurgulayarak, BDP’nin bastırması üzerine, Barzani’nin ikinci gün Kürt milletvekilleriyle bir araya gelmeyi kabul ettiğini bildirdi. Dört parçada da iç dinamikler belirleyicidir Aslında bu yaşananlar, Mesut Barzani’nin ikili karakterini ortaya koymuştur. İlk gün, ekonomik zenginliklere sahip bir “devletçiğin” başkanı olarak ve bu “devletçiğin” ekonomik ve siyasi çıkarları gereği, bölgedeki en güçlü müttefikiyle bir araya gelerek, güven tazelerken, ikinci gün Kürt yanını öne çıkarmış ve geldiği ülkenin Kürt siyasetçileriyle görüşmüştür. Bunu yaparken de, BDP’lilerin yanı sıra, diğer parti ve siyasi eğilimlerden Kürt siyasetçilerle aynı fotoğraf karesinde görüntü vererek, “tarafsızlığını” vurgulamaya özen göstermiştir. Kürdistan gerçekliğinin özü, bu ülkenin dört parçaya bölünmüş ve dört devletin sınırları içine hapsedilmiş olmasıdır. Her ne kadar bu parçalar arasında ilişki ve etkileşim daima bir biçimde sürmüş olsa da, siyasi bölünmüşlük,

Kürtlerin ekonomik ve siyasi gelişimlerinin her parçada farklı olmasını beraberinde getirmiştir. Örneğin Kürdistan’ın en eski ve köklü partisi olan KDP, diğer parçalarda kendi siyasi uzantılarını yaratmış olsa da, esas olarak Güney’de gelişip, güçlenmiştir. Buna karşılık PKKKCK çizgisi, zaman zaman diğer siyasi eğilimlerle de çatışarak, Kuzey’deki Kürtler arasında tartışılmaz bir güç haline gelmiştir. Kürt mücadelesine bağlı farklı siyasi ve ideolojik eğilimlerden kişi ve siyasetçileri kendi bünyesinde toplamayı başarmıştır. BDP ise, yasal bir parti olarak, bu damardan beslenmektedir. Bu yüzden, birbirlerinden farklı ideolojik ve siyasi eğilimler taşıyan, Ahmet Türk, Altan Tan ya da Emine Ayna gibi isimleri aynı çatı altında birleştirebilmektedir. Kürt sorunu asgari düzeyde çözülüp, Kürtler içindeki sınıfsal çelişkiler öne çıkmadan, bu durumun değişmesi beklenmemelidir. Buna karşılık, ismi bile KDP’yi çağrıştıran, KADEP gibi, bu partinin siyasi uzantısı olan gurupların Kürt siyasetinde ciddi bir ağırlığı yoktur. Eğer Barzani’nin Kuzey’deki Kürtler üzerinde ciddi bir siyasi etkisi olsaydı, KADEP’in büyük bir parti haline gelmesi gerekirdi. Bu tür

örnekleri bütün parçalar için çeşitlendirip, çoğaltmak mümkündür. Kısacası, Kürdistan’ın bölünmüşlüğüne bağlı olarak, tüm parçalardaki siyasi gelişmelerde, o parçanın iç dinamiği belirleyici olmaktadır. Barzani Güney Kürdistan’ın Başkanıdır Barzani, Diyarbakır ziyaretinin ikinci günü, Belediye Başkanı Osman Baydemir’in konuğu olmuştur. Aslında, siyasi olarak, Barzani’ye yakın bir politikacı olan Baydemir, Barzani’yi karşılarken yaptığı konuşmada, “Güney Kürdistan’ın Başkanı, Kuzey Kürdistan’a hoş geldiniz” ifadesini kullanmıştır. Bunun anlamı şudur: “Sen bütün Kürdistan’ın değil sadece Güney Kürdistan’ın başkanısın, sınırlarını bil!” Baydemir’in bu yaklaşımından bile, Barzani’nin Kuzey Kürtleri üzerinde ciddi bir siyasi etkisi olamayacağını, dolayısıyla siyasi iktidar yandaşı yazar ve akademisyenlerin umduğu gibi, Türkiye siyasetini AKP lehine etkileyemeyeceğini görmek mümkündür. Deneyimli bir siyasetçi olan Mesut Barzani de bu gerçeğin farkındadır; o nedenle BDP’ ye karşı, AKP’nin yanında açık bir siyasi tavır alması beklenmemelidir. q Aykut ÖZER

BDP “demokratik özerkliğe” hazırlanıyor Bütün siyasi partiler dört ay sonra yapılacak yerel seçimlere odaklanmış, kazanmalarını sağlayacak adaylarını belirlemeye çalışıyor. Bu çerçevede BDP’de ilginç gelişmeler yaşanıyor. Birçoğu milletvekili olan partinin “ağır topları”, çeşitli Kürt illerinden belediye başkanı seçilmek için adaylığını koydu. Partinin eş genel başkanı Gültan Kışanak Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlığı için aday olurken, DTK Eş Başkanı Ahmet Türk’ün Mardin’den, Meclis Gurup Yöneticisi Sırrı Sakık’ın ise Muş’tan aday olacağı söyleniyor. Kazanmaları halinde, bu kişilerin milletvekillikleri düşecek ve Meclis’teki partili milletvekillerinin sayısı neredeyse gurup kurma sınırına gerileyecek. Parti bu riski göze almış görünüyor. Bu tutumu, bölgede AKP ile girilen kıyasıya rekabete ve seçimleri mutlaka kazanma arzusuna bağlamak yeterli değil. AKP’nin, Diyarbakır, Mardin ve Van gibi belli başlı merkezleri alıp, BDP’yi bölgede yenilgiye uğratmaya ve Kürt halkını kendisinin temsil ettiğini kanıtlamaya çalıştığı biliniyor. Bunu başarabilmeleri

kendileri için gerçek bir siyasi zafer olacak. Bunun, bölge kentlerinin ekonomik rantını yemenin ötesinde, çok önemli siyasi anlamı var. Kürtleri rejime ve merkezi devlete entegre etmeyi başarmış bir AKP, özellikle Gezi Olayından sonra, egemen sınıflar nezdinde sarsılan meşruiyetini yeniden tesis etmiş olacak. Kürtlerin kulağına hoş gelen kimi sözler söylediği, sembolik adımlar attığı için, şoven milliyetçiler tarafından “bölücü” olmakla suçlanan AKP, halka, kendisinin bölücü değil birleştirici olduğunu kanıtlamış olacak. Göstergeler BDP lehine AKP’nin kazanma yönündeki siyasi hırsı anlaşılır olmakla birlikte, siyasi göstergeler onun lehinde görünmüyor. O nedenle bu siyasi hırsın BDP’yi endişelendirmesi pek anlamlı değil. BDP’nin Diyarbakır’daki oy oranı, gerek 2009 yerel seçimlerinde gerekse 2011 genel seçimlerinde, yüzde altmışın üzerindeydi. AKP ise ancak onun yarısından biraz fazla oy almıştı. Mardin’de ise 2009 yerel seçimlerinde kent merkezini AKP kazanmıştı ancak bu defa, Mardin bü-

yükşehir olduğundan, ilin tamamında kullanılan oylar belirleyici olacak. 2011 genel seçimlerinde, BDP’nin il genelindeki oy oranı yüzde altmış. O nedenle bu defa Mardin Büyükşehir Belediyesi, BDP için, “çantada keklik” olmalı. Rakamlar bir yana, geçen üç yıllık sürede ibreyi AKP’den yana çevirecek önemli siyasi gelişmelerin varlığından söz edebilmek mümkün değil. Tam tersine, Roboski katliamı, Rojava sınırına duvar örülmesi, sözde demokrasi paketinin içinin boş çıkması gibi, Kürtleri AKP’den uzaklaştıracak bir dizi olay yaşandı. Bir yıldır devam eden fiili ateşkesin getirdiği siyasi yumuşama ortamının AKP’ye puan kazandıracağı düşünülebilir. Ancak silahların susmasını ve gençlerin ölmemesini sağlayan sürecin bir tarafında da Kürt siyasetinin olduğu unutulmamalı. Başta Öcalan olmak üzere, Kürt siyasetinin olgun ve barışçı tutumunun bunu sağladığı açıktır. O nedenle, oy açısından bakıldığında, sürecin esas olarak BDP lehine işlediğini söylemek mümkün, çünkü süreç Kürtler içindeki daha geri ve pasif unsurları BDP’ ye yakınlaştırdı.

Süreci iki partinin (AKP ve BDP) birlikte götürdüğü düşünüldüğünde, Kürtlerin kendi partilerini, yani partilerden Kürt olanını tercih etmeleri “eşyanın doğası” gereğidir ve öyle de olmaktadır. Bölgede AKP ve diğer partilerden BDP’ ye katılım olduğu gözlenmektedir. Dolayısıyla, rakamlar dışında, siyasi gelişmeler de, 2014 Mart ayında yapılacak yerel seçimlerde, BDP’nin şahsında Kürt siyasi hareketinin yeni ve daha büyük bir zafer kazanacağını göstermektedir. Siyasi gerçekler bu şekilde olunca, BDP’nin, “ağır toplarını” bölgenin önemli merkezlerinde belediye başkanı olmaya yönlendirmesi, esas olarak seçimleri kazanma hedefiyle açıklanamaz. Bu gelişme, BDP’nin bölgede kurumlaşmayı temel hedef olarak önüne koyduğunu; bunun için Meclisteki etkinliğinin azalmasını bile göze aldığını gösteriyor. Önde gelen kadrolarını bu yönde seferber ederek, esas enerjisini bölgede örgütlenme ve kurumlaşmaya harcaması, kendisini bölgenin özerk yönetimine hazırladığını ortaya koyuyor. q Necdet SEÇER


Aralık 2013/21

İşçilerin Sesi

5

AKP-Barzani yakınlığı tamamen “duygusal” Çok taraflı sorunlarla kuşatılmış Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve onun başkanı Barzani’nin, Kürt sorununun çözümü ya da “tıkanan sürecin” yeniden işlerliğe kavuşması için yapabileceği bir şey yoktur.

B

aşbakan Erdoğan’ın, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ile birlikte gerçekleştirdiği Diyarbakır mitingi tam bir halkla ilişkiler gösterisine dönüştü. İki liderin yanı sıra, Barzani’nin yanında getirdiği Kürt ozan Şivan Perver ile yine bir başka Kürt sanatçı İbrahim Tatlıses’in birlikte düet yapması büyük ilgi topladı. Hemen herkes bu halkla ilişkiler gösterisinden, Kürt sorunu eksenli ve “çözüm sürecine” ilişkin siyasi sonuçlar çıkarmaya kalkıştı. Aslında her iki lider de bu durumdan memnundu ve buluşmanın bu temelde yorumlanması onların da işine geliyordu. Bu tür bir yorumla, AKP’nin Kürt halkının gözünde popülaritesinin yükseltilmesi hedefleniyor; Barzani’nin de, Kürt sorununun çözümü açısından vazgeçilmez bir kişi olduğu kanaati oluşturulmaya çalışılıyordu. Aslında buluşmanın bu boyutu da olmakla beraber, taraflar açısından esas önemli olan, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler, maddi çıkarlardı. Erdoğan-Barzani görüşmesinin amacı, uzun bir gerginlik döneminden sonra, Irak ile Türkiye arasında yeniden ısınmaya başlayan ilişkilerin, Türkiye-Güney Kürdistan yakınlaşmasına nasıl bir etkisinin olacağını açıklığa kavuşturmaktı. Kısacası, Türkiye ile Güney Kürdistan arasındaki yakınlaşma “tamamen duygusal” olduğu gibi, Diyarbakır’daki gösteri de bu “duygusallığın” dışa vurumuydu! ABD, bu “duygusal ilişkiyi” sabote ediyor! Sahip olduğu zengin enerji kaynakları dolayısıyla zengin bir iç pazarı olan Güney Kürdistan, Türkiye burjuvazisinin uzun süredir ağzını sulandırıyor. Hâlihazırda, Irak, Türkiye’nin en fazla ihracat yaptığı ülkeler sıralamasında, Almanya’da sonra, ikinci sırayı alıyor. Irak’a yapılan on milyar dolarlık ihracatın, büyük kısmının Güney Kürdistan’a gittiğini tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. Bu bölgede, 200’ü aşkın Türk firması faaliyet gösteriyor ve müteahhitlik hizmetlerinin yarısını bunlar yürütüyor. Kısacası, zengin petrol kaynakları, zengin bir iç pazar ile altyapı yatırımları ihtiyacı ol-

lileriyle görüştüğü gibi, yönetime bir jest yaparak, Iraklı Şiiler açısından kutsal kentler olan Necef ve Kerbela’yı da ziyaret etti.

Erdoğan-Barzani buluşmasının Kürt sorunu boyutu da olmakla beraber, taraflar açısından esas önemli olan, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler, maddi çıkarlardı.

ması nedeniyle, Güney Kürdistan, Türkiye ekonomisi için, son yıllarda parlayan yıldız konumunda. O nedenle, bu bölgeyi ekonomik ve siyasi açıdan kontrolünde tutmak için yoğun çaba harcıyor. Bölgesel Yönetim ile Irak merkezi hükümeti arasında, gerek belirli bölgelerin kontrolü gerekse petrol kaynaklarının işletilmesi ve petrol gelirlerinin paylaşılması konusunda süren yetki mücadelesi, zaman zaman gerginleşiyor. Kürdistan Yönetimi, petrol yataklarının işletmeye açılmasında kendi başına davranıyor; bu tutumuyla merkezi hükümetten tepki görüyor. Kürdistan Yönetimi, Irak merkezi hükümetiyle ilişkilerinin gerginleştiği noktada, sık sık, bağımsızlık söylemini kullanıyor. İşin ilginç yanı, Türkiye’deki Kürtlerin statü taleplerini, “ayrılıkçılık” ve “bölücülük” olarak suçlayan AKP iktidarı, Irak Kürdistan Yönetiminin bağımsızlık söylemlerine destek veriyor, teşvik ediyor. Irak siyasetinde “bölücü” bir rol oynuyor. Bu noktada devreye ABD giriyor. Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olduğunu vurgulayarak, Kürtleri ve Türkiye’yi uyarıyor. Çünkü Irak’ın parçalanması halinde, ülkedeki Şii çoğunluğa dayanan, Irak’ın Şii kökenli

merkezi yönetiminin İran’la yakınlaşacağını, bu durumun da bölgedeki dengeleri kendi aleyhine bozacağını görüyor. Petrol kaynaklarının işletilmesi ve petrol gelirlerinin dağıtılmasının, Irak anayasasında öngörüldüğü şekilde yapılmasını bölgesel Kürt yönetimine dayatıyor. ABD ziyareti sırasında, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, Irak’ta ayrılıkçı eğilimleri özendirmeme konusunda, “kulağı çekiliyor”! Davutoğlu uzun bir aradan sonra Bağdat’ta Türkiye’nin, Ortadoğu’da Sünni İslamcı eksenin liderliğine soyunması ve buna bağlı olarak, ülkesinde idam cezasına çarptırılan Sünni kökenli Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi’yi ülkeye kabul edip sahiplenmesi, Irak merkezi yönetimiyle ilişkilerini bozmuştu. Irak merkezi yönetimiyle Kürdistan Yönetimi arasındaki gerginlikte, Kürtlerden yana tavır almasıyla da “işe tuz, biber ekmiş”, ilişkiler tümden durağanlaşmıştı. Ancak muhtemelen ABD’nin de devreye girmesiyle, önce Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari Ankara’ya geldi, daha sonra da Davutoğlu Bağdat ziyaretinde bulundu. Davutoğlu, Irak merkezi hükümet yetki-

Barzani’nin kendisi yardıma muhtaç Bunun üzerine, Barzani Yönetimi, Türkiye ile geleceğe dönük yaptığı petrol çıkarma ve dağıtımı projelerinin iptal edilmesi endişesine kapıldı. O güne kadar sürekli ertelediği, Kürt Ulusal Kongresinin toplanma çalışmalarına hız verir göründü. Tam da Davutoğlu’nun Bağdat’ta olduğu gün, Kongre Hazırlık Komitesinin apar topar toplanmasını sağladı. Daha doğrusu, sonuçsuz kalan, “aç-kapa” bir toplantı gerçekleştirdi. Böylece, kendince AKP hükümetine gözdağı vermiş oldu. Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır gezisi tam da böyle bir ortamda gerçekleşti. Yapılan davet üzerine, Barzani, Kürtler arasında sembolik bir değeri olan ve yaklaşık kırk yıldır ülkesine gelemeyen, ozan Şivan Perver’i de peşinden sürükleyerek, Diyarbakır’a geldi. Erdoğan ile birlikte, kalabalık bir topluluğun karşısında, “kardeşlik ve dayanışma” mesajı verdi. Ancak kapalı kapılar ardında, esas olarak, Türkiye’nin Irak ile ilişkilerinde gelinen son noktayı anlayıp, değerlendirmeye çalıştı. AKP hükümetinin de, Barzani’ye, ABD’nin uyarısı doğrultusunda, sorunları Irak merkezi hükümetiyle çözmesini söylediği anlaşılıyor ki, Barzani, bugünlerde Bağdat’a gitmekten söz ediyor. Bunun yanı sıra, seçimlerin üzerinden yaklaşık iki ay geçmesine karşın, Güney Kürdistan’da yeni hükümet henüz kurulamadı. Barzani’nin KDP’si seçimlerden birinci parti olarak çıkmış ancak Meclis’te salt çoğunluğu elde edememişti. Geleneksel müttefiki KYB dâhil, diğer partiler KDP’ye mesafeli durmakta, onunla başta Rojava politikası olmak üzere birçok konuda ayrışmaktadırlar. Çok taraflı sorunlarla kuşatılmış Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve onun başkanı Barzani’nin kendisinin yardıma ihtiyacı vardır. O nedenle Kürt sorununun çözümü ya da “tıkanan sürecin” yeniden işlerliğe kavuşması için yapabileceği bir şey yoktur. q Aykut ÖZER


6

İşçilerin Sesi

Aralık 2013/21

Marmaray’ın arızaları bitmiyor 29 Ekim’de büyük şovlarla açılışı

yapılan Marmaray hakkındaki tartışmalar hala devam ediyor. Açılışının ertesi günü yaşanan elektrik kesintisi sebebiyle tren rayda kalınca, yolcuların rayların kenarından yürütülmeleri üzerine, projede çalışan mühendis, “İnsanlar yürürken elektrikler gelmiş olsaydı, yolcular yüksek akıma kapılıp ölmüş olurdu.” dedi. Kurum yetkililerine göre, yolcuların acil durum fren kolunu çekmesi ve acil durum butonuna basması sonucu 14 kez seferlere ara verildi. ‘Asrın projesi’ olarak ilan edilen bir projedeki aksaklıkların basit bir buton bahanesi ile açıklanması, üstelik bunun ilk kez trene binen insanların suçu gibi gösterilmesi, uzmanlarca yapılan uyarıları haklı çıkarmış, Marmaray'ın diğer projelerden çok daha fazla teknik risk barındıran bir proje olduğunu kanıtlamıştır. Marmaray’la ilgili en son kötü haber de, ağır çalışma koşulları sebebiyle bir makinistin kalp krizi sonucu hayatını kaybetmesi oldu. Üsküdar istasyonundan Marmaray tüneline ulaşmak ortalama bir hızla 4 dakika, treni bekleme süresi 10 dakika, Üsküdar-Sirkesi arası 4 dakika sürüyor. Yani yaklaşık 18 dakika içinde Üsküdar’dan Sirkeci’ye varılabiliyor. EminönüÜsküdar vapur seferi ise yaklaşık 15 dakika sürüyor. Üstelik Marmaray hala Sirkeci istasyonuna uğramadan Üsküdar veya Kadıköy’den binen yolcuları Yenikapı’da indiriyor ve bu tren içinde geçecek yaklaşık 12 dakika demek oluyor. Günde 1 milyon yolcu taşıma hedefiyle inşa edilen projede, güvenlik ile beraber ve hiç birisinden taviz vermeden hız, konfor ve ucuzluk talep etmek hakkımızdır. Böylesi büyük bir yatırım, sistem bir bütün olarak ve tüm güvenlik tedbirleri alınmadan açıldığı için eleştiriliyor. Her zaman “karayolu değil, toplu taşıma”dan yanayız, ama ‘asrın projesi’nde asrın kazası yaşanmaması için güvenlik tedbirleri tam anlamıyla alınmamış sistemin tamamı bitmeden reklam ve seçim malzemesi amacıyla açılmasına karşıyız. q Aysun KOCA

öğretmenlere coplu-gazlı saldırı, AKP’nin eseridir! Toplumsal muhalefeti bir türlü bastıramayan AKP hükümeti, protesto çığlıkları karşısında, elindeki tek silaha başvurmaktan çekinmiyor: “Devlet terörü”

K

ESK’e bağlı Eğitim-Sen üyeleri, eğitimin ve öğretmenlerin sorunlarını dile getirmek için, devletin dayattığı 24 Kasım Öğretmenler Günü vesilesiyle, Ankara’da “Mesleğimize, onurumuza, insanca yaşam hakkımıza, geleceğimize sahip çıkmak” sloganıyla yürüyüş ve basın açıklaması yapmak istedi. Farklı illerden gelerek Tandoğan Meydanı’nda toplanan kalabalık, taleplerini duyurmak için Bakanlığa doğru yürüyüşe geçti. Kortej, Kızılay Meydanı girişinde polis tarafından durduruldu. AKP’nin otoriter yüzünü göstermiş oldu Devletin ve polisin tavrı, 1 Mayıs 2013’ten ve Gezi İsyanından beri değişmedi: “Açıklamanızı yapın ve dağılın; yoksa dağıtırız.” Sendika yöneticileri demokratik haklarını kullandıklarını, “bakanlığa yürüyeceklerini ve polisten barikatı kaldırmasını” istediler. Sonuç, ana akım medya tarafından perdelemeye çalışılsa da, kamuoyundan gizlenemedi. Devlet terörü, polis marifetiyle öğretmenlerin sırtına indi. Polis, gaz, su ve özellikle cop kullanarak kitleye acımasızca saldırdı ve dağıtmaya çalıştı. Yaralanan, coplanan öğretmenlerin görüntüleri, demokratik haklarını kullanmak isteyen emekçilere karşı, AKP iktidarının

otoriter uygulamalarını nereye kadar varacağını da göstermiş oldu. Bu yaşananların ardından, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Trabzon’daki konuşmasında, 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü kutlayarak “…Her öğretmen değerlidir” diyerek hamasi konuşmasını yaptı. Bir Emniyet Müdürlüğü ise, astığı pankartla öğretmenlerin gününü kutluyor, “Bizler sizin eseriniz” diyecek kadar ikiyüzlü açıklama yapabileceğini gösterdi. Olayların ardından Eğitim-Sen tarafından yapılan açıklamada “Bakanlık önünde sonlandıracağımız demokratik ve barışçıl gösteri, AKP iktidarının polisleri tarafından engellenmiştir. Gazla, copla, kimyasal sularla ‘destan yazan’ iktidarın polisleri yaptıkları müdahale sonucunda onlarca üyemizin yaralanmasına neden olmuştur. Sahte 24 Kasım kutlamaları ile öğretmenlik mesleğinin kutsallığından bahsedenlerin gerçek yüzü bu müdahale sonucunda bir kere daha ortaya çıkmıştır” şeklinde oldu. AKP hükümetinin ve Başbakanın bir türlü bastırılamayan toplumsal muhalefete karşı büyük bir nefret ve öfke duyduğu, yasal haklardan olan basın açıklamasının yapılamaz hale getirilmesinden anlaşılıyor. AKP hükümeti, protesto çığlıkları karşısında, elindeki tek silaha başvurmaktan başka çaresi

kalmıyor: “Devlet terörü”. Bu nedenle 23 Kasım günü on binleri Ankara’da alanlarda görünce, kitleye saldırmaktan başka yapacak bir çare bulamadı. Hükümet tarafından açıklanan ve hiçbir kesimi memnun etmeyen sözde “demokratikleşme paketlerinin”, artık gittikçe otoriterleşen rejimin baskılarını gizleyemez hale geldiği görüldü. Kadınlara ve maden işçilerine de baskı Sadece eğitim emekçilerine değil, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete karşı yürüyüş yapmak isteyen kadınlara, özelleştirmeye itiraz eden maden işçisine de yasak ve baskı kanunları çalıştırılıyor. Sözde Redhack grubuna üye oldukları iddiasıyla siyasi şova dönüştürülen operasyonda olduğu gibi, baskılar da boşa çıkıyor, çıkacak! Önümüzdeki dönemde iktidarın hedef tahtasına olan kesimlerin demokratik hak ve özgürlüklerin korunması için birleşik mücadele zemininde yan yana gelmesi önemli olacak. AKP iktidarının ve Başbakan’ın şahsında cisimleşen otoriter siyaset karşısında, yeter ki, birleşik mücadele zeminini işçi ve emekçiler arasında örelim. O zaman AKP’nin nasıl geri adım atmak zorunda kaldığı görülecektir. q Kaya İLHAN


Aralık 2013/21

İşçilerin Sesi

7

‘Erdoğansız AKP’ye cevap ‘dershanesiz cemaat’ oldu Gülen cemaati son dönemde dillendirilen “Erdoğansız AKP” projesine destek verince tehlikeyi gören Erdoğan da, siyasi rakibine en sert darbeyi vurmak için, dershaneleri kapatma silahını çekmiş görünüyor.

M

erkez medya tarafından bir süredir dillendirilen ve beklenen AKP-Cemaat çatışması artık açıktan yaşanmaya başladı. Son kapışma zemini dershaneler. Başbakan tarafından gündeme getirilen ve yandaş medya tarafından desteklenen “dershanelerin dönüştürülmesi (kapatılması)” kararı, Gülen cemaatinin can damarını tıkayacak boyutta olduğu için, cemaat ile AKP arasındaki “kardeşlik hukuku” da rafa kalktı. Dershane “savaşı”nın sadece eğitim alanıyla ilgili görüş farklılığından kaynaklanmadığı, ekonomik, siyasi ve örgütlenme boyutu; iktidar olanaklarından yararlanma olanaklarına ulaşma yolları gibi boyutları da var. Öte yandan, dershanelerin eğitim sistemi içindeki yerinin tartışılması, mevcut eğitim sisteminin kirli yanlarını açığa çıkartması ve konuyu gündeme getirmesi bakımından yararlı oldu. AKP 11 yıllık iktidarı döneminde, dört bakan ve dört eğitim sistemi değişikliğine gittiği açığa çıkmış oldu. Kesintili eğitim aracılığıyla ve sözde 12 yıllık zorunlu eğitim adı altında, eğitim sistemini İmam Hatipler merkezinde ve dini içerikli olarak yeniden düzenlemesinin sonuçları tartışılıyor. İlkokuldan, liseye kadar bunun yarattığı tahribat kamuoyunun gündemine giriyor.

Dershane piyasası Kapitalist ekonomide market açmakla dershane açmak arasında bir fark yoktur. Sermayedar için amaç, yatırdığı paradan daha fazlasını kazanacağı bir “işletme” açmaktır. AKP iktidara geldiğinden beri eğitim sistemini, sınav temelli olarak yeniden ve yeniden şekillendirerek, dershanelerin sayısız açılmasına zemin sağladı ve bunu da cemaatin isteğiyle yaptı. Birlikte planladılar. Eğitim sisteminde sınav demek, devlet okullarındaki yetersiz eğitimin dışarıdan desteklenmesi demektir. Bu dönemde dershanelere gitme yaşı ilkokul öğrencilerine kadar inmiş, dershane sayısı her yıl katlanarak artmıştır. Araştırmalara göre cemaatin "Türkiye genelinde 210'dan fazla özel okul, binlerce ışık evi, dershane ve kurs, 500 öğrenci yurdu bulunuyor. Bunun yanı sıra Türk Cumhuriyetleri'nden Kanada'ya, Nijerya'dan Singapur'a uzanan 134 ülkede top-

lam 400 özel okul, bu ülkelerde 38 öğrenci yurdu, 13 üniversiteye hazırlık kursu ve on binlerce öğrencisi var". Milli Eğitim Bakanlığı Özel Öğretim Kurumları Genel Müdürlüğünün açıkladığı rakama göre Türkiye’de özel dershane sayısı 3690. Dershanelerde 50 bini öğretmen olmak üzere toplam 70 bin kişi istihdam ediliyor. Etüt merkezlerinde ise binden fazla öğretmen ve 2 bin kişi çalıştığı belirtiliyor. Bugün başbakan bu felaket durumu gizlemek ve siyasi rakibi haline gelen Cemaati maddi, siyasi ve insan gücü bakımından geriletmek için, dershaneleri kapatmaktan bahsediyor. Yaşanan çatışmanın siyasi olduğu (taraflar birbirlerini eğitim sistemini bozmakla eleştirseler de) çok açık, bu kapışmanın bir tarihi arka planı da bulunuyor. Cemaat-AKP ortaklığı AKP iktidara geldiğinde mevcut kadroları “Milli Görüş” kökenli, ideolojik ama burjuva devlet aygıtını çevirecek eğitim ve niteliklere sahip kişiler değildi. Gülen cemaati ise uzun yıllardan beri eğitim ve ticaret alana yatırım nedeniyle, AKP’nin ihtiyaç duyduğu insan kaynağına sahipti. Cemaat, iyi öğrencileri destekleyerek hem iyi üniversitelerde okuttu hem de devletin değişik kademelerinde önemli görevlere gelmelerini sağladı. Hükümet de kendine ideolojik olarak yakın bulduğu bu insanları önemli görevlere getirdi. Ordu ve ulusalcı güçleri geriletmek için açılan Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda, bu kadroların yargı ve polis içindeki unsurlarından yararlanması bu işbirliğine örnek verilebilir. Bu işbirliği, AKP’nin siyasi olarak önünün

açılmasına hizmet ettiği kadar, Cemaatin de, diğer dini gruplar arasından sivrilmesine, ekonomik olarak büyümesine ve kadrolaşmasına hizmet etti. Çatışma başlıyor 2010 yılında gerçekleşen 12 Eylül referandumunda AKP ve cemaat, siyasi bir “koalisyon” görüntüsü altında hareket ettiler ve başarılı oldular. Bu süreç AKP içinde, Başbakan Erdoğan’ın tek adamlığının yükselişi ve otoriter eğilimler göstermeye başlamasıyla krize girdi. Erdoğan, iktidarına değil Cemaat gibi bir dış unsurun müdahale etmesini, parti içinde bile ortak olmasını tahammül edemez hale gelmişti (son günlerde partinin ikinci isimi olan Bülent Arınç’ı bile harcayan açıklamalarını hatırlayalım). Cemaat, hükümetin Kürt siyasetine müdahale etmek için MİT Müştaşarını savcılık marifetiyle sıkıştırması, aslında bugün yaşanan çatışmanın başlangıcını oluşturdu. Gezi süreci sonrası Batı dünyasında itibarı yıpranan, otoriter davranışları eleştirilen, dış politikada mezhepçi ve müdahaleci siyaseti başarısızlığa uğrayan Erdoğan’ın siyasi olarak zayıfladığını düşünen Gülen Cemaati, son dönemde dillendirilen “Erdoğansız AKP” projesine destek verdi. Bu tehlikeyi gören Erdoğan da, siyasi rakibine en sert darbeyi vurmak için, dershaneleri kapatabileceği silahını çekmiş görünüyor. Çatışmanın bazı sonuçları Buna karşılık AKP ile Gülen cemaati arasında çatışma sadece birbirlerini dini söylemlerle eleştirmekle sınırlı kalsaydı, bu bir seçenek olabilirdi. Bu iki siyasi

“kurum” arasındaki olası politik mücadele, emekçiler, kadınlar, gençler ve Alevi kesimler üzerindeki dini baskıları artıracak gelişmelere neden olabilecek sonuçlarda yaratıyor. Her iki blok esas olarak aynı muhafazakâr toplumsal kesimlerden geliyorlar ve onların siyasi (oy) ve maddi destekleriyle varlıkları sürdürüyor ve büyüyorlar. Başbakan “eğitimi cemaatin ellerine mi bırakacağız” derken, Gülen Cemaatinin, diğer dini kesimleri geri plana itecek kadar çok büyüdüğünü ifade ediyor, desteklerini istiyordu. Cemaat ise sahip olduğu dershaneler aracılığıyla sadece eğitim vermediğini, dindar ve ahlaklı gençler yetiştirdiğini söyleyerek,muhafazakâr kesimlerin desteğini almaya çalışıyor. Yine öğrenci evleri tartışmasıyla, AKP, Cemaat’in üniversite gençliği içindeki örgütlenmesinin önünü kesmek istiyordu. Hükümetin muhafazakâr ailelere önerisi şu oldu: Çocuğunu ne olduğu belli olmayan öğrenci evlerine gönderme, ben daha çok öğrenci yurdu yaparak senin ihtiyacını karşılayacağım. Bu mücadelenin kaybedeni hangi taraf olacak belli olmasa da, kazananın dini ve muhafazakar değerlerin, toplum üzerindeki baskısının büyümesi olacağını söylemek mümkündür. Nitekim, AKP Meclis Başkan Vekili çıtayı yükseltmiş, “kız erkek karma eğitim sistemini” sorgulayan, ayrı okullar öneren bir seviyeye taşımıştır. Önümüzdeki dönemde otoriterleşmeye, muhafazakarlığa ve kamusal hizmet olarak eğitimin piyasaya açılmasına karşı mücadele bir arada yürütülmesi gerekiyor. q Ufuk DEMİRCİ


8

İşçilerin Sesi

Suriye’de 3 yılda 11 bin çocuk öldü

Aralık 2013/21

“Çok mu çok oluyoruz” Bugün Bangladeş, hem uluslararası büyük tekstil firmalarının hem de Türkiyeli hazır giyim şirketlerinin (LC Waikiki, Defacto, Seven Hill, Rodi Jeans, Batik, Colin’s ve Collezione bunların arasındadır) gözde üretim alanı olmuştur. Bunda tercihte, elbette Bangladeş’teki ucuz işçilik koşulları da belirleyicidir.

Merkezi İngiltere’nin başkenti

Londra’da bulunan Oxford Research Group (Oxford Araştırma Grubu) adlı kuruluşun yayımladığı rapora göre, Suriye’de 3 yılda 11 bin çocuk hayatını kaybetti. “Çalınan gelecekler” başlıklı rapor Beşar Esad yönetimine karşı ayaklanmanın başladığı Mart 2011′den Ağustos 2013′e kadarki dönemi kapsıyor. 17 yaşında altındaki 11 bin 420 kurbandan 389′unun keskin nişancıların kurşunlarıyla hayatını kaybettiği belirtilen raporda, 764 çocuğun yargısız infaza uğradığı, aralarında bebeklerin de bulunduğu 100′den fazla çocuğun da işkence gördüğü kaydediliyor. Hedef gözetilerek açılan ateş sonucu en fazla 13-17 yaş grubundaki çocuklar ölüyor. Raporda yer alan rakamların, ölümlerin kaydını tutan Suriyeli sivil toplum örgütleri tarafından sağlandığı ve bazı bölgelere erişim olmadığı için verilerin eksik olduğu vurgulanıyor. q İşçilerin Sesi Haber

İran’la nükleer görüşmelerde anlaşma İran ile BM Güvenlik Konseyi’nin

5 daimi üyesi ve Almanya (5+1) arasındaki, İran’ın nükleer programına ilişkin görüşmeler 23 Kasım’da sonuçlandı. Varılan anlaşmanın “Şeffaflığın artması ve nükleer programın müdahale edilebilir izlenirliği” noktasına vardığı belirtildi. ABD Başkanı Obama, “Bugün atılan adım, başkanlığa geldiğim günden buyana İran ile yaptığımız kayda değer somut ilerlemedir” dedi. BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun da “Bu uzlaşma, Ortadoğu halkları için tarihi bir anlaşmanın başlangıcı olabilir” ifadelerini kullandı. Anlaşmaya göre İran’ın uranyumu yüzde 5 zenginleştirmesi ve elinde bulunan yüzde 20 oranında zenginleştirilmiş uranyum stokunu da imha etmesi gerekiyor. Nükleer faaliyetlerin sürdüğü şehirlerde uluslararası gözlemci sayısı artırılacak. 6 ay boyunca yeni nükleer yaptırım olmayacak. q İşçilerin Sesi Haber

Biz tüketiciler biliyoruz ki bize giydirdiğiniz kıyafetlerden insan kanı damlıyor. Biz başkasının kanının sıçradığı kıyafetler giymek istemiyoruz.

Ç

ok Oluyoruz sloganı televizyonlarda bilboardlarda son zamanlarda sıkça duyduğumuz Mavi Jeans reklamıdır. Mavi Jeans’in çok olduğunu kendi hayatımızdan biliyoruz. Zira Mavi, sigortasız/sendikasız, merdiven altında kot kumlama yaparak onlarca kot işçisinin ölümüne sebebiyet veren markalardan biri oldu geçtiğimiz yıllarda. “Kot kumlama; kumun kuru hava kompresörleriyle kotların yüzeyine tutularak eskitilmiş görünüm verilmesi işidir. Avrupa’da 1960’lı yıllarda yasaklanan kot kumlama işi, 1987 yılından itibaren Türkiye’de yapılmaya başlandı. Türkiye’de 2009 yılına kadar kot kumlama atölyelerinde çalışan onlarca işçi hayatını kaybetti. 2009 yılında Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi’nin mücadelesiyle Sağlık Bakanlığı tarafından yasaklandı.” Kot kumlamanın Türkiye’de yasaklanması ile beraber hazır giyim markaları üretimlerini denetim ve işçi örgütlenmelerinin daha da zayıf olduğu, emek gücünün daha da ucuz olduğu ülkelere kaydırdılar. Bugün Mavi Jeans, üretiminin büyük bir bölümünü Bangladeş ve Mısır’da yapmaktadır. Ve oralarda meydana gelen devasa iş cinayetlerinden gördüğümüz kadarıyla oralarda da diğer markalarla beraber “çok olmaya” başladılar. Bangladeş’te son bir yıl içinde hazır giyim sektöründe 2 bine yakın işçi hayatını kaybetti. Daha 6 ay önce sadece Rana Plaza’da hayatını kaybeden işçi sayısı 1133. Binlercesi hayatlarını kazanmak için çalışamaz durumda ve ömür boyu sürecek sakatlıklarla yaşamaya mahkumlar.

Rana Plaza’daki katliamın ardından Uluslararası İşçi Örgütü (ILO), Bangladeşli sendikalar ve Temiz Giysi Kampanyası’nın ortak kararıyla “Bangladeş Yangın ve Bina Güvenliği Sözleşmesi”ni imzalamaları için Bangladeş’te üretim yapan tüm markalara çağrı yapıldı. Orada üretim yapan firmalar beş yıl içerisinde üretim yaptıkları yeri denetlemek, denetimle ortaya çıkan sağlık ve güvenlik sorunlarını düzeltmek konusunda sorumluluk aldıklarını kabul ederek imza attılar. Dünyada yüze yakın marka bu sözleşmeyi imzaladı. Türkiyeli olup Bangladeş’te üretim yapan 20’nin üstünde markadan, maalesef şimdiye kadar sadece bir tanesi bu markaların içerisinde yer alıyor. Temiz Giysi Kampanyası Türkiye olarak şimdiye kadar LCWaikiki, Mavi Jeans, Colins, De facto, Batik, Collezione, Sevenhill ve LittleBig (LTB)’in orada üretim yaptıklarını tespit ederek kendilerine sözleşmeyi imzalamaları için

mektup yolladık. LCWaikiki dışında şimdiye kadar Türkiye’den sözleşmeyi imzalayan ve bizim çağrımıza dönüş yapan marka olmadı. Onlardan istediğimiz şey bu anlaşmayı imzalayarak işçilerinin can korkusu içinde değil emniyet içinde çalışacakları koşulları sağlamada çözüme ortak olmaları. Mavi Jeans, sloganında “çok mu çok oluyoruz” diyor. Biz de “evet çok oluyorsunuz haddinizi gerçekten aşıyorsunuz” diyoruz. Turquality gibi programlar sayesinde bizim cebimizden paralarla “marka”laşıyorsunuz, anladık. Ama sağa sola posta koyarak değil, mallarını üreten işçilerin sorumluluğunu alarak büyük marka olunur. Unutmayın ki sizleri marka yapan biz tüketicileriz. Ve biz bu manzaranın içinde gördüğümüz şehir kahramanları sizin reklamlarınızda gösterdiğiniz gibi Bedük, Simay Bülbül, Şafak Ongan, Deniz Yeğin İkiışık, Ayşe Boyner, Deniz Marşan, DJ Yakuza ve Can Soylu falan değil maalesef… Bize sorarsanız “Şehir Kahramanları” her sabah çocuklarının ağzına bir parça yiyecek koyabilmek için, yarın evlerinin kirasını ödeyebilmek için ayda 38 dolar için işe giden, sizin mallarınızı can korkusu içinde üreten işçiler. Sizden istediğimiz ise en azından can korkusunu ortadan kaldırmak için sorumluluk almanız. Biz tüketiciler biliyoruz ki bize giydirdiğiniz kıyafetlerden insan kanı damlıyor. Biz başkasının kanının sıçradığı kıyafetler giymek istemiyoruz. Evet, bu kez biz “çok mu çok oluyoruz!” q Abdülhalim DEMİR Temiz Giysi Kampanyası, Türkiye


Aralık 2013/21

İşçilerin Sesi

9

Yunanistan’da genel grev boykot ve işgaller sürüyor Yunan işçi sınıfı, 2013’ün büyük kısmını grev ve çatışmalarla geçirdi. Ülkede mücadele genelleştikçe siyasallaşıyor. hükümetin tasarruf politikalarında karşı kararlılıkla direnen İşçi sınıfı da hızla sola kayıyor.

D

ünyada, kapitalist krize çözüm olarak sunulan, neoliberal politikalara ve kemer sıkma programlarına karşı mücadelenin en yoğun olarak yaşandığı ülkelerin başında Yunanistan geliyor. Krizin başından beri, burjuva hükümetler tarafından uygulanan tasarruf tedbirlerine karşı birçok kez genel grev gerçekleştiren Yunan işçi sınıfı, 2013 yılının büyük kısmını da grevlerle ve çatışmalarla geçirdi. Eylül ayında, göçmen işçileri, sendikacıları, sosyalist parti üyeleri ve sempatizanlarını hedef alan faşist saldırılara karşı, faşist katillerin tutuklanması, Altın Şafak Partisinin kapatılması talebi ile sol-sosyalist partilerin öncülüğünde gerçekleşen büyük antifaşist gösterilere destek veren grevci işçiler ve sendikalar, Kasım ayında da kemer sıkma politikalarına karşı bir günlük genel grev yaptı. Çoğu Alman ve Fransız bankalarına

olan dış borç-kredileri, bu fonları kullanan şirketlere ödetmek yerine işçi sınıfına fatura eden hükümete yönelik tepkiler dinmiyor. Çalışanların ücretlerinin düşürüldüğü, emekli maaşlarında kesintiye gidildiği, on binlerce işçinin işten atıldığı ve işten atmaların da hala devam ettiği, 24 yaş altı gençlerin % 60’ının işsiz olduğu ülkede, hükümetin tasarruf politikalarında ısrar etmesine karşı, işçi sınıfı ve örgütleri de ısrarla ve kararlılıkla direniyor. IMF, AB ve Avrupa Merkez Bankasından oluşan troyka tarafından denetlenen, işbirlikçi burjuva hükümet tarafından yürütülen kemer sıkma politikalarına karşı ülkenin iki büyük sendikası GSEE ve ADEDYE’nin grev çağrısı üzerine, kamu çalışanları, öğretmenler, sağlıkçılar, demiryolu işçileri ve daha birçok sektörden çalışanlar 24 saat iş bıraktı. Başkent Atina’da şoförlerin iş bırakması sonucu, trafik tamamen du-

rurken, hastanelerde aciller dışında hizmet verilmedi. Grevle birlikte düzenlenen protesto gösterisi ve yürüyüşlere polis müdahale etti. Polisin müdahaleleri ertesi gün de sürdü. Haziran ayında tasarruf tedbirlerinin bir parçası olarak kapatılan ve 2600 çalışanı işten atılan devlet televizyonu ERT’yi terk etmeyip, kapatma kararına direnen, uydu ve internet üzerinden yayına devam eden bir grup çalışana karşı, polis operasyon düzenledi. Öğrenciler de ayakta Yunan Üniversitelerinde başlayan grev ise Atina Üniversitesi ile Atina Teknik Üniversitesinde devam ediyor. Öğrencilerin okulu işgal ederek destek verdiği grev nedeniyle, iki üniversitede on haftadır ders yapılmıyor. Hükümetin “eğitim reformu” adı altında okulları özelleştirmeye çalışmasına, öğretmenlerin çalışma saatlerine ve eğitime ayrılan bütçenin azaltılmasına tepki gösteren öğ-

rencilerin eylemleri de sürüyor. 17 Kasım’da ise, askeri cuntaya karşı Politeknik Üniversitesini işgal ederek başlattıkları (Kasım 1973) başkaldırının 40. Yıldönümünü kutlamak için, ülkenin çeşitli kentlerinde on binlere öğrenci sokağa çıktı. 1967’de iktidara gelen askeri cunta, 1973 Politeknik isyanını kanlı bir biçimde bastırarak 24 öğrenciyi katletmiş; ancak bu isyan cuntanın sonunun başlangıcı olmuş, bu isyanla başlayan ve yaygınlaşan mücadeleler sonucu, Albaylar Cuntası sekiz ay sonra, 1974’de yıkılmıştı. AB emperyalizmi ile işbirlikçi Yunan burjuvazisi ve hükümetine karşı, Yunan işçi sınıfı ve örgütlerinin mücadelesi, sınıfın daha geri ve geniş kesimlerini de içine alarak, dalga dalga yayılıyor. Mücadele bir yerde sonlanır veya geri çekilirken, bir başka noktada yeniden ileri atılıyor. Mücadele genelleştikçe siyasallaşıyor. İşçi sınıfı hızla sola kayıyor. q Mustafa EKER


10

İşçilerin Sesi

Forumfest İzmir’e moral oldu Gezi eylemlerinin ardından

başlayan halk forumlarının ortak kararıyla Forumfest etkinliği yapıldı. 23-24 Kasım tarihlerinde Alsancak’ta düzenlenen festivalde forumlar kendi tanıtım masalarını açtı, atölye çalışmalarını sergiledi. Dergi grupları, tutuklu aileleri, kadın grupları, tohumculuk çalışması yapan gruplar, hayvan hakları savunucuları ve LGBT bireyler masa açtılar. Tiyatro grupları ve yerel müzik grupları sahne aldı. İkinci gün sadece Gündoğdu Meydanı’nda, forumlar ve diğer gruplar masalarını açtılar. Konserler gün boyu sürdü. Gezi şehitlerinin yakınları konuşma yaptı. Gezi tutsaklarının yakınları her cumartesi yürüyüş ve oturma eylemi yaptıklarını, destek beklediklerini anlattılar. Forumlar birer paragraflık konuşma yaptı. Forumfest düzenleyenlere moral kaynağı oldu. Bundan sonra neler yapabileceğimiz tartışılıp konuşulmaya başlandı. q İşçilerin Sesi Haber

Esenyurt Dayanışması yön arıyor Esenyurt Dayanışması havaların

soğumasından dolayı yer sorunu olduğu için forumlara bir ay ara vermek zorunda kaldı. Forumları kapalı alanlara taşınma sorunu da yaşandı. Bir aylık aradan sonra forumların geleceğini tartışmak için ilk forum Esenyurt Gölge Kültür Sanat Merkezinde yapıldı. Foruma 40-45 kişi katıldı. Katılımcılar Esenyurt Dayanışması bileşenlerinin çevreleri oldu. Bu sınırlı katılım, forumlar yapılsın mı yapılmasın mı tartışmasına yol açtı. Genel görüş mahalleden katılımın azaldığı yönünde. O zamanda bu toplantılar forum değil bileşenlerin ortak toplantısı oluyor. Toplantıların panel tarzında yapılması önerisine itiraz edenler oldu. İki hafta sonra yer olarak cemevindeki toplantıya 25 kişi katıldı. Bu kez tam anlamıyla Dayanışma bileşenleri geldi. Esenyurt Dayanışması Depo ve Yeşilkent forumlarının geleceğinin ne olacağını tartışmaya devam ediyor, kendine bir yol ve yön arıyor. q İşçilerin Sesi Haber

Aralık 2013/21

Gazeteciler, yargıçlarla “koordineli” dinleniyor

E

ski İstanbul Özel Yetkili Mahkemelerinde ortaya çıkan ‘tele kulak’ skandalı büyüyor. Cumhuriyet gazetesinde ‘Başbakan onayladı, yargıçlar ayarlandı, MİT gazetecileri ve yazarları dinledi’ üst başlığı ve ‘skandal üçgen’ başlığıyla manşetten verilen haberde, MİT müsteşarı Hakan Fidan imzasıyla Başbakanlığa gönderilen bir belge yayınlandı. Yeni dinleme ve izleme yöntemiyle ilgili Cumhuriyet’in ulaştığı bilgi ve belgelere göre gelişmeler özetle şöyle: Dönemin Taraf gazetesi genel yayın yönetmeni Ahmet Altan, Mehmet Altan ve gazetenin bazı yazarlarının telefonlarının kod isimlerle çıkarılan mahkeme kararları ile MİT tarafından dinlendiği ortaya çıktı. Olayın ortaya çıkması üzerine, telefonları dinlenen gazeteciler, istihbarat görevlileri hakkında suç duyurunda bulunur. Ancak İstanbul Özel Yetkili Savcılığınca, Müsteşar Hakan Fidan’ın ifadesi alınmak üzere çağrılması ile yaşanan 7 Şubat krizinin hemen ardından MİT yasasında yapılan değişiklikle, istihbaratçıların soruşturulabilmesi Başbakan’ın iznine bağlanır. İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, istihbaratçıları soruşturabilmek için Başbakanlıktan izin ister. Savcılığın izin yazısında “….teşkilat görevlilerinin müşteki-mağdurların işledikleri herhangi bir suç olmadığını bildikleri halde, ilgili Cumhuriyet Savcılığı ve mahkemelerin kendilerine dinleme veya izleme izni vermeyeceklerini, bunun kanuna aykırı olduğunu düşündüklerinden…….haricindeki kişiler için sahte kod adı ürettikleri ve sanki casusluk suçunu takip ediyormuş gibi gazeteciler için dinleme başvurusu yaparak, resmi evrakta sahtecilik, haberleşmenin ve özel yaşamın gizliliğini ihlal ve görevi kötüye kul-

landıkları” iddiası ile MİT görevlileri hakkında soruşturma izni istedi. T24 internet sitesinde de yayınlanan habere göre, savcılığın soruşturma izni talebinin reddedilmesi için MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, Başbakanlığa gönderdiği 7 Mayıs 2013 tarihli yazıda “kod isim uygulamasının mahkemeleri aldatma kastı olmadığı gibi, aksine, gizi servis faaliyetlerinin-doğası gereği –gizli yürütülmesi zorunlu olduğunu bilen /takdir eden hâkimlerle kurulan koordinasyon çerçevesinde tatbik edildiğinin anlaşıldığı, bunların kod isim olduğunun zaten talep yazılarında ve mahkeme kararlarında açıkça belirtildiği, dolayısıyla resmi evrakta sahtecilikten söz edilemeyeceğinin değerlendirildiği …” ifadesi kullanıldı. Başbakandan, “hukuka uygun olmadığı” için, istihbaratçılar hakkında soruşturma izni vermemesi istendi. Başbakan Erdoğan da soruşturma izni vermedi. Mehmet Altan’ın avukatı Engin Cinmen, yapılan dinlemenin dayanağının Başbakanlığın gizli yönetmeliği olduğuna işaret ediyor. “O gizli yönetmelikle belli bazı olaylar olduğunda, bazı kişilerin sahte isimlerle dinlenebilme kararını alma yetkisi verilmiş MİT’e” diyor. MİT de hâkimlerle koordinasyon içinde dinleme kararları alıyor. Cinmen, “MİT Müsteşarının yazısından anlaşıldığı kadarıyla, yargıçlar bunu bilerek, sahte isimlerle dinleme kararı veriyorlar. Yani yargıçlar aldatılmıyor’ diyor. Bunu Türkiye’nin Watergate skandalı olarak değerlendiriyor. Hem takipsizlik kararına, hem bu karara imza atan hâkimlere, hem de Başbakanlığın soruşturma izni vermeyen kararına karşı başvuru yaptıklarını söylüyor. Düne kadar hükümeti destekleyen ve “hukuk devleti acaba bu memleketin

kapısını ne zaman çalacak” diyen gazeteci-yazar Hasan Cemal bile, bu duruma itiraz ediyor. “Bu kez işin içinde yalnız yargı yok, yargı ile birlikte devlet de var, hükümet de var, istihbarat örgütü var. Başbakan var. Daha vahimi bunların arasında işbirliği var” diyerek duruma tepki gösteriyor. Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, uygulamayı ‘tam bir polis devleti’ diye değerlendiriyor. ‘Yargıç ve mahkeme kararlarının, kişisel nedenlerle, keyfi şekilde dinlemelerin önlenmesi için var olduğuna işaret ediyor. Hakkında dinleme yapılacak kişinin ismini gizlenmesi hâkim kararını anlamsız kılar. Ayrıca istihbarat teşkilatı ile iyi ilişkilerde bulunan hâkimlerden söz edilmesi vahimdir’ diye değerlendiriyor. Feyzioğlu’nun bu değerlendirmelerinden, telefon dinleme olayına ilkesel olarak karşı çıkmadığı, soruna, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı ve burjuva demokratların sıkça dile getirdiği, hukukun üstünlüğü çerçevesinde yaklaştığı; bu olan bitenlerin burjuva demokrasisi sınırları içinde bile savunulamaz olduğunu söylemeye çalıştığı anlaşılıyor. Haberleşme ve iletişim özgürlüğü hiçbir şekilde sınırlandırılamaz. Dinleme kararı tam bir hukuksuzluktur. Ve birkaç gazeteci ile de sınırlı değildir. Kaldı ki sorunu hukukun üstünlüğü çerçevesinde izah etmekte mümkün değildir. Yaşanan hukukun üstünlüğü değil, güçlülerin hukukudur. Cumhuriyet’in yayınladığı bu belge, kuvvetler ayrılığının ortadan kalktığının, yargının siyasal iktidar tarafından nasıl denetim altına alındığının ve yürütmenin kendisini, kendi koyduğu yasalarla dahi sınırlamadığının bir delilidir. q İşçilerin Sesi Haber

Gezi İsyanının devletçe bilançosudur Taksim’deki Gezi Parkı’nda başlayan ilk protesto eylemlerinin üzerinden altı aya yakın bir süre geçti. Bu dönem, AKP’nin ve devletin en zorlu günlerine tanıklık etti. Devlet güvenlik birimlerinin, Gezi Parkı eylemlerinin değerlendirmesi de bunu gösteriyor. Kuşkusuz bunlar resmi verilerdir. 112 günlük sürede 80 kentte (Bayburt hariç) Gezi Parkı olayları çerçevesinde 5 bin 532 eylem ya da etkinlik gerçekleştirildi. Eylemlere yaklaşık 3 milyon 600 bin kişi katıldı, 5 bin 513 kişi güvenlik kuvvetlerince gözaltına

alındı, 189 kişi tutuklandı, 4 bin 329 kişi yaralandı, 5 kişi yaşamını yitirdi. Emniyetten ise, bir kişi yaşamını yitirdi ve 697 polis yaralandı. Gözaltına alınanların yüzde 78’si Alevi kökenli olup bazı sendikalar/ sivil toplum örgütleri, taraftar grupları içinde yer alanlar, ulusalcı, laik kesimler. Yüzde 12’si siyasi partilerle ilişkili, yüzde 6’sı devrimci grupların içinde, yüzde 4’ü ise devletin gözünde daha da aşırı uçta. Gezi Parkı protesto eylemlerinin yarattığı tahribatın değeri yaklaşık 139 mil-

yon lira. Bunun yarısını (74 milyon lira) işyeri zararları oluşturuyor. İkinci sırayı 15.5 milyon lirayla polis araçlarındaki hasarlar, üçüncü sırayı ise 10’ar milyon lirayla belediye araçlarının hasarı ve kaldırım tadilatları alıyor. Kamu binaları ve AKP binalarına verilen zarar yaklaşık 2 milyon lirayken, özel araçlarda 6 milyon lira, otobüs duraklarında 4.3 milyon lira, reklam panoları ve trafik levhalarında 4.1 milyon lira ambulanslarda 2.8 milyon liralık maddi hasarlar oluştu. q İşçilerin Sesi Haber


Aralık 2013/21

İşçilerin Sesi

11

“Gezi, sınırsız demokrat bir emekçi hareketedir” “III. İstanbul Kent Sempozyumu” kapsamında İstanbul Kent Forumu 24 Kasım Pazar günü İTÜ Maçka Kampüsü’nde gerçekleşti. Forumda Prof. Dr. Korkut Boratav’ın Gezi direnişine dair izlenimlerini paylaştığı konuşmasından önemli noktaları aktarıyoruz.

G

ezi direnişini anlamak, ortak istek ve taleplerin saptanmasıyla mümkün olabilir. Niteliksel ve yapısal bir sonuca nasıl ulaşabiliriz? Dünyada yaşanan son buhrandan sonra, İspanya ve Yunanistan’da protestolar ve Amerika’da işgal eylemleri gerçekleştirildi. İki Arap ülkesi Tunus ve Tahrir iktidarı deviren protestolara sahne oldu. Bu tür protestolar genellikle orta sınıf eylemleri olarak yorumlanıyor. Protestolarda genelde içeriği oluşturanlar değil, dışlananlar anlatılır. Bu dil işçi sınıfının dışlanması için kullanılır. İki muhatap var. Birinci muhatap kapitalizme karşı muhalif akımlar; anarşistler, sosyal demokratlar (eski usulüyle), komünistler… Bizim iktidar bu kesime, marjinal, dedi. Örgütlü sol hareketler, bunlar size ait değil, dedi. Aslında, toplumun geleceği işçi sınıfı değildir, demek isterler. Onlar sizden farklı ve farklı hareketlerdir diyerek, işçi sınıfı olmadıklarını ifade ederler. İkincisi, orta sınıfı iyi niyetiyle sahiplenenler, siz bizim çocuklarsınız, sizin işçi sınıfıyla alakanız yok, diyen kesimdir. Bu iki dışlama da politik amacı gösterir. Sadece Gezi direnişinde ölen insanlara bakarsanız bile orta sınıf söylemi asılsızdır. İşçi sınıfı tanımının daraltıldığı, eksik ve yanlış bir betimlemeyle ifade bulan bu görüşleri bu nedenle reddetmeliyiz. İşçi sınıfı deyince sadece maden işçisi veya inşaat işçisini mi kastediyoruz, bununla hiçbir yere varılmaz.

Gezi direnişi emekçi hareketidir Ahmet Haşim Köse ve Serdar Bahçe’nin yapmış olduğu araştırma bu bağlamda önemlidir. TÜİK araştırması içerisinde yer alan yan soruları inceleyerek, gelir seviyesine ve sınıfsal duruma göre bir ‘sınıf profili’ çıkarmışlardır. Emeği ile geçimini sağlayan herkes emekçi sayılır. 2002 yılında çalışma çağındaki nüfusun yüzde 89’u, 2012 yılında ise çalışma çağındaki nüfusun yüzde 90’ı bu anlamda emekçidir.

Geçimini işgücünü satarak geçinen herkes işçidir. Bu anlamda bakarsak, 2002 çalışma çağındaki nüfusun yüzde 60’ı, 2012 yılında çalışma çağındaki nüfusun yüzde 69’u işçidir. Temel nokta emeği ile geçinen herkesin emekçi olduğudur. Kim dışlanıyor bu tanımda? Başkasının emeğiyle geçinenleri dışlıyoruz. Gezi direnişi emekçi hareketidir. Çünkü orada olanlar işçi sınıfı, geçimini emeğiyle sağlayanlardır. Gezi eylemlerine katılanların, tüm anlamıyla işçi ve emekçi olduğunu söyleyebiliriz. Artı değeri yaratanlar kim? Artı değere el koyanlar kim? Artı değere el koyanların hizmetkârı olanlar kim? Üretken olan ve olmayan emek hangisi? Bunlar ayrıntı düzlemidir. Gezi’de üniversite ve lise öğrencilerinin olduğunu gördük. Bunlar için de orta sınıf nitelemesi yanlış. Bunlar potansiyel işçi sınıfının adaylarıdır. Okullarda almış oldukları eğitimlerde, beyaz yakalı olarak işgücü arzı için yetiştirilirler. Onları sokağa döken de yedek işçi ordusu olduklarını bilmeleri ve kapitalizmin vaat ettiği işsizliktir. Beyaz yakalıların işçi sınıfına ait olmadığını iddia etmek için ustaca terminolojiler imal ediliyor. Örneğin, tezgâhtara ‘satış danışmanı’ deniyor. İsmen ayrıcalıklı bir konuma yakıştırılıyor. AVM’lerde

yüksek topuklu ayakkabıların üzerinde, saatlerce oturmadan, boş durarak çalışan “satış danışmanlarının” çalışma koşulları fabrikada çalışan işçiden daha ağırdır. Direnmenin kendiliğinden programı nedir? Büyük kalabalığın Gezi’den ilham alarak esinlendiği bir program var. Başbakan sordu “Hanginize zarar verdik? Neden karşı çıkıyorsunuz?”. Ali Babacan “Hareketin ekonomik ve politik bir boyutu yoktur. Brezilya’da toplu taşıma ücretleri Yunanistan’da AB’nin kemer sıkma politikalarına karşı protestolar oldu.” dedi. Tepkinin kaynağını oluşturan olay, Taksim büyük rant vurgununun protesto edilmesi, onun red hareketi. Taksim Projesi kime zarar verecekti? Kimi işsiz bırakacaktı? Üniversite harçları mı yükseltilecekti? Enflasyon mu değişecekti? Hayır. Oluşacak gelir akımlarına kaynak yaratan bu projeler kimseye zarar vermeden, kapkaççıların en sevdiği projelerdir. Bu projeler sınıf kavgalarını tetikleyen, işçilerle ve işçi ücretleriyle uğraşmayı gerektiren projeler değildir. Bu tür servet birikimi öğelerine yatay olarak el koyarak, yutarak, biriktirme bazen sadece 3-5 kişiye zarar vererek gerçekleşir. Özelleştirme nedeniyle

zarar görenler olur, ama burada zarar olmaz. Yüzlerce insanı kalkışmaya zorlayan bu değil, farklı bir şeyler olmuştur. Emekçi işçi sınıfı hareketinin talepleri olgunlaşmış bir listedir. Taksim Dayanışması’nın ipuçlarını genişleterek ve besleyerek sloganlaştırdığı; orası bizim malımız! Gelecek nesillere devredilecek bir kamu mücadelesidir. Gezi, sınırsız demokrat bir hareketti Gezi Türkiye’de emekçilerin tümünü temsil etmiyor olabilir. Yüzde ellinin içinde desteklemeyenler olabilir. Hareket esas olarak emekçi ve işçi hareketidir. Ekmek parası peşinde koşmayı aşan bir şekilde sahneye çıktı. Kendi talepleri ve dünya görüş listesi olan aydınlanmacı ve temsili demokrasinin kuralsızlıklarına karşı sınırsız demokrat bir durum vardı. Eylemlerde ve forumlarda bu demokrasi anlayışı burjuva demokrasisi değil. İnsanlık tarihinde, doğrudan el yordamıyla bulunan bir demokrasiydi. İstanbul ve diğer şehirlerde, ortaklaşa yaşama ve mücadele deneyimlerine erişti. Gezi’yle birlikte işçi sınıfının, emekçilerin büyük bir bölümü kamucu, sosyalist, komünist, özünde sınırsız demokratlığı sahiplenmiş olduklarını keşfettiler. q İşçilerin Sesi Haber


12

İşçilerin Sesi

“Şalter inecek hükümet gidecek” Muğla Yatağan’daki termik

santrallerin özelleştirilmesiyle ilgili ilanın Resmi Gazete’de yayımlanmasının hemen ardından 16 Eylül’den buyana direnişte olan bin 500 maden ve enerji işçisi Muğla Valiliğinin önünde bir araya geldi. Marmaris kavşağını trafiğe kapatan işçiler “Bu daha başlangıç mücadeleye devam” sloganları atarak AKP il binasına doğru yürüyüşe geçti. AKP binası yakınlarında çevik kuvvetin engeliyle karşılaştı. Çevik kuvvet polisleri işçilere tazyikli su ve biber gazı kullanarak saldırıya geçti. Saldırı karşısında işçiler geri adım atmadı ve ilk polis barikatını aştı. AKP binasına yaklaşan işçilere polis bir kez daha ve çok sert bir biçimde saldırdı ancak işçiler gene geri adım atmadı. İşçilerin kararlılığı karşısında polis çekilmek zorunda kaldı. Polis çekilince işçiler basın açıklaması yaptı. Basın açıklaması sırasında sık sık “Şalter inecek hükümet gidecek” sloganları atıldı. İşçiler, özelleştirmelere karşı mücadelelerini sürdüreceklerini belirterek eylemlerini sonlandırdı. İşçiler, AKP il binasına taleplerinin olduğu pankart ile 23 Kasım tarihli resmi Gazete sayısının üzerine çarpı koyarak resmettikleri bir pankartı astı. Basın açıklaması yapan işçiler direniş sürecinde yarattıkları andı okudu. Basın açıklamasının ardından polis işçilere tekrar saldırdı. Polisin gaz bombası ve tazyikli suyla gerçekleştirdiği saldırıya işçiler taşlarla yanıt verdi. Polis geri çekilince işçiler Sınırsızlık Meydanı’na ulaştı ve burada bir basın açıklaması daha yaptı. İşçiler, özelleştirmelere karşı mücadele edeceklerini belirtti, 30 Kasım’da Başbakan Erdoğan’ın Muğla’ya geleceğini hatırlatan işçiler hazırlıklı olacaklarını duyurdu. Polis saldırısı sonucu çok sayıda işçi biber gazından etkilendi, 2 işçi hastaneye kaldırıldı. Yatağan Termik Santrallerindeki Maden-İş ve Tesİş üyesi işçiler madenlerin ve termik santrallerin özelleştirilmesine karşı 16 Eylül gününden beri direniş çadırında, özelleştirmeye karşı mücadele ediyorlar. q İşçilerin Sesi Haber

Aralık 2013/21

Kıdem tazminatı seçim sonrasına mı kaldı?

Ç

alışma Bakanı Faruk Çelik, bakanlığının bütçesinin görüşmelerinde milletvekillerinin sorularını yanıtlarken “Sosyal taraflarla, üçlü danışma çerçevesinde uzlaşma sağlanamayan konuları biz Meclis'e getirmedik. Bu konuda da son kez bir araya geleceğiz. Burada bir uzlaşma sağlanırsa bu konu Meclis'in gündemine gelecek, eğer sağlanmazsa sizlerin de talebi doğrultusunda gündemden kalkacak" dedi. Çelik, taraflar uzlaşma sağlayamazsa hükümet olarak bu konuda ısrarlarının olmayacağını belirtti. AKP hükümetini ve özellikle de Başbakanın siyaset tarzını bilenler için bu sözün bir kıymeti yok. Nitekim, dershanelerin kapatılması konusundaki tartışmalarda da izlenebildiği gibi, hükümet önce karar alıyor sonra da “paydaşları”na dayatıyor. Kuşkusuz bunun istisnası sınıflar mücadelesinin çıplak olarak yaşandığı zamanlarda yaşanıyor. Gezi İsyanının sonucunda Taksim Meydanının AVM ve dönüşüme uğratılması, sermayeye açılmasından hükümet şimdilik geri adım attı. Kıdem tazminatı konusu da bundan farklı değil. İşçi sınıfının sendikalı kesimleri başta olmak üzere, milyonlarca işçinin harekete geçmesine yol açabilecek bir sonu. “Üç ağaç” mevzu gibi olayın üstüne devlet terörüyle derhal gidilebilecek bir konu değil.

Sermayenin kıdem tazminatı konusunda işveren örgütlerini ve kısmen sendikaları ikna etmesi de yetmiyor. Sendikaların temsil ettiği işçi sayısının işçi sınıfının yüzde 3-5’lik bir bölümünü temsil etmiş olmaları, sermaye için sendikaların olurunun yetersiz kaldığını gösteriyor. Sadece büyük sermayenin de ikna olması yetmediği gibi. TİSK, TÜSİAD, MÜSİAD dışında kalan ve esas olarak küçük işletmeleri temsil eden Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) temsilcilerinin itirazı, yani hiçbir koşulda tazminat ödemek istemeyen yüzde 90’dan fazla işyeri sahibinin olması, kıdem tazminatının fona devrimini bile mümkün kılmayabilir. Yani kıdem tazminatının gündemin dışına taşacak olmasının esas sebebi, sendikaların yürüttüğü mücadeleler değil, işletmelerinin yüzde 90’ından fazlasını kısmen de olsa temsil etme yeteneğinde olan TOBB’un fona itirazıdır. TOBB’un bu itirazını dikkate alan hükümet, Başbakan Yardımcısı Babacan'ın ağzından “Bireysel emeklilik sistemini hazine olarak yüzde 25 oranında fonluyorsam niye kıdem tazminatını fonlamayayım” biçiminde oldu. Bu fonlamanın da İşsizlik Fonundan yapılması sözkonusu. Sosyal Güvenlik Kurumu verilerine göre, Türkiye'de 12 milyon 615 bin kayıtlı işçi, aylık ortalama brüt bin 640

lira ücretle çalışıyor. Bu veriden hareketle işçi başına devlet tarafından fona yılda 408 lira, tüm işçiler adına da 5 milyar 152 milyon lira katkı yapılacak. İşverenlerin tamamının ödemesini düzenli yapması halinde kıdem tazminatı fonunda bugünkü işçi sayısı ve ücret itibariyle yılda 20 milyar 606 milyon lira birikecek. İşverenler bu parayı ödememek, mümkün olduğunca az ödemek ya da devlete ödetmek istiyor. Kıdem tazminatının gündemden geri çekilmesi söz konusu olursa, bunun başkaca siyasi nedenleri de olacak. Yerel seçimlerin önümüzdeki Mart ayında, sonrasında cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçiminin üst üste gerçekleşecek oluşu, AKP hükümetine kıvırma payı veriyor. Milyonlarca işçinin hak kaybına uğramasına yol açacak bir konuda, dar bir mutabakatla sınırlı kalarak süreci yürütemeyeceğini gösteriyor. Mesele şu ki, AKP’nin aradığı mutabakatı bozacak olan, işçilerin doğrudan eyleme geçebilme kapasiteleri ve örgütlenme düzeyidir. İşçi sınıfının içinde her düzeyde örgütlenmenin önemi de bu gerçeklikte yatıyor. Sermayenin saldırılarının ardı kesilmeyeceğine göre, işçi sınıfıyla doğrudan bağ kuracak ve onları her düzeyde mücadeleye hazırlayacak devrimci bir siyasetin, işçi sınıfı zemininde güçlendirilmesi için çalışmalıyız. q Seyfi ADALI

İnternetten sendika üyeliği başladı Sendikalara üyelikte noter şartının kaldırılarak, e-devlet portalı üzerinden internet aracılığıyla üyelik olanağı, 7 Kasım günü başladı. Çalışma Bakanlığı verilerine göre uygulamanın başladığı 7 Kasım’dan sonra geçen 11 günde, farklı işkollarında 11 bin 908 kişi sendikalara üye oldu. Bu dönemde 1801 işçi mevcut sendikalarından istifa ederken, istifa edenlerin 1248’i başka sendikaya üye oldu. İlk günlerdeki sendika değiştirmeler metal işkolunda (İskenderun Demir Çelik Fabrikasında) yoğunlaşırken, internet aracılığıyla üyeliğe en fazla belediye ve bankacılık işkolundaki işçiler ilgi gösterildi. Sendikaya üyelik sistemi artık şöyle: E-devlet üyeliği ile portala girişten sonra vatandaşlık numarasıyla üyelik başvurusu yapılıyor. Bu başvurunun sendika yönetim kurulu tarafından bir ay içinde onaylanması ile üyelik kazanılıyor. Bildirim oto-

matik olarak Bakanlık kayıtlarına geçiyor. Bu sistemin güvenirliliği konusunda şüpheler de yok değil. Bakanlık kayıtlarına ulaşmak, daya önce noter kayıtlarına ulaşmak kadar güvenli. Ancak şu var ki, işyerinde sendikalaşmayı öğrenen bir işverenin işçiden e-devlet şifresini talep ederek, sendikaya üye olup olmadığını ispat etmesini dayatması pratikte karşılaşacağımız bir sorun. Çalışma Bakanlığı verilerine göre e-

devlet kapısı üzerinden ilk başvuru Hakİş’in yeni sendikalarından olan Öz Finans-İş’e yapıldı. Halkbank Şırnak Şubesi’nde çalışan Tayfun Kasırga, üyelik için başvurdu. E-devlet üzerinden ilk sendika üyesi ise Koop-İş’e üyeliği gerçekleşen Teksif (Tekstil İşçileri Sendikası) çalışanı Neşet Erdoğan oldu. Bakanlık verilerine göre 7-18 Kasım tarihleri arasındaki 11 gün içinde, en fazla üye Hizmet-İş sendikasına gerçekleşti. Hizmet İş’e, 2052 üye kaydı yapılırken, bu sendikayı sırasıyla, Türk Metal, 1679, Belediye İş, 905 üye, Tes-İş 689, Öz Finans-İş 673 üye kaydı ile izledi. İlk dönemde üyeliklerde DİSK’e bağlı sendikaların hiçbirinin yer almaması dikkat çekici. Sendikaların iddia ettiği gibi noter şartının örgütlenme önündeki engelin kalktığı koşullarda, bakalım nasıl bir örgütlenme atağı yapacaklar? q İşçilerin Sesi Haber


Aralık 2013/21

İşçilerin Sesi

13

Maden işçisinden grev ve işgal Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK)

Geleceğimize dair söz hakkı istiyoruz İşçilere dair konularda işyerinde referandum yapılması güvence altına alınmadan, işçilerin geleceğine dair hiçbir kararın tek taraflı alınmasına izin vermemeliyiz.

Y

ıllardır hükümet, işveren örgütleri ve sendikalar, geleceğimize dair toplantılar yapıp karar alıyor. İşçilerin görüşünü sormadan, onlara dair kararlar alıp uyguluyorlar. Milyonlarca işçiyi yakından ilgilendiren konularda bile, işçilerin görüşünü soran yok. Geleceğimize dair konularda ve haklarımızın şöyle ya da böyle uygulanacağı hakkında bugüne kadar imza altına aldıkları kararların neredeyse tümü işçilerin aleyhine oldu. Şimdi de 40 yıldır, 50 yıldır sahip olduğumuz temel iş ve çalışma haklarımız için toplantılar yapıyorlar, karar almaya kalkıyorlar! Kıdem Tazminatı, yasal bir hak. İşverenlerin büyük bölümü bu hakkı işçiye kullandırmıyor. Kullandırmamak için elinden gelen her şeyi yapıyor. İş mahkemeleri haksız yere işten çıkartılan işçilerin kıdem ve ihbar tazminatları alacakları için açılan davalarla dolup taşıyor. Davaların ise, neredeyse yüzde 90’ı işçiyi haklı buluyor. Kıdem Tazminatını hem yasa emrediyor hem mahkemeler işverenleri ödemeye mahkûm ediyor. Bu durumda aklı ve vicdanı olan bir iktidar ve işverenin tutumu ne olmalı? Haksızlık yaptığını yasa ve mahkeme önünde kabul edip, işçinin haklarını ödemeli. Onlar çıkarlarına göre hareket ediyorlar!

Hükümet ve işverenler yasaları ve mahkeme kararlarına karşı çıkıp, işçinin sahip olduğu hakları ödememekte ısrar ediyorlar. Sonra da “işçilerin yüzde 90’ı tazminat alamıyor, gelin fon kuralım bir gün bile çalışan işçi tazminat alsın” diyecek pişkinlikte konuşmalar yapıyorlar. Peşinden de toplanıp tazminat hakkını kuşa döndürecek, eksiltecek taslaklar hazırlıyorlar. Sendikaların imdat sesi Sendikalar ise, emir kulu pozisyonlarını şeklen bozsa da esas itibariyle öylesine güçsüz ve itibarsızlaştırılmış durumdalar ki, itirazları bile pek dikkate alınmıyor. Sendikalar seslerini biraz fazla çıkarttığında anlıyoruz ki, üyelerinden ve işçi kitlelerinden çok daha büyük tepki alacaklar. Sendikaların çıkarttıkları ses mücadelenin sesi değil. İmdat sesidir! Bu durumda hükümetin ve işveren örgütlerinin esas çekindikleri, korktukları henüz sessizliğini bozmamış olan milyonlarca işçidir, işçi sınıfıdır. Bugüne kadar “yeni yasa sizi ilgilendirmiyor, bundan sonra işe girecek işçileri kapsıyor” diyerek işçilerin sessiz kalmaları sağlandı. Siyasi olarak oy verdikleri hükümetin uygulamalarına sessiz kalanlar oldu. Mücadele Gezi İsyanı gibi büyümedi, işyerleriyle sınırlı kaldı.

Hükümet ve işverenler şunu da yapıyor: Masaya üç-dört konu getiriyorlar, kıdem tazminatını tartıştırıp, itiraz çok olursa, taşeron çalışma düzeniyle veya işsizlik fonuyla ilgili olan taslakları kabul ettiriyorlar, diğerlerini ileriye bırakıyorlar. Şimdi de belki kıdem tazminatı konusu seçimler sebebiyle ileri bir tarihe ertelenecek ama taşeron çalışmanın esas çalışma biçimlerinden biri olarak yasalaştırılması, işsiz fonundan, kıdem tazminatı fonu için yüzde 25 oranında kullanım hakkı verilmesi gibi tasarılar yasalaşacak. Kısacası, işçilerin davalarına doğrudan sahip çıkması gerekiyor. Geçtiğimiz hafta Zonguldak’ta 600 maden işçisi kendilerini maden ocağına kitleyip hakları verilinceye kadar ocaktan çıkmama kararı aldı; insanca yaşamak için fiilen grev ve işgal eylemi yaptı. Doğrusunu yaptılar. Her işyeri onlar gibi doğrudan eyleme geçecek şekilde örgütlenip hazırlık yapmalı. İşçilere dair konularda işyerlerinde referandum yapılması güvence altına alınmadan, işçilerin geleceğine dair hiçbir kararın tek taraflı alınmasına izin vermemeliyiz. Hükümete, işverenlere ve sendikalara sözümüz budur. İşçiler, söz ve karar hakkı istiyor! Mücadeleye hazırlanıyor! q (İşyeri Bültenleri Başyazısı)

Üzülmez Müessese Müdürlüğü’nde çalışan maden işçileri, 22 Kasım’da ocağa inmeme kararı aldı. Gece vardiyasından çıkan işçiler ocaktan çıkmayarak, sabah vardiyasında çalışan işçiler ise ocağa inmeyerek eylem başlattı. Müessese müdürlüğünün uygulamalarının ağır olduğunu, kafes ve tel örgü sistemi ile iş yerlerinin hapishaneye çevrildiğini iddia eden işçiler, tepki gösterdi. Eksi 170 kodunda bulunan madenciler, ocağın içinde bekleyerek yaşadıkları durumun bir an önce düzeltilmesini istedi. İşçilerden Raif Açıkgöz, “İnşallah Enerji Bakanlığı bunu dikkate alır. Gereğini yapar. Bu bizim kendi güvenliğimiz açısından kendimizi garantiye almamızdır. Gece vardiyasını ocaktan çıkartmadık. Biz de ocağa girmedik” dedi. Eylemin dikkate alınmasını isteyen Açıkgöz, şöyle konuştu: “İki bin kişi burada eylem yapıyor. Merdivenler iptal edildi. Kapılar kilitlendi. Sabahleyin karta basacağız güvenlik kapıları açıyor öyle karta basıyoruz. Bunu yapan kişiler gelsin ocağın içerisine baksın. Ana yollara baksın. Önce bunun önlemini alsın, ondan sonra işçinin dışarıya çıkmasını engellesin. Bizimle uğraşmayı bıraksınlar. Masa başında oturanlardan hesap sorulsun..” İki bine yakın madenci, ocağın içinde ve dışında 6.5 saat eylam yaptılar. İşçiler ile buluşan Genel Maden İşçileri Sendikası Teşkilatlandırma Sekreteri Osman Tutkun madencilere seslendi. Tutkun, “Bu eylem işçi arkadaşlarımıza bir seneden beri yapılan baskının, tacizin mücadelesidir. En son geçen Cumartesi akşamı işçi arkadaşımızı iş yerinde rahatsızlanan arkadaşımızı 35 dakikada kurumun ambulansının gelmemesi nedeniyle kaybettik. Son zamanlarda yapılan baskılar, psikolojik tacizler kesinlikle üretime dayalı değil. Kurum şu anda işçisine çizme, baret veremiyor. İşçi arkadaşımıza 07.45’te basması gereken kartı 07.46’da bastığı zaman 15 dakika ücret kesintisi yaşandı. Kuyubaşındaki kapıların kilitlenmesi, girişlere kafes yapılması, işçiye zulümdür. Bizim isyanımız, mücadelemiz insanca muamele görmek ve üretim yapmaktır. Madencinin başka derdi yok. Kimse maden işçisini suçlamasın” diye konuştu. İşçiler eylemlerinin neticesin aldılar ve talepleri karşılanması üzerine ocaktan ayrıldılar. q İşçilerin Sesi Haber


14

İşçilerin Sesi

Aralık 2013/21

Umudumuz işçilerin kararlı tutumunda

Sendikalaşırken ‘ne’

İki yıl önce Çapa’da çalışan 200’e

Korozo fabrikasında geçtiğimiz ay, işten atılmalarla sonuçlanan sendikalaşma deneyimi sonucunda hazırladığımız bu değerlendirme, gelecekte ‘ne yapılmaması’ gerektiğine

yakın işçiye izin tarihlerinde ödenen yol ve yemek paraları geri isteniyor. Ödeyen şirket ortada yok, parayı isteyen Üniversite. Taşeron firma bir grup işçiyi korkutarak bu paraları alsa da, işçilerin çoğunluğu geri ödemeyi kabul etmedi. Şirket muhasebe oyunlarıyla işçileri kandırmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Bu geri ödeme dayatması gündeme gelince, huzursuzluk arttı. İşçiler arasında “bir şey yapmalı” fikri yayıldı. Fırsatçılara da gün doğdu. Önce, eski dernek yöneticileri açıklama yapacaklarını, diğer örgütlü güçlerin de sadece desteğe gelebileceğini söylediler. Hatta bazı sağcı işçilerin, bu kesimlere tepki gösterebileceğini söyleyerek, üstü kapalı Dev Sağlıkİş’i tehdit ettiler. Basın açıklaması ise beklenildiği hamaset dolu açıklamalarla ve kendilerini öne çıkarmalarıyla geçti. Eylem kararı çıkmadı. Bunun üzerine bir grup işçi yeni toplantı istedi. İşçilerin talebi üzerine sendika, yönetimden salon talep etti, böylece uzun süre sonra taşeron işçileri bir araya geldi. Sendikacılar da, eğer bir mücadele olacaksa bunun kendi merkezlerinde olabileceğini ifade etti. Sendikayı adres gösterdiler. Sendika yetkilisi, Çapa için çok emek sarf ettiklerini ama karşılığını alamadıkları söyleyince, işçiler esas emeğin kendilerine ait olduğunu söylemek zorunda kaldılar. Toplantıda, kesintilerin yasal olmadığı, bu nedenle ücretlerden kesilemeyeceği ve üst yazı olmadan taşeron işçilerden imza istenemeyeceği ifade edildi. Eski dernek yöneticilerinin, “toplantıyı hastane yönetiminin organize ettiğini” söyleyerek, işçilerin katılımını engellediği ortaya çıktı. Toplantıda söz alan bir taşeron işçisi, toplantının sadece sendikalı işçiler için olmadığını, tüm taşeron işçilerini ilgilendirdiğini anlattı. Ayrıca kesintiler konusunda birlikte mücadele etmek gerektiğini söyledi. Bu süreç, mücadele yolunda dernek ve sendikanın, birleşik bir önderliğin görevlerini yerine getiremeyeceklerini gösterdi. 2012 yılında dört gün iş bırakan ve alanlara çıkan işçilerin kararlı tutumları hala unutulmadı. Bizim de umudumuz bu işçilerde! q (Bir grup işçi)

ncelikle şunu belirtmeliyiz: Korozo işvereninin çok sayıda işçiyi haksız yere işten çıkartmış olması, yasal ve Anayasal bir hak olan sendikadan duyduğu müthiş korkuyu ifade ediyor. Çıkartılan işçi sayısının (kesin olmamakla birlikte) 80’i geçmesi de gösteriyor ki, doğru bir örgütlenme yolu izlenebilseymiş, sendikalaşmak mümkün olabilirmiş. Kuşkusuz her şey sona ermiş değil. Sadece sendikalaşma sürecinin bir aşaması şimdilik sona ermiş sayılabilir. Ancak, patronun dayattığı “düşük ücret, 12 saatlik işgünü, 6 gün çalışma” şartları devam ettiği sürece, yeniden ve yeniden mücadele, sendikalaşma deneyimleri yaşanacaktır. Öyleyse ders çıkartma zamanı!

Ö

Bu şartlarda kimse çalışmak istemez Çıkartmamız gereken derslere geçmeden şunu da kaydetmekte yarar var: İşten çıkartılan işçiler, 12 saatlik vardiya, haftada 72 saati bulan mesai ve karşılığında ortalama bin 500 lirayı bulan düşük ücret, baskıcı çalışma koşullarından kurtuldukları için memnun olduklarını ifade ediyorlar. Birçoğu tazminatlarını tam olarak aldılar; bir iki gün içinde ve daha iyi koşullarda iş buldular. Patron ise, çıkarttığı işçilerin yerine kısa zamanda aynı yeterlilikte işçi bulamayacak. Korozo’nun çalışma koşulları aşırı yoğun olduğu için, iş başı yapan işçiler birkaç gün içinde işi terk ediyorlar. Fabrikanın mücadele tarihi Korozo patronu işçilere karşı yürüttüğü

mücadelesinde belirli badireleri atlayarak bugünlere geldi. Sefaköy’deyken işyerinde sendika vardı. 1990’lı yılların başında fabrika Esenyurt-Kıraç’a taşındığı sırada Petrol-İş sendikası yetkisini kaybetti. Yeni yerde, şirket alt işverenlere (taşeron şirketlere) bölünerek, sendikasızlaştırma sürdü. Ücretler düşük tutuldu, 12 saat çalışma ve mesainin önü açıldı. 2004’de 8 saat çalışma yönünde bir işçi iradesi ortaya çıksa da, asgari ücretle çalışmanın dayanılmazlığı, işçileri yeniden 12 saate geçişi zorladı. Son dalga ise, yine 8 saate kart basılmasıyla patladı. İki fabrikada aynı vardiyada 8 saate kart basılması, patronu bunun altından ne olduğunu araştırmaya yöneltti. Altından sendikalaşma isteği çıkınca, şirket idaresi paniğe kapılıp işçi çıkartmaya başladı. Dışarıdan bakıldığında büyük bir şirket, Dünya çapında faaliyet yürütüyor. Ancak ne iş yasalarına, iş güvenliği kurallarına ne de sendika hakkına saygılı. Kölece bir çalışmadan başka bir şey yok! İşçi tarafı Genel olarak diğer fabrikalardan farklı değil. Mücadele deneyimi olan ve birbi-

rine güvenen işçi pek az. Sendikaların işçilerle ilgisi neredeyse yok. İşçiler örgütlensin, bana gelsin diye bekliyorlar. Siyasi grup ve partilerin taraftarı işçiler var ancak “sınıf esasına” göre değil, “grup çıkarları esasında” örgütleniyorlar. Korozo deneyiminde de gördüğümüz gibi, sendikanın elemanı gibi çalışmayı, devrimci sınıf çalışması sayıyorlar. İşçi çıkışlarına yol açmış olmanın üstünü ise, “devrimci mücadelede işten atılma da olur” diyerek örtüyorlar. İşçilerin örgütlenmesi mi sendika üyeliği mi? Korozo’da işten atılmayla sonuçlanan sendikalaşma deneyimi, bundan önce sayısız örneklerini gördüğümüz yanlışların tekrar edilmesi olmuştur. Fabrikadaki siyasi grup, sendikalaşmayı gündeme getirip işçileri ikna etmeye başlar. İşçiler arasında 5-10 kişi bulununca, bir sendika seçilir. O sendika şubesine gidilip “bir fabrika var, burada size üye olabiliriz” diyerek şubeyle ilişkiye geçilir. Şube başkanı işçilerle tanıştırılır. Sendika tamam derse üyelik başlatılır… Böylece sürüp gide ve çoğunlukla üyelik aşamasında işçi atılır ve başarısızlık gelir. Başarılı olunursa

Punto Deri direnişçileriyle dayanışma Punto Deri direnişçilerinin işten

atılmalarının 103. gününde düzenlenen dayanışma gecesinde İstanbul Üniversitesi hastanesi taşeron işçileri de bulundular. "Taşeron İşçilerinin Sesi Bülteni" olarak dayanışma mesajlarını ileten Çapa taşeron işçilerinin katıldığı gecede, Pınar Aydınlar, İlkay Akkaya ve Erdal Bayrakoğlu'da yer alarak işçi - sanatçı dayanışması gerçekleştirdiler. Kazlıçeşme Kültür Merkezinde gerçekleştirilen Punto Deri direnişçileriyle dayanışma gecesinde atılan sınıf dayanışması sloganlarında sık sık Gezi Direnişi şehitleri de anıldılar. q İşçilerin Sesi - Haber


Aralık 2013/21

İşçilerin Sesi

15

yapmamalı? yaşandı. İşten çıkartılan işçilerle yapılan görüşmelerin dair bazı temel sonuçlar çıkartmamıza olanak veriyor. da önce sendikayı işyerine getiren siyasi işçiler, sendika bürokrasinin işçi aleyhine tutumları karşısında sendikacıları eleştirmeye başlarlar… Korozo deneyimi üyelik aşamasına henüz geldiği sırada, siyasi grubun sendikacıları işi yavaştan almalarını bahane ederek (sendikanın üyeliğe geçmek konusunda çekinceleri ve 8 saate kart basılmasına itirazları doğrudur) küçük bir grup işçiyi (bin kişilik fabrikada 30 kişiyi) eyleme teşvik etmek, büyük bir sorumsuzluk ve hatadır. İşçi açısından konuşacak olursak… Bu deneyimin iki temel aktörü Petrol-İş İstanbul Şubesi ve Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu (BDSP) olmuştur. Bu iki aktörün uzman ve taraftarlarının izledikleri yanlış sınıf çalışması yöntemleri, taktikleri ve öngörüsüz davranışları bugünkü ağır sonuçları doğurmuştur. Şimdi bu iki çevre birbirini suçlu bulsa da, en başından bugüne kadar epeyce yol arkadaşlığı yaptılar ve aralarına başkalarını almadıkları gibi, izledikleri sendikalaşma politikasına itiraz edip, gidilen yolun yanlışlığını söyleyen; hazırlıklı olmadan, önce işçileri örgütlemeden sendika üyeliğine geçilmemesi gerektiğini söyleyen işçileri ve devrimcileri de dışladılar. “Siz kaç kişisiniz, biz 300 kişiyi üye yaptık”, “siz sendikaya karşısınız” gibi yaklaşımlarda bulunmakla kalmadılar, 8 saate kart basılma eylemine itiraz eden işçileri ise, “mücadeleden kaçmakla, korkaklıkla” suçladılar. Bizzat sendikacılar devrimciler için “30 bin lira alacaklarmış, işçileri başka sendikaya götüreceklermiş” dediler.

Haklı çıkmak bir şey değiştirmeyecek ama… Sendikacıların ve BDSP’nin izlediği sendikal politikanın işçi çıkışlarına yol açtığı kesindir. Kesindir, çünkü Kızıl Bayrak web sitesinde yayınlana 4 sayfalık bir değerlendirmede çok açık olarak sendika yönetimi-BDSP işbirliği kabul ediliyor ve sendikanın istediği üye sayısını bulabilmek için BDSP taraftarlarının çalıştığını, bu sayıya ulaşılamayınca da 8 saate kart basma eylemini örgütlediklerini anlıyoruz. Üstelik sendikacıların bu eylemi yapmayın demesine rağmen yaparak, onlara sözde devrimci bir ders vermeye soyunmuş olduklarını anlıyoruz. Bu sorumsuz ve maceracı çıkışın, 80’den fazla işçinin işsiz kalmasıyla sonuçlanmasında üzerlerine düşen sorumluluğu da almıyorlar. Sonuç olarak İşçilerin aklına sendikayı düşüren biz isek, baştan üzerimize ilk vazife olmayan bir işe girişmişiz demektir. İşçileri bürokratik yönetimlere sahip sendikalara üye olmaya ikna etmek ve zorlamak durumunda kalacağız demektir. Önce sendikacılara güveniyoruz sonra da bizim dediklerimizi yapmayınca, görevlerini yapmamakla eleştiriyoruz. Patronların işçi atmaktan çekinmediği ve sendikaların işçilerce denetlenmediği koşullarda, ilk elde yapılması gereken işçileri örgütlemek, mücadeleyi öğrenmek ve fabrikanın seviyesine uygun hareket etmektir. Sorumsuzca sendikalaşma deneyimlerine girişip işçi atılmasına yol açacak zeminler yaratmak devrimci bir siyaset değildir. q İşçilerin Sesi - Haber

Birliğin gücünü gördük İşyerindeki yemek eylemi dikimhanedeki işçilerin gücünün farkına varmasını sağladı. Olay şöyle gelişti: Akşam mesaisinde muharrem orucu açan işçilere yemek diye peynir, zeytin verildi. 19.00’da oruç tutmayan işçilere verilen yemek 30 işçiye yetmeyince, ertesi gün işçiler işverenden açıklama bekledi. Zaten yemeklerden kimse memnun değildi. Kimse işçileri dikkate almayınca öğlen yemek paydosuna çıkılmadı. Akşam da oruç tutan işçiler yemek paydosuna çıkmadı. 18.30’da dikimhane paydos etti. Şefler duruma çok şaşırdılar. Servisler az gelmişti işçileri kapıda gören idare amiri yedek servis çağırmak zorunda kaldı. Hemen şefler toplantı yapmaya başladılar.

Ertesi sabah işçiler durum düzelmezse mesaiye kalmama kararı aldı. Öğlen yeniden yemeğe çıkılmadı. İşbaşından sonra 2 dakika işe geç başlayınca işçinin başında boza pişiren şef 1 saat toplantı yapmak zorunda kaldı. İşçilere “Haklısınız keşke bana söyleseydiniz söz veriyorum çözeceğim” dedi. Ardından 16.00’da patron gelip 45 dakika açıklama yaptı. İşçilerin birlikteliği işvereni tedirgin etti, işçi de birlik olunca gücünü gördü. Bu birliktelik öteki bölümlerde de moral verdi. Şimdi herkes “işçi birlik olursa düşük zamma talim etmez” diyor. Şimdi hedef bu birlikteliği örgütlülüğe evriltip haklarımız için mücadeleyi örmek olmalı. q (Murat)

Hava-İş genel kuruluna doğru Gökkuşağı Hareketi Sözcüsü Bahadır Altan Havaİş genel kurul sürecini ve seçimleri değerlendirdi.

H

ava-İş Genel Kurulu için delege seçimleri tamamlandı. Seçimlerde “Demokratik şeffaf temiz sendika” talebiyle işçilerden oy isteyen Gökkuşağı Hereketi’nin sözcülerinden Bahadır Altan, işçilerin Sesi için seçim sürecini değerlendirdi: “300 delegenin katılacağı genel kurulda mevcut Hava-İş yönetiminin seçimle kazandığı delege sayısı sadece 37’dir. Doğal delegelerle ve artık ulaştırma iş koluna dahil olduğumuz için havacılık dışından özellikle kayıt ettikleri üyelerle mevcut yönetim, 75 delege ile en zayıf gruptur. İşverenin örgütlediği Reform Hareketi 120 delege çıkardı. Gökkuşağı Hareketinin ise pilot ve kabin memurlarının açık ara desteğiyle 100 delegesi var. Uçuş İşletmede işçi sayısı toplam sayının yarıdan fazlası olmasına rağmen onları temsil edecek delegeler, genel kurulun 1/3 ini ancak oluşturuyorlar. Bunun adı da temsili "demokrasi" oluyor işte! İşçi ne mevcut yönetimi ne işvereni istiyor Şimdi 7-8 Aralıkta genel kurul var. 3 grubun girdiği bir seçimde mevcut yönetimin kazanma şansı yok. Reform (THY yönetimi) Grubunun delege sayısı fazla görülse de bunların bir kısmı müdürlerinin emriyle delege yazılmak zorunda bırakılan işçiler ve buna da tepki duyuyorlar. Daha doğrusu işçilerin ezici çoğunluğu mevcut yönetimin gitmesini istiyor ama bunun yerine işverenin gelmesini de doğal olarak istemiyor. O zaman da tek seçenek işçileri temsil eden Gökkuşağı Hareketi kalıyor. Özetle genel kurulda işverenin listesiyle Gökkuşağı Hareketinin yarıştığı bir seçim

yaşanacak. Delege aritmetiğine göre sendikayı yöneten 25 yıllık anlayışın en az delege sayısıyla bu gerçeği görmesi ve iktidar hesapları yapmaktan vazgeçip, Gökkuşağı Hareketini desteklemesi gerektiği çok açık. Ama bu aklı sendikal bürokrasiden beklemek hayal. Biz işçilere ve delegelerin sağduyusuna güveniyoruz. Her hangi bir grupla ittifak veya koalisyon yapmayacağız. Çünkü mevcut yönetim ve işveren ekibini "kırk katır ve kırk satıra" benzetiyoruz. Ama delegelerin vicdanına sesleneceğiz, kendinize oy verin diyeceğiz. Çünkü mevcut yönetimin yerinde kalması, işçilerin desteklemediği bir sendikanın işlevsiz ve göstermelik olarak kalması anlamına geliyor. Asıl işimiz yönetime geldikten sonra başlayacak Dört yıl önce mevcut yönetim tarafından aslında bu fotoğraf görülmüş, ama türlü oyunlarla koltuklarına sımsıkı sarılmayı tercih etmişlerdi. Bir 4 yıl daha, üyesine bedel ödetip iktidarını koruyan bir sendikal anlayış istenmiyor. İşverenin kontrolünde bir sarı sendika ise zaten sendika olmayacaktır. Bu nedenle her iki grubun da tabanından delegelerden oy alabilecek tek grup Gökkuşağı Hareketidir. Sendika yönetimine gelirsek asıl işimizin bundan sonra başlayacak. Hava-İş yönetiminin her anlamda içini boşalttığı sendikamızı, düşürdükleri bu yerden kaldırmak için çok çalışmak zorundayız. Ama "zamanı gelmiş bir fikrin önünde hiç bir engelin duramayacağını" biliyor ve kendimize güveniyoruz.” q İşçilerin Sesi - Haber


16

İşçilerin Sesi

Aralık 2013/21

Bir 25 Kasım’ı daha geride bıraktık! Biz kadınlar bulunduğumuz her alanda örgütlenelim. Çünkü örgütlülük her insanı olduğu gibi, kadını da geliştirir ve özgürleştirir.

1

960’da Dominik Cumhuriyeti’nde, diktatörlüğe karşı mücadele eden 3 kız kardeş olan, Mirabal Kardeşler, mücadeleden saf dışı edilmek için, tecavüz edilerek katledilmişti. Bunun üzerine, 1981’de Latin Amerika’da Kadınlar Kurultayı’nda alınan kararla, 25 Kasım, “Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele ve Dayanışma Günü “ olarak kabul edilmiştir. 1999 yılından itibaren de, BM’in aldığı kararla, tüm dünyada kadınlar, kadına yönelik şiddeti protesto etmek ve buna dur demek için bir araya gelmeye devam etmektedirler. 25 Kasım’da tüm Türkiye’de kadına yönelik şiddet, çeşitli emek örgütleri ve siyasi partilerden kadınların bir araya geldiği, kadın platformları tarafından protesto edilmiştir. Kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz ve kadın cinayeti haberleri hemen her gün gazete ve televizyonlarda yer alıyor. Bizler de bu haberleri sıkça görmeyi, kadının toplumda şiddete en çok maruz kalan, en zayıf halka olduğunu kanıksar olduk. Aslında bu şiddet, erkek egemen sistemin kadın üzerindeki sömürüsünün fütursuzca arttığının göstergesidir. Ayrıca var olan yasaların kadını korumaya yeterli olmadığı da gayet açıktır. Kadına yönelik şiddet çeşitli biçimlerde kendini göstermektedir: Fiziksel, psikolojik ve toplumsal. Kadın bedeninin ortadan kaldırılması, cinayet, taciz, tecavüz, eve kapatma, alay etme, isim takma, savaş ortamlarında savaş ganimeti ve seks kölesi olarak değerlendirilme, para harcama ile ilgili hesap sorma ya da parasız bırakma, cinsel yönelime bağlı davranışları değersizleştirme, kadın intiharlarına sebep olma vs. vs. vs. Ataerkil sistem, tüm kurumlarıyla, şiddeti yeniden üretir Sistem, okulda, evde, ailede ve yasalarıyla, kadınlar üzerinde toplumsal baskı oluşturarak, kadının mücadele etmesini engeller ve kaderine boyun eğmesini sağlar. Eşinden boşanmak isteyen kadın, “el âlem ne der” diye ailesi tarafından vazgeçirilir; ayrılmış kişiler kınanarak, örnek gösterilir: “Bak boşandı da ne oldu, daha mı iyi şimdi

hali” denir. Son günlerde medyaya yansıyan, çocuğunu ölüme terk eden kadının haberinde, iki kişinin birlikteliğinden doğan bir çocuğun sorumluluğu kadının üzerine bırakılarak, psikolojisinin bozulmasına sebep olduğu görülmüştür. Toplumsal ve ailesel baskıdan korkan kadın, çocuğunu evde bıraktığı için cani olarak nitelendirilmiş, ancak çocuğun babası hiç sorgulanmamıştır. Ama biz kadınlar bu tür baskı ve suçlamaları kabul etmiyoruz. Biz kadınlar kaderimizi kendimiz belirlemek; istediğimiz kişiyle evlenmek ya da evlenmemek, mesleğimizi kendimiz seçmek, çocuk sahibi olmak ya da olmamak, mesleki alanda ilerleyebilmek, iyi bir eş-anne-evlat yerine, iyi bir birey olmak istiyoruz. Şiddet biz kadınların kaderi değil. Daha kötü durumları göz önüne alıp halimize şükür etmemeliyiz. Çocuk, yaşlı, hasta bakımı toplumsal bir sorundur. Bu sorun kadınlar üzerinden çözülmemeli. Yaşlı bakım evleri, kreşler ve hasta bakımı, devlet tarafından, ücretsiz bir şekilde sağlanmalıdır. Kadınlar olarak, hangi sosyal-ekonomik düzeyde olursak olalım, şiddete maruz kaldığımızda ne yapmamız gerektiğine, kimlerden ve nerden destek alabileceğimize dair, önceden bilgimiz olmalı. AKP’nin kadın üzerindeki şiddet politikaları! AKP Hükümeti dönemi, kadına yönelik şiddetin en yoğun olduğu dönemdir. Kürtaja bu dönemde sınırlama getirildi. AKP’nin eli kadının bedenine kadar uzandı. Kadının, bütçe, zamanlama vs. nedenlerle, doğurmak istememe gibi temel hakkı elinden alındı. En az üç çocuk istenerek, kadın iyice eve hapsedilmek istenmekte. “Sen doğur, biz hükümet olarak tecavüz çocuğuna da bakarız”, denildi. Zaten tecavüzün travmasını yaşamakta olan kadına, çocuğunu zorla doğurtarak, ikinci bir travma yaşatılmak istenmektedir. Kadın sadece bir kuluçka makinesi olarak görülmektedir. Başbakan, yaz aylarında yaşanan ve halkın silkinmesine yarayan, Gezi protestolarında kadın üzerinden siyaset yapmaya kalktı: “Hanım kardeşlerimi taciz ediyorlar” dedi, ama polis işbirlikçisi, satırla kadının peşinden koşturup

Dominik Cumhuriyeti’nde diktatörlüğe karşı mücadele eden Mirabal kardeşler 25 Kasım’da 1960’ta tecavüz edilerek katledilmişti.

tekmeleyen adamın yakalanması ve cezalandırılmasında aynı samimiyeti göstermedi. Hükümetin son aymazlığı da, tartışması süregelen üniversiteli genç kadınlara yönelik yalan yanlış söylemleri. Bu genç kadınların üniversiteye bilimsel eğitim almaya gittikleri göz ardı edilip, tamamen çirkin ifadelerle, onurları ayaklar altına alındı. Yüksek öğrenim gören ve görmeye aday olan kadınlar üzerinde, namustan yola çıkarak, bir baskı oluşturmakta; bu söylemle, birçok ailenin, kızlarının üniversite eğitimi almasına soğuk bakmasına neden olmaktadır. Türban serbestliği de bu hükümetin kadın üzerinden yürüttüğü bir politikadır. Dikkat edilirse, kamusal alanda kıyafet serbestliği değildir, paketten çıkan. AKP Hükümeti, on yılı aşkın süredir yönetimde, ancak seçim öncesi son bir hamle ile muhafazakâr kesimin oyunu almak için, kadının türbanının kullandı. Elbette kadının türban takması ya da takmaması kendi özgür iradesiyle vereceği bir karar olmalı. Devlete ne kadının ne giydiğinden ya da giymediğinden? Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın adını, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak değiştirdi. Böylece kadını birey olarak yok sayıp,

sadece aile kavramı içinde var olabileceğini tescil etmiş, aile kurumunun varlığını kutsamıştır; çünkü aile bu toplumsal ( şiddet ve sömürü ) düzenin başladığı yerdir. 4+4+4 zaten başlı başına bir vurgun. İlk 4’den sonra, kız çocuklar evlere kapatılmak ve çocuk gelin yapılmak isteniyor. Zaten çocuk olarak bu sistemin yeterince mağduru değillermiş gibi, çocuk kadın olarak erken yaşta sistemin sömürüsünün boyunduruğu altına sokulmak isteniyorlar. Artık bu 25 Kasım’da susup, şükretmeyelim. Mücadele ederek, dayanışarak, BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜNDÜR. Biz, babamız, kocamız ve devlet tarafından bize dayatılanla yetinmek, sadece onlara göre yaşamak istemiyoruz. Biz kadınlar olarak, kadınlığımızı, insanlığımızı yaşamak istiyoruz. Bunun yolu da, bizim birlikte mücadelemizden geçiyor. Biz kadınlar bulunduğumuz her alanda örgütlenelim; mesleki örgütler, kadın örgütleri, mahalli örgütlenmeler vs. Çünkü örgütlülük her insanı olduğu gibi, kadını da geliştirir ve özgürleştirir. Kendi haklarımızın farkında olalım, koruyalım ve geliştirelim. Hemcinslerimizle dayanışma içinde olalım. Yaşasın Kadın Dayanışması! Cinsel, Ulusal, Sınıfsal Sömürüye Son!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.